Köprü Mayıs 2013
Transcription
Köprü Mayıs 2013
HABERLER Mayıs 2013 1 köprü Bosphorus Chronicle’ın Ekidir. Michael Hays “Boş Fincan” ‘Haymatlos’ kelimesi adlı yeni şarkısını, Güler Kamer’in tanıdık geliyor mu? Birol Özdemir, çevirisiyle Köprü Gazetesi ile paylaştı. Sayfa 23. yeni yayınlanan öykü kitabıyla ilgili bilinmeyenleri Köprü okurlarıyla paylaştı. Sayfa 15. ... ‘Neşeli Tavuk’ Esin ve Cem Pulathaneli’yle ilgili merak ettikleriniz “Bir Taşta İki Kuş” söyleşi serisinin uzun zamandır beklenen yeni röportajında! Sayfa 6. “Robert beni bağımsız, kendi ayaklarımın üzerinde durabilen bir çocuk sonra bir adam haline getirdi.” Okulumuz mezunu Okulda daha etkin kullanabileceğimiz mekanlar nereler ? Sayfa 8... Hüsnü Özyeğin ile Okul Ruhu mu Girişimciler Perşembesi ve keyifli bir söyleşi için sayfa 16. Ruhsuzluğu mu? Sayfa 4. Okulumuzun meleği Tulu Abla’yı daha da yakından tanımak isterseniz söyleşimize bir göz atın! Sayfa 9. “Yeniliklere açık olmak, insanlarla yeni bir şeyler paylaşmak kadar benim ruhumu besleyen başka bir hayat tarzı yok.” başkası değil! 90’lar fırtınası esmeye devam ediyor. Adölesan Nostaljisi Sayfa 36. 140 kelimeyi kendimize sakladık! Köprü yazarları olarak bir hafta sosyal medya kullanmadık! Peki neler mi oldu? Yazarlarımızın “Sosyal Medya Orucu” günlükleri ve sosyal medyayla ilgili merak edilenler için sayfa 17’ye bakmayı unutmayın. Bu sözlerin sahibi çoğumuzun yakından tanıdığı Tulu Abla’dan yaratıcısı Dilvin Hanım ve Bilal Usta’yla okulumuz yemekhanesi üzerine keyifli bir söyleşi için sayfa 12’ye göz atın. ... Nisan 2013 Köprü Habere doymadık derseniz memleketten, okuldan ve sanattan daha pek çok haber Köprü sayfalarında! 2 HABERLER Editörlerden Sene başında okul duyurularında “3. Köprü” temalı bir reklamla adım atmıştık değişimimize. Bazılarının dikkatini, bazılarının tepkisini çeken bu duyurunun üzerinden aylar geçti. Ve şu anda üçüncü Köprü ile karşınızdayız. İlk iki sayımız hem eleştiri hem de beğeni aldı. Yapılan eleştirileri dikkate aldığımız için yazar kadromuzda çeşitli değişiklikler yaptık ve yazılarımızın içeriğinde ufak düzeltmeler gerçekleştirdik. Yapıcı eleştiriler sayesinde kendimizi geliştirmeye ve Robert Kolej gibi köklü bir okulda kaybolmuş olan okul gazetesi kavramını yeniden canlandırmaya çalışıyoruz. Okul gazetemizi daha da ileriye taşımak için Robert Kolej ailesinin tüm bireylerini gazetemize istedikleri konuda yazmaya davet ediyoruz. Bu sayımızda sosyal medya grevinde sosyal medyadan uzak kaldığımız bir hafta boyunca neler yaşadığımız hakkında bir günlük yazarak, sosyal medyaya olan bağımlılığımızı Yunus Emre sorguladık. Ayrıca okulumuzun Erdölen meleği Tulu Abla’yla ve yemekhanede yemeklerimizin nasıl hazırlandığı hakkında ilginç bilgiler veren bir Berfin Torun yemekhane söyleşisi yaptık. Umarız bu sayımızı beğenirsiniz ve yapıcı eleştirilerinizi bize iletirsiniz, böylece hepimizin olan okul gazetemizi daha da geliştirip daha yüksek noktalara taşırız. kavramını değiştirmeye ve bu değişim Köprü Gazetesi bu senenin başından için değişimin ta kendisi olmaya çalışıyor. beri okulumuzdaki okul gazetesi İstanbul Gibi Hissetmek Yaşamın bazı anları vardır ki hissettirmeden bir yol çizer kendisine. Her saniye devam eden ya da bilmeden devam ettirilen bazı anlar, alışkanlıklar, rutinler barındırır en küçük bir parçası hayatın. Üzerinde fazla durulmadan atılan adımlarımız, düşüncelerimiz ve daha pek çok koşul var günümüzü etkileyen. Daha önceden dikkat etmediyseniz eğer kendiliğinden gelişen rutinleri işaret etmek zor tabii. Kendimize bir yer bulmak, ertesi sabah güneşin yüzümüze vurmasını ya da yağmurun altında karıncalar misali sığınak ararcasına koşturmamızı sağlamak için pek çok şey var farkında olmadan alıştığımız. Hepimiz başka türlü bakabiliriz buna. Durup sakince bütün bir günü gözümüzün önünden geçirebiliriz teker teker, dakikalarıyla. Herbirimiz farklı bir kanıt bulabilir alışkanlıklara ve rutinlere. Ama benim asıl bahsedeceğim noktaya gelene kadar bu yazıyı bırakmış olanlar asıl bulmuş olacaklardır anlatmak istediğimi. Tam da bu noktaya gelmeden eğer bıraktıysanız elinizdeki gazeteyi, yazdığım yazının fark etmeden bir parçası olmuşsunuz ve çoktan yeni bir güne başlamışsınız demektir. Gazeteyi elinden bırakmayanlar için devam ediyor ve yazıma İstanbul’dan bahsederek başlamak istiyorum. İstanbul şehri, evet. İstediğiniz zaman kendinizi denizin kokusuna bırakıp geçen gemileri izleyebileceğiniz veya şehrin içerilerine doğru gelecekte debelenen geçmişin yansımasını hissedebileceğiniz bir şehir burası. Evet, tam da boğazınsırtlarında okulumuzun kurulduğu şehirden bahsediyorum. İstanbul bir alışkanlık. Aceleci bir alışkanlık. Gazeteyi elinizden bıraktırabilen, kahve keyfinizi yarıda kesebilen bir alışkanlık. İstanbul bir rutin ve gözlerimizi kapayarak bile düşe kalka ilerlemeye çalışacağımız bir yaşam. En azından benim için öyle çoğu zaman. Doğruyu söylemek gerekirse bu düşüncemin temelleri pek de eskilere dayanmıyor. Çok kısa bir zaman zarfı içerisinde düşünmeye başladım ben de bunu. Belki de benim başlangıcım kısa bir süreliğine de olsa İstanbul’la aramda kısa bir kopukluğun yaşanması sayesinde ortaya çıktı. Kısa bir süre önce başladım gözlemlerime. Kendimi bir köşeye koydum öncelikle, etrafı kolaçan ettim, merak ettim benim gibi bunu deneyen başkaları var mıdır diye. O sırada benden başka kimseyi göremedim. İzledim adımları kulağımdaki ayak sesleriyle birleştirerek. Tabii hepsi korna sesleriyle bastırılmaya mahkûmdu. Aslında tek yaptığım basit bir trafik ışığının altında yeşil ışıkta beklemeye karar vermek oldu. Ben de insanları izledim, karşıdan karşıya koşuşturan insanları. En ilginci de hepsinin yalnızca tek bir ortak noktaları olmasıydı. Koşuşturmak. Unutmadan söylemeliyim, bir diğer ortak noktaları olarak da İstanbul. Fakat hepsi o kadar meşgullerdi ki artık onlar şehirde yaşamıyordu, şehri yaşatıyorlardı. Şehre bir alışkanlığa verilen o gücü yüklemişlerdi adeta Köprü ve İstanbul kendinde bulduğu o güvenle daha da hızlı dönüyordu etrafında bizi de içine katarak. Sözü fazla uzatmaya gerek yok diye düşünürken uzatmışım bile, hiç fark etmeden. Demek istediğim şu ki fark etmeden bulunduğumuz şehir haline geliyoruz birer birer. Arabalardan sakınırken koşuşturuyor, kulağımızda telefonla kimi zaman bağırıp kimi zaman gülüşüyoruz. Ama hepsini bir rutin içinde yapıyoruz. Bir alışkanlık rutini bu. İstanbul’un alışkanlığı. İstanbul’da herkes meşgul çünkü, herkes otobüsüne yetişmek için saatine bakıyor ya da boş bir taksi bulmak için geç kalmanın bilinciyle çırpınıyor. Peki, İstanbul için harcadığımız enerjiyi kendimize harcıyor muyuz? Ben o kadar emin değilim bundan. Bütün bu yaşananlara rağmen, bozuk kaldırım taşlarına takılıp düşmeye aldırmadan sakin bir yürüyüş temposundan giderek uzaklaşıyoruz. Sonra da düşüncelerimizden uzaklaşıyoruz, yerini vapur saatleriyle dolduruyoruz. Bazen çözüm olarak da hızlı düşünüyoruz. İstanbul gibi düşünüyoruz. İstanbul’u hissediyoruz. İstanbul gibi hissediyoruz. Şimdiyi değil geleceği, yakalamamız gerekenleri düşünüyoruz. Şiir Su Saydam olmalı, hep bir sonraki gün için dönüyor daha da hızlanarak. İstanbul yorulur mu bilinmez, bizim istediğimiz de yorulması değil. Sakın beni yanlış anlamayın. İstanbul’u suçlamak, İstanbul’u yermek değil bu yazının amacı. Nedensiz bir şekilde İstanbul’a kendimizi dolamamız ve bu rutin içerisinde, bu trafik içerisinde kendimize yer açmamızla ilgili daha çok. Alışkanlıklarımızı değiştirmeye gerek görmesek bile gözlemlemek gereklidir bazen. Bir gün yeşil ışık yandığında bir kez olsun karşıya geçmemeyi deneyin. Ve bekleyin ki yeniden kırmızı olsun. Trafikte beklerken saatinize bakmamayı, çevrenizdeki insanları gözlemlemeyi deneyin. Sakince bekleyin yolun açılmasını. Belki o zaman İstanbul da bir süreliğine sizin için durmayı deneyecektir. İstanbul gözlerinizin önüne usulca serilecektir. İstanbul’u tanımaya çalışın çünkü hepimiz İstanbul’u düşünüyoruz, çoğumuz İstanbul gibi düşünüyoruz. Kendimizi İstanbul’la sarmalıyoruz, hem huzurla hem de koşturmacayla. Martı ve korna sesleriyle aynı anda. Neden geri adım atıp izlemeyelim ki Madem hepimizin bir işi var peki, rutinimizi, İstanbul’u tanımak kendimizi zincirin en son halkasında bulunanlar tanıtıyor gibi biraz da.Siz ne dersiniz? nereye koşuyor? Buna da kafa yordum bir süre. Hepimizin koşuşturduğu bir yer varsa eğer, koşuşturmamızı izleyip bizi bekleyen kim? İşte o da İstanbul Mayıs 2013 HABERLER 3 50 Saatlik Bir Zorunluluktan mı İbaret Her şey? Evet, konumuz topluma hizmet projeleri. Bu yazıda ne herhangi bir topluma hizmet projesinin reklamını bulacaksınız, ne de neden topluma hizmet projesi yapmanız gerektiğine dair didaktik bilgiler... Konumuz topluma hizmet projeleri ama; gerçek hayatta realistliğin dibine vurmuş benin bu konudaki idealist yaklaşımını gözler önüne seren son derece samimi, net bir bir yazı olacak bu. Sadece benim değil, benim gibi düşünen çoğu kişinin başından geçenlerden bahsedeceğim; dolayısıyla bazı okuyucularımın kendilerinden bahsedildiğini anladıklarında yüzlerinde tatlı gülümsemeler belirecek. Birçok topluma hizmet projesi yapmamımız yurtdışıcılığımızla özleştirildiği bir okuldayız maalesef. Öyle ki, lise son sınıflardan bir arkadaşıma birçok kişinin, Türkiyeci olmasına rağmen neden bu kadar proje yaptığını şaşkın gözlerle sorduğunu bilirim. Böyle düşünülmesine şaşırmıyorum; sonuçta yaptığımız işlerden saat alıyoruz; fakat böyle bir projede on dakika geçirdiğinizde kimin isteyerek ve kimin çıkarlarından dolayı bu işi yaptığını hemen anlarsınız zaten. Bazı arkadaşlarım elli saatlik zorunluluğu anlamsız buluyorlar. Ben de kendi hikayemi bilmesem, ben de bulurdum. Sonuçta topluma yardım etmek istemeyen bir insana elli saat zorunluluk koymanız o insan için zorunluluktan başka bir şey değildir ve ne o insan geçirdiği elli saatten mutlu olur, ne de verimli bir iş çıkarır. Dediğim gibi proje yapmak istemeyen insanlara diyeceğim şudur: “Lütfen, proje yapmayın.” Fakat ben o zorunluluk olmasa büyük ihtimalle ne bu kadar çok proje yapmış,ne de şimdiki ben olurdum. Kısaca yüklenen bu zorunluluğun getirdiği sonuçlar benim için istisnaydı. John Lennon’un ünlü bir sözü vardır: “Sırf anlamadığınız için nefret etmeyin.”. Bazı şeyleri sevmemiz için tecrübe etmemiz gerekir; çünkü tecrübe etmeden anlamak güçtür. Bu yüzden bazen o zorunluluklar, belki de hiçbir zaman tecrübe etmediğiniz bir şeyi anlayamayacak olmanızdan kurtarır sizi. Benim için ilk elli saat en azından böyleydi. “Herkes kendi hayatından sorumlu. Sırtımızdaki yükler bizim sorumluluğumuz altındadır.” … Bu cümleler, okuldaki benin cümleleri. Bir de bu projelerdeki Tayis var. İşte o, insanların hayatlarının her zaman kendi istedikleri gibi şekillenmediğinin ve bu durumlarda daha güçlü bir elin (ellerin) bu insanlara yardım uzatması gerektiğinin farkında biri. Kendimle çelişen bir insan olduğumu inkar etmeyeceğim; fakat burda iki farklı düşünce barındırmamın temel sebebi aslında bu okuldaki insanların her şeyi yapabilme gücüne sahip olduğunu düşünüşüm. Yani bu konuda aslında çelişmiyorum. Bizim hayatlarımızın zincirleri bizim elimizde; ama çoğu çocuğun ve gencin öyle değil. Beni en çok İstanbul dışında yaptığım projeler etkilemiştir. Şimdi saysam, uzun bir liste olur itiraf ediyorum. Peki ben bu projelerde ne yaparım? Tüm eğitim projelerinde çok sevdiğim bir şeyi çocuklara sevdirmeye çalıştım: Müziği... Kısaca ben ya klavyede küçük parçalar öğretirim, ya da koronun başına geçer şeflik yaparım; fakat bence bize verilen eğitmen görevleri aslında en önemsizleridir. Sonuçta öğrettiğimiz müzik teorileri, kısa parçalar, şarkılar; tekrar edilmediğinde unutulur. Bazı şeyler ise unutulmaz. İşte böyle şeylerle karşılaştığımda ben, o zaman bir işe yaradığımı düşünür ve sevinirim. Bu bahsettiğim şeyler, aslında iyi bir gözlemci olmayan çoğu kişi için fark etmesi çok güç şeylerdir. Peki, tamam çok uzattım. Çoğunuzun sorduğu nedir bu küçük şeyler sorusunu cevaplamak için yeni bir paragrafa geçiyorum. Bu küçük şeylerden ilkini ilk İstanbul dışındaki projemde fark ettim. Çocuklara en sevdiği şarkıcıları soruyoruz. Amacımız, ortam ısınsın. Bize karşı yabancı hissetmesin çocuklar. Cevapların çoğu; İsmail YK, Serdar Ortaç, Mustafa Sandal, Hande Yener ve Demet Akalın... Okulumuzdaki bazı ukala tiplerin bu cevaplar karşısında sergileyeceği tutumları biz sergilesek çocuklar küsecek, konuşmayacak. Tüm proje amacını yitirdi şimdi; fakat şanslıyım Mayıs 2013 ki ilk projedeki insanlar benim gibi. Eşit şartlar altında olmadığımızın bilincindeler. Herkes bu tür cevaplar veriyor. Sonra bir kıza geliyor sıra. Kız cevap vermiyor. Diğer eğitmen arkadaşımla kıza yaklaşık beş dakika boyunca cevap verdirtmeye çalışıyoruz; ama kız vermiyor. Bahsettiğim küçük şeylerden biri işte bu. Kızın cevap vermemesine aldırmayıp diğer çocuğa geçebiliriz; fakat biz böyle yapmıyoruz. Arkadaşımla uzun uzun gözlerimizle iletişim kurduktan sonra, gökkuşağı klişesi geliyor aklımıza. Kol kola verip bir gökkuşağının farklı renklerden oluştuğunu ve hepimizin farklı olduğunu, aynı şeyleri sevmek zorunda olmadığımızı anlatıyoruz bu kıza. Okuldaki realist ben, böyle bir şey yapmaz mesela. Ne işe yarayacak ki der. Oysaki işe yarıyor, kız dakikalarca uğraşmamıza rağmen söylemediği şarkıcının Murat Boz olduğunu söylüyor ve idealist Tayis kazanıyor bu maçı. İdealist beni daha çok seviyorum, bu projeleri çok sevmemin bir sebebi de bu. Biraz bencilce ama, sevdiğim beni ortaya çıkarıyor. Çocuklara düşüncelerinden, duygularından utanmamaları gerektiğini; bizlerden farksız olduklarını; her şeyi yapabilecek güçlerinin olduğunu anlatmak aylar sonra gittiğimizde akıllarında kalacak bilgilerden... Tabii ki, enstrüman çaldırarak, ebru öğreterek belki de hiç yaşayamayacakları tecrübeleri yaşatıyoruz onlara; ama biz gittikten sonra çoğunun bir daha böyle şeyler yapamayacağını düşününce sorguluyorum doğrusu. Doğru mu yapıyoruz biz? Hevesleri kursaklarında kalmıyor mu bir daha böyle eğlenceli şeyler yapamadıklarında? Bir haftalık eğlence sonucunda sadece bir hüsran mı kalıyor geride? Dolayısıyla bu bahsettiğim küçük ama önemli görevleri yerine getirdiğimde daha huzurlu oluyorum. Bazen hiçbir şeyi değiştiremediğimiz için içimizin çok acıdığı durumlar oluyor bu projelerde. Bana en çok dokunan, Güneydoğu’da yaptığım bir projede olmuştu. Ülkemizin doğusuna gittikçe kadın-erkek eşitsizliğini daha çok soluyoruz havada. Erkeğin kendini kadından üstün görmesi daha Köprü Tayis Arslan bir tiksindiriyor ve çaresizlik hissine dayanamıyoruz bazen. İBahsettiğim projede bir kız sınıfa geç giriyor. Etrafa bakınıyor ve hiçbir boş sandalye göremiyor. İkili sandalyeler var sınıfta. En sonunda tereddüt ederek bir erkeğin yanına oturuyor. Yanına oturmasıyla erkeğin kıza hakaret edip aşağılayıcı bir şekilde diğer kız arkadaşlarıyla birlikte oturmasını buyurması bir oluyor. Kız hiç ses etmeden, şaşırmadan, isyan etmeden kalkıyor ve erkeğin gösterdiği yere usulca oturuyor. Sınıftaki herkes sessiz, yaşanılan olay tüm soğukkanlılıkla her gün yaşanan bir olaymışcasına izleniyor. Odadaki dehşetle bakan gözler sadece bana ait. İdealist ben, bu çaresizliği kaldırabilecek biri değil maalesef. Dolayısıyla daha az sevdiğim realist ben yetişiyor imdadıma ve “Ne bekliyordum ki zaten?” deyip avutuyor beni; fakat gene de çocuğa dönüp yaptığının hoş olmadığını ve bir kıza nazik davranması gerektiğini söylüyorum. Söylemem bir şeyi değiştirmeyecek belki; ama söylemesem hiçbir şeyin değişmeyeceği kesinlik kazanacak ve daha da önemlisi söyleyemediklerim içimde birikip beni zehirleyecek. İdealist ben gene iş başında. Daha böyle bir sürü hikaye var bende. Bu sayı için bu kadar iç dökme yeter; kalanlar bir sonraki sayılara. Fakat hiçbir şeyi değiştiremeyeceği bilsem de o çocukları bir kereliğine olsun gülümsetmiş olmak, seneler sonra geriye dönüp baktıklarında hayatlarının bir haftasında ne kadar eğlenmiş olduklarını hatırlamalarını sağlamak isteği bende ağır basıyor. Yazımın bir haftasını orayı burayı gezerek harcamak, bu elli saatlik zorunluluk serüvenine hiç başlamamış olsam benim için çok daha kolay olabilirdi; fakat artık bir garip geliyor. Belki de bazen realist benden çok sıkılıyor ve idealist beni yaşatmak istiyorum... Kim bilir... Bir sonraki sayıda görüşmek üzere. Esen Kalın... 4 OKULDAN Okul Ruhu mu, Ruhsuzluğu mu ? Google arama motoruna “Okul Ruhu” yazdığınızda karşınıza çıkan ikinci site eski okul müdürlerimizden Mr. Chandler’ın bir gazeteye verdiği “Hâlâ en kuvvetli okul ruhu bizde!” manşetini taşıyan söyleşisidir. Peki bu gerçekten doğru mu? En kuvvetli okul ruhu Robert Kolej’de mi? Yoksa en kuvvetli okul ruhsuzluğu mu? Birçok insana göre okulumuzdaki öğrencilerin tamamını bir araya getiren etkinliklerin sayısının az olması okul ruhunun olmamasının nedenlerinden biri. Tabii ki okulumuzda sayısız etkinlik, tiyatro oyunu veya söyleşiler gerçekleştirilmekte ancak her dönemden öğrencinin beraber bir şeyler yapmasını sağlayacak veya iş birliği neticesinde ortak bir amaca yönlendirecek etkinliklerin sayısı ne yazık ki gerçekten de çok az. Öğrenci Birliği’nin düzenlediği balolara sadece birkaç dönemin katılması ise bu durumu kanıtlar nitelikte. Örneğin sene başında yapılan kitap okuma etkinlikleri kapsamında, okulda bulunan herkesin bir kitap karakteri gibi giyinmesi, okulda bulunduğumuz süre boyunca çok nadir gördüğümüz okul ruhunu artıran etkinliklerden biriydi. Bunun nedeni o gün herkesin aynı amaç uğruna, aynı temaya uygun olarak giyinmesi ve herkesin aynı şeyden zevk almasıydı. Okul ruhumuzun artmasına katkıda bulunan bir diğer etkinlik de “Şiir Haftası”ydı. Okuldaki her yaştan öğrenci evinde keyifle okuduğu küçük şiirini kapıp cebine koydu ve okula getirdi. Böylece okulumuzda gerçekten herkesin hoşuna giden, herkesi birleştiren bir etkinlik oldu Şiir Haftası. Okul ruhumuzun olmamasının bir başka nedeni ise aslında biz öğrencileriz. Okulun ve sosyal etkinliklerin yoğunluğu arasında önceliğimiz olması gereken çok önemli bir duyguyu unutuyoruz: dayanışma. Herkesin kendi yağıyla kavrulmaya çalıştığı, “tek” başına çalıştığı, “tek” başına başarıya ulaşmak için uğraştığı bir hırs yuvasına dönüştürüyoruz okulumuzu. Çoğu öğrenci sınıf arkadaşını, bir dost, bir dert ortağı görmek yerine, “rakip” olarak görüyor. Örneğin, bir arkadaşımız zor bir sınavdan yüksek not aldığında sadece onun için sevinmek yerine, kendi notumuzla kıyaslıyoruz. Kısacası başkalarının mutluluğunu bize yapılan bir saldırıymış gibi görüyoruz. Çok konuşanları, çok gülenleri, çok hareketlileri, kısacası hayattan bizden daha çok zevk alanları “tuhaf” kelimesiyle etiketliyoruz, onları dışlıyoruz. Dönemler arasında gruplara bölünüyoruz ve gruplarımızda olmayanlara bir yabancıymış gibi davranıyoruz. Bizden başarılı olan insanların başarılarını paylaşmak ve onları içten kutlamak yerine, onlara yan gözle bakıyor ve onları zoraki bir gülümsemeyle tebrik ediyoruz. Yüreğimizden gelen samimi sevgi, okul kapısından girdiğimiz anda sonu gelmez bir hırsa dönüşüyor ve maalesef bu hırs da keskin bir hançere. Bütün bunlara okulumuzda dönen ve insanlar hakkında olmadık yalanları, olağan gerçeklere dönüştüren “dedikodu kazanımızı” da unutmamak lazım! Birbirlerinin yüzüne gülümseyen insanlar, birkaç dakika sonra birbirlerinin arkasından konuşuyorlar. Kabul ediyoruz içinizi kararttık! Ama Köprü Gazetesi olarak size “pespembe” bir tablo çizmektense, herkesin bildiği ama dile getirmediği gerçekleri aktarmaktan kendimizi sorumlu tutuyoruz. Ve bu okul ruhsuzluğunun da çözülmesi imkansız olan bir sorun olduğunu düşünmüyoruz. Okul ruhumuzu geri kazanmak için izlememiz gereken iki yol var. Bunlardan biri kendimizi toparlamak, bir diğeri ise okul ruhunu arttıracak etkinlikler düzenlemek. Kendimizi toparlamak için öncelikle Köprü sadece kendi çıkarlarımızı düşünmek yerine, başkalarına da değer vermeli ve onların mutluluğunu bize yapılan bir saldırı gibi görmektense bir mutluluk kaynağı haline getirmeliyiz. Onların sevinçlerini paylaşmalıyız. Yapmacık bir “sevgi kelebeği” olun demiyoruz ancak sadece çıkarlarımızın uyuştuğu insanlara iyi davranmak yerine, beş sene boyunca aynı binada zaman geçireceğimiz herkese içimizden gelerek iyi davranmalı, herkese olası bir dost gözüyle bakmalıyız. Bu sayede başarıya ulaşma yolunda yavaşlamaz, aksine motivasyon kazanırız. Bizi destekleyen kişi sayısı artar ve bu da başarı merdivenlerini tek başımıza değil hep beraber çıkmamızı sağlar. Eğer hayatta başarılı olmak istiyorsak bunu asla tek başımıza yapamayız, insanın her zaman kendisini destekleyen, kendisine yardım eden dostlara ve yol arkadaşlarına ihtiyacı vardır. Bir Robertli, okuldan bir sürü yol arkadaşına sahip olmadan mezun olursa, beş senenizi geçirdiğiniz bu okulu yarım ve eksik terk etmiş olacaktır. Yunus Emre Erdölen Elif Ece Acar Sonuç olarak bu okul ruhsuzluğumuzun azaltılması çok da zor değil, hele imkansız hiç değil! Ama bu sorunun çözülmesi özellikle okulumuzun 150. yılını kutladığı bu önemli zaman dilimi için çok gerekli. Bunun nedeni, biz öğrencilerin 150 yıllık Robert Kolej ruhunu yaşatmakta doğrudan sorumlu olmamızdır. 150 yıldır zarar görmeyen bu okul ruhu, bizim için miras niteliğindedir ve miraslara sahip çıkılmazsa sadece ihtiyacımız olduğu zamanlarda önemini anladığımız birçok değer ve hatıra yok olacaktır. “Okul olarak bir şeyler deneyince de Harlem Shake videosu gibi kazalar da Bir diğer yol olan okul ortaya çıkabiliyor ama.” - Ezgi Yazıcı etkinlikleri ise aslında düzenlemesi çok zahmetli şeyler değil. Özellikle “Türkiye gibi ‘toplulukçu’ yani grubu Öğrenci Birliği bu aralar okul ruhunu yücelten bir kültüre sahip ülkede Robert artırmak için fikirler üretmeye ve Kolej’in bireyciliği ön plana çıkarması raporlar yazmaya başladı. Öğrenci eleştiriliyor. Toplulukçu kültürlerde Birliği dışında gözlemlediğimiz bireyin ilerleyebilmesi için topluluğun kadarıyla belirli günler papyon takma, gücüne ve desteğine ihtiyacı vardır. yeşil kıyafet giyme veya bir teki Bireyci toplumlarda ise ‘her koyun diğerinden farklı ayakkabılar giyme kendi bacağından asıldığı için’ bireyin gibi basit ama beraberlik duygusunu ilerlemek için kimseye ihtiyacı yoktur. güçlendiren etkinliklerin sayısı da Bu da bireyin güçlü olmasına yol artmaya başladı. Başka okullarda açar. Robert Kolej’in toplulukçuluktan “Okul Ruhu Günü” denen günler uzak yapısının bizi daha donanımlı haline getirdiğine kapsamında tüm öğrencilerin okula bireyler inanıyorum.” Zeynep Can Aksoy belirlenen bir renk veya temaya uygun kıyafetle gelmesi de bu etkinliklere örnek gösterilebilir. Bu yollar izlenirse “ Bana sorarsanız eğer dönemler ve çözümler uygulanırsa okulumuz, arasında bir ruh yok. Yalnızca son öğrencilerin daha istekli ve güleryüzlü sene geldiği zaman yapmacık bir şekilde geldiği bir yere dönüşebilir. dönem ruhu oluşuyor.” - Anonim Mayıs 2013 HABERLER 5 RC Sempozyumda: Gelecek Sorusunun Cevaplarını Aramak İlköğretimdeyken hepimizin başında SBS belası vardı. Anne babalar, teyzeler, halalar, amcalar… Herkes de aynı soruyu sorardı: “Ne olacaksın sen büyüyünce?”. Tabii çok uzak görünen bir geleceği ilgilendiren bu soru liseye kapağı attıktan sonra da peşimizi bırakmadı; hatta daha hızlı koşmaya, arayı kapatmaya başladı. Ben de günden güne bu sorunun bana daha çok yaklaştığını hissettiğim dönemlerden birindeyim. Sonuçta onuncu sınıf seçim yılı. Tüm okul danışmaları böyle demiyor mu? Sorular bir tane olsa yine iyi. “Ne olacaksın?” sorusu başlangıç. Gerçi bazı durumlarda en son cevaplanacak soru; ama şimdi bir de şu soruları cevaplamak lazım: Türkiyeci misin, yurt dışıcı mı, hangi üniversiteyi hedefliyorsun, hangi AP/SAT’leri alacaksın, hangi dershaneye yazılacaksın, ve daha pek çoğu… Seçenekler o kadar fazla ki insan asla doğru kararı verip vermediğinden emin olamıyor. Tabii geçen sayımızda pek çok arkadaşım bu konuları mümkün olduğunca inceleyip, size yardımcı olmaya çalıştı. O nedenle ben size kendi küçük maceramı anlatmakla yetineceğim. 16 Şubat’ta İstanbul Wyndham Otel’de II. Minimal İnvaziv Lomber Disk Cerrahisi Sempozyumu düzenlendi. Ben de en azından ileride ne olmak istediğine karar verebilmiş şanslı insanlardan biri olarak belki doktorluk hakkında biraz fazlasını öğrenebilirim diye, bir şekilde bu sempozyuma katılmayı başardım. Öncelikle söylemem gerekir ki doktorlar Türkçe konuşmuyorlar. Türkçe konuştuklarını zannediyorlar ama; o yüzden kimse onlara söylemesin de morallerini bozmayalım. Bu nedenle konunun genel olarak ne hakkında olduğu dışında pek bir şey anlayamadım. Bununla beraber doktor olursam psikiyatrist olacağım fikri kafama iyice yattı; çünkü sunum yapanlar arasında sadece psikiyatristin anlattıklarının her kelimesini anladığımı fark ettim. Yani sunumun benim için tamamen zaman kaybı olmadığını da belirtmeliyim. Eğer siz de doktor olmayı düşünüyorsanız, çevrenizde doktor akrabası olan arkadaşlarınızdan “Ben ameliyat izledim.” türünden cümleler duymuşsunuzdur. Ben de duydum. İnsanın morali bozuluyor, ben üniversiteden önce birinin karnını deşen doktor göremeyeceğimi sanıyordum mesela, tabii filmleri saymıyoruz. İşte bu sempozyumun bir diğer avantajı da canlı yayında ameliyat izleyebiliyor oluşunuz. Gerçekten o odaya girmemiş olsam da bir de omurilik ameliyatı görmüş oldum, içimde kalmadı. Sorarsanız nasıldı diye… Şey… Korku filmi hayal edenlere kötü haberlerim var, kan görmedim pek. Zaten kanamayı durduran teknolojik aleti tanıtmak için canlı gösterildi ameliyat. Tüm ameliyatı 4mm’lik alanda yaptılar ve aletin içindeki kamera sayesinde omuriliğin içini görebiliyordunuz. Bu açılardan çok ilgi çekiciydi. Diğer yandan 5-10 dk sonra sıkıcı oluyordu çünkü Greti Barokas aslında tüm gördüğünüz omurilikten beyaz tüyümsü şeyler çıkarmalarıydı ve tamamı temizlenene kadar aynı işlemi yapmaya devam ettiler. Sonuç olarak bence seçtiğiniz mesleğin sizin için doğru olup olmadığını öğrenmek için gerçekten orada bulunmanız şart değil; ama yardımcı oluyor. O nedenle seçiminiz her ne olursa olsun elinize böyle bir fırsat geçerse onu kullanmaktan çekinmeyin, derim. Ben mesela mükemmeliyetçi olduğum için biraz seçimimi sonuna kadar test etmeye kararlıyım. Bir de hastane THP’sine yazıldım, bakalım nasıl olacak… Başı gelecekle belada olan herkese iyi şanslar! Umarım doğru kararı verirsiniz. Kahve Gerçekten Zararsız Mı? Nedendir bilinmez ama garip bir gurur da duyarak itiraf ettiğim bir gerçek var ki; ben şu son iki buçuk yıldır kahve bağımlılığından mustaribim. Sırf kahve içesim geldiği için sağanak yağmurun altında bir “Starbucks” bulana dek sokakları arşınladığımı bilirim- ki ben yağmurdan hiç hoşlanmayan bir insanımdır. Gel gör ki ben bağımlılığımla mutlu mesut yaşarken, doktor yüzdesi azıcık fazla olan ailem ve aile dostlarımız, yer yer altı yedi fincana ulaşan (rekorum on iki fincan) günlük kahve tüketimim karşısında paniğe kapılmakta gecikmediler. Bunun üzerine de gelsin kahveden soğutma süreci- ilkin ufak telkinler, uyarılar ve en sonunda neredeyse her gün önüme koyulan kahvenin zararlarıyla ilgili yazılar. Şimdi yazımın konusuna başlamadan önce sizi uyarmak istiyorumeğer siz de bir kahve bağımlısıysanız ve kahveyi azaltmak sizin için zulüm olacaksa (çünkü hepimiz biliyoruz ki kahvesiz yaşanmaz, yaşanamaz; o yüzden de bir kez kahveye başlayan bir daha bırakamaz) bu yazıyı okumayın. Neden mi? Çünkü ben bir gün gaflete düşüp kahvenin zararları üzerine bir araştırma yapmış bulundum; sonra da gelsin kahveyi azaltma süreci ve “Ben bitmişim ...” düşünceleri. Eğer okumakta kararlıysanız, önceden uyarıldınız diyor ve sizi ufak araştırmamın bulgularıyla baş başa bırakıyorum. Kahvenin uyku açıcı etkisini bilmeyen yoktur herhalde; ancak görülen o ki kahvenin uyku üzerindeki etkisi, insana yataktan kalkabilecek gücü vermekle sınırlı kalmıyor. Yapılan araştırmalara göre, uyuyacağınız zamana yakın bir saatte kahve içmemiş olsanız bile, düzenli kahve tüketimi uyuduğunuz uykunun kalitesi üstünde oldukça olumsuz bir etkiye sahip. Bu da az uyumamış olsanız bile kendinizi halsiz hissederek kalkmanıza yol açabiliyor. Bunun üzerine daha çok kahve içeceğiniz için de bir kısırdöngüye giriyorsunuz. Daha iki yıl öncesine kadar metrodaki upuzun merdivenleri bile rahatça tırmanabilirken bu yıl fark ettim ki iki basamak çıkar çıkmaz yaşlı kadınlar gibi oflar puflar olmuştum. “Neden ki?” diye düşünürken geçenlerde farkına vardım ki kahveyi günde iki fincana düşürünce bu durum ortadan kalkıyor. Kahvedeki kafeinin aynı zamanda kalp çarpıntısı ve ritim bozukluklarına yol açtığını öğrenmem de bu şekilde oldu tabii. Hâlâ Mayıs 2013 gün içinde kahveyi fazla içsem üç basamak çıkınca kalp krizi geçirecek gibi olurum. Kahve çekirdekleri uzun kavrulma işlemlerinden geçmeleri nedeni ile kanserojen özelliğe sahipler. Öyle ki günde iki fincandan fazla kahve içenlerin pankreas kanserine yakalanma riskleri diğer insanlara göre üç kat artıyor. Bunun dışında kahvenin salınımını tetiklediği stres hormonları uzun vadede Parkinson riskine de neden olabiliyor. Stres hormonları demişken, kahvenin insanı ayıltıcı etkisine bir göz atalım. Kahve beyinde adrenalin hormonu salınımını tetikleyerek hızlı kalp atışı ve kan dolaşımını tetikliyor. Ancak uzun vadede bu etki, kahve içen insan üzerinde genel bir stresin hakim olmasına yol açıyor. Bazı durumlarda bu panik atağa kadar gidebiliyor. Kahvenin vücutta demir emilimini engellediği kanıtlanan bir gerçek. Bu özelliği nedeniyle de kahve içen kadınlarda kemik erimesi riskinde artış gözlemleniyor. Demir emilimi üzerindeki olumsuz etkisine rağmen, kahvenin kan pıhtılaşmasında rol oynayan K vitamini emilimini arttırdığı gözlemlendi. Bu da kahveyi fazla tüketen insanların kalp Köprü Deniz Şahintürk krizi risklerinin artmasına yol açıyor. Kahvenin kalp krizine dolaylı bir katkısı ise kolesterol üzerindeki etkisi. Kahvedeki ‘kafestol’ adı verilen madde, damarlarda biriken kolesterol miktarını arttırmakta. Kahve kalp dışında mide problemlerine de yol açıyor. Kahvenin asit salgısını arttırması nedeniyle sık kahve içen insanlarda kronik mide bozuklukları ve ülser bulgularına rastlanması ender bir durum değil. Kahvenin bir başka yan etkisi de sıvı kaybına yol açması. Uzun vadede bu etki de cilt kuruluğuna yol açıyor. Bütün bu yan etkilere baktığınız zaman “Ne! Bırakmam mı lazım şimdi kahveyi?” diye telaşlanmış olabilirsiniz. Ama merak etmeyin, günde iki fincandan fazla içmediğiniz sürece kahvenin zararları minimum boyutta tutulabiliyor. Bu nedenle siz en iyisi kendinizi azıcık sınırlayın, sonra da kahve keyfinizin tadını çıkarın. 6 SÖYLEŞİ Bir Taşla İki Kuş - Cem & Esin Pulathaneli Köprü Gazetesi olarak “Bir Taşla İki Kuş” söyleşi serimizde belki de en çok merak edilen çiftlerden birine geldi sıra. Sosyal bilimler öğretmeni Esin Pulathaneli ve daha çok “Mr. Pulathaneli” olarak bilinen fizik öğretmeni Cem Pulathaneli ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Robert Kolej’de Pulathaneli çifti olmayı onların anlatımıyla dinleme fırsatı yakaladık. Köprü: Merhaba, söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyoruz. İlk sorumuz “Bir Taşla İki Kuş” adını verdiğimiz söyleşi serisinde genel olarak yönelttiğimiz bir soru olacak. Aynı okulda çalışmanın, bütün bir hafta boyunca aynı yerde bulunmanın sizin için faydalı yanları ve aynı zamanda pek de hoşunuza gitmeyen yanları nelerdir? Cem Pulathaneli: Aslında bütün bir günü beraber geçirmiyoruz. Haftada iki üç kez ancak karşılaşıyoruz. Bunun nedeni biraz da ayrı dünyalarda olmamız. Birbirinden farklı binalarda bulunuyoruz gün boyunca. Aynı yerde çalışıyor gibi değiliz yani. Fakat sonuçta aynı okulda çalıştığımız için, işimizden konuştuğumuz zamanlarda karşımızdakinin nelerden bahsettiğini anlamak kolay oluyor. Eğer farklı yerlerde çalışsaydık, yaşadıklarımızın birbirimize aktarımı daha zor olabilirdi. Bana kalırsa aynı yerde çalışmamız bize dezavantajdan ziyade avantaj sağlıyor. Ben mutluyum Esin’le aynı yerde çalışmaktan... Esin Pulathaneli: Bence de avantajı var bu durumun. İşyeri ortaksa, dertler ve sevinçler de ortak oluyor. Bu açıdan aynı yerde çalışmak güzel bir şey. Onun dışında, evet, aynı okula geliyoruz fakat mekansal arkadaşlıktan çok servis arkadaşlığı yaşıyoruz desek daha doğru olabilir. Serviste bulunmanın dışında haftada en fazla iki veya üç kere karşılaşabiliyoruz. Köprü: Birbirinize okulda çok sık rastlamadığınızı söylediniz. Karşılaştığınız zamanlarda durup konuşmayı mı tercih edersiniz yoksa yalnızca selamlaşmakla mı yetinirsiniz? EP: Tabii konuşup sohbet ediyoruz. Örneğin yemekhanede karşılaşıp birlikte yemek yemişsek, çıkışta Cem Feyyaz Berker’e giderken, ben de Gould’a çıkarken tam kantinin orada muhabbetimizi bitirip ayrılıyoruz. Köprü: Aynı okulda çalıştığınız için eve gittiğinizde işinizle ilgili fazla konuşma yapmaktan kaçınır mısınız? Okuldan bahsetmekle ilgili evde bir limit koyuyor musunuz kendinize abartıya kaçmamak ve başka şeyler de paylaşmak için? CP: Bazen konuşuyoruz, bazen konuşmuyoruz. EP: Onunla ilgili pek sınırlama yaptığımız söylenemez. Sonuçta ben işimle ilgili bir şey düşünüyorsam, o anda kafam bununla meşgulse tabii ki evde paylaşmaktan çekinmiyorum. Cem de aynısını yapıyor, bu nedenle böyle bir sınırımız yok. Birbirimize “Bunu evde konuşmayalım şimdi” demiyoruz. Köprü: Peki birbirinizin branşlarına ilgi duyuyor musunuz? Fizik ve sosyal bilimler birbirinden çok ayrı konuları barındırıyor. Fizik veya sosyal bilimler alanlarında karşılıklı sorular yönelttiğiniz oluyor mu? CP: Ben sık sık soruyorum, birlikte tartışıyoruz, fikir yürütüyoruz. EP: Ben açıkçası pek soramıyorum. Fizikle ilgili nadiren sorularım oluyor, nedeni muhtemelen bu alanın dışında olmamdır. Geçenlerde uzayda zaman ve mekan algısı üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. CP: Sosyal bilimler, fizik alanına oranla daha çok okunup paylaşılabilirmiş gibi geliyor. Bunda popüler kültür ve tarih kitaplarının, popüler bilim kitaplarından daha sık rastlanır olmaları etken olabilir. EP: Bana göre bu, sosyal bilimlerin hayatla çok daha iç içe olmasından kaynaklanıyor. Televizyonda reklamları, haberleri izliyoruz, aile ve arkadaşlık ilişkilerimiz var, iş yaşamı ve günlük hayatın tüm diğer alanları –bunu reddedecek olanlar olsa da– aslında tarihsel ve politiktir. Bu nedenle kişilerin ilgi alanları, doğa bilimlerine göre sosyal bilimlere daha meyilli olabiliyor. CP: Ben de bu cevaba katılıyorum, çok doğru bir saptama. Köprü: Hazır derslerden bahsedilmişken soralım. Ortak bir öğrenciniz olduğunda örneğin, bu konuda aranızda konuşuyor musunuz? Öğrencileriniz hakkında da paylaşımda bulunduğunuz oluyor mu? EP: Evet, ortak öğrencilerimiz hakkında konuşuruz. CP: Öğrencilerimizden konuşmaktan kaçınmayız ama her gün eve gelip illa da Köprü bu konuları açmayız. Köprü: Örneğin sosyal bilimler alanında sıkıntısı olan bir öğrencinin, fizik alanında başarılı olmasına dikkat çekip bu tür konuşmalar sayesinde öğrencilerdeki farklılıkları gözlemliyor musunuz? EP: Evet, bu aslında bizim için faydalı oluyor. Örneğin bir öğrencinin tarihte bir sorunu varsa fakat bu öğrenci fizikte başarılıysa bunu bilmek benim için önemli bir hale geliyor. Bu bana gösteriyor ki, bazen yalnızca farklı bir metodun izlenmesi gerekli. Bu açıdan iyi bir bilgi sağlıyor aramızda geçen öğrenci konuşmaları. Bunun dışında yazılıların sonucunda öğrencilerimizin yüksek not alıyor olması paylaştığımız güzel bir şey. Özellikle de bahsettiğimiz öğrenciyi ikimiz de tanıyorsak bu konudan gururla bahsedebiliyoruz. Köprü: Hobileriniz, beraber yapmaktan zevk aldığınız etkinlikler var mı? Hafta sonları zamanınızı nasıl değerlendirmeyi tercih ediyorsunuz? EP: Her hafta sonu bir sonraki hafta için ders planlaması yaparız. Bunun dışında iyi filmler olduğunda sinemaya gideriz, film festivallerini takip etmeye çalışırız. Evde beraber film izlemeye gayret gösteririz, konserlere gideriz. Ailelerimizle ve arkadaşlarımızla buluşmaya çalışırız. Tabii bunları sürekli yapamıyoruz, yaparsak ne mutlu. Okuduğumuz kitabı ya da iyi bir gazete yazısını birbirimizle paylaşmayı severiz. CP: Zaten bir şekilde belli şeyler paylaştığınız, beraber vakit geçirmekten hoşlandığınız insanlarla aynı hayatı paylaşma kararı alırsınız. Daha önceki hayatımızda ne yapıyorsak, bir araya geldikten sonra da bunları beraber, bir paylaşım içerisinde yapmaya başladık. İyi bir roman, iyi bir film, iyi bir şiir, iyi bir şarkı hayatı çeşitli yönleriyle anlamaya yönelik sorulmuş sorulardır aslında. Ve bazen de o soruya verilmeye çalışılmış cevaplardır, biz de hayatı anlamaya yönelik çabalarımızda ortaklaşıyoruz. Köprü: O zaman merak edilen bir soruya geçelim. Nasıl tanıştınız? EP: İş yaşamı çerçevesinde tanıştık. CP: İkimiz de aynı okulda çalışıyorduk, orada tanıştık. Benzer şeylerden mutlu olan, benzer şeylere üzülen ve öfkelenen iki insanız, o yüzden yollarımız kesişti. Mayıs 2013 Yunus Emre Erdölen Şiir Su Saydam EP: Nasıl tanıştık? Aslında bir kitap sayesinde tanıştık. Benim o sıralarda ders için okuduğum, kullandığım; Cem’in de saygı duyduğu bir tarihçi olan Eric Hobsbawm’ın bir kitabıydı. Köprü: Bilindiği gibi Cem Hoca’nın bir müzik grubu var. Bu müzik grubunun ilerideki planları nedir, nasıl ilerlemekte ve Esin Hoca bu gruba nasıl katkılarda bulunuyor? CP: Ben uzun zamandır müzik yapıyorum; liseden beri. Ama müzik hiçbir zaman hayatımın tümünü oluşturmadı. Daha çok ikinci bir uğraş olarak sürdü. Hobi demeyi tercih etmiyorum, bu sözcük uğraştığınız şeyin önemini azaltıyor. Müzik hayatımda çok önem verdiğim bir şey, çünkü var olan hayata dair düşüncelerimi ifade etme olanağı bulduğum bir yol. Bu arada, grupta çoğumuz öğretmeniz. İleriye yönelik planlar? Geçen yıl Nisan ayında bir albüm çıkardık ve şimdi konserlerin sayısı giderek artıyor. İleride yeni bir albüm ve daha sıklıkla gerçekleşecek konserler olabilir. Esin’in de çok katkısı oluyor müziğimle ilgili. Bütün konserlere geldiği, grup elemanlarının nasıl çaldığını ve şarkıları da ezbere bildiği için yapıcı eleştiriler yöneltebiliyor. Dışarıdan bakıp benim göremediklerimi fark ettiği için benim açımdan çok faydalı oluyor. EP: Ayrıca, şarkı sözü yazılırken seçilen kelimeler üzerinde de paylaşımda bulunduğumuz oluyor. CP: Doğru, birkaç şarkıda önerileriyle yapılan söz değişiklikleri var. Köprü: Robert Kolej’e beraber öğretmen olarak gelme fikri nasıl oluştu? Aynı anda bu okulda işe başlamanız nasıl gerçekleşti? EP: Şans tamamen. Böyle bir planımız yoktu. Köprü: İleride beraber veya bireysel olarak okulda yapmayı planladığınız projeleriniz var mı? Ortak uygulamaya koymak istediğiniz SÖYLEŞİ fikirleriniz var mı? EP: Bu konu hakkında bir kere konuşmuştuk. Üzerinde durup geliştirmediğimiz bir fikrimiz vardı aslında. Sinema ve tarih ile ilgili bir kulüp açmayı düşünmüştük, belki yeniden gündeme getirebiliriz. Cem’in üniversiteden gelen önemli bir sinema birikimi var. Sinema tarihi çerçevesinde toplayabileceğimiz bir kulüp fikri oluşturmuştuk. Hem sinemanın tarihini hem de filmlerin çekildiği dönemlerle ilgili tarih bilgilerini içerebilecek bir kulüp. CP: Sinemanın tarihe eşlik etmesi veya çeşitli sinema filmleri üzerinden giderek tarihin incelenmesi, çözümlenmesi gibi bir fikir üzerinde düşünmüştük. düşündünüz mü hiç? Birçok öğrenci için ilgi çekici bir ders olabilir. EP: Aslında MEB’in Çağdaş Türkiye ve Dünya Tarihi isimli bir seçmeli dersi var, belki ileride tarih öğretmenleri olarak böyle bir seçenek sunabiliriz. CP: Aslında kendisinin akademik bir çalışması var. Doktorayı bitirme planı... Köprü: Bize doktora sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz? EP: Yıldız Teknik Üniversitesi’nde doktora çalışmasına başladım, dersleri bitirdim ama tez yazmadım. Doktora düzeyinde dersler alırken öğrenci kalma hissini yaşamak ve tarih konusunda yazılmış güncel kuramsal metinler okumak istiyordum. Bu doktora programına EP: Finalleri kontrol ettiğimiz dönem daha da az görüşüyoruz çünkü okulda kontrol ediyoruz finalleri. Sabah sekizde başlayıp akşam yediye kadar okulda kaldığımız oluyor. Ardından eve gidip uyuyoruz. Finallerde her şey bitiyor bizim için. Köprü: Bizim için de öyle! (gülüşmeler) EP: Evet, sizin için de öyle oluyor. Köprü: Eskiden aynı okulda olduğunuzu söylemiştiniz. Eski ortak arkadaşlarınızdan görüştükleriniz oluyor mu? EP: Evet görüştüğümüz arkadaşlarımız var fakat zaman ve modern yaşamın 7 Kendi lise hayatıma bakacak olursam yine az sayıda insan vardı çevremde iyi anlaştığım, beraber vakit geçirirdik, fazla da ders çalışmazdık aslında. Eğer Robert Kolej’deki kulüpleri düşünecek olursam, birçok güzel kulüp var. Onlar arasından da Sosyal Bilimler Kulübü’ne girebilirdim... EP: Derslerde çok daha fazla konuşmaya gayret gösterir, daha etkin olmaya çalışırdım. Öğretmenlerime ve arkadaşlarıma tartışmaya teşvik edecek çeşitli sorular yöneltirdim. Daha önceden benim önüme ilgi alanımla ilgili bu kadar yoğun kaynak ve olanak sunulmadı. Oysa Robert Kolej’de böyle olanaklar mevcut. Ben de eğer bir Robert Kolej öğrencisi olsaydım, kendimi bu bilgi ve kaynakların hepsiyle beslemek isterdim. Kulüplerde de aynı şekilde beni hem zihinsel hem de fiziksel olarak besleyecek, bir adım ileriye taşıyacak, dünyaya daha farklı bakmamı sağlayacak, daha önce düşünmediklerimi düşündürecek bir yön arardım. Arkadaşlarım sınırlı olurdu benim de. Küçük bir arkadaş grubum olurdu büyük ihtimalle. Köprü: Okuldaki derslere baktığınızda ilginizi özellikle çeken, sizin zamanınızda da olmasını diledikleriniz hangileri? CP: Örneğin, Esin’in 9. sınıflar için olan dersi çok güzel. Benim açımdan Modern Fizik dersi de güzel olurdu. EP: Ben de seçmeli olarak, ASL, Sosyoloji, Psikoloji, Edebiyat gibi dersleri alırdım büyük ihtimalle. Bir Taşla İki Kuş - Esin & Cem Pulathaneli Köprü: Esin Hocam, öğrencilere fikirler açısından yardımcı oluyor, derslerde bize sosyal bilimler kavramları açısından katkıda bulunuyorsunuz. İleride bu konudaki bilgilerinizi daha geniş ve kapsamlı bir şekilde derleyebileceğiniz bir kitap yazmayı veya akademik çalışmalarda bulunmayı hiç düşündünüz mü? EP: Özellikle 9. sınıfta üzerinde tartıştığımız konularla ilgili lise seviyesinde bir derleme hazırlama ve bunları etkinliklerle destekleme fikrini hayal ettim gerçekten de... Köprü: Okullarda okunan tarih dersi hep 20. Yüzyıl başlarında bitiyor. Tarihin günümüzü ve geleceği anlamak için de gerekli olduğu söylenir hep. Daha yakın döneme ya da derste üzerinde çok durulmayan bir döneme/konuya yoğunlaşan bir tarih dersi vermeyi başlamasaydım belki de böylesi dersleri alma ve önemli kitapları okuma şansını yakalayamayacaktım. Tarihçi bir kimliğim var ama doktora sırasında bunu sosyoloji, antropoloji, toplumsal cinsiyet, kimlik-kültür konularında okumalarla geliştirmeye çalıştım. da etkisiyle herkes bireysel uğraşlarına yöneliyor. Görüşmelerimiz giderek seyrekleşiyor, bunda zamanın ve şehir yaşamının etkisi çok büyük. Fırsat bulunsa çok daha yakın ilişkiler oluşabilir. Herkesin çok işi ve yoğun bir temposu var... Köprü: Çift olarak hayatınızı şekillendiren belli kurallarınız var mı? CP: Bazen haftada bir film seyredelim diyoruz. Ama bu her defasında aynı şekilde ilerlemiyor, bazı haftalar iki kere izlerken bazı haftalar hiç izlemiyor da olabiliyoruz. Kendimizin koyduğu belli kurallar olduğunu düşünmüyorum. Yok galiba kurallar. Köprü: Eğer şu anda bir Robert Kolej öğrencisi olsaydınız nasıl bir öğrenci olurdunuz? Hangi dersleri seçerdiniz veya hangi kulüplere ilgi duyardınız? Bir de farz edelim ki aynı dönemdesiniz… CP: Benim az arkadaşım olurdu büyük ihtimalle. Uğraştığım birkaç şey olurdu, müzikle ve kitaplarla ilgilenirdim. Doğruyu söylemek gerekirse notları iyi olan bir öğrenci olmazdım. Lisede fizikten zor geçtim, 10. sınıftaydım. Sonrasında mecburen sıkı çalışmam gerekti ve uğraşıp anladıkça da fiziği hayatımın bir parçası yapmaya karar verdim. Köprü: Finalleri kontrol ettiğiniz dönemler bir çift olarak sizin için nasıl geçiyor? Evde nasıl bir ortam oluyor? Mayıs 2013 Köprü Köprü: Son sorumuza geldik. Öğrenciler hakkında sizin merak ettiğiniz herhangi bir şey var mı? Herhangi bir soru veya eleştiri olabilir? CP: Birey olarak kendinizi geliştirmek için daha fazla sorumluluk alıp, daha çok şeyi kendi başınıza yapmaya çalışın. Bu zamanda her şey fazla hazır veriliyor gibi, bu da insanın yaratıcılığını köreltiyor. Bu olgu her konuda geçerli ama çok gündelik bir örnek olarak her matematik işlemi için hemen hesap makinesine saldırmayın derdim. EP: Ben de bunun üzerine son günlerde okuduğum bir cümleyi söyleyeyim: “Binlerce yıl sözlü edebiyat ve tarih birikimini taşıyan türümüz nasıl oldu da hatırlayamamaktan şikayet eder hale geldi?” Ayrıca bireysel farkındalıklarınızı yaşıyor musunuz? Bu sorulabilir belki. Köprü: Söyleşi için çok teşekkür ederiz. Güzel bir söyleşi oldu. ECP: Bizim için de. Çok teşekkürler. 8 OKULDAN Gözde Mekanları Canlandırma Operasyonu Ne vaat ederlerse etsinler bir daha asla tekrar yaşamak istemeyeceğim 8. Sınıf SBS yılında, Robert Kolej’in öğrencilere kapılarını açtığını öğrenmiştim. İki yıldır en çok istediğim şey o okulda öğrenci olabilmekti. Kampüse ilk adımımı attığımda ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Çok büyüktü, ormanın içine kurulu sırlarla dolu bir okuldu. Bu kocaman kampüsün görkemi beni yutacak zannetmiştim. Korku, mutluluk ve heyecan bir aradaydı. Okula Köprü’den tek bir bakışım burada yaşayacağım yılları hayal etmeme yetmişti. Belki de bu kadar mükemmel bir mimariye sahip olmayan, beton yığını bir okul olsaydı Robert Kolej’e kanım bu kadar çabuk ısınmazdı. Peki, bu herkesi kendine hayran bırakan okulumuzdaki mekanları ne kadar verimli kullanıyoruz? Plato: Yaz tatillerinden sonra okula geldiğimde soluğu aldığım, okulda bana en çok huzur veren yerdir Plato. Bizim okulu daha önce görmemiş arkadaşlarımı okul sonrası aktivitelerden birine çağırdığımda ilk götürdüğüm mekandır. Peki yıl boyunca kaç defa Plato’da zaman geçiriyoruz? Boğaz’ın ayaklarımızın altında olduğu, her gün gidilesi görülesi bir manzaraya sahip aslında. Plato sadece beden eğitimi derslerinde ziyaret ettiğimiz bir yer olmamalı. Keşke yazın derslerin bazılarını Plato’da işleyebilsek. Hem yaratıcı bir aktivite olurdu hem de ders çalışmayı canımızın istemediği bahar sonu, yaz mevsimlerinde derse girmeye can atardık. Onun dışında piknik gibi birçok etkinlik yapılabilir Plato’da. Yalnızca yatılı arkadaşlarımız için değil, gündüzlüler için de. Yeter ki Plato’yu daha sık görebilelim. Maze: Tüm idarecilerin, çalışanların, öğretmenlerin ve öğrencilerin okulun açılış töreninde toplandığı yer olarak biliriz Maze’i. Maze denince benim aklıma daha çok tatbikatlar ve bir türlü isim soyadı sırasına göre yerleşemediğimiz için işittiğimiz azarlar gelir. Öğrenci Birliği’nin geçen yıl organize ettiği Mangal Gecesi ve FAF’ta konser veren sanatçıları da unutmamak gerekir tabii. Yılda sadece birkaç gün kullanabildiğimiz Maze’i daha sık kullanabilsek güzel olmaz mıydı? Bütün okulun sığabileceği büyüklükte olan bu yerde havaların sıcak olduğu ilkbahar, yaz mevsimlerinde daha çok vakit geçirmeliyiz. Örneğin dondurma satışı olsa uzun teneffüslerde herkes kantine doluşmak yerine Maze’e gelirdi. Ya da iki üç haftada bir, baharda, hava koşulları el verdiğince RC Olimpiyatları günündeki gibi açık havada yemek yiyebiliriz. Böylece Maze’de tatbikatlar dışında geçirdiğimiz güzel anlar olur. Kütüphane: Hazırlıktayken kütüphanedeki kitap okuma saatlerini iple çekerdim. Kitap okumayı severdim sevmesine ama ne yalan söyleyeyim manzarayı seyretmekten kitap okumaya zamanım kalmazdı. Özellikle kütüphanenin üst katı okulda Plato’dan sonra en güzel manzaraya sahip mekanlardan biri. Oradaki koltuklar azaltılsa, yerlere minderler konsa daha samimi bir ortam oluşurdu. Biz de bu sayede hem kitap okurduk hem de İstanbul Boğazı’nın eşsiz manzarasını seyrederdik. Mitchell-Gould Köprüsü: Özellikle Mitchell’daysam ve dersim Gould’un dördüncü katındaysa beş dakikada geç yazılmadan ya da kan ter içinde kalmadan derse girmek mümkün değilmiş gibi gözükür. Aslında gerçekleşmesi birbirinden imkansız gibi gözüken iki çözüm yolu vardır. Birincisi ışınlanma cihazının icat edilmesidir ki eminim bir Robert Kolej öğrencisi bunu beş dakikalık teneffüslerde attığımız deparlardan esinlenerek icat edecek ve Orhan Pamuk’tan sonra Nobel ödülü almış ikinci Robertli olacaktır. İkincisi ise ne yazık ki birincisinden daha da ütopiktir: Mitchell ve Gould arasındaki köprünün kullanıma açılması. Neden gerçekleşmesi bu kadar zor olur derseniz ilk neden Matematik Bölümü’nün burada bulunmasıdır. İçine yoğun ders çalışma isteğim sebebiyle, tamamen öz irademle, öğretmen dayatması olmaksızın defalarca girdiğim için biliyorum hiçbir şekilde sınıf olabilecek bir yapısı yoktur. İkinci neden ise bu köprünün kütüphaneye açılmasıdır. Onlarca öğrencinin aynı anda oradan çıkmasıyla yankılanacak ayak sesleri onlarca detention demektir. Bunun yerine o köprüyü ve manzarasını sürekli olmasa da zaman zaman kullanabiliriz. Birçok arkadaşım topluma hizmet projeleri için sattıkları kek, kurabiye gibi yiyecekleri nerede satacaklarını bilemeyip sınıf sınıf dolaşıyorlar. Bunun yerine o balkonda THP satışları yapılabilir. Zaman Köprü zaman okul aile birliğinin düzenlediği yiyecek satışlarının bir kısmı da orada düzenlenebilir. Tek taraflı bir giriş-çıkış olacağı için de kimse rahatsız olmazdı. Biz de boğaz manzarasının keyfini çıkarırdık. Gül Bahçesi: Robert Kolej denince akla gelen yerlerden biri Gül Bahçesi. Orada keşke daha çok kullanabilsek, daha çok vakit geçirebilsek. Bini aşkın öğrencinin, öğretmenin, idarecinin, çalışanın bulunduğu okulumuzda bir kafe olsa çok güzel olurdu. Açılacak olan küçük bir mekan da olsa okulumuzdaki en güzel yerlerden biri olan Gül Bahçesini değerlendirmiş olurduk. Kafe olmasa da burada daha çok vakit geçirmeliyiz. Şiir etkinlikleri şiirlere konu olabilecek bir mekanda olmalı değil mi? Forum yerine Gül Bahçesi’nde daha çok etkinlik yapılabilir ve bu etkinliklerden biri de şiir etkinliği olabilir. Müze: Cep, şüphesiz ki okulda en popüler mekanlardan biri. En rahat koltukların, hoş sandalyelerin bulunduğu bu yerde ne yazık ki yer bulmak bazen çok zor olabiliyor. Ben artık yirmi dakikalıklarda asla cep bölgesine gitme zahmetinde bulunmuyorum. Nasıl olsa yer olmaz diye düşünüyorum. Cep’in bu kadar popüler olması bir tane daha cep gibi bölgeye ihtiyaç duyduğumuz anlamına gelmez mi? Okulda cep’e döndürülebilecek birkaç yer var. Örneğin Suna Kıraç’taki koltuklar çoğaltılabilir ve orası daha rahat bir ortam haline getirilebilir; ancak çok göz önünde olduğu için hiçbirimiz yeteri kadar rahat hissedemeyiz. Boğaz manzarasıyla göz alıcı Müze ise hem gözden uzak hem de Gould’da ve Feyyaz Berker’de dersi olan insanlar için harika bir dinlenme yeri. Koyu kahverengi masalar kaldırılsa ve yerine rengârenk, rahat koltuklar konsa ve cep gibi bir yer yapılsa hoş olmaz mı? Ders çalışmak isteyen, çalışkan öğrenciler için denize karşı masalar konar ve ders çalışmak belki bir şekilde zevkli hale gelebilir. Bir kısmı sosyalleşme, bir kısmı ders çalışma amacı taşıyacak Müze ikinci cep olmaya aday bir yer. Ulus Kapısında Servislerin Otopark Olarak Kullandığı Alan: İşte okulumu yeteri kadar iyi tanımadığımın ve okulumuzu yeteri kadar etkili kullanamadığımızın bir örneği. Daha etkili kullanmak istediğim Mayıs 2013 İrem İlhan yerin adını bile bilmiyorum. Kim olduğunu hatırlamadığım biri bana oranın “Patates Tarlası” olduğunu söylemişti. Bence de gerçekten tarla olarak kullanılabilecek bir yer. Bir başka arkadaşım da “Üst Tarla” olarak anılıyor dedi. Belki de gerçekten orayı tarla olarak kullanmalıyız; ama ben daha farklı bir öneri getireceğim. Eski okulumda en fazla bir iki kere girdiğim ancak var olduğunu bilmenin değerini bu okulda anladığım şey: yüzme havuzu. Denize karşı yüzmekten daha güzel ne olabilir? Okulumuzda bizim kullanımımıza açık havuz yok. Neden “Patates Tarlası” olarak anılan yeri havuz yapmıyoruz? Mimari açıdan bilmiyorum belki de orada havuz olması mümkün bile değil; yine de düşüncesi bile beni gülümsetmeye yetiyor. Galiba sahip olduklarımızın değerini kaybedince anlıyoruz. Robert Kolej’deki yıllarımın yarısı bitti. Son yılımda YGS ve LYS çalışıyor olacağım için yarısından fazlası bitti hatta. Geriye kalan zamanımızı daha renkli geçirmek için bu dillere destan kampüsü en etkili biçimde kullanmak çok büyük önem taşıyor. Mezun olduktan sonra sınavlardan kaç aldığımızı, hangi öğretmenlerin bize alıkoyma cezası verdiğini, yemekhane sırasında kaç defa arkaya atıldığımızı hatırlamayacağız hiçbirimiz, bazılarımız için sayıları hatırlanabilecek kadar az değil zaten. Hatırlayacağımız kampüste geçirdiğimiz mutluluk dolu anlar, eğlenceli sohbetler ve birbirimizle ne kadar çok vakit geçirdiğimiz. Kampüs ne kadar etkili kullanılırsa bize de o kadar çok vakit geçirecek mekan kalır. Okulda geçirdiğimiz zamanların sınav stresinden, kötü not üzüntüsünden, dolabımızı açtırmak için hizmetli ağabeyi bulma telaşından yoksun olması dileğiyle… Bana bu yazıda bahsettiğim fikirleri bulmada yardım eden bütün arkadaşlarıma teşekkür ederim. SÖYLEŞİ 9 Okulumuzun Meleği, Tulu Abla’yla Söyleşi Köprü: En baştan başlayalım, bize öğrencilik hayatınızdan bahsedebilir misiniz? Tulû Abla: İlkokuldan itibaren mi? Köprü: Evet. Tulû Abla: İlkokula 1971’de başladım. Barbaros İlkokulu’na gittim, 1.sınıfı Barbaros İlkokulu’nda okudum. Şu anda Çırağan’daki Four Seasons Oteli’nin olduğu yerdeydi ilkokulumuz. Bir sene orada okudum. Sınıf arkadaşlarımın arasında Berk Manav’ın annesi de vardı, Yeşim Manav. Ondan sonra o yazı Erenköy’de geçirdiğimiz için annem “Biz pılımızı pırtımızı toplayıp Erenköy’e taşınalım.” dedi. “İyi, tamam” dedik ve 1972 senesinde taşındık . Bu arada ben ilkokula başlamadan okuma-yazma biliyordum. Kendi kendime oturduğumuz evin tam karşısında bulunan bakkala gidip gelen kamyonların üzerindeki yazıların ne olduğunu anneme sorarak okumayı öğrenmişim. İlk okuduğum şeyin de “Coşkun Plak” olduğunu söylüyor annem. Bir sabah onlar gazete okurken bir haberde geçen “Coşkun Plak”ı okuyuvermişim. Barbaros’tan sonra Erenköy İlkokulu’na devam ettim ve oradan 1976 senesinde mezun oldum. İlkokulda çok akıllı bir çocuktum. Her şeyi bilirdim. Ders esnasında çok sıkılırdım; çünkü öğretmenin anlattığını hemen anlardım. Diğer arkadaşlarım ise o kadar kolay anlayamazlardı. Ders esnasında kitap okurdum. Örneğin, “Texas, Tom Mix” okurdum. Bizim zamanımızda liseleri kazanmak daha kolaydı. Liseye hazırlık aşamasında, haftada bir gün, dört arkadaşımla birlikte ders alırdık. Bu dersler sonucu aramızdan herkes iyi bir lise kazandı. Ben ve başka bir arkadaşım Üsküdar Amerikan Lisesi’ni kazandık. Bir arkadaşım Avusturya Lisesi’ni ve diğer arkadaşlarım da Fransız liselerini kazandılar. Robert Kolej’i kazananımız olmadı. Yedi sene Üsküdar Amerikan’da okudum. O zamanlar şimdiki liseler, hem ortaokul hem de liseydi. Üsküdar Amerikan’da kötüleşti derslerim ve orta üçüncü sınıfta matematikten ikmale kaldım. Matematik en büyük kâbusumdur. Hala da geceleri rüyalarımda matematik sınavlarında kaldığımı görürüm. Örneğin; matematik yüzünden okuldan mezun olamamışım veya üniversiteye gitmişim; ama matematik yüzünden lise diplomamı alamamışım gibi. Kabuslarımın konusu bunlardır. Bunun dışında okul hayatım hakkında bahsetmeyi çok istediğim bir şey var, bu da İngilizce öğretmenim. Üsküdar Amerikan’a hiç İngilizce bilmeden başladım. Hazırlıkta biraz öğrendik sayılır. Orta ikide Perran Soloeau adında bir öğretmenimiz vardı. Rahmetli oldu şimdi. Çok sert bir öğretmendi ve her şeyi ezberlememizi isterdi. Ben de hiç sevmezdim ezberlemeyi; sadece bize verdikleri paragrafı kendimce yorumlayarak anlatırdım. “Hayır, ezberleyeceksiniz” diye tuttururdu ve öyle bir duruma gelmiştim ki artık yapamadığıma inanıyordum. Annemlere gidip “Boşu boşuna para veriyorsunuz bu okula. Ben hiçbir şey öğrenemiyorum,çok da beceriksiz bir öğrenciyim. Siz beni bu okuldan alın” dedim. Annem bunun doğru olmadığını söyledi. Ondan sonra o kadıncağız sayesinde İngilizce seviyem hakikaten çok gelişti. Liseye geçince de çok zorlanmadım. Bizim zamanımızda lise birinci sınıfta son iki sene edebiyat ve fen alanlarından birinde seçim yapardık. 60 ortalama tutturmak gerekiyordu. Benim ortalamam 55-57 civarlarındaydı. Edebiyatı seçtim. Edebiyattan mezun olmamın daha iyi olacağını düşündüm. Lise ikide May Girl seçildim. Beraber seçildiğimiz diğer arkadaşımın oğlu geçen sene buradan mezun oldu. Adı Emir Koru. Orkestrada vurmalı çalgılar çalıyordu. Bu arada Leyla Levi’nin annesi de benim sınıf arkadaşımdır. Birçok arkadaşımın çocuğu bu okulda okuyor. Sonra liseyi bitirdim. Bizim zamanımızda da üniversite hazırlık kursları vardı, fakat bunların sayısı yalnızca ikiydi. Biri Fen Bilimleri’ydi, diğeri de MEF’ti. Ben 1 dönem boyunca MEF’e gittim ve sıkıldım. “Ne işim var benim buralarda?” diye sorguladım kendi kendime. Bunun üzerine de babama “Boşuna para verme, ben çıkıyorum buradan. Oturur evde çalışırım” dedim. Üniversite sınavına on beş gün çalıştım. Bizim zamanımız da sınav iki aşamalıydı. İlk aşamada ilk 100 kişinin arasına girdim. İkinci aşamaya da on beş Mayıs 2013 günlük çalışmayla hazırlandım. Sınavın süresinin bitişine bir veya bir buçuk saat kala sınavı bitirdim. Sıkıldım ve çıktım. Ne kadar zamanımın kaldığını bilmiyordum; çünkü sınava saatsiz girmiştim ve yanımda saat yoktu. Bir de bulunduğumuz yer tuvalet kokuyordu. “Kalmak istemiyorum” dedim ve kendimi dışarı attım. Bir çocukla buluşacaktım. Gittim onunla buluşmaya; bu sefer erken gittiğim için sıkıldım, onu da beklemedim ve eve döndüm. Bizde telefon da yok üstüne üstlük, çocuk beni komşudan buldu. Sınav sonucumla Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü kazandım. Beş buçuk senede bitirdim okulu, çünkü ilk sene çok boşladım. Bir kez daha matematikten kaldım. Ondan sonra ilk seneyi kaybedince devam mecburiyeti var. Bir dönem de, Allah rahmet eylesin, Muhammer Onat adlı bir hocamız vardı, onunla sorun yaşadım. İstemediği şekilde bir projeyi teslim ettim. O, bitmemiş bir proje istiyordu bense projeyi bitirip teslim ettim. Bunun sonucunda, sınıfta bıraktı o da beni. Bu nedenle de beş buçuk senede mezun oldum. Mezun olurken hocalar çok beğendiler bitirme projemi ve bana asistanlık teklif ettiler. Ben de “He, kalırım ben bu okulda(!)” dedim. Böylelikle okul bitmiş oldu. Mezun olduktan sonra, babam bana çok hoş bir hediye verdi. Hediyesi ise benim geziye çıkmamdı. Amerika’ya ve Meksika’ya gittim bir buçuk aylığına. Bir arkadaşım Washington’daydı, biraz onda kaldım. Annemlerin bir arkadaşı New York’taydı, bir süre de onların yanında kaldım. Teyzem Meksika’daydı, bir ay onlarla yaşadım. Gezdim, gezdim ve döndüm. “Artık çalışmanın vakti geldi” dedim kendime. Bu arada öğrencilik hayatımla ilgili şunları da söyleyeyim. Acayip ciddi bir öğrenciydim. Hiç kopya çekmedim, çok kopya verdim. Sınıfta çok iyi ders dinlerdim, ders dinlemeyenlere ve kurallara uymayanlara çok kızardım. İlkokul üçüncü sınıftayken beni sınıf başkanı yapmıştı öğretmenim. Aşağı yukarı bir hafta sınıf başkanı oldum. Bu süreçte herkese susun, konuşmayın dedim. Dinlemeyenlere “İsminizi yazmayacağım tahtaya; ama beni bir daha dinlemezseniz ve bana saygı Köprü Tayis Arslan Yunus Emre Erdölen Hazal Özkan Elize Arslan göstermezseniz sizin başkanınız olmam” dedim. Onlar da dinlemediler tabii, ilkokul 3. sınıf öğrencisinden ne bekleyebiliriz ki? Öğretmenime gidip “Siz beni seçtiniz; ama sınıftakiler beni dinlemiyorlar. Kendi seçtikleri öğrenciyi siz başlarına getirin, ben yapmıyorum başkanlık”dedim, istifa ettim. Böyle de tuhaf bir çocuktum. “Çok bilmiş” derler ya öyle bir çocuktum ben de. Hala da öyleyim. Başka bir şey? Sanırım çok konuştum. Köprü: Neden mimarlığa devam etmediniz ve Robert Kolej’de nasıl çalışmaya başladınız? Tulû Abla: Çalışmaya başlamaya karar verdiğimde mimarlık yapmak istedim, sonuçta o kadar emek vermiş ve okumuştum. STFA adında bir firma vardı o zamanlar. Çok büyük bir firmaydı ve orada çalışan bir arkadaşı vardı annemlerin; Birol Amca, tam adıyla Birol Öngör. Birol Amca’nın kanalıyla bir adamcağıza gittim görüşmeye. Onlar o zaman Kartepe şantiyesini yapıyorlardı. Sene 1990. Adam bana “Ben seni Adapazarı’na 3000 tane işçinin arasına göndermem. Hiçbir işçi bu surattan emir almaz” dedi. Yaşımı hiç göstermiyordum çünkü. 25 yaşındaydım; ama hakikaten 17-18 gibi duruyordum. “Kusura bakma ben seni alamam işe” dedi özetle. Çıktım, küstüm. Ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu. Çok kısa bir süreliğine, 10 SÖYLEŞİ Tulu Abla’nın Kedisi aşağı yukarı 1 ay kadar, bir otelde çalıştım. Otelin rezervasyon bölümünde çalışıyordum. Otelin sahibi benim amcamın arkadaşıydı; fakat adam kötü niyetli ve zalim biriydi. İnsanlara kötü davrandığını görünce “Ben bu adamla çalışmam” dedim ve işten ayrıldım. Gazetede, Türk Express adlı bir seyahat acentasının outgoing bölümüne eleman aradıklarını gördüm. Aradım, “Eğitiminiz var mı, tecrübeniz var mı?” diye sordular. “Hayır yok ama ben çok meraklıyımdır, yapmak istiyorum.” dedim. “İyi. Gelin, görüşelim” dediler. Gittim, görüştük. “Tamam, başlayın.” dediler. Ertesi gün başladım çalışmaya. Yedi ay çalıştım. Moskova’daki fuarlara insanları götürüyorduk. İlk yaptığım iş, çalışmaya başladıktan bir ay sonra Moskova ve St. Petersburg’a 10 kişilik bir grup götürmek oldu. Ülkeyi tanımıyordum, aslında hiçbir şeyi tanımıyordum ve o zamanlar yeni açılmış Rusya dünyaya. Sene olarak 1990’da, Glasnost-Perestroyka’nın hemen ertesinde gittik. Ruslar turistlere alışık değillerdi tabii. En büyüğü 65, en küçüğü 10 yaşında olan on kişilik bir gruplaydım. Çok eğlenceliydi. Sonra, TÜYAP’ın fuarlarından misafirleri taşırken bana TÜYAP çalışanları dediler ki “Biz seni çok beğendik. Gel sen bizimle çalış.”. “Ne yapacağız işte?” dedim, “Fuarcılık ıvır zıvır” dediler”. Kabul ettim. “Orada aldığının iki katı para vereceğiz” dediler. “Peki o zaman” dedim. 7 ay sonra oraya geçtim. TÜYAP’ta beş buçuk sene çalıştım. Onlar sayesinde inanılmaz gezdim. İlk iki sene fuar satışı yaptım; ama ben satış yapmayı sevmediğim için pek beceremedim. Beni başka bir bölüme vermelerini istedim. Yurt dışı ilişkilerini uygun gördüler, “Hemen” Köprü dedim. Sonrasında sırayla bir tekstil aracı firmasında sekiz ay, Demirdöküm’de üç yıl çalıştım. Amerikan Konsolosluğu’nda da Protokol Asistanı olarak çalıştım. Konsolosluktayken iş arıyordum, RC mezunu bir arkadaşım aracılığıyla bu pozisyondan haberim oldu. Başvurdum. Mr. Merchant vardı o zaman. 2 saat oturduk, konuştuk kendisiyle. Bana; “The job is yours if you want it” dedi. Ben de bir cuma günü konsolosluktan ayrıldım, pazartesi günü buraya başladım. Tarih 3 Kasım 2004 idi. O günden beri buradayım ve de çok mutluyum. Hayatımda en uzun çalıştığım iş yeri. Sizlerle, gençlerle olduğum için mutluyum. Köprü: Biz de çok mutluyuz. Odanızın her önünden geçtiğimizde yanınızda sürekli birileri oluyor. İnsanlar sizinle konuşmaktan mutlu oluyor. Sizinle dertleşiyorlar ve okuldaki herkes sizi bir psikolog gibi görüyor. Bu durumdan memnun musunuz? Tulû Abla: Evet, kesinlikle memnunum. Hatta lisedeyken bir anket doldurmuştum; o ankette bana hayatım boyunca yapmam gereken iş olarak “rehberlik ve psikolojik danışmanlık” çıkmıştı. Ben bu bölümü üniversite seçimlerime yazmıştım. “Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık” tercihlerimde vardı. Ama bölümün gerektirdiği puan mimarlıktan daha aşağıda olduğu için, mimarlığı kazanınca mimarlığa girdim. Kendimi bildim bileli herkes gelir, bana derdini anlatır. Gecenin bir yarısı insanların beni arayıp “Tulu bak bunlar oldu. Sen ne dersin bu duruma?” diye Mayıs 2013 bana sorduklarını çok hatırlarım. Tek başıma yaşadığım on senelik dönemde tanıdıklarım gece yarısı kapımı çalardı. Arkadaşlarım evime gelir, bana dertlerini anlatırlardı. Bazen sorunları çok üstüme aldığım zamanlarda yorulduğum oluyor ama benim ruhum böyle besleniyor. Ben insanlarla konuştuğum, paylaştığım ve bir nebze de olsa onlara tavsiyeler verebildiğim müddetçe mutlu oluyorum. Bundan dolayı kapım açık. Başımın üstünde yeriniz var. Kime ne kadar yardım edebilirsem ben onu kâr sayıyorum. Bu benim hayat amacım. Kısacası mutluyum. Bilmem cevap olabildi mi? Köprü: Evet evet. Güzel bir şey bu. Bu konuda okulun meleği gibisiniz, teşekkürler. Tulû Abla: Siz benim cadı halimi bilmiyor musunuz? İçimden canavar çıktığı oluyor. Hem de çok kötü bir canavar çıkıyor. Gözümden ateş çıkıyor. Köprü: Birçok Topluma Hizmet Projesi’nde danışman olarak bulunuyorsunuz. Biz de bir tanesinde beraberdik. Peki sizi bu projeler arasında en çok etkileyen hangisi olmuştu? Tulû Abla: Bana en çok dokunan olayı 2010 senesinde Urfa’da yaşadım. Aklıma geldikçe fena oluyorum. Urfa’da eğitim projesi yaparken hem Urfa’nın içinden hem de Suruç diye küçük bir köyden öğrenciler gelmişti. Suruç’tan gelenlerin arasında Fatma adlı bir kızcağız vardı. İlk günden dikkatimi çekmedi; ama aradan birkaç gün geçtikten sonra çok ilgimi çekti bu kız. Kız gibi değildi çünkü. Saçları kısacık, erkek çocuğu gibi kesilmiş, sürekli pantolon, lastik ayakkabı giyen ve kız olduğunu bir şekilde gizlemeye çalışan bir kızcağızdı. Sonradan öğrendim ki köylerinde 12-13 yaşında kızları evlendiriyorlarmış. Aklıma geldikçe sinirlerim bozuluyor. Karşı komşularının kızını, o yaz buraya gelmeden önce evlendirmişler, bu on üç yaşındaki kızı birine vermişler. Fatma 11 yaşındaydı ve bütün eğitim boyunca kaçıp kaçıp sanat bölümüne gelirdi, çünkü hayatında ilk defa ebru yapma fırsatı bulmuştu orada. Eline ilk defa aldığı bir şeyde bu kadar başarılı olması gerçekten inanılmazdı. Son gün, gösteri günü, sahneye çıktı. Herkes eğitimden edindikleri tecrübeler hakkında konuşuyordu. Fatma; “Ben burada ebru yaptım. Hiç görmemiştim ve bir daha SÖYLEŞİ HABERLER Elize Arslan, Tulû Derbi, Yunus Emre Erdölen, Tayis Arslan hayatımda ne zaman böyle bir şey yapabileceğim bilmiyorum” dedi. Bir şeyler yapamıyor olmak, çaresiz olmak bana çok dokunuyor. Ama o çocuğa ne yapabilirdik? Hiçbir şey. Alıp buraya getiremeyiz, o orada yaşamak zorunda. Şimdi ona ne oldu bilmiyorum. Evlendirdiler mi acaba, okuttular mı? Türkiye’nin gerçeği bu. Farkındayım; ama ben hala hazmedemiyorum bir takım şeyleri. İnsanlar atıyorlar tutuyorlar; eğitim diyorlar, kızlar okusun diyorlar. Hangi kızı okutuyorlar ki? Bir şekilde birilerinin hayatına dokunmaya çalışıyoruz ve onun için bu topluma hizmet projelerini yapıyoruz; ama bazı anlar geliyor ki hiçbir şey yapamıyorsunuz, elimiz ayağımız kilitleniyor. Köprü: Eğer burada okusaydınız nasıl bir öğrenci olurdunuz? Sonuçta bir sürü insan görüyorsunuz herkes gelip sizinle dertleşiyor. Öğrenci tiplerini tanıyorsunuz aşağı yukarı. Bunun dışında hangi kulüplere giderdiniz, hangi dersleri seçerdiniz? Tulû Abla: Çok açık konuşacağım. Ben bu okulda mutlu olmazdım. Bu okul benim için fazla rekabetçi bir okul. Burada büyük ihtimalle THP’de çalışırdım. Şu anda danışmanlığını yaptığım hayvan barınakları gibi, bir de RKANEP gibi eğitimle ilgili olan projelere yönelirdim. Resim gibi, sanat ağırlık şeylerle uğraşırdım. Müziği beceremem, hiç kulağım yoktur. Hatta üçüncü sınıftaydım, bana mandolin dersi aldırmaya kalktılar. Hoca beni sınıftan kovdu, kabiliyetim yok diye. Müzik yeteneğim sıfır. Ama fotoğrafçılıktır, resimdir, seramiktir; öyle şeylerle uğraşırdım. Fen derslerinden bir tek biyolojiyi almak isterdim. Geriye kalan fizik ve kimyada iyi değilim. Matematik dersini mecburen alırdım. İngilizce’den de herhalde Shakespeare ve Modern Drama alırdım; ama Amerika’ya gitmek istemezdim, Türkiyeci olurdum. Hiçbir zaman Amerika’da okumak gibi bir hayalim olmadı. Biraz fazla aileme düşkünüm, herhalde o yüzden. Annemleri bırakıp gidemezdim. Büyük bir ihtimalle vasat ve çok da mutlu olmayan bir öğrenci olurdum burada okusaydım. Köprü: Hayatınızda birçok şeyi sıkılıp bıraktığınızı söylediniz, peki keşke bırakmasaydım dediğiniz böyle bir şey oldu mu? Tulû Abla: Hayır, olmadı. Ben yeni şeyler öğrenmeye çok açığım. Dolayısıyla hiçbirini bıraktığım için pişman değilim. Bu arada çok gezdim, çok insanla tanıştım, çok şey gördüm. Mesela Amerika’ya gittim, Avrupa ülkelerinden İtalya, İngiltere, Fransa, Almanya, Bulgaristan, İsviçre, İsveç ve Yunanistan’a gittim. Bunun dışında İsrail, Kazakistan, Ukrayna ve Rusya’ya gittim iş dolayısıyla. Özetle yeniliklere 11 açık olmak, insanlarla yeni bir şeyler paylaşmak kadar benim ruhumu besleyen başka bir hayat tarzı yok. Hala Psikoloji okumaya niyetliyim. 48 yaşındayım; ama karalıyım, psikoloji okuyacağım. Köprü: Kesinlikle okumalısınız! O zaman son sorumuzu soruyoruz. Kedilere olan sevginizin nedeni nedir? Tulû Abla: Lulu! On iki yaşındaki kedim yüzünden ben kediciyim. Aslında köpekçiydim. O eşek sıpası on iki sene önce benim hayatıma girdiği vakit benim için her şeyi değiştirdi. Ona da öyle diyorum zaten. “Sebebi sensin” diyorum. Çok kısa anlatayım olayı. Benim bir dönem, çok fazla baş ağrım oluyordu. Örneğin, bir an başım çok ağrıyor ve sekiz tane ilaç alıyorum ki yapılmaması gerekir; ilaç zehirlenmesi geçirebilirim. Bir gün baş ağrım gene geçmedi ve ağlayarak yatağa yattım. Bu sıpa geldi. Kafama patisini koydu ve başımı yalamaya başladı, yalaya yalaya uyuttu beni. Uyandığımda başım ağrımıyordu. Dedim ki bu kedide bir şeyler var. Ondan sonra Lulu sayesinde sokakta gördüğüm her türlü oradaki, buradaki, sakat, kör, topal bütün kedilerle uğraşmaya başladım. Ama bu demek değil ki köpekleri sevmiyorum. Tüm hayvanları severim. Köprü: O zaman çok teşekkür ederiz Tulu Abla. Şu ana kadar yaptığımız en samimi, en güzel röportajlardan biriydi gerçekten. Tulû Abla: Benim için de öyleydi. Teşekkür ederim. Bahar Geliyor Mart’ın ilk günleriyle beraber okulun havasındaki ani değişimin farkındasınızdır. Güneşin ilk doğuşuyla yüzlere yerleşen gülümsemeler, artan gürültüler, kıyafetlerimizdeki canlılık; yılın en sevdiğim zamanının yaklaştığını söylüyor: Bahar geliyor! Bahar yeniden doğuşu simgeler derler, ben de şaşkınlıkla bu klişeye uyumumuzu gözlemliyorum, sanki çiçeklerin açışıyla herkes buzlarını eritiyor, o kış karamsarlığını bırakıyor, sabahları uyuyan insan sayısı azalıyor, öğlenler dışarıda geçiriliyor. Okulun sert hatları sanki baharda pastel tonlarına bürünüyor, binalar bile daha canlı. Herkes hala aynı derecede meşgul; ama bütün bu yoğunluk, baharın o tatlı esintisiyle unutulup gidiyor - kısa bir süre için bile olsa - ve her sorun çekilebilir bir hal alıyor. Tabii kimse dışarısı bu denli güzelken içeride floresan ışıklarının altında tüm gün ders yapmak istemiyor, eve dönüp ödeve gömülmek daha zorlaşıyor, iş yaparken bir bakıyoruz, aklımız bambaşka yerlerde; bahçelerde koşturuyor. Hem kabul edelim, Robert Kolej baharda başka bir güzel oluyor, zaten görkemli olan yapı daha da masalsı bir hal alıyor. Tabii ki baharın Mayıs 2013 Köprü en gözde mekanı mor salkımlarıyla Gould Hall’ın önü. Geçen yıl bir turist edasıyla oradan her geçişimde en az kaç resim çekmişimdir bilmiyorum. Derse giderken burnumuza gelen tatlı kokular, camdan baktığımızda gördüğümüz nefes kesici manzara... Bunların her öğrencinin bulabileceği fırsatlar olmadığını unutmayın; dersteyken kafanızı şöyle bir çevirip bakın dışarıya, kendinizi şanslı sayın. Nefesimi kesen başka bir mekan da Mitchell binasıyla Woods arasındaki köprü. Geçen gün İngilizce dersim için acele acele yürürken bir arkadaşım Köprü Nisan 2013 Ayşenaz Toptaş beni durdurdu ve yanına çağırdı. Ağaçların arasından görünen muhteşem Boğaz manzarası aslında hep oradaydı, ama ben ilk kez farkına varıyordum. Siz de kendinizi günün monotonluğuna kaptırıp etrafınızdaki görülmeye değer şeyleri kaçırmayın. Kafanızı kaldırın, baharın temiz kokusunu içinize çekin, ılık gün ışığını yüzünüzde hissedin. Henüz buradayken baharın tadını çıkarın. 12 SÖYLEŞİ Yemekhanede Neler Oluyor? Okula sabah saat yedi civarlarında varıyoruz hepimiz, derslerle boğuşurken karnımız da çok acıkıyor. Her gün öğle tenefüslerinde karnımızı doyurmak için, bizlerden daha erken iş başı yapan ve bir aile sevgisiyle, özenle her gün önümüze lezzetli yemekler koyan yemekhanemizin Bilal Ustasıyla ve Dilvin Ablasıyla keyifli bir söyleşi... Köprü:Neşeli Tavuk fikrini nereden buldunuz? Dilvin Hanım: Ben Enka Okullarında proje müdürlüğü yaparken denediğim bir yemek tarifiydi. Oradaki öğrencilerin yaşı daha düşük, okulun ilköğretimi kısmı ve yuvası var. Onlara yemeği nasıl sevdirebilirim, ne yapabilirim ve daha nasıl farklı sunarsam keyifli hale getirebilirim diye düşündüm ve neşeli tavuk onun neticesinde ortaya çıktı. Küçük küçük doğrayayım, hem daha kolay yensin hem içine koyduğumuz bir takım şeylerle (sırlarımızı gizli tutalım) tadı daha güzel olsun istedim. Bu şekilde ortaya çıktı ve Robert Kolej’de de bu yemeği yapmak istedim. Tabii yaş grubunun hiç önemi yok. Geçen sayıda 2012’nin en sevilen yemeği seçildi, Köprü’de görünce bunu çok sevindim. KÖPRÜ: Mutfakta kaç kişilik ekip bu yemekleri hazırlıyor? Bilal Usta: Mutfakta en fazla yedi kişi var. Sabah altıdan itibaren mutfakta oluyoruz. Sabah beş buçukta servisimiz var. Önce Bizim Tepe’yi alıyor, Ortaköy’den bizi alıyor, altıya beş kala kampüse geliyoruz, giyiniyoruz ve altıda mutfaga girmiş oluyoruz. Altıda işe başlıyoruz. KÖPRÜ:Yemekler burada mı pişiriliyor yoksa dışarıda mı hazırlanıyor? Dilvin Hanım: Ekip sabahın altısında buraya geliyor ve size o günün yemeğini tamamen burada hazırlıyor. Fakat zeytinyağlıysa, bir gün önceden yapılıyor. Bilal Usta: Bir gün önceden hazırlanan malzemeleri alıyoruz sonra yemeği yapmaya başlıyoruz bittikten sonra da ertesi gün için hazırlığa başlıyoruz. Örneğin şimdi yemekler bitti ve yarınki yemeği hazırlanmaya başlayacağız. KÖPRÜ: Döner okulda çok ilgi görüyor, herkes çarşamba gününün gelmesini istiyor. Döner için neden çarşamba gününü seçtiniz? Dilvin Hanım: Döner gününü çarşamba yaptık. İki gün öncesi ve iki gün sonrası tavuk olsun istedik. Onun yerini sabit tutmasak, değiştirsek mi diye düşündük ama bu sefer öğrenciler “Ama bugün döner vardı?” dediler. Şimdi çarşamba günü öğrencilerin iple çektiği bir gün oldu. Bu durum bizim yatılılarımızın her cuma günü kahvaltıda omlet veya kekikli sosis beklemesi gibi, herkes cuma günü kahvaltısı için seviniyor. Cuma onlar için mutlu bir gün. KÖPRÜ: Peki kaç kilo döner kullanılıyor? Bilal Usta: 110 kilo döner gidiyor. Dönerin yanında portakallı zeyntinyağlı enginar var. Gerçi öğrencilerin sevdiği bir şey değil ama bence her öğrencinin yemesi gereken bir menü. Enginar çok faydalı ve doktorlar hep açıklama yapıyor; enginar, patates ve kereviz patates ürünlerine giriyor, herkesin yemesi gerekiyor. Bakın Mehmet Ali Beyaz da bu ürünlerin haftada bir kez tüketilmesi gerektiğini söylüyor. KÖPRÜ: Menüleri kim hazırlıyor? Bilal Usta: Menüleri Dilvin Ablanız, Gürkan Bey, biz hazırlıyoruz. Dilvin Hanım: Gürkan Bey ön çalışmasını yapıyor, arkasından ben üstünden geçiyorum ve gıda mühendisi tekrar kontrol ediyor. Ayrıca bizim revirimiz de bakıyor. KÖPRÜ:Peki menüler neye göre seçiliyor, bir gün içinde sadece bir yemek sunulmuyor; bunları nasıl seçiyorsunuz ? Dilvin Hanım: Aslında daha çok mevsime göre belirleniyor. Yani mevsimin çok büyük bir etkisi var. İkinci etkense kendi içlerindeki uyumun nasıl olduğu. Sizin beğendiklerinize öncelik veriyoruz ama şu bir gerçek ki belli bir kısır döngü içerisinde dönüyoruz çünkü “mantarlı soslu et” yazıyoruz mantarını sevmiyorsunuz. Bilal Usta: Bana sorarsanız birçok sevilen yemeğin yanına az sevilenbir çeşit ekliyoruz. Mesela bugün haşlama ve cordon bleu var. 350 kişilik cordon bleu, 250 kişilik haşlama yaptık. Yarın için daha çok fazla döner hazırladık, yanında da balık var. Dilvin Hanım: Daha çok talep görüleni öne koyuyoruz ama her şeyin yenmesi gerekiyor. Yani sevmeseniz de Köprü etli kabak dolmayı yemeniz gerekiyor. Ayrıca erkeklerle kadınların tercihleri çok farklı. Erkekler cordon blue’yu dördüncü kez almaya geliyor. Mesela küçük bir örnek, bir arkadaşınız geldi dedi ki: “Ben tekrar yemek istediğimde bana vermediler.” Bir de hatırlarsanız köşelerde “Doymazsanız tekrar gelin alın!” gibi bir ibare de vardı ama alıştılar diye onu sonradan kaldırdık. En son İhsan Bey dedi ki: “Vermedik ama kaçıncı tabağını alıyordun?” ve arkadaşınız da: “Dördüncü tabağımı yiyordum.” dedi. Bilal Usta: Dördüncüye gelmekle vermemek arasında çok büyük bir fark var. KÖPRÜ: O kadar beğenmiş ki duramıyor. Bilal Usta: Ama bazıları da hiç beğenmiyor. Bize e-postalar geliyordu. Yemekleri kızım beğenmiyor, benim kızım şunu sevmiyor, bunu sevmiyor, diye. Burada özel olarak sizin kızınıza hitap eden bir yemek çıkmaz, burada topluma hitap eden bir yemek çıkar, dedik bizde. Sonra veli geldi, hiç unutmuyorum. “Hanımefendi hoş geldiniz” dedim. “Bakın ben 89 yılından beri burada çalışıyorum, ben bu kadar mezun verdim, çocuklarla da hep iç içeyim, hepsi çocuğum gibi, otururuz, muhabbet ederiz, öğretmenlerden derslerden konuşuruz. Gelin size göstereceğim.” dedim. Önce burayı gösterdim. “Aaa, benim kızım böyle anlatmadı.” dedi. “Zaten burada velilerin en büyük yanlışı ortamı görmeden yargılamaktır.” dedim. Çocuğunuz başka nedenlerden dolayı böyle söylüyor olabilir. “Benim kızım niye öyle desin?” diyorlar. Demez tabii. Ama olay bu işte. Bu yemek burada, bu menü burada. KÖPRÜ: Zaten geniş bir menü var. Dilvin Hanım: Buradaki yemeği neredeyse 40 yılı aşkın süredir Kolej Yemek hazırlıyor. 40 yılı aşkın süredir buradayız. Düşünün mesela sizin anneleriniz bu okula gitmiş olsalardı ve sizin çocuklarınız da bu okula gelecek olsalardı, 3 nesile biz yemek hazırlamış olacaktık. Yani bir sürü kuşağı biz doyurduk. Özellikle Homecoming dönemlerinde mezun olmuş, Amerika’ya gitmiş, Yale’e gitmiş, Harvard’a gitmiş, Boğaziçi Ünversitesi’ne gitmiş, İTÜ’ye gitmiş Mayıs 2013 Defne Aksoy Hazal Özkan Alara Gebeş Fatmanur Yokuş öğrencileri tekrar burada biraraya geldiklerinde yine aynı atmosfer, yine aynı standartlarla karşılanıyorlar. Çünkü bu, gerçekten nostaljisi bu okulun. Ben beş yıldır buradayım. Şunu hissettim, bir kere biz ekip olarak da okulla çabuk kaynaştık. Yani sanki sizlerle öyle uyacaksın, edeceksin, geçeceksin, yapacaksın değil de daha yapıcı, daha dostanî bir ilişkimiz var. Kapımızı çalıp: “Ya Bilal Ağabey, mantı yapmıyorsunuz.” diyorsunuz; “Aa, tamam yapalım.” diyoruz. Ya da geçen gün: “Neşeli tavuk uzun zamandır çıkmıyor Dilvin Abla, yapmayacak mısınız?” diye sordular. Yani bunlarla gelişiyor aslında. Öğrenciler, kişisel isteklerini, kapıyı çalarak çok rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Onun vermiş olduğu bir aile ortamı da var. Yani görüyorsunuz Tuna Bey de orada iki elinde kocaman olmuş iki çocuğu var ve hâlâ burada sizlere yemek yapıyor. Bilal Usta kaç senedir burada? Bilal Usta: 89’da geldim ben buraya. KÖPRÜ: Biz bir de size daha kişisel bir soru sormak istiyoruz. Yemek pişirmeye nasıl başladınız? Bilal Usta: Bu benim hobimdi. Yani ben on dört yaşında başladım. Çünkü benim için bir hevesti bu. Çok istediğim bir meslekti. İlk Yedigöllerde başladım ben. Yedigöller Milli Parkı, diye yazarsanız internete karşınıza çıkar. Çok doğal, yedi tane göl böyle, ormanın içi, SÖYLEŞİ orada ağaçtan evler var, misafirhaneler var. Ben iki yıl orada çalıştım. İlk olarak meslek hayatıma orada başladım. KÖPRÜ: Peki, yemek pişirme hevesiniz nasıl başladı? On dört yaşında başlamışsınız. Özel bir şey sizin için. Ailenizle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Bilal Usta: Ailemde ilk aşçı benim. Biz dört kardeşiz. Annem ev hanımıydı. Ailede dört kardeşten gurbette olan bir tek ben varım. Hepsi Zonguldak’ta. İki yıl orada çalıştım. İki yıl da Devrek’te çalıştım. Küçük bir ilçedir. Bastonuyla meşhurdur. “Devrek bastonu” diye yazarsanız nostalji olarak çıkar. İki yıl orada çalıştım. Onun akabinde İstanbul’a geldim. İstanbul’da iki yıl çalıştım. Sonra Teke’ye gittim. Dalaman’a gittim. Oralarda çalıştım. Ondan sonra tekrar İstanbul’a ve Robert Kolej’e geldim 89 yılında. KÖPRÜ: Peki en iddialı olduğunuz yemek nedir? Bilal Usta: Sıcak yemeklerin hepsinde iddialıyım. KÖPRÜ:Yemek sizden sorulur öyleyse! (gülüşmeler) Bilal Usta: Mesela öğretmenleriniz bazen, Önder Kaya, İzzet Dodurgalı onlar ders anlatırken öğrencilerine özellikle ve özellikle beni örnek gösterirlermiş. Bunu da geçen sene söylediler bana. Önder Kaya da İzzet Dodurgalı da. Onun öncesinde de Abide Değer var. Abide Değer’de aynı şekilde. Onların döneminde belki tanımazsınız Candan Pazatlar vardı. Okulu ve okuldaki insanları biz artık büyük bir aile olarak görüyoruz. Dilvin Hanım: Aslında buranın diğer bir güzelliği de doymak için gelmeniz. Bazı ergonomik sıkıntılarımız var, onu kabul ediyoruz. Mesela yaparsın bir yemeği, kuru fasülye veya et yemeği ama sonunda tabakla, sandalyeyle, masa örtüsüyle bir anda yemeğin kalitesi bir çıta artar. Ama biz biliyoruz ki ne kadar yapı eski de olsa, ufacık da olsa, sıkış sıkış da olsa sizler burayı kazanmış çok ayrıcalıklı çocuklarsınız. İlerde çok güzel yerlere geleceksiniz. En azından bizim kıyısından köşesinden buna ufacık değiyor olmamız bile çok önemli bizim için. Çünkü mezun olduktan sonra tekrar geliyorsunuz. “Bilal Ağabey” diye koşa koşa sarılanlar var, ya da “Dilvin Abla” ya da tanıdıkları “Halil Ağabey”. Özellikle yatılılarda onların çok emekleri var. Hakikaten ağabey abla gibi oluyoruz. Bilal Usta: Büyük bir aile gibi. Dilvin Hanım: Aynen öyle. Biz o şekilde davranıyoruz ki o şekilde o karşılık alıyoruz. Ufak tefek şeyler de onun tuzu biberi. Biz keyifliyiz yani. Bilal Usta: Mesela benim 99 mezunu, oğlum diyebileceğim, Adana’dan Melik Şengöz adında bir öğrenci var. Şu an İkiz Kuleler’de çalışıyor. Bir gün dedi ki: “Ben bir kızı seviyorum, Robert mezunu. Benimle istemeye gelir misin?”“Bana kızı ister misin? diye sordu. KÖPRÜ: İnanamıyorum! Bilal Usta: Çok ciddi söylüyorum. Kız istemeye gittik. Ben okulda beş kişinin düğününe katıldım. Hatta bir tanesi de burada oldu. Dilvin Hanım: Yemeğin haricinde de birçok şeye ortak oluyoruz. Dün değil evvelsi gün bir öğrencimiz geldi ama bundan bir ay öncede başka öğrenciler gelmişti, amigo kızlar. Kıyafetleri biraz bol gelmiş. Hemen onu çıkarttırdım. Daralttım, diktim. “Abla harikasın sen.” diyorlar. Dün de bir tane kız geldi. “Abla iğne iplik var mıydı?” dedi. “Var veriyim sana.” dedim. “Ama ben bunu dikemem.” dedi. “Tamam bırak sen dersten sonra alırsın.” dedim. Yine bir hafta sonu sınav vardı okulda. Bir veli kapıyı Bilal Usta Mayıs 2013 Köprü 13 çaldı dedi ki: “Kıyafet zorunluluğu varmış yoksa benim çocuğum sınava giremeyecek.” Anlamadım ben ilk olarak. Dedi ki: “Pantolon, gömleğe ihtiyacı var.”“Tamam.” dedim, “Problem değil. Nerde çocuk?” dedim. Baktım koridorda duruyor. “Gel benimle.” dedim. Hemen kıyafet verdim ama çocuk küçücük, minyatür. Ondan sonra bir tane siyah pantolon, bir tane beyaz gömlek verdim. Yani biz burada yemeğin haricinde de anne baba görevi de görüyoruz.. Köprü: Gerçekten öyle. Çok teşekkürler bize zaman ayırdığınız için. Dilvin Hanım ve Bilal Usta: Biz çok teşekkür ederiz. Yemekhanede sadece yemekler pişmiyor. Lezzetli yemeklerin sırrı, yılların tecrübesi ve de her tencereye biraz sevgi, biraz okul ruhu, biraz aile katmak belki de... Bizlere yıllardır hem öğle yemeklerimizi sağlayan hem de bizlerin okuldaki ailesi ve yardımcısı olan tüm yemekhane ekibine, Köprü Ailesi ve Robert Kolej vatandaşları olarak sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. SANAT 14 Üç Kuruşluk Opera Yıllardır çok farklı tür ve içeriklerde oyunlara tanık olan Robert Kolej Suna Kıraç Tiyatrosu, bu sefer de Alman şair ve oyun yazarı Bertolt Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Opera’sına ev sahipliği yapıyor! 26, 27 ve 28 Mart’ta sahne alacak oyun, epik tiyatro başarısının çok önemli bir örneği. Brecht’in bu eseri, Macheath adlı çete liderinin birbirini takip eden düşüncesiz, etik olmayan davranışlarını ve sonuçlarının karakter üzerindeki etkisini ele alıyor. Zaman zaman kaotik, zaman zamansa esprili bir atmosfere sahip olan Üç Kuruşluk Opera, seyirciyi de hiçbir zaman diyaloğa boğmuyor. Oyunun kendisinden biraz uzaklaşıp Robert Kolej’deki Üç Kuruşluk Opera’ ya odaklanırsak, senenin başından beri devam eden Türkçe Tiyatro kulübü provalarının çok eğlenceli fakat bir o kadar da yorucu olduğunu söyleyebiliriz. Türkçe Bölümü’nden Eda Yurdakul ve Gül Soydan Koç hocalarımızın bu oyunu ortaya çıkarmak için ne kadar canla başla çalıştıklarını bir biz biliyoruz, Köprü yazarı olarak değil de ekibin içinden iki kişi olarak. Sayısız provalar, bu provalarda yaşanan komik olaylar üzerine yirmi kişinin paylaştığı bir dolu kahkaha, her sahne sonrası yapılan ortak eleştiriler; tüm bunların takım ruhuna ve koordinasyonuna olan katkısını göreceksiniz oyunu izlediğinizde. Oyun bir yandan şekillenirken seyircinin görüşlerini bir yana bırakıp, oyuncuların birkaçına kendi düşüncelerini sorduk ve ilginç cevaplar aldık. KÖPRÜ: Kendinizi oynadığınız rolle özdeşleştirebiliyor musunuz? Mert Esencan: Evet. Oynadığım karakter güçlü ve çapkın bir karakter ve biraz da deli. Bazen Mac’i kendime çok benzettim. Hatta provalar sırasında “Şu an tam bir Mert’sin.” lafını çok duydum. Şeyma Hasköylü: Açıkçası, kendimi oynadığım rolle özdeşleştiremiyorum çünkü normal hayatta öyle bir ortamın içinde değilim. Ayrıca hiçbir aşk üçgeni ya da aşk dörtgeni içinde de kalmadım, bir erkek için o kadar savaşmam gerekmedi. O yüzden oynadığım kadının psikolojisini anlamak, onun yerine kendimi koymak zor olsa da elimden geleni yapıyorum. Ali Sarılgan: Oynadığım rol her ne kadar pis ve düzenbaz biri olsa da bütün bir sene boyunca oynadığın karakterle kendini özdeşleştirmemek mümkün değil. Farkında olmadan gerçek hayatta karakterimin cümlelerini kullandığım bile oluyor. Magali Uslucan: Tabii; olaylara, konuşmalara ve insanlara oyunu oynarken ya da senaryoyu okurken oynadığım karakterin bakış açısından bakıyorum. Kendimi onun yerine koyuyorum ve onun olaylar karşısında nasıl tepkiler vereceğini düşünüp ona göre tepkiler, tonlamalar ve mimikler yapıyorum. Ve tabi ki oynadığım her karakterde kendimden bir şeyler oluyor, sonuçta herkesin bir karakteri canlandırmasında ufak tefek farklılıklar olabilir ben de kendi yorumumu katıyorum. KÖPRÜ: Rolünüzü 3 kelimeyle özetleyebilir misiniz? Mert Esencan: Güçlü, çapkın, deli. Şeyma Hasköylü: Saf, azimli, kontrolcü. Magali Uslucan: Aldatılmış, hırslı ve çaresiz bir kadın. KÖPRÜ:Rolünüze odaklanırken yaşadığınız en büyük zorluklar nelerdi? Mert Esencan: Epik bir tiyatro oyunu sergilediğimiz için seyirciyi karakterimden uzaklaştırmam gerekiyordu, bu zordu. Oynadığım karakter hem gerçekçi olmalıydı hem de seyirci kendini karakterimde bulmamalıydı. Ayrıca Mac’in otoriter tonunu oturtmak zor oldu. Şeyma Hasköylü: Mesela Mert’in benden kısa olması çok moral bozucu değil mi? Biz bunu Mert’le de çok konuştuk. Magali Uslucan: Duygu geçişlerini iyi saptayabilmek ve epik tiyatroya uygun bir biçimde rolü sahneleyebilmek kesinlikle. Ali Sarılgan: Oynadığım karakterin oyun içinde çabuk sinirlendiği ve parayı düşündüğü çok oluyor. Bunlar her insanın içinde olan şeyler olduğundan oynaması daha kolay oldu. Ama rolümde odaklanamadığım kısım oyunun içinde kendim olmam gereken kısımlardı. Oynadığım karakter bir bakıma yazarın düşündüklerini ifade ediyor ve bazen oyun içinde Peachum Köprü olmaktan ziyade Brecht’i anlatmam gerekiyordu. KÖPRÜ: Provalar sırasında en çok gülüp eğlendiğiniz veya zorlandığınız sahne hangisiydi? Mert Esencan: En çok eğlendiğim sahne iki karımın benim için kavga ettiği sahne oldu. Duyguların en yoğun olduğu, herkesin birbirine patladığı bir sahneydi. Mac’in iki kadını manipüle edişini oynamak çok zevkliydi. Şeyma Hasköylü: Ahır sahnesi çok uzun olduğu için provalarda bir noktadan sonra herkes yoruluyor ve saçmalamaya başlıyor. Her şeye gülmeye başlıyoruz. Bunun dışında kıskançlık sahnesinde, artık aralıksız yapabildiğimiz için problem olmuyor ama gülmeden duramıyorum, aradaki laflar gerçekten komik. “Kapa da gaganı yamultuveririm yoksa.” gibi. Magali Uslucan: Polly’le olan düetimiz kesinlikle en sevdiğim kısım. O sahneyi yaparken her zaman çok eğleniyorum. İki mağdur kadının kıskanç diyaloğu ve ikisi arasında geçen adeta horoz savaşına benzeyen laf atışmaları beni çok eğlendiriyor. Biraz zorlandığım kısım ise spesifik olarak değil ama genel olarak duygu geçişlerinin çok fazla olduğu, acınacak bir durumda olmama rağmen kendimi acındırmamaya çalışmak ve seyirciye aslında hinlikleri de unutturmamak, beni zorlayan şeylerden biriydi. Ve bunların yoğun olduğu sahnelerde biraz zorlandım. Oyunun da epik tiyatro olmasından dolayı seyirci ile oyuncunun arasında duygusal bir bağ olmamasını sağlamak ve seni seviyorum derken bile seyirciye aslında “Seni seviyorum.” dediğimi aktarabilmek beni zorlayan kısım oldu. Ali Sarılgan: En çok zorlandığım sahneler oyunun açılışında papaz gibi okumaya çalıştığım dua ve oyunun kapanışında diğer arkadaşlarımdan ayrı direkt olarak seyirciyle konuştuğum bölümdü. Hayatımda hiçbir papazın duasınına tanık olmadığımdanduayı okurken içine bizden de bir şeyler katıyordum, son sahnede ise tüm oyun oynadığım birini terk edip sonra tekrar ona dönmek zor geliyordu. KÖPRÜ: Bireysel olarak karşılaştığınız zorluklar bir yana grup çalışması sizi zorladı mi? Mayıs 2013 Sera Pekel Gizem Taşkın Mert Esencan: Hayır, sadece kalabalık sahneler biraz daha prova ve emek gerektirdi. Ama en çok eğlendiğim sahneler de bunlar oldu. Şeyma Hasköylü: Grup çalışması beni zorlamadı, ama prova saatleri çok zorladı. Mesela ben üç haftadır evime gitmiyorum. Magali Uslucan: Grup çalışması beni de çok zorlamadı, çünkü tiyatro daha önceki yıllardan da deneyimli olduğum bir şeydi ve bir grupla çalışmanın ne kadar zorluğu varsa bir o kadar da eğlenceli ve faydalı tarafları var; fakat bunları bilmek ve bunlardan faydalanmak lazım. Ali Sarılgan: Bazı kalabalık sahnelerde kendi oyunculuğumdan öte arkadaşlarımın oyunculuğuna verdiğim tepkiler önemliydi ve bunun yapay gözükmemesi için çalışmak gerekiyordu. Ama ne kadar çalışırsak çalışalım aynı sahne her seferinde farklı oynanıyordu. Bu yüzden toplu sahneler her zaman zor oluyor ve oyunun üç günü üç ayrı şekilde çıkabiliyor. KÖPRÜ: Oynadığınız oyunu farklı kılan nedir? Mert Esencan: Öncelikle bir Brecht oyunu sergilediğimizi gururla belirteyim… Oyunumuzu dekordan ve müzikten uzak tutmak istedik. Ayrıca, oyuncular diğer tiyatroların aksine bir oyunun içinde olduklarının farkında. Bu epik tiyatro oyununda seyirciler, karakterleri kendileriyle bağdaştırmak yerine onlardan uzaklaştırıyorlar. Magali Uslucan: Çok güzel ve net mesajlar veriyor izleyenlere. Şeyma Hasköylü: Oynadığımız oyun farklı çünkü insanların beğenmesi için değil beğenmemesi için tasarlanmış. Bulunduğumuz ortama özenmeleri için değil özenmemeleri için uğraşıyoruz. Epik tiyatro... KÖPRÜ: Seyircilerden nasıl bir tepki bekliyorsunuz? Mert Esencan: Seyircilerin oyundan eğlenmiş, fakat kafalarında “Bir insani böyle kötü duruma ne düşürebilir?” sorusuyla ayrılmalarını bekliyorum. Şeyma Hasköylü: İnşallah beğenirler! SANAT Magali Uslucan: Tam bir şey söylemek mümkün değil tabii; ama oyun gerçekten çok güzel bir oyun olduğundan ve birçok kişi tarafından çok fazla emek sarf edildiğinden ben sadece seyircilerin beğeneceğini umut edebiliyorum. Ali Sarılgan: Oynadığımız oyun diğer çoğu oyunların aksine seyirciyi yabancılaştırmak isteyen bir oyun. Oynanan tüm karakterler bencil, düzenbaz ve kibirli insanlar ve yazar Brecht seyircilerin bu karakterlerden tiksinmesini istiyor. Çünkü yalnızca tiksindiklerinde ve bizimle kendilerini özdeşleştiremediklerinde bizleri yargılayıp kendi hayatları üzerine düşünebilirler. Zaten kostümlerimiz ve dekorumuzda seyircilerinin yabancılık çekmesi için tasarlanmış. KÖPRÜ: Seyircilere söylemek isteyeceğiniz son bir şey var mı? Magali Uslucan: Oyunu izlerken dikkatli, eleştirel ve çok yönlü düşünmelerini tavsiye ederim. Bir oyuncuyu izlerken onun bütün özelliklerini, çevresini vs. göz önüne alarak izlemeleri oyunu anlamalarında ve daha çok zevk almalarında yardımcı olabilir. 15 Ali Sarılgan: Seyircilerin gördüklerinden iğrenmeleri ve bizlerden korkmaları en önemli amaçlarımızdan. Bunu başarabilirsek oyuna haksızlık etmemiş oluruz. Şeyma Hasköylü: Gelsinler izlesinler diyorum... Birol Özdemir’le Haymatlos Üzerine Bir Söyleşi Köprü: Haymatlos, insanın kendini bir ülkeye, devlete, coğrafyaya ait hissetmemesi demek. Başka bir deyişle insanın kendini kendi benliğinden başka hiçbir şeye bağlı hissetmemesi...Kitaba da adını vermiş. Neden Haymatlos? Birol Özdemir: Haymatlos sözcüğü, üzerinde kavramsal bir ilgiyi topluyor. Öyküde farklı yaşamsal seçimlerin bir ölçüde sorgulandığı görülebilir. Yersizlikyurtsuzluk olgusu günümüzün başat sorunsallarından. Kimbilir belki aidiyet ve kimlik sorunsallarının alabildiğine tartışıldığı ve son derece karmaşık sorunlara neden olduğu günümüzde konunun değişik bir boyutuna birazcık dikkat çekmek istemiş de olabilirim! Köprü: Öykülerdeki anlatıcılar, birbirinden çok farklı kişiliklere sahipler; fakat, müşterisine aşık olan simitçiden, başka bir berbere tıraş olduğu için berberinin önünden geçmeye utanan adama tüm karakterlerde ortak bir hassasiyet, farkındalık,toplum normlarına karşı direniş var. Tüm karakterler kirlenmiş çevrelerine rağmen içlerini temiz tutabilmiş. Şahsen okurken, her ana kahramanın içinde bir tutam Birol Özdemir gördüm. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler? Birol Özdemir: Bu konuda ben ne söyleyebilirim ki? Siz zaten her şeyi söylemişsiniz! Gerçekten böyle olduğunu size düşündürtebilmişsem ne mutlu bana, öte yandan anlatıcıyla yazarı yazınsal bir metinde her zaman bire bir indirgememeliyiz diye düşünüyorum. Fuzulî’nin o ünlü dizesini hatırlayalım mı burada? : “Aldanma ki şair sözü elbet yalandır.” Köprü: Sigma Bağları, benim en beğendiğim öykülerden. Kimyasal reaksiyonları bile insanlaştırmış, onları edebileştirmişsiniz. Bu öykü nasıl ortaya çıktı? Birol Özdemir: Bu öykü, aslında benim iki ayrı öykü kurgumun birleşmesinden doğdu. Sigma bağlarıyla anlatmayı düşündüğüm insanlık durumları başka bir öykümün gerçekliğiyle örtüşünce ortaya böyle bir metin çıktı. Köprü: Çok farklı tarzlarda öyküler kaleme almışsınız. Kemiklerinizi Kırarım ve Hestia Hep mi Üçüncüydü gibi. Sade, anlaşılır bir dil hakim kitaba. Bir röportajınızda dil işçiliğinden bahsetmişsiniz. Dilinizde sadelikle özgünlüğü birleştirmeyi başarmışsınız. Dilinizi bu şekilde işlemenize yardım eden, ilham aldığınız yazarlar ve eserlerden bahseder misiniz? Birol Özdemir: Dünya edebiyatı kadar bizim de çok zengin bir edebî mirasımız var. Sait Faik’ten, Sabahattin Ali’den Oğuz Atay’a Demir Özlü’ye değin çok verimli bir öykücülük çizgimiz var.Doğrudan ad vermek istemem ama benim öykümü Çehov kadar Steinbeck de beslemiş olabilir ya da kimbilir Wolfgang Borchert de! Farklı tarzdaki öykülerime gelince her öykünün gerçekliğinin o öykünün yapısını, dilini de belirlediğini düşünüyorum. Köprü: Simitçi öyküsünü, Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde okuduğunuz yıllarda bir arkadaşınızın başına gelen bir olay üzerine yazdığınızı söylemiştiniz. Kumral Öykü’deki fareli köyün kavalcısını anımsatan kahraman gibi diğer öykülerinizdeki kahramanlarda hangi olaylardan, kimlerden esinlendiniz? Birol Özdemir: Evet o öyküyü bir kız arkadaşımız yaşamıştı ama ben erkek kahramanın ağzından anlatmayı denedim. Yazmak için bazen küçük bir şey bile gerekçe oluşturabilir, Mayıs 2013 öte yandan yazdıklarınızın hangi deneyimlerinizden yola çıkarak oluştuğunu siz bile kendinize tanımlayamayabilirsiniz. Köprü: Okuyucu, öykülerde anlatılan mekânların içinde buluyor kendini.Güz mevsiminde Moda’dan, Simon Kalesi’nin karşısındaki köy okuluna kadar öyküler Türkiye’nin dört bir yanında geçiyor. Türkiye’nin dört bir yanını gezmişsiniz. Nereleri gördüğünüzü, bu yerlerin sizi nasıl etkilediğinizi anlatabilir misiniz? Birol Özdemir: Benim babam askerdi, onun için çok dolaştık. Erzurum sonra Trakya yine Erzurum, sonra Ankara derken öğretmenlik yılları başladı, Konya ve Antakya’da da bulundum. Sonra İstanbul... Kuşkusuz geniş bir coğrafyada dolaşmak yazıyı da besleyen bir etken. Köprü: Betimleyici bir anlatımınız var. Tasvirlerinizde beş duyudan oldukça yararlanmışsınız. Soyut, ruhsal tasvirleriniz de oldukça dikkat çekici. Uzun gözlemler sonucu oluşturulmuş bir kitap olduğu açıkça belli. Gözlemci karakteriniz çocukluğunuzdan beri var mı, yoksa sonradan geliştirdiğiniz bir yeti mi gözlemcilik? Birol Özdemir: Teşekkür ederim. Ah bir bilsem! Köprü: Öyküleri iki kümeye ayırmışsınız. İlk bölümdeki öykülerde aşk temel temalardan. Kitabı iki farklı bölüme ayırmanızın temel amacı nedir? Kitabın Simitçi gibi iç burkan bir öyküyle başlayıp, Kemiklerinizi Kırarım gibi fantastik bir öyküyle bitmesinin belli bir sebebi var mı? Birol Özdemir: Birbirine görece yakın olduğunu düşündüğüm öykülerimi birarada topladım. İlk bölümdeki öykülerle ikinciler arasında ton farkı Köprü Tayis Arslan olduğu düşünülebilir.Kısa, etkileyici olduğunu düşündüğüm bir öyküyle kitaba başlamanın öteki öyküleri de merak ettireceğini düşündüm, son öyküyle de kitabın kapanışında bir mizah tadı bırakmak istemiş olabilirim. Köprü: Neşat Ertaş, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş gibi ozanları ağırlamış, Yanık Ahmet’i yetiştirmiş Kırşehir’in Dalakçı köyünde büyümüşsünüz. 70’li yıllarda ilk köy gazetesi bu köyde çıkmış. Şu anda da kendi internet sitesi, televizyon kanalı ve kadınlar korosu var Dalakçı köyünün. Böyle renkli ve zengin kültürlü bir yerde yetişmiş olmanız sizi ve edebi kişiliğinizi nasıl etkiledi? Birol Özdemir: Ben Dalakçı köyünde büyümedim, ancak çocukken yaz tatillerini köyde geçirirdim. Sonrasında da dedem 93 yaşında vefat edene değin hemen her yaz onu ziyarete gidip bir hafta on gün köyde kaldım. Bu yöre halk kültürü açısından çok zengindir.Üniversite bitirme tezim de dedemin köyünün folkloru ve etnoğrafyası üzerineydi. Halkbilimin yazı için zengin bir alan sunduğunu hep düşünmüşümdür.Bu anlamda bazı yazdıklarımda söz konusu kültürün etkileri gözlenebilir. Köprü: Bir sonraki kitabı ne zaman okuyacağız? Birol Özdemir: Kim bilir? İlk kitabıma bir ilgi duyulduğunu görürsem belki ben de hızlanırım! Köprü: Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Birol Özdemir: Ben teşekkür ederim, potansiyel okurlarımla aramda bir köprü kurduğunuz için. SÖYLEŞİ 16 Hüsnü Özyeğin ile Girişimciler Perşembesi Genç Başarı Kulübü olarak düzenlediğimiz “Girişimciler Perşembesi”, her yeni etkinlikle beraber saygınlığını artırmaya devam ediyor. Türkiye’nin önemli girişimcilerini okulumuza getirip, öğrencilerle buluşturduğumuz etkinliğimizin bu haftaki konuğu okulumuz 100. yıl mezunu Hüsnü Özyeğin’di. Hüsnü Özyeğin’in konuşmasını dinlemek isteyenler Robert Kolej Tiyatrosunu doldurdular. Tiyatromuz bu sefer sadece kendi okulumuz öğrencilerini değil, velileri ve diğer katılımcı okulları da ağırladı. Hüsnü Özyeğin konuşmasını yapmak için sahneye çıkmadan önce Köprü Gazetesi olarak, kendisiyle kısa bir söyleşi yapma fırsatını bulduk. Köprü: Bir çok sektörde faaliyet gösteriyorsunuz. Bizi Robert Kolej öğrencileri olarak en çok ilgilendiren ise açtığınız üniversite: Özyeğin Üniversitesi. Bu üniversiteyi açma amacınız neydi? Ne zaman buna karar verdiniz? Hüsnü Özyeğin: Türkiye’nin en büyük ihtiyacı eğitim. Türkiye’nin son senelerde ekonomik konularda gösterdiği gelişme, yani büyüme mucizevi bir şey çünkü eğitim düzeyimiz genelde çok düşük, eğitim alma oranı ortalama altı buçuk yıl Türkiye’de, bu kadar başarı tamamen Türk insanının yaratıcı,çalışkan olması ve ekmeğini taştan çıkarmasından kaynaklanıyor bence. Bir de bunun üzerine biz iyi bir eğitimi koyabilirsek, Türkiye’de daha çok iyi eğitim kurumları açılırsa, ülkemizin önünde hiç bir engel kalmıyor: Türkiye’nin dünyanın en büyük ekonomiler arasında bulunması, sosyal, ekonomik bakımdan gelişmesi vb. Ben 1999’da üniversite kurmaya karar verdim. Daha öncesinde de birçok eğitim faaliyetim vardı. Birçok okullar açtım, MEB’e bağışladım. Kız yurtları açtım, köydeki, kasabadaki kızların okula gidebilmesi için. Sonunda eğitimin kalitesine de katkımın olmasını istedim çünkü liseyi bağışladığınız zaman, o lise MEB’in müfredatına uygun olarak, belirli kurallar çerçevesinde bir eğitim kalitesini tutturuyor. 1999’da üniversiteyi kurmaya karar verdiğimde, 2001 ekonomik krizi oldu. Çok zor bir dönemdi, birçok kurum bu süreçte battı. Ben de bu dönemde durdum. Sonra Finansbank’ı satınca, elde ettiğim parayla üniversiteyi açmaya karar verdim. Ama hep aklımda vardı. Bilkent Üniversitesi’nde on beş sene mütevelli heyeti üyeliği yaptım. Köprü: Harvard’da yabancı öğrenciler arasındaki ilk öğrenci lideri olduğunuz söyleniyor. Bu söylentiler doğru mu? Hüsnü Özyeğin: Doğru değil. Oregon State Üniversitesi’nde öğrenci lideriydim. Oregon State’de lisans öğrencisiyken, Öğrenci Birliği Başkanlığı yaptım. On dört bin kişilik bir üniversiteydi. Hüsnü Özyeğin ile Söyleşi Köprü: Bu kadar büyük bir üniversite de tüm öğrencilere başkanlık yapmak nasıl bir duyguydu? Bunu nasıl başardınız? Hüsnü Özyeğin: Bu muazzam bir duyguydu. Robert Kolej’in buna çok faydası oldu. Robert Kolej’de yatılı okumak, burada edindiğim inanılmaz sosyal gelişim ve kendime özgüvenimin artması Amerika’da bana yardımcı oldu. Üniversite’de birinci sınıf öğrencisiyken hemen öğrenci birliğine girdim. Ondan sonra ikinci senemdeyken, Sophomore Vice President oldum. Üçüncü senemde, Junior Vice President oldum. Son senemde ise öğrenci birliği başkanlığı yaptım. Yani öyle Köprü şansla olmadı. Bunu başarabilmek için çalıştım. Köprü: Robert Kolej’in sizin bugünlere gelmenizde ne gibi katkıları oldu? Gördüğünüz en büyük faydaları nelerdi? Hüsnü Özyeğin: Şöyle söyleyeyim, her açıdan çok büyük faydası oldu. Bir kere okulun yatılı olması, sekiz sene burada okumam, yani on yaşındayken kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladım. Yani Robert Kolej benim sosyal bakımdan, akademik bakımdan gelişmemi sağladı. Bu okula gelmeseydim Amerika’ya gitmeye cesaret edemezdim. Robert beni bağımsız, kendi ayaklarının üzerinde durabilen bir çocuk sonra adam haline getirdi. Berfin Torun Bey, girişimcilik üzerine yapacağı konuşmasına Robert Kolej’deki günlerini anlatan fotoğraflar göstererek başladı.. İlk liderlik deneyimlerini yaşadığı, sosyal ve akademik açıdan onu geliştiren Robert Kolej’in onun hayatını nasıl etkilediğinden bahsetti. Amerika’daki yaşamını anlatırken, salondakileri etkileyen önemli anlardan birisi John Kennedy’nin kardeşiyle yaptığı görüşmeyi fotoğraflarla gösterdiği bölümdü. Daha genç yaşlarında bu kadar çok işi bir arada yürütebiliyor olması hepimiz için ilgi çekiciydi. Hüsnü Özyeğin’deki girişimcilik ruhunu daha genç yaşlarda görebilmek mümkündü. Harvard’da yüksek lisansını yaptıktan sonra Türkiye’ye dönünce, yıllar önce Robert’ten tanıdığı bir arkadaşıyla karşılaşması sonrasındaysa, hayatı tamamen farklı bir yön almıştı. Ondan sonra Hüsnü Özyeğin hayatta hep kendini geliştirerek, farklı sektörlerde, farklı anlarda bulunarak, girişimciliğiyle Türkiye’nin en iyi iş adamları arasına girebildi. Gerek açtığı bankalar, gerek yakın zamanda açtığı Özyeğin Üniversitesi ile birçok farklı insana seslenerek başarısını göstermeye devam ediyor. Hüsnü Özyeğin, az kalan süre sebebiyle Köprü: Peki 150.yıl konuşmasını bitirmek durumunda kutlamalarımıza katılmayı kaldığında, salonda birçok el havaya düşünüyor musunuz? Hüsnü Özyeğin: Tabii ki de geleceğim. kalkmış, sorularını sormak için Bir de ben 100.yıl mezunuyum. Bu çok bekliyordu. İstedikleri sorulara cevap alamayanlar ise çıkış yolunda Hüsnü önemli bir şey. Az sonra konuşmamda Bey’i beklemeyi tercih edip ona bundan da bahsedeceğim. sorularını bizzat yönelttiler. Genç Köprü: Bu zevkli söyleşi için ve bize Başarı Kulübü ailesi olarak insanların zaman ayırdığınız için çok teşekkür bu etkinliğe gösterdiği ilgiyi gördükten sonra, emeklerimizin boşa gitmediğini ediyoruz. Hüsnü Özyeğin: Ben teşekkür ederim. gördük. Genç Başarı Kulübü olarak, bu etkinlikte bizlere yardımcı olan ve bizleri yalnız bırakmayan herkese bir Hüsnü Özyeğin ile söyleşimizden kere daha teşekkür ediyoruz. sonra etkinliğin yer aldığı tiyatroya doğru kendisine eşlik ettik. Hüsnü Mayıs 2013 SOSYAL MEDYA 17 Sosyal Medya Orucu Günlükleri Yaklaşık 20 Köprü Yazarı ve Gül Hocamızla beraber 1 hafta boyunca “Sosyal Medya Orucu”ndaydık. Kiminiz sosyal medyada yazdığımız durumlarımızdan, kiminiz ise bir hafta boyunca çektiğimiz acılardan dolayı bu oruçtan haberdarsınız. Köprü Gazetesi olarak “Sosyal Medya Orucu” olarak adlandırdığımız bu deneyi yapmamızın sebebi ise sosyal medyaya bağımlı olup olmadığımızı, sosyal medya olmadan nelere daha çok zaman ayırabileceğimizi ve sosyal medyasız hayatımızda nelerin değişebileceğini keşfetmekti. Tabii ki bu bir haftalık süreçte İrem İlhan ve Ayşenaz Toptaş gibi orucu bilerek bozup pişman olan yazarlarımız da oldu ama çoğu yazar sosyal medya ortamlarına hiç girmeden bu orucu tamamlamayı başardı. Peki bu bir haftalık süreçte neler yaşandı? Gelin hep beraber Köprü yazarlarından okuyalım. 1. Gün “Birinci gün en zorudur, derler. Alışma sürecine bile girmeye karar verememişsinizdir daha birinci günde. Dün gece yazdığınız son Tweet’in burukluğunu içinizde hissedersiniz. Tabii ilk gün cesaret de verir biraz. Bunun nedeni de daha başınıza geleceklerden habersiz olmanızdır. Dışarıdan bir göz gibisinizdir, hala deney için yaşanmamış zorlukları kolay bulma hissine kapılırsınız. Birinci gün ben de bu iki karşıt fikrin arasında sıkışıp kalmıştım. Sekmelerimde yalnızca Google, bir de okul mailimi geride bırakarak bilgisayarı usulca kapadım.” - Şiir Su “Daha birinci gün bile denemez sanırım, yirmi üçüncü dakikadaydık ki telefonumdaki mavi kuş simgesine basıverdim. Tabii ki karşıma ‘Oturum Aç’ sayfası çıktı. Aynı olayı, sosyal medya orucumuzu unutup otuz yedinci dakikada tekrar yaşadım. Sosyal medya kullanımına o kadar alışmışım ki, bu hafta nasıl geçecek tahmin bile edemiyorum.” -Defne Aksoy “Neredeyse 9 yaşımdan beri Facebook kullanan, ablasının fotoğraflarına yorum yapan o sinir bozucu küçük akraba olan ben, bu orucun zorluğunu hafife almışım. Daha ilk günden en az beş defa elim klavyedeki “f” harfine gitti. Her ders bilgisayarı sırasının üstünde açık duran bir 9. sınıf olarak, geçmek bilmeyen ders saatlerinde sürekli onunla göz göze gelip durdum.” -Elif Ece Acar “Telefonumda elim çoktan çıktığım Facebook ve Twitter hesaplarımın üstüne gidip gidip geldi. Kim ne yazmış diye merak ediyor, içim içimi yiyor ama kararlılığım bırakmama izin vermiyordu. ‘En azından ilk pes eden ben olmayacağım’ diyordum kendi kendime.” -Ceren Tezcan “Girmemek için kendimi biraz sıkmış olsam da baya kolaydı ilk gün.”-Elize “Gün içinde okuldayken aklıma bile gelmedi ama sonra eve gelip bilgisayarımı açtığımda elim yanlışlıkla facebook tuşuna gitmesin diye çok uğraştım. Hatta odama ilk geldiğimde az kalsın instagrama giriyordum son anda ani bir hamleyle kapadım. Çok korktum. Artık bir reflekse dönüşmüş sosyal medya kullanmak. Siz fark etmeden her dakika hayatınızın içinde.” -Hazal Özkan 2. Gün “Her gün okul bitmeden önce biten telefon şarjım 2 gündür bitmiyor!!! Sosyal medya çok büyük enerji kaybı!” - Şule “Eve geldim, internet sayfasını açtım. Youtube’a girdim. Başka sekme açamadım. İnternette yapacak başka bir şeyim yoktu. Sosyal medyasızlık çok zor. Şimdi bunca zaman nasıl geçecek? Olanları nasıl takip edeceğim? Arkadaşlarım ve takip ettiğim diğer insanlar ne yapmışlar nasıl kontrol edeceğim?” -Defne “Sosyal medyanın hayatımdan götürdüğü saatlerin farkına varmaya başladım. Okuldan eve gelip ödevlerimi bitirdikten sonra bir boşluğa düşüyordum. Artık okul mailimin sayfasını bile kendi kendine oturumu kapatmadan önce her seferinde yeniliyordum. Benim için Facebook’taki bildirimlerin yerini tutmasını umuyordum.” -Elif Okulda arkadaşlarım kendi aralarında sosyal medya temalı konuşmaları yaparken kendimi dışlanmış hissettim, her ne kadar basit de olsa habersiz kalma durumu beni rahatsız etti. Ama daha yolun başındaydım, pes etmek için çok erkendi! -Ayşenaz Mayıs 2013 Saçma burç yorumlarını okumayı bile özlemiştim. Bazı dersler Twitter olmadan geçmek bilmiyordu. -Ceren Bu oruca dayanamayacağımızı düşünen ve orucu bozmam için ellerinden gelen her şeyi yapan arkadaşlarıma teşekkür ederim ama dayandım!-Elize 3. Gün “Robert hayatımda ilk defa -hem de kötü bir gün geçirmemin sonucu olarak tam iki buçuk saat telefonda konuşmama rağmen- işlerimi hem de her şeyimi on biri on geçe bitirdim. Uyumaya hazırım. Her gece ikide uyuyan biri olarak, bunu bir mucize kabul ediyorum. Sosyal medyasızlık zor ama imkansız değil. Ayrıca kesinlikle çok zaman kazandırıyor. Her gece Facebook ve Twitter’a saatlerimi harcamanın ne kadar büyük bir zaman kaybı olduğunu anladım.” -Defne “Sınıfta arkadaşlarım sürekli Twitter’dan, Facebook’tan bir şeyler gösteriyordu. Birkaç defa unutup baktığım, sonra da “Ne yapıyorum ben!” diye kendime bağırıp geri çekildiğim oldu. Sosyal medya olmadan telefonum sanki işlevini yitirmiş gibi bir kenara atılmıştı. Herkesin konuştuğu resimlerden, olaylardan uzakta olmak ve “Aa unutmuşum, sen Köprü’desin.” gibi tepkilere maruz kalmak beni bunaltıyordu. -Elif Ödev yaparken arada açıp zaman geçireceğim bir site olmaması beni rahatsız etmeye başladı. Dikkati çabuk dağılan birisi olarak bu yokluk dayanılmazdı. Aralarda artık uzun zamandır bir kenarda okunmayı bekleyen kitaplarıma dönüyordum. Kazandığım zamanın farkında olsam da, dikkat dağıtıcılarımı da özlemiyor değildim. -Ayşenaz “Ben ilk günlerde eli telefondaki mavi kuş simgesine gidenlerden olmadım, ama zamanla yokluğunu fark eder oldum. Fark ettim ki Facebook, Twitter yoktan var olmuş şeyler değil. İkisi de bir şeylerin yerini almış. Esas sorun herkesi “içeride”, kendini “dışarıda” hissetmenmiş. Ben ki maç sonucunu, doğum günlerini, konserleri, hatta bazen ödevleri sosyal medyadan takip eden bir insandım. Facebook’un ve Köprü Twitter’ın olmaması sadece o an ne yaptığını yazamamanın veya yeni fotoğraf yükleyememenin eksikliğini hissetmekten ibaret değilmiş. Maç kaç kaç acaba?” Sıla Birinci ve ikinci günler oruca başlamanın verdiği hırs ve istek ile geçerken benim en çok zorlandığım gün üçüncü gün oldu. O gün yapmam gereken büyük bir işim ya da ödevim yoktu. Bu rahatlıktan yararlanmaya çalışan içgüdüm hemen klavyemdeki o zehirli tuşa, “F”ye, basmaya çalışıyordu. “F” sitesinden sonra en sık kontrol ettiğim e-mail’imi farkında olmadan sık aralıklarla kontrol ediyordum. Sadece yirmi dakika içinde e-mail’imi beş kez kontrol etmiştim. Bir saat boyunca iradem, içgüdülerimle savaştıktan sonra bilgisayarımı kapattım ve salona televizyon izlemeye gittim. Böylece en zorlu günde, kendimi bilgisayardan soyutlayarak insanları içine hapseden siteye girmemeyi başarmıştım ve haftalık amacıma bir adım daha yaklaşmıştım. -Mert “Belçika’ya gittiğimizde grup arkadaşlarım telefonları ellerinde, en yakında ki kablosuz ağa bağlanmaya çalışıyorlardı. Bense elimi çantama götürme gereği bile duymadım. Telefon artık sadece iletişim için gerekiyordu. Facebook’u açmadıktan, fotoğraf yükleyip, arkadaşlarımın linklerinde yorum yapmadıktan sonra neden telefonda internete ihtiyaç duyacaktım ki? Evet, abartmıyorum. Sosyal medyaya bu kadar bağlanmıştım. Akşama doğru ulaşmam gereken birkaç kişinin olduğunu hatırladığımdaysa küçük bir problem yaşadım. O kişilerle Facebook’tan haberleşmek o kadar kolay bir hale gelmişti ki, ben de telefon numaraları bile yoktu. Neredeyse tüm ilişkilerimizi belirleme noktasına gelmişti Facebook. Fakat yapacak bir şey yoktu, gerekli kişilerle gerekli iletişimi sağlayamadan günü bitirmiştim.”- BERFİN 4.Gün “Dördüncü gün benim için en kolay gündü. Bunun nedeni sosyal medyaya üç gündür girmediğim için sosyal medya hakkındaki çoğu şeyin aklıma gelmemesiydi. Bilgisayarı açtığımda ve ödevimi tamamladığımda yapacak hiçbir şeyim olmaması, aslında sosyal 18 medyanın ne kadar çok zamanımı çaldığının bir kanıtıydı. Çünkü eskiden bilgisayarda geçirdiğim zamanımın ödev yapmakla beraber en çok sosyal medyada geçtiğini fark ettim. Ve orucun dördüncü gününde ilk defa sadece yarım saat bilgisayar başında oturdum ve kalan zamanımı elimde bir telefon ya da kucağımda bir bilgisayar olmadan dizi izleyerek geçirdim. Ama hala aklıma gelen cümleleri Twitter’a yazamayacak olmam beni gerçekten huzursuz ediyordu!” - Yunus Emre “Facebook’a girememek zor değil. Alıştım. Ama Twitter’sızlık beni çok zorluyor. Başıma gelen komik olayları yazmaya, duyduğum ve güldüğüm bir şeyi takipçilerimle paylaşmaya, insanların başlarından geçenleri okumaya, sinirlendiğim şeyler hakkında sinirlendiğim insanların görmesi umuduyla iğneleyici 140 karakterli cümleler yazmaya o kadar alışmışım ki! Twitter kullanamıyor olmak gerçekten zor geliyor.” -Defne “Oruca başlamadan önce oturumlarımı kapamamanın cezasını 4 gündür çekiyordum. Gelen bildirimlerin hepsi gözümün önünde, bana bir tık uzaktaydı ve onları göremiyordum! Sadece oturumu kapamak için Twitter veya Facebook’u açmaya cesaret edemiyordum, çünkü kapamak konusunda kendime güvenmiyordum.” -Ayşenaz “Acaba pes edenler olmuş mudur?” diye düşünmeye başlamıştım. 4. gündeydik ve sosyal medya açlığım kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Odada “Twitter’ın mavisini özledim” diye haykırıp kafamı başka şeylere vermeye çalışıyordum. Bir dizi düşünceden sonra aklıma gelen son şey yine sosyal medya oluyordu. “Acaba çevrim içi mi?” mi diye Facebook’a bakmak, kim neler yüklemiş, ne yapmış görmek istiyordum.” -Ceren 5.Gün “Sosyal medyadan kaçmak imkansız. Evde kendimi kontrol edip girmemeyi başarıyorum, telefonumda da oturumlarımı kapattığım için bildirimleri almıyorum. Ama bütün gün okulda arkadaşlarım birinin attığı ‘tweetten’ bahsedince, Facebook’ta izledikleri bir videoyu bana anlatınca veya gördükleri bir resmi bana da gösterince ne kadar kaçmaya çalışsam da bir yerlerden sosyal medyaya yakalanıyorum. Yirmi birinci SOSYAL MEDYA yüzyılda, yaşıtlarımızla beraber zaman geçirirken bir haftamızı tamamen sosyal medyadan habersiz geçirmek imkansız hale gelmiş. Siz kişisel olarak bakmasanız bile, sosyal medyadan bir şekilde haberiniz oluyor.” -Defne “Yine 80 dakikalık bir İngilizce dersi sırasında hayal kırıklığına uğramış, bilgisayarımla bakışırken “İki buçuk gün kaldı!” diye kendimi avutuyordum. Twitter ya da Instagram hesabım olmadığı halde gün içinde insanlar o kadar çok şey gösteriyordu ki, işimi kolaylaştıracağı yerde zorlaştırıyordu. Ancak artık bu orucun iyi yönleri olduğunu da inkar edemezdim. Eski halime göre kendimi daha az yorgun hissediyordum. Ayrıca evde güzel bir film izleyecek ve hep okumak istediğim o kitabı bitirecek zamanı buluyordum.” -Elif “İtiraf etmeliyim ki, 5. gün ilk kez “Bir kez açıp hemencecik baksam kim bilecek ki?” diye düşündüm. Sonra bunu düşündüğüm için bile kendime çok kızdım bu kadar zayıf olamazdım. İşlerim biter bitmez bilgisayarımın kapağını kapayıp başka bir yere geçiyordum. “2 gün sonra bunu tweetleyeceğim” dediğim en az 5 şeyle karşılaştım. “ Aynı süre içinde eskiden yaptığım işin yaklaşık 10 katını yapıyordum neredeyse. Dersler açısından çok verimli bir hafta oldu. Ancak arada bir Facebook’a girsem de zaman geçse dediğim olmadı değil.” -Hazal Özkan “Telefon çantadan çıkarılır ve ön kamerayla bir fotoğraf çekilir. Fotoğraf güzel çıkmışsa ilk iş eliniz telefonda ki Facebook uygulamasına gider ve fotoğrafı yükle seçeneği seçilir. Tam bu rutini uygulayacakken, telefonunuz da artık Facebook uygulamasının olmadığını görmekse sizi birden gerçek hayata döndürür. Eh ne yapalım artık, başka zamana kaldı bu fotoğrafları da paylaşmak. Ne de olsa son üç gün. İşte bu hayal kırıklığıyla telefon tekrar çantaya kaldırılır.”- BERFİN 6.Gün “Telefonum kendini git gide yalnız hissetmeye başlamıştı artık. Bir haftadır silinmiş olan Facebook ve Twitter uygulamalarının yerinde boşluklar vardı. Parmaklarım her on dakikada bir Twitter tuşunun üzerinde gezmiyordu. Boşluktaydı parmaklarım. Telefon alıp, Köprü hiçbir tuşa basma şansı bulamadan geri bırakıyorlardı. Ben de yazmadım. İçten içe ne de olsa bir gün kaldı diye de fısıldamıyor değildim elbet. Bir haftalık radyasyon ve şarj tasarrufum sona erecek gibi bir his vardı içimde. Bir gün daha.” - Şiir Su “Şaşırtıcı biçimde kolay hale geldi. Sosyal medyayı kullanmak çok isterdim ama kullanmamak artık zor gelmiyor. Sanırım alışıyorum.” -Defne “Bu altı günde yaşadığım en büyük sorun, herkesin herkesi düşünmeden sosyal medyada aktif eleman kabul etmesini fark etmem oldu. “Facebook’tan mesaj attım oradan bakarsın.”, “Bilmem ne videosunu izlesene Facebook’ta var.” cümleleri hiç bu kadar yaralayıcı olmamıştı. Yaralayıcı değil yahu, öyle bir altı gündü işte. Yokluğunu elbet hissettim, ama “Facebook’tan, Twitter’dan önce neyle yaşıyormuşuz biz?” seviyesine de gelmedim. Olmasa da olur ama olsa daha iyi olurlarmış. Bitmesine az kaldı. Hadi bakalım...” Sıla 7. Gün “Sosyal Medya Orucu süresince en büyük düşmanım, güya can yoldaşım, hayat ortağım olan Blackberry’mdi. Sürekli yanıp sönen Facebook, Twitter’dan bildirimlerimin olduğunu bas bas bağıran kırmızı ışık, gel de şu orucu boz dercesine her defasında daha hızlı, daha da kırmızıydı. (Tabii değildi, hızı ve rengi her zaman aynı). Kırmızının davetkarlığı her ne kadar beni bu orucu bozmaya itse de, 7 gün boyunca sosyal medyadan uzak kalabilmeyi başarıp görevi tamamladım. Kırmızının çekiciliği sosyal medya için büyük bir avantaj diye düşünüyorum. Bu bildirimler kırmızı ışıkla gelmese, bu kadar sık sosyal medyayı kullanmazdım.” - Şule “Vardığımız sonuç bir başarı mıydı, başarısızlık mıydı yoksa yalnızca beklentilerini karşılayan son muydu bilinmez fakat tam da bu yedi günün sonunda hepimiz yeni bir tweet atmayı unutmamıştık. Resimlerimizi ve videolarımızı paylaşıp, mail ve dizi sekmelerini yanında Facebook, Twitter ve Tumblr bize yeniden gülümsemeye başlamışlardı. Yalnızca bir süreliğine tatile çıkmış gibi, koltuklarına geri yerleştiler. En büyük kazancımızdı belki, şimdi çok da fazla şaşaalı değildi o Mayıs 2013 koltuklar.” - Şiir Su “Bütün günü heyecanla; saat saat, dakika dakika geri sayım yaparak geçirdim. Sonunda sosyal medya orucumu açabilecektim. Aklımda sürekli bu vardı. Anneme: ‘Bu gece on ikide sosyal medya kullanmaya başlayabileceğiz. Zaten bütün hafta çok zamanım arttı, çok uyudum. Bu gece üçte yatarım.” gibi cümleler kuruyordum. Planım üç saat sosyal medyada kalıp hasret gidermekti. Defne için iftar vakti geldiğinde ise heyecanım doruktaydı. Yeni sekmelerde Facebook ve Twitter’ı açtım. Şifrelerimi girdim. Ancak sonra çok garip bir şey oldu. Bırakın üç saati, bir saat bile duramadım sosyal medyada, hatta on dakika bile. Altı, tam altı dakika sonra sıkıldım. Oturumumu kapayıp uyudum.” -Defne “Biraz geç kalmış olsam da alışmıştım. Artık elim yanlışlıkla Facebook tuşuna gitmiyordu. Derslerde bilgisayarım bana bakmayı neredeyse kesmişti. Arkadaşlarım bir şey gösterdiğinde basitçe “Hayır.” deyip kafamı çevirebiliyordum. Bütün hafta boyunca tüm ödevlerimi eksiksiz yapmıştım. Yine de kalan saatleri hesaplıyordum bu orucu tutan birçok kişi gibi. Nihayet bir hafta tamamlandığında, Facebook’a 9 yaşında ilk açtığımdaki o heyecanla girdim. Belki de birkaç gün hiç girmediğim için gözümde büyüttüğüm sosyal medyada aradığımı bulamamıştım.” -Elif “Sosyal Medya orucunda en zorlandığım şey Facebook ve Twitter’a girmeden önce girmemem gerektiğini unutmam oluyordu. Ama sonlarına doğru bir boşluk hissediyordum ama çok da acı çektiğim söylenemez. Hatta bu orucu bir gün fazla yaptım çünkü pazar akşamına kalan ödev yoğunluğundan dolayı orucumu bozmak aklıma bile gelmedi ve ancak pazartesi bozabildim. Sonuç olarak başında biraz zor geldi ama hiç pes edecek kadar da özlem duymadım.” - Alara Gebeş “Son gün, benim açımdan son derece utanç vericiydi. Orucu bozdum. Üstüne üstlük yakalandım. Kendim tarafından. Girerken ne düşünüyordum, alışkanlıkla mı girdim, sonuçlarını bile bile mi yaptım, hiç emin değilim ancak Facebook Sohbet’imden gelen o sesi duyduktan sonra kafamdan aşağı boşanan kaynar suları size tarif SOSYAL MEDYA etmeme olanak yok. Hem orucu bozmuştum, bunu yaparken bir de akılsızca davranmıştım. Bilgisayarı anında kapadım ve herkese orucu bozduğumu haber verdim. Kendimi suçlu hissediyordum, o yüzden bir tür cezayı hak ettiğimi düşündüm. Fazladan 1 gün oruç tutmayı önerdim, ancak ifşa edilmem uygun görüldü. Durmayın, ayıplayın, çünkü bunu hak ettim.” -Ayşenaz Sosyal Medya Orucumuzu Açmamızın Ardından Bir Hafta Geçtikten Sonra “Artık sosyal medyaya çok daha az giriyorum. Yasak olması hoş değildi; olan biteni takip edebilmeyi, canım sıkıldığında Twitter’ı okuyabilmeyi, insanların resimlerine bakabilmeyi çok seviyorum. Ama sosyal medyasız geçirdığim bir haftadan sonra eskiye oranla Facebook’ta çok daha az zaman geçiriyorum ve çok daha az ‘tweet’ atıyorum. Sosyal medyayı kullanabilmek ve en önemlisi özgürce kullanabilmek çok güzel bir şey ama artık eve geldiğim anda bilgisayarımda üç sekme ihtiyacı hissetmiyorum. Arada canım sıkıldığında aklıma geliyor sosyal medya. Facebook ve Twitter’ın hayatımda bir gereklilik değil, bir seçenek olduğunu bana gösterdiği için Köprü gazetesinin bu sosyal medya orucuna çok şey borçluyum, özellikle de iki katına çıkan uyku süremi.” - Defne “Orucun bittiği gün her ne kadar “O kadar sık girmesem de olur.” şeklinde düşündüysem de, günler geçtikçe sosyal medya alışkanlıklarım kendini gösterdi. 1 hafta sonra eskisi kadar kullanmaya başladım. Bu oruca katılmam, sosyal medyayı gereksiz yere kullanmazsam neler yapabileceğimi görmemi sağladı. Sürekli “Ama vaktim kalmıyor ki.” diye yakınıyordum. Bu sayede film izlemek, kitap okumak, dışarı çıkıp dolaşmak gibi istediğim şeyleri yapacak zamanı kazandım. Sosyal medyadaki güncel olayları takip etmek güzel olsa da keşke her sıkıldığımda ona başvurmamı önleyecek, oruçla gelen zorunluluk hissi hep içimde kalsa.” -Elif Ece Acar “Bu olaydan sonra sosyal medyaya olan bağlılığımı sorguluyorum, günümüz dünyasındaki vazgeçilmezliğini sorguluyorum.Gerçekten ihtiyaç mı duyuyorum? Eğer öyleyse, bu neyin ihtiyacı? Haberdar olmak, haberdar etmek, her zaman ulaşılabilir olmak o kadar da önemli mi? Kısacası, artık daha mesafeli bir ilişkim var sosyal medyayla.” -Ayşenaz deneysel oruç sayesinde artık sosyal medya bağımlısı olduğuma dair hiç şüphem kalmadı. Oruç süresinde her an ne oluyor, TT listesinde kimler var, şu tweet kaç RT almış gibi şeyler düşünüp sosyal medya olmadan bir hafta geçirebileceğimi düşünen zihniyetimden nefret etmiştim. Oruç bittikten sonra sosyal medyaya olan ihtiyacımın yani bağımlılığımın kısmen de olsa azalacağını düşünmüştüm ama eski tas eski hamam derler ya aynen öyle. Sosyal medyanın da her ne kadar istersem isteyeyim bırakamayacağım bir şey olduğunu böylece öğrenmiş oldum.” -Ceren Bu oruca başlarken bir hafta boyunca hem twitterdan hem faceboook uzak kalabileceğime hiç inanmamıştım ama başardım. Bu oruç sayesinde de anladım ki ben sadece kendimi bağımlı olduğum ile ilgili kandırıyormuşum. O kadar zorlanmadığım bir haftaydı aklıma çok fazla tweet gelip yazamamak biraz üzücüydü ancak tutulamayacak bir oruç değildi. Yedi günün sonunda Twitter’a girdiğimde atacak bir tweet bulamayıp uzunca bir süre atacak tweet aradıktan sonra tweet atmaktan vazgeçtim sanırım bu oruç Twitter ve Facebook’u daha az kullanmaya başlayacağım. -Elize 19 1984’ü okuma hızım yarıya düştü ama eskiye oranla sosyal medyayı daha az kullanıyorum sanırım. -Hazal Özkan “Itiraf ediyorum, bu deneyden sonra sosyal medyaya ne kadar ihtiyacım olduğunu sorgulamaya başladım. İlk günlerde sabahları rutin haline gelen Facebook kontrolünü yapamamak çok zor gelmişti. Fakat birkaç gün geçtikten sonra, telefonumdan tüm sosyal medya uygulamalarını silmiş olmanın verdiği rahatlıkla, telefonu çok sık kontrol etme ihtiyacı duymadım. Hatta bu sosyal medya orucu telefonumu iki günde bir şarj etmemi sağladı. Neden mi? Çünkü artık şarjımı gereksiz yere harcayacak uygulamalar yoktu. En önemlisi ise, ilk defa bazı şeylere tam konsantre olabildiğimi fark ettim. Önümde gün boyu açık olan bir sayfayı durmadan yenilemektense, ferah bir kafayla günümü daha dolu geçirebilmek için neler yapabileceğimi düşünüyordum. Eğer birçok arkadaşımla da günlük hayatımda Facebook’tan mesajlaşıyor olmasaydım, sosyal medyanın yokluğunu büyük ihtimalle uzun bir süre daha hissetmezdim.”- BERFİN “Köprü yazarları olarak yaptığımız bu Robert’te İnternetsiz Bir Yaşam Okulumuzda, öğrencilerin de internetinin olmaması, bu nedenle ödevlerini yapamamalarının mantıklı bir bahane olduğunu düşünen tek kişi ben değilimdir herhalde. Öğrencileri internet, teknoloji ve dizüstü bilgisayarlarla haşır neşir eden okulumuzda ve okulumuzun bu güzel ve yavaş temposunda yirmi gün boyunca internetsiz kalmam, odamda gecekondu hayatı yaşamama sebep oldu. “İnternetim şu kadar gündür yok.” dediğim her arkadaşımdan aldığım cevap aynı “ Sen nasıl yaşıyorsun?” Yaşıyorum işte, yaşayabiliyorum. Avantajları olduğunu söyleyebilirim hatta. Erkenden uyumak. Erken dediğim 11 gibi değil, bildiğin 9. Çoğumuz, karşısında onu eğlendiren bu kaynak varken, ödevleri yapmaya saat 9’da başlıyor ama ben her gün yaklaşık dokuz saat uyudum. Fakat bu aşamaya gelmek tabii ki zaman aldı. Yirmi gün dile kolay. İlk hafta ciddi anlamda psikolojik olarak çöktüm. Yapacak hiçbir şeyimin olmaması, hissettiğim boşluk ve yalnızlık beni agresifleştirdi. Özellikle telefonumun bir anda kesilmesi –beni evimden dış dünyaya bağlayan tek alet, her şeyim- benim tamamen terk edildiğim bir dünyada, yani yatağımda hapsolmama neden oldu. Normalde ödevleri bir şekilde arkadaşlarından öğrenen ben, ödev defteri tuttum. Tabii ki bu süreç uzun sürmedi. Babamın kulakları, tabiri caizse bağırdığımda ortaya çıkan harikulade sesimi daha fazla duymaya dayanamamış olsa gerek sorunu halletti. Telefon gelince kendime dedim ki, “Bak Eymen internetim yok diye laf ediyordun, kötünün de kötüsü varmış.” Yani sonuç olarak, akıllandım. Mutlu mutlu yaşamaya devam edebilirdim, okulun bize interneti daha çok kullanalım diye verdiği, internet Mayıs 2013 üzerinden yapacağımız ödevler yani mastering’ler - tenefüslerimi bilgisayar labaratuvarlarında geçirmemin naçizane nedenleri- olmasaydı. Hiç değilse bu deneyim ile geçmişteki insanların zamanlarını nasıl geçirdiklerini anlamış oldum. Uyuyorlarmış. Ayrıca aileleriyle daha çok vakit geçiriyorlarmış. Fark ettim ki, ben taşınmadan önce yani internetim varken, ailem için köşe odada gece gündüz sadece su isteyen bir saksıdan farklı değilmişim. Suyu nasıl anlarsanız artık para mı dersiniz yemek mi dersiniz. Dış dünyayla sosyalleşmem ve sosyal medya kullanımım azalsa da ailemle bağlarımın güçlendiğini düşünüyorum. Bu kız kafayı yemiş, internetsizlik kafa yapmış, internetsiz kalınır mı demeyin. Bu bir süre sonra elinizdekiyle yetinmeye alışmak değil, aslında olması gereken de bu. Okulumuzun bizi bu kadar internet kullanımına teşvik etmemesi gerekli. Köprü Eymen Pınar Gözlerimizin gördüğü zarar, aldığımız radyasyon da cabası. Özellikle her yerde yanlarında dizüstü bilgisayarlarını taşıyan ve dersleri onlarla işleyen alt sınıflar artık sosyalleşmeyi de umursamıyor. Teneffüslerde sınıfların yanlarından geçtiğimde herkesin dizüstü bilgisayarına kapanmış şekilde durması ve özellikle sınıfta hiç ses olmaması beni gerçekten çok üzüyor. Belki benim yaşadığım yirmi günlük deneyim biraz fazla ama okulun bizi interneti ve dizüstü bilgisayarları kullanmaya bu kadar iteklememesi gerekiyor. SOSYAL MEDYA 20 Asosyal Medya Cuma günleri o kadar yoruluyorum ki bütün gün “Bugün okul çıkışı gidip uyuyacağım.” diyorum ama ne yazık ki cuma günleri kulübüm oluyor. Kulübe gittiğimde de bütün yorgunluğum kalkıyor üzerimden hem de her hafta. Bazen okulda sıkılıyorum derslerden, projelerden; hemen yurda gitmek istiyorum ama kulüp sonraları aynı duyguyu yaşamıyorum. Neyse gelelim konuya... Yurda gittim cuma günü. Odanın kapısının önünde durdum. Kızlar ben yokken ne yaptılar, diye merak içindeydim. “Kızlar ben geldim!” diyerek hızlıca içeri girdim. Girdim ama hiçbir şey göremedim. Oda kapkaranlıktı, sadece iki arkadaşımın masasındaki bilgisayarların ışığı seçilebiliyordu. Bir daha “Kızlar!!!” dedim, kimse cevap vermedi. Baktım biri dizi izliyor biri de Facebook’ta sohbet ediyor, müzik dinliyor. Seslendim, seslendim kimse duymadı; sonunda sinirlenip ışıkları açtım, ikisinin de kulaklıklarını çıkardım. Birden “Ne oluyor?” dediler, bana baktılar ters ters. “Seslendim seslendim duymadınız, neredeyse bilgisayarın içine gireceksiniz.” deyince de “ Off Gülbabil kapat ışıkları yaa, en heyecanlı yerinde böldün dizimi bak!” dedi. Hava da o kadar güzel ki dışarı çıkmayı teklif ettim birkaç sefer ama kime söylediğim belli değil, sanki duvara konuşuyorum! Oturdum artık yapacak bir şey yok diye, bütün gece bilgisayarla uğraştılar. Skype, Facebook, Twitter, Tumblr, arada Gülbabil da mesaj geliyor telefona. Aynı odada Kökver beş altı saat konuşmadık sanki kimse yokmuş gibi. Halbuki dışarı çıkıp temiz hava alabilir ya da en azından sohbet edip birlikte zaman geçirebilirdik evimde de öyle, orada da kardeşlerim akşama kadar bilgisayar başında vakit geçiriyor. İnternet, sosyal medya hayatımızda çok önemli bir yere sahip kabul ediyorum ama dozunda kullanabildiğimizde. Sosyal medyayı takip edeceğiz diye internet bağımlısı oluyoruz, bilgisayar başına kitlenip kalıyoruz saatlerce. Bu da maalesef insanı yalnızlaştırıyor.. Şimdi bunu neden anlattığıma gelirsek cuma günü yaşadığım olayı sadece biz yaşamıyoruz. Birçok odada ve evde yaşanıyor bu durum. Bodrum’daki SC Balosundan renkli görüntüler... Köprü Mayıs 2013 Sosyal medyanın yararı hiç mi yok? Tabii ki var, insanlar yıllar sonra lise, ilkokul arkadaşlarını bulup iletişime geçebiliyor. Bazı insanlar evini, işini sosyal medya aracılığıyla buluyor. Hatta evleneceği kişiyi bile bu yolla bulanlar var son zamanlarda. Vurgulamak istediğim şey; her şeyin azın karar ve çoğun zarar olduğu gerçeği. Gündemi mi takip ediyoruz? Arkadaşlarımızla mı sohbet ediyoruz? Edelim tabii ki... Ama kendimizi bu sosyal medya denen ama aslında bizi asosyal bireylere çeviren bu ağa hapsetmeyelim lütfen... HABERLER 21 Geçmiş Kadınlar Günü Hakkında Birkaç Söz Kadınlar, yüzlerce yıl erkek hegemonyası altında yaşadıktan sonra ancak 20. yüzyılda siyasal ve toplumsal haklarına kavuşmuşlardır. Maalesef bütün bu gelişmelerle, hakların verilmesi ve artık kadınlarında siyasal ve toplumsal alanda söz sahibi olmaya başlamasına rağmen toplumdaki ön yargılar ve sosyal baskı yıkılamamıştır. Günümüzde, kadın hakları iki yolla verilmiştir. Bunlardan birincisi kadınların çabalarıyla elde edilen haklardır. Bu hak verilme yolunu, kadınların haklarını başbakanlık konutunu taşlama gibi eylemlerle aldıkları İngiltere’de görebiliriz. İkinci yol ise kadınların çabaları olmadan, devlet tarafından kadınlara haklarının verilmesidir. Bu durumu, kendi ülkemizde görüyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınların ve halkın çoğunun eğitimsiz olması nedeniyle kadınlar hiçbir şekilde kadın hakları eylemleri yapmamıştır ve devlet kadınlara haklarını vermiştir. İşte bu yüzden ülkemizde kadınlar haklarını fedakarlıklarla almadıkları için kadın hakları çok sağlam temellere oturmamıştır ve hâlâ toplumsal hayatta erkekler kadınlardan daha üstündür. Her ne kadar “eşitlik” kimsenin dilinden düşmeyen bir kavram haline gelse de pratikte bu eşitlik kavramı yapmacık bir hale dönüşmektedir. Bu yüzden “kadın hakları” çoğu feministi rahatsız eden ve kadın kimliğini aşağılayan “pozitif ayrımcılığa” dönüşmektedir. “Eşitlik”, “kadın hakları” gibi kavramları hâlâ toplum tarafından anlaşılamadığı için bu kavramlar uğruna yapılan hareketler eşitsizliğe yol açmaktadır. Biz de bu yazımızda günlük ve toplumsal hayattan kadın haklarına zarar veren ve erkek üstünlüğünü pekiştiren ise kolaya kaçmaktan başka bir şey örnekleri sizlere sunmak istiyoruz. değildir ve günümüz Türkiye’sinde ihtiyaç duyduğumuz zihniyeti zehirler. İlk olarak, her gün televizyonda gördüğümüz, ismi İkinci olarak, siyasal ve formatı nedeniyle rahatsız edici partilerin hepsinin bir Kadın Kolları bulduğumuz bir yarışma programı olması da bize göre kadın hakları hakkında sizlere farklı bir bakış açısı ihlalidir. Kadın Kolları, “kadın hakları” sunacağız. “Ben Bilmem Eşim Bilir” ve “eşitlik” kavramlarını partilerin kendi yarışmasında bildiğiniz gibi evli çiftler çıkarları adına suistimal etmektedir. çeşitli oyunlar oynayıp, performansları Siyasette her vatandaş cinsiyet fark hakkında tahminlerde bulunuyorlar etmeksizin temsil hakkına sahiptir ve ve en yakın tahmini yapmış olan bir partide her cinsiyet aktif olarak çift kazanıyor. Bizleri rahatsız eden görev alabilir. Kadınlara parti içinde ilk şey, yarışmanın ismidir. “Ben ayrı bir teşkilat açmak, partilerin bilmem eşim bilir.”, ülkemizde yıllardır erkek hegemonyası altında olduğunu kocaları tarafından ezilmiş kadınların, kabullenmek ve desteklemek demektir. kendilerine sorulan sorulara cevap Bir partide Kadın Kollarına ihtiyaç verecek kadar güveni olmaması ve duyulması kadınların siyasete uygun soruyu cevaplamayı her şeyi bildiğine görülmemesi demektir. Kadınları inandığı, kendisini bastıran kocalarına siyaset sahnesinin dışına atmak için, bıraktıklarını ifade eden bir söz öbeğidir. sadece kadınlara özel bir teşkilata ihtiyaç Kadınları ezen bu söz öbeğinin 21. duyulmuştur. Ve maalesef çoğu partinin yüzyılda bir yarışmanın adı olması hem bu teşkilatı bir “Altın Günü Toplantısı kadın hem de insan haklarına yapılan Yeri” olarak görmesi de kadınlara karşı bir saldırıdır. Bizi rahatsız eden ikinci duyulan yargıların kanıtıdır. Bu sözde şey ise kadınlar ve erkekler için seçilmiş çaba ile partilerdeki kadın vekil oranları etkinlerdeki görünür fark. Arkada onları karşılaştırıldığında ise tablo daha da destekleyen partnerleri eşliğinde tahta komik bir hal almaktadır.Partilerin bloklar kırmaya çalışan, yük taşıyan sahip olduğu kadın vekil yüzdeleriyle erkekler yarışmayı bir güç gösterisine birbirleriyle yarışmaları, yeni seçilen her çevirmektedirler. Oysa, onların hemen kadın vekilin özel olarak duyurulması, ardından yarışacak olan eşlerinin kadın bakanların ya Milli Eğitim ya da katılacakları her yarış, gözle görülür Aile ve Kadından Sorumlu Bakan olması şekilde daha basit, daha az zorlayıcıdır. aslında kadınların hem toplumsal hem Bu tür endişe ve şikayetlere en sık de siyasal hayatta ne kadar “yapmacık” verilen cevap ise kadın ve erkeğin fiziksel bir tavırla karşılandığının kanıtıdır. yapılarındaki farklılıkları, kadınların Peki ne yapılması gerek? bedensel olarak elverişsiz oluşlarıdır. Hiçbir biyolojik farklılık, toplum Bu, çözülebilir bir sorun mudur? Ya da gözündeki öncelik, üstünlük anlayışını çözülmesi istenen bir sorun mudur? etkileyemez. Sırf reyting uğruna Kadın hakları ne kadar yasalarla ise yapılması gerekeni yapmamak, sağlansa da insan zihniyetini yasalarla öğretilmesi gerekeni öğretmemek değiştirmek imkansızdır. Ne zaman Ayşenaz Toptaş Yunus Emre Erdölen haberlerde dövülen eşler, tecavüze uğrayan ve tecavüze uğradığı için “namussuz” olmakla suçlanıp töre yüzünden öldürülen genç kızlar, giydiği kıyafetler yüzünden baskıya ve tacize uğrayan kadınlar görsek, sadece bir iki saniye üzülüyoruz ve düşünüyoruz. Ardından kendi hayatlarımıza odaklanıp, onlar hakkında düşünmeyi bırakıyoruz, onları yok sayıyoruz. Ama biz onları unutsak bile kadınlara zulmeden zihniyet unutmuyor ve onların peşine düşüp genç hayatları bıçaklıyor, öldürüyor. İşte bu yüzden her cinayette, her tecavüzde ve tacizde bizim de suçumuz var. Kadına kalkan her el, aslında bizim de elimiz. Çünkü biz sadece olaylar yaşandıktan sonra üzülen ama öncesinde engellemek için hiçbir şey yapmayarak, bencil hayatlar sürdüren şehir insanlarıyız. Sessiz kalınan her dakika, geçiştirilen her teşebbüs, vicdanımızdaki yüke ağırlık ekliyor. Bu yüzden çok geç olmadan hem erkeklerin hem de kadınların, kadın haklarını ihlal eden ögeleri hayatlarımızda silmek için birleşmeli ve kadınlarımızı ezen zihniyeti yok etmek için eğitim sürecini hızlandırmalıyız. Çünkü kainat kadınların bir nefesinden ibarettir ve eğer bir gün o nefes kesilirse, yaşam durur. Gelecek sene Köprü’nün bir parçası olmak istiyor musunuz? torber.14@robcol.k12.tr ve erdyun.15@robcol.k12.tr adreslerine ileti atabilirsiniz. Mayıs 2013 Köprü SANAT 22 Müzeler ve Sanata Kısa Bir Bakış Boş zaman mı? Boş zaman hepimizin aradığı bir şeydir çoğu zaman. Boş zaman demişken, elinizde kahveniz, arkanıza yaslanıp hayallere dalmaktan sıkılmaya başladığınız anlardan bahsediyorum. Hani uzun süre hiç zamanım yok diye yakındıktan sonra aniden boşluğa düştüğünüz günler olur ya, işte onlara yönelik bu yazdıklarım. Niye boş zamandan bahsediyorum peki? Genelde boş zamanlardır oturup kendimiz için bir şeyler düşünmeye vakit bulduğumuz anlar. Bazılarımız ise sıkılır boş zamanlardan, kendini anlamak için kafa yormak yerine dağıtmak ister kafasını başka yönlere. İnternetten, filmlerden, dizilerden bile sıkıldığımız an boşluğa düşmüş gibi hissederiz böyle anlarda. Lafı çok uzatmayalım öyleyse. Aynı anda hem kendimize vakit ayırıp hem de kafamızı dağıtabileceğimiz bir seçenek var aslında her zaman. Sergilerden bahsetmek istiyorum bu noktada biraz. Kendinizi sanata bırakmak ve bir anlığına da olsa kendinizden kaçarak iç dünyanızda yolculuk yapmaktan bahsedelim biraz da kabaca. Hepimiz sanatı bambaşka gözlemlemeye, tabloları anlamaya çalışırken farkında olmadan iç dünyamıza da dokunuruz aslında. Bütün bu klişe anlatımları kenara bırakıp – zamanınız boş olsun veya olmasın – duygularınıza seyirci olmak, çerçevenizin içinden neleri kaçırdığınızı görebilmek, işte tam bunu yaparken de bir süreliğine geçen saniyelerin gürültüsünden uzaklaşmak istiyorsanız eğer size İstanbul’da birkaç sergi önerisinde bulunmak isterim. Bir göz gezdirelim o zaman İstanbul’da nerelerde sergiler var diye. Doğruyu söylemek gerekirse İstanbul geçmişten gelen tarihiyle birçok sanat eseri barındırmasına rağmen, sanatı halka sunma konusunda pek de başarılı sayılmaz. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda müze ve sergi var diyebiliriz hatta. Tamam belki daha fazla, ama ne olursa olsun sanatı daha yoğun yaşayabilecek nitelikte olan bir şehirde yaşıyoruz. İlk olarak bahsedeceğim müze Sakıp Sabancı Müzesi. SSM pek çoğumuzun varlığından haberdar olduğu bir müze. Çoğu zaman İstanbul’da gerçekleşen önemli sergilere ev sahipliği yapıyor ve konumu nedeniyle de manzarası ziyaretçilerinin önemli bir ilgi odağı haline geliyor. Müzede şu anda ziyaretçilere açık olan sergi ise “Bir Ülke Değişirken - Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi” adlı resim koleksiyonu. Bu koleksiyonun içerisinde Osmanlı döneminin başlarından tutun, Türk resminde modern sanatın izlerinin görülmesine kadar pek çok tablo barınmakta. İbrahim Çallı, Osman Hamdi Bey, Feyhaman Duran ve Fikret Mualla gibi pek çok tanınmış Türk ressamının eserini bulunduğu sergi, çok çeşitli eserler barındırıyor. Bu eserleri birbirleriyle dönemsel veya temasal olarak da bağdaştırmanıza olanak tanınıyor aynı zamanda. Müzeyi gezerken eserlerin dönemsel değişikliklerine, bu değişikliklerde bulundukları dönemin ve dönem içi yaşantının barındırdığı farklılıklara tanıklık edebiliyorsunuz. Eleştiri getirmek gerekirse, serginin bulunduğu salon ne yazık ki pek de büyük değil. Bu da eser sayısının biraz kısıtlı olduğunu kanıtlar nitelikte. Türk resmi hakkında genel bir görüş verse bile bu konuda daha detaylı ve kapsamlı bir bakış açısı arayanları hayal kırıklığına uğratabilir. Eğer bir göz atmak isterseniz bahsettiğim resim koleksiyonu SSM’de sürekli sergi konumunda bulunuyor. Bunun yanında, sergiyi gezdikten sonra üst kata çıkıp hat koleksiyonuna göz atmanızı da öneririm. Hat sanatı ile ilgili temel ve önemli bilgilerin verildiği bu sürekli sergide ise, ülkemizde tarihsel kültürün bir parçası olan hat sanatıyla ilgili önemsemeyip üstünde durmadığımız bilgiler, daha önceden fark etmediğiniz sırlarıyla sizi şaşırtabiliyor. Hat sanatının özelliklerini, yapılış sürecini ve hat sanatıyla, Kuran’ın yazılışıyla ilgili önemli noktaları gayet açıklayıcı bir biçimde gözler önüne seriyor sergi. Türk kültürü, tarihi ve sanatı hakkında bir adım daha atmak isteyenler için SSM güzel bir seçenek olabilir. Kapsamlı bir şekilde sizi tam anlamıyla donatmasa bile çıkışta Emirgan manzarası eşliğinde huzurla deniz kenarında yürürken, sanat ve tarihin etkileri kafanızı daha önce barındırmadığınız düşüncelerle doldurabilir. Modern aradığınız müze olabilir. İstanbul Modern müzesi, İstanbul’da en çok ziyaret edilen müzelerden bir diğeri. İstanbul Modern’in denize kurulu restoranı ve sakin kütüphanesi de pek çok insanı içine çeken özelliklerden. Müzenin sürekli sergisi kısmından başlanmak gerekirse, İstanbul Modern bu açıdan gayet önemli ve kapsamlı eserler barındırmakta. Yalnızca modern sanat değil Türk resminin de parçalarını barındıran sürekli sergisi belirli aralıklarla tekrar tekrar gezilmeyi gerektirecek nitelikte. Nitekim ben bir günde gezmeye denediysem bile, dört saat süren gezimde bütün eserleri tamamen inceleme olanağını bulamadım. Eczacıbaşı koleksiyonundan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’unun “Han Kahvesi” tablosuna; Nuri İyem’in “Köylü Kadınlar” adlı eserinden, Türk ressamlarının otoportrelerine kadar pek çok eser ziyarete sunulmuş bulunmakta. Her eser ve sanatçı kendi dünyalarını modern sanatla da birleştirerek başka türlü açıklıyor bu sergide. Kimisi renkler, kimisi kumaş parçaları, kimisi film sahneleri, kimisi piyano, kimisi ise balonlar kullanarak anlatmaya çalışmış anlatacaklarını. Her esere baktığınızda başka bir kişi olmanız gerekiyor adeta. Bazen eserlerin açıklamaları da yardımcı oluyor size yol göstermeye, dönemi veya sanatçıyı anlamaya. Ama hiçbir açıklamaya bakmasanız bile tablolar veya heykeller sizin bir parçanızı ister istemez yansıtıyor. Sanat eserleri kurnaz aynalar gibi biraz. Hem eser hem de siz anlıyorsunuz içinizden geçenleri, yalnızca bunu herkesin görmesine gerek kalmıyor. Bir tabloyla aranızda sır kalıyor iç dünyanız. Bir süre müzede gezinirken düşünmedim de değil aslında, sanatçılar hiç korkmazlar mı anlaşılmamaktan diye. Veya hiç endişelenmiyorlar mı anlatmak istediklerinin görünmemesinden başkaları tarafından? Hislerinin bir tabloya hapsolması ve görmesi gerekenlerin ulaşamaması korkusu doldurmuyor mu içlerini merak ettim bir süre. Sonradan fark ettim ki belki onların istediği tam da budur işte. Kurnaz ve gizli aynalar kurmak fırça darbelerinin arasına. Tam iki Eğer Türk resminin tarihsel sürecine aynanın ortasında da bulunan siz değil de modern sanata odaklanmayı ve sanatçının ta kendisi oluyor. tercih ediyorum diyorsanız eğer İstanbul Köprü Mayıs 2013 Şiir Su Saydam İstanbul Modern’den asıl bahsetmemin nedeni ise kaçırmamanız gereken bir sergi. “Modernlik: Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” adlı sergi 16 Mayıs 2013’e kadar devam ediyor. Adından da anlaşılabileceği üzere modernliği sorgulayan bir sergiden bahsediyorum. Günümüzdeki modernliğin ne tür olaylardan, yaşantılardan etkilendiği ve sanatın buna uygun nasıl geliştiğini gözler önüne seriyor. Geçmişten geleceğe uzanan süreçte modernliğin etkisinin sanatı hangi yönlere sürüklediği ve bu modern sanat anlayışının bizler, yani ziyaretçiler ve diğer bütün toplumlar üzerinde nasıl bir etki bıraktığı sorgulanıyor. Modern hayatın neleri öncelik olarak benimsediği veya nelerden vazgeçemediği aslında sergide eserlerin her birinde ayrı ayrı kendini barındırmaktadır. Sergide hem Türk hem de Fransız sanatçıların eserleri yer alıyor. Modernleşmenin günümüzdeki konumunda Türkiye üzerindeki en büyük etkenlerden görülen Fransa’dan eserlerin sergide yer alması bu modernliği sorgulama çalışmasına hem çok kültürlü hem de ortak cevaplar aramakta. Modernliğin içerisinde bir kendini arayış ve yol bulma mücadelesine girmek ister, eserlerde kendinizi görebildiğiniz noktaları da anlamak isterseniz bu sergiye de bir göz atmanızı öneririm. Modern sanat ve modern yaşam olarak anlattığımız pek çok şeyin farklı sanatçılar tarafından değişik bakış açılarıyla ele alındığına tanık olabileceksiniz. Daha sonrasında oturup biraz düşünmek veya vaktimi başka bir etkinlikle de değerlendirmek isterim derseniz, İstanbul Modern’in film salonu veya kütüphanesi iyi bir tercih olabilir. Bir sabah içinizden geldiği gibi bir müzeye gidin, eserlere göz atın, heykelleri dikkatle inceleyin, sizde uyandırdığı hissi, bir de sanatçının yorumunu dinleyin sırasıyla. Daha önceden farkına varmadığınız pek çok şeyle, farklı hayatlarla ilgili yeni keşiflerle karşılaşabilirsiniz belki de. SANAT 23 Boş Fincan Bu projeye Türkçe Sınıfım da bir ödev olarak başladım. Gelecek zamanı öğrenebilmek için, birbirimize kaderlerimizi anlatıyorduk. Benim yazdığım kısım, tahmin ettiğim gibi kontrol dışına çıkmaya başladı. Fakat Türkçem kötü. Bu sebeple fikirlerimi İngilizce olarak, bir şarkıya dönüştürmek için yazdım. Sevgili arkadaşım Güler Kamer’de şarkımı Türkçe ‘ye çevirdi. Ona bu çevirisi ve sanatkarlığı için çok minnettarım. kahveyi… Şimdi çevir fincanı, kapat ve uzat, ver bana ki dalayım derinlerine, geleceğini okuyabileyim sana Çok yakında dost bir yüz kutsayacak seni Seni uzun zamandır, yıllardır bekleyen biri Çocukluğunu görecek geçmişte, yaşlılığını hayal edecek gelecekte Ruhunun hallerini, gözlerinin gizini, gülümsemeni BOŞ FİNCAN (Yüreciğin kabarmış be kızanım! Kapkara çökmüş bir şeyler içcağızına… Ama sıkılma, geleceğin parlak… Çok parlak! Üç vadeye kadar… Üç gün değil, üç hafta da değil… Üç ay mı desem, üç yıl mı desem böyle bir zaman sonra kısmetin açılıyor… Bir ev görüyorum, bir yuva… Nasıl desem…. Kalbini dolduracak birisi görünüyor. Uzun boylu… Zayıfca biri…Hadi hayırlısı!) Takılır boş fincana gözlerim, bakar, kuru kahve zerreciklerinden okurum; Derin derin dalarım boş fincana Şekillendiğini geleceğin görürüm telvelerde.. İç kahveni, iç, bitir… öğrenmek istersen kaderini İçmelisin sonuna kadar fincandaki Kimliğini, ruhunu okuyacak senin, nasıl biri olduğunu Nasıl biri olmaya, nasıl görünmeye çabaladığını sezecek Sonra, sonunda senin ellerini alacak avuçlarının içine “Düşlerimde hep sen vardın!” diyecek.. Boş fincana takılır gözlerim, bakar, kurumuş kahve zerreciklerini ince ince okurum Derin derin dalarım boş fincana Telvelerde görürüm seni.. geleceğini.. Bir ama, bir kör nasıl elleriyle yoklarsa yüzünü Nasıl karanlıkta el yordamıyla ulaşırsak duvarlara İşte öyle bulacağım yolumu sızacağım hayatının içine Ve bir kahin gibi gelecekten söz edeceğim sana Sözlerin, yazıların, sayıların her biri, hepsi Herşey silinecek gözlerden, uzaklaşacak Büyük bir saat kulesi düşün..o saatın işlemesi gibi Tiktakları duyacaksın, içinde çanlar çalacak Dişliler, çarklar, kocaman ağırlıklar çalıştıracak Karanlıkta kayışları.. kuvvetli bir el gibi çekecek Zemberek boşaldığında bir gün, tiktaklar susunca “İşte bu, her zaman beklediğim andı” diyeceksin Boş fincana takılır gözlerim, bakar, kurumuş kahve zerreciklerini ince ince okurum Derin derin dalarım boş fincana Telvelerde görürüm seni.. geleceğini.. Bir fincan… bir kap boş değilse, yaramaz hiçbir işe Bir kalp boşsa, , kırılmamış dağılmamış bir bütündür, tamdır Senin boş kahve fincanın, benim boş kalbim Senin kaderin, senin geleceğin.. işte onların buluştuğu andır. Michael Hays Çeviri: Güler Kamer dibinde bulacaksın kendini Yıkılmış bir duvar, darmadağın bir yatak Çatısı yitmiş bir ev, kuşlar havalanırken gökyüzüne, uzaklara Bir kadının adını haykıracaksın… Damlalar yayılacak, ıslanacak kitaplar, sayfalar ... Bir kırık sandalye bacağı, çul çaput, yıkıntı, enkaz Sular ürperecek birden rüzgarla, bir soru dökülecek dudaklarından: “Bu muydu korktuğum, bu ben miyim?” Boş fincana takılır gözlerim, bakar, kurumuş kahve zerreciklerini okurum Derin derin dalarım boş fincana Telvelerde geleceğin şekillendiğini görürüm.. Bir zamanlar ellerinle ittiğini bugün kucaklayamazsın Ya da arzuyla kendine çektiğini bugün bırakamazsın Geleceğini göremezsin gani bir gönül, geniş bir yürekle Fincan kahve doluyken fala bakamazsın. Kararmış, hala için için yanan bir ağacın Gazete hakkındaki fikir ve yorumlarınızı editörlerimize erdyun.15@robcol.k12.tr ya da torber.14@robcol.k12.tr adreslerinden gönderebilirsiniz. Mayıs 2013 Köprü SANAT 24 Alternatif İstanbul İstanbul denince bütün İstanbullular için akan sular durur. Herkes bilmeyenine İstanbulu anlatıp durur. İstanbul’un Boğazı, Boğaz’a karşı yenilen simidin ve içilen çayın keyfi, gezilecek tarihi yerleri, tiyatrosu, sineması, yapılabilecek ve görülebilecek her şeyiyle büyüler bizi İstanbul. Herkesin sürekli yakınıp durduğu ama kimsenin gidemediği bir şehirdir İstanbul. Peki madem başkalarına anlata anlata bitiremiyoruz, madem bir türlü arkamızı dönüp gidemiyoruz biz neden İstanbul’u anlattığımız gibi yaşayamıyoruz? En son ne zaman Pierre Loti’nin tepesinde çay içtiniz? Ya da işi gücü bırakıp da bir tiyatro oyununa gittiniz? Hiç İstanbul’da denize girme zevkini yaşadınız mı?İşte bu yazıyı kendi anlattığı İstanbul’a yabancı kalmış insanlara adıyorum. İstanbul’u güzel kılan şeylerden biri size çok fazla seçenek sunması. Her gün farklı bir şey yapma imkanını tanıyor, ki bu birçok insanın tahmin ettiğinden fazla şeyi kapsıyor. Şehrin keyfini çıkarmak için yapılması gereken şeylerin başında öncelikle İstanbul’un tarihi yarımadasını gezmek geliyor. Tarihi doku gezmenin bazılarına çok çekici gelmediğinin farkındayım ama eğer Sultanahmet Meydanı’nı görmediyseniz çok şey kaybediyorsunuz. Ayrıca Suriçi’nin geri kalanı da hem tarihiyle hem de doğal güzelliğiyle etkileyicidir. Tarihi yarımada dışında kalsa da Kız Kulesi ve Dolmabahçe gibi yerler de görülmeye değerdir. İnsanların müze gezmekten hoşlanmadığının farkındayım ama bence Oyuncak Müzesi’ni gezmeden tam kararınızı vermeyin. Oyuncak Müzesi çocukların gözünde bile ‘’müze’’ kavramını eğlenceli hale getiren bir tür müze. Tabii orayı gördükten sonra Arkeoloji Müzesi’ni es geçmek ayıp olur. Bu iki ana müzeyi herkesin görmesi gerekir ama bu iki müze dışında isteyenin kendi ilgi alanına göre gidip gezebileceği bir sürü müze de var. İslam Eserleri Müzesi, Saray Mozaikleri Müzesi, Denizcilik Müzesi ya da Uçurtma Müzesi gibi bir sürü değişik müze size çok şaşırtabilir. İnsanların ilgisini çekmek için bir sürü müze farklı şeyler yapıyor; bazı müzelerde kostümlerle resim çekilebilirken bazılarında sanal gezilere çıkabiliyorsunuz. Daha yaz sıcakları tam başlamadan ve iyice kalabalıklaşmadan İstanbul Adaları gidilmesi gereken yerlerin başında geliyor. Sadece bir vapur mesafesi uzakta olsa da adalar insanı şehrin havasından çekip bir sahil kasabasında hissettirebiliyor. Bahsettiğim artık Büyük Ada için çok geçerli olmasa da Burgaz, Heybeli ya da Kınalı Ada sizi şehre fiziksel olarak yakın ama atmosfer olarak hayli uzak oluşuyla rahatlatabilir. Ayrıca adaların hemen hepsinde hava iyiyken yüzülebiliyor, haberiniz olsun. Yüzmek demişken, çoğu insanın sandığının aksine İstanbul’un bir çok yerinde kumsallar var ve yüzülebiliyor. Eğer bir ya da bir buçuk saat araba yolcuğunu göze alırsanız Kilyos ya da Riva Plajlarına çok rahat ulaşabilirsiniz. Boğaz’ın Karadeniz’e açılan kısmının büyük bir bölümünde de denize girilebiliyor. Tarih ,müzeler ve adalar görülmesi gereken klasikleşmiş yerler olsalar da benim son zamanlarda daha çok ilgimi çeken şey sürekli gittiğim yerlerin önceden haberim olmayan bir kısmını keşfetmek. Taksim’e gidip İstiklal Caddesi’nde değil de ara sokaklarda dolanmanın keyfine varmak çok başka bir deneyim. İstiklal Caddesi’nin herhangi bir ara sokağına birkaç adım attığınız zaman o boğucu kalabalıktan geriye bir avuç insan kalıyor. Hem ara sokaklarda oturabileceğiniz daha hoş ve ucuz yerler varken hem de sahaflar, ilginç eşyalar satan dükkanlar hem de müzik dükkanları oluyor. Benim favorim Masumiyet Müzesi’ne giden ara sokak. O sokaktan aşağı inerken girebileceğiniz her dükkanın sahibi size kahve ikram edebilecek kadar içten. Ara sokaklara girmesiniz bile Borusan Kültür Sanat gibi İstiklal Caddesi üzerindeki yerlere SC Balosundan renkli görüntüler... Köprü Mayıs 2013 Mevsim Küçükakyüz girmek isteyebilirsiniz. Eğer ilginç kültürel bir faaliyet yapmak istiyorsanız sema gösterisi izlemeyi deneyebilirsiniz, Galata Mevlevihanesi bu iş için gidilebilecek en iyi yerlerden biri. Ayrıca her hafta mutlaka bir çeşit konser ve stand-up gösterisi oluyor. Eğer karikatür dergileri okumaya meraklıysanız karikatür çizerlerinin birçoğunun her hafta canlı gösterileri oluyor. Eski evlerin bir çoğu insanlar için sergileniyor, hiç tahmin etmediğiniz yerlerde sanat galerileri ya da şapkacılar(evet, gerçekten sadece şapka satan yerler var) ya da antikacılar çıkabiliyor. Bu yazdıklarım Kadıköy için de geçerli, rastgele bir biçimde yürürken bütün akşamınızı harcamak isteyeceğiniz bir şeye denk gelebilirsiniz. Her ne kadar evde pijamalarını giyip yayıla yayıla oturmak bazılarına daha çekici gelse de, arada bir İstanbul’u sanki bir turistmiş gibi gezip yaşamak şehirden çok daha fazla şeyi kendinize katmanızı sağlayabilir. Sokakta turist gibi geçirdiğiniz bir günün sonunda belki de anlatacak bir sürü sıradışı hikayeniz olur, ilerde torunların ilgisini çekersiniz. SANAT 25 Ölmeden Önce İzlenmesi Gereken Filmler Macera: çekmeye çalıştığı bir film. Soysuzlar Çetesi (Inglorious Basterds) Korku/Gerilim: Her zamanki gibi büyük beklentilerle oturup, son derece konsantre olup, “ Tarantino filmi bu, ayrıntıları kaçırmamak gerekir.” diyerek yaklaşık on beş dakika süren, Cristoph Waltz’ ın devleştiği ki bu film kendisine en iyi yardımcı oyuncu Oscar’ını getirmiştir, “Yahudi Avcısı” lakaplı bir Alman komutanın Yahudi bir ailenin saklandığına inandığı bir Fransız evinde sorgu ve arama gerçekleştirdiği, oldukça garip diyalogların sonucunun nereye varacağını beklediğiniz sahneyle başlar Soysuzlar Çetesi. Film genelinde bu ilk sahnede barındırdığı olağanüstü oyunculuk performansından zerre kaybetmez, hatta Brad Pitt’in acayip aksanlı, tek hedefi Nazileri öldürmek olan birbirinden absürd üyeleri bulunan bir Amerikan çetesinin liderini yeterince absürd şekilde canlandırışıyla bu oyunculuk seviyesi kalitesini daha etkileyici biçimde konuşturur. Herhangi bir filmde oyunculuk bizi bu kadar etkilemez, ancak Tarantino filmlerinin belkemiği kurgularıyla birlikte hep zihnimize kazınan komik, karizmatik, enteresan baba karakterleridir. Karakterlere bu kadar değinmemin sebebi filmin çok eğlenceli olmasına rağmen bir “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) kurgu kalitesinin semtinden geçemeyecek düzeyde olduğu halde oyunculuk performanslarıyla IMDB’de de ilk yüze girmeyi başarmış olması. Filmde çok farklı, dikkat çeken çekim yöntemleri kullanılmış olmasına rağmen Tarantino’nun izleyicisine kurgusal boyutta güçlendirmeye çok çalışmadığı ve orijinal karakterlerine ve komik diyaloglara ve olaylara dikkat Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs) Filmi şöyle özetleyim: Dedektifi canlandıran Jodie Foster, psikopat deliyi oynayan Anthony Hopkins’le bu filmi çektikten sonra kâbuslar görür ve ikinci filmde oynamayı kabul etmez. Kuzuların Sessizliği Oscar tarihinde tek en iyi film Oscar’ı alan korku/gerilim filmidir. Anthony Hopkins en iyi erkek oyuncu ödülünü alır ve yine Oscar tarihinde en kısa süre performans göstererek alınmış en iyi oyuncu ödülüdür bu. “Acaba bu adam sahiden psikopat ama sivri zekâ bir yamyam olabilir mi?” diye sorarsınız kendinize. İzlediğim en iyi oyunculuk performansını sorsalar Anthony Hopkins desem diğer filmlere ve aktörlere haksızlık etmiş olacağımı düşünmüyorum. Filmde oyunculukların yanında güçlü yapılandırılmış, üzerine çok düşünülüp oluşturulmuş bir kurgusu, senaryosu da var. Kırılmaz camlarla kapatılmış, dışarıyla fiziksel temas kurma imkânı bulunmayan bir hücrede kapatılmış bu sivri zekâ yamyamı sorgulayabileceği konusunda kendine güvenen yeni yetme bir dedektifin hikayesini temel alır. Korku türü eğer gerçekten standardın katbekat üzerinde filmler çekilmediği takdirde pek şansı bulunmayan bir film türüdür. Pek şansı olmayan bu kategoride saydığım sebeplerden dolayı büyük başarılara imza atmış bir filmin kalitesini siz düşünün artık… Aksiyon: 3:10 Yuma Treni (3:10 Yuma): Film Russel Crowe’un oynadığı Amerika’nın en büyük kanun kaçağının yakalanmasını ve hapishaneye götürülmesi için görevlendirilen içinde Christian Bale tarafından canlandırılan bir savaş gazisinin de bulunduğu bir grubun bu yolculukta yaşadıklarını anlatır. Film bir kısa hikâyeden esinlenilip genişletilmiş ve harika bir senaryo haline getirilmiştir. Filmin en güçlü yanı etkileyici ve orijinal senaryosu. Yazmış olduğum isimlerin oyunculukları tartışılmaz ancak bu senaryodan çok daha iyi bir film çıkacağına inanıyorum. Müzik çok yetersizdi ve bu eksikliği filmin duyguyu aktarması noktasında çok hissettim. Daha sonra araştırdığımda sadece müzik konusunda Oscar’a aday olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Ödüllerin ne kadar adil ve mantıklı olduğunu biliyoruz zaten… Filmi genel olarak incelediğimde yeterince iyi işlenmemiş çok etkileyici ve derin mesajlar içeren bir senaryoyu görüyorum. Fakat film her ne kadar duygu aktarımında sorun yaşasa da verilmek istenen düşünceler başarılı şekilde aktarılmış ve sizi düşünmeye sevk eden bir film yapılmış. Bu nedenle izlemenizi öneriyorum. Dram/Polisiye: Av Mevsimi: Filmi ilk duyduğumda Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği ve Şener Şen’in yer aldığı bir film olması beni zaten heyecanlandırmıştı. Ancak bir de Cem Yılmaz’ı oyuncu kadrosunda görünce filmi büyük umutlarla ve merakla beklemeye başladım. Yavuz Turgul “Eşkıya” gibi çok verdiği politik mesajlarla çok cesur ve senaryosu, Şener Şen’in oyunculuğuyla çok başarılı bir filme imza atmış bir yönetmendir. Fatih Çulhalık Şener Şen’se hemen hemen her filmini çok sevdiğim ve oyunculuğuna hayran olduğum bir aktördür. Cem Yılmaz’ı zaten biliyoruz… Fakat bir polisiye filminde acaba nasıl oynar diye düşündüm. Film beklentilerime fazlasıyla cevap verdi. Öncelikle konusundan biraz bahsedeyim. Çok tecrübeli ve emekliliğe yakın bir dedektifle birlikte görev yapan bir diğer genç sayılabilecek dedektifin karmaşık bir davayı çözme sürecini anlatıyor. Türkiye’de polisiye, aksiyon tarzında filmler pek çıkmaz, çünkü bu türde filmin kurgusu çok önemlidir. Bir polisiye romanının başarısı yüzde 95 kurgusuna bağlıdır. Aynı derecelendirme polisiye filmleri için de geçerlidir. Av Mevsimi kurgusu çok sağlam olan, Şener Şen’in oyunculuğunun üst düzey olduğu, senaryonun farklı, yenilikçi olduğu bir filmdi. Ancak bunları zaten bekliyordum. Beni en çok şaşıran Cem Yılmaz’ın oyunculuğunun tavan yapışıydı. Aklıma Morgan Freeman ve Brad Pitt’in oynadığı “Se7en” filmi geldi ki Av Mevsimi’ndeki oyunculuğun “Se7en”dan altta kalır bir yanı olmadığını düşünüyorum. (Burada Çetin Tekindor’u da unutmamak gerekir.) İncelememde saydığım bu isimler bir araya geldiğinde kaliteli bir film ortaya çıkacağı zaten kaçınılmazdı ki böyle olmuş. Film Cem Yılmaz’ın “Haydi Gidelum” türküsünü söylediği sahneyle hafızalara kazınmıştı ki benim çok hoşuma giden bir sahneydi. İzlenmeden ölünmemesi gerek bir Türk filmi kolay çıkmıyor, tez vakitte izlemenizi tavsiye ederim. Sosyal Medya Orucumuza Katılan Herkese Teşekkürler! Köprü Ailesi Mayıs 2013 Köprü HABERLER 26 Ege’nin Antik Kentlerine Yolculuk Bu sömesterın ilk haftası benim için (ve tahmin ediyorum ki şimdi bahsedeceğim programda yer alan diğer kişiler için de) çok dolu bir haftaydı. Çarşamba günü New York’taki Dalton School’dan öğrenciler gelecek ve bir süredir e-postalaşmakta olduğum ve misafir edeceğim kişi ile tanışacaktım; hafta sonu da onlarla Meryem Ana Evi – Efes – Priene – Milet – Didyma bölgesini gezecektim. İlk haftadan verilen ödevler ve evi bir kişinin daha yaşamasına uygun hale getirmek için düzenlemek derken Çarşamba gelmişti; öyle ki neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede kendimi Köprü’de konuklarımızı beklerken buldum. Facebook veya e-posta dışında herhangi bir sosyal medya aracı kullanmadığı için daha önce görme şansımın olmadığı misafirimi o kalabalık grup içinde bulmak biraz zor olsa da kısa sürede arabada sohbet ederek eve gittik. Perşembe ve Cuma günleri biz ev sahipleri okuldayken Amerikalı konuklarımız da Ayasofya Müzesi, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, Kapalıçarşı gibi klasik turistik yerleri gezdiler, geldiklerinde de onlarla Bağdat Caddesi gibi gezmedikleri; ama görmelerini istediğimiz yerlere gittik. Cumartesi geldiğinde Atatürk Havaalanından Adnan Menderes’e gitmek için erkenden kalktık. Erken saatte olan uçağımız ve yolculuğun kısa olması sayesinde uçaktan indiğimizde gün neredeyse daha yeni başlıyordu. Böylece sık sık cümlelerini “I can tell.” ile bitirdiği için Türkçemizde de Efes Amfitiyatro “Size söyleyebilirim ki” lafını çok kullandığını düşündüğüm ve adı bu iş için fazla uygun bir şekilde Can olan (Amerikalı misafirlerimiz için ise tabii ki o aslında John) rehberimiz ile ilk gün Meryem Ana Evi ve Efes’i gezmek için bol bol vaktimiz oldu. Yolunuz düşerse diye: Efes Kütüphanesi “Meryem Ana Evi” diye geçen alan çok küçük; görülmesi gereken yerleri eski bir vaftiz havuzu, küçük bir kilise, dilek çeşmeleri ve adak duvarı. Kilise hâlâ dini özelliğini koruyor ve bu yüzden içeride sessiz olunması gerekiyor. Burada mum dikebilirsiniz; ama fotoğraf çekilmiyor. Üç dilek çeşmesi çok büyük ihtimalle aynı kaynağa bağlı; ancak gelenlerin çoğu üçünden de içmeyi ihmal etmiyorlar. Bunların ardından adak duvarına dilek dileyip bir parça kumaş bağlıyor, dükkândan küçük hediyelikler alıyorsunuz: hepsi yaklaşık yarım saat sürüyor. Efes ise mutlaka gezilip görülmesi gereken, ikinci gidişimde bile gün yüzüne çıkarılan yapıları yeterli bulmadığım ve bununla birlikte benim kütüphanesine hayran olduğum, turistlerin ise Nike markasının işareti için Köprü Dilara ilham alınan zafer tanrıçası Nike’ın Çankaya heykeline bayıldığı zamanının muhteşem liman kenti. Özellikle bazı yerlerinde o devirde yaşamak nasıl olurmuş çok kolay hayal edilebiliyor. Buraya birkaç saat ayırılmalı. Geceyi mübarek Şirince’nin parçaları var – evet, grubumuzca odaları renklerle kodlandırılmış şirin burayı IKEA’nın atası ilan ettik. Milet’de mutlaka görülmesi gereken kocaman bir tiyatro, Nymphaion (halk çeşmesi), Agora, Apollon Tapınağı ve Anadolu’nun en büyük Roma hamamı olan Faustina Hamamı bulunuyor. Antik kentin sınırında eski bir kervansarayı lokanta ve hediyelik dükkanına çevirmişler; orada yemek yemesek de acıkanlar için bir çözüm olabilir. Didyma görkemli sütunları ve müthiş efrizleriyle ilk bakışta bile ziyaretçileri büyüleyen bir yer. Nasıl o kadar büyük sütunları o kadar yükseltebilmişler? Tepelerine nasıl o büyük efrizleri koymuşlar? Özellikle geriye ancak tek bir sütun oluşturabilecek kadar sütun parçası kalan Artemis Tapınağı’yla karşılaştırınca Apollon Tapınağı şahane durumda; çok iyi korunmuş. Yapıldığı zamanlar kadar pansiyonlarından birinde geçiriyoruz. olmasa da hâlâ gösterişini koruyan (Şirince’yi o hafta sonu gezmiyoruz; bu güzel yapı da mutlaka görülmeli. ama daha önceki gelişimden aklımda Didyma’yı da gezdikten kalanlarla adına yaraşır, güzel bir yer. SİT sonra İstanbul’a dönmek üzere Adnan alanı, yani mimarı dokusu saklanıyor. Menderes Havaalanı’na doğru yola İyi de oluyor; çünkü binalar görülmeye koyulmamız gerekiyordu; Amerikalı değer.) Ertesi sabah da Priene – Milet – misafirlerimizin ise daha Bergama, Truva Didyma için yola çıkıyoruz. Priene biraz gibi birkaç antik kenti daha gezecekleri üç günleri vardı. Bu çok eğlenceli ve bir hafta sonu için büyük şehirden kaçış niteliğinde olan gezinin benim için tek kötü noktası, gezdiğimiz tüm o yerlere daha önce gittiğim için yeni bir şey görmemiş olmamdı. Buna rağmen yaklaşık yedi yıl sonra farklı insanlarla aynı yerleri görmek bana Priene’de aklımıza Gould sütunlarını getiren Athena aslında benim de ne Tapınak kalıntıları önünde Bay Rollins ve Bayan Pierson kadar büyüdüğümü, ile Robert grubu değiştiğimi gösterdi. Yeni yerler görmesem yüksekte, harika bir manzarası olan de hem bu şekilde bir çıkarım yapma bir kent. Athena Tapınağı’nın olduğu şansını bulduğum hem de çok yerde belki de yüzlerce birleştirilmemiş, iyi vakit geçirdiğim bir gezi oldu. veya birleştirilememiş, düzgün sütun Mayıs 2013 HABERLER 27 Deniz, Kum, Güneş ve... Okulların tatil olmasına az kaldı! Heyecan var mı, heyecan var mı, heyecan heyecan heyecan VAR MI? Finaller, deney raporları ve türlü türlü ödevlerle geçen haftalardan sonra (Anne Kozlu’nun da herkese okul broşürleri dağıtmaya başlamasıyla) yaz tatili planları akıllarda oluşmaya başladı. Hepimizin tatil hevesi çok yüksek de olsa tatilimizi nasıl geçireceğimiz, daha doğrusu ne yaparak boş geçirmeyeceğimiz, hepimizin yakın bir zamanda cevaplaması gereken bir soru. Büyük ihtimalle hepimizin tatil planlarında Bodrum’a, Çeşme’ye gitmek vardır ancak bu her yaz yapabileceğiniz bir şey dolayısıyla yanında yazınızı dolu dolu geçirmenizi sağlayan aktiviteler de yapmalısınız. Evet söylemesi yapmasından daha kolay ama size biraz fikir vermek ve işinizi kolaylaştırmak için bazı seçenekler sunuyoruz. Bir klişeye öncelik verirsek hepimizin bildiği gibi İngiltere veya Amerika’daki yaz okullarına gidebilirsiniz. Bu okullar girmek istediğiniz üniversitelerin yaz okulları olabilir. Ders ağırlıklı ama aynı zamanda şehri gezmeye fırsat tanıyan okullara gidin ve orada okumak istiyorsanız şehri, kültürünü, insanları tanımaya çalışın belki belli konularda fikriniz değişebilir. Eğer bir yaz okuluna gitmek istiyorsanız, okula gidip sonunda hiçbir şey öğrenmeden gelmeyin. İlginizin olduğu dersleri alın ve bilginizi arttırmaya çalışın, sadece eğlenmeye gitmeyin. Aynı zamanda tek başınıza gitmeyi deneyin, bu size çok büyük bir tecrübe katar. Tek başına neler yapabildiğiniz veya yapamadığınızı ne kadar erken öğrenirseniz o kadar iyi. İngiltere’ye yazın çok fazla Türk akın ediyor. İstanbul’da karşılaşmadığınız arkadaşlarınızla orada karşılaşabilirsiniz. Gideceğiniz okulu iyi seçin; çok sayıda Türk öğrencinin olduğu bir okul size çok şey katmaz. Aynı zamanda okulun sadece ders için olmasına gerek yok, sanat, drama veya bir spor dalında eğitim veren yaz okullarına da gidebilirsiniz. Daha farklı şeyler yapmak istiyorsanız Rustic Pathways güzel bir seçenek olabilir. Küçük bir grup olarak bir ülkeye gidiyorsunuz, o ülkeyi ve oranın insanlarını tanıyorsunuz ve onlarla hep iç içe oluyorsunuz. Bir çok programında sosyal hizmet veriyorsunuz, insanlara yardım ediyorsunuz ve farklı kültürleri öğreniyorsunuz. O insanların hayatlarını ve oradaki yaşamı görme fırsatına sahip oluyorsunuz. Rustic Pathways ile gidebileceğiniz ülkeler Avustralya, Burma, Kamboçya, Çin, Kosta Rika, Dominik Cumhuriyeti, Fiji Adaları, Gana, Hindistan, Laos, Moğolistan, Fas, Yeni Zelanda, Peru, İspanya, Tanzanya, Tayland, Vietnam’dır. İlginç bir program ama amacınız sosyal hizmette bulunmaksa okulda yaptığınız CIP sayısını arttırmanız daha yararlı olur. Bunların dışında İtalya veya Fransa’ya gidebilirsiniz. Moda, sanat, dramaya veya gurme yemeğe merakınız varsa bu merakınızı buralarda giderebilirsiniz. Hem çok zevkli hem de çok öğretici olabilir. Fransa’nın güneyi yazın gidip görülmesi gereken yerlerden biridir. Cannes, Nice, St.Tropez ve Provence gittiğinize değecek yerlerdendir. Nice’de ISTA adlı bir organizasyonun düzenlediğitiyatroyla ilgili bir yaz okulu var. Hem yer olarak değişik hem de denemekten zevk alabileceğiniz bir aktivite olabilir. İki hafta ve dört hafta arasında süren bir programdır ve orada bulunduğunuz zaman boyunca birçok yeni insanla tanışıyorsunuz, kaynaşıyorsunuz ve bir oyun ortaya çıkarıyorsunuz. Programın sonunda bu oyunu oranın insanlarına sunuyorsunuz veya sokakta insanlara eğlenceli gösteriler yapıyorsunuz. Zamanınızı farklı bir şekilde geçirebileceğiniz bir aktivite ve yer olabilir, aynı zamanda şehri gezmeye de vaktiniz oluyor. “Ben yaz okulundaki dersleri almak istiyorum, ancak oraya gitmek için o kadar parayı da vermek istemiyorum.” diyorsanız internet üzerinden alınabilen dersler sizin bu isteğinizi fazlasıyla karşılayacaktır. İstediğiniz her alanda internetten ders olanakları tanıyan okullar, siteler mevcut. Örneğin “www. coursera.org” adlı bir sitede pek çok farklı kategoride bedava dersler alabilirsiniz. Aynı zamanda Yale, Stanford gibi bazı okulların yaz programlarının dersleri de internet sitelerinden görülebiliyor. Okul temelli şeylerden sıkıldıysanız ve hem kendinize hem topluma bir faydanız olsun istiyorsanız değerlendirebileceğiniz bir seçenek de istediğiniz bir sivil toplum kuruluşunda gönüllü olmak. Hem çok zor olmayan hem de hayatınız boyunca unutamayacağınız bir tecrübe olacaktır. Örneğin çevreyi düşünüyorsanız TEMA’da çalışarak erozyon ve çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bölgelerde ağaç dikilmesine yardımcı olabilir ya da tarihi seviyorsanız Türk Tarih Vakfı’nda gönüllü çalışmalar yapabilirsiniz. Arkeolojiyle ilgileniyorsanız arkeolojik kazılarda yer alabilir veya “Habitat for Humanity” adlı kuruluşla birlikte Adapazarı’nda depremde her şeyini kaybetmiş ailelere ev inşa etmeye yardım edebilirsiniz. Bunların yanı sıra Türkçe ya da İngilizce bir gazete veya dergiye başvurarak kısa süreliğine gönüllü bir yazar, çalışan olabilirsiniz. İstanbul’da yazın düzenlenen sayısız müzik festivallerini de unutmamak lazım. Bu yıl 41. si düzenlenecek İstanbul Müzik Festivali ya da İstanbul Caz Festivali gibi etkinliklerde çalışarak yer alabilirsiniz! Hamriye Sözlerimiz-di aslında en güçlü silahlarımız. Bizlerdik sözlerimizle hazzı yaşatan ve bizlerdik sözlerimizle öldüren. Artık taraflar birleşti, sözler kesildi. Ama sözün atılması yakındır. Yalanı sözcükler değil vücudumuz söyler. Sözlerimiz, anca doğruyla oynayabilir. Hepimiz birer Hamriye vakasıydık. Çoğumuz kurtuldu ve ya,şadı. Ama unutmamalıyız ki nice Hamriyeler kaybedildi bu yolda. Bizler durmalıyız sözlerimizin arkasında ki bizler yaşatmalıyız onları ki, bizler kullanabilmeliyiz ki onları Hamriyeler artık ölmesin. Yalın ama doğrudan olalım. Bizi yalın bilsinler, dert değil. Unutmayalım sadece bizleriz Hamriyeleri yaşatan, bizleriz onları kurtaran. Soyut değil bu sözler anlayın, farkında olun. Zaman uyanış zamanıdır, kazanışın vaktidir. Kayıplara yer yoktur artık. Yeterince kayıp verdik biz. Unutmayın. Biz insanlarız. Bunu anlayın. Ama unutmayın Hamriyeleri, okuma yazma bilmeyenleri, sözleri, sesleri olmayanları. Mayıs 2013 Seslenin. Bağırın hatta. Duymuyorlar mı, soyunun o zaman. Görürler en azından. Unutmayın. Sözler kesilmiş olabilir ama hâlâ umut vardır. İçten olun, yalın da olun. Onlar bizleri yüzeysel görebilir ama dert değil. Nokta atışı yapın. Sakinliğimizi korumalıyız. Çünkü hâlâ umut var. Biz buradayız. Yaşıyoruz. Sözlerimiz var, seslerimiz var. Hâlâ umut var. Sözün atılması yakındır. *Hamriye Kocaeli Üniversitesi Radyo Sinema ve Televizyon bölümü öğrencilerinden bir Köprü Alara Gebeş Elif Ece Acar Biraz ileriye dönük düşünmek istiyorsanız staj yapabilirsiniz. Bu üniversitedeki alan seçiminiz için de önemli bir deneyim olacaktır. Hedefinizdeki mesleğe bağlı olarak pek çok yerde stajınızı gerçekleştirebilirsiniz. Bir halkla ilişkiler şirketinde veya bir laboratuvarda çalışabilir, gözlemlerinizden sonuçlar çıkarabilirsiniz. Sanata ilgi duyuyorsanız, bir sanat müzesinde ya da galeride çalışmak sizin için harika bir fırsat olabilir. Geçmişte okulumuzdan başka öğrencilerin de yaptığı gibi, bir mimarlık ya da avukatlık ofisinde staja başlayabilir, yaptıkları işin neye benzediğini görebilirsiniz. Bir hastanenin okumak istediğiniz tıp bölümünde çalışıp gerçekten bir doktor olsanız hayatınızın nasıl olacağı hakkında fikir edinebilirsiniz. Bu stajlar belki de meslek seçiminizde önemli bir değişiklik yaratabilir. Biz sizin tatilde üç ay boyunca değerlendirebileceğiniz farklı fırsatları toparlamak ve fikirlerinizi çoğaltmak istedik. Yazınızı güzel ve eğlenceli geçirmeye çalışın, sırf üniversite için iyi olur diye düşünüp kendinize ıstırap çektirmeyin. Önemli olan yazın başındaki sen ile yazın sonundaki sen aynı insanlar olmasın. Ufkunuzu genişletin, kendinize yeni bilgiler katın, yeni insanlarla tanışın. Özetle kendinizi geliştirin ve hem verdiğiniz paraya hem de zamanınıza değer şeyler yapın. Alperen Elibol kaçının oluşturduğu grubun 2007 yılında çekmiş olduğu kısa filmdir. Hamriye, filmin ana ve trajik kahramanıdır. Kısa ve öz olarak Hamriye okuma ve yazma bilmez, ailesi de öğrenmesini istemez. Hamriye bilmediği için mayın tarlasına girer. Okuma yazması yok sonuçta, “Dikkat” levhalarını anlayamaz, ölür. Kolu bir tarafa, bacağı bir tarafa saçılır. İşte budur Hamriye, bunlardır bizi yükselten. OKULDAN 28 Sefarad Mutfağından Yemek Tarifleri Gurme köşesini duyunca aklıma babaannemin hayattayken pişirdiği bayram yemekleri geldi ve bir kısmını sizinle paylaşmak istedim. Sefarad mutfağı, İspanyol Yahudilerine özgü sebze ağırlıklı ama çocukların da seveceği türden yemeklerden oluşur. İkinci sayımız için seçtiğim tarif; Kahve Dünyası’nın menüsüne bile girmeyi başaran patlıcanlı Borekitas. PATLICANLI BOREKİTAS Malzemeler: 3/4 bardak sıvı yağ 2 çorba kasığı (arıtılmış) tereyağı Greti Barokas 1/2 bardak su 500-600 gr un 1 bardak rendelenmiş eski kaşar peyniri 1 yumurtanın sarısı (üstü için) İç malzeme: 2-3 Bostan patlıcanı (Közlenmiş) 150 gr. Beyaz Peynir 3/4 bardak rende eski kaşar peyniri Patlıcanlı Borekitas ederek iyice yoğurun. Kulak memesi Yapılışı: kıvamına gelince yağlı hamuru 15 Zeytinyağı, tereyağı, yarım bardak su dakika dinlendirin. Sonra küçük bir ve ince rendelenmiş kaşar peynirinin parça tereyağı ilave ederek tekrar yarısını karıştırıp, aldığı kadar un ilave yoğurun. Hamuru oklava ile açın. Bir su bardağı ile hamurdan daireler kesin. Bu yuvarlak hamur parçalarının yarısına iç malzemesini koyun, diğer yarısı ile üstlerini kapatın. Yumurta sarısına bir kaşık su ilave ettikten sonra iyice çırpın. Bir fırça ile böreklerin üstüne sürün, üstlerine de rendelenmiş kaşarın kalanını koyun ve fırında 180 derecede üstleri kızarana kadar pişirin. Okulda Neler Oluyor Robert Kolej ikinci döneme her zamanki gibi hızlı bir giriş yaptı. Bu dönem okulda; hafta içi olduğu kadar, hafta sonları da büyük bir yoğunluk söz konusu. Tiyatro çalışmaları olsun, eğitimler olsun, sınavlar olsun, yarışmalar olsun... Okul etkinliklerimizin ardı arkası kesilmiyor. Okul açıldıktan hemen bir hafta sonra 20 Şubat Çarşamba günü kulüp zamanında bazı Lise 10, 11. Sınıf öğrencileri; okul sonrasında ise Lise Hazırlık ve 9. Sınıf öğrencileri AMC (American Mathematics Competitions)’ye katıldılar. M400’ü dolduracak kadar öğrencinin katıldığı yarışmadan güzel skorlar gelir umarız. Hafta sonları ise okulumuzda hayat, münazara kulubünün ve Türkçe tiyatro ekibinin çalışmalarıyla devam ediyor. 26 Mart’ta gösterimine başlanacak olan “Üç Kuruşluk Opera” adlı tiyatro oyununu merakla bekliyor ve herkesin izlemeye gitmesini öneriyoruz. Duyduğumuza göre oyun sıra dışı konusuyla, başarılı kadrosuyla ve sürprizleriyle Robert Kolej’de büyük etki yaratacakmış. Oyun uzun süre dillerden düşmeyecek gibi görünüyor, bu fırsatı kaçırmayın bizce! Türk Dili ve edebiyatı Bölümünün düzenlediği 8. Kültür Edebiyat Sempozyumunun bu yılki konusu “Okulda Tiyatro”. Konukları arasında RC’den mezun profesyonel tiyatrocuların da bulunuduğu sempozyuma diğer okulların öğretmenlerinin yanı sıra biz RC öğrencileri de davetliyiz. Okuldaki etkinlikler jet hızıyla devam ediyor. Okulumuz 2 Mart Cumartesi günü Mr. Arey ve Ms. Çorbacıoğlu’nun katkılarıyla JETS Teams Competitions’a ev sahipliği yaptı. Sekizer öğrenciden oluşan iki JETS takımımız Üsküdar Amerikan Lisesi’ni kampüste misafir etti. Yarışma Mitchell binasının ikinci katında karşılıklı iki sınıfta 8.00-13.00 arasında gerçekleşti. Havada dostluk mu rekabet kokusu mu vardı bilinmez ama eğlence hat safhadaydı. Etkinliklerin ardı arkası kesilmiyor, yarışmalar ve maçlar bahar aylarında da tüm hızıyla devam ediyor. Okul, 17 Şule Kahraman Nisan’da Euclid Canadian Contest ve 24 Nisan’da Purple Comet matematik yarışmalarına ev sahipliği yapacak. Ayrıca Robert Koleji öğrencileri, 15 Mart Cuma günü Sabancı Üniversite Matematik Kulübü’nün düzenlediği liselerarası matematik yarışmasında, 1314 Nisan tarihlerinde Tübitak Matematik yarışmalarının ilk aşamasında okulumuzu ve kendilerini temsil etmeye devam edecekler. Şimdiden bütün yarışmacılara başarılar! Robert Kolej Öğrencilerinin Yeni Kabusu: Forumun Aşağısı Servis kullanan Robert Kolej öğrencilerinin yeni kabusu: Forum’un aşağı tarafı yani servislerin sabah bizi bırakmaya başladığı yer. Sabahın o saatinde kalktığımız yetmiyormuş gibi bir de şimdi uykulu bir şekilde onlarca basamak çıkıyoruz; kantinden sıcak bir şeyler alıp, dolaplarımıza gidip ve tekrardan zorlu bitmeyen basamakları çıktıktan sonra en nihayetinde sıcacık sınıflarımıza varmış oluyoruz. Bizi basamakları çıkmaya zorlayan bu değişimin sebebini ise hâlâ kesin olarak bilemiyoruz. Her şey sadece Robert Kolej koridorlarında dolaşan dedikodulardan ibaret ki ben sadece ikisinden haberdarım. Birincisi hazırlıktaki öğrencilerin ebeveynlerinin okula “Çocuğum sınıflarının hemen önünde bırakılanların aksine çok yol yürüyor” şeklinde şikayette bulunması ki bana göre bu doğru olamaz. Açıkçası bir mantık çerçevesinde bile değil. Şimdi servislerin Robert Kolej öğrencilerini bıraktıkları yerle kıyaslanırsa yürüme mesafesi olarak şikayet edilen yer daha kısa kalır. Ek olarak bu değişikliğin öğrencilerin üşümesine yol açtığı da aşikâr. Kısacası bu değişikliği herhangi bir velinin pozitif olarak görme ihtimali çok az. Belki servisler Robert Kolej öğrencilerini Bingham’da bıraksa daha iyi olabilir. Yürüme mesafesi uzayabilir, ancak en azından soğukta yürümek yerine okulun içinden yürüyebilmek gibi bir şansları olur. Robert Kolej öğrencilerinin kulağına Köprü çalınan bir diğer dedikodu ise bilinmeyen bir aracın servislerin arasında fark ettirmeden okulumuzun sınırlarından içeri girdiği yönünde. Söylentilere bakılırsa bunu fark eden yetkililer ise güvenliği elden bırakmayarak diğer kapının açılıp servisler tarafından kullanılmaya başlanmasını sağlamışlar. Hatta kapıda polis arabası gördüğünü iddia eden Robert Kolej öğrencileri bile var ama ne kadar doğru bilemem, sonuçta bu da yalnızca bir dedikodudan ibaret. Ancak açık olan şu ki ikinci dedikodunun doğru olma ihtimali birinciye kıyasla çok daha yüksek. Hâlâ tahmin yürütüyoruz biz de. Acaba şu mu, bu mu diye. En azından Robert Kolej öğrencilerinin bu Mayıs 2013 Cansu Bayraktar değişiklikten haberi olsa, sabah serviste “Ne oluyor?” havasına girmezlerdi. Eğer gerçekten bir veli şikayet etmişse nedenini bilmeleri gereksiz bir hale gelirdi. Tabii eğer gizemli araç doğruysa, bunu bilmek en doğal hakları. Yürüdüklerine değdiğini bilmek iyi hissettirir onları, en azından azimle devam ederler yollarına. Yetkililerin aklına bile gelmeyen bir çözüm bile bulabilirler hele ki onlar hâlâ bir şey bulamamış olurlarsa. HABERLER 29 İkiz Kafası - Siyam İkizleri Bu sayıya kadar hep ruh ikizi olarak da nitelendirdiğimiz, tek yumurta ikizlerinin hayatlarından ve tarihteki yerlerinden bahsettik. Peki, iki insan birbirine daha ne kadar yakın olabilir? Olamaz dediyseniz, oldukça yanıldığınızı söyleyebiliriz, çünkü tarihte doğum sonrası hayatta kalarak yaşamayı başaran pek azı söz konusu olsa da siyam ikizlerini göz ardı ederek bir cevap veriyorsunuz. Peki neden çevremizde tek yumurta ve çift yumurta ikizlerine oldukça sık rastlanırken siyam ikizleri görmek çok mümkün olmuyor? Bunun da tabii ki basit bir tıbbi açıklaması bulunuyor. Siyam ikizleri, tek yumurta ikizlerinin bir türü olarak nitelendirilebilir. Fakat normal bir vakada iki spermle döllenen yumurta hücresi ikiye ayrılırken, bazı durumlarda yumurta bölünmenin herhangi bir safasında tam olarak ayrılmayı başaramıyor ve sonucunda yumurtanın gelişimi böyle devam ediyor. Siyam ikizliği aslında oldukça ender rastlanan bir durum, her iki yüz bin doğumdan sadece birinde rastlanırken, bu doğumların %60’ı ölü bebek doğumuyla sonuçlanıyor. Bazı durumlarda bebeklerin yaşama olasılığı %35’ten, %5’e kadar düşebiliyor. Siyam ikizleriyle ilgili ilginç başka bir istatistikse ikizlerin %70’inin dişi olması. Aslında erkek ikizlerin siyam olma ihtimali daha yüksek fakat dişi siyam ikizlerinin kurtulma ihtimali erkeklerinin üç katı olduğundan daha çok dişi ikizlere rastlanmakta.[1] Siyam ikizleri, her ne kadar fazla sayıda olmasa da bugüne kadar tutulan kayıtlardan yola çıkılarak yapılan bir sınıflandırmaya sahip. Bu sınıflandırma, yapışık olan bölgenin adı ve ardına eklenen ve latince yapışık anlamına gelen “pagos” kelimesin de eklenmesiyle yapılıyor. Bu sınıflandırma iki farklı şekilde. Birincisi kafadan ya da enseden olan birleşmeleri belirtmek için kullanılıyor. İkinci türdeki birleşme ise en çok görülen ve “Thoracopagus” olararak adlandırılan gövdenin üst kısmının yapışık olması ve kalbin iki farklı birey tarafından paylaşılmasıdır. Bu sınıfa dahil olan ve daha nadir olarak görülen birleşmeler ise, orta ve alt gövdedeki birleşimlerdir.En nadir görülen iki birleşme ise parazitik ve “Fetus in Fetus” birleşmeleridir. Parazitik birleşmede bir ikiz diğerinden çok daha küçük yapılıdır ve pek çok eyleminde büyük olana bağımlıdır. Diğer birleşmede ise bir ikiz genelde diğer ikizin içinde oluşmaya başlar ve bu durumda bebeklerin kurtulma ihtimali oldukça düşüktür.[2] oldukları vücut bölümü esnekliklerine Beste el verdiğinden birçok akrobatik hareket Şentürk yapmaları mümkün olduğundan kısa zamanda birçok insanın hayranlığını Gözde ve ilgisini topladılar. İkizlerden biri Şentürk 1957 yılında, 63 yaşındayken, diğeri ise 71 yaşında öldüğünden, halen dünyanın en uzun süre yaşayan siyam ikizleri olarak bilinmektedirler. olan çocuğu doğurması. İkizlerden biri hastalanınca operasyonla ayrılmak Bir başka ünlü siyam ikizleri ise istemişler fakat omurgaları birçok Peki, kendilerinin kontrolü bile olmadığı Çek Cumhuriyeti’nde, 1878 yılında omurdan birleşik olduğundan bu mümkün olmamış ve ikisinin hayatı da aynı gün son bulmuş. Bu da aslında iki farklı kişinin yaşamlarının ne ölçüde iç içe olduğunun gerçek bir örneği. Söz konusu siyam ikizleri olduğunda birçok ilginç hikâye ortaya çıkarmak mümkün. Bu hikâyelerden bazıları köle olarak doğan ve efendileri tarafından durmadan satılarak, hiç bir çıkarları olmaksızın şov dünyasında çalıştırılan McKoy ikizlerininki kadar trajik ve bazıları da şov dünyasına henüz bir aylıkken atılarak yürümeyi dahi öğrenemeyen ve bir şovları esnasında Mark Twain tarafından görülüp, “Olağandışı İkizler” öyküsüne konu olan Tocci ikizleri kadar ünlü. Fakat değişmeyen tek bir şey var ki o da bu hikâyelerin hiçbirine konu olmayan, siyam ikizlerinin normal hayata uyum sağlamakta – ki hepsi onları şov dünyasına kazandırarak para kazanmaya çalışan ebeveynlere sahipken çok da kolay olmasa gerek – yaşadıkları zorluklar. [3] Kaynak: http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/e/e8/ Tocci_Berlin_Boll.gif bu koşullar içinde doğan ikizlerin sosyal hayatlarının da bundan etkilenmemesi mümkün müdür? 1900’lerin eğlence anlayışı, şimdiki eğlence anlayışından çok daha farklıydı. Yani, eğer 1800’lerin sonunda veya 1900’lerin başlarında bir siyam ikizi olarak doğsaydınız, bir gecede büyük bir üne kavuşabilir, hatta hayatınız boyunca Kore, Japonya, Hindistan ve hatta Avusturalya gibi ülkelere seyahatte geçebilirdi. Çinli bir ailenin siyam ikizleri Liou SengSen ve Liou Tang-Sen’in hayatları da başta Amerika’daki Barnum sirki olmak üzere dünyanın bir çok yerine yaptıkları seyahatlerde geçti. Yapışık Mayıs 2013 doğmuş olan Rosa and Josefa Blazek ikizleri. Onları farklı kılan, sadece %5 olan yaşama ihtimallerini aşarak, bir de doğduktan sonra batıl inançlı olan anne ve babalarının onları sekiz gün hiçbir yemekle beslememesi sonucunda bile hayata sıkı sıkıya tutunmaları. Sonrasında ikizlerinin onlar için bir “lütuf” olduğunu anlayan ailesi, ikizlere keman dersleri aldırmaya başlamış ve ikizler keman resitalleri vermek için Amerika’ya bile gitmişler. Sonrasında daha şaşırtıcı olan şey ise ikizlerden Rosa’nın birinci dünya savaşına katılıp bir daha kendisinden haber alınamayan sevgilisi Franz’dan Köprü Kaynakça: 1. Genz, Debbie. “Facts and Figures about Twins.” Facts and Figures about Twins. N.p., 1999-2009. Web. 03 Mar. 2013. 2. Mumcu, Alper Dr. “Siyam İkizleri.” Mumcu.com. N.p., n.d. Web. 03 Mar. 2013. 3. Preuss, Simone. “7 Most Incredible Siamese Twins in History.” 7 Most Incredible Siamese Twins in History. N.p., n.d. Web. 03 Mar. 2013. HABERLER 30 Burçlar Köşesi Oğlak : 22 Aralık - 21 Ocak Her şeyi kontrol altında tutma arzunuz seçimlerinize yön veriyor. Günlük hayatta yaşadığınız her şeyi kafanıza takıyor ve nedensiz yere strese yöneliyorsunuz. Kafanızı boşaltıp seçimlerinizi etki altında kalmadan yapmalısınız. Çabuk sıkılan birisiniz ve bu ay değişimler sizi bekliyor. Kendinizi yeni fikirlere açık tutmalı ve elinize geçen fırsatları değerlendirmelisiniz. Sizin için bu ayın şarkısı Avril Lavigne’ den “Girlfriend”. Akrep : 23 Ekim - 21 Kasım Zorlu bir dönemden geçiyorsunuz ve vermeniz gereken ciddi kararlar var. Kendinizi dinlemeli ve sizin için neyin en iyi olduğunu düşünüyorsanız onu seçmelisiniz. İçgüdüleriniz sizi yönlendirecek ve hayatınıza yön vermenize yardımcı olacak. Şarkınız ise Kelly Clarkson’dan “Stronger”. Boğa : 21 Nisan - 21 Mayıs Bu ay aşk hayatınızda beklenmedik gelişmeler yaşanabilir. Sizi, sosyal ortamlarda rol alacağınız ve ilişkilerinizi düzene koyacağınız bir ay bekliyor. Karşınıza çıkan ufak tefek sorunların sizi yıldırmasına izin vermeyin ve resmin bir bölümü yerine tamamına odaklanmaya çalışın. Bu ay sizi en iyi anlatan şarkı Edd Sheeran’dan “Give Me Love”. İkizler : 22 Mayıs - 22 Haziran Son zamanlarda yaşadığınız olumlu gelişmeler bu ay da devam edecek. Eski bir arkadaşınızla iletişime geçebilir ve bu sayede o zamanlar dikkat etmediğiniz şeylerin farkına varabilirsiniz. Her şey yolunda giderken pozitif yaklaşımınızı koruyup, hemen umutsuzluğa kapılmamalısınız. Unutmayın, çözüm her zaman sizin içinizdedir. Bu ay şarkınız Foo Fighters’tan “Resolve”. Yengeç : 23 Haziran 22 Temmuz Her olayın sonucunu kendinize bağlıyor ve etrafınızda yaşanan her kötü olay için kendinizi suçluyorsunuz. Son zamanlarda yaşadığınız şeyler sizi biraz sarsmış olabilir ama duygularınızı bir kenara koyup biraz düşünmeye ve kendinize zaman ayırmaya ihtiyacınız var. Bu ay sizin için kendi sorunlarınıza yöneleceğiniz ve aşk hayatınızı ikinci planda bırakacağınız bir ay olacak. Coldplay’den “Fix You” bu ay sizin şarkınız olacak. Aslan : 23 Temmuz - 22 Ağustos Her ortamda fark ediliyorsunuz ve her daim etrafınızda sizi seven insanlar oluyor. Kendi içinize kapanıp yalnız kalmak sizin için bir çözüm değil. Sorunlarınızı ailenizle ve arkadaşlarınızla paylaşıp, onların fikirlerini almak sizin için daha iyi sonuçlanabilir, unutmayın onlar daima sizin yanınızda olacaktır. Bu ay aile yaşamınızda sizi sevindirecek küçük gelişmeler yaşamaya hazırlıklı olun. Bu ayki şarkınız Bruno Mars’tan “Count on Me”. Başak : 23 Ağustos - 22 Eylül Maceralara atılmak ve beklenmeyen şeyleri yapmak tam size göre. Kendinize olan güveniniz ve tecrübeniz size doğru kararlar vermekte yardımcı oluyor. Bu ay yeni biriyle tanışabilir ve kendinizi ona hiç ummadığınız bir biçimde bağlanmış bulabilirsiniz. Önünüzde sizi arkadaşlarınızla yaşadığınız bir takım anlaşmazlıkların da çözüleceği, çok güzel bir ay bekliyor. Shakira’dan “Addicted To You” bu ay tam size göre. Terazi : 23 Eylül - 22 Ekim Son zamanlarda geçirdiğiniz sancılı dönem akademik alanda elde edeceğiniz bir başarı ile sona erecek. Bunun içinse tek yapmanız gereken içinde bulunduğunuz depresif durumdan sıyrılmak ve yeniden kendiniz olmaya geri dönmek. Sizin için başarının anahtarı kendiniz olmaktan geçiyor. Bu ay sizin için çok “Young the Giant - Cough Syrup”. Akrep : 23 Ekim - 21 Kasım Romantik ve duygusal yanınız canınızı çok yakmış ama dikkat etmelisiniz çünkü bu durum değişmek üzere. Bu ay bir arkadaşınızla yakınlaşabilir ve daha önceden yaşadığınız fırtınalı aşkın ardından sonunda dinlenme şansını yakalayabilirsiniz. 30 Seconds To Mars’tan “The Kill” bu ay sizi anlatıyor. Yay : 22 Kasım - 21 Aralık Sizin için ‘arkadaşlık eşittir güven’ demek ama dikkatli olmalısınız. Size arkadaş gibi yaklaşan Ceren Tezcan birinden hiç beklemediğiniz bir anda darbe alabilirsiniz. Hayatta düşmenizi isteyenler her zaman olacaktır ama siz bu durumdan en az hasarla kurtulmak için etrafınızdakileri çok dikkatli seçmeli ve herkese güvenmemelisiniz. Bu ay sanki sizin için çok “Rihanna Take A Bow”. Kova : 22 Ocak - 19 Şubat Son zamanlarda beklemediğiniz insanlarla sizi üzecek olaylar yaşadınız. Hayatınızda her şey kötü gidiyor gibi görünse de umudunuzu yitirmemeli ve hedefinize ulaşmak için çalışmaya devam etmelisiniz. Bu ay beklemediğiniz birinden gelecek bir mesaj sizin için yeni başlangıçların simgesi olabilir. Unutmayın ki her fırtınanın ardından elbet gökkuşağı çıkar. Bu ay “Birdy Skinny Love” tam size göre. Balık : 20 Şubat - 20 Mart Bu ay size yenilik ve değişim getirecek. Kendinizde ve ilişkinizdeki kusurları bulma fırsatını yakalayıp onları düzeltme şansı yakalayabilirsiniz. Bunun için yapmanız gereken tek şey olaylara farklı bir açılardan bakmayı denemek. Olayların daha önceden fark edemediğiniz yanları sizi şaşırtabilir. Muse’un “Feeling Good” şarkısı bu ay size çok iyi gelecek. Greti Barokas’a burç resimleri için teşekkür ediyoruz. XXVII. LISE LIVE’DA EMEĞİ GEÇEN HERKESE TEŞEKKÜR EDERİZ. Köprü Mayıs 2013 MEMLEKETTEN 31 Türkiye’nin Burnu Sinop Eğer şehrinizin sadece bir girişçıkışı bulunuyorsa, getirmek ve götürmek filleri sizin için aynı eylemi temsil ediyorsa, şehrinizde bir sinema yoksa, köprü trafiğini aratmayacak bir trafiği olsa bile şehrinizde bir tane bile trafik lambası yoksa ve buna rağmen Türkiye’de emniyet kemeri takma oranının en fazla olduğu şehirde yaşıyorsanız tebrikler, siz de bir Sinoplu’sunuz! Yağmurlu ve abartılı derecede yeşil olan bir Karadeniz şehrinden çok, sıcak ve hareketli yapısıyla daha çok Ege’deki bir sahil kasabasını andıran Sinop, Sinop yarımadasının güneye bakan sahilleri üzerine kurulmuş, Karadeniz’de güneye bakan tek şehirdir. Bu yüzden kuzeyden gelen hırçın Karadeniz rüzgârlarından coğrafyası sayesinde korunan Sinop doğal limanı, tarih boyunca bütün büyük imparatorluklar tarafından ele geçirilmeye çalışılmıştır. Sanırım bu yüzden “Karadeniz’in İncisi” lakabını sonuna kadar hak ediyor. Sıkıcı fakat bir o kadar da eşsiz olan tarihinden söz etmek gerekirse: Anadolu’da kurulan en eski şehirlerden biri olan Sinop’a ilk yerleşim MÖ 3000 yıllarına kadar dayanır. “Gölge etme başka ihsan istemem.” sözüyle tanınan ünlü filozof Diyojen de aslında Sinop doğumludur. Kurulduğu günden beri Karadeniz’in en önemli limanı olma özelliğini koruyan Sinop, Osmanlı döneminde şehre yapılan cezaevi yüzünden zamanla bir hapishane şehrine dönüşmüştür. Uzun yıllar hapishanede yatan şair Sabahattin Ali’de “Hapishane Şarkısı” şiirlerini Sinop Hapishanesinde yazmıştır. Bu Sinop Orhun Tezel Sinop hapishaneyi bu kadar özel kılan ve Anadolu’nun Alkatraz’ı olarak anılmasının sebebi hapishane olarak kullanılmaya başlandığı 1568 yılından beri kayıtlara göre sadece bir mahkûmun oradan kaçabilmiş olmasıdır. Ve bu kaçış hikâyesi de zaten böyle bir hapishaneye yaraşır niteliktedir: Mahkûm belirli bir süre sonra idam edilmek üzere hapishaneye getirilmeden önce ayakkabı tabanlığının içine bir kıl testere iliştirir ve o zamanlar metal dedektörü olmadığından onu kolayca içeri sokar. Daha sonra sabırlı bir şekilde her gün zindanının demir parmaklıklarını azar azar keser. Gardiyanlar bu kesimleri görmesin diye de kesikleri kendisine öğün olarak verilen ekmek ve suyu bulamaç haline getirerek kapatır. Haftalar sonra artık parmaklıkları çıkabileceği kadar genişlettikten sonra gece vakti kaçar. Ancak asıl büyük engel hücreden değil, şehir surlarıyla birleşik olarak yapılmış olan bu kaleden kaçmaktır. Bunun için kalenin dik duvarlarına iki duvarın kesiştiği köşeden tırmanır ve kendini denize atar. Kilometrelerce yüzdükten sonra bir köye varır ama çok geçmeden jandarma tarafından bulunur. Ancak bulunduğu gün yaptığı suçun idamla cezalandırılmayacağına Mayıs 2013 dair bir yasa çıkar ve kendisi o gün hapishanede bulunmadığından yasadan faydalanır ve idamdan kurtulmuş olur. Bu da Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde dediklerini doğrulayacak niteliktedir: “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” Osmanlı-Rus Savaşlarında Ruslar tarafından bombalanan Sinop’un önemli yerleri yanmış ve bu da zamanla nüfus kaybetmesine sebep olmuştur. Mübadeleden önce her Karadeniz şehrinde olduğu gibi Sinop’un da nüfusunun büyük bir kısmını Rumlar oluştururmuş. Rus baskınları sırasında merkezden uzaklaşarak köylere yerleşen diğer azınlıkların (Ermeniler, Yahudiler ve özellikle de Gürcüler) aksine, şehrin büyük surları dışında yaşayan Rumlar zeytincilikle uğraşırlarmış! Evet, bu doğru… Bir Karadeniz şehrinde zeytinin doğal bitki örtüsü olması pek alışılagelmiş bir şey olmasa da bundan yıllar önce yarımada üzerinde yetiştirilebilen sayılı bitkilerden biriymiş zeytin. Yarımadanın güney yamaçları yıl boyunca güneyli rüzgârlar aldığından, yıl boyunca ılık kalan bu bölge, Akdeniz bitkilerinin yetişmesi için ideal ortamı hazırlar. Her ne kadar modern dünyada zeytin medeniyetin Köprü sembollerinden biri olarak görülse de özellikle Rum nüfusun şehri terkinden sonra zeytinliklerin yok edilişi hızlanmış ve günümüzde sokak aralarında birkaç zeytin ağacından ve şehrin en eski sokaklarından “Zeytinlik Yolu’ndan” başka geriye bir şey bırakmamıştır… Dünya medeniyetlerini incelediğimizde iklimin kültür ve dil üzerinde büyük bir etkisi olduğunu görürüz. Daha önce de bahsettiğim gibi çevresindeki iller olan Samsun, Kastamonu ve Çorum’dan iklimsel anlamda farklılıklar gösteren Sinop, alışılagelmişin dışında kültürel bir yapıya sahiptir. Haliyle şivesi de oldukça farklı, hatta açıkçası “komiktir”. Gazeteye ses kaydı koyamayacağım için, elimden geldiğince size Sinop ağzını tanıtmaya çalışacağım. Mesela, kelimenin sonundaki sesli harfler uzatılır; hatta bu yetmezmiş gibi kelimelerin sonuna bazı ekler getirilir. Örneğin “herhalde” kelimesi yerine “herhağldeysekine”, “hava” yerine “havağ”, “işte o anda” yerine “işte o ancuazda”, “olmuş” yerine “olurmuştur” denir Sinop’ta. Bunların yanında bazı kelimelerse tamamen anlamları dışında kullanılır. Örneğin “güzel” yerine “yakışıklı”(Örnek: Eteğin seni çok yakışıklı göstermiş Ayşe), “getirmek” yerine “götürmek”(Örnek: Çantam yanımda değil, çünkü evden götürmeyi unuttum) denir. Sinop’ta gün içerisinde en çok duyacağınız kelimeyse şüphesiz: “Napiğin”dir ki bu da “ne yapıyorsun” demek… Daha fazlası için bakınız: “Hortumu Anlatan Sinoplu Hacile Teyze” (video) Her şeyin alışılagelmişin dışında olduğu bu küçük yarımada sahil kasabasının yemekleri de bir hayli değişiktir. Sinop mantısı olarak duyacağınız bu mantının şekli Kayseri mantısının kaşıkla yenecek kadar küçük bohçaları andıran mantısından farklıdır. Çatalla yenecek kadar büyük ve geniş bir kovboy şapkasını andıran Sinop mantısı, üzerine bolca tereyağı ve ceviz dökülerek yenir. Ulaşımı her ne kadar zor da olsa, bir gün yolunuz düşer de mantı yemek isterseniz, tereyağı bol olsun demeyi unutmayın… 32 MEMLEKETTEN HABERLER Bursalı Robertlilerin Vazgeçilmezi: Feribot Her hafta sonunun dört saatinden fazlasını Bursa-İstanbul arasında geçiren biri olarak, feribotlar hakkında bilmem gerekenden fazlasını öğrendim diyebilirim. Her hafta hep beraber oturduğumuz masa, yediğimiz sayısız cips ve çikolatalar, karşılaştığımız ilginç tipler, masaj koltuğundaki teyzelerin surat ifadeleri ve bizi V.I.P. koltuklara alan müdür artık hayatımın bir parçası. Sürekli feribot kullanmayanların hemen bitmesini istediği, bir buçuk saat olduğu iddia edilen ama genelde en az iki saat süren bu yolculuklarda hayatımda görmediğim manzaralara tanık oldum. Halkın her kesiminden insanın yaklaşık iki saat boyunca aynı ortamda bulunmasının sonucunda çıkan gariplikler... Çoğu kimse bu yolculuğu uyuyarak, müzik dinleyerek ya da kitap okuyarak geride bırakıyor. Onlar şanslı olanlar aslında, çünkü bizim gibiler için işler biraz daha farklı işliyor. Tokat atan bebeklerden tutun, bize iPad’ini uzatıp “Madem Robertlisiniz şu zeka oyununda benim geçtiğim seviyeleri atlayın bakalım.” diyen amcalara kadar her çeşit insanla etkileşime geçiyorsunuz. Anlayacağınız gibi kitabınızı kapatıp kulaklığı çıkardığınız anda bambaşka bir yerde buluyorsunuz kendinizi. Dört kişilik koltuğa dokuz kişi, değişik kombinasyonlar deneyerek daha önce hiç bulunmadığımız şekillerde oturmayı öğrendik. O sıkışık pozisyonda etrafı gözlemeyi ve bize zeka seviyemiz düşükmüşçesine davranan feribot görevlilerini atlatmayı öğrendik. Özellikle her cuma Bursa’ya dönüşümüz sırasında karşılaştığımız, bizde unutamadığımız ama unutmayı dilediğimiz anılar bırakan amcalara değinmeden geçemeyeceğim. Gerek “Bugün Cuma kızım ikram reddedilmez.” diyerek bize zorla‘gazoz’içirmeleri, gerekse aralarından geçerken bizi bakışlarıyla öldüren, feribotla bütünleşmiş amcalar... Siz böyle anlattığıma bakmayın. Biz her ne kadar aramızda gülerek bahsetsek de bu durumların bize oldukça sıkıntılı anlar yaşattığını da inkar edemeyiz. Bir keresinde bize yönlendirilen bakışlardan rahatsızlığımız o dereceye ulaşmıştı ki masadan kaçıp farklı bir masada oturan arkadaşımın masasının altına girmiştim. Neyse ki olay arkadaşlarımın yalvar yakar beni masanın altından alıp yerime oturtmasıyla tatlıya bağlanmıştı. Tabii bu esnada arkadaşımın yanında oturan adamın yakınışlarını duymamak elde değildi, “Evladım... Tövbe tövbe. Ne yapıyor bu kız?” Neyse ki feribottaki tüm bu kargaşadan ve yoğunluktan kaçabileceğimiz bir yerimiz var: Çocuk oyun odası. 2-5 yaş arası çocuklar etrafta deli danalar gibi koşuşturup ağlarken biz de dokuz liseli olarak bir köşeye otururuz. Oraya kısaca çocuk bezi ve mama kokan sığınak diyebiliriz. Tabii şiddete eğilimli küçük çocuklar gelip size tokat atıp saçınızı çekmediği sürece. Bunların da ihtimaller dahilinde olduğunu bilmekte fayda var tabii oraya adım atmadan önce. Yapılacaklar listesi tamamlanmış, tüm abur cuburlar tüketilmiş ve çocuk oyun odası da artık yetersiz kalıyorsa başka bir çözümümüz her zaman vardır: merdiven altı. Böyle merdiven altı deyince yanlış izlenimlere kapılmayın, bizim merdiven altı olarak adlandırdığımız yer V.I.P.’ye çıkış merdivenin altında bulunan ve basamak altlarına yapıştırılmış sakızları görmemize imkan sağlayan çok amaçlı kullanılabilir, elverişli oturma alanı. Bu alan gerek pazar gecesi ödevleri, gerek yatılı dedikodusu gerekse merdivenden çıkan insanları izleyip eğlenmek için kullanılmaya oldukça müsaittir. Bir keresinde bizi çok seven feribot görevlisi, merdiven altından izlediğimiz ve ara sıra yolcularıyla bakıştığımız, koltukları bir parça daha geniş olan yukarı kata çıkardı. Final haftasının stresi hepimizi sarmıştı ve biz de daha sakin olan üst kata geçmeyi kabul etmiştik. Tam yerleşip eşyalarımızı koymuştuk ki yandaki Ceren Tezcan ailenin bakışlarını üzerimizde hissettik. Bunu feribot görevlisi de hissetmiş olacak ki onlara dönüp “Yazık yazık, sınavları vardı ben de yukarı çıkardım.” dedi. O an yaşadığımız şoku atlatınca geriye sadece kırılmış onurumuz ve daha çalışacak çok konumuz olduğunu fark ettik. Her Robertlinin yapacağını yaptık: TI’ları çıkarıp çalışmaya devam ettik. Böyle anlatınca mümkün olduğunca uzak durmanız gereken bir yer gibi gözüken feribot bizim en eğlenceli anlarımızın çoğuna ev sahipliği yapmış bir mekan aslında. Bizi kimi zaman Anadolu yakasında oturanların akşamları evlerine dönmelerinden bile hızlı bir şekilde evimize götüren ve birlikte zaman geçirmemize imkan sağlayan bir mekan... Her hafta geçirdiğimiz bu yolculuklar ve onca trajikomik olay bizi birbirimize daha da sıkı bağladı. Eğer Bursa grubu olarak bu kadar yakınsak, sebeplerden en önemlisi her hafta beraber geçirdiğimiz bu dört saattir. Kapalı Pencerelerin Ardından Karşılamak Baharı bir dünya! Ama olsun canım, artık Kocaman odalarımızda her gün at sabah akşam “açılabilir pencere”nin ne koşturduğumuzdan, olur da bir gün kadar önemli bir icat olduğuna kanaat pencereden uçuveririz diye önlem almak getiriyoruz, önemli olan da bu değil mi istemişler sadece. Malum, zamanında alınmamış tedbirlerden zaten? Demek ki bir bildikleri ötürü kimsenin canı varmış da pencerelere kilit takmışlar. Hepimiz yansın istenmez. Hem atın boyunu da hesaba nasıl da adam olduk. Bize sunulan nimetlerin katmış olacaklar ki sadece alt pencerelere Bir şeyin değerini onu kaybedince değerini bilmemenin ne takmışlar kilidi, üst anlarmışsın ya; yurt insanına da “açılabilir ayıp olduğunu nasıl da pencereleri sonuna dek pencere” kavramının kıymetini aşılamak öğrendik. Mesela ben artık açma özgürlüğümüz düşüncesiyle olacak, bir güzel sistem “kullanılabilir” prizlerimiz var. Yalnız, atın boyunu kurmuşlar ki en fazla bir karış açılabiliyor olduğu için şükreder hesaba katarken pencerelerimiz. Haksız da sayılmazlar hâle geldim. Ya onların bizlerin boyunu yani, yeni nesil ileri teknolojiye alışık. Biri da değerini anlamamız hesaba katmayı çıkıp da “Ne iyi etmişler de şu defibrilatörü için –evet, kesinlikle * pencere kilidi bulmuşlar!” bile demiyorken açılabilir değerini anlamamız için, yoksa koca unutmuşlar herhalde. Hani ben kısayım pencere sistemini kuran insanı takdir adamlar priz kullanmayı bilmez de diye demiyorum ama ben hâlâ boyu üst etmek kimin aklına gelirdi? Bunu düşünen maazallah çarpılırlar gibi saçma sapan pencereye yetişen birini görmedim bizim yetkililer sağ olsunlar öyle yaratıcı bir bir düşünceyle değil- “kullanılabilemez” yurtta. Her gün nefes alacağız diye şebek çözüm bulmuşlar ki “açılabilemez” priz sistemini geliştirselerdi? oluyoruz resmen. Oraya buraya tırmanarak zorlu bir yol katettikten sonra ancak pencere sistemini kurmuşlar, bize de Şaka bir yana, gelelim şu pencere kilidi* açabiliyoruz üst pencereyi. Şimdi sorarım sadece bildiğimiz klasik “pencere” kavramının önüne “açılabilir” sıfatını olayının altında yatan temel sebebe. size, her zamanki gibi odamızın içinde ata eklemek düşmüş. Evet, “açılabilemez”… Dedim ya, hiçbir art niyet yok, her şey binmiş tepinirken alt pencereden uçuşa Ne böyle bir sözcük var ne de böyle bizim iyiliğimizi düşündüklerinden… geçmek mi yoksa üst pencereyi açmak “Seeennn hiiiç gördün mü üüüç kulaklı bir adam?” Üç kulaklı adamı bir kenara bırak da sor bakalım Robert’e bahar gelmiş, ben baharı gördüm mü? Açıp da pencereleri sonuna kadar mor salkım kokusunu soludum mu? Sor da söyleyeyim sana: “Sonuna kadar açılan pencerelerim vardı da ben mi açmadım Allah aşkına?” Köprü Mayıs 2013 Şerna Viyan Petekkaya için maymunluk ederken hiç beklenmedik bir anda inişe geçmek mi daha olası? Yok arkadaş yok, yurtta baharın hiç tadı yok! “Bedava yaşıyoruz, bedava; Hava bedava, bulut bedava; Dere tepe bedava; Yağmur çamur bedava; Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekanlar bedava; Peynir ekmek değil ama Acı su bedava; Kelle fiyatına hürriyet, Esirlik bedava; Bedava yaşıyoruz, bedava.” demiş ya Orhan Veli, vallahi de esirlik bedava. Önemli olan pencereden düşmememiz, nefes alamayışımız kimin umurunda? OKULDAN 33 Robert Kolej Öğrencisi Kullanma Kılavuzu Yirmi dakikalık teneffüs gibi başlamasıyla bitmesi bir olan tatilin etkisini üzerinden atamamış; koridorlarda, Gould 400’de unutulan hırkalar gibi boş boş dolanan Robert Kolej öğrencileri; bu “tatil sonrası” evrelerinde biraz türlerinin özelliklerine ihanet ederler. “Gözlem yapmak için en uygun dönemleridir” denebilir. Tek kelimeyle ‘mayışmış’tırlar. İleride okuyacakları, çözecekleri, yazacakları milyarlarca kağıt ve soru olduğu gerçeğini barındıran bilinçleri, onları korumak için belirli aralıklarla kendini kapatır. Robert Kolej öğrencileri de boş derslerinde (tabii boş dersi olacak kadar şanslı olanı varsa) maç izleyen bir insan paniğiyle ödev yapmayı akıl edemez. Bahçelerde, bağlarda, Robert Kolej’in çayırlarında “Aklımda bu derste yapacağım bir şey vardı” diyerek ve onu hiç hatırlamayarak ve hatırlasa bile hatırlayamıyormuş gibi yaparak dolanırlar. Kantinde Pitos yer, kütüphanede dizi izler, ‘dolaplarda’ gelen geçenle muhabbet ederler. Havalar ısınırken yükselen vücut sıcaklıklarına, incelen kıyafetlere ve ayaklardan çıkan 4x4 Hunter çizmelere Robert Kolejlilerin tepkisi budur. Toms, Keds zamanı gelmiştir Robert Kolej sülalesine. Giderek kısalan eteklerin giyilme oranları da arttıkça artar. Daha fazla insan tiyatroya kalır, topluma hizmet projelerinin kek ve börek satışları patlar. Ne var ki sıcak hava, uzun saçların enseden toz olması için hiçbir zaman geçerli bir mazeret olamayacaktır. İnsanoğlunun “Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları” deyimi (bkz. İnsanoğlu Sözlüğü, Baskı 1003) Robert Kolej’in bu dönemini anlatmak için kullanılabilecek en yerinde deyim olmalı. Zira gelen bahar aylarının etkisiyle, karda kayıp ayağını kıran, asansörün her açılışında değnekleriyle tıpış tıpış yürümeye çalışan çok sevgili arkadaşlar yerlerini futbol oynarken kendini yere atıp bacağını kıran ve her asansör açılışında kramponları yerine alçılarıyla yoluna devam eden arkadaşlara bırakırlar. Gevşeyen gönül yaylarının etkisiyle de bir ayrılıp bir barışan çiftler yüzünden “dönemdeki çift” sayısı bir tek haneli, bir çift haneli sayı olur. Robertçe de ısınan havadan nasibini alır. “Library’de sleep mode hani!” yerini “Lunch break’de Harlem Pınarnaz Eren Shake yani!”ye bırakır. Robert Kolej sülalesinin ısınan havalardan etkilenmeyen en önemli özelliğidir herhalde sabahları anlaşılmayan sözcükler. Onlar öyle sözcüklerdir ki esnemekte olan bir Robert Kolej bireyi, alt çenesi ve üst çenesi arasında yetmiş derecelik açı varken içine çektiği hava ses tellerini titreştirir ve sözcüklere dişler değil de dil şekil verir. Ortaya çıkan “Vuoooohaaaa”dır, ancak diğer Robert Kolej bireyi bunun “Günaydın!” olduğunu hemen anlar. O da aynı şekilde cevap verir. (bkz. Robertçe Sözlük, “Esnerken” Bölümü) Havaların ısınmaya başladığı bu dönemde hafta sonları da bir garipleşir Robert Kolej’de. Ödev, proje, kurs gibi nice hastalıklarla can çekişen Robert Kolej’e güneş girince doktor da az girer duruma gelir. Hafta sonları, insanların arasına karışan Robert Kolejli sayısı artar. Eğer iyi birer insan olursanız siz de Robert Kolejlileri bir gün sinemada görebilirsiniz. Robert Kolej öğretmenleri, öğrencilerin bu geçiş dönemine, tatil dönüşüne, havaların ısınışına alışamadığını görürler ve bir an önce eski düzene dönebilmek için “Mastering”leri çifter çifter verirler. Robert Kolejlilerin bu dönemde yaptıkları ve yapacakları hatalar, final döneminde “100” almak için çalışırken onları isteklendirecektir. Umarız Robert Kolejliler ışınlanabilme, aynı anda sekiz kitap okuyabilme ve beş dakikada “essay” yazabilme yeteneklerini en kısa zamanda uyandırabilirler. Okulumuzun Sembollerinden Biri Kediler Hazırlık yılının başında bu kampüse ilk geldiğimizde bizi sıcaklıklarıyla karşılayan ilk canlılar kedilerdi. En başta, okulun korkutucu merdivenlerini çıkarken dışarıda bize gülümseyen bu sevimli hayvanlar hepimizin içini ısıtmıştı. Bu yabancı duvarların, bitmek bilmeyen yolların arasında bize yol gösterici olmuşlardı. Gecesi olsun gündüzü olsun her zaman her işimiz düştüğünde yanımızdalardı. Bir okulda bu kadar fazla kedinin olması sıradışı gelse de bizi okula alıştıran en büyük etkenlerden biriydi bu cana yakın hayvanlar. “Robert Ruhu”nun büyük bir parçasını oluşturan kedileri 7’den 70’e herkes zamanla benimsedi. Öyle ki Mr. Welch’in ofisine giderken yolda birkaç tanesini görmemenin uğursuzluk getirdiğini veya sabahları okula girerken rengi pembeye çalan ve sadece bazı günler ortaya çıkan o kediyi görünce gününün daha güzel geçeceğini düşünenler bile var. Kediler, uzun yıllardan beri okulumuzda konakladıkları için okulumuzun sembollerinden biri olmuş, Robert tarihine pati izlerini bırakmışlardır. Hatta onlar, okulumuz için o kadar büyük bir önem kazanmışlardır ki; yaklaşık beş yıl önce aşılanmaları ve bakımları için Topluma Hizmet Projeleri (THP) satışlarıyla benzerlik gösteren satışlar yapılmıştır. Bu satışlardan elde edilen bütün gelirler kampüsümüzde yaşayan kedilerin iyiliği için kullanılmıştır. Böylece, kampüste barınan bütün şirin dostlarımız sağlıklı ve herkes için güvenli hale getirilerek okuldaki düzene ayak uydurmaları sağlanmıştır. Yıllar boyunca, veliler ve eski mezunlar Robert Kolej’deki kediseverliği görmüşlerdir. Bu izlenim ile kendilerini yegâne kedilerinin bu kampüste daha iyi bir hayat yaşayacaklarına inandırmışlardır. Bunun sonucu olarak bu bireylerden bazıları sempatik dostlarını bu doğal ortama bırakmışlardır. Gün geçtikçe bu arkadaşcanlısı dostlarımızın Mayıs 2013 sayıları çoğalmış ve “Mart” aylarında yoğun nüfus artışı gözlemlenmiştir. Bazı kediler Robert’te ün salmışlardır. Bunlardan en bilineni tartışmasız “Caroline”dır. Caroline, siyah ve kabarık tüyleriyle bulunduğu ortamda bütün dikkati kendi üzerine çeker. Bazen hırçınlaşıp insanlara saldırsa da yemeklerine göz dikse de bütün okul camiası onu sever. Muhtaç olduğu ilgiyi ve şevkati esirgemez. Aynı ilgiye Feyyaz Berker’in arka tarafında ve servis alanında yaşayan kedi de muhtaç; ama kimse ona ilgi göstermiyor hatta onu tanımıyor bile. Oysa ki boynundaki beyazlıkla saflığı, pofuduk tüyleriyle sevecenliği, kocaman kuyruğuyla korkusuzluğu simgeleyen bu kedi aslında tam bir tekir. Ancak Feyyaz Berker’in arkasında yaşayan dostumuz da yalnız değil, bu tekir tiplemesine uyan birçok arkadaşı da okul kampüsümüzde barınmakta. Öyle ya da böyle, bu can dostlarımız bugüne kadar kampüste hayatlarını sürdürmeyi başardılar. Köprü Mert Düşünceli Şule Kahraman Her ne kadar kimi öğrenciler için okulu zorlu kılan etkenlerden biri olsalar da o öğrenciler bile “kedisiz bir Robert” düşünemediklerini belirttiler. Fark ettiniz mi bilmiyoruz ama son zamanlarda okul yaşantımızda büyük bir paya sahip olan biricik kedilerimizi göremez olduk. Acaba nereye gitmiş olabilirler? “Mart” ayı olduğu için mi artık onları göremiyoruz? Yoksa bizden mi sıkıldılar? Okulumuzun sembolü olan dostlarmız için endişelenmeli miyiz? Siz kedisiz bir Robert düşünebiliyor musunuz? Biz düşünemiyoruz! SPOR 34 Kız Voleybol Takımımız Bir okul gazetesinde spor yazarı olmak sadece spor dünyası hakkında konuşmaktan ibaret değildir. Aynı zamanda öğrencisi olduğunuz okulun takımları hakkında da yazmaktır. Son iki sayımıza baktığımda bu konuda kendimi eksik hissettim ve okulumuzdaki spor faaliyetleri hakkında bir yazı yazmak ve okul takımlarımızdan birini okurlarımıza tanıtmak istedim. Bu amacımı gerçekleştirmek için de 27 Şubat Çarşamba okul sonrası Notre Dame de Sion Fransız Lisesi ile olan voleybol maçımızı izlemek ve takım hakkında bir yazı hazırlamak için seyircilerin arasındaki yerimi aldım. Aslı Temel önderliğindeki takımımız hazırlık çalışmalarından sonra maça Beril, Laden, Irmak, Cemre, Esra, Naz altısıyla başladı. 4:2 sisteminin getirdiği hücum gücüyle maçın ilk sayısını almayı başardılar. Maça iyi başlayan takımımız bir müddet sonra hücum güçlerini kaybetmeye başladılar. Bunun üzerine Aslı Hoca mola aldı. Moladan sonra gücünü yeniden kazanan takımımız Irmak, Beril ve Cemre’nin sayılarıyla maçı önde götürmeyi başardılar. Maç süresince Cemre’yle değişen Duru ile de savunma yönümüzü güçlendirdik. Aslı Hoca’nın “Manşet istiyorum!” uyarılarnı dinleyen takımımız savunma yönünden kendini toparladı. Cemre ve Esra ikilisinin karşı takımın smaçörlerine koyduğu nefis bloklar ise takımımızın ateşlenmesinde büyük pay sahibiydi. Böylece ilk seti 25-20 alarak 1-0 öne geçtik. İlk setin alınması oyuncular ve takım için büyük bir moral kaynağıydı. Çekişmeli geçen bu maçta moral, maçın kazanılmasındaki önemli etkenlerden biriydi. İkinci set birinci sete kıyasla çok daha çekişmeliydi. Karşılıklı alınan sayılar, güçlü servisler ve smaçlar eşliğinde geçen set herkesi heyecanlandırdı. Set boyunca çok iyi servisler izledik. Her iki takımda çok iyi savunma yaptı. Smaçörlerimizle oyuna baskı kurmaya başladık. Pasörlerimizin çaktığı smaçlar da gözümüzden kaçmadı. Daha sonra rakip takımın bize yetişmesiyle setteki gerilim ve çekişme Köprü arttı. Karşılıklı alınan sayılar gerilimi arttırırken bir yandan da salondaki izleyici sayısı artmaya başladı. Başlarda 10-15 kişiden oluşan seyirci son sette giderek kalabalıklaştı. Joe Welch ve Anthony Jones da son sette takımımıza destek olmak için geldiler. Mr. Pinto ise Türkçe tezahüratlarıyla tüm maç boyunca takımımızı destekledi, seyircileri Meksika dalgası yapmaya teşvik etti. İkinci sette Irmak’ın paralele vurduğu smaçla maçın seyri değişti. İkinci setin sonlarında güzel oyunlar ve servisler izledik. Maç sayısını karşı takımın hatasıyla Zeynep Şiir Bilici diliyoruz. Mr. Pinto’nun da dediği gibi: Haydi kızlar! Yazımı sonlandırırken değinmek istediğim birkaç husus var. İlk olarak Murat Özyiğit’e takım oyuncuları ve seyirciler adına buradan oyunu yönettiği için de teşekkür etmek istiyoruz. İkinci olarak da maç sırasında dikkatimi çeken bir konu hakkında bahsetmek istiyorum: seyircinin ruhsuzluğu.(Daha sonra oyuncularla maç hakkında konuştuğumda çoğu seyircinin ruhsuz olduğunu söyledi.) Ben şahsen tüm okulun, spor takımlarımıza destek için gelmesi gerektiği ve takımlarımıza moral vermesi, oyuncularımızı ateşlemesi kazandık. Çekişmeli geçen set 27-25’lik gerektiği kanaatindeyim. Bu nedenle, Köprü gazetesi aracılığıyla tüm skorla bitti ve takımımız Notre Dame de Sion Fransız öğrencilerimizi ara sıra da olsa, Lisesi takımını ödevlerden ve projelerden arta kalan zamanlarında okul takımlarımızı 2-0 yenmiş desteğe çağırıyorum. oldu. Öncelikle kızlarımızı ve Not: Selin Özülkülü ve Alara Hancı’ya yardımları için teşekkür ediyorum. Aslı Hoca’yı buradan bir kez daha tebrik ediyor ve gerek Özyeğin Üniversitesi turnuvasında, gerek de Dostluk Ligi maçlarında başarılar Mayıs 2013 SPOR 35 Erkek Futbol Takımımız Koç deplasmanında. Dostluk Ligi zirve mücadelesi veren sporcularımıza önlerindeki maçlarda başarılar dileriz. Mayıs 2013 Köprü Editörler Yunus Emre Erdölen Berfin Torun Tasarım Editörleri Sinan Hiçdönmez Atakan Baltacı Yayın Kurulu Defne Aksoy Zeynep Can Aksoy Gizem Taşkın Eda Özkök Alara Gebeş Sıla Küçükosmanoğlu Tayis Arslan Hazal Özkan Tasarım Yardımcıları Berk Özgen Hasan Orkun İpsalalı Yiğitcan Çelik Ayhan Okçal Orkun Bulut Duman Eda Özkök Selin Özülkülü Umutcan Gölbaşı Mevsim Küçükakyüz 36 Yazarlar Yunus Emre Erdölen Berfin Torun Nur Sevencan Defne Aksoy Gizem Taşkın Sera Pekel Gizem Tulunay Şule Kahraman Fatma Nur Eslem Soylu İbrahim Furkan Özcan Elize Arslan Tayis Arslan Ayşenaz Toptaş İrem İlhan Kaan Cemil Doğusoy Sevim Gözde Şentürk Saffet Gülbabil Kökver Başak Dağlıoğlu Beste Şentürk Deniz Şahintürk Mevsim Küçükakyüz Umutcan Gölbaşı Meriç Demirbaş Eymen Pınar Orhun Tezel Eda Özkök Pınarnaz Eren Alara Gebeş Mert Ali Düşünceli Hazal Özkan Özlem Lal Tüzman Cansu Bayraktar Fatma Nur Yokuş Dilara Çankaya Zeynep Şiir Bilici Zeynep Can Aksoy Burçe Şahbenderoğlu Berk Özgen Sıla Küçükosmanoğlu İrem Uzunhasanoğulları Greti Barokas Damla Su Özer Şiir Su Saydam Baha Aydın Elif Ece Acar Merve Kahraman Deniz Saip HABERLER Ayça Ersoy Sorumlu Öğretmenler Melek Giray İnce Serya Kayapınar İmtiyaz Sahibi Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer Pokémon: Neden küçük kuzenlerimizin, tanıdıkların çocuklarının, misafirliğe gelen 2007 doğumluların (2007 doğumlu olmak da küfür gibi bir şey. 2007 model Toyota Corolla, Windows 2007 olurmuş da 2007 doğumlu insan ancak uzay filmlerinde olurmuş gibi) izlediği Ben10’lerin Peppee’lerin, ne idüğü belirsiz süper kahraman çizgi filmlerinin bu kadar sinirimi bozduğunu keşfettim sevgili okurlar. Hepsi Pokémon yüzünden. Sonra gelen Beyblade’ler, Digimonlar, hiçbiri güzel Pokémon’umuzun yerini tutamadı. Ash’iyle, Misty’siyle, Pikachu’suyla Pokémon, bizler için bir Japon çizgi filminden çok daha fazlasıydı. Güzel taso çıkar umuduyla cips bağımlısı olmuş çocuklardık biz. Sırf Pokémon’un bilgisayar oyununu oynayabilmek için bilgisayar kullanmayı öğrenmiştim. Ağabeyimin –evet, yazım kurallarına dikkat ediyoruz- gözümde ilahlaşmasının nedeni de bilgisayarda mükemmel Pokémon oynayışıdır. Sözlerini anlamadığımız şarkıları uydurma devrinin başlangıcı da Pokémon’un tanıtım müziği olabilir. Eğer siz de Pokémon izlediğiniz dönemlerde bırakın İngilizceyi, Türkçede bile iki kelimeyi bir araya getiremeyenlerdendiyseniz “Gadakeçemmool” deyince yüzünüzde küçük bir tebessüm oluşacaktır. Pokémon öyle seyredip bırakılacak bir şey değildi. Mesela bir favori Pokémon’un olmalıydı, aksi düşünülemezdi. Kuzenlerim konuşurdu: “Benimki Charizard, seninki Wartortle…” filan diye. Benimki Togepi’ydi. Kimseye söyleyemezdim, alay konusu olmayayım diye. Kimin en sevdiği Pokemon yumurtanın içinden çıkmayı bile başaramamış, hiçbir süper gücü olmayan Togepi olurdu ki? Burayı bir itiraf köşesine çevirdim, ama bir gün bunu söylemezsem içimde kalırdı. Evet, bence en mükemmel Pokémon Togepi. Çılgın Bediş: İçinizden şarkısını söylemeye başladınız değil mi? Çılgın Bediş, bir şeylerin başlangıcıydı. 30 Absürt Haber Köşesi Robert Kolej’de uyku saati! Öğrencilerin yoğun ders ve sınav temposu nedeniyle okul zamanı uyukladığını gözlemleyen okul yönetimi bulduğu radikal çözümü Köprü’ye açıkladı. Çoğu öğrencinin derslere iyi odaklanamadığının ve uyanık olduğu zamanlarda da yalnızca telefonlarına bakacak zamanı bulabildiklerinin bilincinde olan okul yönetimi öğrencilere kahve dağıtacaklarını söyledi. Kahvenin içinde bol kafein ve uyku açıcı zararlı maddelerin temin edileceğine dair söylentiler kulak arkasına atılacak nitelikte değil. Kahve uygulamasının işe yaramaması durumunda başka yaptırımların da söz konusu olduğunu belirten okul yönetimi “Öğrencilerimizin iyi eğitim alabilmesi için her türlü öneriye açığız.” dedi. Köprü gazetesinin araştırma ekibinin bulgularına göre kahve etkisiyle uykusu açılmayan öğrencilere onar dakikalık süreçler halinde soğuk espri şoku da uygulanabilirmiş. Aman sevgili Robert öğrencileri! Siz siz olun derste uyuyakalmayın! Seçmeli ders listesinde yepyeni bir ders daha! Robert öğrencilerinin dikkatine! 9. sınıftan itibaren hem baş belası hem de heyecan kaynağı olan ders seçimleri artık daha da dolu bir listeyle karşımıza çıkıyor. Bütün öğrencilerinin ilk tercihi olacağını tahmin ettiğimiz bu haber ilk kez Köprü sayfalarında açıklanıyor. Köprü Seçmeli Ders Araştırma ekibimiz hiç de gündemde olmayan bu önemli haberi okuyuculara ulaştırmakta gecikmedi. “Kedi Fizyolojisi ve Filolojisi” adlı yeni ders, eminim okurlarımızı ders seçimlerine yeniden bir göz atmaya itecektir. Aldığımız duyumlara göre okul Köprü Yönetim Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No. 87 Arnavutköy/İstanbul Tel: +90 (212) 359 22 22 Sorumlu Müdür Güler Kamer Yayının Konusu: Okul Gazetesi Adölesan Nostaljisi Sevgili okurlar, bu sayıda incelemek için birçok kişiden birçok öneri aldım. Ancak hangi nesildaşıma 90’lar desem aldığım “Pokemon” ve “Çılgın Bediş” karşılıkları göz ardı edilebilir gibi değildi. Gelin başlayalım… Yayının Dili: Türkçe Yayının Türü: Yerel, Süreli Yayının Süresi: Aylık Sıla Küçükosmanoğlu yaşındaki teyzelerin lise öğrencisi diye kakalandığı, ama yaşları 4 ila 11 arasında değişen körpe beyinlerin bu gerçeği umursamadığı bir dönemden bahsediyorum. Televizyonun karşısına geçip “İyi kızlar cennete/Kötü kızlar her yere/ Çıtır kızlar nereye/Nereye de giderler” veya “Çilek tadında Bediş adında/Biraz masum biraz da çatlak/ Çılgın Bediş’im yok başka işim” dizelerini çığırdığım o günler için asla pişman olmadım. Yaşanması gereken bir dönemdi. Gerçekten de Çılgın Bediş’in Çılgın Bediş olmaktan başka hiçbir işi yoktu. Oktay’ı izler, arkadaşlarla dışarı çıkar, arada Mükü’ye telefon ederdi. Bediş’in lise aşkı Oktay, zihinlerimizdeki “yakışıklı insan” portresinin esin kaynağıydı. Pek de bir numarası yoktu; ama “Bediş seviyorsa iyidir.” mantığıyla hareket eden üşengeç bilinçaltlarımız onu yakışıklı olarak kabul etmekte pek direnmemişti. Yıllar sonra bir replik aklımda kalmış. Bir bölümde ayağı kırılan Oktay, kendisine ilgi gösteren Bediş’i: “Bana acıma, beni sev!” deyip terk etmişti. Kaç sezon takip ettiğim dizide tek derinlik pırıltısı gösteren replik bu olacak ki, unutamamışım. O yaşlarda lisenin yönetiminin yaşadığı en büyük sorunun öğretmen seçimleri olacağı yönünde. Okul dahilindeki çoğu öğretmenin bu dersi vermeye aday olduğu yalnızca Fransızca öğretmenlerinin bu göreve atanamayacağı da bilgi dahilinde. Malum, Fransızcadan hoşlanmayan kedilerle dersin uygulama bölümünde bir terslik yaşansın istenmiyor. Okulumuz kedilerinin de içinde bulunduğu bir konseyde tırmıksız çıkan öğretmenin işi alacağı söylentilerini sizinle paylaşıyor, kedilerin yanında Fransızca konuşmamanızı önemle rica ediyoruz! Gözünün Köprü haberlerinde, kalbiniz kedilerle olsun! Woods binasına telif hakkı arayışları! Bildiğiniz gibi hazırlık sınıflarının en önemli yaşam yeri, adeta habitatı haline gelen Woods binası önemli bir dedikoduyla çalkalanıyor. Duyduğumuza Mayıs 2013 Çılgın Bediş’teki gibi bir yer olduğunu sanardım. Derste Oktay gibi birini izlerken hayallere dalacak, hayalimde başka bir kızdan hoşlanan Oktay’ı karşıma alıp ona “Bandıra Bandıra Ye Beni”yi, hiç olmadı “Aboneyim Abone”yi söyleyecektim, arkada da arkadaşlarım senkronize bir şekilde dans edecekti. Öğretmenin sesine uyanacaktım, sonra tüm sınıf kahkahalara boğulacaktık. Bediş’e kızılmazdı, çünkü Bediş harika bir insandı. Basketbol takımının yıldızı, arkadaşlarının gözdesi, ailesinin ele avuca sığmayan minik kızıydı. Hem de hiçbir şey yapmayarak. Bundan daha güzel bir şey olabilir miydi? Yaş 4, tabii… Sonradan kafamda oluşan Çılgın Bediş lisesi imajı yerini Hayat Bilgisi lisesine bırakacaktı ki bu daha da tehlikeli bir durum. Çılgın Bediş yine iyiydi diyor, yazıyı bitiriyorum. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere, esen kalın... göre Woods binası ismi için telif hakkı alınmamış! Haberi mahkeme binasındaki sinirli, acımasız ve hakkını arayan kalabalıktan öğrendik. Bu kalabalığın içinde Woody Woodpecker ve Woody Allen gibi ünlüler bulunduğu gibi Halime Woods ve Woodcan Ozwood gibi halktan insanlar da yer almakta. Köprü’nün özel söyleşileriyle gazete sayfalarında yerini bulan bu büyük haber karşısında tepkisiz ve sesiz kalan okul yönetimi de herkesi çok şaşırttı. Bu kadar zamandır okul binasına verilen bu ismin öğrenciler tarafından kullanılmasına yasak gelebilir. Böyle bir tehlike anında şimdiden alternatif bina isimleri öğrenciler tarafından yaratılmaya başlandı. Şimdiye kadar en fazla rağbet gören isim “Pirep” olsa da Facebook’ta isim seçimi için bir anket açılacağına kesin gözüyle bakılıyor.
Similar documents
Untitled - Üsküdar Amerikan Lisesi
Bahçecik’te kuruldu. Okul daha sonra Adapazarı’na taşındı ve 1. Dünya Savaşı’na kadar orada eğitim verdi. Bağlarbaşı’nda okulun bugün bulunduğu yerleşkesinde kurulu bulunan Amerikan Kız Koleji 1914...
More informationEntegre bina otomasyonu nedir?
… bir evdeki motorlar gitgide artıyor. Mesela entegrasyon sayesinde, ısı değerleri veya ışık seviyesi önceden tanımlanmış miktarların üzerine çıktığında gölgelikler kapanabilir. Tabii bir çok başka...
More informationWherethe ideas of East and West, and the contrasts of old
the ideas of East and West, and the contrasts of old and new fuse in luxurious brilliance, GAIA SPA at Grand Hyatt Istanbul emerges from the fertile influence of this crossroads location and centur...
More information