Pdf formatında - Umran Dergisi
Transcription
Pdf formatında - Umran Dergisi
u mran Ümmetin U zu n Soluklu Yürüyüşü d ü ş ü m e • kültür • Myj.vel Sahibs Ümran Yayıncılık Turizm San. ve T ic. Ltd. Şti. Adına Abdullah Yıldız 11 Eylül’derı bu yana küresel ölçekte meydana gelen hadise ler, A fganistan ve Irak’tan sonra Suriye, İran ve en nihayet Türkiye üzerinde dolaşan kara bulutlar, Müslüman dünyanın üm m et bilincine duyduğu ihtiyacın altını bir kez daha çizi yor. İslâm üm m eti, yaklaşık yüzelli yıldır devam eden emper yalist kuşatm a çemberini yarma mücadelesi verirken küresel güçler de s o n yıllarda bu çemberi daha bir tahkim etme pe Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürü Cevat Özkaya Yayın Kurulu Uğur Altım, Cevat Özkaya, İlhan Gündoğdu, Abdullah Yıldız Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Dilaver Demirağ, Serdar Demirel, Abdurrahman Dilipak, Murat Kirişçi, Mustafa Miyasoğlu, M. Engin Noyan, Süleyman Ovalı, Mehmet Özay, Ahmed Yüksel Ozemre, Hasanali Yıldırım İdare Merkezi Sofular Mh. Yeşiltekke Sk. No: 4/2 Fatih-İstanbul Tel: (0212) 532 51 76 - 533 72 02 Fax: 534 88 88 www.umran.org umran@umran.org Temsilcilikler Ankara: (0312) 435 94 48 - İzmit: (0542) 250 75 77 Trabzon: (0462) 321 95 44 'İsparta: (0246) 232 34 77 Abonelik Şartları Yurtiçi Yıllık (12 sayı): 40.000.000 TL. Türkiye İş Bankası Fatih Şubesi TL Hesabı 1020 1386804 (Haşan Ak) Posta Çeki Hesabı 1605252 (Ümran Yayıncılık) Yurtdışı Yıllık (12 sayı): 60 Usd - 60 Euro Türkiye İş Bankası Fatih Şb. Usd Hesabı 1020 301000 0658751 (Haşan Ak) Türkiye İş Bankası Fatih Şb. Euro Hesabı 1020 301000 0658765 (Haşan Ak) Fiyatı: 3.500.000 TL. Dizgi, İçdüzen: Ümran Kapak Tasarım : Sezer Erdoğan Uygulama: Ümran B askı: Yıldızlar Matbaacılık A.Ş. C ilt: İstanbul Mücellit Dağıtım: Yay-Sat Ayda bir yayımlanır. şindeler. S o v y et tipi ‘sosyalist’ modelin kesin iflasının ar dından A m erikan-Batı tipi ‘ liberal ’ modelin de iflasın eşiği ne geldiği şu bunalım çağında, insanlığa farklı bir hayat ta r zı öneren İslâm ’ın yeniden tarih sahnesine çıkışını engelle mek, 11 E y lü lle belirginleşen yeni sürecin birincil hedefi olarak o rtay a çıkıyor. A slında, Amerika’nın patronajlığındaki Yeni Dünya Düzeni’n in hedef tahtasına İslâm’ı yerleştirmesi, genel an lamda yeni sıkıntıları beraberinde getirmekle birlikte, çok önemli bir imkâna ve potansiyele de işaret etmektedir. İs lâm’ın B atılı değerlere ve Batı tipi hayat tarzına yönelik bir “ tehdit” olarak algılanması, Müslümanların bizzat “özne” haline geldiğinin en önemli göstergelerinden biri. Batılı de ğerlerin yol açtığı küresel fesâd ortam ında İslâmî erdemlere duyulan ilgi ve susamışlık, küresel çapta başlatılan psikolo jik savaş sürecinde İslâm terö r’le, vahşet'le, ilkellik’le, bağ- nazlık’l a ... özdeş gösterilerek ve Müslüman dünyaya yönelik fiili saldırılar düzenleyerek bloke edilmek istenmektedir! Bu gelişmeler, müsliimanların “ Allah’ın ipi”ne sımsıkı sarılarak tevlıîd inancının emrettiği vahdeti gerçekleştirme lerini, aralarındaki sun’î sorunlarla zihni / düşünsel engelle ri hızla aşarak ümmetin birliğini sağlayacak ciddi organizas yonlara gitm elerini zaruri kılıyor. Ümran, bu âcil ihtiyaçtan yola çıkarak, İslâm âleminin her köşesinde yeniden filizlenen üm m et bilincini *küresel vahdet’e dönüştürecek uzun soluklu mücadeleyi, ümmetin geleceği açısından vazgeçilmez bir görev saymaktadır. Bu çerçevede oluşturduğumuz ‘Ü m m etin Uzun Yürüyüşü’ dos yamızda Abdülm etin K araröse, A bdurrahm an Em iroğlu, Kazım Sağlam ve M urat K irişçi’nin üm m et bilincini vurgu layan yazılarını Yıldırım C an oğlu ’nun vahdetin önündeki tuzaklara dikkat çeken yazısı bütünle inektedir. Bu sayımızda Oportünizm (idare-i maslahatçılık) tuzağını ele alan Canoğlu, gelecek ay Revizyonizm (yeniden gözden geçirmecilik, yeniden anlamlandırmacılık) tuzağını inceleyecek. Son günlerin en hararetli tartışma konusu olan Süleymaniye olayları ile yaşanan Türk-Am erikan ilişkilerindeki krizi C ev at Özkaya, A bdurrahm an Dilipak ve U m u t C u m h ur değerlendiriyorlar. Bu yazılar, Süleyman O vah’nın İran analizi ve ek' te yer alan Stanley H offm an ’ın ‘Dünya Y ön e timi / Ü top yan ın Ötesi’ başlıklı tahlili ile birlikte okunmalı. A yrıca, Ahm ed Yüksel Ozemre hocanın Louis M assig non hakkındaki derinlikli araştırmasını; Yaşayan İslam say falarımızdaki gönül dünyamızı besleyen yazıları ve KültürSanat bölümümüzde yer alan H asanali Yıldırım’ın korku filmleri, M u stafa Miyasoğlu’nun Türk tiyatrosu üzerine yaz dıkları değinileri kaşıtmamanızı öneririz. Yeni U m m n ’larda buluşmak duasıyla... Ü m ran -A ğu stos-2 0 0 3 1 G Ü N D EM içindekiler 4 Türkiye Ş er ile E h v en -i Şer A rasında CEVAT ÖZKAYA K A PA K : 47 Ü M M E T İN U Z U N Y Ü R Ü Y Ü Ş Ü Ü m m etçilik H ayal M i, V ak ıa Mı? İCAZIM SAĞLAM T ürkiye Stratejik O rtak mı? A rk a B ah çe mi? 32 Ü m m etin U zun Yürüyüşü ve ABDURRAHMAN DİLİP AK 11 50 Tuzaklar: Ü m m etin Dirilişi ve E tkin Bir Dil İdare-i M aslahatçılık MI IRAT KİRİŞÇİ YILDIRIM CANOĞLU A n ad o lu ’da Y en id en Bir V arlık M ücadelesi mi? UMUT CUMHUR 53 13 40 Ö S S ’de İH L Ü m m e tin Y en id en Şahlanışı İçin Başarısı ve Ç ev ren in Merkeze U zun Soluklu M ücadele Yürüyüşü ABDÜLMETİN KARAKÖSE “İslâm Bir C em aat D in id ir” IRA. M. LAPİDUS Türkçesi: Mehmet Babacan ZAFER OZDEMIR 14 T esettürü Bekleyen Tuzak: R uhunu K aybetm ek 45 SERDAR DEMİREL Ü m m et B ilinci ve G eleceğim iz ABDURRAHMAN EMİROĞLU 18 Em peryal Bakış K U R ’A N G Ü N L Ü G Ü Y A ŞA Y A N İSLAM EDWARD SAİD Türkçesi: Mehmet BABACAN 66 58 D avetin İlk G ünleri 20 Tevâfuk Mucizesi: 3 Titizlenenleıden Misiniz? AHMET CEMİL ERTUNÇ G ö çeb e B eden -1: MÜNİB ENGİN NOYAN Başörtüsü ve M etafizik 63 N im etlet ve S altan atlar DİLAVER DEMİRAĞ AHMET YAŞAR 24 H ayat da Ö lüm de A llah İçin ABDULLAH YILDIZ A N A L İZ 25 A B D ’n in İran Kuşatması SÜLEYMAN OVALI 2 Ü m ran -A ğu stos-2003 ÜM RAN / EK ' . D Ü N YA Y Ö N E T İM İ: Ü T O P Y A ’N I N STANLEY HÖFFMANN Ö TESİ YAZARLAR K A PA K Ummn M ehm et B abacan : Çevirm en. Yıldırım Canoğlu Ümmetin V UzunYürüşüŞ Ertuğrıtl B ayram oğlu: Eğitim ci, ta Abdurrahman Em iroğlu Abdülmetin Karaköse •-» U»U.Uf*i»kailr«ıM M urat K irişçi AHlTnlo !no ICy^amn « ııu n n Umu t C u m hu r: Uluslararası ilişki ler uzmanı. H ikm et D em ir: A raştırm acı, yazar Kâzım Sağlam n lih araştırmacısı. Yıldırım C anoğlu: Eğitim ci, yazar. Dilaver D em irağ: D inler, medeni Ira M . Lapidus yetler ve düşünce tarihi üzerine yoğunlaşıyor. Serdar Demire!: GEÇMİŞTEN GELECEĞE KO(NU)ŞANLAR DEĞİNİ M alezya İslâm U niv. doktora öğrencisi. A bdurrahm an D ilipak: V ak it gaze 90 tesi başyazarı; insan hakları sa- Cennete Bir Adım Daha... vaşçısL. DAVUT YATKIN * A bdu rrahm an E m iroğlu: T a rih çi yazar. 91 A. C em il Ertunç: İslâm tarihçisi. Tuz Kokmaz Fahreddin G ö r: Fıkra ve espiri us RAMAZAN TAMER tası. Stanley H offm an : Harvard Ü niv. ETKİNLİK Uluslararası ilişkiler profesörü. Abdülmetin K araköse: Araştırm acı, yazar. 92 PORTRE Uludağ’da Beyin fırtınası HİKMET DEMİR Murat Kirişçi: K ur’an araştırmaları yapıyor. I .M . Lapidus: Am erikalı İslam ta rihi profesörü. 74 M ustafa M iyasoğlu: Şair, edip; h i Louis Massignon (1883-1962) kaye ve roman yazarı. AHMED YÜKSEL ÖZEMRE Münih Engin N oyan : Kur’an aşığı. Süleyman O valı: Uluslararası iliş kiler ve iktisat üzerine araştır FİLM malar yapıyor. M ehm et O zay: Marmara U n iv .’de 82 Sosyoloji doktorası yapıyor. Niçin Korku Filmi? Zafer Ö zdem ir: Araştırm acı yazar. HASANALİ YILDIRIM A hm ed Yüksel Ö zem re: Türkiye A tom YANSIMALAR E n erjisi Kurumu eski Başkanı. C evat Ö zkay a: Araştırm acı yazar. Kazım S a ğ b m : Yayıncı yazar; İslam 94 Batı’nın Kuyruk Acısı At Eti Yiyen Kral TİYATRO ERTUĞRUL BAYRAMOĞLU düşüncesi üzerine yoğunlaşıyor. Eduıard Said: Filistinli düşünür. Ramazan T am er: Araştırm acı, ya zar. Ahmet Yaşar ; G önül ehli. 86 AYNADAKİ TEBESSÜM Türk Tiyatrosunun Temel Meseleleri 96 Uyanık MUSTAFA MİYASOĞLU FAHREDDİN GÖR Davut Yatkın: A raştırm acı, yazar. Hasanali Yıldırım: Öykücü, yazar, edebiyat, sinema, müzik eleştir meni. Abdullah Yıldız: A raştırm acı, yazar. Ü m ran -A ğu stos-2003 3 GÜNDEM TÜRKİYE ŞER İLE EHVEN-İ ŞER ARASINDA CEVAT ÖZKAYA Eylül 2001 tarihinde safdışı bıraktı. Daha sonra 2003 Nevvyork’taki ikiz ku lelere yapılan “müret- yılı Mayısında da Iıak’a saldırarak Saddam rejimini devirdi ve Irak’ı tep” saldırıdan sonra uluslararası denetimi altına alma sürecini düzenin farklı bir boyut alacağı ve başlattı. n 10 Eylül’deki durumdan çok fark Her iki ülkeye yaptığı saldırı lı bir düzene gireceğini tahmin larda da bir takım gerekçeler öne etmek zor değildi. Dünyanın ‘sü sürdü. Afganistan’ı Taliban zulmün per gücü’ne karşı yapılmış olan bu den kurtarmak ve orada işleyen bir saldırının uluslararası yerleşik dü düzen kurmak Afganistan’a saldırı zeni zorlayacağı, zaten adaletsiz nın gerekçesiydi. Evet, Afganistan olan uluslararası düzeni daha da Taliban’dan kurtuldu ama, orada adaletsiz ve güvenilmez hale geti Afgan halkını Taliban rejiminden receği belli idi. Nitekim ABD bu saldırıdan daha rahat ettiren bir düzenin ku rulmadığı da apaçık ortada. Irak’a saldırının gerekçesi ise, sonra, mevcut gücünü ölçüsüz, hukuksuz, fütursuz bir biçimde Saddam’ın kitle imha silahlarına sa kullandı. Ne uluslararası huku hip olduğu ve bunun hem bölge hem kun değerleri ne de BM gibi ulus de ABD için tehlike arzettiği idi. Sa lararası kurumlar A BD’nin bu gü vaş ‘bir biçimde’ çok kısa sürede cünü ölçüsüz ve çoğu kere haksız bitirildi. Yaklaşık üç aydan bu ya bir biçimde kullanmasını engelle na Irak yönetimi ABD-İngiliz as yemedi. kerlerinin elinde olmasına rağ ABD 11 Eylül olayını, kendi men, kitle imha silahlarının var stratejik hedefleri için dünyanın lığına ilişkin en küçük bir delil değişik bölgelerine müdahalenin bulunamadı. bahanesi olarak kullandı. Teröre A BD ’nin savaşın gerekçesi karşı topyekün bir mücadele başlat olarak ortaya sürdüğü iddiaların tığını ilan ederek “önleyici sa gerçek dışı olması, A BD ’nin her vaş” doktrini çerçevesinde bir hangi bir yaptırıma uğraması so çok ülkeye askeri müdahalede bu nucunu asla doğurmadı. Çünkü lundu. Afganistan’da Taliban rejimi ABD en azından Irak saldırısında ni kısa süren bir savaş sonunda ve müttefik arayışı içinde olmadı. 4 Umrcın 'Ağustos •2003 kendi gücü dışında ciddi bir güç Hiçbir uluslararası kurum da ABD’yi resmî olarak kınama ce saretini gösteremedi. Uluslararası hukukun kuralları hiçe sayıldı. Kısaca Rousseau’nun “kanunlar küçük sineklerin takılıp l<aldığı, bü yük sineklerin delip geçtiği bir örüm cek ağıdır” sözünün gerçekliği, ta rihin bu döneminde bir daha tes cil edilmiş oldu. Böyle bir ortamda, ABD cesa metinde bir güç Irak’a yerleşti ve Türkiye’nin komşusu oldu. Yeni komşu, yerleştiği Irak coğrafya sında, bütün bölgenin dengeleri ni altüst edecek bir ağırlık oluş turdu. Bölge ülkelerinin, bölgeyle ilgisi ve ilişkisi olan tüm ülkelerin bölgeye ilişkin politikalarını bu gerçeği gözönüne alarak revize et meleri ve yenilemeleri zaruret ha line geldi. Gerek uluslararası politikada gerekse bölge politikasında yeni bir durum meydana gelmiş, yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin gereklerini eski argü manlarla, eski araçlarla yerine ge tirmenin mümkün olmadığı aşi kâr. Bu bağlamda Türk-ABD iliş kileri -hele tezkere krizinden son ra- yeni bir değerlendirmeye tâbi tutulmak zorundadır. Türkiye, ABD’nin koruması altında, onun dediklerine okey demenin ötesin de bir varlık gösteremeyen, bu nun karşılığında “azıcık aşım kav gasız başım” mantığıyla idare edi len tembel dönemlerin bittiğinin farkında olmalıdır. Ne ABD eski ABD, ne de Türkiye eski Türki ye’dir. Bu tesbit, ilişkileri kesmeyi veya soğurmayı değil, ama ilişki lerin yeni bir raya oturfcası gerek tiğini ortaya koymaktadır. ŞER İLE EHVEN-İ ŞER ARASINDA / ÖZKAYA A BD Kısa Vadede Bölgeden Ayrılmak Niyetinde Değil Hem Türkiye hem de bütün böl ge ülkeleri A BD ’nin bölgede en azından orta vadede kalıcı olmak isteyeceğini bilmelidirler. Bölge nin, dünyanın en zengin petrol yataklarının bulunduğu bir coğ rafya olmanın ötesinde, ABD için vazgeçilmez bir öncelik ola rak İsrail’in güvenliği meselesi de kalıcı olma arzusunun gerekçele rini oluşturmaktadır. Bunun öte sinde yeni ABD stratejisi, bir sü per güç olan A BD ’nin karşısına, yakın bir gelecekte yeni bir güç a) Kapımızı kapatır, tüm iliş kilerimizi keseriz. duğu gibi gitmemekte ve dünyada b) Ölçülü bir ilişki içinde bu Bu yüzden ABD, hem Irak’taki sı lunabiliriz. da giderek prestij yitirmektedir. kıntısını hafifletmek hem de ze çıkmasını engelleme temel dü Birinci durumda; ilişkiyi siz delenen prestijini tamir edebil şüncesini de ihtiva etmektedir. kestiğiniz halde, o sizinle ilgilen mek için değişik ülkelerden asker Bu bağlamda petrol yataklarının meyi kafasına koymuşsa, gücünü talebinde bulunmuştur. Bu talep kontrolü önemlidir. Dünyanın en ve başka komşuları da kullanarak Türkiye ile beraber birçok ülkeye zengin petrol yataklarının bulun sizi sıkıntıya sokabilir. Eğer onu de iletilmiş, o ülkelerin bir kısmı duğu, A BD’ye alternatif güç üre tebilme potansiyeli bulunan Ja fiilen komşuluktan çıkarma veya bu talebe olumlu karşılık vermiş, engelleme gücünüz yoksa, kapıyı bir kısmı ise BM şemsiyesi altında ponya ve Almanya’nın da bağım lı olduğu Ortadoğu petrollerinin kapatmak bir çare değildir. bir oluşuma asker verebileceğini kontrolü ayrı bir önem taşımak süz ve hoyrat komşuyla ilişkileri tadır. İşte bu açıdan da ABD böl nizi ikinci durumda ise; bu ölçü geliştirmeye gayret edip ifade etmiştir. Bu durumda, bu meseleden çok yönlü etkilenen ve daha da geden yakın bir gelecekte çıkma onunla bir diyalog kurabilirseniz, etkileneceği yı düşünmemektedir. bu durumda hem kendinizi hem ye’nin bir karar vermesi gerek. Nitekim biri Musul ve diğeri Bağdat’ta olmak üzere iki adet ge de, diğer komşularınızı tehlike Kaldı ki, anlaşılan kadarıyla Tür den uzak tutma imkanınız varola kiye’den diğer bir çok ülke gibi lişmiş dinleme istasyonunun inşaasına başlandığı ve Musul’a bir bilir. Bu elbette çok kolay bir iliş sembolik miktarda asker istenmi ki olmayacaktır. Gücü görece az yor. Irak’ta fonksiyon ifa edecek büyük havaalanı yapılacağına olanın, devamlı uyanık, aktif ve ağırlıkta bir asker talebi sözkonu- ilişkin haberler, ABD’nin bölge üretken olması gerekir. İsmet su. Doğrusu böylesi bir konuda den kısa sürede ayrılmak niyetin İnönü’nün de dediği gibi büyük karar vermek, karar mevkiinde de olmadığını gösteren işaretler dir. devletle ilişki yürütmek, fil ile yata ğa girmek gibidir; devamlı uyanık rum. Ülkenin yakın gelecekteki Dolayısıyla Türkiye, ABD ile orta vadede, uzaktaki bir müttefik olmayı gerektirir. hayatını etkileyecek, hatta belir anlaşılan Türki olanlar açısından çok zor bir du leyecek olan asker gönderme ka olarak değil, yakında bulunan Irak’a Asker Gönderme tehlikeli ve güçlü bir komşu ola Sorunu rarının verilmesi elbette kolay değil. Kısaca Türkiye, şer ile ehven rak ilişkilerini düzenlemek zorun Iralc’a müdahalede uluslararası i şer arasında tercih yapmak gibi meşrûiyeti bir durumla karşı karşıya bulun dadır. Bu komşuluğu biz isteme dik, ama oradan çıkarma gücüne de sahip değiliz. Bu durumda iki Amerika, savaş sonrasında sıkın davranış gösterilebilir: tılar yaşamakta, Irak’ta işler um dikkate almayan maktadır. Arzu edilen, Türkiye’nin böl Ü m ran -Ağustos -2 0 0 3 5 GÜNDEM geye asker göndermeden etkin olacak bir pozisyon üretebilmesi dir. Ama gözüken odur ki, Türki ye bu etkin olabilme pozisyonuna maalesef sahip değildir. Ekono mik olarak sıkıntıdadır ve kolay manipüle edilebilir durumdadır. Bölge ülkeleriyle ilişkileri arzu edilir bir işbirliği geliştirebilecek boyutta değildir. Ayrıca bize gö re, yanlış politika ve uygulamalar yüzünden halledilemeyen Kürt sorunu, Türkiye’nin elini-kolunu bağlamakta ve daha ufuklu ve vizyonu olan bir politika üretme sini engellemektedir. Maalesef Türkiye, bütün dikkatlerini Ku zey Irak’a yöneltmiştir. Bu bakış açısı, bırakın bölge genelini, Irak’ın genelini bile düşünmesini, ona uygun politikalar üretmesini engellemektedir. Ayrıca Türki ye’yi kolay münipüle edilebilir bir konumda tutmaktadır. Durum, bugün maalesef bu merkezdedir. Bu şartlar altında Türki ye’nin, asker talebine ‘hayır’ de me ihtimalinin zayıf olduğunu tahmin etmek kehanet sayılma malıdır. Bu kritik durumda Tür kiye’nin nelere dikkat etmesi ge rektiğine ilişkin bazı uyarılarda bulunmak istiyoruz: 1- Eğer Türkiye Irak’a asker gönderecekse, ABD-Ingiliz güç lerinin yedeği pozisyonunda ol mamalı, böyle bir görüntü ver mekten kaçınmalıdır. Bunun için BM şemsiyesi talep edilmeli ve bu konuda ısrarlı olunmalıdır. 2- Türkiye, bölgede sadece güvenliğe endeksli bir jandarm a pozisyonunda değil, politik ağırlı ğı olan ve karar mekanizmalarını etkileyecek bir pozisyon talep et melidir. 3- ABD ile Türkiye arasında var olan sorunların çözülmesi, kı sa vadede ülke çıkaklarına uygun 6 Ü m ran-A ğustos •2003 gözükebilir. Ancak, ABD’yi küs rak da bölgenin diğer ülkelerine türdük; her ne pahasına olursa ol izah etmelidir. Ayrıca Türkiye sun, onun gönlünü almalıyız tar Irak’ta, ABD-İngiliz güçlerinin zında bir aculluk göstermek, Tür itirazsız bir yardımcısı değil, bölge kiye’nin pozisyonunu ölçüsüz de halkının hukukunu o güçler nezrecede zayıflatan bir sonuç üretir. dinde koruyan bir işlev ifa etme Dolayısıyla ilişkileri düzeltmek lidir. önemlidir; ama bu, tek taraflı fe 8Türkiye, sadece Türkmendakârlık göstererek yapıldığında lere ve Kuzey Irak’a endeksli poli hiç de müspet bir sonuç elde edi tikasından vazgeçmelidir. Irak’ın lemeyecektir. bütününe ve onun da ötesinde 4 - Türkiye, başından bu yana Irak’ın toprak bütünlüğünde ıs bölge geneline ilişkin politikalar rarlı olmuştur. Bu ısrarını artıra üretme becerisini göstermelidir. rak sürdürmelidir. Irak’ın bütün Bu hem Kuzey Irak’a hem de lüğünün hem Türkiye hem de Türkmenlere ilişkin daha müspet bölge halklarının çıkarlarına, uy sonuçları ortaya çıkaracaktır. gun olduğu asla unutulmamalıdır. Bu listeyi uzatmak mümkün; 5ABD’nin Irak’ta kaosun birnihayetinde sonuç alıcı poli ama süre devam etmesini istediğine tikalar üretebilmek bir güç mese ilişkin bir takım ipuçları vardır. lesidir. Atlantik ötesi güçlerin ABD kendi askerlerine yönelik her dediğine‘oke;y’ diyerek, azıcık saldırıları bugünden yarına önleaşım, kavgasız başım politikaları yemeyebilir; bu anlaşılabilir bir nın bir güç üretemediğini de gel durumdur. Ancak, A BD ölçeğin diğimiz bu noktada daha net gö de bir gücün üç aydan bu yana rüyoruz. Bağdat’a elektrik ve su sağlayaDolayısıyla Türkiye, herşeye mamasının çok geçerli bir izahı rağmen bölgeyle bağlantısını yok, Onun da ötesinde, çok yük sek omayan rakamlara baliğ ola- (kültürel, ekonomik, siyasi) ve ‘bilecek Irak’taki memurların ma aşlarının ödenmemesinin de hiç bir makul izahı yoktur. Buradan, A BD ’nin Irak’ta bir süre kaosun devamını arzuladığı sonucunu çı karabiliriz. Düzensizlik, ABD’nin bölge ülkeleri Suriye ve İran’a müdahalede bulunmasına baha ne üretmek için uygun bir ortam dır. İkinci olarak, A BD ’nin böl gede kalma süresini uzatan bir fonksiyon da ifa etmektedir. 6- Türkiye, bütün imkânlarını Irak’ta bir düzen oluşması ve Irak’ın istikrara kavuşması nokta sında kullanmalıdır. 7- Türkiye, şayet asker gönde recekse, bunun sebeplerini önce likle İran ve Suriye’ye, ikinci ola bölge halklarının dünya ölçeğin de hukukunu koruyan ve tabii ki dünyanın diğer yöreleriyle de te maslarını devam ettiren bir ko numda olmalıdır. Son Söz Her bakımdan zengin ülkenin fa kir bekçileri olmaktan kendimizi kurtaramadığımız sürece, her ba kımdan (kültürel, İktisadî, askerî) güçlü olmadığımız, halk ile devlet arasındaki gerilimi ortadan kaldı rıp, devleti halkın devleti yapama dığımız sürece, bu tür sıkıntılarla karşı karşıya kalmamız mukad derdir. ■ G eçen ay yaşanan Süley* olayı, T ü rk Amerikan ilişkilerinin maniye ciddi bir şekilde sorgulanmasına TÜRKİYE STRATEJİK ORTAK MI? ARKA BAHÇE Mİ? sebeb oldu. Türkiye kamuoyu uzun bir sü re Süleymaniye olayının askeri A B D U R R A H M A N D İL İP A K bir karakolda yaşanan tek bir olay olduğunu sanıyordu. Ama gerçek şu ki, 4 ayrı karakolda onlarca ki şi aynı şekilde Amerikan askerle rinin eşliğinde peşmergelenn kat ılımı ile esir alınmış, T ü rk subay larının başına plastik çuvallar ge çirilerek Guantanamo’da gördü ğümüz gibi pembe elbiseler giydi rilip Bağdat’a götürülmüş ve sor gulanmıştı. Biz bu olayları tartışırken, Kosova’nın Prizren kentinde bir başka hadise cereyan etti. Bu kez Alman askerleri bir Tü rk subayı nı evire çevire dövmüşler, hasta nelik etmişlerdi. Hatırlanacağı üzere, daha ön ce de bir kaymakamımızı tokatla mışlar, Jadarma Genel Komuta nının helikopterini indirmişler, teöristlere havadan ikmal yap mışlar, gemimizi vurup batırmış lardı ama, böylesi ilk kez başımıza geliyordu. Bir kısım medya, Mehmed’in Mehmed’e yardımı diye, Ameri Ankara’nın beklediği özür gel medi ama Amerikan yönetimi bu gelişmeler karşısında üzüntülerini bildirdi, o kadar. Şimdi gözler Abdullah Gül’ün Amerika ziya retinde. Tam da ortak komisyon rapo runun yayınlandığı gün, gazeteci ler dışişleri bakanına, henüz ha berdar olmadığı bir konuda can alıcı bir soru yöneltiyorlardı. So ruda Türkiye’de aranmakta olan bir teröristin Irak’taki yeni yöne tim kadrosu içinde yer aldığı ileri sürülüyordu. Bu gelişme, TürleAmerikan ilişkilerinde suların kolay kolay durulmayacağını gös teriyordu. A B D ’liler zaten sıkıntılı idi; işgal bittikten sonra bir türlü böl gede güvenliği sağlayamamışlar ve Amerikan askerleri kayıp ver kayıplar biraz daha artıyordu.. Şiiler yıl başına kadar Amerikan askerlerinin Irak’tan ayrılmasını istiyorlardı; aksi halde halk ayak lanmasından söz ediliyordu. meye devam etmişti. Her gün bu muştu? Daha ilk günden, Süley- Kerkük’te de sular bir türlü durulmuyordu. ABD açıkça T ü r kiye’yi bölgede istemiyor, T ü rki ye ise Kerkük’e tayin edilen vali den rahatsızlık duyuyordu. Eş zamanlı olarak, Amerikan ve İngiliz medyasında Bush ve Blair’e yönelik eleştiriler her gün biraz daha artıyordu.. A B D ’nin bütün iddiaları boşa çıkmıştı. BM silah denetçisi Hans B lix de A B D ’yi ağır şekilde eleştirdi ve yalan söylemekle itham etti. C IA da Irak konusundaki yanlış istih barattan dolayı sorumluluklarını kabul etti. Peki Süleymaniye’de ne ol kan ordusunda askerlik yaparken bölgeye gönderilen 100 kadar Tü rk kökenli Amerikan askerle rinden birinin yardımını bir te selli konusu olarak gördü.. İşin aslı, “dost”, “müttefik” ve “stratejik ortak” A BD , bölgede askerlerimizi aşağılamıştı... İşin İçinde Ne İşler Var!? Henüz bölgede her şey yoluna girmiş değil.. Ortak komisyon ça lışmalarını tamamladı; A B D ’ den Üm ran •Ağustos •2003 7 GÜNDEM maniye’deki özel kuvvetlere bağlı tim’in Kerkük valisine suikast düzenleyeceği istihbaratından söz edilmişti. Amerikan tarafının id dialarının Ankara tarafından çü rütüldüğü ileri sürülse de, bölge den gelen haberler arasındaki çe lişkiler bu konudaki “sır”rın de rinliğini gösteriyor. Amerikan askerleri karakola bir dostluk ziyareti bahanesi ile mi gelmişti yoksa askeri bir ope rasyon mu düzenlemişti? Baskın da kimyasal gaz kullanılmış mıy dı? T ü rk askerleri nasıl bu kadar kolaylıkla teslim olmuştu? Asker lere işkence yapılmış mıydı? Ma dem bir suikast planı istihbaratı yapılmıştı, neden karakol basıldı ve yağmalandı? Paralara, silahla ra, kriptoya ve belgelere neden el konuldu ? Operasyon bölgedeki komutanlığın kendi kararı mıydı? Yoksa W ashington’dan onay alınmış mıydı? Peki bundan sonra ne olacak? Bu olayın ortaya çıkmasına sebep olan sorunlar çözüldü mü? Bölge deki Türk askerlerinin güvenliği sağlanacak mı? Kerkük’teki yö netimi kabul ediyor muyuz? Ka bul etmiyorsak cevabımız ne ola cak? Saddam’ı Gönderenlerin Kendileri de Gidici! dikkate alarak savaş ilan ettiği” “Savaşın ilk kurbanı her zaman gerçeklerdir.” Gerçek şu ki, 11 Eylül’den sonra ileri sürülen iddi aların çoğu gerçek değildi.. Ira k ’ta kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar yoktu. Saddam’ın el-Kaide ile bir teması olmamıştı. Irak yönetiminin 11 Eylül’deki saldırı ile de irtibatı yoktu. "Y a lancının mumu” yatsıya kalma dan sönmüştü. “I ra k ’m nükleer silâh imal etm ek için A frika,dan uranyum alm a peşinde” olduğu iddiası ise C IA ’nın uydurduğu kocaman bir yalandı. Haber, ajanslara “Tahm ini raporlarla savaş açıldı” şeklinde duyuruldu. ABDURRAHMAN DİLİPAK’A HAKSIZ UYGULAMA Vakit gazetesi başyazarı Abdurrahman Dilipak, 28 Şubat’a ilişkin düşün celerini açıkladığı için, sürecin mimarlarından Güven Erkaya’nın varisle ri tarafından hakkında açılan bir davada, ifadesi bile alınmadan 83 milyar TL tazminata mahkum edildi. Dilipak’ın adresini tespit edememek bahane siyle tebligatsız olarak ve savunması alınmaksızın gıyabında yargılanıp taz minat cezasına çarptırılması olayı Türkiye’deki yargının keyfiliğinin son ör neği olarak yorumlandı. Ülke ve dünya çapında tanınan bir kişi hakkın da adres araştırması çalıştığı gazeteden bile rahatça öğrenilebilecek ken gereği yapılmamış; adres, kararın temyiz edilebileceği tarihe kadar bi linmezken, haciz işlemi kesinleşince Dilipak’ın kapısı çalınıvermiştir. Böylece akıllara durgunluk veren bir yargılama usulü gerçekleştirilmiştir. Devleti soyanlar, katiller, çeteler serbest kalırken bir köşe yazarının düşüncelerinden dolayı rekor tazminata mahkum olması kamu vicdanını derinden yaralamıştır. Abdurrahman Dilipak’a geçmiş olsun diyor; hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bu uygulamanın düzeltileceğine ve adaletin yerini bulacağı na inanıyoruz. Ümran 8 Ü m ran-A ğustos •2003 Habere göre, A BD Başkanı George Bush’un, Irak’a karşı girişi len savaş öncesinde bu ülkeyi nükleer silahlara sahip olmaya çalışmak ve bunun için Afrika ül kelerinden uranyum almakla suç lamasına temel oluşturan C IA raporu, Bush’un, °C IA ’nm yan lış, asılsız istihbarat raporlarını yolunda yoğunlaşan eleştiriler üzerine kamuoyuna açıklanmıştı. “Tahmini bilgiler” içeren rapor da, ° kesin olmayan bilgilere gö re, Irak Nijer, Somali ve m uhte m elen Kongo*dan uranyum sa tın almaya çalışıyor” deniliyor du. Tam bu arada, Irak dosyala rıyla ilgili tartışmalarda adı geçen Ingiliz Savunma Bakanlığı çalı şanı Dr. David Kelly'nin ortalık tan kaybolduğu haberi, BM silah denetçisi BliVin açıklamaları ile aynı zamanda kamuoyunun gün demine düştü. Skandal bir anda A BD ve İngiltere’yi derinden vurmuştu. Sonuç, her iki liderin siyasi geleceği açısından tam bir talihsizlikti. Saddam’ı gönderen lerin kendileri de gidici idi. Tek konuşan Blix değildi: "Eski BM silah denetçisi olan mikrobiyolog Kelly olayının bazı bakanları koltu ğundan edebileceği, özellikle Başba kan Tony Blair’in başdanışmanı Alastair Cam pbell’in istifa dışında seçeneği bulunmadığı” da gelen ha berler arasındaydı. Bu arada “Dr. Kelly’nin adını kamuoyuna açıkla yan Savunma Bakanı G eoff Hoon’un da koltuğunun sarılabileceği” söyleniyordu. Dr. Kelly’nin, B B C ’nin “hü kümetin Irak savaşını haldi çıkar mak için istihbarat bilgilerini abarttı ğı” şeklindeki haberinin kaynağı olduğu iddia ediliyordu. Haberle re bakılırsa; İngiliz hükümetinin, STRATEJİK ORTAK MI? ARKA BAHÇE Mİ? / Irak’ın kitle imha silahlan ile il gili danışmanlarından Kelly, Avam Kamarası Soruşturma Ko misyonu önünde verdiği ifadede, B B C muhabiri Andrew Gillighan ile B B C ’nin konuyla ilgili yayınından bir hafta önce görüş müştü. Kelly’nin öğleden sonra eşine yürüyüş yapacağını söyleye rek evden ayrılmasından sonra kendisinden haber alınamamıştı. Sonunda ölü bulundu. İşe bir de cinayet karışmıştı. BM eski silah t önce A BD genel anlamda güven liğin sağlanmış olması için Bağ dat’ta merkezi bir yönetimin ku rularak Irak güvenlik elemanları nın şehirlerde asayişi sağlamasını hayal etse de, bunun kolay olma yacağı bilinen bir gerçek. Çünkü Irak’ta A BD askeri varlığına kar şı büyüyen öfke her geçen gün bi raz daha artıyor. Dünya kamu oyunda Amerikan mallarına kar şı gösterilen tepki ve boykot so nucu A BD ’nin dünya pazarındaki denetçisi Scott Ritter’in, W illiam R .P itt’le röportajında dillen dirdiği, daha sonra "Irak’a Savaş / B ush Yönetiminin Bilmenizi İste mediği Gerçekler” adı ile Metis ya yınevinden çıkan kitabında ileri sürdüğü görüşleri doğrular nite liktedir: “Saddam Coca Cola ha- dar ABD patentli bir politik üründür. Irak’ın kimyasal, biyo lojik ve nükleer kapasitesi yok edilmiştir.” Savaş öncesinde, “ Ir a k ’ın, elindeki kitle im ha silâhlarını 45 dakika içinde devreye sokabi lecek durumda olduğu” yalanına herkes inandırılmaya çalışılmıştı. Bu iddialar, sözde, Irak ordusun dan bir askeri yetkiliye dayandırı lıyordu. Her şey kocaman bir ya landı. Sadece bu mu? Irak halkı nın Amerikan askerlerini kucak layacağı iddiaları da yalandı. İş bugün o noktaya geldi ki, bazı İraklılar Saddam posterleri ile gösteri yapmaya başladılar. Şii li derler A BD ve İngiltere’ye yılba şına kadar ülkeyi terketmeleri için ültimatom verdiler. 1 5 0 .0 0 0 Amerikan askeri eve dönmeyi beklerken A BD bölgeye yeni takviye kuvvetler göndermeye çalışıyor. Her gün 1 5-20 saldırı oluyor ve basına hemen her gün 1-2 Amerikan askerinin ölümü ile sonuçlanan saldırı haberleri DİLİPAK payı % 2 0 oranında geriledi. Do ların Euroya karşı değer kaybının da aynı seviyede olduğu düşünü lürse, A B D ’nin “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma” gi bi bir tehlike ile karşı karşıya ol duğu görülüyor. Amerikan eko düşüyor. Irak’taki Amerikan as kerleri öfkeli. Her an sinir krizi geçilen askerlerin bir felakete sebeb olmasından ya da askerlerin isyan etmesinden korkuluyor. As ker aileleri ise şimdiden hüküme ti eleştirmeye başladılar bile. Plastik zırhlı Amerikan asker leri çöl sıcağında her an parmak ları tetikte ölümü bekliyorlar. Irak’ta güvenliği sağlamakta acze düşen Amerika, şimdi aralarında Türkiye’nin de bulunacağı bir uluslararası barış gücünü Irak’a çağırmaya hazırlanıyor.. Irak’a ilk gönderilen 3. piya de tümeninde gerginlik had saf hada. Eve dönmeleri süresiz erte lendi. Bir TV muhabirinin rö portajında “vurun beni, eve git m ek istiyorum" diye bağıran Amerikan askeri tek örnek değil. Bugüne kadar operasyonun A B D ’ye maliyeti 48 milyar dola rı bulmuş; her ay 3.9 milyar daha gidiyor. 1 0 .0 0 0 kişilik Amerikan Ulusal Muhafızlarının Mart 2 0 0 4 ’de bölgeye gelmesinden nomisinde durgunluk sürüyor, iç talep bir türlü canlandırılamıyor. Amerikan borsası da eş zamanlı olarak durgunluktan nasibini alı yor ve kan kaybetmeye devam ediyor. Tüm dünyada Amerikan kurumlarına karşı öfke çığ gibi büyürken anti-Globalist ve antiKapitalist / anti-Amerikancı sol hareketler, ilk kez Müslüman muhalefet ile “Küresel barış ve adalet” sloganı etrafında birleşerek A B D ’yi köşeye sıkıştırıyor. Stratejik Ortak mıyız? Yoksa ‘Arka Bahçe’ mi? Biz Amerika’nın neyiyiz. Dost mu, müttefik mi, yoksa stratejik ortak mı? Bana göre gerçek an lamda hiç bir zaman A BD Türki ye’ye dost olarak davranmadı. Türkiye’yi her zaman kullandı. Daha çok bir destek ülke olarak gördü; bir sıçram a tahtası, ucuz asker deposu, stratejik bir üs, iyi bir pazar... Müttefikliğimiz bile “oltayı yutan balık” cinsinU m ran-A ğustos •2003 9 GÜNDEM dendi. Demokrasimiz de öyle; A BD ’nin arka bahçesinde örgüt lenen “Bizim çocuklar dem okra• Of sısı ... Türkiye’deki darbelerin ve te rör eylemlerinin arkasında Ame- larını gösteriyor. Rumsfeld’in mektubu Ankara’da belli çevre lerden sert tepki aldı. Bunun bir aşağılam a olduğu söylendi. Erdo ğan’ın mektubu açmadan iade et mesi istendi. Bu mektubu ya baş A B D ’nin İsrail ve İngiltere dışında bir stratejik ortağı olmadığı, K ürt politikası konusunda da A nkara’yı muhatap kabul etmediği anlaşılıyor. A B D bunu yaparken BM ve N A T O ’ya da umursamaz tavrı ile bir mesaj vermiş oluyor. rikan parmağının olduğunu bil meyen yok. Her zaman kaba ve küstah! A nkara’nın “K üçük A m erika” olma hayalleri her za man istismar edildi. Soğuk savaş yıllarında Rusya’ya karşı yeşil ku şak projesinde gönüllü fedailik düştü bize, ABD Ankara’yı Mos kova’ya karşı koç başı olarak kul landı. Sovyetler dağıldıktan son ra “kızıl tehdit” in yerini “yeşil tehlike” aldı. Şu subaylarımızın başına çu val geçirme hikayesine bakın: Gerçek hâlâ açıklık kazanmadı. Baskına uğrayan karakol sayısı da gözaltına alınan kişi sayısı da doğru değil. Operasyonda sadece Amerikan askerleri değil, Kürt peşmergeler de görev almış. Para, mühimmat, bilgisayar kayıtları, evraklar ve hatta şifre kitabı da gitmiş. Amerika’nın özür dileme si şöyle dursun, ‘üzüntü’ bile kar şılıklı bir beyan gibi. Her şey Washington’un bilgisi altında ol muş. Amerikan Savunma Bakanı Rumsfeld, doğrudan Başbakanı muhatap alan yazışma yapıyor. Bu da ayrı bir skandal. Basma yansıyan açıklamalar, Amerikan tarafının iddialarını tekrarladık1 0 Ü m ran -Ağustos •2003 kan yardımcısı D ick Chenny yazmalı idi ya da Rumsfeld’in mektubunun muhatabı Savunma Bakanı olmalı idi. Peki Amerika, bütün bunlarla Ankara’ya hangi mesajı vermek istiyor? Bana kalırsa mesaj açık: “Buranın hakim i benim, bölgeyi terkedin” diyor; “Burada kal m ak istiyorsanız, benim komu tamda uluslararası barış gücü içinde size görev verebilirim” de meye getiriyor. Yerimiz belli, Irak’ta görev yapacak Polonya komutasındaki askeri güçte yer alacak bir devriye görevi. Irak’ta kurulan Ulusal Konsey’de Türkmenlerin kabul et mediği bir bayanla birlikte PKKK A D EK sempatizanı olduğu öne sürülen D r. Mahmut Osman isimli bir şahsın görev alması, A B D ’nin T ü rk iy e’yi bölgenin geleceği üzerinde danışmalarda bulunduğu bir stratejik ortak ola rak görmediğinin, aksine köşeye sıkıştırıp aşağılamak istediğinin açık bir göstergesi.. A BD Kuzey İrak’ta Kürtler le işbirliğini öngörüyor; PKK ile de pazarlığını ve dirsek temasını sürdürmeye özen gösteriyor. Ankara’ya ise kelimenin tam anla- mıyla dirsek gösteriyor. Türkmenlere, ‘Türkiye’ye güvenme yin; Türkiye sizi koruyamaz’ me sajını veriyor; onları Irak yöneti mi konusunda muhatap kabul et miyor; dahası Türkmen cephesi nin de tasfiyesini ön gördüğü an laşılıyor. Buna karşılık Kürtlerin arkasında olduğu ve Türkiye’den korkmamaları gerektiği yönünde bir güven mesajı veriyor. PKK ile mücadele konusunda ise, An kara’ya “Beni görmeden, hesaba katm adan hiç bir şey yapamaz' sın” demeye getiriyor. Öte yan dan, Amerika’nın T ü rk iy e’yi masaya oturmaya mecbur etmek istediği mesajı da çılcartılabilir bundan. Eş zamanlı olarak Erme ni iddialarının gündeme getiril mesi, Kıbrıs konusunun kaşınma sı da bunu akla getiriyor. Kısaca; A B D ’nin İsrail ve İn giltere dışında bir stratejik ortağı olmadığı, Kürt politikası konu sunda da Ankara’yı muhatap ka bul etmediği anlaşılıyor. A BD bunu yaparken BM ve N A T O ’ya da umursamaz tavrı ile bir mesaj vermiş oluyor aslında. Anti-Amerikanizm Yükseliyor! Bütün bunlar olurken Graham Fuller, Los Angeles Times’e verdi ği mülakatında Tü rk solu ve sağ milliyetçilerin, muhafazakarların yakınlaşarak Amerikan karşıtı bir safta yer almalarının A BD için çok tehlikeli olduğuna dik kat çekiyor. A B D ’nin bugünkü politikasının T ü rk iy e’yi Çin, Rusya, Hindistan ve A B ’ye daha da yakınlaştıracağı tezini savunu yor.. Bütün bunlara ilaveten, içer deki terörist eylemlerin tırman ması tesadüfi değil- Birileri A K P ’yi test ediyor. Taviz verir ya da geri adım atar, korkar ve ürkerlerse bunun arkası gelir. Amerikalı üst düzey askeri yet kililerle Ankara’daki temasların ardından Abdullah Gül de aynı ANADOLU’DA YENİDEN BİR VARLIK MÜCADELESİ Mİ? sorunu konuşmak üzere A B D ’ye U M U T CUM HUR gitti. Amerikalı yetkililer pek is tekli davranmasa da Ankara W ashington’da bir mutabakat sağlamaya çalışacak. Çünkü, Türk askerlerinin Irak’tan çekil mesi yönünde A B D ’nin ısrarlı ol duğu, hatta Ankara’nın bu konu da A B D ’ye söz verdiği, gizli bir I rak savaşı esnasında Bush rinin öldürülmesi Amerikan yö yönetiminin muhalif cephe netiminin sinirlerini iyice ger nin başında yer alan Fran miştir. Sinirleri gerilen Ameri mutabakat yapıldığı da ileri sürü sa’yı diplomasi sınırlarının dışına kan yönetiminin normalde savaş lüyor. Medyada tartışılan bir diğer çıkarak açıkça cezalandırmakla nedeni olabilecek hareketleri ne tehdit etmesi, A BD ’nin uluslar kadar pervasızca yapabildiğine konu ise, A B D ’nin Ankara’yı kö arası ilişkilerde stratejik ortakla dünya şeye sıkıştırarak siyasetçi-asker rına ve müttefiklerine karşı bile A BD ’nin Bush doktrini yeterin çelişkisi ortaya çıkartmak ve A n diplomasiden daha ziyade savaşı ce paranoyak olmasına rağmen kara’yı kendi içinde kilitlemek ve nötralize ederek, kendine yakın güçlere destek vermek sureti ile ve güç kullanımını tercih edece Irak’taki can kayıpları bu para ğinin ilk işaretleri olarak tarihe noyayı gittikçe şiddetlendirmek geçmişti. Savaş sürecinde Am e tedir. istediği çözüme ulaşmak istediği, rikan askerlerine sınırlarını aç ABD, Irak savaşının akabin yani A BD nin kontrollü bunalım ma kararı vermeyen bir meclise de Türk Silahlı Kuvvetleri’ni li stratejisi izlediği. şahitlik etmiştir. sahip olan Türkiye’nin elbette ki derlik görevini yerine getirmedi Sonuçta Ankara’nın bölgede Fransa gibi sadece kuru bir teh ği gerekçesiyle açıkça eleştir A BD 'nin jandarmalığını yapması isteniyor. Yani Türkiye’den Barış ditle bu işten sıyrılmasını bekle mekten kaçınmamıştı. A B D yö Gücüne / Polis Gücüne “ucuz asker” vermesi isteniyor. A BD Hindistan’dan 1 7 .0 0 0 asker iste di, Hindistan “B M kararlan ol m adan olm az” cevabını verdi. Türkiye çok dikkatli olmak duru munda. AKP iktidart A BD ile ip leri kopartacak bir tavır içine gir mek istemiyor. A BD de “ne ol ne öl” politikası uyguluyor; Türki ye’yi feda etmek istemiyor. Fakat işlerin öyle kolay kolay rayına oturacağı da yok... Gelişmelerin yönünü hep bir likte göreceğiz. A B D ’nin evdeki mek çok saflık olurdu. A BD ’nin netiminin özel olarak T S K ’yı Türkiye’yi stratejik ortaklıktan hedef alması ordu-siyaset ger çıkartarak başlattığı cezalandır ginliğinin Türkiye’nin günde ma operasyonu Amerikan asker mine tekrar oturtulacağının iz lerinin 4 Temmuz’da Süleymani- fişeği olarak değerlendirilmeli ye’deki Türk birliğini göz altına dir. Bugüne kadar ağırlıklı ola almasıyla devam etmiştir. Bu rak iç dinamiklerle oluşan ger operasyon anlaşıldığı kadarıyla ginlik bundan sonra A BD ’nin bu uzunca bir süre daha devam ede konuyu açık bir şekilde kullan cektir. ma iradesini ortaya koymasından A BD baştan beri Irak konu sunda tüm dünyadan bağımsız sonra dış dinamiklerle hareket edecek gibi görünmektedir. olarak hareket etmek için özel 4 Kasım seçimlerinden sonra likle bölge devletlerini Irak’tan halkın iradesini yeni belirlemiş uzak tutmaya çalışmaktaydı. A n olması sonucunda yumuşayan cak 4 Temmuz Süleymaniye bas ordu-siyaset gerginliği 23 Nisan teolojik bir arka planla destekle kınının da gösterdiği gibi; savaş nen hareketin geri dönüşü de yok... ■ bitti denmesine rağmen Irak’ta törenleri ve akabindeki genç su baylar olayı ile tekrar bir ivme sürekli olarak Amerikan askerle kazanmıştı. A ncak Genelkur hesapları çarşıya uymuyor. Ama Umran- Ağustos ■2003 11 GÜNDEM A BD yönetimi çareyi Türk S i m ay b aşk an ım n yap tığı n e t a çık la m a la r so n u cu n d a bu gergin li lahlı Kuvvetleri’nin savaş kapa ğin iç d in am ik lerd en k ay n ak lan sitesi en yüksek olan komando an la şıld ı. timini göz altına alarak bulmuş H a tta bu g e n ç sub aylar o lay ın ın tur. Baskın sırasında Türk gücü m ad ığı kısa s ü red e b ü tü nü yle ordu aley h in e k urulan nün ofisi tahrip edilmiş, belgele b ir tezgah olduğu d a ç o k g e ç m e re el konulmuş ve daha da önem d en anlaşıldı. O rd u -siy aset ger lisi komandolara çuval giydirilip gin liğin d e a ra c ı olarak k u llan ı kötü muamele yapılmıştır. la n ve ordu yan lısı olarak b ilin en ABD bu operasyonla sadece ak red ite g azeteciler bir a n d a dış paranoyaklığının derecesini gös g ü çlerin em riyle h a re k e te geçip termekle kalmayıp için d e n geçtiğim iz k ritik d ö n e m güçlere de sinyaller göndermiş de T ü rk iy e ’ye en ç o k lazım o lan tir. Türkiye’nin savaş kapasitesi bölgedeki T S K ’n ın e m ir-k o m u ta zin cirin e kiye’nin IMF kıskacından kurtul en yüksek olan askerlerine kötü d arb e vu rm aya k alk ıştılar. O gü masıyla birlikte olası Iran vb. sa muamele n e k ad ar askeri k esim in sözcülü vaşlarda ABD güdümünde hareket etmeyeceği aşikardır. Bu gerçek ABD karşısında aciz kaldığını ğü n e soyu n an bu ak red ite gazete c ile rin k u llan ılm ası e lb e tte ki te ederek Türkiye’nin göstermeye çalışmıştır. Türki karşısında Bush yönetiminin önün ye’nin sadüfi bir gelişm e değildi. A k r e de Süleymaniye operasyonu ve bu A BD ’ye rağmen olamayacağı da d ite gazetecilerin k u llan ılm ış o l na benzer manevralardan başka hedeflenmiştir. Ayrıca Irak’taki m ası dış d in am ik lerin ordu -siya- çok fazla alternatif kalmamıştır. Türkmenlere de ne kadar koru set gergin liğin i en in ce d e ta y ın a ABD yönetimi ya Türkiye eko masız oldukları ve geleceklerinin nomisini Ortadoğu’daki düzenle de A BD ’nin elinde olduğu his- k ad ar b ildiğini ve d e bu gergin li bölgedeki gücünün ğe b ilerek ta ra f old u ğu nu g ö steri meleri gerçekleştirecek savaş sü settirilmeye çalışılmıştır. Hep Akredite gazetecilerin o güne resince IMF’ye mahkum edecek sinden önemlisi de A B D ’nin yor. kadar söylediklerinin mutlak doğru planlamaları hayata geçirecektir Irak’ta özelikle Kürt devleti ko kabul edildiğinin dış dinamiklerce ya da bu plan Irak savaşında işe nusunda yapacağı tasarruflara hesap edilmesi dikkatlere şayandır. yaramadığı için direk olarak Tür Türkiye’nin güç yetiremeyeceği B aşb ak an T ay y ip E rd o ğ a n ’ın kiye’nin askeri gücüne zarar ve ispat edilmeye çalışılmıştır. M alezya gezisi esn asın d a basın recek planları devreye sokacak Askerlerin salıverilmesinden m en su p ların a ‘2 0 0 4 yılın d an iti tır. 23 Nisan gerginliği, genç su sonra yapılan ortak basın bildi b aren IM F ’siz yolum uza d ev am baylar olayı, Süleymaniye baskı rinde bile T S K ’nm ABD onayı e d eceğ iz’ açık la m a sın ı, nı ve benzeri olaylar A BD ’nin olmadan açıklamada bulunduğu ikinci yolu tercih ettiğinin işa iddia edilerek T S K ’nın kredibili- retleri olarak karşımızdadır. tesi düşürülmek istenmiştir. ayı en flasyon h aziran rak am ın ın n e re d eyse yirm i yıla yak ın bir süredir ilk defa eksi çık m ası destek lem iş Ayrıca IMF kıskacından kur oldu. A B D ’n in az gelişm iş ü lk e tulan bir Türkiye’nin bölgede leri sö m ü rg eleştirm e aracı o larak çok daha aktif ve bağımsız politi mak üzere çeşitli kesimlerce hü k ullan dığı b ilin en IM F ile T ü rk i kaları hayata geçirmesi çok daha kümetin girişimlerini yetersiz bu y e ’n in yo lların ın ç o k kısa bir sü kolay olacaktır. Böyle bir durum lunmuştur. Süleymaniye baskını re so n ra a y rılab ileceğ in in a n la da A BD ’nin Irak savaşını kaza ordu-siyaset arasındaki iç gerilimi şılm ış olm ası A B D y ö n e tim in i narak elde ettiği dünyanın tek tetikleyebilecek büyük bir potansi IMF süper gücü unvanı Vietnam sa yeli de m aalesef içinde barındınyor. Irak savaşında vaşında kaybedilen itibardan ke Kadek/PKK operasyonlarının d üşündürm eye b aşlam ıştır. kıskacında bile Amerikan askerlerine geçit verme yen bir meclise sahip olan bir Tür12 Ü m ran-A ğustos - 200 3 sinlikle az olmayacaktır. Bu soğuk gerçeklerle yüzleşen Süleymaniye baskınından sonra Türkiye’de başta asker ol bir anda patlak vermesi ile Tunceli valisine saldırıda bulunul- ması olaylarının Süleymaniye operasyonunun peşi sıra gelmesi büyük bir talihsizlik olmuştur. PKK/Kadek eylemlerinin artması ÖSS’DE İHL BAŞARISI VE ÇEVRENİN MERKEZE YÜRÜYÜŞÜ ordunun siyasetteki ağırlığını liaçınılmaz olarak arttıracaktır. Bu ey ZAFER OZDEM1R lemlerin bile dış dinamiklerce tetiklendiğini düşünmek sonuçları açısından bakıldığında çok da yanlış olmayacaktır. Ordu-siyaset gerginliği iyi yönetilemediği taktirde kısa vadede çok ciddi problemler oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Dış di namikler bütün güçleriyle bu ger ginliği tırmandırma çabası içeri sindedirler. Irak’tan sonra A B D ’nin muh temel hedeflerinin Iran ve Suriye olması şimdi çok önem kazanmış tır. Irak, İran ve Suriye tarafın 2 8 Şubat sürecinde uygula maya konulan Ö S S ’ueki alan sınırlaması, halkı merkezden başka ‘alanlarda’ tut ma projesiydi. Son O S S ’de. mes lek liselilerin ve özellikle imam hatiplilerin başarısı halkın üze rindeki bu kuşatmayı delip geçti. Sadece Kartal Anadolu İmam Hatip’ten sekiz kişi ilk yüze girdi. Bu durum onları buralarda gör dan çevrelenen ülke maalesef fi mek istemeyenleri çılgına çevir ilen Türkiye olacaktır. A BD Tür miş olmalıdır. Doğrusu, onlara kiye’yi gözüne kestiriyorsa -ki öy “kıskananlar çatlasın!” demek le anlaşılıyor- olası bir Türkiye ten kendimizi alamıyoruz. Türkiye’de Anadolu A BD savaşında A B D ’nin Yuna nistan ve G.Kıbrıs’ı yanına çek insanının kültürünü, tarihini, varlığını mesi hiç de zor olmayacaktır. Ay hor gören, hiçe rıca İtalya ve Bulgaristan’daki sayan bir anlayış A BD varlığı da göz önünde bu hüküm sürüyor lundurulursa Türkiye maalesef du. Seçkinci elit tam olarak kuşatılmış olacaktır. ler özellikle dev Türkiye A BD tarafından ge letin merkezine çen yüzyılın başında yaşadığı yerleşerek, çörekle Anadolu’da varlık mücadelesine nerek, bu ülkenin yö benzer bir mücadeleye doğru sü nünü bu ülkenin insanlarına rüklenmek isteniyor. A BD ’li yet sorma tenezzülünde bulunmadan kililerce bittiği ilan edilen ancak tayin etmek istiyorlardı. Türkiye fiilen devam eden Irak savaşı ‘Çocuklar Duymasın’ adlı dizide Türkiye açısından çok büyük po ki gibi başörtülüleri hizmetçi, tansiyeller taşımaktadır. Türkiye ayak takımı olarak görmek iste bağımsız siyasetini belirleyip uy yenler yüzünden neler yaşamadı? gulamaya koyabilecek olursa Türkiye’de bazıları yüzde ikilik ABD ikinci bir Vietnam şoku ile bir zümreyi ülkenin teminatı ola her an karşılaşabilir. Tuzak sahi rak gördükleri için yüzde doksan bine dolanır... ■ sekizlik kısmını onlara hizmet et- tiımek istemiyor mu? Seçkinci elitler yüzünden bu ülkede banka soyanlarla ekmek çalanlar aynı kefede değerlendirilmiyor mu? Siyasi, ekonomik, kültürel krizle re seçkinci elitler sebep olmuyor da, on yedi - on sekiz yaşında O S S ’de başarılı olan meslek lise liler mi sebep oluyor? 2003 Ö SS, Anadolu insanı nın çocuklarının seçkinci elite cevabıdır. 28 Şubat sonrası yaşa nanlar toplum mühendislerinin evdeki hesaplarının çarşıya uy madığını gösterdi. 3 Kasım se çimlerinin ardından ülke imam-hatipli bir baş bakana teslim edil di. Dahası, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin milletve killerinin çoğu imam-hatip lisesi kökenli ve eşleri de başörtülü. Şimdi de O S S ’deki imam-hatiplileıin yüksek başarısı ile karşı karşıyayız. Bu, toplum mühendis lerinin kurdukları tuzağa kendi lerinin dolanmasıdır. Zira bütün tuzak kurucuların üzerinde en büyük hesap sahibi, tuzak kuru cuların da sahibi, Allah’tır. Türkiye’nin maddi ve manevi planda gerçek sahipleri, son üni versite sınavı örneğinde görüldü ğü gibi, özgürce yaşama ve eğitim Um ran •Ağustos •2003 13 haklarını geri istiyorlar. Tarihi tecrübelerin ortaya koyduğu ha kikat şu ki; milletlerin tepkileri farklı farklıdır. Mesela, önceki yıllar, kendisiyle aramızda ben zerlik kurulan ülkelerden bir Ar TESETTÜRÜ BEKLEYEN TUZAK: RUHUNU KAYBETMEK S E R D A R D E M IR E L jantin halkı gibi değil tepkimiz. Sürekli suspus edildiği, hor görül düğü, insan yerine konulmadığı için belki sessiz bir isyanı tercih ediyor milletimiz. Bu bağlamda, 28 Şubat döneminde meslek lise leri ve imam-hatiplere azalan il arzusundadır; bunu gerçek biyle yer almış, modacılar Sayın Erdoğan’ın tesettürüne yine leştirmenin ön şartı da temiz medya da not verme yarışına gi ğünü gördük; önümüzdeki dö bireyi inşâdır. Şüphesiz İslâm rerek estetiğin ölçüsünün yalnız nemde ise kayıtlarda müthiş bir ve yalnız kendileri olduğu iddi patlama bekleniyor. Bu ülkede yaşayan her insan medeniyeti bu temel üzerine yükselmiştir; bu medeniyet ken disini yine bu temel üzerinde ye bir imkandır. Türkiye’nin gelece niden inşâ gayretindedir. Lokal ği için, Ümmetin geleceği için ve global bazda medeniyetler bir imkandır. İnsanımızın hayal arası bir çatışmadan sık sık bahsedilmesinin altında, bu yeniden inşâ gayretlerinin ete ve kemiğe ginin kısa sürede normale döndü leri, beklentileri Müslüman olma referansına dayanıyor. Bununla birlikte bu ülkede yaşayan küçük bir azınlık, kendileri dışında ka lan milyonları bir imkan değil, bir yük olarak görüyor. Halka belli alanlar dışında hayat hakkı tanımak istemiyor. O S S ’deki alan uygulaması bu bakış açısının yansıdığı örneklerden yalnızca I slâm temiz bir toplum inşâ bürünmeden sabote edilmesi artniyeti yatar. Bu yazıda, temiz toplumu bi rey ekseninde kurma gayretlerin den biri olan ve dinde gerektiği gibi örtünme manasına gelen “tesettür”ün taşıdığı ruh ele alı asını bir kez daha yinelemişler dir. Açıkça görmek gerekir ki, “tesettüre davet” udavetkâr te settür”e dönüştürülerek Müslü man hanımın tesettürü hedef alınmıştır. Her ne kadar biz ko nuyu Türkiye bağlamında ele alı yorsak da bu olgu sadece Türki ye’ye has bir şey de değil. Arap ve Arap olmayan İslâm coğrafya sına ait T V ’lere ve özellikle dini programları sunan hanımların tesettürüne baktığımızda ne de mek istediğimiz daha açıkça an biri. Ama gençlerin başarısı bu nacaktır. Modernitenin icat ettiği yeni küçümseyici bakışa bir cevap ol paganizmin ilahı modacılar, da laşılacaktır. Ziynetleri teşhir ede rek örtünme yolları en ince şe du. yattıkları “moda” diniyle tesettü kilde öğretilmekte, sanki Müslü Çevrenin merkeze doğru uzun re de yeni mana ve biçim verme man hanıma; “aynı zamanda soluklu yürüyüşü devam ediyor. gayretkeşliğine soyunmuş, sözü- hem örtülü hem de seksi olabilir Halkın iktidar yürüyüşü devam ediyor. Kendi değerlerinin bilin mona bazı İslamcılar da tesettürü şirin göstermek, tesettür üzerin sin” telkinleri yapılmaktadır. Postmodernizmin helal ve haram cinde, kararlı, ısrarlı insanlar şid deki baskıları azaltmak gerekçe siyle bu modacılara alkış tutmak koalisyonu anlayışı öteki olan her şeyi aslında bozarak kabul tadır. Daha sık görmeye başladı ğımız “tesettür defileleri” anlaşı lan artarak devam edeceğe ben lenme eğilimindedir. İslami tesettürü “davetkâr te settüre dönüştürme çabası İb- ziyor! First Lady Erdoğan’ın Ma lis’in dahi şapka çıkartacağı bir lezya ve Pakistan resmi ziyaretle rindeki varlığı medyada sadece hinliktir. Böylece “tesettür”den dete, taşkınlığa bulaşmadan hak larını arıyorlar. Anadolu’nun O S S ’deki başarısı, başka bir dille söylenirse; gençlerin Anadolu kı tası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koyması, daha u?un yıl lar bu ülkede onlar hesaba katıl madan hiçbir şev yapılamayaca ğını gösteriyor. 14 Ü m ra n -A ğ ııs to s ■2003 ■ tesettürünün şıklığı, Kanal 7’nin ruhu çekip alınarak tesettür “ahlâksızlaştırılmak” istenmektedir. ifadesiyle “göz doldurması” hase Her Müslüman -hanım ve erkek- TESETTÜRÜ BEKLEYEN TUZAK / tesettüre kurulan tuzağın farkın DEMİREL buyurur Yüce Mevlâ: da olarak bu komployu geçersiz “Elbette onların etleri ve l<anla- kılma direnişinde bulunmalıdır, gerekirse bedelini de ödeyerek. rı Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak Yapılması gereken ilk iş özellikle de genç dimağlarda tesettürün niz, hâlis niyetiniz, içten bağlılığı nız- ulaşacaktır” (Hac: 37) O ’rıa sizin takvanız sam im iyeti taşıdığı ve ma’şeri vicdanda da Bu âyette bir ibâdetin ancak kabul görmüş vechiyle; ahlâki boyutuna, diğer bir ifadeyle te samimiyet ve takva ile yapılmış settüre hayat veren, onu o yapan ceği bildirilmiş ve mü’minler bu ruhuna dikkat çekmektir. konuda uyarılmıştır. Görüldüğü gibi şekli ibâdet önemli olmakla ibadetlerin B irer Ruhu Vardır! beraber asıl önemli olan husus A llah’ın(c.c), insanlara ittiba et olan samimiyeti, teslimiyeti, tak meleri için gönderdiği şer’î hü kümler sadece şeklî değildir. vası ve huşûudur. İşte bunlar bir sa Allah tarafından kabul edile insanın iç dünyasında A llah’a ibâdetin özüdür; ruhudur. Bunlarsız bir ibâdetin ruhsuz bir be Şer’î hükümlerin konulmasında birey ve toplum için hayatî gaye ve maksatlar vardır; bunlar yeri denden ne farkı vardır? ne getirilmiyorsa yahut eda edi bilmek için İslâm’da hicret mef len ibâdetler sonuçta bu gâyelere humuna baş vurabiliriz: Hicret, İslâm’ı daha iyi yaşa götürmüyorsa o ibadetlerin A l lah katında malcbuliyeti en iyim Maksadımızı biraz daha aça Namaz bireye ruhî ve ahlâkî bir ser yaklaşımla tartışmalıdır. Na sıl ki insan madde ve ruhtan mü olgunluk kazandırmıyorsa yine rekkep ise ibâdetler de böyledir; Oruç ibâdeti için de Kur’ân-ı bir zâhirî bir de bâtını boyutu en hafif ifadeyle eksiktir. Kerim şöyle buyurur : yabilmek için bir yerden başka bir yere göç etmektir. Hicretin dindeki yeri, Peygamber Efendi mizin bir medeniyet kuran o muhteşem hicreti hepimizce ma “Ey iman edenler! Oruç sizden vardır. Bunlardan birisini hangi ibâdetten çekip alırsanız, o ibâ önce gelip geçmiş ümmetlere farz ması det istenilen gâye ve maksada kılındığı gibi size de farz kılındı. âlemde yapılan hicretin öncelik götürmeyecektir. Bu hususu şöy le açabiliriz: Umulur ki korunursunuz, takvâ le manevi âlemde gerçekleştiril sahibi olursunuz." (Bakara : 183 ) Mesela Namaz, metafizik konsantrasyon keyfiyetinde mü Korunmak ve takvâ sahibi ol lumdur. Burada gözden kaçma gereken durum maddi mesi zaruretidir. Bu hakikati ilk nâzil olan âyetlerde görebiliriz: mak, böylece; ahlâk ziynetini ku “Ey örtüsüne bürünen (Pey minin daimi miracı olma özelliği taşıyan bir ibâdettir. Kur’ân-ı Ke şanan tutarlı ve kıvamlı bireyler gamber)! Kalk, artık uyar. Sadece oluşturmak bu ibâdetin gâyesi ol rim namazı emrederken şöyle der: duğu açıktır. Hadislerde de bu Rabbini yücelt. Elbiseni temizle. Pislikten sakın, ondan hicret et . ” “Namazı kıl. Muhakkak ki namaz, fahşâdan (hayâsızlıktan, çirkin iş gâyeyi yerine getirmeyen oruç lerden) ve münkerden (kötülükler den) alıkoyar.” (Ankebut: 45) tan ziyade bir şey kazandırmaya Bu husus hadislerde çok daha ibâdetinin o insana aç kalmak cağı özellikle vurgulanmıştır. Bu husus İslâm’ın emrettiği detaylı açıklanmış, hatta yukarı bütün ibâdetlerde, emir ve ya da ayetin zikrettiği sıfatları ba rındırmayan namazların şeklen saklarda namaz olsa da keyfiyet olarak na maz olmadığı vurgulanmıştır. na vurgu yaptığı Allah’a kurban da böyledir. Yine Kur’ân-ı Kerim’in ibâdetin ruhu adama emri çok çarpıcıdır. Şöyle (Müddessir: 1-5) Âyeti kerime maddi anlamda elbiseyi temiz tutmak ve pislik ten sakınmayı emrettiği gibi iç dünyada ki temizliğe ve hicrete de işaret eder. Nitekim merhum Elmalılı bu âyetin tefsirinde şöy le der: “siyab” (giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye ol mak üzere birçok tefsirci âyetini Ü m ran-A ğustos .2 0 0 3 15 GÜNDEM “kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyanları kabule engel olacak kir li huylardan salcın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan” diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tef sir etmişlerdir.” Özellikle beşinci âyette “ve'r'rücze feh c ü r ” pislik ve azaptan uzak dur, onlardan h ic ret et, emri, insanın metafizik âlemde hicretine vurgu yapar. Zaten gerçek tevbe ve teslimiyet bu ilk hicretle başlar. İç dünyasında şirkten, fısk u fücûrdan tevhîde; rızay-ı İlâhiye hicret edememiş bir kişinin mad di dünyada da hicret etmesi ve hicret niyetine farklı hedefler de katmaması oldukça güçtür. Bu yüzden olacak ki Hz. Ömer’in (r.a) rivayet ettiği bir hadis de Efendimiz(s.) şöyle buyuruyor: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şe yedir.”1 Takva - Örtü İlişkisi Yukarıda anlatılanların ışığında şöyle dersek yanılmış olmayız: Tesettürü tesettür yapan, onu giymiş bedenin taşıdığı ruhun kalitesidir, takvasıdır, vakarıdır. Bütün ibâdet ve davranışlarda olduğu gibi tesettürün ruhu da budur. Tesettürü podyumlarda mankenler de giyiyor; ancak, dikkat ettiyseniz tesettür o be denleri örtmüyor, birkaç metre kumaştan başka bir sev ifade et miyor. Manken tesettürü, “lüt16 Ü m ran-A ğustos •2003 Manken tesettürü, “lütfen bana bak” eti keti gibi durmakta dır. Kadının kişiliğini değil dişiliğini öne çı karmakta ve maalesef kadını cinsel bir obje olarak sunmaktan ge ri durmamaktadır. fen bana bak” etiketi gibi dur maktadır. Kadının kişiliğini de ğil dişiliğini öne çıkarmakta ve maalesef kadını cinsel bir obje olarak sunmaktan geri durma maktadır. Modernitenin kadına kurdu ğu en büyük tuzak, sözümona “özgürlük” kurmacasında onu so yup erkeğin cinsel objesi kılması dır. Modernitenin, koyduğu öl çülere göre, güzel olmayan ve cinsel obje olmaktan çıkmış yaş lı kadınlara tahammülsüzlüğü nün sebebi de burada yatmakta dır. Bunun farkında olan Batı kadını ilerleyen yaşına rağmen genç ve güzel kalabilmek için es tetik ameliyatlara, güzellik sa lonlarına servetler harcamakta dır. Zira, yine Batı’da ortaya çık mış aydınlanma paradigması olan “düşünüyorum o halde va rım”ın yerini “ soyunuyorum , tü ketiliyorum, o halde varım” al mıştır. Ben varım diyen kadının varlığını özellikle bedeni üzerin den ispatlaması gerekmektedir. Sanatçı kişiliğinden daha fazla seksi özellikleriyle öne çıkmış güya sanatçılar ideal modeller olarak toplumun önüne konmuş tur. G enç nesillere Madonna’yı sorsak bilmeyen çıkar mı acaba? Yada artist, şarkıcı vb. taifeden isim sorulsa kaç isim bir çırpıda sayılabilir? Peki, akıl kalitesiyle, insanlığın yararına ürettikleriyle “ben varım” demiş hanım ismi sorulsa acaba aynı insanlar isim verebilirler mi? Neden keyfiyet sahibi hanımlar model olarak su nulmaz? Neden; estetik, cazibeli, soyunan kadın genç dimağlara model olarak sunulur? Bir Hz. Meryem, bir Hz. Aişe, acaba ne kadar modeldir? Bu pörsümüş zihniyetin şimdilerde tesettüre el atmasının aceb sebebi ne ola? Bu soruları çoğaltarak kendimize sormalı değil miyiz? Örtülüyken Çıplak Olmak Örtülüyken çıplak olmak müm kün müdür? İlginçtir, bu soru İs lâm’ın ilk dönemlerinden beri tartışılır olmuştur. Böyle bir va kıa olduğundan değil elbette. Peygamber Efendimizin(s.) bir hadislerinde fitne tezahürlerin den olan; “örtülüyken çıplak ka dınlar” zümresini zikrettiğinden, hadis şârihleri de bu konuyu vu zuha kavuşturmaya çalışmış; ‘hem örtülü hem de çıplak’ habe rini ümmete bir uyarı olması se bebiyle de tartışmışlardır. Öncelikle bu garabeti haber veren hadisi şerifi zikredelim: TESETTÜRÜ BEKLEYEN TUZAK / Ebû Hureyre(r.a) Peygamber Efendimiz’in(s.) şöyle buyurdu ğunu rivayet etti: “Cehennem halkından iki sınıf var ki ben on ları görmedim: 1) Yanlarında bu lunan, sığır kuyruğu gibi lcırbaç(cop)larla insanları döven bir topluluk, 2) Başları (saçları) deve hörgücü gibi olan, zarif ve cazibeli, giyinik oldukları halde çıplak kadınlar. Ki bunlar cen nete giremeyecekleri gibi onun kokusunu bile alamayacaklardır. Oysa cennetin kokusu nice uzak mesafelerden alınır.”2 Hadis şârihlerinin bu hadisi anlamlandırmada zorluk çekme leri hadisi anlamlandıramadıkları manasına gelmez. Ancak, bu garabetin yâni örtünme ve çıp laklığın aynı anda birarada olma sı, tezatların birarada olması ma nasına geldiğinden şerhte zorlan dıkları âşikârdır. Eğer Hadis şârihleri bizim gördüklerimizi gör selerdi: “Ya Rab! Habibine bah şettiğin bir mucize herkese aşikâr oldu. Giyinik ama çıplak kadın lar zümresi bu asırda olduğu ka dar başka hiçbir asırda tezahür etmedi!” derlerdi. Söz hadis şârihlerinden açıl mışken, onların mezkur hadis üzerine söylediklerinden bir neb ze de olsa zikretmek sanırım ya rarlı olur: Örtülüyken açık olma hali genel olarak; bedeni yahut bede nin tenini hissettirecek tarzda şeffaf giysilerle örtünmek3, yahut kokular sürerek topluma çıkmak, kırıtarak yürümek, haramlara meyletmek vb. fitne tezahürleri tarzında anlaşılmıştır.4 Bu yorumlara, örtüyü bedene yapışacak, beden hatlarını belli edecek tarzda dar ya da pantolon giyinme, tesettürü; bedeni teşhir eden, zararlı okları -yabancı ba kışı- celbeden bir araç kılma hal leri de katılabilir. Benim önce likle bu hadisten anladığım, “ H icab'ı hicapsızlctştırm ak” alarmıdır. Kendisiyle röportaj yapan ga- DEMİREL ledilmek isteniyor. Bu cinâyete dur diyelim. Suskunluğumuzla, tepkisizliğimizle bu cinâyete or tak olmayalım. Tesettürü, üniversite kapısın daki yasakçı zihniyet ruhsuzlaştı- Tesettürü tesettür yapan, onu giymiş bedenin taşı dığı ruhun kalitesidir, takvasıdır, vakarıdır. Bütün ibâdet ve davranışlarda olduğu gibi tesettürün ruhu da budur. zeteye, nargile içerken ve bur nundan duman çıkarırken poz veren, toplum içinde elinde siga rayla tafra atan, Tarkan’ın kon serine gidip en ön safta: “Tar kan! Senin için çıldırıyorum!” çığırtkanlığı yapan tesettürlü acaba ne kadar kendinde? Ve ne kadar tesettürünün bilincinde? Bu tür görüntüler tesettürün, metafizik alemle ilişkisini nasıl koparacağının alametidir; sekülerleşmesidir. Son Söz Takva, Allah Teala karşısında ruhun tüm samimiyetiyle saygı duruşudur. Amele yansıması da O ’nun buyruklarını sevgi ve kor ku dengesinde eda etmektir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “A llahü Teala o takvâ sâhiplerini sever.”(Al-i İmrân: 76) Zira, Allah’a itaatin ve bütün güzel davranışların temelidir tak vâ. Takvâsız tesettür vakarsızdır; işte bu nokta, tesettür özelinde ibâdet ve geleneğin ayrıştığı noktadır. Tesettürden takvâ çalınmak isteniyor; yani tesettürün ruhu isteniyor: sözün özü, tesettür kat ramaz. Tesettürü ancak bizim duyarsızlığımız ruhsuzlaştırır, ahlâksızlaştırır. O zaman üniversite kapısındaki yasakçı zihniyet ruh suzlaştırılmış tesettüre geçit ve rir. Şu bilinmelidir ki, yasak ‘bir kaç metrelik kumaş parçasına’ değildir, yasak o kumaştaki ruha dır; ahlâkadır; özedir. Davetkâr bir bakış İslâm’da nasıl reddedilmişse, davetkâr bir tesettürün de reddedileceği izah tan varestedir. Tesettür herşeyden önce ruhsal bir edeptir; bu onun bedensel bir edep olduğu nun inkarı değil bilakis gerekçe sidir. Nûr Suresi’ne iman etmiş bir tesettür bu edebi en güzel şekilde temsil edecektir! ■ Dipnotlar 1 Buhâri, Bed’ü’l'Vahy 1; Müslim, İmaret 155. 2 Müslim, III, 1680, hn. 2128; Muvatta, II, 913, hn. 1626. Hadisin lafzı Müs lim’e aittir. 3 Bknz: İbn Abdu’l-Bir, Ebu Omer Yusuf b. Abdlullah en-Nemeri: Tem hîd, Fas: Vizâratu umumu’l-Evkaf, 1387. 13/204; Es-Suyuti, Abdurrahman b. Ebî Bekr: Tenvîru’l-Havctlik, Mısır: elMektebetu et-Ticâriyyetu el-Kubrâ, 1969. 1/216. 4 Bknz: En-Nevevi, Ebu Zekeriyyâ Muhyiddîn b. Şeref: Sahîhu Müslim bişerh i’n-Nevevî, el-Kâhira. Daru’d-Diyân lit’Turâs. 17/190. Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 17 EMPERYAL BAKIŞ E D W A R D S A İD Ç eviren: M eh m et B A B A C A N A BDli entelektüel Edvoard Said’in bu son makalesi Irak’ın yaşadığı Anglo-Sakson işgalinde de açıkça gö rülen emperyal bakış sorununu irde liyor. Özelde A BD ’nin İslam dün yası ve toplumlarına bakışım Filistin örneğinden hareketle ortaya koyan yazar, burada liberal bir iktidar ar zusunu da saklamıyor. mperyal bakıştaki çarpık lıklar Ortadoğu toplumlarında acının sürmesine ve direnişin en uç örneklerine neden olan daha ileri boyutlarda sapma lara yol açıyor. Büyük modern imparatorluk lar sadece askeri güçleri ile değil, aynı zamanda bu gücü harekete geçiren, kullanımına imkan veren ve hakimiyetin, inancın ve otori tenin günlük pratikleri yoluyla uy gulayan etkenlerle bütünlüklerini sağlamış ve korumuşlardır. Britan ya geniş Hindistan topraklarını yalnızca birkaç bin kolonyal gö revli ve birçoğu Hintli olan birkaç bin askerle yönetti. Fransa Kuzey Afrika ve Çinhindi’nde, Hollanda Endonezya’da, Portekizliler ve Belçikalılar ise Afrika’da aynısını yaptılar. Emperyal bakışın anah tar unsuru, uzak yabancı bir varlı ğa bakışta kişinin(yerel unsur) kendi görüşünü yabancının emri ne vererek, kişinin kendi bakış açısıyla tarihini yeniden inşa ede rek insanlarını kaderlerine kendi E 18 Ü m ran-A ğustos •2003 lerinin değil; kendileri için en iyi sini düşünen uzak yöneticilerin karar vermesine ikna etmektir. Bu tür kararlı bir bakış emperyalizmin iyi ve gerekli bir şey olduğu da da hil esas fikirlerin gelişmesini sağlı yor. İmparatorlukları bir arada tu tan kavramsal yapıştırıcı hakkındaki en akıllıca yorumlardan bi rinde Anglo-Polonyalı romancı Joseph Conrad şunları yazıyordu: “çoğu zaman bizlerden farklı deri leri ve daha yassı burunları olan insanların elinden almak anlamı na gelen yeryüzünün fethi, derin lemesine baktığınızda pek de hoş bir şey değil. Tek iyi tarafı yalnız ca fikirdir; arkasında yatan fikir. Duygusal bir oyun değil, üzerine dayanabileceğiniz, önünde saygıy la eğileceğiniz ve uğruna kurban lar sunacağınız bir fikir ve bu fikir deki cömert inanış...” Kolonyal liderler yanlış bir bi çimde yegane yolun emperyal oto rite ile işbirliği olduğunu düşün düklerinden, bu yöntem bir süre işe yaradı. Fakat emperyal bakış ile yerel olan arasındaki diyalektik kaçınılmaz olarak karşı karşıya ve sürdürülemez hale geldikten sonra yöneten ile yönetilen arasındaki bu gerilim başa çıkılamaz bir hal alıp, Cezayir ve Hindistan’daki gi bi kolonyal bir savaş patlak ver miştir. _Arap ve İslam dünyası üzerin deki Amerikan idaresi şimdilik böylesi bir noktadan biraz uzak görünüyor. Asgari 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan strate jik çıkarları bol miktardaki petro lün güvenliğini sağlamak ve İsra il’in herhangi bir komşusu üzerin de ve bölgede mutlak hakimiyeti ni ne pahasına olursa olsun temin etmek istikametinde olmuştur. Amerika’nınki de dahil olmak üzere her imparatorluk dünyaya kendisinin diğer imparatorluklar dan farklı olduğunu ve taşıdığı misyonun kesinlikle yağmalamak ve kontrol etmek olmadığını; doğ rudan ya da dolaylı olarak yönetti ği insanları ve yerleri eğitmek ve özgürleştirmek olduğunu anlatır. Ancak bu fikirler pek çok konuda aksini düşünen bölge insanları ta rafından paylaşılmaz. Yine de, bu durum Arap/İslam dünyası üzerin deki Amerikan enformasyon, po litika ve karar verici araçların yal nızca Arap/İslam dünyası değil, Araplar ve İslam hakkındaki bilgi kaynakları acınası bir şekilde ve trajik olarak yetersiz olan Ameri kalılara da kendi bakışını dayat masına mani olamıyor. Amerikan diplomasisi İsrail lobisinin Arapbilimciler olarak nitelenen insanlara yönelik siste matik saldırıları nedeniyle sürekli zarar görüyor. Bugün Irak’taki 150,000 Amerikan askerinin ol dukça küçük bir kısmı Arapça bi liyor. David Ignatiun bu noktayı 14 Temmuzdaki “Washington Arapbilimcilerin Eksikliğinin Bedeli ni Ödüyor” başlıklı harika yazısında(http:// www._____ dailvst a r . c o m. l b / o p i n i ^ on/14 07 03 b.asp) Francis Fukuyama’nın sorunun “Arapbilim cilerin yalnızca Arapların değil, aynı zamanda kendi kendilerini aldatmalarının yükünü taşımak zorunda olmaları”ndan kaynak- EMPERYAL BAKIŞ Bu ülkede Arapça bilgisi ve geniş Arap kültürel geleneği ile yakından tanışıklık İsrail’e yöne lik bir tehdit gibi algılanıyor. Medya Araplar hakkında en ber bat klişeleri kullanıyor( örneğin Cynthia Ozick 30 Haziranda Wall Street Journal'deki Hitleryen eday la kaleme aldığı yazısında Filistin lilerden “hayatı zorbalıkla yaşan maz bir hale getiren ve kiiltçülüğü kötü bir ruhçuluğa yükselten in sanlar” şeklinde bahsediyor. Bu sözlerin yeri tam olarak ancak Nuremberg toplama kamplarıdır.) Amerikalılar kuşaklar boyun ca Arap dünyasını genel olarak tehlikeli, terörizm ve dini fanatiz min türediği, anti-demokratik ve ölümcül bir biçimde anti-semitik olan kötü niyetli hocaların gençli ğe zararlı bir anti-Amerikancılık aşıladığı bir yer şeklinde gördüler. Cehalet bu gibi durumlarda doğ rudan bilgiye dönüşüyor. Sürekli olarak gözden kaç(ırıl)an şey ise, ne zaman “sevdiğimiz” biri ortaya çıksa- örneğin İran Şahı ya da En ver Sedat- Amerikalılar onun ce sur ve öngörü sahibi biri olduğunu ve “bizim” için ya da “yolumuz”da işler yaptığını düşünürler; emperyal güç oyununu ve yaşamak için mutlak otoritenin suyuna gitmek gerektiğini anlamış olduğu için değil de ortak değerleri paylaştığı mız için... Suikaste kurban gidi şinden neredeyse çeyrek yüzyıl sonra, abartısız şekilde, Enver Se dat unutulmuş ve sevilmeyen bir kimsedir; çünkü Mısırlılar kendi sinin Mısır’dan önce Amerika’ya hizmet ettiğini düşünüyorlar. Ay nı şey Şah için de söz konusu. Env peryal bakıştaki sapmalar Ortado ğu toplumlarında acının sürmesi ne ve direnişin en uç örneklerine ve politik meydan okumalara ne den olan daha ileri boyutlarda / SAİD sapmalara yol açıyor. Bu durum özelde şiddetle suç lanan Arafat’ın yerine Mahmud Abbas (Ebu Mazen)’ı liderlik kol tuğuna getirerek kendilerini yeni leyen Filistinliler için geçerli. Fa kat bu bir gerçeklik değil emperyal yorum meselesi. Hem İsrail hem de ABD, Arafat’ı Filistinlilerin geçmiş bütün hak iddialarını orta konusunda bilgilendirmeleridir. dan kaldıracak ve bazı İsraillilerin “ilk günah” diye nitelendirdiği, 1948’de Filistinlilerin evlerinden çıkarılıp sürülmesi konusunda ni hai zafere ulaştıracak yerleşim me selesinde yolu tıkamakla suçluyor. Yıllar boyunca Arap ve Batılı medyada eleştirdiğim Arafat, 1996’daki yasal seçimlerdeki başa rısı ve kendisi dışında hiçbir Filis tinlinin elde edemediği meşruiyet nedeniyle evrensel Filistin lideri olarak tanınıyor. Bir bürokrat olan ve uzun yıllar Arafat’ın emrinde çalışan Ebu Mazen ise bu özellikle rin çok azma sahip ve halk deste ğinden yoksun durumda. Dahası, artık hem Arafat’a hem de İslamcılara karşı bağımsız ve tutarlı bir Filistin muhalefeti (Bağımsız Ulusal Girişim) mev cut, fakat bu hareket hiç dikkat çekmiyor çünkü Amerikalılar ve İsrailliler kendilerine hiçbir güç lük çıkarmayacak uysal bir yöneti ci istiyorlar. Ancak böyle bir mu tabakat sağlanabilse dahi bir süre tehir edileceğe benziyor. Bu em peryal bakışın dar görüşlülüğü, da hası körlüğü ve cehaletidir. Ben zer durumlar Amerika’nın Irak’a, Suudi Arabistan’a, Mısır’a ve di ğerlerine bakışında tekrarlanıyor. Bu bakışlardaki sorun son derece yetersiz ve ideolojik oluşları; Araplar ve Müslümanlar hakkın da Amerikalıları fikir sahibi kıl mak yerine Araplar ve Müslü manların nasıl olmaları gerektiği ği politikaları uyguladığı ve aynı Büyük ve olağanüstü derecede zengin bir ülkenin böylesine kötü yönetilen, zayıf hazırlanılmış şe kilde ve son derece beceriksizce gerçekleştirdiği Irak işgali kötü bir karikatür oldu. Entelektüel ze minde ise Paul Wolfowitz gibi akıllı bir bürokratın nasıl böylesi ne muazzam bir beceriksizlik örne zamanda insanları ne yaptığının farkında olduğuna inandıraralc ka faları karıştırdığını aklım almıyor. Özelde bu emperyal bakış, Araplara kendi ulusal gelecekleri ni kendilerinin tayini hakkını ta nımayacak uzun vadeli Oryanta list bir bakıştır. Araplar farklı, mantık yoksunu, doğruyu söyle mekten aciz, temelde bozguncu ve tehlikeli insanlar şeklinde tasav vur ediliyorlar. 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgalinden bu yana Arap dünyasında, -bazı faydaları olmakla birlikte- birçok insan için anlatılmayan bir sefalet üreten, bu öncüller üzerine kurulu kesintisiz bir emperyal varlık yer almakta dır. Fakat Bernard Lewis ve Fuad Ajami gibi her türlü yoldan zehir lerini Araplara yönelten ABD da nışmanlarının aldatıcı iltifatlarına o denli alıştık ki, yaptığımız şeyin doğruluğuna çünkü Arapların bu nu hak ettiklerine inandık. Bir İs rail dogması olan bu görüşler Bush yönetiminin merkezinde yer alan yeni muhafazakarlar tarafından sorgusuzca paylaşıldığından, basit* çe yangına körükle gidiliyor. Do layısıyla yıllar boyunca karmaşa ve sefalet içinde yaşayan dünya nın bu yerinde esas sorun, Ameri kan gücünün mümkün olduğunca basit ve kaba bir şekilde kullanıl ması oluyor. Fakat ne pahasına ve hangi sona doğru? ■ Ü m ran-A ğustos •2003 19 GÖÇEBE BEDEN -1: BAŞÖRTÜSÜ VE METAFİZİK D İL A V E R D E M İR A Ğ B aşörtüsü üzerine kadınlar konuşmadıkça, onlar ya zıp konuyu sahiplendik lerini göstermedikleri sürece on lar adına konuşan, temsil niteliği taşıyan yazılar yazmayacağımı belirtmiştim. Son zamanlarda üstüste çıkan kitaplardan, yazılar dan sonra artık kendimi bu ko nuda daha rahat ve özgür hisse debiliyorum. Bu konuda ken dimce bakış açımı içeren bir söz bolluğu içinde olmama karşın kendimi kısıtlama eğilimindeydim, artık iplerim çözüldü. A n cak yine de kimi kayıtlarımı mu hafaza etmek istiyorum. Bu ko nuda asla kadınlara konuşma mak taraftarıyım, çünkü her ne kadar dayanışma amacı taşısa da, son tahlilde ortaya koyduklarım yine de bir temsil. Bu ise benim 2 0 Ü m ran-A ğustos •2003 Anarşistçe siyasal tavrıma ters düşüyor. Bu nedenle bu yazı da dahil başörtüsü konusundaki ya zılarımın muhatabı her daim er kekler, çünkü bu konuda (hadle ri olmadığı halde) en çok konu şan onlar ve üstelik konuyu ken di ataerkil erkeksi tahakkümer mantıkları ile sınırlandırıyorlar. Eleştirilerim en çok da muhazafakâr dindarlara, çünkü bu konu da en fazla yanlışı onlar yapıyor; konuyu ya bir fetiş haline getiri yorlar ya da konunun olası hik metlerini minimum düzeyde tu tarak, meseleyi salt bir ahlak, bir namus meselesine indirgeyiveriyorlar. Hal böyle olunca da ba şörtülü kadınlar iki erkeksilik, iki ataerkillik arasında eziliyorlar ve son darbeyi de her konuda ataerlcilliği topa tutan feminist kadınlardan yiyip ya köşelerine çekiliyorlar, ya başörtüsünü üzer lerinde adeta bir zorunluluk gibi taşıdıklarını ima eder bir halde kendilerini modanın rahatlatıcı buldukları sularına atıyorlar. Ba zıları belki de açılacaklar, ama erkeklerden azar yemekten, taciz edilmekten korktukları için ba şörtüsünü bir aksesuar olarak üzerlerinde taşıyorlar. Böylece bilerek ya da bilmeyerek başörtü sünü kadını esaret altında tutan bir bukağı, bir gerilik olarak gö ren zihniyete mevzi kazandırmış oluyorlar. Elbette bunu yapan kadınlara sözüm yok, onlar çift yönlü bir baskı altında, üstelik bir de vicdanlarının ağırlığı al tında eziliyorlar ve kendilerine modanın açtığı nefes boruları ile soluk alacakları küçük alanlar yaratıyorlar. A llah’tan ki son dönemde Cihan Aktaş’ın, Nazife Şişman’ın, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun kitapları çıktı da konuya hiç olmazsa biraz da ka dınsı duyarlılık katılmış yayınları okuma olanağı çıktı. Ama bence hâlâ başörtüsünün kozmolojisi yazılmayı bekliyor. Bu yazılma dıkça da konu asla dini bir ek sende tartışılamayacak ve isteye lim ya da istemeyelim konu hep ya batı sosyolojisinin tersten ya zılmış ya da doğrudan ona daya nan versiyonları içinde dönüp duracak. Ve istemeden de olsa konu dünyevileşecek. Sonuçta her alanda olduğu gibi kapita lizm tüm mevzileri tek tek ele ge çirerek İslam’ı yapı bozumuna uğratacak ve ortaya Protestanlaşmış, melez İslami kimlikler çıka cak. Bunda da hiç kuşkumuz ol masın en büyük pay sağcılaşan duruşu ile muhafazakârlığın ola cak. Nitekim küresel kapitaliz min neo-liberal dalgalarını uygu BAŞÖRTÜSÜ VE METAFİZİK / DEMİRAĞ lamada, Amerika’yla sıkı fıkı ol mak noktasında muhafazakâr AKP ye nasip olanlar hiçbir ikti dara nasip olmadı. Sadece bu ol gu bile muhafazakârlığın içine düştüğü sefaleti ve bunun açmaz larını ortaya koymakta. Her ney se konumuz sağcı AKP ve onun kapitalizan işleri değil. Bu konu yu İslam-kapitalizm ekseninde bir başka yazıda ele alırım inşaallah. Gelelim ; bayram değilken, seyran değilken, bu başörtüsü meselesi nerden çıktı!? Açıkçası bir itiraf, beni bu yazıyı yazmaya kışkırtan Radikal İki’nin 20 Tem muz günkü nüshasında çıkan Sü reyya Su’nun yazısı oldu. Yazar konunun batı dışı modernlik ara yışı ekseninde ele alınması ge rektiğini belirtiyor yazısında. Öncülüğünü Nilüfer G öle’nin yaptığı bu sol-liberal yaklaşım, hiç kuşku yok ki pozitivist modernistlerin baskıcılığı karşısında daha yeğlenir gözüküyor. Ne de olsa durumu anlamaya yönelik bir çaba var. Ancak son tahlilde bu anlayışlar da konuyu asıl alın ması gereken noktadan almayan bakış açılarından. Konuya İslam cılık ve İslamcılığın bir imkan olarak batı dışı modernlik oluş turma çabası merkeze alınarak yaklaşılıyor ve dini bir sembol olan başörtüsü, saha araştırmala rı ile de desteklenerek, erkek ka musal alanda kadınların varolma savaşımı olarak lanse ediliyor. Ve sonuçta başörtüsü kimlik sos yolojisinin labirentlerinde asıl niteliklerinden soyutlanarak, te mizlenip, post-modern gustonun beğenisine uygun bir biçime so kularak, tabii lci üzerine özgürlük sosu dökülerek tüketime sunulu yor. Oysa ki başörtüsünü ne İs lamcılığın siyasal varoluş müca delesi ile ne de kimlik sosyolojisi ile iüşkilendirilerek anlamak olanaklı. Konuyu bu alana hap settiğimiz sürece, dinsel bir konu seküler bir düzleme sıkışmaktan asla kurtulamaz. Hiç kuşku yok ki Kur’ân’da başörtüsü ile ilgili âyetler, pekala da toplumsal vur gular taşıyan ve muhafazakârları haklı kılacak bir edep vurgusu taşıyan bir biçimde okunmaya hayli müsait. Ama unutmayalım ki, vahiy kimi zaman toplumsal vurgular taşısa da, Kitabın sem bolik katmanları pekâlâ da başka anlamlar üretmeye, alegorik okumalara hayli müsait bir an lam katmanları ile örülü. Dolayı sıyla neden sadece toplumsal an lamlar taşıyan bir düzlemde oku malar yaparak, başörtüsünü, içer diği metafizik anlam zenginliğin den soyutlayıp tek boyuta sıkıştı ralım ki! Nasıl Adem ile Havva kıssası sadece bir kıssa olmaktan ibaret değil, orada evrensel me tafizik modeller olarak Erkek ile Kadın’ın, ama aynı zamanda pe kâlâ da başka göndermelerin ör neğin ruh ile maddenin (keyfî bulunabilir ama Guenonien okumalar anlam katmanlarını açmada daha metafizik bir duru şa sahip) sembolik anlamları üze rine de anlatımlar olarak okuna bilir. Aynı ilkenin başörtüsü için de geçerli olduğunu düşünüyo rum. Bu nedenle başörtüsünün kozmolojisi yayınlandığı gün ar tık sosyolojik yorumlar eskisi ka dar tehlike oluşturmayacak, ve o zaman belki de başörtüsü sosyo lojinin ilgi alanı olmaktan çıkıp derinlikler ruhbiliminin konusu haline gelerek içerdiği anlam ge nişlemesi soruna başka bir derin lik kazandırmış olacak. Ne yazık lci, başörtüsü sahip olduğu dini içerikten soyutlana rak -tabi ki bizdeki baskıcı modernistlerin çabalarının bir so nucu olarak- kamusal bir özgür lük, bir kamusal görünürlük me selesine indirgeniverdi. O gün den beridir de başörtüsü hem modernist despotların hem de Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 21 GÜNDEM onların simetrisi olan muhafaza kârların çabalan ile başörtüsü bir tüketim nesnesine, bir koda, bir gösterene dönüşüverdi. Böylece Süreyya Su’nun deyimi ile me lezleşen başörtülü kadınlar hem başörtüsü takarak din dairesin den çıkmamış oluyorlar, hem ka musal alanda rahatça, açık hem cinslerinin tersine herhangi bir tacize uğramadan gezmenin ko laylığına, hem de moda aracılığı ile estetik tatminler elde etmiş oluyorlar. Hem de başörtüsünü bir aksesuara dönüştürdüğü ve gösteren haline getirdiği anda “gerici” yaftası yemekten kurtu larak, muhafazakâr modem ola rak kabul edilebilir sınırlar içine girmiş oluyorlar. Tekrar üzerine basarak söylüyorum, bir erkek olarak onları yargılamıyorum. Benim eleştirimin odağını birey ler değil, olgular teşkil ediyor. Benim itirazım başörtüsünün moda aracılığı ile gösteren’e dö nüşmesine. Ve bu şekilde içeri- tılması ve siyaset bezirgânı asıl iktidar kanadınca yapılan en ufak bir baskıda hemen atılacak ilke safra yapılması. Nitekim AKP de iktidar olur olmaz bu ko nuda “bizim birincil önceliğimiz başörtüsü değil” deyivererek ka dınları bir kelimede harcayıver di. Erkeklere bu denli kızgın ol mam da bundan kaynaklanıyor. Uğrunda mücadele vermedikleri, bedel ödemedikleri bir konuda kadınlardan daha militan olarak kadınları cepheye sürüyorlar, sonra da ilk zorlamada kadınları ortada bırakarak, iktidarın insa fına terk ediveriyorlar. Ve sonra aynı umarsızlıkla melezleşen bir başörtülü kadını kolayca yargılayıveriyorlar. Benim tüm sessizli ğim ne yazık ki bundan kaynak lanıyor; ne ben, ne çevremdeki kadınlar bu konuda hiçbir bedel ödemek durumunda kalmadılar, çünkü ben erkektim ve çevrem deki kadınlar da örtülü değiller di. Bu durum konuya iki kere Örtü bir engeli, bir mesafeyi, unutuşu, uzaklaşmayı ve ölü olmayı temsil eder. Hem manen ölü olmayı, tersine hareketle manen öz yurduna doğru yapılan çıkışta ise diri olmayı temsil eder. ğinden boşaltılmasına, tüketim kapitalizminin nesnesine dönüş meye başlamasına. Yoksa bir ka dın olarak kamusal görünürlü ğün rahatlığını, tacizden emin olmanın ferahlatıcılığım , bu mevzide başörtülü kadınların vermiş olduğu kavgayı bilmiyor değilim. Beni biraz da kahreden uğrunda onca mücadele verilen bir sembolün A K P’liler ve Islâmcı sosyete eliyle bu denli ucuzla 2 2 Ü m ran-A ğustos •2003 hassasiyet göstermekle yükümlü kılıyor beni. O yüzden de tüm başörtülü kadınlardan (melezin den, militanına dek hepsinden) özür dileyerek ve onlardan helal lik dileyerek bu konuda yazmak cüretinde bulunuyorum. Lütfen bana haklarını helâl etsinler. Bu isyancı, anarşist ve kendince dindar biri olma gayretindeki bu kardeşlerinin zaman zaman sergi lediği ukalâhklan, acemiliğine, ateşliliğine, isyancı ruhuna ama hepsinden çok da sergiledikleri mücadeleye ilişkin duyduğu aşırı hassasiyete bağlasınlar lütfen. Dahası yazdıklarımdan dolayı en çok bir başörtülü kadın tarafın dan eleştirilmekten mutlu olaca ğımı lütfen bilsinler ve kalemle rini keskin kılmakta lütfen hiç bir çekince sergilemesinler. Had dim olmayarak kendimce, kendi derinliğimce anladığım kadar bu konuda düşündüğüm metafizik vurguları dillendirmek amacım. Dolayısıyla yazdıklarımın tüm sorumluluğu sadece bana ait, da hası her konuda olduğu gibi bu konuda da doğrusunu sadece A l lah’ın bileceğini bir an olsun ak lımdan çıkarmıyorum. Bu peş revden sonra Ümran okurlarının sabrına sığınarak konuya ilişkin fikirlerimi ifade etmek istiyorum. Yalnız bu yazıda geçen yazılarda olduğu gibi, konuya, önce batı cephesinde girmeyeceğim. Bu yazının asıl amacı her ne kadar başörtüsünden yola çıkarak Islam-kapitalizm ilişkisini deş mek, ve İslâm’ın kapitalizme ilişkin ne denli güçlü direniş mekanizmalarına sahip olduğu nu göstermek ise de, bu yazıda kadın ve modernlik, gözün ya hut bakışın modernlikteki merkeziliği ve kapitalizmdeki ege men konumu, kapitalizm, tüketimcilik ve gösteri, olguları te melinde bir “gösterge mezarlığı na” dönüşen kadın gövdesi, cin selliğin suistimali, çıplaklık ve gösteren olarak konumu gibi ko nulan yazının son bölümünde ele alacağım. Bu bölümde konu ya doğrudan, kalbinden yani me tafizik bir unsur olarak beden, bir arketip olarak dişiiıic gibi konu lar temelinde bir İslami be BAŞÖRTÜSÜ VE METAFİZİK / den(sizlik) teorisine giriş yapma yı deneyeceğim ve bu bağlamlar da başörtüsünün metafizik an lamlarını ele almaya çalışacağım. İnşaallah nasip olursa bu yazdık larımı daha da geliştirip metafi zik bir beden(sizlik) teorisi ve ilahi göriinmezlik makamı olarak başörtüsü konusunda bir kitap çık denemesi kaleme almayı da planlıyorum. Metafizik B ir Beden Olarak Tenzil İslam metafiziği açısından aslolan Ruh’tur. Maddi alem olarak dünya hayatı geçici olduğu için beden de geçicidir. Hatta bir çok sufi için beden bir hapishane, dünya da bir işkencehanedir. Bu nedenle, insanın özü de son tah lilde Ruh’tur. Yine bu nedenle, bir anlamda denilebilir ki, Ruh bu âlemde insan sıfatında tecelli etmiştir. Adem hem yokluktur hem de tenzil yani iniş olarak varlık. İnsanın özünü teşkil eden Ruh emir aleminde iken, adem suretine bürünerek tenzil etmiş tir. Ve Ruh olarak Allah’a inti sap ettiğinden, sonunda yine ona dönecektir. Bu yüzden birçok sufi için ölüm gerçek bir hürriyet, bir bayram olarak görülmüştür. Ancak burada sözü edilen sufilerin ‘Külli nefs’, yahut ‘Rûhü’lKuds’ olarak adlandırdıkları Ruh, âyette sözü edilen üfürülmüş ruh olmakla birlikte, Zat-ı İlahi değil, onun bir tür sûreti olarak kabul edilir. Ruh insanın asli niteliği, beden de onun geçi ci konağı olduğundan, metafizik bakımdan aslolan beden değil ruhtur. İnsanın beden suretinde halk edilmiş olmasının nedeni bu dünyadaki geçici varlığına en uygun form olmasıdır. Konuyu bu eksende çerçeve lendirdikten sonra, tenzil ve per de sembolizmleri ekseninde be den ne anlam ifade ediyor, biraz da ona değinmek gerekiyor. Tasavvufi bakımdan tenzil varlıkta bir mertebe kaybını, düşüşü ifade eder. Bu nedenle insan sııretinde halkolmak, insanın asli niteli ğinden, asli vatanından geçici olarak uzaklaşmasıdır. Şucai’nin deyimi ile tenezzül yani iniş “Bir varlığın veya haki katin, kendi asli suretinden, ilk mertebesinden inmesi, söz konu su bu varlığın veya hakikatin da ha değersiz bir mertebelerde te celli etmesinden ib a r e ttir .İ n iş süresince varlık bir üst makamla olan ilişkisini yitirir ki, buna per de denir. Perde varlığın asli öz niteliklerde bir yitişi ve hakikat karşısında uzaklaşmayı ifade eder. Bir üst mertebeyi, bir alt mertebeden gizlemek ve o mer tebeler karşısında bir engel oluş turmak da perdenin nitelikleri arasında bulunur. Bir anlamda varlık dikey bir biçimde inişe geçtikçe asli niteliklerine yaban cılaşır. Beden bu perdeler içinde en karanlık ve en kalın olanıdır. Ruhun bedenlenmeden önce geçtiği perdeler nurani ve latif iken bedenlendikten sonra geç tiği perdeler, kesif ve karanlıktır. DEMİRAĞ Bu nedenle tasavvufi açıdan nef se boyun eğmek ya da bedenden doğan isteklere tam teslimiyet insanı beden hapishanesine mahkum kılar. Özetlersek İslam metafiziği bakımından beden in sanın öz yurdu olan manevi alem ile ilişkisinde bir engel, bir per dedir ve her adım maddi varolu şun göstergesidir. Bedene gere ğinden fazla önem vermek ise dünyaya meyletmek anlamına gelir. Tüm bu anlamlar ekseninde toparlarsak, örtü perde metaforu çerçevesinde bir engeli, bir me safeyi, unutuşu, uzaklaşmayı ve son tahlilde ölü olmayı temsil eder. Hem manen ölü olmayı (tenzil mertebesinde), uruc yani tersine hareketle manen öz yur duna doğru yapılan çıkışta ise di ri olmayı temsil eder. Meseleye bu boyutu ile ba karsak başörtüsü, bir kadının ar tık kadınsı benlik olarak ölümü nü, ama manevi olarak dirilmesi ni gösterir. En basit manası ile ise maddi varoluşun bir gösterge sidir. Bu da şu demektir, biz mad di varoluş aleminde bedenli var lıklar olarak nefsen diri, ancak ruhen, ya da manen bir tür ölüm halindeyizdir. Manen uyanık olup da, zulmet perdelerini kaldırabilseydik ve nefsimizi bir da ha dirilmemecesine öldürseydik o zaman bedensel varoluşun ge tirdiği kısıtlamalara tâbi olmaz dık. Nefsen ölüler olabilseydik o zaman da kadının örtünme ge rekliliği olmayacaktı. Böyle bir gereklilik, henüz maddi varoluş boyutunu aşıp da manen diriler olamayışımızdandır. ■ Dipnot 1- M . Şu cai, N efis T ezkiyesinin N azari E sasları, İn san yay. Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 23 HAYAT DA ÖLÜM DE ALLAH İÇİN... A B D U L L A H Y IL D IZ Biz fânîler için ölüm kaçınılmaz; ölümsüzlük, bâkî ve hay olan Zât-ı Kibriya’ya mahsus... Hiç kuşku yok ki, “her nefis ölümü tatlıcı dır. ”(3/185) Ölüm, ba’sü ba’de’l-mevt’e ve ebedî âleme inananlar için bir ‘son’ değil; bir ‘vuslat’ ve başlangıç... Geçen ay fikir ve hareket öncülerimizin, dost larımızın, kardeşlerimizin, onların yakınlarının ölümlerini yaşadık, acılarını duyduk; bu vesileyle daha önce ölenlerimizi hatırladık, öiümü konuştuk, tefekkür ettik, hepsine dualar gönderdik... Fikir ve edebiyat dünyamızın müstesna isimle rinden Alaeddin Özdenören ağabeyin vefatının ar dından, Türkiye ve dünya müslümanlarının tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinin bayraktarlı ğını yapan Özgür-Der yöneticileri Özlem Özyurt ve Macide Göç kardeşlerimizin ani ölümleriyle sar sıldık. Bu arada değerli büyüklerimiz Avukat Neca ti Ceylan’la Prof. Dr. Ahmet Ağırakça hocanın validelerinin ve AKV yönetim kurulu üyesi Fahreddin Gör’ün ablasının vefatını öğrendik. Cenâbı Hak mekanlarını cennet eylesin... Ölenlerin, özellikle fikir ve hareket öncülerinin yerlerini doldurmak elbette kolay olmuyor. Sevgili dostum Muharrem Balcı’nın ifadesiyle “dünyada önde giden iyilerin, ölüme de önden gitmeleri” el bette yadırganacak bir durum değil... Ama yerleri nin doldurulması için daha fazla cehd, daha fazla gayret düşüyor geride kalanlara... ■ Elbette, dünyada her gün ve hatta her an ölüm ler yaşanıyor.ve yaşanacak..-. Yaşatanın da, öldüre nin de Allah(3/106) olduğuna inanan müminler için; hayat da, ölüm de bir imtihandan ibaret değil mi, zaten: “O Allah ki, hanginizin daha iyi/güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı ya rattı.” (67 12) Önemli olan, bu dünya hayatını bir “imtihan ye ri” olarak algılayıp bu çetin sınavdan başarıyla geçe bilmek ve “Müslüman” olarak, “Müslüman” kala rak, îmanına zulüm katmadan, zulme rıza gösterme den ölebilmek. Kur’ân âyetleri hep böyle bir sonu 2 4 Ü m ran .A ğu stos ■2003 hedeflememiz gerektiğini ihtar edip durmuyor mu? “Allah sizin için o Dîn’i seçti; o halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz!”(2/132) “Ey îmana ermiş olanlar! Derin hir duyarlık la Allah’a karşı sorumluluklarınızın bilincinde olun ve O’na kendinizi yürekten teslim etmeden önce ölümün sizi alt etm esine izin verm eyin.”(3/102) Bu yüzden, Allah’a karşı sorumluluklarının bi lincinde olan Müslümanların zulüm ve baskılar karşısında sabır ve direnç gösterebilmek, dürüst ve erdemli kalabilmek için dua etmeleri; günahlarının ve kusurlarının bağışlanması için tevbe ve istiğfar da bulunmaları gerekmiyor mu? “Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve Müslüman olarak bizim canımızı al!”( 7/126) “Ey Rabbimiz, günahlarımızdan ötürü bizi af fet, kötülüklerimizi sil ve gerçek erdem sahipleri (ebrâr) olarak canımızı al!”(3/193) “Ey Rabbim! ...Dünyada ve ahir ette benim velîm Şensin: canımı, bütün varlığıyla kendini Sana adamış biri olarak al ve beni dürüst ve er demli (sâlih) insanların arasına kat!”( 12/101) İşte bütün mesele bu: Salih bir kişiliğe sahip olup salih davranışlarda bulunabilmek ve salih in sanlarla bir arada bulunup onlarla birlikte haşrolunabilmek; bütün varlığıyla kendini Allah’a adamış biri olarak son nefesini verebilmek!.. Ve bu nedenle Kur’an, Rabbimize adanmış bir yaşam ve O ’na has kılınmış amellerle ömrümüzü tamamlamayı tavsiye buyuruyor: “De ki: Benim namazım, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm yalnızca bütün âlemlerin Rabbi Allah içindir. ”(6/162) • Evet, hiç kuşku yok ki yakınlarımız, dostları mız, kardeşlerimiz, dava arkadaşlarımız ve biz, he pimiz öleceğiz... Önemli olan; ölümlerden ders alabilmek ve “hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekip”, bütün yapıp-ettiklerimizi, ibadetle rimizi, hayatımızı ve ölümümüzü Allah’a has kılabilmek... ■ ANALİZ - ABD’NİN İRAN KUŞATMASI SÜLEYMAN OVALI B arışın önündeki en büyük engel olan ve dünyayı kaosa sürükleyen Bush yönetimi' nin İran’ı açıkça tehdit etmesiyle birlikte; A BD ’nin dünya enerji kaynaklarını ele geçirme planı kapsamındaki yeni hedef İran olarak belir meye başladı. Afganistan ve Irak işgallerinden sonra sıranın İran’a gelmesi şaşırtıcı olmamakla birlikte esasında çok kaygı vericidir. H itler’in ka ra listesi ya da gözü dönmüş bir caninin suikast listesi ne kadar korkunçsa Bush yönetiminin eline bir liste alarak sırası geleni ortadan kaldır ma girişimleri de o ölçüde korkunçtur. Bir cani nin ölüm listesinde olduğunu bilen bir kişi bile bi le ölümün kendisine gelmesini beklemeyeceği gi bi hiçbir devlet de Bush’un istediği gibi sessiz se dasız sıranın kendisine gelmesini bekleyemez ve beklememelidir de. Oysa hatırlanacağı gibi; İran 11 Eylül’den son ra A BD ile yakın ilişkiler kurma çabasına girişmiş ti. Bu kapsamda, İran 11 Eylül saldırılarını kına mış ve Afganistan’da kaybolan A B D ’li askerlerin kurtarılması için Washington’a iş birliği teklif et mişti. İran Afganistan’daki Taliban rejimine kar şı olduğu için A BD ’ye Afganistan savaşında des tek vermişti. ABD dış işleri bakanı Colin Powell İranlı diplomatların Afganistan’da kurulan geçici hükümetin kuruluşu aşamasında çok yapıcı dav randıklarını bile ifade etmişti. Ayrıca 11 Ey lül’den sonra kılınan ilk Cuma namazında dev rimden sonra ilk defa hutbede ABD aleyhinde bir şey söylenmemişti. Afganistan savaşı sırasında ortak düşman vesi lesiyle yumuşayan ilişkiler Irak savaşının ardından tekrar gerginleşmeye başladı ve son olarak A BD ’li yetkililer İran’ı açıkça vurmakla tehdit ettiler. Bush Neden İran’ı Tehdit Ediyor? Dünya enerji piyasasında global tekel kurma pe şinde koşan ABD, dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip olan Irak’ı işgal ettikten hemen sonra yine zengin petrol kaynaklarına sahip olan İran’a göz dikmiştir. İran’ın petrol rezervleri ve buna sahip olmak için yapılacak sıcak bir savaşın maliyeti birlikte ele alındığında, Tony Blair’in da belirttiği gibi; İran savaşı çok fazla maliyet taşıdı ğı için verimli olmayacaktır. Dolayısıyla A BD ’nin yalnızca petrol kaynaklarına sahip olmak saikiyle İran’a savaş açması çok fazla mana taşımamakta dır. Iran sahip olduğu güçle bölgede yeni kurula cak düzenin istikrarını olumlu ya da olumsuz et kileyebilecek önemli bir devlettir. ABD bu nok tada çok endişelenmektedir ve endişelenmekte de haklıdır. Irak başta olmak üzere bölgedeki diğer ülkelerde yaşayan Şii halkı yönlendirme potansi yeli kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede A BD ’nin bütün hesaplarını bozabilecek gücü içinde barındırmaktadır. A BD ’nin önünde İran konusunda iki seçenek gözükmektedir. Birincisi Washington Tahran’la iyi ilişkiler kurup İran’ın bu gücünü aynen Afganistan’da olduğu gibi kendi menfaati istikametinde kullanabilir. İkinci olarak, ABD özel olarak İran konusunda toplam fayda toplam maliyet analizini dikkate alarak olaya yak laşabilir. İran sahip olduğu askeri güç bakımından Ü m ran-A ğustos •2003 25 ANALİZ Bush yönetimini endişelendirmektedir. İran’la ya pılacak savaşın işgal maliyeti ve can kaybı çok olacaktır. Ancak İran’daki yönetimin devrilmemesi sonucunda A B D ’nin orta ve uzun vadedeki kayıpları çok fazla olacağı için İran’ı işgal etme mek İran ’ı işgal etmekten daha fazla maliyetli olacaktir. Yalnız başına devrimle beraber A B D ’nin ekonomik kaybı dikkate alındığında bi le bu durumun A BD ’ye maliyetinin ne olacağı sa rih bir şekilde görülür. Tabi ki şimdi A BD ’nin karşılamak zorunda olacağı maliyet, devrim sonu cunda oluşan pasif bir maliyet olmayıp aktif bir maliyet olacaktır. 11 Eylül’den sonra A BD İran ilişkilerinin sey rine bakıldığında A B D ’nin İran konusundaki ka rarsızlığı açık bir şekilde görülmektedir. ABD eko nomisinin son zamanlarda kötüye gitmesi sonu cunda Bush yönetimi kısa sürede kesin bir zaferi görmediği taktirde İran’a savaş ilan edemeyecek tir. A BD bundan önceki iki savaşını Afganistan ve Irak gibi savunmasız olan iki devlete karşı ka zanmıştır. İran’ın durumu bu iki savunmasız dev letten farklıdır. İran kamuoyu olgunlaştırılmadan A BD ’nin İran’ı işgal etmesi sonucunda halk buna karşı çıkacak ve ülkesini savunacaktır. Savaş Nedenleri Irak savaşını meşrulaştırabilecek olan herhangi bir kitle imha silahının bulunmamasına rağmen A BD yine aynı gerekçelerle İran’ın üzerine git mektedir. A BD İran’ın başta nükleer silahlar ol mak üzere kitle imha silahlarına sahip olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca A BD İran’ın başta elKaide olmak üzere teröristlere destek verdiği iddi asını da yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Ek ola rak; A BD İran’ın Irak’taki yeni düzenlemeleri en 2 6 Ü m ran-A ğustos .2 0 0 3 gellediğini iddia etmektedir. A BD tarafından kuşatılan ve bu ülkeden sa vaş tehdidi alan bir devlet olarak İran ’ın kendi sini koruyacak ya da düşmanı caydıracak proje ler üretmemesi rasyonel değildir. Zaten İsrail’in bölgedeki nükleer silah monopolü başta İran ol mak üzere bölgedeki diğer devletleri bir takım ara yışlar içerisine itmişti. Şimdi dünyanın süper gü cü tarafından kuşatılan ve tehdit edilen bir dev let olarak İran’ın nükleer arayışlarına hız ver mesi neredeyse kaçınılmazdır. Hiçbir devlet gibi İran’da kuzu kuzu sıranın kendisine gelmesini beklemeyecek ve bu saldırıyı önleyecek arayışları nı hızlandıracaktır. Ancak İran şu an kötü polis tarafından göz altına alınmış ve yapabilecek çok fazla da bir şeyi yokmuş gibi görünüyor. İran’ın Nükleer Programı İran’ın nükleer programına geçmeden önce bölge yi nükleer arayışlar içine sokan İsrail’in nükleer programına bakmak gerekir. İsrail’in 1950li yıl larda başlayan nükleer silah arayışları bölge ül kelerini endişelendirmiş ve İsrail’i dengelemek için yeni arayışlara yöneltmiştir. İsrail 1950 yılın da Dimona’ya Fransızların yardımıyla bir nükleer tesis kurdu. İsrail bölgede kendisini kuşatılmış olarak kabul ettiği için nükleer silahlara yöneldi ği iddia ediliyor. Nükleer silahlara sahip olduktan sonra bölgede nükleer monopol haline gelmiş ve bugüne kadar da bu imtiyazını her ne pahasına olursa olsun devam ettirmiştir. Ayrıca muhtemel savaşları kendi topraklarından uzaklara taşımak için özellikle hava kuvvetlerine önem vermiştir. Böylelikle nükleer silahlarını uzaklara taşıma im kanına da kavuşmuştur. İsrail Nükleer Silahların Yayılmasının Ö n lenmesi Anlaşmasına taraf olmamış ve bu konu da A BD tarafından her hangi bir zorlamayla kar şılaşmamıştır. Bu anlaşmanın tarafı olmadığı için İsrail’in nükleer tesisleri bugüne kadar ulus lararası denetim ve gözetimden uzak kalmıştır. ABDli istihbarat kaynaklarının hesaplarına göre İsrail’in elinde 75 ile 130 arasında nükleer si lah bulunmaktadır. Ancak İsrail yönetimi İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğu iddiasını yalanlar ken bu tarz silahları kullanma haklarının olduğu nu da ima etmekten kaçınmamışlardır. İsrail yö netimi bile zımni olarak bu silahların varlığını ka ABD’NİN İRAN KUŞATMASI / bul etmesine rağmen İsrail Nükleer Silahların Ya yılmasının Önlenmesi Anlaşması’na dahil edile memiştir. İsrail nükleer silahlara sahip olmasaydı ya da İsrail’in bunları kullanma niyeti olmasaydı bugüne kadar anılan anlaşmaya taraf olur ve ken disini temize çıkartmaya çalışırdı. Nükleer silahla ra sahip olmasına rağmen uluslararası kamuoyu İs rail’in üzerine gitmek yerine bu yöndeki haberlere sürekli kulak tıkamıştır. İsrail’in 1973 yılındaki Yom Kippur savaşı ile 1991 Körfez savaşı sırasında nükleer alarma geçti ği ve bu tesisleri aktif olarak kullandığı belirtili yor. Öyle anlaşılıyor ki; İsrail bu silahları gerekti ğinde kullanmaktan çekinmeyecektir. Öte yandan bölgede kendisini dengelemek is teyen devletleri açıkça karşısına almaktan kaçın mamıştır İsrail. 1982 yılında Irak’ın nükleer prog ramı bombalamış yakın tarihlerde ise İran’ın nük leer tesislerini vurabileceğini ileri sürmüştür. A n cak İran’dan gelen “Biz Irak değiliz, İsrailli yöne ticilerin akıllarının alamayacağı bir şekilde karşı lık veririz’' cevabından sonra İsrail böyle bir niye tinin olmadığını açıklamak durumunda kalmıştır. Genel olarak bölge devletleri özel olarak ise Irak ve İran İsrail’in nükleer gücünü dengelemek istemişlerdir. Bu yüzden bölge devletleri kendi aralarında anlaşmazlıklar olsa bile Irak ve İran’ın İsrail’e karşı nükleer silahlara sahip olmasını des teklemişlerdir. Irak ABD işgalinden sonra İsrail için bir rakip olmaktan çıkmıştır. Şimdi sıranın İran’a geldiği anlaşılmıştır. İran’ın sahip olduğu nükleer silahlarla ilgili olarak yapılan tahminler oldukça fazladır ve birbiriyle uyumlu değildir. İsrail istihbarat servislerine göre İran 2005 yılma kadar nükleer silah üretme kapasitesine sahip olacaktır. Öte yandan A BD ’li istihbarat servislerine göre İran ancak 2010 yılına doğru bu silahlara sahip olabilecek. İran’ın nükleer programı şah döneminde 1974 yılında başladı ve devrimle birlikte bu program durduruldu. İmam Humeyni ahlaki açıdan nükle er silahların kullanılmasına karşı olduğu için ilk başta nükleer programı durdurmasına rağmen Saddam’ın nükleer silah kullanma niyetini gör dükten sonra nükleer programı 1984 yılında tek rar canlandırdı. 1987 ve 1988 yıllarında iki tane nükleer reaktör yapıldı ve bu reaktörler Irak tara fından bombalandı. Ancak bu reaktörler kısa bir süre içerisinde tekrar onarıldı. OVALI MuhGmmed Halemi İran’ın, nükleer programlarını silah üretme yö nünde değiştireceği çok tartışmalı bir konudur. Uzmanlara göre; İran’ın böyle bir programı ger çekleştirebilecek maddi kaynağı olmadığı gibi İran teknolojik olarak da Rusya’ya bağımlıdır. Hatta Rus teknikerlerin verdiği bilgilere göre; İran’ın sivil olan bu programları bile bir bütünlük ten yoksun olarak ilerlemektedir. İran bugüne kadar nükleer silah üretme niyeti ya da nükleer silah programı olduğuna dair iddi aları hep yalanladı. İran’ın, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına taraf olan bir devlet olarak; bu anlaşma çerçevesinde üstüne düşen görevleri yerine getirdiği ve nükleer tesisle rini sürekli olarak uluslararası silah denetçilerine açık tuttuğu belirtiliyor. Nükleer program kapsa mında ithal edilen teknolojilerin de belirtilen an laşmaya bağlı kalınarak ve sivil amaçlı olarak yü rütüldüğü İranlı yetkililerce ifade ediliyor. Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu uzmanlarının, İran’ın sahip olduğu nükleer tesisleri düzenli olarak ince ledikleri ve nükleer silahlarla ilgili en ufak bir işa ret bulamadıkları belirtiliyor. Hatta 1991 yılından sonra İran’la ilgili artan şüpheleri boşa çıkartmak için İran yönetimi nükleer programla ilgisi olma yan ancak denetçilerin incelemek istedikleri te sislerin hepsini denetçiler açmıştır ve herhangi bir ihlal tespit edilememiştir. Ancak A B D ’nin İran ’ı hedef göstermesinden sonra ise İran’dan aynen Irak’tan istendiği gibi' ülkenin her yerini denetçilere açması istenmektedir. Irak bu denet çilerin A BD ’ye casusluk yaptığını defalarca ileri sürmesine rağmen yine de kapılarını denetçilere açmıştı. Ancak yine de işgalden kurtulamamıştı. Şimdi aynı şey İran’dan isteniyor. İran ülkenin Ü m ran -Ağustos >2003 27 ANALİZ İran ve Terörizm? prestiji ve casusluk ihtimali açısından denetçilere sınırsız izin verme konusunda tereddüt yaşamak tadır. ABD Nükleer Silahların Yayılmasının Ö nlen mesi Anlaşmasına uygun hareket edip sınırlarını uluslararası denetçilere açan İran’ı kitle imha si lahlarına sahip olduğu gerekçesiyle suçlamaktadır. Hatta ABD yönetimi suçlamanın da ötesine geçe rek İran’a savaş açabileceğini ima etmekten çe kinmemektedir. Öte yandan 75 ile 130 tane nük leer silaha sahip olduğu ABDli istihbaratçılar ta rafından belirtilen ve Nükleer Silahların Yayıl masının Önlenmesi Anlaşmasına taraf olmayan ve böylelikle de hiçbir şekilde denetlenmeyen İs rail’e en ufacık bir yaptırım uygulanması gündeme bile gelmemektedir. Bu durum açık olarak iki yüzlülüktür ve tutarsızlıktır. Sonuç olarak A B D nükleer silahlara sahip olduğu gerekçesiyle İran’ı suçlarken her türlü objektif kriteri göz ardı etmektedir. A B D dünya barışını korumak istiyorsa önce İsrail’e savaş ilan edip kendi istihbarat servisince tespit edilen nükleer silahları yok etmesi ve bölgeyi nükleer silahlardan arındırması gerekir. Öte yandan Irak’ta nükleer silahlara dair en ufak bir kanıt da hi bulunamamış olması A BD ’nin lcredibilitesini azaltmıştır. Bush kabinesinin açık bir şekilde bu iddiaları savaşı haklı göstermek için kullandık de mesi ise İran’ın çok başka nedenlerle sıkıştırıldığı nı düşündürtmektedir. 2 8 Ü m ran-A ğustos •2003 Son zamanlarda Bush yönetimi sıklıkla İran’ın te rörizme destek verdiğini iddia etmektedir. Hatır lanacağı gibi bu iddia Irak’a karşıda da oldukça yoğun olarak kullanılmıştı. 11 Eylül’den sonra oluşan konjonktürde Amerikan kamuoyunun terörizme karşı atılacak her adıma destek vere ceğini kestirmekte güçlük çekmeyen Bush yö netimi, yapacağı her türlü kanunsuz eyleme rağ men iç kamuoyu desteğini sürdürebilmek için bu iddiayı sürekli olarak gündemde tutmaktadır. 11 Eylülün ardından yumuşayan A BD İran ilişki leri, A BD ’nin İran’ı Filistin konusunda suçlama sıyla birlikte tekrar gerilmeye başladı. İddiaya gö re İran Filistin yönetiminin yasal olmayan yollar dan silah edinmesine yardımcı oluyordu. İran; el Kaide dahil olmak üzere İsrail ve A BD ’nin terörist olarak ilan ettiği örgütlere des tek vermekle suçlanıyor. Bu iddiaların dayanak tan oldukça uzak olduğu A BD ’li uzmanlarca bile dile getirilmesine rağmen Bush yönetimi, ameri kan kamuoyunu İran konusunda diri tutmak ama cıyla, bu iddiayı sıklıkla dile getirmektedir. Şii bir yönetime sahip olan İran’ın; fanatik derecede Sünni olarak bilinen Taliban rejimiyle sıkı ilişkiler kurmuş olan el Kaide örgütüne des tek vermesi beklenemez. Aşağıda ele alınacağı gibi; ABD bölgede giriştiği düzenlemeleri yapar ken İran’ı Şii bir devlet olarak değerlendirmekte dir. Öte yandan; el Kaide ve Taliban gibi ileri de recede Şii karşıtı olan gruplara verilen destek ko nusunda ABD İran’ın Şii unsurunu göz ardı et mektedir. A B D İran’ın Şii unsurunu mantıkları çok da zorlayacak bir şekilde kullanma amacını sergilem ektedir. İran, 11 Eylül’den sonra A BD ’nin Afganistan operasyonuna destek vere rek Taliban ve el Kaide gibi Sünni ideolojilere sa hip gruplara karşı iradesini net bir şekilde ortaya koymuştur. Özetle; bu tür ideolojilere sahip grup lar A BD ’den ziyade İran tarafından bir tehdit ola rak algılanmaktadır. Dolayısıyla İran’ın tehdit olarak algıladığı el Kaide örgütüne destek verdi ği iddiası son derece manasız ve tutarsızdır. ABD İran’ı, Filistin meselesinin çözümüne en gel olma konusunda da açık bir şekilde suçlamak tadır. Filistin’de İsrail karşıtı olan gruplara destek olmak, Filistin yönetimine yasal olmayan yollar dan silah sağlamak vb konularında İran ABD ta ABD’NİN İRAN KUŞATMASI / rafından suçlanmaktadır. A BD Ortadoğu’da İsrail Filistin çatışmasına son vererek bölgeye barış ge tirme niyetini taşıyor olsa; belki bu suçlamalar makul olarak görülebilir. Ancak yukarıda belirtil diği gibi bölgeyi elinde tuttuğu nükleer güç teke liyle silahlanma yarışına sürükleyen İsrail’in ABD tarafından sürekli olarak desteklenmesi sonucun da bu suçlamalar tutarlılıklarını yitirmektedir. Iran özellikle devrimden sonra rejim ihraç et me konusunda uzunca bir süre suçlanmış olmasına rağmen; genel olarak bölgede istikrarı savunmuş bir devlet olarak değerlendirilebilir. Devrimden sonra uygulanan ambargo İran’ı ekonomik ve ti cari olarak bölgeye daha bağımlı kılmıştır. İran’ın bölgedeki ticareti tehlikeye düşürebilecek ciddi bir terörist faaliyete destek vermesini beklemek pek mantıklı gözükmemektedir. İran’ın Görünmeyen Potansiyel Gücü İran ’ın Irak’taki Şii halkı potansiyel olarak etki leme kapasitesi A B D ’yi rahatsız etmektedir. Bu potansiyel A B D ’ye İran tarafından yönlendiri lebilecek en ciddi risktir. A BD Iıak ve Afganis tan’a bu iki ülke halkının A B D ’ye karşı milli mü cadeleye girişmeyeceklerini hesap ederek girdi. Ancak İran bu hesabı bozabilecek bir potansiyele sahip bir ülke olarak A B D ’yi tedirgin etmektedir. İran hem Afganistan hem de Irak’ta A BD ’nin yapmaya çalıştığı düzenlemeleri engellemeye ça lışmakla suçlanıyor. İddialara göre; İran Afganis tan’daki geçici hükümetin yapısını bozmaya çalı OVALI şırken Irak’ta da Şii halkı A BD ’ye karşı örgütlü yor. İran, Taliban yönetiminin iş başından uzaklaş tırılmasıyla birlikte Afganistan hakkındaki hedef lerine ulaşmıştır. Afganistan’da İran’ın amerikan işgaline rağmen yapabilecekleri kısıtlıdır. Bu ger çekler ışığında İran’ın geçici Afgan hükümetinin yapısını etkileme gücü son derece sınırlı olarak görülmelidir. Afgan hükümetinin yapısını değiş tirmeyi istemekle bunu gerçekleştirebilecek ey lemde bulunmak arasında çok ciddi farklar vardır. Bu gerçek bilinmekle birlikte ABD sadece gözüne kestirdiği için İran’ı köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Kaldı ki; ABD dış işleri bakanının bile belirttiği gibi İıanlı diplomatlar geçici Afgan hükümetinin kurulması esnasında Bonn ve Tokyo ile çok yapı cı bir şekilde çalışarak bu hükümetin kurulmasına destek olmuşlardır. Şimdi gelinen noktada İran’ın kuruluşuna destek olduğu Afganistan hükümetinin yapısını bozmaya çalışması son de rece çelişkili bir durumdur. Ö te yandan; İran’ın Irak’taki Şii halkı A B D ’ye karşı örgütlediği iddiasında da çok fazla haklılık payı yoktur. Ancak İran yukarıda da belirtildiği gibi bu potansiyele çok fazlasıyla sahip bir devlet olarak Bush yönetimini fazlasıyla korkutmaktadır. İran’ın sahip olduğu bu potansiyelden son derece rahatsız olan ABD, İran’ı bu konuda suçlayarak aslında; İran’ın bu potansiyelinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Ayrıca Irak’ta yoğun bir şekilde Şii halkın bulunması da İran’ın kabahati değil dir . Irak’taki Şii halk A BD ’nin planlarını bozmak Ü m ran 'A ğ u stos.2 0 0 3 29 ANALİZ için hemen bir günde Yahudilerin İsrail’e gönde rildiği gibi de Irak’a gönderilmemiştir. Sadece bu sebepten ötürü İran’ın üzerine gitmek A BD ’nin hukuk tanımaz kabadayı rollerinden bir tanesi olarak tarihe geçmektedir. İran ’ın Irak halkım kısa sürede etkileme gü cü de öyle abartıldığı kadar fazla değildir. Şöyle ki; bu imkan Saddam yönetimi sırasında da vardı ancak İran’ın Saddam karşıtı Şii halkı örgütlediği ne şahit olunmamıştır. ABD yönetimi bugüne ka dar en az Saddam kadar zalim olduğunu ispat et miş olduğu için etki tepki mekanizmasının eski sinden daha etkili kullanılabileceğini düşünmek zordur. Bush yönetimi İran’ın bu potansiyelini büyü terek İran’ın da işgal edilmesi gerektiği fikrini iş lemektedir esasında. Ancak unutulmamalıdır ki; her yeni yer, yeni korkulara gebe olacaktır. Ya rın İran işgal edildikten sonra İran’daki Azeri halktan dolayı ABD yönetiminin Azerbaycan’dan rahatsız olması ve orayı da işgal etmesi gerekecek tir. Azerbaycan işgal edildikten sonra da orada ya şayan Türk halkı dolayısıyla da önce Türkiye’nin sonra da bölgedeki Türki cumhuriyetlerin işgal edilmesi gerekecektir. A B D ’nin bu tutumu da son derece tutarsızdır. Türk askerlerinin Irak’ta gözal tına alınması Amerikan şüpheciliğinin ve hedef lerinin nerelere kadar uzandığının en belirgin ör neği olarak karşımızda durmaktadır. Irak’ta yönetime aday olan kişilerin; Şii olma sı ve bazılarının Saddam tarafından İran’a sürgüne gönderilen kişilerden olması bu kişilerin İran yan lısı bir politika izleyecekleri manasına da gelmez. Bu kişilerin hepsi Irak kökenli insanlar olup İran etkisinden de uzaktırlar. Bilindiği gibi İran’da re form isteyen ve bu yüzden rejime muhalif olan binlerce Şii varken Irak’ta yönetime aday olan Şiilerin İran etkisinde kalacaklarını iddia etmek güçtür. İran’ın Filistin’de barış yollarını tıkamaya ça lışması iddiası da zayıf olmasa bile yanlış bir iddi adır. İran her bölge devleti gibi İsrail’i sahip oldu ğu nükleer silahlar dolayısıyla tehdit olarak gör mektedir. Ayrıca Filistinlilerin varlık mücadelesi içerisine düşürülmesi bir çok Müslüman’ın vicda nını sızlattığı gibi elbette ki İran rejiminde bulu nan insanları da etkilemektedir. İnsani yardım ve stratejik güvenlik gerekleri kapsamında değerlen dirilmesi gereken bir meselede yine İran, ABD ta 3 0 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 rafından suçlanmaktadır. ABD bu suçlamaları bertaraf etmek istiyorsa gerçekten; o zaman barış çı yollardan İsrail’i nükleer silahlardan arındırma sı gerekmektedir. Sonuç olarak; İran’ın bölgede A B D planları nı orta ve uzun vadede bozabilecek bir potansi yele sahip olması A B D ’yi kaçınılmaz olarak İran ’a karşı saldırganlaştırmaktadır. A B D İran’ı İşgal Edebilir mi? A BD ’nin İran hakkmdaki planlarını uygulamaya koyması en az bir yıl öncesine gidiyor. A BD İran’la sıcak bir savaşa girmekten son derece çe kinmektedir. İran, Irak ve Afganistan gibi savun madan mahrum bir devlet değildir. Uzmanlara gö re İran’ın askeri gücü bu iki devletle kıyas edile meyecek kadar kuvvetlidir. Ayrıca İran nüfus ola rak da çok dinamik ve kalabalık olarak değerlen diriliyor. Ekonomik olarak sıkıntılar yaşansa bile İran’ın ekonomik güç potansiyeli oldukça yüksek olarak hesaplanmaktadır. Tüm bu veriler ışığı al tında A BD ’nin İran’a sıcak bir savaş açması çok makul olarak değerlendirilemez. ABD ekonomisi son zamanlarda resesyon ve işsizlik riskleriyle karşılaştığı için Bush yönetimi İran’la sıcak bir savaşa girmeyi en son çare olarak görecektir. Bush yönetimi stokların azaltılması ve de kamu harcamalarının artırılması amacıyla A f ganistan ve Irak savaşlarını kullanabilmişti. İlk sa vaşta uluslararası ittifak olduğu için A BD ’nin bu savaşı çok kısa bir sürede kazanacağı belliydi. Irak savaşında ise şimdilerde A BD ile yolları ayrılmış gibi gözüken BM silah denetçilerinin şefi Hans Blix’in grubunun sağladığı istihbaratlarla ABD sonu belli olan bir savaşa girmişti. Gerçi Saddam rejiminden içeriden aldığı bilgiler vardı ancak bu bilgilerin sağlamasını Hans Blix ekibi yapmıştır. Ancak şimdi İran’da durum çok farklıdır. Gücü tam olarak hesap edilemeyen bir düşmana karşı savaş açılacağı için savaşın ne kadar süreceği ve ekonomik maliyetinin ne olacağının yanında sa vaştaki insan kaybının ne kadar olacağı da kestirilemiyor. Bush yönetimi bu savaşa en azından se çimlere çok az bir zaman kalana kadar girişmeye cesaret edemez. Şimdi açılacak bir savaş seçime kadar zaten bozuk olan ekonomi üzerindeki yükü artıracaktır. Ek olarak böyle bir savaşta can kaybı nın da yüksek olabileceği ihtimali hiç düşük de ABD’NİN İRAN KUŞATMASI / ğildir. Bu iki faktör amerikan seçmenlerinin Bush’u aynen baba Bush’u devirdikleri gibi de virmelerine yeter de artar bile. Bunun farkında olan şahinler en azından seçimlere kadar sıcak bir savaştan kaçacaklardır. Sıcak savaş yakın olmamasına rağmen İran’a karşı yürütülen savaş yukarıda da belirtildiği gibi en az bir yıl öncesinden başlatıldı. Bölgenin nük leer monopolü konumunda olan İsrail bu ayrıcalı ğını devam ettirebilmek için ABD ile birlikte İran’ı etkisizleştirmek istiyor. Bu kapsamda İsrail, hava kuvvetlerinin yüzde onundan daha fazlasına tekabül eden bir gücü bir yıl öncesinden Türki ye’ye yerleştirdi. Bu hava gücü sürekli olarak İran sınırında keşif uçuşları yaparak İran savaşına ha zırlık yapıyor. Türkiye’den uçuşlar başladıktan sonra İsrail İran’ın sivil amaçlı olarak kurduğu nükleer tesisleri vurmakla tehdit etmesi gözden kaçırılmamalıdır. Ayrıca uzunca bir süredir A BD ve İsrail gizli servisleri Azerbaycan üzerinden İran’a yönelik fa aliyetlerde bulunmaktadırlar. Hatta bu faaliyetle re bölgenin güçlü devletlerinden birinin de aktif bir şekilde iştirak ettiği belirtiliyor. Savaşın ekonomik ve can kaybı riskini göze alamayan ABD İran’da el altından faaliyetlere gi rişmiştir. Bununla eş anlı olarak sıcak savaşa ka dar kontrollü gerginlik politikası da devreye soku larak İran içeride ve dışarıda pasifize edilmeye ça lışılmaktadır. A B D bölgede kalıcı olma niyeti taşıyorsa ki; şimdilik öyle anlaşılıyor, A B D orta vadede İran’a karşı sıcak bir savaşa girmekten kendisi ni koruyamayacaktır. Daha önce belirtildiği gibi bölgede kalıcı bir niyet taşıyan ABD için İran’ı iş gal etmemenin toplam maliyeti işgal etmekten düşüktür. Bu sebepten ötürü A BD kısa vadede ol masa bile orta vadede kaçınılmaz olarak İran’la sı cak bir savaşa tutuşacaktır. A BD ’deki şahinler bu savaşın kaçınılmaz ol duğunu bilmektedirler. Bu yüzden yaşanacak sıcak savaşın ekonomik ve can kayıplarını azaltmak amacıyla İran’da muhalif hareketlere gizli destek verilmeye başlanmıştır. Öğrencilerin rejim muha lifleriyle birlikte harekete geçip gösteriler yapma sı tesadüfi değildir. Rejim muhaliflerinin yaşam tarzlarına ait yayınların da eş anlı olarak başlatıl ması A BD ’nin düğmeye bastığının en belirgin işa retleridir. OVALI Bu hareketlere girerek amaçlanan aynen A f ganistan’da olduğu gibi muhalif güçleri militarize etmektir. Militarize edilen muhalefet İran re jimine karşı A BD adına savaşacak ve A B D ’ye anahtar teslim bir ülke verecektir. Bu süreçte re jim yanlılarının A BD ’ye karşı dirençlerinin kırıl masını beklemek de yanlış olmayacaktır. A BD böylelikle işgalden sonra bağımsızlık mücadelesi verebilecek akımlarında önünü kesmeyi planla maktadır. Irak’ta savaş bitti denmesine rağmen hâlâ sürekli olarak ABD askerinin öldürülmesi A BD ’yi bu konuda çok daha ciddi bir şekilde ça lışma yapmaya itecektir. Her can kaybının seçim lerde binlerce oy olarak Bush’un karşısına çıkacak olması şahinleri baskı altına sokmaktadır. Sonuç ABD İran’ı gözüne kestirmiş olmakla birlikte bu ülkenin askeri, ekonomik ve siyasi potansiyelin den de çekinmektedir. Ekonomik olarak kötü bir dönemden geçen A BD ’nin yaklaşan başkanlık se çimleri dolayısıyla İran gibi orta büyüklükteki bir devletle sıcak bir savaşa girmesi kısa vadede düşü nülemez. Öte yandan; Irak ve Afganistan işgal edildikten sonra İran’ın kendi haline bırakılması ise tüm bu operasyonların mantığına aykırıdır. Bu kapsamda İran-ABD sıcak savaşı orta vadede çok yüksek bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Tabi buna İsrail’in kışkırtmaları da eklenince bu ihtimal iyice artmaktadır. Son dönemlerde bir anda başlayan öğrenci ha reketleri ile bundan sonra şahit olunacak çeşitli muhalif gösteriler, A BD ’nin sıcak savaşa kadar olan süreçte İran’da el altından muhalefeti örgüt leme operasyonu kapsamında değerlendirilmeli dir. A BD ’nin İran’a karşı yönelttiği suçlamalar ve savaş tehditleri ise İran üzerinde kontrollü gergin lik politikasının uygulanacağının işaretleridir. Bu politikayla İran baskı altında tutulurken yanlış yapmaya zorlanmaktadır. Tüm bu faktörler bir araya getirildiğinde tek cümleyle şöyle bir özet yapılabilir: A B D ’nin İran ’a karşı sıcak bir savaşa kısa vadede girişemeyecek olması nedeniyle A BD savaşa kadar olan sürede İran’ı içeriden ve dışarıdan sürekli tehdit altında tutmayı planlamaktadır. ■ Uın ran-Ağustos •2003 31 KAPAK ÜMMETİN UZUN YÜRÜYÜŞÜ VE TUZAKLAR: İDARE4 MASLAHATÇILIK YILDIRIM CANOĞLU “Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz. ”(Bakara 216) BD-İngiltere-İsrail Şeytanî ittifakının 11 sağlayarak, İslâm’a ve Müslümanlara çok büyük Eylül sonrasında dünyayı işgal etme bir hizmet etmiştir. Şeytanî ittifaka karşı başlatı planları, yeni bir Roma imparatorluğu lan bu direniş hareketi, çok zorluklarla, engellerle oluşturma hayalleri, İslâm dünyasında girişilen ve tuzaklarla karşı karşıya kalacaktır. Bu yazıda bu saldırı ve işgallerle yeni bir boyut kazanmıştır. tuzaklarda birine dikkat çekmek istemekteyiz. A Önce Afganistan, sonra Irak’ın işgali, şimdi de İran ve Suriye’ye karşı girişilen hareketler, yapılan Müslümanların Öncülüğü baskılar ve Ortadoğu için bahsedilen yol haritası İslâm ümmetinin sahip olduğu coğrafyanın ne tür Son 200 yıllık tarihi süreçte, bazı istisnaları devre bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını göstermekte dışı tutarsak, sömürü ve işgallere karşı ilk defa dir. İslâm dünyasının askerî ve teknolojik bakım Müslümanlar, tüm İslâm dünyasını kapsayacak dan zayıf olması, Şeytanî ittifakın iştihâsını ka tarzda baş kaldırıp direniyorlar. Ve ilk defa dire bartmış ve hiçbir hukûkîlik aramadan, insanlık nişin öncülüğü yapıyorlar. Böylelikle daha önce tarihinin bugüne kadar oluşturduğu kurumlan ve Marksizm ve kapitalizme kaptırdığı evlatlarını, öz kazanımları hiçe sayarak yeni işgaller zincirini gürlük ve bağımsızlık meşalesinin altında yeni başlatmışlardır. Afganistan ve Irak, bu işgaller den kazanmaya başlıyorlar. Müslümanların öncü zincirinin sadece ilk halkalarını oluşturmaktadır. lüğünde başlatılan bu direniş hareketi, İslâm dün Niyetleri yeni bir haçlı sendromu oluşturup kendi yasının çehresini değiştirecektir. Girilen bu süreç, gizli niyetlerine, başta tüm Hıristiyan âlemi olmak çok önemli bir dönüm noktasıdır. Müslüman’ın üzere tüm dünyayı alet etmektir. Uluslararası sermayenin oluşturduğu Siyonist gerçek kimliğini ortaya koyabileceği, Allah’ın kendilerine yüklediği müstaz’afları kurtarma göre ilkelere dayalı gizli dünya devletinin nihai hede vini ifa edebilecekleri bir psikolojik ortam meyda fi, dünyanın değişik coğrafyalarında hissedildiğin na gelmiştir. Kur’ân’ın öngördüğü insan ve toplu den Şeytan ittifakı ümit ettiği desteği bulamamış mu tekrar inşa edebilmek için gerekli olan ortam, tır. Ayrıca işgallerde de beklediği başarıyı elde Şeytanî ittifak tarafından farkına varılmadan ha edememiş ve çok güçlü bir direnişle karşı karşıya zırlanmış, Müslüman dünya zorla ve baskı ile kalmıştır. Üstelik de kendi işbirlikçilerini tasfiye uyandırılmıştır. ederek ve Müslüman bir halkı uyandırarak ve sö Görünürde Afganistan ve Irak’ı işgal etmişler mürüye karşı verilen mücadelenin bayrağının dir; fakat güçlü bir direnişle karşılaşmışlardır. Kur Müslüman öncülerin eline geçmesini, istemese de tarıcı olarak karşılanmayı beklerken işgalci mu 3 2 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 İDARE-İ MASLAHATÇILIK / CANOĞLU amelesi görmüşlerdir. Daha da önemli olan, İslâm coğrafyasındaki işbirlikçilerin bizzat efendileri ta rafından tasfiye edilmiş olmalarıdır. Müslümanla rın önündeki en ciddi engel, örgütlü, zalim ve dik tatör olan böyle bir işbirlikçi cephenin çökmüş ol masıdır. Bugüne kadar sömürgecilerin direktif ve talimatları ile halklarına zulmeden, halklarını pa ram parça yapan ve halklarını saptıran böyle bir cephenin çökmüş olması, çok önemli bir gelişme dir. Yeni işbirlikçiler Ancak bu sorunun çözüldüğü, her şeyin daha ko lay olacağı anlamına gelmez, gelmemelidir. Unu tulmaması gerekir ki Şeytanî ittifak, İslâm dünya sına karşı topyekün bir savaş başlatmıştır. Bütün mücadele şekillerini bir arada kullanacaktır. A B D ’ nin kalkınamamış ülkelerde giriştiği sömür gecilik hareketinde yürüttüğü özel savaş, kirli bir savaştı ve insan havsalasının alamayacağı kadar da pisti. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde yü rüttüğü bu kirli savaşı, şimdi de İslâm coğrafyasın da başlatmıştır. Bu kirli savaşta hiçbir ilke yoktur ve her şey mubahtır. Şeytanî ittifakın bu çirkin özüne dikkat çekmek istemiştir. Tüm hayatın yüzü ile Islâm dünyası yeni tanışmaktadır. O ne denle 11 Eylül sonrasında başlatılmak istenen sü yeni normlara, yeni değerlere uygun olarak ye niden tanzimi, A B D ’nin Globalleşme adı altında reç, iyi okunmalıdır. Ona göre de konum belirlen melidir. insanlığa sunmağa çalıştığı nizama topyekün karşı çıkış anlamına gelmektedir. Dünyanın her Şeytanî ittifak, giriştiği işgal hareketinde dire yerinde ve her kesiminde İslâm’ın yaygınlaşma nişle karşılaştıkça ve zayiat verdikçe kirli savaşın sı, A BD rüyasının sonuna işaret etmektedir. Batı toplumlarının birer bunalım toplumu haline dö her şeklini ve vasıtasını deneyecektir. Onun için öncelikle yeni işbirlikçiler arayacak ve İslâm dü şünce sisteminde sapma hareketleri oluşturup kuvvetlendirmek isteyecektir. İslâm dünyası için asıl tehlike, giriştiği veya girişeceği katliamlar de ğildir; asıl tehlike, yeni işbirlikçiler bulabilmesi ve saptırma hareketlerini teşvik, tahrik ve organize edebilmesidir. nüşmesi, İslâm’ın daha da hızlı yayılmasını sağla maktadır ve de sağlayacaktır. Şeytanî ittifakın asıl korkusu da budur. Girişilen saldırıların arkasında ki petrol, su, yer altı zenginlikleri ve ulaşım yolla rının ele geçirilmesi ikinci derece sebepler olarak görülmelidir. Öncelikli sebep, İslâm’ın sunduğu İslâm, Şeytanî Değerlerin Küreselleşmesine bu yeni hayat tarzı ve anlayışıdır. O nedenle bu gün iki farklı değer sistemi karşı karşıya gelmiştir. Değerler mücadelesindeki karşılaşma ve he Karşı Çıkmaktadır saplaşma, tarih boyu bir kanuniyet olarak hep Islâm doğası gereği yeni bir hayat tarzını, yeni bir var olmuştur, bundan sonra da var olacaktır. Müs lüman dünya, bu gerçeği kabullendiği ve buna gö re konum aldığı sürece bir sorun olmayacak ve ni insan ve yeni bir toplum tipini insanlığa öner mekte ve insanlar arası ilişkiyi yeniden tanzim et mektedir. Şeytani ittifak ‘bunlar bizim yaşam tarzımıza karşılar’ derken, İslâm’ın bu devrimci hai zaferi mutlaka kazanacaktır. Bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekir. O nedenle mevcut hayat tarzını ve tasavvurunu değiştirmek isteyen tüm Ü m ran-A ğustos ‘ 2 0 0 3 33 KAPAK peygamberlerin ve onların yolundan giden Hak dürme’ ve ‘imha etme’ gibi girişimlerde bulun ve hidayet yolunun yolcularının, adalet savaşçıla muşlardır.4 rının, karşı karşıya kaldığı tepkileri kısaca gözden geçirmekte ve hatırlamakta fayda vardır. Bütün bunlar, bazen kademeli olarak bazen da içiçe kullanılmıştır. Bunların arasındaki ilişki gi Hidayet yolunun yolcuları, Islâm davetçileri, rift olup topyekürı mücadele esasına göre şekillen mevcut sisteme, hayat tarzına ve tasavvuruna kar mektedir. O nedenle de bir sıralama yapmak şı çıkıp Hakk’ı anlatmaya başladıklarında, başlan mümkün değildir. Bunlar zamana, zemine, çatışan gıç itibariyle önemsenmemişlerdir. Kendileri “ya kuvvetlerin yapısına ve dünyadaki güç dengeleri lan cı”, “deli”, “ şair”, “ büyücü”, “ büyülen - ne bağlı olarak değişiklik göstermiştir. m iş”, “aklı yetersiz”, “şaşırm ış”, “çarpılm ış”, “bozguncu”, “uğursuz”, “m akam peşinde” gibi Uzlaşma Oyunu ifadelerle alaya alınmışlardır.1 Mücadelenin geliş mesi, İslâmî davetin yayılması durumunda, “gele Bütün bu saldırılardan sonuç alamadıklarında ya neksel hikaye”, “hu rafe”, “eskilerin uydurma m asalları ”, “A llah hiçbir beşere bir şey indirm edi” şeklindeki eleştiri ve hakaretlerini bizzat da bu saldırılara paralel olarak, son derece sinsi ve İslâmî düşünceye yöneltmişlerdir.2 Mücadelenin lüman’ın kafasını ve zihniyetini karmakarışık gelişmesi ile halkın İslâm’a daha da ilgi gösterme edip gerçeklerden sapmasını sağlayacak uzlaş si durumunda, yandaşlarım ilahlarına sahip çık ma çağrısı(Uzlaşma Oyunu). şeytani bir oyunun senaryosu yazılıp sahneye kon muştur: İslâm’ın düşünce yapısını bozacak, Müs maya çağırarak toplum içinde büyük bir ajıtas- Uzlaşma çağrısı; karşılıklı birbirinin hukuku yon faaliyetine girişmişlerdir. Mallarını, imkanla na saygı göstermek amaçlı -teknik anlamda ittifak rını seferber edip, davetçinin konuşmasını, din yaparak- birlikte yaşama çağrısı değildir. İslâmî lenmesini engellemişlerdir.3 Bu şekilde yükselişini düşünce ve tasavvuru batıl ile karıştırıp yeni bir durduramadıkları harekete karşı, ‘tehdit’, ‘işken anlayış oluşturmak, onu İslâm diye kabullendir c e ’, ‘ekonomik ambargo’, ‘hapis’, ‘sürgün’, ‘öi- mek için halka sunmak ve zulme karşı verilen mü 3 4 Ü m ran-A ğustos ■2003 İDARE-İ MASLAHATÇILIK / cadelelerin gereksizliğini ileri sürüp pasifizmi sa vunmaktır. Uzlaşma oyunu, genellikle teorik bir alt yapı CANOĞLU an lamlandı rmacı l ık’ (Rev izyon izni) İslâm dünyası yakın bir gelecekte dün ve bu günkü saptırma hareketlerine nazaran çok daha ya sahip olarak ve insanlara cazip gelecek tarzda büyük boyutlu bir saptırma hareketi ile karşı kar sahnelenmiştir ve de sahnelenmek istenecektir. şıya gelebilecek, hesaplaşmak zorunda kalabile Bu nedenle de en tahripkâr ve en tehlikeli bir düşmanlık hareketidir. Temel hedefi, Müslüma- cektir. Şeytanî ittifak, tarih boyu bu metodu kul nın kafasını ve düşünce yapısını karma karışık yolcularının karşı karşıya kalabilecekleri asıl lanmıştır, şimdi de kullanacaktır. Hidayet yolu yapıp bir zihniyet sapmasını sağlamaktır. Bunun tehlike budur. Bundan böyle bu konu, Müslüma- için de kural tanımaz. Kirli özel savaşın en kirli nın temel gündem maddelerinden biri olmalıdır. özel bir halini oluşturur. Bir taraftan *m uhafaza - Bu nedenle yukarıdaki iki konuyu ayrı ayrı incele kâr dem okrat’, ‘milli m u hafazakâr’, liberal M üslüm an’, ‘üımlı M ü s l ü m a n ‘mütedeyyin M üslüman’ diyerek bilinç kirlenmesine çalışır menin daha yararlı olduğunu düşünüyoruz. Bu ya ken; diğer taraftan da 28 Şubat aıafesinde görül İdare-i Maslahatçılık(Oportünizm) zıda yalnızca idare-i maslahatçılık ele alınacaktır. düğü gibi Müsliim Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadi me Şahin tipi aktörlerle hem bilinç hem de dav ranış kirlenmesine sebep olacak bir oyunu sahneleyebilmektedir. O nedenle Uzlaşma oyununda tek bir kuıal ve şekil yoktur. O değişik ad ve gö Zor anlarda asıl amaçlarının gerçekleşmesini gele ceğe erteleyerek mevcut duruma ve mevcut siste me uygun olarak davranmak diye tanımlanan ida reci m aslahatçılık , gerçekte güçsüzlüğü bahane rüntülerle ortaya çıkabilir ve değişik ambalajlarda edip gerçekleri bilerek yanlış yorumlama eğili sunulabilir. Bu sunumda rol yapmakta mahir minde olan çıkarcı bir hareket ve davranış şekli olanlar seçilir ve rollerinin gereği olan eğitimi alırlar. dir. Mevcut düzenleri çok güçlü görerek ve göste Uzlaşma oyunun alabileceği değişik görüntüle rakmayı; bu nedenle de gücün karşısında eğilerek ri, ana hatları ile iki başlık altında toplayabiliriz: rerek hiçbir şey yapmamayı, her şeyi geleceğe bı 1- İdare-i Maslahatçılık’ (Oportünizm) mücadele etmenin gereksizliğini savunur. Kendi çıkarları, davanın çıkarlarından önde gelir. Çıkar 2- Yeniden Gözden geçiımecilik ve yeniden ilişkisi son derece önemlidir. Bu niyetle kendi ko U m m n -A ğu stos -2003 35 KAPAK numlarını sağlamlaştırmak için de Kur’ânî termi nolojiyi genellikle tevil ederek yumuşatır. Müca dele etmek yerine, taviz vererek uzlaşmanın daha yararlı olduğunu ileri sürer. Zalimlerle Adalet’i hakim kılmak isteyen hi dayet yolunun yolcuları arasındaki mücadele sert leştikçe, idare- i maslahatçılar ortaya çıkar veya çıkartılır. Zalimlere karşı yürütülen mücadeleyi, bilerek yada bilmeyerek, sabote etmek için uzlaş ma teorileri üretilir. Burada önemli olan; mevcut sistemin Müslümanlara hoşgörülü ve uzlaşmacı davranmasını iste mekten ziyade; M üs lümanların kendi hak ve hukuklarından vazgeçerek, taviz ve rerek, sistemle uyuş ma ve uzlaşmalarını İdare-i maslahatçılar, bir müddet sonra, çürü müş sistemin tüm değerlerini meşru görmeye, dü şünce ve değerler sistemini benimsemeye; ‘refah tan şımarıp azan önde gelenler’ gibi düşünüp on lar gibi davranmaya başlarlar: “Allah size Kitap’ta şunu da bildirmiştir: “A l lah'ın ayetlerinin inkâr ve onlarla alay edildiği- ni işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir konuya geçm edikçe onların yanında oturma ym .” Böyle yaparsanız siz de onlar gibi olursu nuz■ Şüphe yok ki Allah münâfıkları da kâfirleri de cehennemde bir araya ge tirecektir" (Nisa 140) Uzlaşma oyunun temel hedefi, Müslümanın kafasını ve düşünce yapısını karma karışık yapıp bir zihniyet sap masını sağlamaktır. Bunun için de İdare-i M aslah at çıların Qöremediği: Her şeyi geleceğe erteleyen idare-i maslahatçıların göremedikle ri ve anlayamadıkları şey, çürümüş sistemin müntesiplerinin ger ve fedakârlık yapma hiçbir kural tanımaz. larını idare-i maslahatçıların, M üslümanlardan istemiş ol çekleri aramayıp zulüm ve sömürü mekanizmaları malarıdır. İşte Kur’ân-ı Kerim tam da bu noktada nı devam ettirmek istemelerindeki kararlılıkları Müslümanlara bir kanuniyeti hatırlatmaktadır : dır. Çünkü mevcut sistemdeki menfaat akışından “Onlar, senin kendilerine yaranıp'Onlarla en çok pay alanlar, ‘refahtan şımarıp azan önde uzlaşmanı arzu ettiler; o zam an onlar da sana yaranıp, u zlaşacaklardı.” (68 Kalem, 9) Burada dikkat edilmesi gereken; uzlaşma hare ketinin, doğru ve haklı olandan doğru olamayan ve haksız olana doğru bir istikamet belirlemiş ol masıdır: “B a h a n a o kendilerine Kitap’tan bir nasip veri lenlere! Putlara, kâhinlere, şeytanlara, ne liadar batıl varsa hepsine iman ediyorlar ve yetmezmiş gibi, bir de kalkıp kâfirler hakkında “Onlar, M üslümanlardan daha doğru yoldadır” diyorlar! ”( Nisa 51) İdare-i maslahatçı hareketler, rahatlarının ve çıkarlarının bozulmaması için hak ve hakikati aramaktan vazgeçip; şimdilik yapılabilecek bir şey yoktur tarzında teslimiyetçi politikalar üretirler. Böylelikle ‘refahtan şımarıp azan önde gelenler’ nezdinde itibar kazanmaya çalışırlar: "Münâfıklara müjde ver ki can yakıcı bir azap kendilerini beklemektedir. Onlar m üm inlerin dışında kâfirleri dost edi n-rler. İzzet ve desteği onların yanında mı arı yorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah'ındır. ! ”( Nisa 138^,139) 3 6 Ü m ran • Ağustos •2003 gelen zümreler’dir. İslâm’ın daveti karşısında tutunamayan bu zümreler, davete karşı direnebilmek için, o zamana kadar hatırlamadıkları, gör mezlikten geldikleri, örfleri, adetleri, hukukları ve atalarını bir güvence olarak öne sürerler. Davetçilerin getirdikleri, söyledikleri şeylerin doğruluk paylarının ne olduğunun araştırılmasını, üzerinde düşünülmesini toptan reddedip engel olmaya kal kışırlar: “Senden önce de bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun <refah içinde şımarıp da azan önde gelenleri, şöyle demişlerdir: uQ erçek şu ki, biz atalarım ızı bir ümmet (belir li bir din, geleneksel davranış ve hayat tarzı) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine uymuşlarız. ”• (Peygamber de) demiştir: ‘Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden d ah a doğru olanını getirmiş olsam da mı?’ Onlar da demişlerdir ki: ‘Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye karşı kafir olanlarız’.”(43 Zuhruf, 23,24) İdare-i maslahatçılar bu davranışları ile za- İDARE'İ MASLAHATÇILIK / limlerin taktirlerini kazanabilir, övgülerine mazhar olabilirler ve fakat sevgilerini asla kazana mazlar. Idare-i maslahatçılar, değerler mücadele' sinin bu kanuniyetini idrak edememiş ve göreme mişlerdir. Onun için Kur’ân-ı Kerim ‘velî’ kelime sinin semantik alanına dikkat çekerek Müslü manları uyarmaktadır: “ Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sır- CANOĞLU maslahatçılara ihtiyaç duymadıkları anda, onlarla her türlü irtibatı kesip onları yok etmek için hare kete geçerler: "Ey iman edenler! Benim de sizin de düşman larınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz♦ R esûlüllahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan A llah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz daş edinm eyin . Onlar size kötülük ve zarar ver mekte kusur etm ezler, size zorlu bir sıkıntı vere Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı l<azanmak için çıkmışsanız, nasıl olur da onlara sevgi göste cek şeyden hoşlanırlar . Buğz ve düşmanlıkları rip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin gizlediğiniz ve ağızlarından dışa vurm uştur, sinelerinin gizli tuttukları ise d ah a bü yüktü r . Size ayetlerimizi açıkladık; İdare-i maslahatçı hareketler, rahatla rının ve çıkarlarının bozulmaması için açıkladığınız her şeyi bil mekteyim. Doğrusu içi nizden kim bunu yapar sa, artık dümdüz yoldan sapmış olur. Eğer size karşı elle belki akıl erdirirsiniz-• hak ve hakikati aramaktan vazgeçip; Sizler işte böylesiniz; rine bir fırsat geçerse, şimdilik yapılabilecek bir şey yoktur tar onları seversiniz, oysa size düşman kesilirler. zında teslimiyetçi politikalar üretirler. Ellerini de, dillerini de onlar sizi sevm ezler . Siz K itab ’ın tümüne size fenalık etm ek için inanırsınız, onlar, si uzatırlar ve sizin de zinle karşılaştıklannda ‘inandık’ derler, kendi başla kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler. (Mümtahirına kaldıklarında ise, size lcarşı olan kin ve öfkele ne 1-2) rinden dolayı parm ak uçlarını ısırırlar. De ki: Bu âyetin nüzûlü ile ilgili rivayet edilen olay; ‘Kin ve öfkenizle geberin.' Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. Size bir iyilik dokununca onlan tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onlann *hileli düzenleri’ si ze hiçbir şeyle zarar veremez. Şüphesiz Allah, yapmak ta olduklarını kuşatandır.” (3 Ali îmran 118-120) p İtfl İdare-i M aslahatçılar Uzlaştıkları Sistem Tarafından Tasfiye Edilirler Idare-i maslahatçıların kaçınılmaz sonucu, ya tasfiye edilmek ya da Allah’ın azabına dûçar kalıp helâk olmaktır. Idare-i maslahatçılar, kararlı ve ısrarlı müca deleler sonucunda tasfiye edilip tarihin çöp sepe tine atılırlar. Burada bu konu ele alınmayacaktır. Burada; idare-i maslahatçıların savundukları, ta viz vererek uzlaşmaya çalıştıkları ve veli olarak kabul ettikleri mevcut çürümüş sistemin refahtan şımarıp azan önde gelen kesimi tarafından tasfiye edilecekleri kendilerine hatırlatılarak uyarılma ya çalışılacaktır. Refahtan şımarıp azan zalimler grubu, idare-i idaıe-i maslahatçı düşünce ve hareket şekillerinin ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini gös termektedir. Özündeki çıkarcılığı ve şahsi menfa atleri öne çekme psikolojisini yansıtması açısın dan da çok önemli bir olaydır: Çok gizli tutulan Mekke’nin fetih hazırlıkları Müslüman olan Hatıb b. Ebî Beltea tarafından nasılsa öğrenilmiş ve Mekke’ye giden bir cariye vasıtasıyla Kureyşlilerin önde gelenlerine bir mektupla bilgi gönderilmek istenmiştir. Allah’ın Hz. Peygamberi(s.) bu istihbarat konusunda uyar ması üzerine; Abdullah İbn Zübeyr ile Mikdad(r.a) görevlendirilmiş ve “Medine’den 22 mil mesafede bulacakları kadından” mektubu almala rı istenmişti. Getirdikleri mektupta Mekke’ye se fer hazırlığı bildiriliyordu. Peygamberimiz Hatıb’a sebebini sorunca o: “Ya Resûlallah, ben küfre sempati duyduğumdan değil, ama ailem orada, M ekke’de onları koruyacak akrabalarım da yok. Bu davranışımı göz önünde bulundurarak Kureyşliler aileme sıkıntı vermezler ümidiyle bu işi yaptım” demiştir. Dikkat edilirse, küfre sempati beslememiş olmasına rağmen çıkarcı bir anlayışla Ü m ran • Ağustos •2003 37 KAPAK ve gönüllü olarak Meklcelilere hizmete soyunmuş tur. Gerçi buradaki olay bireysel bir olaydır. Bu nun bir grup veya cemaat tarafından yapıldığını düşündüğümüzde, yapılacak tahribatın büyüklü ğünü tahmin etmek zor olmasa gerekir. Ayetlerde; davetçiler kendi inançlarını bıra kıp kafir olmadıkça, uygun zaman ve zemini var olur olmaz her türlü kötülükle karşılaşacaklarının belirtilmiş olması, Müsliimanlara idare-i masla hat konusunda yapılan ciddi bir uyarıdır. Ali İmran sûresi 118-120. ayetler ile birlikte konuya yak laştığımızda, idare-i maslahatçı ve uzlaşmacıların nihayetinde refahtan şımarıp azan zalimlerce tas n kötü azaba uğratacak kim seler ortaya çıkara cağını bildirdi . Muhakkak ki Rabbin, dilediğinde ce zayı çabucak veren, ama aslında Gafurdur, Rahim dir: Affı ve merhameti boldur. Onları parça parça topluluklar halinde dünyanın her yerine dağıttık. A ralarında iyi kim seler de var dı, iyi olmayanlar da. Kötülüklerden dönüş ya parlar diye onları gâh nim etler, gâh m usibetler le imtihan ettik . (A raf 163-168) Burada kötülükleri icra eden bir toplumun dü zelmesi için kendilerine uygulanan bir imtihan sürecine dikkat çekilmektedir. Kötülüklerin icra edildiği toplumda 3 grup insan vardır: 1. Grup; tarihi ve özellikle yakın tarih bunun canlı örnek kötülüğü icra edenler, 2. Grup; kötülüğe karşı çıkıp tavır alanlar, 3. Grup; ilk iki grup arasın leri ile doludur. da olan mücadeleden rahatsız olanlardır. 3. gru fiye edileceğini rahatlıkla görebilmekteyiz. İslâm bun davranışı, idare-i maslahatçı ve çıkarcıdır. İdare-i M aslahatçdar A llah’ın Ç azabm a Uğrayıp H elâk Olurlar İdare-i maslahatçıların, çözümü başkalarına ve ge İdare-i maslahatçı davranışın ikinci olası so nucu, Allah’ın gazabına uğrayarak helâk olmaktır. çözümü geleceğe bırakmakta ve kötülüğü icra edenlere karşı bir şey yapılmasını istememektedir. Bunu, Kur’ân’da mevcut topluma ibret için hatır Hatta bu konuda Allah’ı görevlendirerek çözümü latılması istenen ‘Cumartesi balık avlanma yasa ğını çiğneyen' kasaba halkının başına gelenlerde ertelemektedir. Bu amaçla kötülüğe karşı çıkanla ra, “A llah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir görmekteyiz: felaket göndereceği şu gür ha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?” diyerek kötülüğe kar “Bir de onlara o deniz kıyısında bulunan şehir hal kının başına gelenleri sor. Hani onlar sebt(cumartesi) leceğe bırakmaları gibi bu olayda geçen 3. grup da şı çıkanların mücadele azim ve kararlığını kıracak gününün hükmüne saygısızlık edip Allah'ın koyduğu ve fakat kötülüğü icra edenleri şevklendirecek bir sınırı çiğniyorlardı. nü gözettiklerinde balıklar yanlarına akın akın geliyor tutum ve tavır almaktadırlar. Kendilerine yapılan uyarıları kabul etmeyen du; sebt yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte fasık- grupla ve kötülüklere karşı sessiz kalarak, hatta lıklan, yoldan çıkmaları sebebiyle onlan böyle imtihan kötülüğü yapanlara karşı çıkanları engelleyerek ediyorduk. Hani onlardan bir cemaat: ‘A llah’ın yerle bir tavır belirleyen grubun Şöyle ki: Sebt gününün hükmü edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği şu güruha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsu nuz V demişti. O salih kişiler de: ‘Rabbinize m a zeret arz edebilm ek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki A llah’a karşı gelm ekten nihayet sakınır lar ümidiyle öğüt veriyoruz’ diye cevap verdiler. Kendilerine verilen öğütleri ve uyarılan kulak ardı edip onları bir tarafa bırakınca, içlerinden kötülük leri önlem eye çalışanları kurtarıp o zcdimleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azaba uğrattık . Şöyle ki: Onlar serkeşlik edip yasakları çiğne m ekte ısrar edince onlara “hor ve hakir m ay m unlar haline gelin” diye emrettik. O vakit R abbin, kıyam et gününe kadar onla 3 8 Ü m ran-A ğustos •2003 akıbeti aynı olmuştur. Her iki grup Allah tarafından cezalandırmıştır. Yukarıdaki âyetlerde (davet edenler hariç) ka saba halkına ‘azap edecek insanların musallat edi leceğinin’ belirtilmesi, ‘paramparça edilip dünya nın her tarafına dağıtılmaları’, ‘dağıtılanlar içeri sinde iyilerin de var’ olduğunun belirtilmesi; yu karıda ifade ettiğimiz idare-i maslahatçıların son larına ilişkin genel bir lcanuniyetin varlığına işa ret etmektedir. İdare-i M aslahatçılığın Doğal Sonucu Yeniden Çözden Ç eçirm ecilik ve Yeniden A nlam landırm acılıktır Yukarıda ki ayetlerin devamında dikkatimizi çeken önemli bir husus da, idare-i maslahatçı po- İDARE-İ MASLAHATÇILIK /CANOĞLU litilcaların insan zihninde yapacağı kirlenmenin İdare-i maslahatçı hareketin yapabileceği tah doğal sonucu olarak daha da tahripkâr olan Yeni den Gözden Geçirmeci ve Yeniden Anlamlan- ribata karşı, acil tedbir olarak Müslümanlar, aşa dırmacı (Revizyonist) bir hareketin ortaya çık mış olabileceğidir: Ümmetin yürüyüşünü sekteye uğratacak, “O nlardan sonra hayırsız bir nesil geldi k i , bunlar K itab ’a (Tevrat’a) varis oldular, am a âyetleri tahrif etme karşılığında şu değersiz dün ya m etaını alıp “N asılsa affa nail oluruz}.” dü şüncesiyle hareket ettiler. A f um arken bile, öbür yandan yine gayr-ı m eşrû bir m eta, bir rüş vet zuhûr etse, onu da alırlar. Peki onlardan, A l ğıda belirtilen hususlarda hassas davranmalıdır: engelleyecek her türlü saptırıcı hareket ve dav ranışlara karşı çıkmalı, idare-i maslahatçıları uyarmalı ve ikna etmeye çalışmalıdır. ‘Cahil, bozguncu, gaflete düşenlerin yoluna uymamalıdır’5 ‘Hainleri savunmamalı ve nefsine ihanet edenlerden yana tavır almamalıdır'6 ‘Suçlu günahkarları desteklememelidir,7 lah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söy ‘Zalimlere, kafirlere, müşriklere, münafıkla lemeyeceklerine dair Kitap’ta mevcut hükümler uya ra, dünya hayatından başkasını istemeyenlere ve rınca söz alınmamış mıydı? Ve Kitab’ın içindekileri yalancılara vekil olmamalı, hebalarına uymama- ders edinip okumamışlar mıydı? Halbuki ebedi ahiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için elbette lı, onları benimsememelidir’8; ‘Veli(dost ve sır daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mı uzaklaşmalıdır’9 sınız? (A raf 16 9) Bu konu daha sonra ayrıntılı olarak incelene ler bugün için bunlardır. Bunu yaptığımız taktirde cektir. O nedenle burada sadece bir hatırlatma hiç şüphesiz kazanacak olanlar bizler olacağız: yapılmaktadır. “Dinlerini bir oyuncak ve eğlence haline ge tiren, kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kim seleri kendi hallerine bırak. Sen yalnız K u r’ân ile va’z et ki, Allah’tan başlca yardımcısı ve Ne Yapmalı? Şeytanî ittifakın İslâm coğrafyasında giriştiği işgal hareketi, ümmetin yürüyüşünü engellemek, ken dilerine karşı başlatılan direniş hareketini kırmak için yeni işbirlikçiler arayıp bulabilecek, yeni idare-i maslahatçı politikaları savunabilecek gruplar ortaya çıkarabilecektir. Şeytanî ittifakın askeri ve teknolojik gücü karşısında yapılabilecek başka bir şey yok diyerek günü kurtarmak tarzındaki politi daş) olarak kabul etmemeli ve onlardan kopup Tarihin omuzlarımıza yüklediği en acil görev şefaatçisi bulunmayan hiçbir nefis, işlediği günahlar yüzünden helâlce teslim edilmesin, sürüklenip açılma sın. O , her türlü fidyeyi denkleştirse bile, yine ondan alınıp I<abul edilmez ■işledikleri günahları yüzün den helâke sürüklenenler, m ahvolanlar, işte bunlardır. İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve acı veren bir azap vardır. ” (Enam 70) m kalar, idare-i maslahatçı politikalardır. İdare-i maslahatçı politikalar, İslâm dünyası yöneticileri K ay n ak lar nin bugüne kadar hem kendi içerisinde, hem de 1. 6/ 66, 15/6, 37/ 3 6 , 2b/ 153, 7/ 6 6 , 6 0 , 127, İ l i 4 7 , 10/ uluslar arası arenada uygulaya geldiği politikalar dır. Gelinen nokta malumdur. Bu politikaların so 2. 8 / 3 1 ,2 6 / 1 3 7 ,6 / 5 ,1 1 ,6 6 3. 3 4 / 4 3 ,3 8 / 6 ,7 1 / 7 1 ,1 0 / 7 8 ,2 3 / 2 4 ,6 / 2 6 ,7 / 7 6 , 11/ 55. nucunda İslâm dünyası, işgalle karşı karşıya kal mıştır. Şeytanî ittifakı dost, sırdaş, veli olarak gö 78 4. renlerin bu gün bu acı gerçekle karşı karşıya ka lıp uyanmış olmalarını arzu ederiz. Ancak bazıları açısından iş işten geçmiş, bizzat Şeytanî ittifak ta rafından fonksiyonlarını tamamladıkları için tas fiye edilmişlerdir. 5. 7/199 , 7/142, /205 , 6/19, 35 , 25/52 38/26 42/15,18 6. 4/ 107-110, 105 7 .2 8 / 1 7 ,8 6 ,8 7 8 .2 5 / 4 3 96/19 1 1 / 1 1 3 ,5 9 68/745 12/108 4/107-110, 105 76/24 18/28 26/151-152 33/48 42/15 Bu dönemde de ortaya çıkabilecek yeni işbir likçi ve idare-i maşlahatçıların da akıbeti farklı olamayacaktır. 7/ 8 2 , 86, 88, 9 0 ; 124, 127, 37/ 9 7 , 14/24, 14, 26/116, 8/ 3 0 , 11/ 91. 1 1 / 5 9 ,1 1 3 3/149 38/26 25/52 33/48 25/52 9. 2/144, 149, 15073/10-11 7/179-181 19/47- 49 10/105 60/4-6 4/ 138-140 Ü m ran • Ağustos • 2003 3 9 ÜMMETİN YENİDEN ŞAHLANIŞI İÇİN UZUN SOLUKLU MÜCADELE ABDÜLMETİN KARAKÖSE T arihin dönüm noktalarından birini yaşı gelişen İslâmi muhalefeti büyük ölçüde sekteye yoruz. Çok uluslu şirketlerin kasasını dol uğratmıştır. Özellikle 11 Eylül’den sonra İslâm durmayı tek amaç olarak gören yeni küre coğrafyasında baskı ve zulümler artmıştır. Ameri sel anlayış ve onun iktidarını temsil eden ABD ka, önce Afganistan’ı işgal etmiş, ülkeyi önceki öncülüğündeki güç ittifakı, insanlığı ve İslâm ale durumundan daha beter hale getirmiştir. Daha mini tehdit etmektedir. Yeni dünya düzeni dedikle sonra Irak’ı işgal etmiş, kaos ve yoksulluk bataklı ri şeyin İslâm ile sorunu vardır. Türkiye de dahil ğına sokmuştur. Şimdilerde İran ile uğraşmakta olmak üzere dünyada Müslümanlar sürekli dayak dır. Daha sonra sıranın kime geleceği ve kimin yemektedir. A BD ’nin yanında isen iyi Müslüman başına ne gibi belalar açacağının bilinmesi zorun oluyorsun, ona karşı isen kötü ve tehlikeli Müslü ludur. man oluyorsun. Tarihin bu kırılma noktasında, Bin Ladin tehlikesi oluşturarak terörist avına A BD sadece güce dayanan, gücü ilahlaştıran poli çıkan ABD ve Batı, İslâm dünyasında kabadayılık tikasıyla bir nevi dünyanın İsrail'i durumunda yapmakta, dır. pervasızca silah kullanmaktadır. Terörizmle müca Müslümanları esir gibi toplamakta, dele adı altında yüzlerce müslümanı İslâm coğraf Küresel Anlayış ve A B D Terörü yasından toplayıp Guantanamo üssüne hapseden Amerika, bu insanları hâlâ sorgusuz-sualsiz orada Bugün dünyada global 28 Şubat yaşanmaktadır. tutmakta, işkencelere maruz bırakmaktadır. Ara Zaten kanaatimizce de 28 Şubat 11 Eylül’ün kos larında 18 yaşından küçük çocukların ve 70 yaşın tümlü bir provasıdır. Türkiye’de planlanan bir da ihtiyarların da bulunduğu bu insanlar intihara olay olmayıp, küreselleşme kapsamında değerlen sürüklenecek kadar zulüm ve işkence görmekte dirilmelidir. Bin Ladin operasyonu olarak lanse dirler. Kimse bunun hesabını sorma cesaretini edilen 11 Eylül, aslında İslâm’ın yeniden tarih gösterememektedir. sahnesine çıkışını engellemeyi hedefleyen planlı bir harekettir. Dünyanın 28 Şubatıdır. Hazırlıklar İslâmî İmajın Yıpratılması 11 Eylül öncesine dayanmaktadır. 28 Şubat ve 11 Eylül sonrasında İslâm hedef tahtası haline geti Dünyada ve Türkiye’de İslâmi hayatın geriletil- rilmiş, 11 Eylül ile tüm dünyada anti-İslâm kam mesi, İslâmi hayatın önüne set çekilmesi operas panyayı kışkırtmak üzere sadece düğmeye basıl yonu ile karşı karşıyayız. Büyük bir kuşatma altın mıştır. ABD Körfez savaşıyla nasıl Ortadoğu’ya da, bir saldırı çemberindeyiz. İslâm’ın her türlü si yerleştiyse, Afganistan operasyonu ile de Orta As vil, kamusal ve politik yansımalarını bertaraf ede ya’ya yerleşmiş, bu vesileyle bölgede öteden beri rek, İslâm’ı tamamen toplumsal hayatın dışına 4 0 Ü m ran'A ğustos ■2003 UZUN SOLUKLU MÜCAÜDELE / KARAKÖSE iterek, dar kalıplar arasına sıkıştırmak istiyorlar. Islâm, hem uluslararası planda hem de ülke planında, sistemli biçimde imaj yıpranmasına ma ruz bırakılmıştır. Uzun bir süreden beri, İslâm ile ilgili ya cinayetler, ya terör örgütleri, ya kısır tar tışmalar gündeme gelmekte, bilgi açlığı içindeki genç nesiller din denince hep olumsuz, şüphe uyandırıcı, inanç sarsıcı görüntülerle karşılaşmak tadırlar. Özellikle 28 Şubat sürecinde ekranlara yansıtılan bazı ‘dini’ görüntüler ve ‘dindar’ tiple meleri Islâm’ı doğru algılamanın ve tebliğ gayret lerinin önündeki engeller olmuşlardır. Müslüman halklar, İslâm âleminin her yanın da despot yönetimler altında haksız uygulamala rın kurbanı durumundadırlar. Büyük bir zenginli ğin üstünde oturmalarına karşılık, yönetimi elin de bulunduran kukla rejimler nedeniyle, İslâm coğrafyası fakirliğin, ezilmişliğin ve zavallılığın sembolü haline gelmiştir. İslâm Alem i’nin H âl-i Pür-melâli Müslümanlar dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmelerine rağmen dünya ticaretinin ancak yüzde sekizini ellerinde tutabilmektedirler. Dünyada ge lişen olayların ya figüranı ya da mağduru duru mundadırlar. Dünya geneline baktığımızda sadece dışı, adaletten uzak tavırlar sergileyerek, yaşanan müslüman ülkelerde kan ve gözyaşı vardır. Filipinler’deki Müslümanları terörist diye katleden zulmü ve katliamı sadece seyrediyorlar. Bu da yet miyormuş gibi, saldırganlıkların vahşet boyutları Amerika’nın yaptığı kampanyalar sonucunda na ulaştığı bir ortamda tank modernizasyonu adı kimlerin ‘terörist’ ilan edildiğine ibretle bakın; İs rail Filistin’i, Hindistan Keşmir’i, Çin Doğu Tür altında Türkiye’den İsrail’e yüz milyonlarca dolar kistan’ı, Rusya Çeçenistan’ı terörist ilan ediyor. lık kaynak aktarılmak suretiyle bu Siyonist çeteye moral destek pompalanıyor. Yoksullaştırılan hal Bu yerlerin hepsi Müslüman toprağı. Bu toprak kın ekmeğinden, suyundan kesilen paralar, ek larda Müslümanların zulüm, kan ve gözyaşı gör vergiler ve zamlar ile halktan metazori alman pa mesi yetmiyormuş gibi böylece onurları da kırılı yor. ama, vahşete açıkça destek verilmiştir. Bu eli kan ralar, Siyonistlere peşkeş çekilmiş; işgale, katli Filistin’de cereyan eden olaylar insanlık alemi lı terörist devlete destek verenleri, Türkiye’yi bu nin yüreğini kanatıyor. Filistin’de tüm dünyanın işgalci çete devletinin stratejik ortağı yapanları, gözleri önünde bir katliam yaşanıyor. İsrail isimli bu çocuk katillerinin müttefiki olanları, bu işgalci Siyonist çetenin hiçbir kural, kanun, anlaşma ta çeteye destek olanları tarih ve millet hiçbir za nımaksızın yıllardır sürdürdüğü işgale karşı ciddi bir tepki göstermeyen uluslararası kuruluşlar, sah man affetmeyecektir. te barış çağrılarıyla bu katliamlara göz yumuyor lar. Yaptıkları zulme boyun eğmeyen Filistin hal İslâm son iki yüz yıldır ‘yenilenlerin dini’ oldu. Bu topraklarda ve dünyanın birçok yerinde Batı kının haklı ve meşru direnişi ile işgalcilerin saldır karşısında bozgundan hasarsız çıkmış bir nesil yok gibidir. Yenilginin yarattığı eziklikten kurtulmak ganlıklarını eşit görüp, ikisine birden karşı çık mak, ikisini de kınamak gibi ahlak dışı, insanlık sığınarak, ya hamasi duygularla teselli bulmaya için çalışmak yerine, parlak geçmişin hayallerine U m rem -A ğ u stos.2 0 0 3 41 KAPAK çalıştık, ya da başımız sıkışınca Batı’nın hakemli ğinden medet umduk. Bir türlü Batı’nın bize nasıl baktığını anlamadık. Bugünkü düşkün halin ger çek nedeninin, Batı’nın zenginlik ve gücü elde et tiğinden beri, kendi kültürünü üstün ilan etmesi nin ve ekonomik menfaatlerini her şeyin üstünde tutmasının neticesi olduğunu görmezlikten gel dik. İslâmî H areketler Uzun Soluklu B ir Mücadeleye H a zır mı; lara ortak bir akıl değil, gereksiz ümitler, korkular ve heyecanlar biçim veriyor. Hareket tarzları iyi düşünülmüş projelere değil, günü birlik politikala ra dayanıyor. Müslümanlar muhalif olmanın ötesinde bir politika üretememiş, sadece ‘hayır’ demişlerdir. Geleceğe dönük ciddi hazırlıkları yoktur. Uzun siyasi tarihlerine rağ men elle tutulur, belir Küreselleşmenin öngördüğü yaşam bi çimi ile İslâm’ın öngördüğü yaşam biçi mi ve tevhidi anlayış uyuşmamaktadır. Bunun karşısında durabilecek, diren Asırlardan beri cahilî ve egemen güçlerin me kabiliyeti olan tek güç İslâm'dır. boyunduruğu altında yaşayan ve tefrikalara düşen Müslümanlar mevcut hali değiştirmek için bir mücadele gayreti içinde çalışmalar yapmaktadır. Ancak bu çalışmalar bir çok ortak doğruyu paylaşmalarına rağmen, önem li ayrılık ve farklılıklar da göstermektedirler. Aynı bölgede ve aynı zamanda mücadeleyi üstlenen birçok farklı grup ortak çalışmalarla güçlerini bir leştirip aynı hedefe yönelemedikleri için eldeki potansiyel zayıflamakta, hatta bazen israf edil mektedir. Mevcut oluşumlar ve fikrini yaymaya çalışan birçok organize gurup, taşıdıkları duyarlı lık ve direniş ruhuna rağmen, zihinsel ve yapısal problemlerini çözebilmiş değillerdir. Amacına uygun şekillenmeyen bu grupların hâlâ çözmek zorunda oldukları çok büyük problemleri vardır. Hareketleri başarıya ulaştığı taktirde, ne yapacak ları hakkında belirli bir programları yoktur. Görüş ayrılıkları ve çeşitli yönlerdeki çekişme ler, Islâm dünyasını şekilsiz, fikir ve kültür alanın da bir şey üretemeyen insanlar topluluğu haline getirmiştir. Müslümanlar köksüz ve kural tanımaz şer istilasının mahkumu haline gelmiş ve giderek pragmatist ve oportünist bir hal almaya başlamış lardır. Kısa süreli zafer ve iktidar hayalleri ile in sanları avutmak uzun soluklu olması gereken mücadeleyi sekteye uğratmıştır. Birçok konuda yeterli donanımlarının olmayışı, hangi durumlar da nasıl davranılacağı bilememeleri, üzerinde itti fak edilen özgün bir toplum projesi üretememele ri, genel bir karamsarlığa yol açmıştır. Avrupa Bir liği örneğinde olduğu gibi, sosyal ve siyasal tutum 4 2 Ü m ran ■Ağustos • 2003 gin bir siyasi mutaba kat ve fikir birliği ge liştirebilmiş değildir ler. Meselâ, küresel dağılımı yapılan bir tek Islâmi gazete yahut dergi yoktur. İçi boşaltılmış bir İslâmî söylem vardır. Müslümanlar henüz yeterli ve kendini hissettirebilir bir İslâm î kimlik oluştu ramamıştır. Kur’ân’ın tarif ettiği insan tipi pratik te görülememekte, problemli ve ruhsal bunalımlı insanlar yetiştirilmektedir. Dindar hüviyetli lider lerin omurgasız ve yamuk siyasi duruşları, İslâmsiyaset ilişkisine olumsuz imajlar yüklemiştir. Bu konuda yarın yine aynı hatalara düşülmemesi ve faturanın bütün müslümanlara çıkmaması için şimdiden hassas değerlendirmeler yapma zarureti vardır. Islâmi cemaatler, yetişkinler planında kendini koruma hassasiyeti içinde olsalar bile, çocuklarını koruma, çocuklarına sahip çıkma ve kendilerini çocuklarına taşıma noktasında maalesef başarılı değildirler. Önce Özeleştiri Yapalım Batı emperyalizminin fiilî ve fikrî boyunduruğu altında bulunan bugünkü İslâm coğrafyasının bu düşkünlük ve şaşkın halini sadece 200-300 yıldır Batı karşısında alınan mağlubiyetlere bağlamak yanlış olur. Kimseye kızmadan önce, toplum ola rak kendi yanlışlığımızı aramamız, kendimize dö nüp bakmamız, fikrî ve siyasî alanda düşkünlüğe sebep olan kendi kimliğimizi ve yapıp-ettiklerimizi sorgulamamız gerekmektedir. Zihin tembelliği ni yenmeden, gücümüzü ve verimliliğimizi artır mak için emek, zaman ve para harcamadan bir ye re varmamız mümkün değildir, işimizin üzerinde UZUN SOLUKLU MÜCAÜDELE / yoğunlaşmadan sadece dövünüp hayıflanarak ge leceğimizi şekillendirenleyiz. Kur’ân, “Onlar ne~ fislerinde olanı değiştirm edikçe, Allah bir kav* m in durumunu değiştirmez” buyuruyor (Ra’d, KARAKÖSE diği, yığınların plansız ve programsız bir şekilde bir araya gelmeleriyle toplumsal değişimin sağla namayacağı bilinmelidir. Küreselleşme Karşısındaki Güç “Iclâm” 11). Bir toplum, dengeli bir hayat çizgisine dönüş yapmadıkça, doğruluk ve dirlik yolunu izlemeye Her şeye rağmen, yine de insanlığın içinde bulun başlamadıkça, içinde bulunduğu kötü durum iyiduğu bin bir sefaletten lilcle yer değiştirebilir ---- sorumlu olan küresel mi? Bir yerde herhangi bir toplum güçsüz ise, Geleceğimiz düzen politikacılarının leşme ağalarının karşı musibetlerden belini insafına ve merhametine terk edile sında durabilecek yega ne sistem İslâm’dır. Kü doğrultamıyorsa, zillet mez. Uzun vadeli düşünmek, onurlu, reselleşmenin öngördü içinde yaşıyorsa, yok sulluk çekiyorsa, hayakimlikli, sabırlı ve örgütlü olmak ge ğü yaşam biçimi ve em poze etmeye çalıştığı Una kaos egemense, rekmektedir. adaletsiz dünya anlayı bunun nedeni, o toplu şı, İslâm’ın öngördüğü mun hayat biçiminin sapkınlığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa daya nıyor olması değil midir? Yüce Allah, “A ilah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar” buyuruyor(Al-i Imran, 117). Bu mesaj, akıllı ve düşünen insanlar olarak bizlere, olaylar karşısındaki şu zelil halimi zi ve buna karşı sorumluluğumuzu yeterince hatır latmıyor mu? ‘Şöyle yapılmalıdır, böyle yapılmalıdır’ diye sa dece akıl vermeye, taşeron kullanmaya, meselele ri başkalarına havale etmeye gerek yoktur. Aklı mızın, vicdanımızın ve inancımızın kabul etmedi ği bu yanhş gidişata, bu haksızlığa karşı durmalı, her türlü demokratik platformda var olmalıyız. İnandığımız değerlerin hakkını vermeliyiz. Maddi ve manevi değerlerimizi öğüten bu çark mutlaka kırılmalıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey im an edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yol d a olunca dalalette olup sapan kimse size zarar veremez>”(M aide, 105) Kimseye kızmadan dönüp kendimize baktığı mızda, bugünkü durumumuzun kendi suçumuz ol duğunu göreceğiz. Cenab-ı Allah; “Kavuştuğun her nim et Rabbindendir. Kavuştuğun her musi bet kendindendir” buyuruyor(Nisa, 79). Yunus ise; “Cehennemde ateş arama / Herkes od’unu buradan götürür” diyor. Kendisini oluşturmadan kitleleri oluşturmaya, kendisini değiştirmeden toplumu değiştirmeye çahşan birçok çaba ve hareketin Türkiye’de ve İs lâm coğrafyasının birçok yerinde sonuca gideme yaşam biçimi ve tevhidi anlayış ile uyuşmamakta dır. Bunların karşısında bir blok oluşturabilecek, direnmekabiliyeti----olan tek güç İslâm olduğu içindir ki, soğuksavaşın sona ermesinden sonra (birinci tehdit’ olarak ilan edilmiştir. N A TO düş man konseptini değiştirip İslâmî ‘birinci tehdit’ olarak ilan ettiğinde, Türkiye de Milli Askeri Stratejik Konsept’i (MASK) değiştirip, dini, teh dit sıralamasında birinci sıraya oturtmuştur. Yeni konsept Bosna’da, Cezayir’de, Çeçenistan’da, Fi listin’de çok Müslüman kanı akıttı. Dünyada bir çok din varken Batı’nın sadece İslâm’ı muhatap alması ve düşman olarak görmesi sebepsiz değildir. Çünkü İslâm’ın kendine ait bir hukuk anlayışı ve potansiyel bir hayat gücü vardır. Halkına yabancı ve düşman bir avuç oligarşik azınlığın yönetimindeki çoğu İslâm ülkesinde yıl lardır ekonomik, siyasi ve dini baskılar altında ezilen yığınlar, yerleşik baskıcı ve zalim yönetim lere ve global sömürüye karşı bir ret ve isyan dal gasının potansiyelini taşıyorlar. İnsanoğlu fıtrat dışına itile itile fıtrat dışı yönelişi kusacak bir nok taya geldi. Dünyada hızla yayılan bir dindarlaşma süreci ve Allah’a yöneliş seyri var. Bu olguya Müslümanlar ses vermeli, İslâm’ın rahmet iklimi adı na, İslâm’ın evrensel barış çağrısını kıta kıta yankılanacak bir yüksekliğe taşımalıdır. İnsanımız kendine yönelmeli, kendini fark et meli, kendine dönmeli, daha fazla dünyevileşmeden manevi bakımdan güçlenmelidir. Başkaları hakkında gereğinden fazla bir güç vehmederek Ü m ran ’ Ağustos •2003 43 KAPAK ranış sistemleri geliştiren bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Öncelikli sahalar tespit edilerek ilgi, dik kat ve kaynaklar israf edilmeden stratejik ve kri tik faaliyetlere tahsis edilmelidir. Faaliyetler, mevcut düzeninin kısmen iyileşme sine katkıda bulunacak mevzii ve sınırlı çabalar şeklinden çıkarılmalı, eldeki potansiyel güç israf edilmeden, geleceğin inşası için seferber edilmeli dir. Yüce Allah, "Cihad ile, hacılara su dağıtma yı; cihad ile, K a b e’yi onarmayı bir mi sandınızV* diye buyuruyor(Tevbe, 19). Basit bir takım hayır sızlanmaktan ziyade “biz n erede hata yaptık?” sorusunu kendisine sormalıdır. Bilinmelidir ki; Müslümanlar kendilerirti ve güçlü oldukları alan ları fark eder ve buna göre tavır geliştirirlerse kimse onlara güç yetiremez. Geleceğimizi İslâm Şekillendirecek Hızla gelişen ve değişen dünyada birçok yıkıcı et kenlere maruz kalan Müslümanlar, çağın gerekle rini yerine getirecek yönetim şeklini ortaya çıkar faaliyetleri ile dünya ve ahretini kurtaracağını zan neden insanımız koyun sürüsü gibi güdülmeye iti raz etmeli, düşünmeli, akıl etmeli, olan-biteni gör meli ve rotasını ona göre çizmelidir. Yüce Allah, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği em redip kötülükten m en eden bir topluluk ol sun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir” buyuruyor(Âl-i İmran, 104). Evet bu ayet müslümanlara seslenmekte, daima hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunmasını emretmekte, kesin bir üslupla farz kılmaktadır. Bu maya ve inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekono mik düşüncelerini yeniden oluşturmaya, her alan da inancına uygun sosyal bir yapı oluşturmaya ça lışmalıdır. İslâm’ın geleceğe yön vermesi ve tarihin mo emre muhatab her müslümanın sorumluluğu var dır, hiç kimse bundan muaf değildir. Eğer herhan tor gücü olabilmesi için öncelikle insanların buna uygun bir davranış biçimi geliştirmesi ve bir deği şim süreci başlatması gerekmektedir. Aksi halde çekten kurtuluşa erenlerden olamaz. Şimdi bize iş düşmekte, şerefli, insani ve mü reffeh bir geleceği kazanmanın imtihanı önümüz gi bir dönemde, bu önemli vazifeleri ifa edecek bir topluluk bulnmazsa, o toplum şerden, isyandan, günahtan, zulüm ve kötülükten uzak kalamaz, ger ne olacağını Cenab-ı Allah şöyle bildiriyor; “A l de durmaktadır. Bütün eksikliklerimize, bütün sa lah yerinize, kendisinin onları sevdiği, onlarında kendisini sevdiği, m üminlere karşı alçak gönül- kil ve düşkün taraflarımıza rağmen bu var olma lü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, A llah yo lunda cihad eden ve kınayıcınm kınam asından korkm ayan bir topluluk getirir.”{ Maide, 54) net etmek mecburiyetimiz vardır. mücadelesini kazanmak ve gelecek nesillere ema Geleceğimiz düzen politikacılarının insafına ve merhametine terk edilemez. Uzun vadeli dü hareketler, sadece duygulara ve slo şünmek, onurlu, kimlikli, sabırlı ve örgütlü olmak ganlara dayalı yüzeysel ve ilkesiz kalkışlar, başarı sız olmaya mahkumdur. Temel konularda doğru ve sabit ölçülere ulaşılmadığı ve temel esaslarda gerekmektedir. Mücadele uzun solukludur, kesin Bilgisiz anlaşılmadığı müddetçe, ortak bir hareket anlayı şının ve istikrarlı beraberliklerin mümkün olma yacağı aşikardır. Mücadeleyi tepkisellikten ve antitez olmaktan çıkarıp, kendi tezlerini ve projelerini üreten, top lumun gündemine kendi tezlerini sokabilen, top luma çözümler sunan, alternatif siyasetler, alternatif organizasyonlar ve ona uygun alternatif dav4 4 Ü m ran •Ağustos •2003 tisiz olarak devam etmelidir. Unutmayınız ki “ka yaları eriten dalgalarm şiddeti değil, devamlılığı' dır” . Kararlı olanlar ancak toplumu değiştirebilir ler ve toplum tarafından takip edilirler. Her gece nin bir sabahı, her yokuşun bir inişi vardır. Bu günkü kötü ve karanlık günlerin daha hayırlı ve aydınlık günlere tebdili, inancımızın arkasına bi rikim, güç ve irademizi koyduğumuz zaman müm kün olabilecek, A llah’ın vaadi o zaman gerçekleşecektir. m ÜMMET BİLİNCİ VE GELECEĞİMİZ ABDURRAHMAN EMİRCÖUJ I slâm’ın temeli tevhîd inancıdır. Tevhîd; her mü’min, yalnız ve tek başına olmadığının, aksine şeyi yaratan, her şeye hükmeden Allah’ı bir evrensel Islâm cemaatinin/ümmmetinin şerefli bir lemek, O ’nu hayatın merkezine almak, mensubu olduğunun şuurunda demektir. Her na O ’nun boyasıyla boyanmaktır. M uvahhid, bütün mazda okunması zaruri olan Kur’ân’ın kalbi Fati yapıp ettiklerini Allah’a/vahye refere eden, Allah ha sûresindeki bu âyette; “a ‘büdü/ibadet ederim” için yaşayan, kendisini O ’na adayandır. Tevhid ve “esta‘în/yardım dilerim” şeklinde tekil bir ifade akidesine inanıp her şeyiyle A llah’a teslim olan yerine “na'büdü/ibadet ederiz” ve “nesta‘în/yardım muvahhid Müslüman, bütün ibadet hayatını A l dileriz” denmesi, dolayısıyla tüm Müslümanların lah’a has kılar. Müslüman, hanîf (muvahhid) bir namazlarında bu ahdi hep tekrarlamalarının em- mümin olan Hz. İbrahim gibi, tek başına da olsa redilmesi oldukça anlamlıdır. Böylece, namaz kı bir “ümmet”tir. lan her mümin, tüm Islâm ümmeti ile birlikte A l Tek başına da olsa “ümmet” olan Müslüman- lah’a söz vermekte ve onlarla beraber ahitleşmede lar, içinde bulundukları siyasî, tarihî, coğrafî şart bulunmaktadır. İşte bu, ben değil biz ruhunun lar değişse de, nüfusları, imkan ve kabiliyetleri canlı tutulması, fert değil cem aat olma gerçeğinin artsa ya da azalsa da potansiyel olarak “ümmet” ol farkedilmesi, herhangi bir sosyo-kültürel topluluk ma vasfını bilkuvve gönüllerinde taşırlar. değil ümmet olma bilincinin tekrarlanmasıdır. Müslümanlar, inançları ve amelleri gereği bir Hacc, dünya Müslümanlarının vahdetini, kar “ümmet” teşkil ederler: Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da deşliğini pekiştiren yıllık kongreleri mesabesinde şöyle buyurur: dir. Zekat kurumu, Müslümanlar arasındaki yar “İşte bu sizin ümmetiniz (olan tevhîd ve İslâm milleti) bir tek üm m ettir ♦ Rabbiniz de Benim. Yal nız Bana kulluk edin.”(21/92; 23/52) dımlaşma ruhunu hep diri tutar. Müslümanların Hepsi bir tek A llah’a îman eden müminler, tam bir rahmet, bereket, coşku, birlik, dayanışma bütün kulluk eylemlerini de O ’na yöneltirler: Yalnız Allah rızası için kıldıkları namazlarında sırf Allah için tuttukları oruçla bambaşka bir ma nevi iklime dönüşen Ramazan ayı, ümmet için bir mevsimidir. Hâsılı, tevhîd inancının eyleme dönüşmüş bi günde beş vakit (aslında, saat farklılıkları düşünü çimi olan İslâm ibadet hayatı, Müslümanların lürse, her dakika ve her saniye) aynı kıbleye/Kâ- vahdet/birlik halinde olmalarını zaruri kılan ken be’ye yönelirler ve namazlarının her rekatında dine özgü bir yaşam biçimi oluşturur. Zaten tekrarladıkları “iyyâke n a ’büdü ve iyyâke nes- Kur’ân terminolojisinde ümmet; (genel anlamda ta’în: yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz” ifadesi ile ümmet bilincini sürekli tekrar herhangi bir topluluk, cemaat anlamına gelse de) larlar. Bu ahdi sürekli tekrar etmekte olan bir ve onun hayat tarzını ifade eder: Zuhruf 43/23’te, dîn'i yada bir dinî inancın şekillendirdiği toplumu Ü m ran-A ğustos •2003 45 KAPAK peygamberlerin mesajını reddeden inkarcı mütref taifesinin “doğrusu biz, atalarımızı bir ümmet (din, gelenek, hayat tarzı) üzerinde bulduk” sözleri, olduk' ça anlamlıdır ve kendilerine sunulan yeni dîn’e/hayat tarzına itirazı ifade eder. Müslümanlar, “hep birlikte A llah’ın ipine (Kur’ân’a) sarılan ve birbirlerinden ayrılma- Materyalist-seküler temele dayalı Batı uygarlığı nın bir ürünü olan Sovyet modelinin iflasının ar dından, yine aynı temelden neşet eden liberal modelin de iflasın eşiğine gelmiş olması, İslâm’ı yegane alternatif olarak çağın gündemine oturt muş bulunmaktadır. Aslında İslâm’ın Batılı değer göze- lere ve Batı tipi hayat tarzına yönelik bir “tehdit” olarak algılanıyor olması, İslâm’ın artık bizzat “öz ten”(9/71), “ma’rûfu emredip münkerden sakındıran”(3/110) hayırlı bir ümmettir. Hz. Peygam- ne” haline geldiğinin en önemli göstergelerinden biridir. İslâm’ın öngördüğü hayat tarzı ve İslâmi ber’in(s.) benzetmesiyle, bir azası rahatsız oldu ğunda diğer azaları da acı çeken tek bir vücut gi yet’in bizzat kendisi, “küresel değerler” etiketi ile yan”(3/103), “birbirlerini kollayıp bidirler; akıl, kalp ve güç birliğine varmış insanlar yaldızlanan Batı tipi hayat tarzının çürümüşlüğü karşısında meydan okuyuşunu sürdürmekte ve in topluluğu... Aralarında renk ya da ırk ayırımı bu sanlığın ufkunu yeniden aydınlatmaya hazırlan- lunmayan, bütün inananların eşit kardeşler oldu maktadır. Batıda ve Batılı değerlerin egemen ol ğu evrensel bir İslâm cemaatidirler. Her türlü et duğu dünyamızın büyük bölümünde tamahkârlık, nik, sosyal, sınıfsal ayrımı mahkum eden, farklı dilleri, ırkları, mezhepleri, hatta diğer din men suplarını da barış içinde bir arada yaşatmayı başa sefahat, şiddet, güvenin kaybolması, ailenin ve akrabalık bağlarının çökmesi, bireysellik, bencil ran bir barış düzeni/pax-lslamica teşkil ederler. ketim çılgınlığı, cinsel sapkınlık, ahlaki hiçbir sı İmdi, İslâm ümmetinin yaşaması gereken ideal lik, açgözlülük, kendi zevkine aşırı düşkünlük, tü konum ile bugün içinde bulunduğu, yaşadığı dar madağınık hal ve taşıdığı zaaflar arasında, ilk ba nır tanımama, manevi boşluk, nihilizm... biçi minde tezahür eden küresel fesâd, İslâmî erdem lere olan acil ihtiyacı ve susamışlığı vurgulamak kışta insanda hayal kırıklığı oluşturacak boyutlar da bir çelişki dikkati çekiyor. Müslüman toplum ta, İslâm’a ve Kur’ân’a ilgi her geçen gün bir kat daha artmaktadır. lar yıllar ve hatta asırlar süren sömürgeleştirilme İşte, 11 Eylül 2001 tarihinde yeni bir hız kaza süreçlerinin etkisiyle birliklerini, dirliklerini, di nan küresel psikolojik savaş sürecinde Islâm’ın terör’le, vahşet’le, gerilik’le, ilkellik’le, bağnaz- namizmlerini, üretkenliklerini, heyecanlarını ve neredeyse umutlarını büyük ölçüde yitirmiş gibi görünüyorlar. Aralarına çizilen sun’î sınırlar, em lık’la... özdeş gösterilerek duygusal ve fikrî plan da, Müslüman ülkelere çeşitli bahanelerle saldırı peryalistlerin işbirlikçisi yönetimleri ile Müslü lar düzenleyerek fiilî planda bloke edilmek isten man halkları arasında yaşanan gerilimler, ülkeler mesinin temelinde yatan hakikat budur! Müslümanlar, aralarındaki yapay sorunları bir arasına sokulan sun’î sorunlar, iç çekişmeler, eko nomik sıkıntılar ve çaresizlikler ümmeti yıprattık ça yıpratıyor. Hep birlikte tanık olduğumuz bu genel görün tünün olumsuz bir manzara ifade ettiği doğrudur; ancak, ümmetin her zamankinden daha ziyade iş birliğine, birlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğu da bir başka hakikattir. Ümmetin dağınıklığı ve perişanlığı şer cep h esi ’nin iştahını daha fazla ka bartmakta, kan ve gözyaşı dökenler hep Müslümanlar olmaktadır. Sömürgeciliğin yeni biçimi nin yeni hedefi yine Müslüman dünyadır. Yeni Dünya Düzeni’nin hedef tahtasına İs lâm’ın yerleştirilmesi, genel anlamda yeni sıkıntı ları beraberinde getirmekle birlikte, çok önemli bir imkân ve potansiyelin de altını çizmektedir. 4 6 Ü m ran'A ğustos •2003 çırpıda aşıp güçlü bir vahdet oluşturmalarını sağ layacak olan ümmet bilincini yeniden canlandıra bilirlerse; maddi problemlerini hızla çözümleyebi lecek geniş ve zengin ekonomik potansiyellerini harekete geçirebilirlerse; insanlığa yepyeni bir ya şam modeli sunabilecek entelektüel ve fikri öncü lük misyonunu yerine getirebilirlerse, hem kendi lerinin hem de tüm insanlığın kurtuluş meşalesini yakmış olacaklardır. 21.yüzyıl İslâm’a gebedir. Ç a ğımız insanı, A llah’ın dini İslâm’ın kurtarıcı çağ rısına her zamankinden daha fazla muhtaçtır. A l lah’ın kendileri için din olarak seçip-beğendiği İs lâm; Müslümanların Kur’ân’m dipdiri mesajını anlayıp yaşayarak bir havar modeli biçiminde in sanlığa! sunmasını bekliyor. ■ ÜMMETÇİLİK HAYAL Mİ, VAKIA MI? KAZIM SAĞLAM B azı kavramların, düşüncelerin tarihe karış tetiklerini oluşturm akla yükümlüdürler. Bunu tırdıklarına, artık bugüne hitap etmedikle A B vb. birlikteliklere karşı da addetmemek gere rine hükmedilir; bir de bakarsınız tarih on kir, belki de A B ile veya benzeri uluslararası kuru ları önümüze ter ü tâze olarak sunar, canlılıkların luşlarla dünyada adaletin sağlanmasında işbirliği dan ve gerçekliklerinden hiçbir şey kaybetmemiş de yapılabilir. O ayrı. İslam Ümmeti olarak bugün gibi dururlar. Buna tarihin tekerrürü mü demek beraber hareket etmeye mecburuz. Bu zorunluluk lâzım, yoksa o düşüncelerin temel insaniliğe uyu hem itikadı anlayışımızla, hem tarihi seyirle hem munun farkına varışı mı demek lazım... dünyanın durumuyla birebir örtüşüyor. İslam’ın İslam Um meti’nin varlığı, birliği, birlikteliği, ilk yıllarındaki ümmet varlığını ve ümmetçi tavrı dirliği de böyledir. Ümmet fikrini, ayrılık ve bölü hariç tutarsak, bugün dünya müslümanları zihnen cülük kabul edenlerin bile bugün, artık birlikte ve vaki’ olarak ümmetçi olmaya daha yakın, belki likleri telaffuz etmeye, hayata geçirmenin yolları de mecburdur ve tarihte hiç bu kadar ümmetçi ol nı aramaya koyulduklarını müşahede ediyoruz. mak için imkan elde etmemişlerdir. Tarih boyun Asrın, ortak çaba asrı olduğunu herkes idrak etmiş ca birbirleriyle uğraşmış bir ümmet, bugün topye- durumda. İdrak bozukluğunu yaşayanlar, akıl tu kün ötekilerle hesaplaşmak durumuyla yüzyüze tulmasına maruz kalanlar, tarihi, insanı, medeni gelmiştir. Bu bir tercih değil, bir sürüklenmedir. yetleri tam okuyamayanlar, kıblesini batı ilan Sıkıntılarımız da sürüklenmişlikten gelen sıkıntı edenler, birlikteliği başka yerlerde arıyorlar. Bir lardır. Yani dış şartlar ümmet birliğini gerektiri liktelik ile bir mesele hakkında ortaklığı da birbiri yor, buna zorluyor ama ümmet buna henüz hazır ne karıştırıyorlar. Kur’ân’dan, hadisten, tarihten, değil. insanlığın kaderinden ders almak istemiyorlar ve birlikteliği de saptırıyorlar. Dünyada İslam Üm K ur’ân Ümmet 01(uştur)m ayı Emreder meti dışında başka birliktelikler, ortaklıklar olabi lir, ümmet mensupları bu birlikteliklere de katıla Müslümanların inandıkları nasslar, ümmetin bilirler, ama aslolan ümmetin varlığı ve birlikteli ğidir. oluşturulmasını ve beraber hareket etmelerini İslam Ümmetinin varlığı ve birliği insanlık ediyor. Kur’ân’m birçok âyeti “Ey iman edenler” emrediyor. Allah(c.c.) Müslümanları kardeş ilan için elzemdir. Müslümanlık büyük insanlıktır. Bir diye başlıyor. kişi, insanlığını ne kadar fıtrata uygun devam et “M üslüm anlar an ca k ve sadece kard eştir ,.,”(Hucurat 49/10) âyeti, müslümanları bir tiriyorsa, o denli İslam’a yakındır. Diğer uluslararası birlikteliklerden önce belki bütün olarak kabul ediyor, aralarındaki ilişkiyi de onlarla atbaşı olarak müslümanlar kendi birlik' kardeşlik esasına dayandırıyor. Kardeşler arasın Ü m ran,A ğustos •2003 47 KAPAK daki ayrılık, nifak ve şikak gibi zaafların kaldırıl yanlıştır. Ümmet kardeştir ve ümmet arasındaki masını istiyor. Şayet bu hastalıklar bertaraf edil tefrika felaket getirir. mez ise ümmetin uğrayabileceği kötü akıbetleri haber veriyor: İslam coğrafyası birlikte harekete elverişlidir; müslümanların üzerinde yaşadıkları coğrafya bir- "Topyekürı Allah’ın ipine sanlın. Parçalanıp da biriyle içiçedir. Genel olarak, devlet sınırları be ğılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. lirlenirken ya doğal sınıra uyulur; dağ silsilesi, ne Hani siz düşman idiniz, O, kalplerinizi birleştirdi. O ’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ve yine hir, deniz veya etnik kökene göre sınır tespit edi siz ateşten bir çukurun kenarında idiniz■O , sizi ora rak sınır tespiti yapılır. İslam coğrafyasında sayı dan kurtardı. İşte Allah, hidayet bulasınız diye size lanların hiçbirine uyulmamıştır. Kaldı ki bu sayı lir yahut kültür, tarih vb. kıstaslar hesaba katıla âyetlerini böylece apaçık bildiriyor.”( A li İmran, lanlar müslümanların itikadını bağlayıcı unsurlar 3/103) asla değildir. İslam ülkelerinin coğrafi anlamda bi Dikkat edilirse burada muhatap olarak her ramda oluşu aralarındaki bağların sahiciliği, nü hangi bir kavim, millet, ulus devlet, belli sınır fusları onların birarada yaşamalarını gerekli kılı tahdidinde bulunmuyor. Topyekün bir İslam yor. Ümmetinden bahsediyor. Tarihi birlikteliklerimiz ve ortak kültürümüz Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’a ve Re de beraberliği gerekli kılıyor. İslam tarihi boyunca sulü’ne itaat edin. Birbirlerinizle çekişmeyin, sonra ümmet birlikte hareket ettiği zaman azîz olmuş korkuya liapılırsmız, gücünüz /güzelliğiniz /devletiniz / iktidarınız yok olup gider. Ve sabr edin. Şüphesiz, tur; ayrı ayrı hatt-ı harekette bulunduğu zaman zelîl olmuştur. Allah sabredenlerle beraberdir.”(Enfal 8/46). Âyet bize uyarıda bulunuyor, eğer ayrılık zuhur eder de Cihanşümul İslâm Dar Sınırlara Hapsolunamaz bu giderilmez ise, o zaman başka milletlere yem oluruz. Müminler bir vücudun azalan gibidir. Vü Müslümanlar, zihinlerini daraltan yanlış anlayış cudun azalan bir bedene aittir. Bu ayetlere sadece lardan kurtulmak zorundalar. Kur’an, Sahih Sün herhangi bir ülkenin iç meselesi gözüyle bakmak net, İslam T arih i... ümmetin birlik ve beraberliği 4 8 Ü m ran-A ğustos •2003 ÜMMETÇİLİK HAYAL Mİ, VAKIA MI? / SAĞLAM ni emrederken, müslümanların, zihinlerini ulus- meye zorluyor. Asrın oıtak iş yapma asrı olduğunu devletle sınırlı tutmaları, onların uflcunu daraltı herkes kabul ediyor. Rusya, SSC B ilçen içi boş olsa da güçlü idi, Rusya olunca oyuncak oldu. AB bera yor. Zihinlerinde tüm dünyaya açılmayı, dünyayı sarsan “büyük haber” oluşturmayı anlayamıyorlar. Aslında bu dar zihin önce bizi belli toprak parça ber hareket edince dünyada itibar kazandı. sına mahkum ediyor. Sonra o mahkumiyete İsla- Dünyanın hakim gücü, gözünü ümmet toprak larına dikmiş, yutmak istiyor. Böyle bir durumda mi gerekçeler bulmaya itiyor. İslam cihanşümul İslam ümmetini bekleyen üç durum var: Ya coğ bir dindir ve hiç bir ülkenin, ırkın sınırlarına hap- rafyamızı terk edeceğiz ve Filistin’deki gibi yaban solunamaz! Böyle düşünenler İslam akidesini, tev- cı yerleşimciler topraklarımızı işgal edecek! Ya hid akidesini kavrayamamışlardır. Zihinlerinde müslümanlılctan vazgeçeceğiz! Ya da topyekün bu darlık halledilmedikçe, ümmet nassları tam ve ümmet olarak biraıaya gelip, varlık mücadelemizi sürdüreceğiz. doğru olarak anlamadıkça ümmetin oluşması mümkün değildir. AB-ABD ile ilişkilere gelince: “Medeni alem Öte yandan, ümmetçilik milli varlığı, yerelliği le, dünyayla uyum içerisinde olmak lazım gelir” hor görmüyor; yerli, milli unsuru yok etmiyor; deniliyor. Müslümanların kendi aralarındaki bir ayakları yere basmayan, karşılığı olmayan bir enternasyonellik getirmiyor. Kur’an “Ey insanlar, Biz lik gündeme gelince, dünyayı din kavgasına dö nüştürmeye, geriye dönüşe, insanları itmeye götü sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanı rüyor diye nitelendiriyorlar. şasınız diye sizi uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphe Müslümanlar olarak ayrı ayrı dünyaya kafa tu siz Allah liatında sizin en şerefliniz en takvalı olanınızdır. Muhakkak Allah sizi bilendir, herşeyden haber tamayız. Varoluşumuz diğer müslümanlarla kaim dardır.”(Hucur at 49/13) buyuruyor. Burada kav- dir. Küreselleşen dünyada, bir İslam paktını, İslâm mi, kabileyi inkar yoktur. Kavim, aşiret, ulus, coğ birliğini oluşturmamız lazım. Bu birlik hiçbir dev letin başka devlete bağımlılığını, birinin başkası rafya, yerel kültürün üzerinde bir üst şemsiye ola nı kendi menfaati için kullanmasını gerektirmez. rak İslam akidesi vardır; Allah korkusu vardır; Bütün ümmet fertleri İslami olan tüm farklılıkla rını muhafaza ederek ortak tavır takınırlar. Müs gayret ve takva öne çıkarılmıştır. Hz. Peygambe rin bisetinde Arapların örf ve adetleri bile yok sa lüman halklar ümmet bilincini kuşandıkça güçle yılmamış, ayıklamaya tabi tutulmuştur. İbadet necektir. Kendi iç problemlerimiz vardır. İç tartış olan hac’da bile, menâsikin bir kısmı aynen mu malarımız sürecektir. Ama bu farklılıklar bizi ayrı hafaza edilmiştir. İslam’a, müslümanlara yönelti lığa değil mükemmelliğe doğru götürecektir. İslam len, kökü dışarda gibi, ne olduğu net anlaşılamıyan tenkit kasıtlıdır. coğrafyasında yaşayan takriben 1.5 milyarlık bir nüfus, ancak ümmet bilincini canlı tutup ümme Konjonktür Ümmeti Birliğe Zorluyor me karşı koyabilir ve bu emperyalizme muhalif tin birliğini gerçekleştirerek dünyadaki şedid zul olanlara rehberlik görevini de üstlenebilir. Bugün içinde yaşadığımız konjonktürel şartlar ve dünyanın bugünkü gidişatı da ümmeti biraraya gel Bu hayal değil, görünen bir vakıadır. Bakması nı bilenlere! ■ İSLÂM DÜŞÜNCESE VE TARİHTEKİ! YSRS D E L A C Y O ’LEARY 320 Sh. Pınar Yayınları İstanbul kitap kültür merkezi büyük reşitpaşa cd. no: 22/16 vezneciler İstanbul tel: (0212) 520 98 90-527 06 77 Ü m ran -Ağustos -2 0 0 3 49 ÜMMETİN DİRİLİŞİ VE ETKİN BİR DİL MURAT KİRİŞÇİ 0. yüzyıl, ümmetin büyük kayıp ve yıkımla likle ve değişmez koşulu Kur’ân kaynaklı yani, rının ardından, tekrar dirilme ve yeniden Kur’ân’a dayalı olmasıdır. Kur’ân’a dayalı olması, bir söylem oluşturarak yeni bir kimlikle or düşünceden fiile geçecek bir pratik de ortaya ko taya çıkma yolundaki çalışmalarının yüzyılı ol yar. Bu pratiğin göstergeleri bireyde görüldüğün muştur. Bu çalışmalar daha başlangıcında olduğu de, oluşan atmosferde birey bazında hakim ve sa muz 21. yüzyılda da hâlâ devam etmektedir. hih bir dilin oluştuğu anlaşılır. Bu bireylere en gü 2 Ümmetin son yüzyılda yaşadığı bu yıkımın benzerini, tarihin tüm zamanlarında değişik ka zel örnekler peygamberlerdir. Resûlüllah(s.), vahyin ilk gelişinden itibaren vim, ülke ve medeniyetlerin de yaşadığını biliyo tüm hayatında Kur’ân’ı “ah lak” edinmiştir. ruz. Ancak tarih yine göstermiştir ki, isyanlar, Kur’ân’ı “ahlak” edinmek; Kur’ân’a göre düşün başkaldırılar, inkılaplar, ihtilaller gibi toplumsal nüşümler de yaşanmıştır. Tarihe yön verecek ka mek, Kur’ân’a göre disiplinize olmak, Kur’ân’a göre hayatını düzenlemek, Kur’ân’a göre davranmak, Kur’ân’a göre iman edip bu imana göre amel etmek dar büyük değişimlerin ve toplumların dirilişinin demektir. Sayılan bu özellikleri taşımak için doğ temelinde ortak düşünce ve ortak hedefler yat ru ve katışıksız bir Kur’ân bilgisine ihtiyaç vardır maktadır. Bir inanışın ve ortak bir dilin ürünüdür ki, böylece doğru hedefe ulaşılabilir. İnsanın varo bu değişimler ve dirilişler. luşu da bu bilgiye fıtri bir uygunluk gösterir. hareket dinamizmleriyle ciddi değişimler ve dö O halde sözkonusu değişimlerin ve toplumla- Bahsi geçen “ahlak”, hem düşünsel hem pratik rın dirilişinin temelinde bulunan ve ümmeti de bir dirilişi simgelemiştir. Resûlüllah(s.)’ın haya rinden etkileyen/etkilemek zorunda olan bu dil tında mücessemleşen “ahlak”, bizim de bu dirilişi nasıl olmalıdır? Neleri içermeli, ne tür bir dirilişi gerçekleştirebileceğimizin en güzel örneğidir. Dü ve ne gibi değişimleri hedeflemelidir? şünsel bir diriliş, ortaya çıkış itibariyle, ister vahyî olsun ister insan aklının bir ürünü olsun, muhak I. Diriliş ve D il-Pratik Bütünlüğü kak bir kişiden başlar(peygamberlerin örneğinde olduğu gibi). O kişiden başlayan bu düşünsel diri Dil, düşünsel ve pratik bir bütünlük arzeder. Bu liş yine o kişinin hayatındaki pratiklerle de uyum bütünlük birey üzerinde tutarlı bir şekilde görül sağladığında ister istemez yakın çevresinden top melidir ve kendi içinde aynı tutarlılıkla yaşayan lumun en uzak köşelerine kadar etki edecektir. bireylerin oluşturduğu toplulukların da varlığına ihtiyaç vardır. —Nasıl birey: Nasıl ümmet? Düşünsel olarak sahih bir birey olmanın kesin 5 0 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 Düşünsel değişim, hayatı belirleyecek ve dirili şi gerçekleştirecek bir Gii oluşturmada önemli bir rol oynar. Bu değişim, önce “nefs”te başlayacak tır. Nefslerdeki değişim, düşünce ve davranışlarda ÜMMETİN DİRİLİŞİ VE ETKİN RİR DİL / KİRİŞÇİ ortak ve köklü değişimler yapacaktır. İşte bu an Yeni bir dil oluşturmak ve ümmetin yaşadığı lamda, düşünsel değişimin merkezi Kur’ân’dır. bu zilletten kurtuluşunu sağlayacak bir diriliş ger Çünkii, Kur’ân, nefsleri nasıl değiştirmek gerekti çekleştirmek için, bu dilin geliştirmesi gereken ğini ve bu değişimin nasıl korunabileceğinin yol hareketin ve yaşam modelinin ne ve nasıl olduğu larını gösterir: ‘‘Bir toplum kendi nefslerinde olanı nun tanımında Kur’ân’dan başka kaynak, Resûlül- değiştirmedikçe, Allah o toplumun ahvâlini değiştir lah(s)’dan başka pratik aramak boşunadır. Çünkü m ez”(13/11) Kur’ân, Resûlüllah(s.)’ın örneğinde Kur’ân bu konuyla ilgili her şeyi açıklamış ve Re- görüldüğü gibi, sahih bir anlayışla okunur ve anla sûlüllah(s.) ise nasıl yaşanabileceğini göstermiştir. şılmaya çalışılırsa, Allah’ın da yardımıyla, doğru bir bilgiye, doğru bir yaşama ve doğru bir hedefe II. Etkin B ir Dil ve Diriliş Potansiyeli ulaşılmış olur. Böylece düşüncelere katıştırılmış çeşitliliklerden kurtularak düşünce dünyasıyla Günümüz dünyasında mevcut sistemler, kendile pratiğin paralel olması sağlanır. rine has bir dil ve yaşama biçimi geliştirme çabası Düşünce-pratik paralelliğinin en güzel örneği içindedirler. Küreselleştirilme sürecindeki Batı ni yine Resûlüllah(s.)’da görüyoruz: O, Rab- uygarlığı hiçbir anlamı, düşüncesi, amacı olma bi’nden gelen vahye şüphesiz olarak inanır ve bu yan, ne için yaşadığının farkına varamayan, hazcı vahyi tüm hayatında yaşardı. Bu inanç-yaşam bir lığın had safhada olduğu bir yaşam biçimini in likteliğini, çevresine de yayar, duyurmaya ve an sanlara sunmaktadır. İnsanların düşünme yetileri latmaya çalışırdı. Bu inanç öyle bir güç, öyle bir ni ellerinden almakta ve evrensel kültür, küresel söylem, öyle bir dirlik ve dirilişti ki, O ’nun getir leşme, hümanizm gibi kavramlarla tüm yaşamı diği bu söylemi ister inansınlar ister inanmasınlar, kirletmekte, yabanileştirmekte, vahşileştirmekte insanlar sürekli gündemlerinde tutmak zorunda dir. Batı, ekonomik hayatı putlaştırmış, teknoloji kalırlardı. Çünkü, Resûliillah(s.) tam anlamıyla yi kutsamış, bilimi tanrılaştırmış ve hayatı, tek bo inanır ve her ne sıkıntı olursa olsun bu inancının yutlu algılama biçimlerine yönlendirmiştir. İnsan gerektirdiği şekilde yaşamaktan vazgeçmezdi. Çok lar Batı’nın ortaya koyduğu bu pagan kültür için kısa bir zamanda toplumun genelinde ortaya çı de maddi arzular peşinde, hedonist ve tutkuları kan gündem ve zihinlerin şekillenişi O ’nun şah nın mahkumu olmaktan kurtulamamaktadır. sında net olarak tanınabilen, yaşanabilen bir pra Maddeyi tanrılaştıran bu anlayış, ne ilginçtir ki, tikten meydana gelmişti. Bu haliyle Resûlül- aynı zamanda insanı da bir madde gibi görmekte lah(s.)’ın çevresindeki insanlar, neye çağrıldıkla ve insana karşı bu şekilde davranış belirlemekte rını ve çağrılan şeyin nasıl yaşanabildiğim veya dir. neyi reddettiklerini bilmekteydiler. Görüldüğü gibi Batı bir dil oluşturmuştur, ama Um ran -Ağustos -2003 51 KAPAK insana dair, insan için bir dil değil daha çok insa nebilecek, karşı çıkabilecek imkanlar ve dinamiz nı köleleştirme, ilahi olandan uzaklaştırma adınadır. İnsanı bireyselleştirerek, bencil, duygusuz, inançsız, insafsız hale getirirken, bu bireylerden min mevcut bulunduğu sistem sadece İslam ve bu oluşan toplumu da vahşileştirmektedir. İnsanı, kimse de İslam’ın vahyi canlı, dinamik ve küçük bir kıvılcımla dahi harekete geçebilecek enerjiye kendini reddeder bir hale sokmakta, bununla da kalmayıp bu reddedişin maliyetini yine insana yüklemektedir. Bir örnek vermek gerekirse Michael Jackson’a bakmak yeterli olacaktır. Jackson, siyah derisinden utanarak derisinin rengini açmak için yıllarca uğraştı ve sonunda biyolojik yapısını nu gerçekleştirebilecek olan da diri ve sahih üm met bilincidir. Her ne kadar atalet her yere ha sahiptir. Bu enerjiyi ortaya çıkaracak güç ise “Canlı K u r’â n ” olmayı başarabilmektir. Bu uğur da sıkıntıları göze alabilen müminlere, onların ka tışıksız, eğilip bükülmemiş vahyî söylem-dil ve yaşam biçim lerine ihtiyaç vardır. bozarak ucube bir yaratığa dönüştü. Bu örnek de göstermektedir ki, Batı dilini oluşturan temel faktör, barbarlık, gözü dönmüşlük, savaştır. Yani yok ediciliktir. Bu haliyle Batı’nın insanın varoluşunu anlamlandıran, yaşamı şekillendiren, inançların oluşturduğu gerçeği or taya koyabilen bir dil üretebilmesinin mümkün I I I . Sonuç Düşüncesini ve hayatını Kur’ân’ın istediği biçim de şekillendiremeyenler, “güç”ü Allah’tan başka her varlıkta görebilir. Kur’ân’ı bir yaşam biçimi olarak kabul ettiği halde, kendilerini farklı bir ya olmadığı görülmektedir. Bugün mevcut kötülükleri engelleyebilecek, paganist kültüre başkaldırabilecek, insanların ha yatını anlamlandırabilecek, adaleti-hakkı getire şam biçimine mahkum eden, Allah’ın yardımını bilecek ve ümmeti diriltecek yegane güç İslam’dır. Ancak İslam’ın hayata talip olmuşluğu ve ha yatı kuşatmışlığı tarih sahnesinden çekildikten ve değil bir sömürge dili olur. Bu bir kendini bilmez lik, bu bir yaratıcıyı bilmezliktir ki, bunun adını “düşünce özürlülük” koymakta bir beis yoktur. ümmet tespih taneleri gibi dağıldıktan sonra bir mağlubiyet ve eziklik psikolojisi içinde dilini, dir Unutulmamalıdır ki, başkalarının iktidar dilinden kurtulmanın yolu kendi dilinin inşâsından geçer. liğini, söylemini kaybetmiş ve bu yaşanan dağıl- Bu dil, farklı bir hayata talip olma mücadelesi mışlık tüm dünyada büyük felaketlere, savaşlara, işgallere yol açmıştır. dir. Bu mücadele, bilgi ve bu bilginin bilince dö nüşerek hayata aksetmesiyle varolacaktır. Bu ya Üzücü bir gerçektir ki, ümmetin dirilişine ve sile olabilecek yeni bir dil ile ortaya çıkabilme ve şam, ümmete ve tüm insanlığa hayat verecek, di- İslami bir anlayış geliştirebilmeye en fazla şüphey le bakanlar müslümanlardır. Bugün ümmetin he men hemen tümünün İslami anlayışları bu şüphe zihninde yaşatamayan, kısacası “Canlı K ur’ân ” olamayanların oluşturacağı dil ve bu kişilerden beklenen diriliş Kur’ânî bir iktidar dili ve dirilişi riltecektir. Vahyi hakim kılma dinamizmi bir ilke olacak ve hem ümmet hem de dünya zulümden kurtulacaktır. Bu bir rüya değil bir gerçektir. Çün kü bu yaşanmış ve Allah tarafından vaat edilmiş den etkilenmiş, böylece küçük hesapların insanla rı olunmuş ve ümmet bu hesaplar tarafından zap- tir. tedilmiştir. İslam’ın hakim söylemi ortadan kalkıp Batı li ve bu dilinden ortaya çıkacak diriliş; -Kur’ân çıkışlı tüm dünya hükümranlığına oynamaya başlayınca dünyada hem coğrafik hem siyasal anlamda bir kolonizasyon başladı. Bu kolonizasyon sistemi, girdiği coğrafyalarda ya aydınlardan başlayarak ümmeti kimliksizleştirip köleler haline getirdi ya da köleliği reddedenleri gözünü kırpmadan yok etmeye başladı. Halbuki bu kolonizasyon ve zu lüm sürecin* ortadan kaldırıp, dünya halklarını özgürleştirebilecek, sömürgecilere tek başına dire 5 2 Ü m ran-A ğustos •2003 O halde mücadelenin kaynağı olan iktidar di -Kur’ân teorili -Kur’ân pratikli olmalıdır. Ümmet, onu “Canlı K ur’ân ” halin de yaşayan peygamber gibi, Kur’ân’ı anlayıp yaşa malıdır. Bu haliyle düşünce, pratikle bütünleşir ve gerçek bir dile dönüşür. Gerçek, asıl, temel, sürek li bir dil ve diriliş, ahirete yönelik olmalıdır ki, Allah’ın hem kişi hem de ümmet bazında bekledi ği hayat tarzı da budur. ■ “İSLAM BİR CEMAAT DİNİDİR” IRA M. LAPIDUS Türkçesi: M ehmet BABACAN A B D ’li İslâm tarihçisi Ira M . Lapidus ile em ekli dirdiği, onları kimin yargılayacağı -Ceza / Yargı profesör olduğu U C Berkeley’de yapılan röporta Günü- ve hem cennetle ödüllendireceği hem de jı yayınlam ayı A B D ’lilerin genel İslâm algı(laya- m ayış)larının önem li bir ifadesi olarak yayınlamayı uygun bulduk. İslâm ’a ve on un çağdaş yüzlerine ilişkin A B D gö cehennemle cezalandıracağı gibi inançlar. Yahudi - Hıristiyan sisteminin temel esaslarındaki inanç züyle bir bakış için Lapidus biçilm iş kaftandı. M ev cut şa sisteminin aynısı. Fakat bu inanç sistemini h in bakışının dışında, m eseleye m ümkün olduğunca taraf Kur’an’ın Allah’ın son vahyi olduğu ve Hz. Mu- sız bakmaya çalışan bu tarih profesörü ile yapılan röporta hammed’in son peygamber olduğu fikirleri takip jın ilk bölümünü yayınlıyoruz. 1 1 Eylül sonrası İslâm ile il ediyor. Allah, bir kez daha insanoğluna doğruyu gili değerlendirm elerinin yer aldığı ik in ci ve son kısmı ise bulması için şans vermiştir. İslâmî inanç sistemin gelecek ayki sayımıza bırakıyoruz. M etind e yapılan bazı sığ de İslâm’ın bir kardeşlik duygusu, Müslümanlar değerlendirm eler için okuyucumuzu uyarmak isteriz. İfade ler bakışı aynen yansıtm ası am acıyla küçük değişiklikler dışında korunmuştur. arasında çok kuvvetli olan topluluk(cemaat) duy gusu yaratması ve siyasi bir bağlılığın temeli oluşu hayati önemdedir. İslâm ’ın G irift Yapısı -İslâm hem zaman hem de tarih boyunca ve hem de -Bize biraz Hz.M uhammed’den bahseder misiniz O .bir peygamber, savaşçı ve devlet adamı, hasılı pek çok şey idi. -Evet. O hayatına, kariyerine bir arayışçı ola zamanın herhangi belirli bir diliminde Icarmaşık bir ev ren olagelmiştir, değil mi? rak başladı. Çölde dağlara sessiz sedasız ibadet et -Kesinlikle öyle. Kendi değişik dinamikleri ve meye giderdi ve ilk aldığı vahiyler bu ibadetler es insanlar arasındaki, onların inançları, hayat tarz nasında olmuştu. Mekke’deki yıllar(ı) tebliğ yılla ları ve politikalarındaki farklılıklar bizim kavrayı şımızın ötesinde. rıydı, son hesap gününün tebliği, insanlara tevbe -Öyleyse, bütün bunlara bir ışık tutmaya çalışalım ve bir tarihçinin Islâm ’ı anlamamızda ne denli yar maları çağrısı. Kendi evi olan şehirden yine kendi dımcı olabileceğini görelim. İslâmî inanç sisteminin yimi onu komşu şehirlerden, özellikle de Medi önemli özellikleri nelerdir1 Bizim için açıklayabilir mi ne’den yardım alma arayışına sürükledi. Medi siniz? -Ah, evet. Esasında bizlere son derece aşina gelen şeyler. Tek Tanrı inancı, bu dünyayı kimin ne’de, bir topluluğu destekleyerek, sonrasında da yarattığı, insanoğlunu dünyaya kimin yerleştirdi ği, doğru davranmaları ve O ’nun yasalarına göre hareket etmeleri konusunda onları kimin yönlen mıştır. Bu tüm zamanların geleneğidir. Bu Allah’a etmeleri ve fakire, dullara ve yetimlere iyi davran insanları tarafından çıkarıldığı Mekke’deki dene bu topluluğun savunması ve çıkarı için savaşarak faaliyetlerine toplumsal ve siyasal bir boyut kat imanın, ahlaki ve etik davranışın ve bir topluluğa olan sadakatin bir birleşimi olarak İslâm’ın ve ta U m ran-A ğustos -2003 53 KAPAK bii diğer dinlerin karakteristiğidir. Bu durum her anlamda Islâm’a özgü değildir. -İslâm’ın evrensel öğelerini ve küresel ölçekte ya yılmasındaki başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gibi unsurların bazılarına değindiniz. Fakat bu husus ta biraz daha konuşabilirseniz■■. -Benim meseleye bakışıma göre bazı unsurlar evrensel öğelerdir, ancak en kritik olanı Islâm’ın bir kardeşlik ve cemaat duygusu yaratmasıdır. İn sanlar Islâm’a girdiklerinde, bir cemaate de giri ortamlar İslâm’ı anlama ve uygulamada farklı yol ları beraberinde getiriyor. Bu nedenle, örneğin kuşatıcı bir elit yani siyasi elitle başlıyor. Ortado ğu’nun Arap fatihleri ilk Müslümanlar oluyor ve ardından toprak sahipleri, hükümet yetkilileri, as kerler, tüccarlar arasında İslâm’a girişler oluyor. Sonradan, İslâm aynı din adına bu siyasi elitlere direnen fakir insanların, baskı altındaki insanla rın dini olur. Böylelikle bu dinin nasıl yorumlana cağı üzerinde anlaşmazlığa düşüyorlar: Acaba kim dini doğru anlıyor? -M evcut tarihsel Îslâmî inanç sisteminde Islâm’ın bir olaylar nedeniyle bizim kardeşlik duygusu, Müslümanlar ara Islâm halikındaki yanlış yorlar. Aynen insan ların C alifornia’ya gelmeleri gibi; yeni gelen bir kimse ne ya algılarımızdan -biz der par? Ya bir kilise veya sında çok kuvvetli olan cemaat duygu ken A B D ’de yaşayan bir sinagog ya da bir su yaratması ve siyasi bir bağlılığın te insanları kastediyorumcami bulur kendisine. birisi de onu tek boyutlu Muhakkak bir cema meli oluşu hayati önemdedir. görmemiz, karmaşık ya ate girerler. Islâm’ın pısını görmeyişimizdir. dünya çapında bir po Fakat ‘İslâm Topluluklarının Ansiklopedik T ari tansiyeli mevcut. Bir aidiyet duygusu verdiğinden, h i ’ adlı kitabınızda İslâm’ın yerel ortamlarla, toplu çoğu zaman dağınık ya da bölük pörçük klan-tipi luklarla ve kuruluşlarla ne ölçüde ilişki içine girdiğini topluluklar, aşiret toplulukları, tüccar toplulukla rı gibi birçok göçmenin ve yeni gelenlerin olduğu topluluklara ııygun geliyor. Bu çok önemli bir fak tör. Tabii, inanç sisteminin kendisinin insanlara olağanüstü uygun gelmesi de önemli. Ortada or tak bir Yahudi-Hıristiyan-Islâm mirası var. İslâm insanların anlamı keşfettikleri ve doğru davranı şın ölçülerini buldukları bir dünyaya bakışı veri yor. Bu iki unsur genel, evrensel unsurlar; ancak İslâm belirli tarihsel dönemlerde yayıldıkça fetih dönüşümlerini, İslâmî yönetimi, ticari toplulukla rı ortaya çıkarıyor. Bazen bu misyoner tebliğcilerin faaliyeti oluyor. Fakat dünyanın her yanından insanları İslâm’a kazandırma süreci başladığı an dan itibaren, farklı bir tarihsel bağlam mevcut. -İslâm’ın bu yerel ortamlarla nasıl temasa geçtiği dinamiğine bakmadan önce- şunu merak ediyorum: A caba İslâm’ın baskı altındaki ve fakir insanlara özel bir tekabüliyeti var mı? Kırık dökük ya da bölünmüş topluluklardan bahsettiniz. Fakat özellikle kendi kont rolleri dışında gelişen şeyler nedeniyle başarısız olmuş sınıflara telcabüliyetine ne demeli? -Kesinlikle böyle bir tekabüliyeti var. Ancak İslâm aynı zamanda orta sınıflara ve siyasi elitlere de tekabül ediyor. Dolayısıyla toplumun farklı ke simlerine farklı nedenlerle tekabül ediyor. Farklı 5 4 Ü m ran-A ğustos •2003 ve birçok açıdan nasıl değiştiğini açıkça belirtmişsinizArdından bizim üzerinde odaklandığımız, örneğin te rörizm veya siyasi fanatizm gibi, sonuçlarının ötesin de ve bunlardan farklı bir dinamik yaratan o yerel de ğişimleri ifade etmişsiniz. -Evet, kesinlikle öyle. İslâm farklı bölgelerde farklı yorumlanıyor. Yerel pratikte, eğer insanlara ve nasıl ibadet ettiklerine bakarsanız ve nasıl inandıklarını sorarsanız her yerde farklı olduğunu görürsünüz. Sınıfsal olarak değişiklik arzeder; eği tim seviyesine bağlı olarak da. Dolayısıyla bugün, örneğin köktenci Müslümanlar, siyasal Müslümanlar bulabileceğiniz gibi liberal Müslümanlar da bulabi lirsiniz; üstelik yalnızca Avrupa ve Amerika’da değil, aynı zamanda İran, Mısır, Pakistan ve En donezya’da da İslâm’ın mevcut (contemporary) demokratik değerlerle uyumlu ve medeni haklar ile insan haklarına aynen bağlı olduğuna inanan insanlar var. İslâm’a katı bir ritüel eylem sistemi şeklinde inananlar var. İslâm’ı evliyaların kutsan ması olarak görenler ve siyasi meselelerle asgari ölçülerde dahi ilgilenmeyen, bunun yerine kutsal bir insanın kabrine ziyarette bulunan ve o zatın yüzü suyu hürmetine A llah’ın yardımını talep edenler var. Bunlar çok değişik din çeşitleri, an- İSLÂM BİR CEMAAT DİNİDİR / LAPIDUS calc hepsi de İslâm faaliyet alanının/dairesinin içinde yer alıyor. i i".'; ve seküler olarak tanımlamaya devam ettikçe, muhalefet de Müslüman ve anti-seküler oluyor. - Doğru. Öyleyse Islâm, esnekliği nedeniyle yerleş Siyaset ve D in tiği yere göre farklı bir şekil alır. -Evet, öyle. Yine, İslâm’ın bunu yaparken di -Bu değişik durumlara işaret ederken, İslâm ile ilgili ğer dinlerden ayrıldığı fikrine kapılmanızı istemi bir sorun ortaya çıkıyor; acaba İslâm hangi noktaya yorum. İnsanlar bu temel inanç esaslarını ve pren liadar modemiteye, modernleşmeye veya sekülerleşsipleri yaşadıkları özgün durumlara uyduruyorlar. meye kendisini uydurabilir? Kitabınızı okuduğum l<aKutsal kitaba rehberlik etmesi için bakıyorlar an darıyla bunun açık, net bir cevabı da yok. Bu doğru cak farklı yorumlar çıkarabiliyor ve ne söylendiği m u? Yoksa var mı? ne ilişkin farklı duy -Hayır, yok. Buna gular yaşayabiliyorlar. İki seçenek var: İlki dini inanç ve prati Aynı metni okurken, verilen farklı karşılık lar var. Bazı Müslü ğin birlikte yürütüldüğü peygamber Hz. hatta Kuı’an’ı okur manlar bunu kabul ken dahi bazı insanlar Muhammed’in örnekliği var. Bu model bir ayeti hayati bula ettiler. Açık bir bi “adil” bir toplumdur. Diğer model ise cakken, bazıları ise bir çimde görülüyor ki, bütün Müslüman başka ayeti işaret ede din ve devletin ayrıldığı modeldir. dünyasında üst sınıf cekler. Evet, İslâm lar, orta sınıflar bu çok uyumlu/ uygula gün bir şekilde Batı tipi hayat tarzını yaşıyorlar. nabilir bir din. Tabii diğer dinler de öyle. Bir mil Çok dindar Müslümanlar olabilirler, ancak fizik yar ya da daha fazla takipçisi olan bir din özellik sel hayat tarzları temelde Batılı. Bütün teknoloji le pratikte oldukça uygulanabilirdir. leri rahatlıkla benimsiyorlar. Birçok insan Avrupa -Siyaset ve İslâm üzerine biraz daha konuşalım. ve Amerika’dan gelen siyaseti benimsiyor: siyasi Çalışmanıza ve İslâm tarihinin genişliğine bakan bir partileri; demokratik siyaseti, daha önce belirtti kişi “Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek” mi gerektiğine ğim gibi; medeni haklara ve insan haklarına say yoksa din ve devletin ayrılmaz biçimde birleşik mi ol gıyı. Dolayısıyla Hıristiyanların Hıristiyan, ya da duğu sorusuna farklı cevaplar verilebileceğini açıkça Yahudilerin Yahudi kalması gibi birçok Müslü görür. Öyleyse bu ayrımı İslâm bağlamında anlama man modem bir dünyada modern bir biçimde ya mıza ve imanın/ inancın hangi noktayı gösterdiği ko şıyor. Diğer bir uçta ise Batı modemitesini, temel nusunda yardımcı olunuz. olarak yaşamanın en çirkin biçimi olduğu gerek -Gerçekten iki seçenek var. İlki dini inanç ve çesiyle reddeden birçok insan var. Onlar moderpratiğin, toplumsal olayların ve siyasetin birlikte nitenin materyalizmini, tüketim mallarına verdiği yürütüldüğü peygamber Hz.Muhammed’in örnek önemi reddediyorlar. Onun siyasi değerlerini red liği var. Tek bir lider. Tek bir otorite var. Bu kü dediyorlar; çünkü eninde sonunda ortaya çıkacak çük ve iç içe geçmiş(entegre) bir topluluktur. Bu olan mutlak tek bir doğru olduğuna inanıyorlar. örneklik Müslüman dünyanın birçok coğrafyasın Siyasi rekabet için bir pazaryeri kurulması fikrini da yüzyıllar boyunca devam etti. Onsekizinci yüz benimsemiyorlar. Bunlar iki temel faktördür. yıldan itibaren günümüze gelinceye dek ideal mo -Siyaset ve din üzerine konuşalım.. Bir şey daha del olarak benimsendi. Bu model “adil” bir top mı söyleyecektiniz? Yolisa başl<a bir düşünceniz mi vardı? -Çağdaş/ mevcut dünyaya neden karşı durduk larına ilişkin daha başka bir fikrim var. Çağdaş devletlere karşı çıkıyorlar. Birçok Müslümanın yaşadığı ülkeler demokratik olmayan ülkeler. Ya birer askeri rejimler, ya da zayıf oligarşiler hatta aile rejimleridir. Bu rejimler kendilerini modern lumdur. Diğer model ise din ve devletin ayrıldığı modeldir. Siyasi elitler bir grup, din hocaları ve onların takipçileri ise bir başka gruptur. Siyaset seküler normlarla çalışan bir mekanizma şeklinde algılanırken; dini inanç sahipleri(!) ise dini norm ları takip ederler. Prensipte ya da teoride pek de fark edilmeyen bir ayrım vardır pratikte. Fakat pratikteki bu ayrım, tarihsel olarak, büyük ölçekli Ü m ran -A ğ u stos-2 0 0 3 55 KAPAK toplumların yönetiminde, bugün de modem ulusdevletlerde sıradan bir yoldur. Dolayısıyla pratik ve teori, pratik ve ideal çelişki halindeler. Devlet, din ve siyasetin birliği bugün gerçekleşen pratiğin eleştirisi veya onun bir alternatifi olarak görülü Dolayısıyla, bazen Müslüman oluşlarına sarılıyor lar. Bazen ailelerinin finansal çıkarlarına sarılıyor lar. Bu her yerde insanlara çok geniş bir seçenek yelpazesi sunuyor. İnsanların başka herhangi bir bağlılıkları veya sadakatleri olmaksızın yalnızca yor. -Afganistan ve Taliban da bunun en uç örnekle-, Müslüman olduklarını söylemeleri hâlâ uç ve az riydiler, değil mi? -Bu, T.aliban’ın gerçek dini kurallar olarak gör düğü şeyleri uygulayacak bir İslâmî devleti kurma lumda entegre olmaya zorlayan yükümlülükleri olmadığı için, yalnızca siyasi aşırılar ve teröristler nın en uç örneğidir. -Çalışmanızda tekrar tekrar İslâmî kimliğin birçok dur. İslâm’ı insanları tek başına tanımlayan bir şey diğer kimlikle birlikte varolduğunu ve İslâm’ın yeşer diği her yerde hem tanımladığı hem de şekillendiği kar maşık bir medeniyetin parçası olduğunu vurguluyor sunuz. -Eğer tek tek fertlerle konuşursanız -bence geçmişte ya da günümüzde herhangi biriyle- in sanların çoğu, sizin de söylediğiniz gibi, çok katlı bir kimlik ifade edeceklerdir. Müslümanlar, fakat bu söylenecek tek şey olmayacak. Onlar aynı za manda bir aile veya kabilenin de üyesidirler. Be lirli bir bölgeden gelen insanlardır. Birer meslek leri vardır. Bir türlü siyasi bir bağlılıkları vardır. Müşteri ilişkileri vardır. İktisadi çıkarları vardır. Bu karmaşık bağlantılar kimi zaman çelişkilere neden oluyor ve insanlar mevcut durumda hangi si daha önemliyse ona göre bir orta yol buluyorlar. 5 6 Ü m ran-A ğustos - 2003 rastlanır bir durum. Bunu, geri kalan herkesi top arasında görebilirsiniz. Bu az rastlanır bir durum gibi düşünmemeliyiz. Yalnızca insanların düşün celerine yön veren önemli bir faktördür. -Dolayısıyla farklı bir kurgu/yerleşme ç o k ... -Farklı, değişken bir ağırlığa sahiptir. Kadın ve Islâm -İlgi çeken bir diğer konu da Icadınların İslâm’daki sta tüsü, rolü ve yeri. Yine kitabınıza dönersek, İslâm’da kadınların statülerinin A B D ’deki yaygın algılamanın çok ötesinde karmaşık bir tarihi ve evrimi olduğunu belirtmişsiniz. Bu statünün karmaşık yapısını ve za manla yaşanan değişimi bize kısaca anlatabilir misi niz? -Bu yalnızca karmaşık, çok boyutlu değil; aynı zamanda tartışmalı da bir mesele. İSLÂM BİR CEMAAT DİNİDİR / LAPIDUS -Evet, öyle. -Hatta tehlikeli... Benim meseleye bakışım, sizin de bildiğiniz belli başlı ana hatlarla ilgili. G e nel olarak konuşursak, Müslüman toplumlar ata erkil toplumlardır; dolayısıyla erkeklerin baskın bir konuma ve ailede son sözü söyleme hakkına sahip olmaları beklenir. İnsanların yaygın kana atine göre erkeklerin kadınlara nazaran akıl/man tık olarak üstünlükleri vardır. Erkeğin ailede bas kın olduğu bir sosyal düzeni doğru kabul ederler. Fakat gerçekte insanların birbirleriyle ilişkilerine daha yakından baktığınızda farklılıkların olağa nüstü büyük olduğunu ve her türden durumu göz lemlersiniz. Tipik ataerkil aileler görürsünüz. Karı ve kocanın, aileye ilişkin kararları alırken ya da tartışırken olsun, pratikte eşit oldukları çekirdek aileler görürsünüz. Kişiliklerinin verdiği güçle ve ya bazen ailesinin statüsü ya da zenginliği nede niyle gerçekte kadının evde baskın konumda ol duğu aileler görürsünüz. Eğer kadın geleneksel pratiğe saygı duyuyorsa bunu kamusal alanda gös -Peçe/örtünün iki anlama gelebileceğini söylüyor termez, fakat aile içinde baskındır. Dolayısıyla gerçek durumlarda çok geniş bir davranış spelctru- sunuz • Bu konu hakkında biraz konuşabilir misiniz, yani bunun yalnızca o toplum içinde boyunduruk al mu ve kadın ile erkek arasındaki güç dağılımına tına girdiklerinin bir göstergesi olmadığı ile ilgili? ilişkin toplumun resmi normları ne olursa olsun -Benim ana bakış açıma göre her zaman birçok çok değişken ihtimaller ile karşı karşıyasınız. Bu tablo çağdaş zamanlarda değişime uğruyor. Mo durum söz konusudur. Bu(örtii) birçok anlama ge dern zamanlarda değişiyor, çünkü öncelikle kadı nın eğitimi evrensel bir değer haline geliyor. Ka panması anlamına gelebilir. Markette kimse onla dınlar daha fazla eğitim aldıkça, kariyer imkanla kız arkadaşları vardır. Ailede tecrit edilirler. Bu rı, saygı ve ailevi meselelerde etkinlik gibi taleple ri daha sıkça dillendiriyorlar. Bu durum neredeyse anlama gelebilir. Tam karşıt anlama da gelebilir. lebilir. Kadının geleneksel olarak aile içine ka rın yüzlerini göremez. Dışarı çıkmazlar. Yalnızca Örneğin Mısır’da, ki çok güçlü bir İslâmî hareke evrensel. Dolayısıyla bugünlerde, muhafazakar te sahiptir, üniversiteli kızların çoğunluğu örtünü Müslümanlar da, reformcu veya dirilişçi Müslü- yorlar. Bana göre eğitimleri ve kariyerlerine erkek manlar da bu gerçekliğe imkan tanıyorlar; en azından bazıları. Bazıları kadınların eğitiminden egemen bir toplumda kendilerine yer açarak de yanalar ve erkeklerin üstün haklarından ne kadar yorlar. Bu açık bir mesajdır: “Ben ciddi, profesyo çok dem vururlarsa vursunlar, gerçekte işleyen sis tem çekirdek aile oluyor. Kadınların eğitimini nel bir insanım. Flört edilmek ya da eğlenilmek sağladığınız zaman, insanların tamamının içinden geçtiği süreci yaşarsınız; kadınlar kariyer ve iş ta rim vardır. Ve bir kariyer yapmak istiyorum. Bir vam etme isteklerinin yansıması olarak örtünü için burada değilim. Muhafazakar ahlaki değerle kariyere odaklandım ve iyi bir kadınım”. Bu aile lep ederler. Bu oldukça çelişkili bir durumdur, yi genç bir hanımın şehirde düzgün davranışlar çünkü muhafazakar Müslümanlar kadının bir kez sergilediği ve hakkında endişelenilmemesi gerek tiği konusunda temin ediyor. aile dışına taşınması ile birlikte aile dışı bir çok emel ve etkiye maruz kalacağını savunurlar. Hâlâ büyük ölçüde buna karşıdırlar. Fakat bu durum değişiyor. Eğitim ve medya, bugün kadının statü sünü korkunç bir şekilde etkileyen güçler oldular. -öyleyse bizim gelenekle özdeşleştirdiğimiz örtü, modernleşme, toplumsal Imtmanlarda yukarı doğru hareket ve aslında modernleşmenin taşıyıcısı oluyor. -Evet. ■ Ü m ran-A ğustos -2003 57 d a v e t in il k g ü n l e r i AHMET CEMİL ERTUNÇ nsanların karşılarına dikilip, savunageldikleri inançlarının yanlış ve hatta saçma olduğunu, isteyerek veya istemeyerek, neşeyle veya ıstı rapla uydukları hayat tarzlarının yanlışlıklarla do lu olduğunu, bu hayat tarzını ve dayanağı olan inanç esaslarını terk etmeleri gerektiğini ilan et mek kolay değildir. Üstelik, insanlara inançları nın ve hayat tarzlarının yanlışlığını bildirmekle kalmayıp, hayatları boyunca sahip olduklarından farklı bir inanç sistemini ve hayat tarzını sunarak, bunu kabul edip buna göre yaşamaları gerektiğini bildirmek hiç kolay değildir. Böylesi bir tavır bü yük tepkilere neden olur. Bu her zaman böyle ol muştur. Sosyal bilimciler ve psikologlar çok iyi bi lirler ki, insanlar memnun olmasalar dahi, yıllar dır alışageldikleri hayat tarzını, doğruluğundan bir yığın şüpheleri olsa dahi yıllardır inanageldikleri inançları terk etmeye yanaşmaz veya çok zor terk ederler. Onlar memnun olmasalar, mensubu ol dukları hayat tarzının kendilerine sıkıntıdan baş ka bir şey vermediğine inansalar dahi, başka bir hayat tarzına geçmeyi düşünemez, düşünmeleri is tense razı olmazlar. Mensubu oldukları hayat tar zını terk ederlerse pişman olacaklarını, onu da arar duruma geleceklerini zannederler. Bu neden ledir ki, bir proje dahilinde gerçekleştirilen top lumsal değişmelerin, öncekine oranla daha doğru, güzel ve iyi şeylere neden olacağı ifade edilse ve bu konuda son derece güvenilir teminatlar verilse dahi, ilk aşamada hep sert tepki görür. İnsanlığın İ bu garip durumunu ifade etmesi açısından şu tes pitler oldukça ilginç ve önemlidir: ‘'Yoksul olan 5 8 Ü m ran-A ğustos •2003 herkes hayal kırıklığına uğramış değildir. Şehirlerin ke nar mahallelerinde yaşayan yoksullardan bazıları, kendi uyuşmuş hayatlarından şikâyetçi değildirler. İçinde bulundukları çukurun dışındaki bir hayatın dü şüncesi onların tüylerini ürpertir... Açlıktan ölmenin sınırında yaşayan yoksulların hayatı gayeli bir hayat tır. Yiyecek ve yatacak yer bulmanın amansız müca delesine girişmiş olanlar boşuna çaba harcamış olma hissine hiç bir zaman yakalanmazlar. Varılacak amaçları maddî ve acildir. Her yenen yemek onlar için bir amacın gerçekleşmesidir; tok Icamına yatağa girmek bir zaferdir ve açıktan gelen her beleş şey bir mucizedir... Köle hayatı yaşayanlar yoksuldurlar; buna rağmen köleliğin yaygın olduğu ve uzun süre de vam ettiği yerlerde bir kitle hareketinin doğması zayıf bir ihtimaldir. Köleler arasındaki mutlak eşitlik ve kö le mahallelerindeki samimi sosyal ilişkiler ferdin hayal kırıklığını önler. Köleliğin yerleşmiş âdet haline geldiği bir toplumda başl<aldıranlar, yeni köle olanlarla köle likten hür bırakılanlardır . ”1 Bu itibarla, Resûlüllah(s)’ın aniden tüm Arap ların inançlarına muhalif, yürürlükteki uygulama ları yanlışlayan ve hatta aşağılayan şeyler söyle meye başlaması, daha önceki kırk yıllık dönemi kapsayan hayatı boyunca hemşehrilerinin tama mının saygı ve takdirini kazanmış birisi olarak, birkaç kişi hariç, bütün tanıyanlarını şaşkınlığa sürükler. Hemşehrileri olan Mekkeliler, Resûlüllah(s)’ta gerçekleşen değişime ilk zamanlar bir an lam veremez ve kabul edemezler. Resûlüllah(s)’dan duydukları sözler çok “ağırlarına gider” . Büyük bir şaşkınlıkla aralarında görüşüp, konuşur DAVETİN İLK GÜNLERİ / lar. Resûlüllah(s)’ın inanç larına ve hayat tarzlarına olan eleştirilerinin gün geç tikçe artması, şaşkınlıkları nı iyice artırdığı gibi, işin hiçte hafife alınacak nite likte olmadığını da yine ay nı şaşkınlık içerisinde gö rürler. Risaletin ilk günlerde denebilecek kadar erken bir döneminde Mekkeliler an larlar ki, Resûlüllah(s)’ın durumu, birilerine kısa sü reli bir kırgınlık veya kız gınlığın, yahut psikolojik bir rahatsızlığın ürünü de ğildir. Mekke sistemi açı sından ortada ciddi bir problem vardır. Fakat kırk yıldır çok iyi tanıdıkları ve bu nedenle de hiç kimsenin sahip olamayacağı tarzda olumlu sıfatlarla takdir et tikleri Resûlüllah(s)’a karşı fiili bir tepkide bulunmayı düşünemezler. Resûlüllah(s)’a yönelik bir sataşma veya saldırının, Resûlüllah(s)’ın mensubu olduğu Haşimoğulları ile diğer aileler arasında büyük problemlere neden olacağını bilirler. Aile bağları nın son derece güçlü olduğu Arap toplumunda bir ferde saldırının onun tüm ailesine, akrabalarına saldırı anlamına gelmesi, içlerinden geçeni uygu lamaya koymalarına engel olur. Haşimoğullarının, Resûlüllah(s)’ın davetine katılmasalar dahi, zor durumda onu desteklemekten kaçınmayacak larını, Arap kavmiyetçiliğin değişmez gereği ola rak bilmektedirler. Bu sıralarda Resûlüllah(s)’ın propagandasını yaptığı yeni dini sadece bireysel görüşmelerinde dile getirmesi Mekke ileri gelen leri için olumlu bir durumdur. Bu, hareketin top lumsallaşma ihtim alinin zayıflığına yönelik önemli bir işaret olarak düşünülür. Tepkileri daha çok alay etme biçiminde açığa çıkar. Resûlüllah(s)’la “A bdulmuttalib oğullarının gökten haber alan oğlu” diye alay etmeleri, çoğu zaman duyduk ları fakat kabul edemedikleri sözlere karşı tepki nin açığa vurulmasından başka bir şey olmaz. Bu ERTÜNÇ durumlarıyla da, “Muhammed’in sözleri kabul edilecek ve liatlanılacak şeyler değil fa kat, aklını yitirmiş birisini diklcate almaya gerek yok” demek ister gibidirler Ancak ne var ki, her ye ni günle birlikte durum bi raz daha değişir. İlk zaman lar eşi ve kızıyla sabah vak ti Kâbe’de namaz kılan ve başka bir taraftarı görün meyen Resûlüllah(s), kısa süre sonra Ebu Bekir(r.a) gibi toplumda önemli ko numa sahip bir şahsiyetin desteğini de alır. Resûlüllah(s)’a Mekke eşrafının el çisi olarak giden Ebu Bekir, yeni dinin taraftarı olarak döner ve o da Mekke’nin Meclisinden kopar; Meclis üyeliğini terkeder. Üstelik, Ebu Bekir hiç çekinmeden ilk günden itibaren Resûlüllah(s)’m söylediklerini kabul ettiğini açıkça her yerde ilan eder. O ’nun Müslüman olması, zenginliği nedeniyle toplumun ileri gelenlerinden sayılan ve sözü kabul gören bi risi olarak, Mekke’de ciddi bir dalgalanmaya yol açar. Mekke ileri gelenleri şaşkınlık üstüne şaş kınlık yaşarlar. Fakat şaşkınlıkları hiç sona ermez; her şaşkınlığı bir başkası izler. Kısa bir süre sonra daha başkalarının da Resûlüllah(s)’ın yanında yer aldıklarını, O ’nun söylediklerini kabul edip des teklediklerini duyar ve görürler. Bunlar, Mekke toplumunun aşağılayıp değer vermediği Bilâl-i Habeşî, Habbab bin Eret, Süheyl, Ammar bin Yasir ve Sümeyye’den (r.anhüm) oluşan bazı köleler dir. Ancak asıl şaşkınlıkları Ebu Bekir gibi eşraf tan birisi ile bu kölelerin arasındaki her türlü far kın reddedilip, hepsinin eşit kabul edilmesi olur. Bu, Mekke değerlerini uygulamada da alt üst eden bir hareketin doğmakta olduğunun ilk fakat aynı zamanda tehlikeli bir kıvılcımı olarak kabul edilir. Mekke toplumu ve özellikle de eşrafı için en çok düşündükleri ve cevabını bulmaya çalıştıkları konu, Resûlüllah(s)’ın bir anda niçin böylesi bir Ü m ran-A ğustos •2003 59 YAŞAYAN İSLÂM lah(s)’a da üstü kapalı bir mesaj verilerek kalbi pekiştirilir; “Sen, Rabb’inin nimetiyle bir mecnûn değilsin... Sizden hanginizin fitneye tutulup çıldırmış olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da göre cekler. Elbetteki senin Rabb’in kimin kendi yolundan şaşırıp saptığını, daha iyi bilendir. Kimin hidâyete er diğini de daha iyi bilendir” (68/2,5,6,7). Ancak Mekke’de kulaktan kulağa yayılan, toplantı ve sohbetlerin başlıca konusu haline ge len Resûlüllah(s)’la ilgili dedikodular, bazı Müslü manları kısmen etkiler; veya böylesi bir ihtimal belirmeye başlamış olmalıdır. Bunların kimler ol duğunu bilmiyoruz, ancak şu âyetler bu durumda bulunanların varlığından haberdar olmamızı sağ lıyor: “Battığı zaman yıldıza andolsun. Arlcadaşınız (olan peygamber) şaşırıp sapmadı ve azmadı. O hevâdan konuşmaz■O (nun söyledikleri) kendisine vahyolunan vahiyden başka bir şey değildir” (53/1-4). işe kalkıştığıdır. Aklı başında birisinin, küçük bir işe dahi hiç bir gaye gütmeden kalkışmayacağına göre, Resûlüllah(s) gibi toplumun takdirini kazan mış son derece akıllı birisinin, böylesi toplumun tamamına cephe almayı gerektirecek bir işe kal kışmanın nedensiz olduğunu düşünmez ve bu ne deni bulmaya çalışırlar. Fakat zengin olmak, ma kam elde etmek gibi gaye ve düşünceleri olmayan birisi olarak çok yakından tanıdıkları Resûlüllah(s)’ın böylesi bir işe kalkışmasını bizzat kendi lerinin hiçbir şekilde inanmadıkları bir tek sebebe dayarlar; “Aklını yitirmiş olmak”. Başka bir gerekçe bulamazlar. Ne düşünürlerse düşünsünler başka bir gerekçe bulamazlar. İddialarını bazen “mec nûn” veya “deli" sözleriyle bazen da “çıldırdı” sözle riyle ifade ederler. Hatta bu konuda öylesine ge nel bir kanaat oluşturmuş olmaları gerekir ki, biz zat Resûlüllah(s)’m bu menfi propagandanın etki sinde kalmaması için âyet vahyolunur. Bu âyetle, ilk âyetler vahyolunduğu zaman durumu kavra makta zorluk çeken Resûlüllah(s)’ın tekrar aynı tür şüpheye düşmemesi için gerekli önlem önce den alınmış olur. Ayette, Mekkelilerin kanaati nin yanlışlığı yüzlerine vurulurken, Resûlül- 6 0 Ü m ran • Ağustos •2003 Aslında, müşriklerin Resûlüllah(s)'la ilgili söz konuşu kanaatlerinin ve gerçekleşmiş olması ihti mal dahilinde bulunan Resûlüllah(s)’a inanmış veya yakınlık duyan bazı şahısların şüpheci tavır larının nedeni, sadece, Mekke ileri gelenlerinin bir anlamda organize ettiği karşıt propaganda ey leminin ürünü olmaz. Başka durumların da söz ko nusu tavır ve kanaatlerin oluşmasında etkisi oldu ğunu biliyoruz. Siyer ve Tarihlerden öğrendiğimi ze göre, risaletin daha ilk günlerinden itibaren Resûlüllah(s) insanlara sadece “Lâ ilâhe illallah de yin ve kurtuluşu erin” davetini gerçekleştirmekle kalmaz, o günün şartlarında akılları durduracak bir vaatte de bulunur. Karşılaştığı Mekke ileri ge lenlerine, “Ey Kureyşliler, bana itaat edin ki kıyame te kadar bütün insanlar sizin ardınızdan yürüsün” der. Bunun nasıl gerçekleşeceğini ise şu şekilde açıklar; “Benimle birlikte Lâ ilâhe İllallah deyiniz. Arap olmayanlar size cizye ödeyecektir. Allah’a ye min ederim Kisra’nın ve Kayser in hâzinelerini Allah yolunda harcayacaksınız”. Resûlüllah(s) bu sözle riyle “Eğer benim sizlere açıkladığım şeylere inanır ve onlara göre yaşarsanız, dünyanın iki süper devleti olan Bizans ve Sasani devletleri sizin mülkünüz ola caktır. Siz bütün dünyaya hakim olacaksınız”2 de mektedir. Mekke ileri gelenleri Resûlüllah(s)’m vaatlerinin pek akıl harcı şeyler olmadığını düşü nür, alay ve hakaretlerinde bu durumu da malze me olarak kullanmaktan geri kalmazlar. Resûlüllah(s)’ı veya Müslüman olduğunu bildikleri şahıs DAVETİN İLK GÜNLERİ / ları gördükleri zaman birbirlerine göstererek “Bunlar yeryüzünün krallarıymışlar. Kisra’nını mül küne konacaklarmış!” veya “Ya Muhammed bugün gökten kimse seninle konuşmadı mı?” diyerek alaya alırlar. Evet, alay ve aşağılama biçiminde de olsa artık İslâm Mekke’nin gündemindedir. Peş peşe gelen âyetler ise yeni konular açıklamakta veya her ye ni problemi çözmekte gecikmez: “O alay edenlere Imrşı biz sana yeteriz. O , Allah ile beraber başka ilah tutanlar yakında (yaptıklarının sonucunu) bilecekler dir. A ndolsun biliyoruz, onların söylediklerine senin göğsün daralıyor (canın sıkılıyor).’’ (15/95-97) Müşrikler, Resûlüllah(s)’ın söylediklerine, kendilerine yönelik eleştirilerine ne kadar sabre derlerse sabretsinler, ne kadar alaya alarak, sözle rini ciddiye almadıklarını göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, içten içe büyük bir kinle doldukları ke sindir. Bilhassa Ebu Cehil kinini kontrol edemez olur; öfkeden ne yapacağını şaşırır. O, kendileri nin de Kâbe’de ara sıra yapageldikleri “salât”3 isimli geleneksel ibadetlerine benzer, ancak bu ge leneksel ibadet biçimlerinin önemli oranda değiş tirilmiş biçimi olan hareketlerin, Resûlüllah(s) ta rafından Kabe’de sık sık gerçekleştirilmesinden, yani namaz kılmasından çokça rahatsız olur. “Es kilerin masalları” veya “deli sözleri” olarak nitele dikleri sözlere (Kur’an âyetleri veya Resûlüllah(s)’ın açıklamaları) karşılık, bu hareketlerin daha açıkça bir tepki ve protesto niteliğinde oldu ğunu görerek, Resûlüllah(s)’ı bu hareketleri yap ERTÜNÇ maktan vazgeçmesini ister. Eğer vazgeçmeyecek olursa tepkisinin sert olacağını belirtir. Arkadaş larına ise, Resûlüllah(s)’ı eğer namaz kılarken gö rürlerse kendisine bildirmelerini, o namazda iken “boynuna basıp, yüzünü yere süreceğini” söyleyip, bunu yapacağına dair de Lat ve Uzza adına yemin eder. Nihâyet bir gün Resûlüllah(s)’ı Kâbe de na maz kılarken görür ve sözünü tutmak için hemen harekete geçer. Ancak büyük bir korkuyla gerisin geri dönüp arkadaşlarının yanına gelir. Arkadaşla rının “Ne oldu sana böyle” demelerine karşılık “Onunla benim aramda ateşten bir çukur gördüm, Birtakım lianatlı şeylerde gördüm ve çok korktum” ce vabını verir. Daha sonraları Resûlüllah(s) bu du rumu açıklarken şunları söyleyecektir; “Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi”. Âyetlerde ise bir insanı namazdan alıkoymak gibi böylesi bir zorbalık ve failinden şöyle bahsedilir: “Namaz kıldığı zaman bir kulu engelleyeni gördün mü? Gördün mü? Ya o kul doğru yolda olur, Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse. O adam, Al lah’ın kendisini gördüğünü hiç bilmiyor mu? Hayır hayır! Eğer o , bu davranışından vazgeçmezse, andolsun ki, Biz onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı nın perçeminden tutup cehenneme sürükleriz” (96/9 16) Ayette hem olay protesto edilirken, hem de konuyla ilgili olarak insanlar bilgilendirilirler. Ayrıca, halka taraflar hakkında bilgi verilirken zorbalar tehdit de edilirler. Kur’ân gündeme takı lan değil, gündemi tayin eden; oluşturan olur. Müşrik önderlerin bu ilk fiili tepkisi Resûlül- YAŞAYAN İSLAM cek yolu göster” diye yakarır. Yegane sığınağı olan Rabb’inin yardımını talep eder. Bu sıralarda in sanlar arasında en büyük yardımcısı ise eşi Hati ce’dir. Sıkıntılı, üzüntülü bir halde evine gittiği zaman, kendisini tasdik edenlerin ilki ve insanlar arasında en önemli yardımcısı olan sevgili eşinin yatıştırıcı, rahatlatıcı sözleriyle sıkıntıları kısmen de olsa dağılır. Fakat her şeye rağmen, oluşacak her türlü tepkiye rağmen görevini büyük bir sada katle sürdürür, içinde bulunduğu zorlukların ne den kaynaklandığının bilincinde davetini aksat lah(s)’ı tedbir almaya sevkeder; Resûlüllah(s) da madan devam ettirir. Bu istikrarlı, kararlı tavrıyla dahil olmak üzere bütün Müslümanlar namazları ilgili olarak siyerlerdeki şu tespit, o dönem içeri nı gözden uzak, vadilerde ve dağlarda kimselerin sinde Resûlüllah(s)’ın özelliklerinin özeti niteli görmeyeceği yerlerde kılmaya başlarlar. Fakat bir ğindedir; “Allah'a iman ve kendisine geleni tasdik et süre sonra, Sa’d bin Ebî Vakkas, Ammar bin Ya- mekten hiç bir zaman ayrılmadı. Kendisine vahyolu sir, İbn Mes’ud, Habbab bin Eret, Said bin nanları tam kabul etti. O yüzden Allah’ın yüklediği Zeyd’den (r.anhüm) oluşan bir grup Müslüman şeylerin neden olduğu sıkıntılara Icatlandı. İnsanların böylesine gizli namaz kıldıkları bir zamanda müş hoşnutluğuyla da, hoşnutsuzluğuyla da karşılaştı; rikler tarafından fark edilirler. Durumdan rahatsız ama onlara tahammül etti. Peygamberlik vazifesinin olan müşrikler, Müslümanları namaz kılmaktan öyle ağır yükleri ve zorlukları vardır ki, onları, ancak engellemeye çalışırlar ve çıkan kavgada Sa’d bin Allah’ın yardımı ve tevfîkıyla kuvvet ve azim sahibi Ebî Vaklcas eline aldığı bir deve kemiğiyle müşrik olan peygamberler taşıyabilir ve Icatlanabilirler .”4 ■ lerden birisinin kafasına vurarak yaralanmasına neden olur. Böylelikle davet sürecinin ilk kanı da akmış olur. Elbetteki bütün bunlar en başta Resûlüllah(s) için büyük sıkıntıların nedenidir. Bir “beşer” ol ması nedeniyle, Resûlüllah(s)’ın kavminden gör düğü olumsuz tutum ve tavırlar karşısında sıkıntı D ipnotlar 1 E ric H offer, K esin İn a n ç lıla r, İstanbul, 1980, s. 67 2 Hz Ö m er’in h ilafeti dönem inde İslam ordusu Sasani sı nırlarına dayandığı zaman, Sasan î kom utanı R üstem ’e, Sasan î ordusunun teslim olm asını tek lif etm ek için, M üslüm anları tem silen elçi olarak giden Muğîre bin Ş u ’be, R üstem ’e karşı şöyle haykıracaktır; “ A lla h bize, duyması, çekinmesi ve hatta korkmasının yadırga bizim ara m ızda n, şeref, haseb ve neseb bakım ından en iy i nacak bir tarafı yoktur. Vahyolunan her yeni m iz , en do ğru m uz olan b ir peygam ber gönderdi. B u pey âyetle yeni talimatların verilmesi, bütün bir Mek gam ber bize b ir çok şeyleri haber verdi. S öyledikleri aynen ke toplumunun boy hedefi olmasına zemin hazır lar. Alayların, hakaretlerin, aşağılamaların, renci de edici sözlerin muhatabı olur. Gerçekleşen bu tepkileri veya gerçekleşmesi muhtemel olanları karşılamak veya karşılamaya hazırlanmak kolay v u k u b u ld u . O n u n bize haber ve rd ikle ri arasında b izim bu m em leketleri alacağım ız, b u ra la ra h a kim olacağım ız da y er a lm a k ta id i. Ben b u rad a a rk a m d a b u söylediklerim e in a n a n b ir to p lu lu ğ u tem sil e d iy o ru m .” (Ebu Yusuf, K ita b u l H a ra ç , İstanbul 19 7 3 , s.70) 3 Pek tabi ki, m üşriklerin “salât” yani T ü rk ç e ’de kullanı şeyler değildir. Bu nedenle yeni tepkilere neden lan anlam ıyla namaz ism ini verdikleri bir ibadetleri olacak âyetler karşısında “Ne yapayım. Bunu kav- vardı. Bu ibadet Hz İb rah im ’e em rolunan namaz’ın za mime nasıl söylerim” sözlerinde açığa çıkan sıkıntı m an içinde şekil, anlam ve fonksiyon değiştirmiş şek lar yaşar. Ve bütün bunlar tamamıyla “beşer” ol manın gereğidir. Ancak hiç bir zaman geri adım atmaz. Görevini hiç bir zaman aksatmaz. Çok sı kıntılı veya üzüntülü zamanlarında şehirden uzak laşarak dağa çıkıp, bütün içtenliğiyle “Ya Rabbü Kalbime itminan verecek ve benden bu kederi gidere 6 2 Ü m ran-A ğustos •2003 linden başka bir şey değildi. K ur’a n ’da, m üşriklerin K abe yanında kıldıkları namaz şöyle tanım lanır; “O n- la n n Bey t(K a b e )’ in y a n ın d a k ıld ıkla rı sa la tla n (n a m a zla r ı) ıslık ç a lm aktan ve el ç ırp m a kta n başka b ir şey değil d ir '^ 8/35). 4 *bn İshak. S iy e r , İsta n b ul. 1^88, s. 1 8 7 ,1 8 8 - *hr- Hişam, H z M u h a m m e d ’in H a y a tı, A nk ara, 1992, s. 153 NİMETLER VE SALTANATLAR AHMET YAŞAR S ahip olduğumuz bütün nimetleri bize, biz ya hayatının refahı için lâzım gelen ilimleri tahsi istemeden veren Allahu Teâlâ’ya hamd-ü le bir ömür harcıyorlar. Sonunda Hakk’tan uzak, senalar olsun. Salat-ü selamlarımız ise sadece menfaatlerini temin etmek için ortada do âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulü Ek- laşan bir varlık haline geliyorlar. Bu insanın çile rem(s.) Efendimizin üzerine olsun. si asıl bundan sonra başlıyor. Bu insanlar kazan dıklarını korumak ve daha çok kazanma hırsını F ân î H ayatı Ebedî H ayata tatmin etmek için, insanları sömürmeye ve bu ve T e rcih Etm e Yanlışlığı sile ile onlara zulmetmeye başlıyorlar. Yaptığı zul mü ve insanların sefaleti üzerine kurduğu saltana Sahip olduğunuz bütün varlık ve imkanları siz is tını devam ettirmek, her an kendisinden daha za temeden sizlere veren Allahu Teâlâ’yı(c.c) kamil lim ve ihtiras sahibi bir insanın, daha önce tır mânâda tanımak için, tevhid ilmini mutlaka tah mandığı zulüm basamaklarını çıkarak, kendisini sil etmelisiniz. Eğer Rabb’inizi hakkıyla tanıyıp tahtından indirmesine mâni olmak için de, etra muttakî mü’minlerden olmak için vazifelerinizi fında bir zulüm gücü oluşturur. yerine getiremezseniz, fiillerinizde meydana çıkan Bu imkânı temin edince mazlum halkları, sırt inkarın, isyanın ve nankörlüğün cezası çok ağır larına bağladığı menfaat hortumlarıyla posası çı olur. Bundan dolayı size verilen bir nefes sıhhate kana kadar sömürerek, zulüm iktidarının merdi karşı dahi şükür vazifelerinizi yerine getirmenin venlerini hızla tırmanmaya başlarlar. Fakat bir gayreti içerisinde olmalısınız. Zira mânevî kazan gün ilâhî hüküm tecelli edince, yaptıklarının hiç cınız, ebedî âlem olan âhirette yüksek derecelere bir fayda sağlamadığını hayretle görür. Ne yazık ki ulaşmanız buna bağlıdır. bu hakikatleri idraki, onu ayaklar altında sürüne Mânevî hayatınızı düzene sokmak ve kârlı bir yatırım haline dönüştürmek için inancınızdan do rek ebedî olarak cehenneme yuvarlanmaktan kur tarmaya yetmez. layı başınıza gelecek çile ve musibetlere de sabret- Asırlar boyu devam eden bu zulüm çarkının meli ve bilmelisiniz ki, sizin için musibet görünen günümüzde de devam etmekte olduğunu, mazlum bu hadiselerin arkasında büyük nimet ve hikmet Afrika, Asya, Güney Amerika ve İslam ülkeleri ler saklıdır. Bu nimetleri kazanmanın yolu ise sa nin halklarının durumu bizleıe açıkça göstermek bır ve şükür imtihanından geçmektedir. Bu işler tedir. Süper ve medeni olarak tanıdığımız ülkeler, size zor gelmesin. Bakınız bütün insanlar fânî olan bu ülkelerin topraklarındaki imkânları sömüre dünya hayatı ve gönüllerine taht kuran nefsin is rek, köpeklerine hastane yapmakta, insanlara ta tek ve arzularını temin için ne büyük çilelere kat hakküm etmek için mekanik ve kimyevi silah sa lanıyor, fedakârlıklarda bulunuyorlar. Hatta dün nayileri tesis ederek sömürü stratejilerini planla Ü m ran-A ğustos •2003 63 YAŞAYAN İSLÂM mak için enstitüler kurmaktadırlar. Bu sömürü hastalığın tedavisi için de herhangi bir araştırma nün ülkemizdeki boyutunu da akıl sahibi olan in sanlarımızın, her gün görmekte oldukları hadise yapma gayretinde bulunmamaktayız. Halbuki yi yip içtiklerimizden tat ve lezzet almazsak hemen lerden çıkardıkları kanaatindeyim. bir doktora gidip sebebini araştırarak gerekli teda- Mü’minler topluluğu olarak bizler de maddî menfaatlerimizi temin için lâzım olan her şeyi öğ .viyi olmak isteriz. Çocuklarınızın, hanımınızın veya aile fertleri renmekten geri kalmıyoruz. Yeme, içme, giyim nizden birisinin her hangi bir ihtiyacını temin et kuşam, lüks yaşamak ve rahatımızı temin etmek için, gece gündüz demeden çalışarak her türlü fe mek için, bütün gayretinizi sarf edersiniz. Gayret dakârlığa katlanıyoruz. Fakat, ne yazık ki mânevî hayatımızın ihtiyaçlarını öğrenerek yaşamak için hiçbir hususu araştırma ve yaşama gayretinde bu lunmamaktayız. Belirli bir müddet dünyada kaldıktan sonra ebedî olarak kalacağımız âhiret âlemi bizleri bek lerken, bizler, ne yazık ki ebedî olana hazırlık yap mamakta direnerek her an sonu gelecek olan dün yaya, ebedî imiş gibi yatırım yapmaktayız. Akıl sa hipleri için ne acı ve üzüntü verici bir durum. Ne yazık ki bizler dünya hayatındaki fânî ni leriniz neticesi isteklerini temin edemezseniz, üzü lerek dertlenirsiniz. Peki namazdan, oruçtan, hac dan, kurbandan, Kur’an’dan zevk almadığınız, hik met ve irfana ulaşamadığınız vakit, tevhid ilmin den cahil ve gafil kaldığınızı anladığınız zaman, hiç dertleniyor musunuz? Halbuki bu hususlardaki ihmalkârlık ve nemelâzımcılık, insanın mânevî hayatının ebedî olarak ölümüne sebep olur. Böyle bir akıbete uğramak istemiyorsak bir an evvel ge rekli tedbirleri almaya gayret etmeliyiz. Zira, ni metler elden gittikten sonra vahlanmanın insanla metlerden zevk ve tat alırken âhiret hayatımızı cennet nimetleri ile ebedîleştirecek, vaad ve müj ra hiç bir faydası olmayacağı aşikardır. Eğer bizler ilim meclislerinden, ilim tahsilin den, vaaz ve sohbetlerden zevk alamıyorsak, gön delerin gerçekleşmesine sebep olacak olan, ibadet ve amellerden zevk alamadığımız gibi, bu mânevî lümüzdeki fitne uyanarak gaflet hastalığı bünye mizi sarmış demektir. Bunun için, kendinizi mura 6 4 Ü m ran . Ağustos • 2003 NİMETLER VE SALTANATLAR / YAŞAR kabe altına alarak durumunuzu değerlendirin, ihadetlerinizden zevk almanızı engelleyen hastalığı' için bundan daha büyük bir felâket ise, cehalettir. nızla, bu büyük derdinizle dertlenip, tedavisi için çareler araştırın. Düşüncelerinizi bu işin tedavisi' lile tabi olmadığından dolayı insanın hidâyetine ne yoğunlaştırınız ki, ebedî âlemde yüzü ak, başı dik olanlar arasında bulunabilesiniz. Bundan dolayı mânevî hastalıklarınızı bir an evvel teşhis ederek tedavisinde geç kalmamaya dikkat ediniz. Çünkü can çekişme safhasındaki Cahil insanların takvâ anlayışı b'le, hiç bir de vesile olmaz. Çünkü öyle sofi geçinenler vardır ki, bunların davranışlarındaki yanlışlıklar onları da ha büyük hataların içine yuvarlarda farkında dâhi olmazlar. Bundan dolayı toplumumuzdaki ve tari kat ehli cemaatlerin içerisindeki cehaletin kayna hastaya uygulayacağınız tedavilerden netice al ğının insanların tevhid ilminden mahrum oluşla rından kaynaklandığını çok iyi bilmeliyiz. mak oldukça zordur. Bu safhaya gelen hastalara; Her zaman ifâde edip sizlere hatırlattığımız bir tatlılar acı, acılar ise zehir gibi geldiğinden, guru gerçeğe yine dikkatinizi çekmek isteriz. İslâm an runa mağlup olarak Hakkın önünde boyun eğe cak ilim sayesinde hayata hâkim olur. Bundan do layı tevhid ilminden mahrum insanların ibadetle mezler. Tıpkı Resûlullah’ın(s.a.v) amcası Ebu Talib’in durumu gibi. ri, infakları, zikirleri asıl gayelerine göre yerine ge Allahu Teâlâ’nın(c.c) dünyaya gelen bütün varlıkların rızkının kefili olduğunu bildiğiniz hal tirilmiş sayılmazlar. Öyle ki ilimden mahrum in sanların harplerde ölmeleri bile onların şehitlikle de, Allahu Teâlâ(c.c), rızık verici ve yardımcımız rini tescil etmez. Zira cihada giden kişi ne için ci- dır diyerek aşağı oturmadığınız gibi, âhiretiniz had ettiğini, cihadın şartlarını, âdab ve erkânını içinde Allahu Teâlâ(c.c) Gafur’dur, Kerîm’dir di yerek güvene kapılıp aşağıya oturmayınız. Biliniz bilmek mecburiyetindedir. Bir mü’min, cihadı, in ki dünyanız için Allahu Teâlâ’ya(c.c) olan güve sanların ölüm meydanı olarak görmediği için, ço cuklara, yaşlılara, kadınlara ve mü’minlere karşı niniz tam değilse sizi içten içe kemiren manevî bir hastalık bünyenize sirayet etmiş demektir. savaşmayan sivil halka saldıramayacağını, bir kat liam yapamayacağını ve hangi şartlar altında öl dürülürse şehit olacağını bilmesi lazımdır. Bunları C ehalet H astalığı ve K orku nç N eticeleri bilmeden çıkılan cihadda ölenler için şehitlik id diasında bulunmakta kolay kolay mümkün değil Şunu da hatırınızdan asla çıkarmayınız ki, mâne dir. Çünkü kişi harbe giderken mal veya ganimet vî hastalıkların temelini cehalet teşkil etmekte dir. En büyük manevî hastalıklardan olan cehalet ler elde etmek gibi bir düşünce içerisinde bulunu yorsa, onun niyeti başlangıçtan itibaren batıl, ölü hastalığına kapılan kişi kendinin cahil olduğunu mü de hiç bir zaman, şehadet değildir. kabul etmediği müddetçe, onun tedavisi asla Mü’minler her ne sebeple olursa olsun insanla mümkün olmaz. Bu günümüz tıbbında da böyledir. İnsan hastalığını kabullenerek Allah’tan(c.c) rın haklarına tecavüz etme hakkına sahip değil dirler. Bu hususlarda da hataya düşmeyerek yanlış şifa bulacağına inanınca, yapılan tedaviden bekle davranışlarda bulunmamak için, Allah’ı(c.c) ve gönderdiği tevhid dininin esaslarını çok iyi öğren nenin üstünde netice alınmaktadır. Bazen de bu inancın mükafatı ebedi alemde kendisine veril mektedir. Aksi halde ise ya netice alınamamakta, ya da çok uzun bir zaman içerisinde neticeye ula şılmaktadır. meli, bilmediklerimizi de öğrenme gayreti içeri İslâm’ın koyduğu hak ve hukuku küçümseyen, landırılmıştı. Fakat, onlar A llah’ın(c.c) varlığını kabul etmediklerinden dolayı azaba muhatap ol madılar. Onlar Allahu Teâlâ’nın(c.c) emirlerine mânâlarını tahrif ederek çarpıtan, emir ve yasak ları hafife alarak basit ifadelerle geçiştiren âlimler, büyük bir fesat kazanının içerisinde çırpınan, çır pındıkça kendi yok oluşlarını hazırlarken, insan lara da fesat kazanındaki itikadi ve ahlâki fitnele rin sirâyetine vesile olan bedbaht ve acınacak za vallılardan başka bir şey değildirler. Fakat bizler sinde olmalıyız. Bakınız Hz. Lût(a.s) bile kavmine, “Allah’tan korkun.” diye hitap ediyordu. O ka vim ki Allahu Teâlâ(c.c) tarafından azapla ceza isyan ettiklerinden dolayı azaba uğradılar. Allahu Teâlâ(c.c), emirlerine karşı gelmekten hepimizi muhaiaza buyursun. Bizlere durumumu zun muhakemesini yapma şuur ve basiretini ihsan etsin. El Fatiha. ■ Ü m ran-A ğustos •2003 65 TEVAFUK MUCİZESİ 3: TİTİZLENENLERDEN MİSİNİZ? MÜNİB ENGİN NOYAN M ubârek Kur’ân’ı başka bir lisanda meal- olması hususunda gösterecekleri ve de mutlaka lendirme cihâdına sıvanan herkes, bu göstermeleri gereken titizliği, hele bir de tevâfuk na gayr-ı Müslim “orientalist” taifesi de dahil, bu işin ne kadar zor, hatta imkânsız olduğu mucizesi sözkonusu olduğunda, varın artık siz hesab edin! nu itiraf ve dahi teslim eder; mubârek Kur’ân’ın - G eçen yazımın sonunda, ömrüm olur, nefesim deyim yerindeyse- “sözü” öylesine azîm, öylesine yeterse, mubârek Kur’ân’ı Türkçe dışında, en rnu’d^dir! Dolayısıyla her mü’min ya da mü’mine, azından benim vâkıf olduğum lisanlara, yani, İn özellikle ve öncelikle de müslîm olma yoluna akıl gilizce ve Almancaya tercüme etmiş olanlar acaba kapısından girenler, Âlemlerin Rabbi Yüce Al- bu konuda ne dürümdalar, ona bir göz atmaya ça lah’ın(c.c.) yalnızca “ne” söylediğini adamakıllı lışacağımı söylemiştim. İşte bulduklarım. Örnek bilmekle yetinmezler, yetinmek istemezler, ille de olarak, daha rahat bir kıyaslama yapabilmemiz “ne”yi “nasıl” söylediğini de mutlaka bilmek, bir için, yine mubârek Bakara suresinin beşinci âyet anlamda İlâhî Vahyin ilk muhataplarının tattık i kerîmesi ile mübarek Lokmân suresinin beşinci ları o eşsiz lezzeti mutlaka ama mutlaka tatmak is âyet-i kerîmesini ele alacağım. terler. Bu yüzdendir ki mubârek Kur’ân’ı, tâbir-î İngilizce mealler arasında en muteberlerinden âmiyâne ile, yalnızca “yüzünden” okumakla yetin biri olarak kabul edilen ve en çok okunan meal mez, en kısa zamanda, ellerindeki bilumum im olan rahmetli Muhammad Marmaduke Pickt- kânları seferber ederek Arapça’yı öğrenmeye gay hall’un “The Glorious Qur’ân” adlı mealiyle işe ret ederler. Bu özellikle başlangıçta bir hayli zorlu başlayalım: çabaya zaman ayıramayanlar ise, okudukları ve/veya işittikleri/dinledikleri Arapça mubârek Kur’ân lâfzını, kendi ana lisanlarındaki mealiyle, deyim yerindeyse, “buluşturmaya” çalışırlar*. Bu (Bakara 5) : T h e se depend on guidance from th eir Lord. T h ese are the successful. (Lokmân 5) : Su ch have guidance from their Lord. Su ch are the successful. alabildiğine zor ve bu yüzden de alabildiğine say Sonra rahmetli üstâd Abdullâh Yûsuf A li’nin gıdeğer ve ciddî bir gayrettir. Mubârek Kur’ân’ın “The Meaning of The Holy Qur’ân”ına bir göz her mü’min ve de mü’mine tarafından anlaşılabil mesi için, mevcut lisanlardan herhangi birinde atalım: (Bakara 5) : T h e y are on (tru e) guidance, mealini hazırlama cihâdında bulunanların -Alem from th eir Lord, and it is these who will pros- lerin Rabbi Yüce A llah(c.c.) cümlesinden güttük per. leri hâlis niyet yüzüsuyu hürmetine ebediyyen râ- (Lokmân 5) : T h ese are on (tru e) guidance z.1 olsun, her iki cihanda mükâfatlarını misliyle from th eir L ord : and these are the ones who will versin!- “sÖ£”ün “ö^’ une en geniş anlamda sadık prosper. 6 6 Ü m ran-A ğustos •2003 TİTİZLENENLERDEN MİSİNİZ/ NOYAN M.H. Shakir’in “Holy Qur’ân” adlı mealinde ise mubârek âyetler: lerle paylaşacaklardır. Kütüphanemdeki İngilizce (Bakara 5) : T h ese are on a right course from lüman mı yoksa gayr-i Müslim mi olduğunu tam their Lord and these it is that shall be success- olarak bilemiyorum; mealinde bu konuda hiçbir ful. bilgi yok. Ancak zihnim beni yanıltmıyorsa, ken meallerden biri de N.J. Davvood’un. Bu zâtın Müs (Lokmân 5) : T h e se are on a guidance from disi bir gayr-i M üs 1imdir - doğrusunu bilen kar th eir Lord, and these are they who are success- deşlerim lütfen bu konuda bilgi aktarmayı ihmal ful: etmesinler. Onun “The Koran” adlı meali de en ifadeleriyle aktarılmış. çok okunan meallerden biri. Burada da sözkonusu Rahmetli üstâd Mevdûdî’nin, ünlü tefsiri mubârek âyetler şöyle meallendirilmiş: “Tefhîmu’l-Qur’ân”ın İngilizce muhtasar şekli olan, Muhammad A. Muradpuri ve ‘Abdul ‘Aziz Kamal’in tercüme ettikleri “The Holy Quran Translated with Brief Notes” adlı eserde aynı mubârek âyetlerin meallendirilişi şöyle: (Bakara 5) : Su ch people are on the right way from their Lord and such are truly successful. (Lokmân 5) : T h e y are the ones who are on the R ight P ath enjoined by their Lord, and they are, the ones who will attain true success. Prof.Dr. Ali Özek başkanlığında ve Prof.Dr. Nureddin Uzunoğlu, Prof.Dr. Tevfik Rüştü Topuzoğlu, Prof.Dr. Mehmet Maksutoğlu hocalarımız' dan meydana gelen bir heyet tarafından yapılmış olan “The Holy Qur’ân with English Translation” adlı mealde ise durum şöyle: (Bakara 5) : T h ese are the people on true guidance from th eir Lord, and such are (the people who are truly) successful. (Lokmân 5) : Su ch have guidance from their Lord. Such are the su ccessful (prosperers). Gelelim şimdi rahmetli üstâd Muhammed Esed’e ... O, “The Message of The Qur’ân” adlı meal-tefsîrinde sözkonusu mubârek âyetleri şöyle meallendirmiş: (Bakara 5) : I t is they who follow the guidance [which com es] from their Su stainer; and it is (Bakara 5) : T h ese are the rightly guided by their Lord; these shall surely trium ph. (Lokmân 5) : T h ese are rightly guided by their Lord, and w ill surely prosper. Görünen o ki İngilizce meallerde mubârek Kur’ân’ın lâfzına sadakat konusunda en titiz dav ranmış olan rahmetli üstâd Muhammed Esed: yal nızca parantez içi açıklamasında küçücük bir fark lılık var ki, orası da zâten mubârek Kur’ân lâfzın dan değil. Rahmetli üstâd ‘Abdullâh Yûsuf ‘Ali sadakat konusunda onu takip ediyor. Ne yazık ki rahmetli üstâd ‘Abdullâh Yûsuf ‘A li’nin meal-tefsîıi -ki rahmetli üstâdımız Elma lık Muahmmed Hamdi Yazır hocaefendinin çağ daşıdır ve salt bu açıdan bilinmesi önemlidir! - he nüz Türkçeye kazandırılmadı. Rahmetli üstâd Mevdûdî’nin İngilizceye tercü me edilmiş muhtasar meal-tefsîri ile rahmetli üs tâd Muhammed Esed’in meal-tefsîrinin ise, bilin diği üzere, Türkçe tercümeleri mevcut. Rahmetli üstâd Mevdûdî, en azından İngiliz ceye tercüme edilmiş muhtasar meal-tefsîrinden görüldüğü kadarıyla, mubârek Kur’ân metnine sa dakat konusunda en az titizlenenlerden. Bu konu daki, deyim yerindeyse, “vebâlin”, eseri İngilzceye in e r; and it is they, they who shall attain to a çevirenlerde olup olmadığını anlamak için Urdu ca orijinaliyle kıyaslamak gerekir. İngilizce tercü medeki bu durum elbette ki Türkçeye de yansımış - hem de, deyim yerindeyse, iyice yamularak: (Bakara 5) : İşte bunlar, doğru yol üzerinde happy state! olan ve kurtuluşa erenlerdir! they, they who shall attain to a happy State! (Lokmân 5) : İ t is they who follow the guidance [that com es to them ] from their Susta- Gayr-i Müslim Kur’ân mütercimlerinin en (Lokmân 5) : G niar, R ableri tarafından gös- önemlilerinden sayılan Arthur John Arberry ve t erilmiş yol üzerindedirler. K u rtulanlar da işte Richard Bell’in mealleri ne yazık ki elimde mev onlar dır! cut değil. Onlara sahip olan ve bu konuya ilgi du Görünen o ki Türk mütercim heyeti, bir met ni tercüme ederken ancak çok zorunlu durumlar da başvurulabilecek olan “yorumlama hakkı”nın yan kardeşlerim eminim ki mutlaka bakacaklar ve elde ettikleri bilgileri benimle, dolayısıyla da siz- Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 67 KUR’ÂN GÜNLÜĞÜ sınırlarını fazlasıyla aşmakta hiçbir sakınca gör memiş. Gelelim rahmetli üstâd Muhammed Esed’in Türkçeye çevirisine. Kıyaslamayı daha rahat ya pabilmeniz için İngilizce orijinal ile tercümesini birlikte veriyorum: (Bakara 5) It is they who follow the guidance [w hich comes] from their Su stain er; and it is they, they who shall attain to a happy State! İşte Rablerirıin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, mutluluğa erişecek olanlar da! (Lokman 5) : I t is they who follow the guidance [that comes to them] from th eir Sustain er; and it is they, they who shall attain to a happy state! İşte Rablerinin gösterdiği doğru yol üzerinde olan ve dolayısıyla nihaî mutluluğa erişecek olanlar bunlardır. Hazin durum apaçık ortada! Rahmetli üstâd Muhammed Esed’in mubârek Kur’ân’m metnine ya da dilerseniz “söyleyiş üsûbuna”, en azından bu iki âyette nasıl sıkı sıkıya sa dık kaldığı tesbit edildikten sonra, onun meallendiriş tercihini her iki yerde de, sözgelimi şöyle bir tercümeyle aktarmak mümkün olabilirdi: (Bakara 5 / Lokmân 5) : İşte onlardır R ablerinden gelen rehberliğe/hidâyete uyanlar ve işte onlardır m utluluk makamına erişecek olanlar. Rahmetli üstâd Muhammed Esed’in İngilizce orijinal meal-tefsirini okuma imkânına sahip ola mayan bir kimsenin, bu bir hayli dikkatsiz ve özensiz tercümeden hareket ederek, rahmetli üstâ6 8 Ü m ran-A ğustos •2003 dın mubârek Kur’ân metnine sadakat hususunda gösterdiği büyük titizliği, daha kapsamlı ifade ede cek olursak da bu büyük Kur’ân âliminin sahih yaklaşımını, İlmî kapasitesini görmesi, keşfetmesi kat’iyen mümkün değil! Tam tersine onun hak kında tamamen yanıltıcı fikirlere sahip olması, dolayısıyla da yanlış değerlendirmeler yaparak, üzerine ciddî bir vebâl alması işten bile değil! Alemlerin Rabbi Yüce Allah (c.c.) Son ve Ke mâle Erdirdiği Mesajında, belli bir ifâde biçimini, iki ayrı yeıde harfi harfine aynen tekrar etmeyi irâde buyuruyor, mubârek Kur’ân’ı herhangi bir li sana kazandırma cihâdına sıvanmış bir âlim bu te vâfuk mucizesini, elbette ki siyâk ve sibâk duru munu gözönüne alarak, mealinde Arapça bilme yen okura yansıtabilmenin gereğini yerine getiri yor, yani mubârek Kur’ân metnine sadakat açısın dan lâfzî tekrarı aynen muhafaza etme ciddiyet ve titizliğini gösteriyor ama bu durum meali tercüme edenlerin hiç dikkatini çekmediği gibi, tercümeyi yayına hazırlayan, yani son eleştirel okumayı ya pan kişi tarafından da farkedilmiyor! Bu nasıl iştir ve izahı ne şekilde mümkündür? Haydi âlimi bıra kalım bir yana, mubârek Kur’ân bu kadar saygıyı, titizliği ve ciddiyeti -hâşâ!- hakketmiyor mu? Yüreğim yanıyor, içim daralıyor, eziliyorum bu hâl-i pür melâlimiz karşısında! Niyetim halis, bilenler bilir, kimseyi karala mak falan değil. Yalnızca mubârek Kur’ân’a göste rilen ihtimamın ne durumda olduğu ve nasıl ola bileceği konusunda somut örneklere dayanan bir tecbitte bulunmak - hepsi bu! TİTİZLENENLERDEN MİSİNİZ/ NOYAN Almanca, ülkemizde İngilizceye oranla daha manca meallerden kütüphanemde bulunanlar az bilinen bir lisan olduğu için (bu da ilginç bir arasında, mubârek Kur’ân metnine tavizsiz sada durum aslında! Hele Almanya ile olan, deyim ye rindeyse, “organik bağlarınızın”, İngilizce konuşu lan herhangi bir ülkeye oranla çok daha gelişmiş, hatta neredeyse sıkıfıkı olmasına rağmen!) burada kat konusunda tartışmasız lider Rudi Paret’in Almanca meallerin ayrıntılı bir dökümünü ver meyip yalnızca elde ettiğim sonuçları aktarmakla yetiniyorum. Müslüman kardeşlerimiz tarafından yapılmış olan Almanca meallerden kütüphanemde bulu “Der Koran” adlı meali. Dr. Murad Hofmann’ın yeniden ele alıp, İslâ mî açıdan gerekli düzeltmeleri ilâve ettiği “Der Koran” adlı ünlü Max Henning meali (ki bu me alin, İslâmî açıdan son derece önemli olan bu dü zeltmelerin ilâve edilmemiş “orierıtalist” versiyonu maalesef hâlâ Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından nanlar arasında tam sadakat yalnızca Şeyh ‘A b dullah as-Sâmit —Frank Bubenheim - Dr. Nade- basılmakta ve satılmaktadır!) em Elyas tarafından yapılmış olan “Der Edle Qur’ân und die Ubersetzung Seiner Bedeutungen Heilige Buch des İslam” adlı mealler ise mübarek in die Deutsche Sprache” adlı mealde var. Üstâd Ahmad von Denffer’in “Der Koran - Die Heilige Schıift des İslam in Deutscher Übertıagung” adlı yenlerden. meal-tefsîri ise, deyim yerindeyse, “çok sadık” (Bu konuya gösterdiği ilgi ve Almanya’dan gönderdiği nâzik e-posta mesajı için bilvesile Bahri Özkaya kardeşime teşekkür ederim!) Fâtıma Grimm ha nımefendi başkanlığında bir heyet tarafından ya pılmış olan “Die Bedeutung des Korans” adlı beş ciltlik meal-tefsîr ile Abu-r-Rızâ Muhammad Ibn Ahmad Ibn Rassoul tarafından yapılmış olan “AlQur’ân Al-Karîm und Seine Ungefâhre Bedeutung in Deutscher Sprache” adlı mealde ise yal nızca “kısmî sadakat” var - tıpkı ‘Abdullah Yûsuf ‘Ali ve diğer İngilizce meal örneklerinde olduğu gibi. Gayr-i Müslimler tarafından yapılmış olan A l ile Ludwig Uhl- mann tarafından yapılmış olan “Der Koran - Das Kur’ân metnine sadakat konusunda titizlenmeŞimdilik benden bu kadar... Az önce Sadık aradı... “Benden söylemesi,” dedi, “henüz vakit varken parmağını arı kovanından çıkar!” Ah, Sadık, ah! N O T: Bu konuda ve genel olarak yazışmak is teyen kardeşlerime yeni e-posta adresimi veriyo rum: engin@noyan.tr. tc * Bu hususta kendimce âcizâne geliştirdiğim bir yöntemi “Herkes İçin Kur’ân Okuma Rehberi” adlı mütevazı kitabımda kardeşlerimle paylaşmış tım. ■ Ü m ran .Ağustos •2003 6 9 GEÇMİŞTEN GELECEĞE KO(NU)ŞANLAR BİR GAYRET ÂBİDESİ: SAATÇİ MUSA ABI ABDULLAH YILDIZ 3 x 4 ebadındaki 12 metrekarelik bir esnaf dükka Bir İstanbul ziyaretinde yakaladığım Musa ağa nından Türkiye’nin geleceğine damgasını basan beye, bu meşhur saatçi dükkanının hikâyesini so olağanüstü bir çaba, bir gayret, Islami eğilim taşı rarak aralıyorum lezîz sohbetimizin kapısını... yan tüm beyinleri kucaklayan bir organizasyon “Saatçilik baba mesleğim” diye başlıyor anlat nasıl gerçekleştirilebilir? Mütevazı, küçük bir saat maya Musa abi; Malatya’daki saatçilik macerasın çi dükkanı, nasıl olur da yüzlerce, binlerce gencin dan Ankara’daki sekiz yıllık mahkumiyet dönemi feyzyâb olduğu bir mektebe; ülke meselelerinin ne, oradan ünlü saatçi dükkanına kadar... “Hapis enine-boyuna tartışıldığı, derinlikli sohbetlerin hanede baba mesleğim çok işime yaradı” diyor: gerçekleştirildiği, kitap tahlillerinin yapıldığı bir “Sadece mahkumların değil, dışarıya da saat tamir ‘siyaset okuluna nasıl dönüşür? ediyor, harçlığımı çıkarıyordum. Tamir için ge rekli takımları da orada tamamladım... Hapisha “ Saatçi M usa D ergâhı” neden çıktıktan sonra, bir süre Malatya’da çalış 1940’lı-50’li yıllarda ve sonrasında Said Çekmegil kaldıracak durumda olmadığından İstanbul’a git tım. Oradaki saatçi dükkanımız, ailenin yükünü ağabeyin Malatya’daki terzihânesi nasıl bir işlev meye, orada iş kurmaya karar verdim. Geçerken görmüşse, M usa Çağıl ağabeyin Gazi M.Kemal birkaç günlüğüne Ankara’ya uğradım. Uğrayış o bulvarındaki derme-çatma saatçi dükkanı da uğrayış... Eş-dostla görüşmeler, çeşitli olaylar, ge 1960’lı yıllardan başlayarak Ankara’da aynı işlevi lişmeler beni Ankara’da bir saatçi dükkanı açma görüyordu. Totaliter, yasakçı Tek Parti uygulama ya yönlendirdi. Zaten gerekli takımlarım vardı; larının ülkedeki İslâmî varlığın üzerinden adeta mesele bir dükkana kalmıştı, onu da bulunca, baş bir silindir gibi geçtiği talihsiz dönemlerin ardın ladık Ankara’da saatçiliğe...” dan dini duyarlılığı yeniden canlandırmak iste Bu ünlü saatçi dükkanının gerçek işlevini öğ yenler, Türkiye’nin İslâmî geleceğine ilişkin ciddî renebilmek için, biraz kışkırtıcı bir anekdot hatır endişeler taşıyanlar, doğrudan Kur’ân’dan ilhâm latıyorum Musa ağabeye: M illi Nizam P artisi ku alıp asrın idrâkine İslâm’ın mesajını ulaştırmak is rulduğunda, malum medyada şöyle bir haber yer teyenler, Ankara’da Musa ağabeyin dergâhında almış: ‘Gerici MNP iki merkezden idare olunuyor: buluşuyordu. Saatçi dükkanı küçücükmüş, ne Birincisi İstanbul’daki İskenderpaşa dergâhı; İkin gam! Musa ağabeyin gönlü geniş... O yılların mil cisi de Ankara’daki Saatçi Musa’nın dükkanı.’ Bu liyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı gençliğinden tahatturla çehresinde kısa süreli bir tebessüm be yeni filizlenen İslâmi görüş sahiplerine, hatta OD- liren Musa abi, yıllar öncesindeki olayları hatırla T U ’ııün hızlı solcularına kadar herkese yer var maya çalışan bir insanın ruh halini bürünüyor: '‘S a a tçi M u sa d erg âh ı”nda. “Tabi” diyor; “o yıllarda müslümanca düşünen in 7 0 Ü m ran-A ğustos •2003 BİR GAYRET ÂBİDESİ SAATÇİ MUSA ABİ / sanların bir araya gelip rahatça sohbet edebilece ği mekanlar yok denecek kadar azdı. Arkadaşlar, meselesi, derdi olanlar bizim dükkanda toplanırdı; dolayısıyla gençler de oraya gelirdi... Elbette yapılıp-edilecek işleri de birlikte kararlaştırırdık. Milli Nizam’ın kuruluşunda görev alan arkadaşla rın hepsi sık sık gelirlerdi dükkana. Kuruluşta biz de yardımcı olduk. Ben yalnızca il teşkilâtında gö rev aldım ...” YILDIZ rilerini bulurdu. Fethi Gemuhluoftlu’ndan O s man Yüksel Serdengeçti’ye, Se::ai Karakoç’tan, A kif Inan’a, Nuri Pakdil’e ... kadar pek çok ya zar, çizer, fikir adamının uğrak yeri olmuştu bizim fakirhane. Üstad (Necip Fazıl) da Ankara’ya gel diğinde mutlaka uğrardı bize... Öyle güzel sohbet ler olurdu ki, bazen onbeş-yirmi kişi balık istifi doldururlardı o daracık mekanı. Dükkana sığma yanlar, karşıdaki pastanede kümelenirlerdi... S e maverimiz devamlı kaynardı; gelenleri çaysız bı Gönül Sohbetlerinden “K ur’ân Seferb erliğ in e... rakmazdık. Sigara dumanından göz gözü görmez olurdu... Sezai Karakoç’un düzenli akşam sohbet leri çok verimli geçerdi.. . ” Musa ağabeyle tanışma bahtiyarlığına erenler, onun kararlı, tavizsiz, batıl anlayışlara ve hurafe lere aman vermeyen net duruşunun ardındaki halîm, mütevazı ve kucaklayıcı kişiliğini daha ilk bakışta fark ederler. İslâm davasına hizmet eden herkes, her oluşum, her kuruluş değerlidir onun nezdinde. Bu özelliğinden dolayıdır ki; onun mi nik iş mekanı bir şefkat yuvası, bir baba ocağı, ana kucağı gibi herkese kol-kanat germiş. Barınacak yer ya da kredi, burs arayan ona başvurmuş, sıkın tısı olan derdini ona açmış, okuyacak kitap temin etmek isteyen, bilenlerden, üstatlardan bir şeyler öğrenme arzusu taşıyan oraya koşmuş... “Gelenler, mutlaka konuşup danışacağı, fikir ve düşünce olarak kendisinden istifade edeceği bi- Siyasetin ve bürokrasinin merkezinde olanla rın bir araya geldiği ortak mekan olması hasebiyle de bu saatçi dükkanı, siyasî bir karargâha dönüş müş adeta.. Hep hizmeti önceleyen Musa abi, MNP’nin dışında Akıncılar Cemiyeti, ESAM, Milli Gençlik Vakfı gibi kuruluşların temeline ilk harcı koyanlardan olmuş. Daha önce İnönü’nün kurduğu Okumuşu Çoğaltma ve Okuyanı Koruma Demeği’ni birlikte ele geçirdikleri Recai Kutan ve Necmettin Erbakan başta olmak üzere, Bahri Zengin, Temel Karamollaoğlu, Kahraman Emmioğlu, Fehim Adak, Cevat Ayhan, Muammer Dolmacı, Abdülkerim Doğru, Ozallar... gibi, bir kısmını not alamadığım pek çok simaya karargâhlık yapmış Musa ağabeyin mütevazı dükkanı. Ü m ran-A ğustos •2003 71 GEÇMİŞTEN GELECEĞE KO(NU)ŞANLAR “Ama” diyor Musa abi; “ben daha çok, gençle rin okuma alışkanlığı edinmeleri, kendilerini zih nen ve fikren geliştirmeleri için gayret sarfettim. Daha önce Malatya’da uyguladığım kitap kirala ma yöntemini Ankara’da daha da kolaylaştırıp uygulayarak kitap okumayı yaygınlaştırmaya gay ret ettim. O zamanlar zaten okunacak Islâmi kitap sayısı son derece sınırlı. İstanbul’a gelir, koli koli kitap seçip götürürdüm. O sıralar Milli Eğitim ya yınlarının Sivas’taki merkezine gider, seçtiğim ki tapları doldurup getirirdim. Hediye, emanet, ta kas, kiralama gibi yöntemlerle harıl harıl kitap okur ve okuturduk...” Musa ağabeyle sohbetimiz giderek koyulaşıyor; ara ara tazelettiğim çayına kattığı bol şekerle para lellik arzedercesine tatlandıkça tatlanıyor.. Bir ara gözü, Ümran’ın son sayısına takılıyor. Gözlerinde ki rahatsızlık, yazıları seçmesini zorlaştırıyor. Ya nında taşıdığı mercekle kısa bir tetkikte bulunu yor. “K ur’ân’ı Anla(t)ma Seferberliği” başlığımız kendilerini ziyadesiyle memnûn ve mesrûr ediyor. Derin bir nefes alarak; “Biz” diyor, “1970’lerde başlatmıştık bu seferberliği; adına da ‘Kurbân se ferberliğiy demiştik...” (Araya girip ‘ne tevafuk!’ diyorum, sevincimi belli ederek..) “Bir merkez edi nerek; Kemal Kelleci kardeşimizin yönetiminde konulu Kur’ân çalışmaları yapmış, farklı meal ve tefsirlerle konuları zenginleştirmiş ve çok verimli neticeler elde etm iştik...” Ümran camiasının bu seferberliği sürdürmek azminde ve kararında oldu ğunu belirterek Musa ağabeyle aynı duygu ve du yarlılığı paylaştığımızın altını çiziyorum. Konu Kur’ân seferberliğine, Kur’ân’la düşün meye gelince, hem merakımı gidermek hem de Musa ağabeyin daha gerilere uzanmasını sağlamak amacıyla, kendilerinde bu Kur’ânî duyarlılığın na sıl oluştuğunu soruyorum. Bu sualim Musa ağabe yi, Malatya’daki öğrencilik yıllarına kadar götürü yor: Musa Ağabeyle 4 0 ’h Yıllara Yolculuk Musa Çağıl ağabey, lise yılarından beri okumayı hastalık derecesinde seven bir insan. 1940’larda çıkan Yeni M ecm ua’yı hatırlıyor; Ustad’ın şiirle ri yayınlanırmış bu dergide... Sonradan Çile ismi ni verdiği şiirini, ilk defa Senfoni adıyla bu dergi de okumuş... Ardından 45’lerde çıkmaya başla yan Büyük Doğu mecmuasını takip etmiş: “Ente resandır” diyor, “Büyük Doğuyu bana ilk tanıştı ran Cumhuriyet gazetesinin Malatya muhabiri dir... Öyle tiryakisi olmuştuk ki, tren garında ge ce yarısına kadar bekler; mecmuayı alır almaz sa baha kadar onu bitirmeden elimizden bırakmaz d ık ...” İslâmi anlamda ne bulduysa okumuş. Malat ya’da sürgün bulunan Bediüzzaman Said Nursi’nin kardeşi Necmeddin Efendi’den teksir edilmiş risa leler alırmış. Elazığ’dan sık sık Malatya’ya gelen Hulusî B ey’in sohbetlerini dinlermiş. Daha sonra Said Çekmegil, Fevzi Özer, İbrahim Akçadağ, Hamit Fendoğlu gibi dava arkadaşlarıyla birlikte M alatya Fikir K ulübü’nü kurmuşlar. Ertesi yıl larda aynı grup Büyük Doğu Cem iyeti’nin Malat ya şubesini açmış. Gençlerle ilgilenmişler. Burala ra gelen gençler arasında Hüseyin Üzmez de var m ış... “Heyecanlı bir gençti” diyor Üzmez için Musa abi ve konu ister istemez Ahmet Emin Yal man hadisesine geliyor: 1946’larda A.E. Yalman’ın, Ali Fuat Başgil ve Ziyad Ebuzziya gibi yazarlarla birlikte Türkiye’de Tek Parti yönetiminin sona ermesi ve demokrasi nin tesisi için faydalı yazılar yazdığını hatırlatarak konuya giriyor Musa abi: Fakat daha sonra, De mokrat Parti iktidara gelip de dini özgürlüklere kapı aralayınca, A.E.Yalman Demokrat Partiye ve bilhassa Adnan Menderes’e cephe almış. V a tan gazetesindeki yazıları, milliyetçi-mukaddesatçı keşimde büvük infiale vol açmış. Bu arada Ne cip Fazıl’la Yalman arasındaki polemik gerilimi 7 2 Ü m ran-A ğustos •2003 BİR GAYRET ÂBİDESİ SAATÇİ MUSA ABİ / YILDIZ artırmış. O sırada gazete adına illeri dolaşmakta olan A.Emin Yalman, Malatya’da H üseyin Ü z mez tarafından kurşunlanınca, Musa abi, Büyük Doğu Cemiyeti kurucularıyla birlikte tutuklanıp ‘gizli örgüt kurmak’tan yargılanmış ve Ankara Merkez Cezaevinde tam 8 yıl yattıktan sonra Ekim-1960 affıyla mahkumiyetten kurtulmuş. Uzmez’i suça azmettirdikleri gerekçesiyle N . Fazıl K ısakürek, O. Yüksel Serdengeçti, C. R ifa t A tilhan, hatta Samsun’da Büyük Cihad dergisini çıkarmakta olan M ustafa Bağışlayıcı ve diğerleri de yaklaşık bir yıl yatmışlar aynı cezaevinde. C e zaevi tam bir medrese-i Yusufiye'ye dönüşmüş. Her ikindi namazı sonrasında mutat sohbetlere başla mışlar.. Serdengeçti’nin handiyse hapishaneye ta şıdığı kitaplığını baştan sona devirmişler... “Doğrudan K u r’ân ’dan B eslenm ek Zorundayız” ;c Musa ağabeyin en önemli özelliği, Kur’ân’ı merke ze alan, Kur’ânî bakışı ve düşünceyi önceleyen, hurafelere geçit vermeyen net duruşu. Said Çekmegil ağabey başta olmak üzere “M alatya eko lü”nde müşahede ettiğimiz bu kes(k)in tavrın kaynağına ulaşıyorum, ısrarlı somlarımla: mıştı. Namazlardan önce bidat olarak uygulanan O yıllarda bir yandan Arapça dersi alırken, birtakım seremonileri kaldırtmıştı. Tabi, adı öbür yandan da Said ağabeyin akrabası B ek ir ‘Vehhabi’ye çıkmıştı; ama Said Bey başta olmak K eşşafoğlu’ndan Asrı Saadet tarihi öğrendikleri üzere hepimizin üzerinde emeği vardı. Allah rah ni aktarıyor. Yukarıda adı geçen Hulusi Bey’in de met eylesin... Hasılı, biz Kur’ânî düşünceyi büyük kendilerini Kur’ân ve tefsire yönlendirdiğini be ölçüde ondan öğrendik.” lirtiyor. Bu konuda kendilerini en fazla etkileyen 1 ve yetişmelerinde büyük emeği olan, dönemin Musa abi, herkese yaptığı tavsiyeyi, Ümran (1948 ve sonrası) Malatya müftüsü, merhum İs okuyucularına da yapıyor: “Müslümanların yaşa mail H atip E rzen’i rahmet ve minnetle hatırlıyor: dığı sıkıntılar, beslendikleri kaynakların berrak ve “Babamdan daha fazla hürmet gösterirdim” diyor ve ekliyor: “Ezher mezunuydu ve eski dersiâm ho- ne bir şeyler karıştırılması gibi, beslendikleri kay arı-dum olmamasından kaynaklanıyor. Sütün içi calarındandı. Büyük alimdi. Yazılı eserleri yoktu; naklar bulandırılmış ve sulandırılmış; böyle olun ama Arap dili ve edebiyatı profesörü Şerafettin ca da akideleri, düşünceleri, duruşları sağlam ve Yaltkaya, ünlü Muallakat-ı Seb’a 'yı çevirirken; ba zı anlayamadığı ibareleri Müftü efendiye sorar net olmuyor. Halbuki doğrudan Kur’ân’dan bes m ış... Ve İslâm’da nizam fikrini bize ilk kez öğre hurafe katmasalar, çok daha sağlıklı ve metin bir ten oydu; beşeriyetin bütün problemlerinin çözü duruş ortaya koyacaklar. ” lenmiş olsalar, inançlarına, anlayışlarına batıl ve Müslümanların, anne sütü gibi ak ve pak olan, münün Kur’ân’da olduğunu; Kur’ân’ı anlamadan, Kur’ân’la düşünmeden sağlıklı bir Müslüman olu içinde en ufak bir katkı maddesi bulunmayan İla namayacağını söylerdi. İslami prensiplerden taviz hî besinden yani K u r’ân ’dan beslenm eleri halin vermez, bidat ve hurafelere asla tahammül göster de yeniden canlanacakları tesbitine yürekten ka mezdi. Konya müftüsü iken, camilerde kutsal ka tılıyor; Ümran okuyucuları adına Musa ağabeye, bul edilen o kocaman tespihleri toplatıp yaktır- sağlık, sıhhat ve afiyetler diliyoruz. Ü m ran-A ğııstos -2 0 0 3 ■ 73 P OR T R E LOUIS MASSIGNON (18834 962) AHMED YÜKSEL ÖZEMRE Azız dost M emduh Cumhur’a muhabbetle ithaf olunmuştur P signon, kefil ve bedel olarak kendisini casusluk töhmetinden kurtaran Alûsî ailesinin yanında Bağdat’ta bir müddet kalmıştır. Hayat ile ölüm arasında iken Alûsîler’in, başucunda, Yâ Sîn sûre sini okuduklarını işitmiş; hayatından ümid kesil miş olmasına rağmen hızla iyileşerek 8 Mayıs gü nü de hayata geri dönmüştür. Bu târihten sonra Massignon müslümanlara karşı sonsuz bir borç ve Fransız Enstitüsü’ne atanmıştır. Massignon, 1906-1907’de Mısır’da kendisin den 6 yaş büyük, lûtî, fakat daha sonra İslâmiyet’i kabul edip ihtidâ eden, ama intihâr ederek hayatı na son veren İspanyol Luis de Cuadra’ya karşı duy muhabbet duymaya ve kendisini de yalnızca müs lümanların değil bütün mazlumların kefili ve be deli olarak idrâk etmeye başlamıştır. Bu olağanüstü olaylardan sonra Fransisken Tarîkatı’nın3 sivil (ya da lâik) papazlar zümresine il tihâk eden Massignon’da bir taraftan Hallâc-ı Mansûr’a, diğer taraftan da Hz Muhammed’in kı zı Fâtımatü-z Zehrâ’ya ve Selmân-ı Fârisî’ye karşı dayanılmaz bir ilgi ve muhabbet uyanmıştır. Bu zâtlar hakkında bilgi toplamak üzere İstanbul ve Kahire kütüphânelerinde araştırmalar yaptıktan H ayatı apa XII. Pius’un (1876-1958), hakkında: “Katolik bir müslümandır” hükmünü vermiş olduğu Ferdinand Jules Louis Massignon 25 Temmuz 1883’de Fransa’da Nogent-sur-Mame’da doğmuş, Paris’de Louis-le-Grand Lisesi’ni bitir dikten sonra üniversiteden 1904’de târih diplo ması ve 1906’da da edebî ve konuşulan Arapça diplomasını almıştır. 1906 yılında Gaston Maspero’nun1 yönetimindeki Kahire Şarkî Arkeoloji duğu şiddetli ihtiras ve bunun neticesinde yaşadı ğı sefih hayatı, 1908’deki köklü tövbesinden son ra, “Cehennem mevsimim” diye nitelendirecektir. Mezopotomya’da bir araştırma heyeti ile bulunuyorken Osmanlı makamları tarafından casusluk töhmetiyle tevkif edilen Massignon’un, 1908’de 2 Mayıs’ı 3 Mayıs’a bağlayan gece Dicle nehri üze rinden kendisini Bağdat’a götüren vapurda bıçak la giriştiği intihâr teşebbüsünün başarısız kalması nın hemen akabinde yaşadığı mânevî bir hâl onu, birdenbire, hem bu sefih hayatından koparmış ve hem de o zamana kadar şüphe ile bakıp ilgilenme diği dine yöneltmiştir2. Bu olayın mâhiyetini hiç bir zaman açıklamamış olmasına rağmen bundan sonra gelişen mânevî tekâmülünün tümünü hep bu olaya bağlamıştır. Ertesi günü ağır bir sıtma nöbeti geçiren Mas7 4 Üm ran-Ağustos •2003 sonra 1909 yılında Kahire’de El Ezher’e felsefe öğ rencisi olarak kaydolan Massignon 1912-1913 de Kahire’de yeni Fuad Üniversitesi’nde misâfir pro fesör sıfatıyla, arapça olarak, “İslâm’da Felsefî Doktrinler” hakkında 40 ders vermiştir. 1914’de yeğenlerinden biriyle, Marcelle Dansaert ile evlendikten sonra Fransa’nın Şark Ordusu’nda önce Gelibolu savaşında ve daha sonra da 1917-1919 arasında fransızlar ile ingilizlerin ortak Sykes-Picot misyonunda meşhur İngiliz casusu Lawrence’ın faaliyetlerini yakından izlemekle de görevli istihbârat subayı olarak çalışmış; ve 9 Ara lık 1919’da düşen Kudüs’e Lawrence ile birlikte girmiştir. 1928 yılına kadar Fransız İstihbârat Ser- LOUIS MASSIGNON i visi için kaleme aldığı raporlar arap milliyetçiliği, arap dili ve Sûriye’deki Fransız Mandası’nın so rumlularının hatâları haklcındaki isabetli tesbitlerini dile getirmektedir. Birinci Dünyâ Harbi bittikten sonra Revue du Monde Musulman (Müslüman Dünyâsı Dergisi) direktörlüğünü yapan Massignon, bu harb sırasın da Louvain’de alman ordusunun 26 Ağustos 1914’de çıkardığı bir yangın sonucu müsveddeleri yanmış olan “La passiorı d ’Al-Hosayn ibn-Mansour al-Hallaj, martyr mystique de l İslam execute â Bagdad le 26 mars 922” (26 Mart 922’de Bağdat’ta İnfâz Edilen Islâm’ın Mistik Şehidi Hüseyin Ibn Mansûr Hallac’ın Azabı) başlıklı âbidevî doktora tezini4 yeni baştan yazarak 1922 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde doktora imtihanını başarmıştır. Bu tezinde İslâm Mistisizmi’nin özgünlüğünü sa vunmuş; fakat bunun Hıristiyan Mistisizmi ile ol ması mümkün temas noktalarına da değinmiştir. 1919-1924 arasında College de France’da5 Le Châtelier’nin profesör vekili olarak olarak çalış tıktan sonra 1926 yılında, aynı yerde, kürsü profe sörü olarak atandığı İslâm Sosyolojisi Kürsü’nde 1954 yılında emekli oluncaya kadar ders vermiş tir. İslâmî Araştırmalar Dergisi'ni kuran Massignon 1933 yılında Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı Ecole Pratique des Hautes Etudes’e (Yüksek Araştırmalar Amelî Okulu’na) bölüm başkanı atanmış ve aynı yıl Kahire Arap Akademisi'ne üye seçilmiştir. İslâm dinine, kültürüne ve ahlâkına büyük bir hayranlık duyan Massignon 1934 yılında mısırlı bir hıristiyan olan Mary Kahîl6 ile birlikte Dim yat/Mısır’da Bedeliyye7 adını verdiği, duaya ve müslümanlara ferâgat-i nefs ve bir kardeşlik bağı ile yaklaşmaya dayanan, hıristiyanlara mahsus bir hayır cemiyeti kurmuştur. Bedeliyye’de hıristiyanlar, özellikle, Cuma Namazı’na denk düşen bir eşzamanlıkla İslâm-Hıristiyan kardeşliği için dua et mekteydiler. Bu hayır cemiyetinin kurucusu hâline gelebil mesi için, Massignon’un, “Müslümanlardan nefret ediyor” diye 1913’de evlenmekten vaz geçmiş ol duğu Mary Kahîl’in üzerinde 1934 yılına kadar fevkalâde hayrlı bir tesir icrâ etmiş olduğu âşikârdır. Gene Mary Kahîl ile birlikte 1940 yılında Ka hire’de, ömrünün sonuna kadar sıkısıkıya sarılaca ğı yönlendirici bir fikir olarak “İbrâhimî misâfirperverlik” adına, Hıristiyanlık ile İslâm arasında bir karşılaşma ve diyalog zemini oluşturmak üzere Darü-s Selam Kültür Enstitüsü’nü kurmuştur. / ÖZEMRE Türkiye’de Tarsus’da ve Efes’de, kezâ Fran sa’nın Brötanya vilâyetinde Cötes d’Armor’daki Vieux Marche’de halk tarafından “Yedi Uyuyan lar’^ izâfe edilen mağaralar bulunmaktadır. Mas signon Kur’ân’da XVIII. sûre olan Kehf Sûresi’nde sözü edilen “Mağara Arkadaşlarının (Ashâb-ı K eh f in) başından geçmiş olanlarla bu mağaralar arasında kurulan ilişkinin İslâm-Hıristiyan yakın laşmasına sebeb olabileceğine inanmış; ve, Efes’in aynı zamanda Meryem Ana, Mecdelli Meryem ve Havârî Yahyâ dolayısıyla gerek hıristiyanlar ge rekse müslümanlar için bir ziyâretgâh olmasının avantajını kullanarak, Efes’deki ve Brötanya’daki mağaralara her yıl toplu ziyâretler yapılmasını or ganize etmiştir. Özellikle de Brötanya’daki “Yedi Uyuyanlar” mağarasına her yıl Temmuz’da yapı lan toplu ziyârete mutlaka katılmıştır. II. Vatikan Konsili’nde Musevîlik ile ilgili bir karar metninin hıristiyanlık-dışı diğer dinlere ve özellikle İslâm’a da açık olması husûsunda, Konsil üyesi olmamasına rağmen, Papa VI. Paulus ile Konsil’in üyesi papazları tahrik ve iknâ eden Mas signon olmuştur. “Nostra Aetate Deklârasyonu” de nilen bu metin, Katolik Kilisesi’nin müslümanlar hakkında olumlu beyânda bulunan ilk resmî bel gesidir. Massignon’un Mısır’da sıkı dostluk kurduğu şahıslar arasında: 1945-1947 döneminde El Ezher’in rektörü olan Şeyh Mustafa Abdürrâzîk; ve bu zâtla taban tabana zıd bir tutum içinde bulu nan, müfrit modernizm yanlısı, 1950-1952 arasın da Mısır Millî Eğitim Bakanı görevinde bulunmuş olan Tâhâ Hüseyin (1889-1973); ve kendi sâdık öğrencisi olan, II. Vatikan Konsili’nin müslüman lara bakışını değiştiren metnin Konsil içindeki gayretleriyle zeminini pekiştiren Peder Georges Chehata Anawati (1904-1994) önemli yer tut maktadırlar. 1947 yılında İran Araştırmaları Enstitüsü’ne ve Millî Müzeler Komisyonu’na seçilen Massignon 1952 yılında da dâvetli Profesör olarak A.B.D. ve Canada’da dersler vermiş, 1954’de de yaş haddin den dolayı College de France’dan emekliye ayrıl mıştır. 75 yaşında siyâsî faaliyetleri yüzünden bir de tutuklanmış olan Louis Massignon, 79 yaşında iken 31 Ekim 1962 de Paris’de vefât etmiştir. Massignon, bütün ömrü boyunca, bir düşünce ekolü kurmasına ya da görüşlerinin herkes tarafın dan kabûl edilmesine engel olan pekçok eksantrik fikir ileri sürmüştür. Ama onun İslâm için duydu U m ran-A ğustos •2003 75 PORTRE ğu köklü ilgi ve muhabbet dolayı sıyla açtığı cihâd ilmî eserleri sâyesinde konunun uzmanları ve bütün ömrü boyunca sürdürdüğü siyâsî faaliyet sâyesinde de fransız aydınları nezdinde muazzam bir tesir icrâ etmiştir. II. Vatikan Konsili’nde Kilise’nin İslâm’a ba kış açısını değiştirmesi hâriç ol mak üzere, Massignon’un yazıları olsun diğer siyâsî faaliyetleri olsun ona pratikte zaferler kazandırmış değildir; ama Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında muhabbet ve karşılıklı saygıya dayanan ortak bir yakınlaşma zemini bulmak için 50 sene süre since sergilemiş olduğu o muhteşem kararlılığın ve fîsebîlillah cihâdın Batı’da da Doğu’da da pekçok aydının din ile olan ilişkilerinin yeniden şe killenmesine yol açmış olduğu da reddedilmesi mümkün olmayan bir vâkıadır. M assignon’un İç  lem i ve B u n u n D avranışına Yansım ası 25 yaşma kadar dinle hiç ilgisi olmamış, hattâ uzun süre sefih ve agnostik bir hayat sürmüş olan Massignon’un, 2-3 Mayıs 1908 gecesi, hiç bekle mediği bir anda vuku bulan: 1) hayatını bir anda alt-üst etmiş, 2) kendisinin Fransisken Tarîkatı’nın bir mensûbu olarak dine dönmesine sebeb olmuş; ama 3) mânevî susuzluktan yanan gönlünü bir türlü tatmîn etmeyen Hıristiyanlığın yansıma larını, büyük bir cezbe ile, Hz İsâ’nın kader bakı mından bir benzeri ve tecellîsi olarak telâkkıy et tiği Hallâc-ı Mansûr’da, Hz Meryem’in bir başka tecellîsi olarak telâkkıy ettiği Hz Fâtımatü-z Zehrâ’da8 ve hıristiyan iken müslüman olup da Hz Muhammed’in “B enim Ehl-i Bey tim’dendir” diye ta’zîz ettiği Selmân-ı Fârisî’de aramaya sevkeden, kendisine yaşatılmış olan o muazzam mânevî tec rübe acabâ neydi? Massignon bütün mânevî tekâmülünü, yaşadı ğı bu rahm ânî tecrübeye bağlamış ve bunu her fır satta açıkça ifâde etmiştir. Dostlarından Paul Claudel’in9 bu tecrübenin ayrıntılı hikâyesini yayın laması için kendisine yaptığı baskılara rağmen Massignon, bu “lafza sığmaz” tecrübenin mâhiye tinden bahsetmeye asla yanaşmamış, yalnızca kendisini bir “Y ab an cın ın ziyaret etçiğini beyân 7 6 Ü m ran-A ğustos •2003 etmiştir. Bunu hâtıralarında, başa rısız intihâr teşebbüsünü imâ ede rek: “bıçak darbesi beni es geçip de Sana dokunduğu an” diye dile getir mektedir. Jean M oncelon’a göre10 Massignon’un o muazzam mânevî tecrübedeki sırrı, gene kendi ifâde sine göre: “Sonunda her şeyi yakıp yok eden o semavî ateşti” (Massig non acabâ “Her şeyi kendine gark ederek tevhîd eden Nûr” mu demek istemişti?) Massignon bu rahmânî tecrübe den sonra: 1.Sefih hayatına tövbe ederek mânevîyata yönelmiş; 2. Evlenmiş; 3. İbrahim Birâder adını seçerek Fransisken Tarîkatı’na girmiş11; 4. Hıristiyanlığı red ve terk etmiş olmasa bile İslâm’ı vahiy dini, Hz Muhammed’i de Allah’ın elçisi olarak tanımış; 5. Hallac-ı Mansûr, Hz Fâtımatii-z Zehrâ ve Selmân-ı Fârisî’ye insanı hayrete düşüren bir hay ranlık beslemiş ve haklarında pekçok bilgi bulu nan bu zevât aracılığıyla haklarında pek az bilgi bulunan Hz İsâ’yı, Hazret-i Meryem’i ve Havârîleri daha iyi anlamaya çalışmış; 6. Yakaladığı ipuçlarıyla Hıristiyanlık ile İs lâm’ın söylemlerinde farklı ama temelde bir oldu ğuna inanmış; 7. Batılı müsteşriklerin müslüman toplulukla rına vermiş oldukları zararları tesbit ve teslim et miş; bunları açık açık ifâde ve ilân ederek cihâd etmekden çekinmemiş; 8. Hz İbrâhim’in koruması altında her iki di nin mensûblarının biribirlerini birâderâne bir mu habbetle anlamaları gerektiğine inanmış; 9. Daha da ileri giderek böyle bir diyaloğun te sisi için kendisini kefil ve bedel olarak idrâk et miş; 10. Duaya ve müslümanlara ferâgat-i nefs ve bir kardeşlik bağı ile yaklaşmaya dayanan bir ha yır cemiyeti olan Bedeliyye’yi kurmuş; 11. Müslümanlar ile hıristiyanların biribirleri ni muhabbet ve tahammülle anlamaları için der giler çıkartmış, kitaplar yazmış, konferanslar ver miş, merkezler ve enstitüler kurmuş, öğrenciler yetiştirmiş; 12. İslâm mistisizminin batılı müsteşriklerin LOUIS MASSİGNON göstermek istedikleri gibi şuradan buradan topla ma senkretist bir mistisizm değil özgün bir misti sizm olduğunu savunmuş; 13. Müslümanlarla hıristiyanların biribirlerini anlamalarının yolunun fıkhî tartışmalarla değil her iki dinin mistik yanlarındaki ortak noktalar aracılığıyla olabileceğini savunmuş; bunun için: 1) müslümanları ve hıristiyanlaıı ortak oruç tut maya, 2) her iki din mensûblarının yakınlaşmala rını sağlamak üzere kutsal sayılan yerlere ortak ziyâretler yapmaya teşvik etmiş, ve 3) bu hareket lerde daima başı çekmiş; 14- Kilise’nin müslümanlara karşı nefrete da yanan geleneksel tavrını II. Vatikan Konsili’nde terketmesini sağlayan zemini hazırlamış; Konsil üyesi olan talebesi Peder Georges Chehata Anawati de bu zeminin Konsil kararı olarak kayda ge çirilmesinde etkili olmuştur. 1908’den 1962’deki vefâtına kadar Massignon hayâtının gâyesi olarak addettiği bu tavırlarını: 1) bir cihâd idrâkiyle 2) cezbeyle, 3) ısrarla ve 4) m uhabbetle sürdürmüştür. Massignon gençliğinde işlemiş olduğu günâh ların ağırlığını hayatı boyunca keskin bir idrâk ile yaşamış ve bundan dolayı da manevî ızdırab ve çi le dolu bir ömür sürmüştür. Onun vicdânı, ancak, bütün günahkârlara bedel olan bir “ad ak” olarak kendisini Allah’a sunması ve bu adağın gerektir diği ahlâkî vecîbeleri gerçekleştirmesiyle nısbî bir huzura kavuşmuştur. Massignon’un her gün yap makta olduğu bir duayı kendisine defalarca hatır latmış olduğunu Vincent-Mansour Monteil’den12 öğreniyoruz: “ Allah'ım! Benim gaddarca öldürülme mi ve hem de bunun bugün vuku bulmasını lütfet!” Massignon, hıristiyan dünyâsında K. Huysmans (1848-1907) gibi büyüye ve cinlere düşkün bir romancı, papazlıktan tard edilmiş Boullan gibi bir satanist, Anne-Catherine Emmerich (1774 1824) gibi ellerinde ve ayaklarında, (Hz İsâ’nın haca gerilmesi sonucu haca çivilenen el ve ayaklarındakiler gibi fakat kendiliğinden oluşan) yara lar (stigmat’lar) açılan bir râhibe, keza aynı stigmatlara dûçar olmuş olan Marie des Vallees (1590-1656), Şeyh Mustafa Abdürrâzîk gibi ortodolcs bir müslüman, Tâhâ Hüseyin gibi İslama ba kış açısı iyice çarpık müfrit bir modemist gibi da ha çok marjinal şahıslara büyük merak duymuştur. Boullan’m Huysmans üzerindeki kötü etkisinin eninde sonunda Huysmans’ı dine döndürmüş ol duğu gibi arkadaşı Luis de Cuadra’nın kendisi üze / ÖZEMRE rindeki kötü etkisinin de kendisinin dine yönel mesine vesile teşkil etmesi arasında paralellik kur muştur. Râhibe Anne-Catheıine Emmerich ile Râhibe Mary des Vallee’de de onu cezbeden, bu kadıların da günâhkârlara bedel ve adak olarak kendilerini A llah’a adamış olmalarıdır. 2-3 Mayıs 1908 gecesi vâki’ olan mânevî hâ lin, Massignon’da, ömrü boyu sürecek olan bir cezbe hâli tesis etmiş, ve kendisinin de bu cezbeyi tek başına hazmetmekten âciz kalmış olduğu gö rülmektedir. Massignon bu târihten sonra hep arayış içinde olmuş fakat Kader onun bu cezbesini kendisine hazmettirip de onu temkin ve sükûna sevkedecek bir Kâmil Mürşid’i karşısına çıkarma mıştır. İlim adamı olarak verdiği eserlerindeki isâbetlililc ve ağırbaşlılık ile şahsî ve kamuya açık davranışlarındaki coşkunluk ve “uçlar”da dolaş ması arasındaki tezad: 1) duyduğu suçluluğun telâ fisi için kendisini günâhkârlara kefil ve bedel ola rak idrâk etmesi ile 2) cezbesinin biribirlerini ko valamasının eseri olarak yorumlanabilir. Yukarıda da işâret edilmiş olduğu veçhile Mas signon Hallâc’da Hz İsâ’nın ve Hz Fâtımatü-z Zehra’da da Hz Meryem’in alter-ego’larını13 miişâhede ettiği için, farklı bir dinin insanları olmala rına rağmen, onlara âşık olmuştur. Pekiyi ama Massignon, Hallâc-Fâtıma-Selmân üçlüsünde, Selmân-ı Fârisî’yi acabâ kimin alter-ego’su olarak teşhis etmişti de ona bu kadar engin bir muhabbet beslemekteydi? Massignon bu konuda sessiz kalmakta ise de Selmân’ın hıristiyan iken ihtidâ etmiş, Hz Muhammed’in vefâtından sonra Hz A li’ye beyât et miş sâdık bir dost olması olgularıyla Massignon’un, hıristiyan olmasına ve açıkça müslüman olduğunu hiçbir yazısında belirtmemiş olmasına rağmen İslâm’ı vahiy dini Hz Muhammed’i de peygamber olarak kabûl etmesi karşısında pekâlâ ihtidâ etmiş sayılacağı; ayrıca buna rağmen hıris tiyan vasfını da aslâ reddetmeyip ona da sâdık kalması olguları arasındaki paralellikten hareket le kendisini Selmân ile özleştirmekte olduğunu, yâni Selmân’ı, kendisinin alter-ego’su olarak teşhis etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Massignon’un Hıristiyanlık ile İslâm’ı muka yese ederken çok isâbetli bir değerlendirmesine de işâret etmeden geçmek istemiyoruz: “Eğer Hıristi yanlık, temelde, Kitâb-ı Mukaddes’i l<abûl etmeden önce Mesih’in Icabûlü ve örnek alınıp taklîd edilmesi ise, buna Icarşılık İslâm, Peygamber'in örnek alınıp Ü m ran •Ağustos >2003 77 PORTRE taklîd edilmesinden önce Kur’ân ın kabûlüdür”. Massignon’un İstanbul’a geldiğinde mutlaka ziyâret ettiği şahıslardan biri Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni olan Ahmed Remzi Akyürek Dede (1872-1944) idi. Dede’nin irfanına âşık olan Massignon, Dede’ye müslümanlığını ilân et mek istediğini ifâde ettiğinde Dede’nin, kendisi' ne: “Bâtınen, sen zâten müslümansın. Zâhiren, bu papaz cüppesini taşırsan İslâm’a daha çok hizmet edersin” demiş olduğu rivâyet edilirdi. Neyzen Niyâzi Sayın da Memduh Cumhur da, Massignon’un “müslüman olduğunu” lisânen beyân etmiş oldu ğunu Abdülbâkıy t. lölpınarlı’nın şahâdetine daya narak rivâyet etmektedirler. E serleri ve Ü slûbu Massignon’un eserlerinin bibliyografyası Youakîm Moubârac tarafından yapılmıştır14. Bu bibliyog rafya 200 kitap ve makale ile yaklaşık 100 kadar lâyiha, 100 kadar tebliğ ve ders notu, 150 kadar konferans metni ve Kahire Arap A kadem isinde arapça olarak verilmiş 50 kadar da nutukdan oluş maktadır. En meşhur kitapları şunlardır: 1) L a passion de H allâj, martyr mystique de l’Islam, yeni basım, 4 cild, Gallimard, Paris 1990. 2) Essai sur les Origines du Lexique Techrıi que de la Mystique M usulmane, yeni basım, CERF, Paris 1999. 3) Les Trois Prieres d ’Abraham , yeni basım, CERF, Paris 1997. 4) A khbar al'H alladj, 4. baskı, Vrin, Paris 1975. 5) H ocejn M ansûr H allâj: Di<wan, Cahier du Sud, Paris 1955; yeni basım, Seuil, Paris 1992. 6) Parole D onnee, precede d ’Entretiens avec Vincent-M ansour M onteil, yeni basım, Seuil, Pa ris 1983. 7) O pera M inora, 3 cild, 2193 sayfa, Dar AlMaaref, Beyrut 1963. Massignon’un ilmî yazılarındaki uslûbu olduk ça ağırdır. Kurduğu cümleler genellikle satırlar boyu sürer. Cümlelerinin ortalama uzunluğu 7-8 satır olup 16-20 satırdan oluşan cümleleri de az değildir. Sözlüklerde bulunması mümkün olma yan kelimeler kullanır. Çoğu kere, okuyucu tara fından bilindiğini varsayarak, bunların tanımları nı da vermez. Bu uslûb, Masignon’un: hâtıraları, nutukları ve mektupları söz konusu olduğunda (cezbesinin de katkısıyla) barok, romantik, istiâre 7 8 U m raıı - Ağustos -2003 (metafor) yönü ağır basan ve özellikle de muğlâk bir havaya bürünür; o kadar ki çok iyi fransızca bi lenler dahi bâzı pasajları, ancak, tekrar tekrar oku yup gramer yönünden tahlilini yaptıktan sonra ne demek istediğini karineyle istidlâl edebilirler. Bu üslûba sıradan bir örnek vermek üzere Massig non’un 8 Temmuz 1958’de Henry Corbin’e yaz mış olduğu bir mektuptan iki paragrafı buraya ak tarıyoruz: “Şu fâni dünyâdaki mânevî karşılaşmamızdan, arîz dostum, yalnızca iki husûsu hatırlamanızı arzu ederdim: [bunlardan ilki] akbabanın, Prometeus’un l<araciğerindeki gagası15 gibi tahammül etmek zorun da kaldığımız Kutsalların Kutsalının Sübhâniyeti kar şısında bizi kurtaracak olan tek şeyin ibâdetimizin fi ilini talidir etmekden vaz geçerek, kendimizden istihsâl etmemiz gereken olağanüstü bir zayıflıkla secdeye va rarak izhâr edeceğimiz fart-ı tevâzu olduğudur. Ve kezâ, O ’rıa kulluk etmesini bilmeyenlerin sefil liği karşısında, bunların sürür içinde olmaları için ger çek Yaratıcı M uhayyele16, sharh al-sadr17 anla mında kalbimizi söküp atmamız gerektiğidir; çünkü Tanrı18 onları sebep kılarak bizleri, O ’nunla ve O ’nun gibi, onlar için ölmemiz için yaratmıştır; çün kü ete-liemiğe bürünme işte budur ve bu olmasaydı Cenâb-ı H akk’ın Tecellîsi onlara lütfedilmiş olmaya caktı; kezâ gurbetin19 ekmeğinin acı lezzeti de, mızrak darbesinin20 Şarab’ının21 dehşet veren lezzeti de; o Şarap ki Cehennem’in dibinden, yokluğun dibinden am a onun maddeye bürünmesinden yâni ortadan kaybolmasından, yalnızca cehalet kavramından yâni “nakira”dan22 değil am a bütün idrâkin yok olmasın dan, yâni cehâletin “m a’ri-fa”sından çekilip çıkarıl mıştır"23 . Massignon ilmî yazılarında çok dikkatli bir ka rarlılık sergilemiş ise de dostlarıyla vaki’ tartışma larında onları şaşırtacak biçimde zıt uçlar arasında salınıp durabilmiştir. Massignon’un 1929 yılında Sühreverdî-i Maktûl’ün (1155-1191) Işrâkî Hikm eti üzerine dikka tini çekip de daha sonra İran Tasavvuf anlayışı üzerinde pekçok eser vermesine sebeb olduğu, “şâkirtten de öte” bir dost olarak olarak kabûl ettiği, Ecole Pratique des Hautes Etudes’d eki halefi ve hattâ (aşağıda değineceğimiz gibi) mânevî vasiyetnâmesinin icrâsına memur etmiş olduğu Henry Corbin (1903-1978) bu konuda şunları söylemek tedir: “Öyle günler oldu ki Massignon’un şahsında bir şiîden daha müfrit bir şiî yanlısı buldum, ve bundan LOU1S MASSİGNON / ÖZEMRE dolayı da kendisine çok şey borçluyum ( ...) . Ama başka günlerde, temel metinlerinin kendisine zâten yabancı olduğu Şiîliği ve şiîleri insafsızca takbih ettiği ne de şâhid oldum. îmâmet şartının olmazsa olmaz şartının kan bağı olmadığını, İmâm ’lann aralarında ki dünyevî aile bağının onların Cenâb-ı H akk’ın Zâ tında gizli olan ezelî bağlarının sûre tinden başka bir şey olmadığını savunduğumda da o "benim ” bu müf rit Şiîliğime hayret ederdi”. Benzer şekilde, Massignon’un geç dönem ta savvufa karşı ilgisizliği ve özellikle de Muhyiddin Ibn Arabî hakkında hiçbir incelemeye dayanma yan peşin hükümleri de Henry Corbin için bir başka hayret kaynağı olmuş24; ve, ona bu ve baş ka vesiyleler dolayısıyla: “Massignonun İlmî eserle rinde insanı hayretlere gark eden beyânlar, tasvîb edil mesi mümkün olmayan tezler ve hattâ tarafgirlikleri insanı neredeyse infiale sürükleyen hükümler vardır” dedirtmiştir25. Henry Corbin, tevâtüren dahi olsa, Massignon’un bir konunun kaynakları üzerinde “tıpkı bir helikopter gibi” şöyle bir uçtuktan sonra elyazmalarının birinin üzerine “inerek” bunu kısa bir sürede inceleyip “başka yerlere gitmek üzere yeniden uçmaya ba$iamast”ndaki hercailiği de tenkid et miştir. M assignon’un Siyâsî Faaliyeti Massignon’un Fransa’nın araplara karşı politika sında çoğu kez gizli kalmış olan önemli bir rol oy namıştır. Yukarıda onun 1917-1919 döneminde Sykes-Picot misyonundaki rolünden bahsetmiş tik. Massignon bundan sonra bakanlıklar arası pekçok komisyonun fikir ve tesbitlerine sık sık müracaat ettiği bir uzman, ve 1945 yılından îtibâren de Fransa’nın müslüman ülkeler nezdinde fah rî bir kültür elçisi olmuştur. College de France’dan emekli olduktan sonra Fransa-Fas ve Fransa-Islâm Uyuşum komitelerinde olsun; Filistin’de Mısır’da, Madagaskar’da, Cezâyir’de ve Fas’da ol sun Massignon daima “ezilmişler”in tarafını tut muş ve fransız kolonilerinin hürriyetlerine ve mil lî hükümranlık haklarına kavuşmaları için olağa nüstü gayret sarfetmiş, cihâd etmiştir. Hasımlarını etkilemek için kullandığı haftalık oruçlar, kutsal yer ziyaretleri, Gandhi’den esinlenerek başlattığı şiddet karşıtı hareketler onları şaşırttığı gibi ken disini destekleyenleri de şaşırtmıştır. Özellikle Filistin konusunda bu ülkenin bö lünmesine, ve “Aiman temerküz Icamplan Icaçkınla- rını araplar için ölüm makinesi hâline solian” siyonizme cesâretle ve ısrarla karşı çıkmıştır. M assignon’un D ostları Massignon uzun bir ömür boyunca pekçok kalbu rüstü aydınla dost olmuş ve bunlarla dostluğunu sâdık ve hatırşinas bir biçimde sürdürmüştür. Yu karıda değindiklerimizden başka onun dostları arasında ömrünü Kuzey Afrika Tuaregleri arasın da geçirmiş olan râhip Charles de Foucauld; 1931’de Paris’de karşılaşmış olduğu Mahatma Gandhi; K. Huysmans, Paul Claudel, François Mauriac, Jean Cocteau gibi yazarlar; Muhammed İkbâl, Râşid Rızâ, Jacques Maritain, Gabriel Marcel, Henry Corbin, talebesi iranlı Ali Şerîatî gibi filozoflar; Martin Buber, Kardinal J. Danielou gibi ilâhiyatçılar; Theodore Monod, Vincent-Mansour Monteil, Maxime Rodinson, Serge de Beaureceuil gibi bilim adamları; Giorgio La Pira ve Edmond Michelet gibi siyâsîler vardır. Türkiye’den de pekçok dost edinmiş olan Mas signon’un dostları arasında Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni Ahmed Remzi Akyürek Dede’yi, Yahyâ Kemal Beyatlı’yı26 (1884-1958), Abdülbâkıy Gölpmarlı’yı (1900-1982), Fransa’da kendisine Dr Adnan Adıvar’dan sonra Türkçe dersleri vermiş olan Nurettin Topçu’yu (1909 1975) ve Münevver Ayaşlı’yı27 (1906-1999) zik redebiliriz. M assignon’un V asiyeti Söz konusu vasîyet Massignon’un Henry Corbin’e yazmış olduğu 17 Eylül 1959 târihli bir mektubun muhtevâsıdır. Bu mektupta Massignon “şâkirtten de öte” dostuna vefâtından sonra ifâ etmesini arzu ettiği bir misyon yüklemektedir. Bu mektubun ifâ desi hiçbir şüpheye yer olmayacak kadar açıktır: “Aslında, Icaderin hükmü gereği28, benim düşünceme en yakın olan, istidâdı da benimkine en yakın olan sizsiniz; ve ben bu âlemi terkettiğimde, Allah'ın Hallâcı Mansûr, Fâtımatü-z Zehrâ ve onların aracılığıyla Selmân ve Muhammed için bana ilhâm etmiş olduğu kutsal dostluğu savunmak üzere ilk önce size güveni yorum”29. Massignon bu mektubunda Hallâc’ın Azabı hakkmdaki eserinin 2. baskısını hazırlamak üzere vermiş olduğu sözün gerçekleşmesi için Henry Corbin’in kendisini dualarıyla desteklemesini de Ü m ran-A ğustos •2003 79 PORTRE taleb etmişti. Ne yazık ki bu konuda Henry Corbin’in duaları değil Massignon’un sağlığı yetersiz kalacaktı. Massignon’un bu âbidevî eserinin 2. baskısı vefâtmdan 13 yıl sonra 1975’de Louis Gardet30 (1904-1986) ve Henri Laoust’nun31 ( 1905 1983) himmetleriyle 4 cild hâlinde yayınlanabi lecekti. Henry Corbin ise üstâdmın Hallâc halckındaki gayretlerine katkıda bulunmak için, “için de Hallâc’ın eserlerinin, yorumlarıyla birlikte, anah tarı bulunan”, Rûzbehân-ı Baklî’nin (öl. 1209) Ş erh'i Şathiyyât isimli eserinin edisyonunu ger çekleştirecekti (Tahran, 1966 ve 1981). Massignon gene aynı mektupta Henry Corbin’den, müsteşriklerin 14 yüzyıldır ihmâl ettikle ri bir şahsiyet olarak Fâtımatü-z Zehrâ hakkında bir korpus yâni kendisi hakkında yazılmış olanları ve rivâyetleri bir araya toplayan bir eser hazırlan masını taleb etmekte ve bunu şu sözlerle dile ge tirmekteydi: “Bunu beş yıldır düşünmekteyim; ve daha önce giriştiğiniz bütün projelerinize rağmen eğer bu Korpus meselesini ele alabilirseniz bunu hayr du alarımla J<arşılayacağım. Çünkü bunun Şiîlik ile Sün nîlik, İslâm ile Hıristiyanlık arasında kudretli bir bir leşme aracı olması mümkündür”. Ne yazık ki Mas signon’un bu arzusu gerçekleşememiştir. Ortak noktaları Islâm’a duydukları büyük hay ranlık olan bu iki büyük dostun inanç âlemlerin deki antisimetrik konumları da ilgi çekicidir. Massignon’un zâhiren katolik olmasına karşılık, Henry Corbin zâhiren protestandır. Massignon sünnî İslâm ile Corbin ise şiî İslâm ile meşg_l ol muşlardır. Massignon Vahdet-i Şuhûd, Corbin ise Vahdet-i Vücûd taraftarıdır. Massignon çile için de, nefsini hor-hakîr-zelîl-günâhkâr gören bir tevâzu ile fakat mücâdele ve celâliyet dolu bir ce hennem hayatı geçirmiştir. Henry Corbin ise dengeli, sâkin ve huzurlu bir hayat sürmüştür. Bu nun için Massignon’a N âr Adamı32, Henry Corbin’e ise Nûr Adamı33 denmiştir34. duğu, pekçok müslümanda bulunmayan o inanıl maz saygısı ve muhabbeti, 2) müslümanlar ile hıristiyanlar arasında karşılıklı anlayış, saygı ve mu habbete dayalı bir diyalog ve dostluğun tesisi için mücâhidâne teşebbüsleri, ve 3) Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili’nde müslümanlara bakış açısını değiştirmesinin zeminini hazırlamaktaki etkin rolü, (bütün şahsî kusurlarına, çelişkilerine ve za h irî görünüşüne rağmen) idrâk, temyiz ve adâlet sâhiplerinin bir Fâtiha’yı onun ruhundan esirgememeleri için yeter de artar bile! D ipnotlar 1 Gaston Maspero (1846 -1 9 1 6 ) fransız eski Mısır arkeolojisi bil gini olup Gize’deki büyük Sfenks’i ortaya çıkaran zâttır. 2 B/c. Daniel Massignon, L e Voyage en M esopotam ie et la Con- version de Louis M assignon en 1908, Editions du Cerf, Pa ris 2001. 3 Fransisken T arikatı: Assisi’li Azız Francesco (1 1 8 2 -1 2 2 6 ) [İtal.: San Francesco di Assisi, Fran.: Sain t François dA ssise, İng.: S ain t Francis of Assisi] tarafından kurulmuş bir hıristiyan ta rikatıdır. Bu tarikat mensûbları şahsen hiçbir dünyâ malına sahip olmamak için fakirlik yemini eder, gerekirse dilenir ve kendilerini insanlara merhamet ve m uhabbetle yaklaşmaya ve vaaz etmeye tahsîs ederler. T arikat X IX . yüzyılda Papa X I II. Leone’nin yapmış olduğu düzenlemeye göre üç zümreden (İtal.: O rdine, Fran.: O rdre) oluşmaktadır: 1) Fraticelli (yâni Küçük ya da Fakir Biraderler), 2) C larisse (ya da Fakir Hem şireler) , ve 3) Sivil Papazlar (bunlar manastırlarda yatıp kalk mayan ve bekârlık yeminiyle bağlı olmayan kimselerden olu şur). 4 Bıı tezin 4 cild tutan son baskısı Paris’de Gallimard kitabevi ta rafından 197 5 ’de yayınlanmış olup bugünlerde yaklaşık 115 _ fiyatla satılmaktadır. 5 ColİĞge de France, Fransa kıralı I. François tarafından 1530 yı lında Paris’de kurulmuş olan, üniversiteden bağımsız yüksek düzeyde bir öğretim kururnudur. College de France’da hâlen 47 kürsüde konularında en ileri düzeyde bulunan bilim ada mı ders vermektedir. Bu yüksek eğitim kurumunda ne kayıt işlemi, ne ders harcı, ne izin, ne im tihan, ne diploma ve ne de sertifika vardır. C anı isteyen gelir, istediği dersi dinler. Kurum idâresi yalnızca derslerin en üst düzeyde olmasıyla il gilidir; dersleri dinleyenlerle ya da dinleyicilerin kalitesiyle değil! 6 Massignon kendisi gibi bir arkeolog olan, Doğu M elkî (GrelcKatolik) Kilisesi’ne mensûb Mary K ahîl (1 8 8 9 -1 9 7 9 ) ile 191 3 ’de K _hire’de tanışmıştır. Mary K ah îl’e âşık olan Mas Sonuç signon, Mary’n in İslâmiyet’e karşı duyduğu nefret dolayısıyla, Massignon A ) eserleri, ve B) müslümanlara ve bü tün mazlumlara daima destek olan cihâdı ile yalnızca XX. yüzyıl Fransa’sını değil, İslâm ülkelerini de derinden etkilemiş müstesnâ bir zâttır. İşlediği gü nâhların bilincinde, ferâgat-ı nefs ve tövbe sâhibi bir hıristiyan râhip olmasına rağmen, Massig non’un: 1) Hallâc-ı Mansûr’a, Fâtımatü-z Zehrâ’ya, Selmân-ı Fârisî’ye ve Hz Muhammed’e duy deşlik şeklinde devâm etmiştir. Massignon, 5 Mayıs 1949’da onunla evlenm ekten çekinm iştir. Bununla beraber dostlukla rı Massignon’un ömrünün sonuna kadar muhabbetli bir kar 8 0 Ü m ran - Ağustos •2003 Papa X II. Pius ile vâki görüşmesinde kendisinin, dili Lâtince olan Rom a tarzı ibâdetten dili A rapça olan Doğu M elkî tarzı ibâdete geçmesi için özel izin taleb etm iş ve Papa da bu izni vermiştir. Fransisken T arîkatı’n ın sivil papazlar zümresine îbrâhim Birâder adı altında girmiş olan (B/c. 3 no.lu dipnot) Massignon, bundan sonra, evli bir kim senin Doğu Kilisesi’nde papaz olup olamıyacağını V atikan ’ın Doğu Kilisesi Kongregasyoni'.’na sormuş; ve Kardinal E. Tisserand’dan “Papa’nın, gizli olmak (yâni açıkça K ilise’de değil fakat umûma LOUIS MASSİGNON / kapalı özel yerlerde âyin idâre etmek) şartı altında yaşlı aile "M esse” ây in i esnasında y en en ek m ek Hz Isa ’n ın b e d e n in i, reislerinin papaz olm alarını kabtıl edebileceği” şeklinde bir cevap almıştır. O cak 1 9 5 0 ’de M elkî Kilisesi Patriği IV . Mak- ÖZEMRE içile n şarap da k an ın ı rem zetm ektedir. 2 0 Ç a rm ıh d a ik en , ruhunu teslim edip etm ed iğ in i an lam ak için , simos, Massignon’un bu şartlar altında papaz olmasına müsa rom alı bir askerin bir mızrak darbesiyle Hz İsâ’n ın böğrünü n ade etmiş ve bunu tcscil eden merasim de 28 O cak 1950’de sağında açılm ış o lan yaraya îm â ed ilm ek ted ir. sabahın erken saatinde K _hire’de Sulh’un Aztze Meryemı Kı- lisesi’nde (L ’Eglise Sain te Marie de la Paix) Patrik Yardımcı sı Monsenyör Medavvar tarafından icrâ edilmiştir. 21 Hz Isâ’n ın k a n ı îm â ed ilm ekted ir. 22 M ek tu p ta k i “n ak ira” ve “m a’rifa” k elim ele ri A rap ça sarf ve nahiv’de bir k elim en in harf-i târifsiz ve h arf-i târifli h â llerin e 7 “Bedeliyye” ve “abdal” kelimeleri bedel kelimesinden türemiş tir. Abdal (çoğulu: abdaljn): “hâlini, nefsinin bedeli m u k jb i li kazanmış, mâsivâ kaygusundan mücerred, A ll_ h ’ın Rahme- işaret ed en gram er terim leridir. 23 “ D e n ö tre re n co n tre spiritu elle ici-bas, ch e r am i, je voudrais que vous n e vous souveniez que de deux p oints: que d ev a n t la ti’ne gark olmuş kimse” demektir. M ensûblarını müslümanlara çektirilen zulüm ve çilelerin bedeli olarak idrâk sahibi kıl T ra n s ce n d a n c e du S a in t des S a in ts , q u ’il nous faut subir co m - maya yönelik Bedeliyye cemiyeti M assignon’un b ed el kavra m e le b ec de vautour dans le foie d c P ro m e th ee il n ’ya que mına ve başkalarının günâhlarını yüklenmeye karşı kendisin Pexces de Ph u m ilite qui nous sauve, e n se p ro ste m a n t dans de beliren cezbeye iyi bir örnektir. une d e fa illa n ce inoui'e que nous avon s â o b te n ir de nous-mfem es, en ce ssa n t d’estimer n ötre a cte d ’a d o ra tio n suprem e. 8 Massignon Hz Fâtım a’nın İslâm âleminde doğru dürüst tan ın madığı, onun Hz Peygamber’in kızı olarak sergilemiş olduğu Et que, d ev an t la mis&re des au tıes, qui n e Pad oren t pas, nous harikulade vasıfların ınüsteşriklerce de müslümanlarca da ye ayons ce grand arrach em en t du cceur qui est la vraie Imagina- terince araştırılmadığı ve bu ınüstesnâ hanım ın bugünün ka tion Creatrice, ce sharh al-sadr ou nous dcsirons souffrir pour dınlarına ne emsâlsiz bir örnek olacağının potansiyelinin in q u ’ils so ie n t dans la jo ie ; parce que c ’est â cause d’eu x que D i- celenm em iş, ortaya konulmamış olduğundan her zaman ya- eu nous a crees, pour qu’av ec Lui c t co m m e Lui, nous m ouri- kınmıştır. Massignon, aşağıda da gösterileceği gibi, vefâtın- ons pour eu x, parce que c ’est ce la l’In c a m a tio n sans laqu elle dan sonra bu konunun işlenmesini en yakın dostu ve talebe la T h ö o p h a n ie n e leur şerait pas a c c o ıd e e , c e goüt am er du si olan Henry C orbin’e vâsiyet etmiştir. pain de l’e x il, c e tte saveur terrib le du V in du coup du la n ce , 9 Paul Claudel (1 8 6 8 -1 9 5 5 ) fransız diplomatı ve şiirini mistik bir V in tire du fond de l’enfer, du fond du n e a n t, m ais de sa m a- ilhâmla beslemiş, Fransız Akademisi üyesi bir yazar. Başlıca eserleri: B e ş Büyük K a sid e, Hz M eryem ’e Ç önderilen H a te ria lisa tio n , d o n e de son a n ea n tissem e n t; n o n seu lem en t dı ber, R eh in , S aten A y a k k a b ı... co n c e p t de l ’ig n oran ce, nakira, m ais l ’a n ea n tissem e n t de to u te co m p re h en sio n , ma’rifa de P ig n o ra n ce”. 10 Bk. http://jm .saliege.com /SPlRITUALITY.htm 11 Massignon 1 9 0 6-1907 yıllarında Luis de Cuadra ve arkadaşla 2 4 M assign on V a h d e t-i V ü cû d ’a değil V a h d e t-i Ş u h û d ’a m unis rıyla geçirmiş olduğu sefih dönemden sonra “tövbe etmiş bir b a k tığı için M uhyid din îb n A ra b î, A b d ü lk erîm C îlî ve M a h - giinâhkâr” olarak kendisinin bir yandan mensııb olduğu mud Ş eb ü ste rî gibi zâtlara h iç ilgi du ym am ıştır. "Fransisken T ârikatı’nın ferisîleri” dediği müsâmahasız yo 2 5 Bk. http://im .saliege.com /Corm ass.htm bazlar, diğer taraftan da AU_h’ın huzurunda kendisini onla 2 6 Y ahyâ K e m a l, tam bir m elâm i o larak kabûl e ttiğ in i bildirdiği rın fidyesi (bedeli) olarak kabûl ettiği eski sefahat arkadaşla H a lla c ’ın k a b rin i ziyâret etm ek için Ira k ’a gitm ek arzusunda rı arasında iki ateş arasında kalmış olduğunu itirâf etmiştir. olduğunu M assig n on ’a ifâde etm iş. M assig n on m elâm î kabri 12 V incent-M ansour M onteil: din ve Doğu şiirleri hakkında tet kikleriyle tanınm ış, Islâm dinini için Ira k ’a g id eceğ in e ö n ce İsta n b u l’daki m elâ m îlerin k a b ir tetkik ettikten sonra müslü lerin i ziyâret etm esin i tavsiye ed erek Y ah y â K e m a l’e İs ta n man olmuş bir fransız bilim adamı. b u l’da n e kadar m elâm î büyüğü kabri ya da m ak _m ı varsa tek 13 Alter-ego: bir kim senin benzeri, kimliğinin kopyası. tek ziyâret ettirm iş. R iv ay et olunur ki Y ah y â K em a l de, daha 14 Bk. Youakîm Moubârac: “Bibliographie de Louis Massignon son ra, bu hususta A bdülbâkıy G ö lp ın a r lı’ya reh ber olm uş. rSunie et classee”, M tlan ges Louis M assignon T om e I, s. 1 56, IFE A D (Institut Français d’Etııdes Arabes de Damas: 2 7 M ü n ev v er A y aşlı Collfege de F ra n ce ’da M assig n o n ’un dersle Şam ’daki Arap Araştırmaları Fransız Enstitüsü) Yayınları, rin e devam Damas (:Şam ) 1956. M e ’cü c k a v m in in T ü rk ler olduğunu söy leyin ce M ü n ev v er ederm iş. B ir gün d erste M assign on Y e ’cü c- 15 Grek m itolojisinde T ira n ’lardan biri olarak bilinen Promete- H a n ım in fia lin i ihsâs etm iş. B u n u n üzerine M assign on , bey â us ateş ilâhı (ya da cini) olarak geçmektedir. Kendisi ilk in n ın a : "B u n a h iç infial gösterm eyiniz. T ü rk le r İslâm ’ı kabûl sana balçıktan şekil verdikten sonra onu canlandırmak üzere e tm ed e n ö n c e Y e ’cü c -M e ’cü c kavm i idiler. Eğer b ir gün Is göğün ateşini çaldığı için, Zeus tarafından Kafkas dağlarında lâ m ’ı unuturlarsa gene Y e ’cü c-M e cü c kavm i o la ca k la rd ır” d i zincire vurulmak ve başına da karaciğerini yiyen bir akbaba ye bir a çık la m a getirm iş. musallat edilmekle cezalandırılmış; ve cezâsını bir hayli çek 2 8 M ek tu b u n bu ibâresi L â tin ce yazılm ış: sub specie aetemitatis. tikten sonra Herakles (yâni Herkül) tarafından kurtarılmış 2 9 Bk http://jm .saliege.com /Corm ass.htm olduğu ileri sürülmektedir. 16 Massignon, Henry C o rb in ’in Im agination Creatrice 3 0 Louis G a rd e t: Louis M assignon v e Ja cq u es M a r ita in ’in ö ğ ren (Yaratı cisi oîup İslâm v e çeşitli d in lerin m istik h ay atları h ak kın d a cı Muhayyele) isimli eserini îmâ etmektedir. 17 M etinde aynen! Massignon, burada da, “Elem neşrahleke sadrek” (S en in göğsünü yarmadık mı?”) âyetini îm â etmektedir p e k ço k eser verm iş bir h ıristiyan filozoftur. 31 d an ve K itâ b e le r ve Edebiyat A k ad em isi (Acad>.mıe des Insc- (LC1V/1). riptions et Belles-Lettres) eski ü y elerin d en . 18 Burada T anrı kelim esinin zâhirî görünümü altında T eslis’in ikinci şahsı Hz İsâ îm â edilmektedir. 19 Gurbet, Fransızca exil kelim esinin karşılığıdır; ancak bu keli me, mistik bağlamda, “şu fânî dünyâ” anlamında da kullanı H en ri L ao u ste: C o lle g e de F ra n ce ’ın eski kürsü başk an ların - 32 Fransızcası: H o m m e de Feu. 3 3 Fransızcası: H o m m e de Lum iere. 34 B u y akıştırm alar Je a n M o n c e lo n ’un M assig n on ve C o rb in lır. Burada aslî vatanından bu dünyâya nüzul etmiş olan Hz h a k k ın d a İsa’nın bedenine îmâ edilmektedir. Katolik Kilisesi’ne göre httn://im .saliegc.com /cordavv.htm yazdığı b ir m a k a le d e n a lın m ıştır. Ü m ran • Ağustos • 2003 Bk. 81 Fİ LM terilecek olayları, aktarılacak NİÇİN KORKU FİLMİ? mesajları algılayanın daha iyi anlamasına ve daha köklü kavra masına yönelik bir çaba olarak H A S A N A L İ Y IL D IR IM kabul ediyor Aristoteles. Ürpe ren veya korkan kişi, bir iç te mizliği yaşar; dolayısıyla ruhi bir rahatlama sürecine girer ve sah nelenenle daha sağlam bağlar kurar. Aristoteles’in tiyatro için öngördüğü bu etkilenme halini S inemada iki iflâh olmaz zaafım var: vvestern ve korku. Bu iki türün ör neklerine, kaba misafirlere gös terdiğim hoşgörü denli taham mülle yaklaşmak adetim. Fakat bu, bu türlerin örnekleri, hatta türün kendisi hakkında fikir yü rütmemin önüne geçemez. Belki de zaafın asıl ilginç olanı böylesi. İşte bu yazı, sinemadaki zaafla- yumruk attığı şu makinelerdeki sinemaya, daha çok bir ‘uyarıl kişinin kendine güvenini tazele ma’, bir sonraya hazırlama diye uyarlamak olası. Fakat korku yen bir niteliğe mi hizmet eder? Sanırım korku sinemasının tüm dünyada tutunmasını sağla yan, barındırdığı öğelerinden çok, o öğeler üzerinden tetiklediği başka insani durumlar ve zaaf lar. Öyle ya, yeryüzünde bulun ma nedenini ‘mutluluk bulmak’ diye belirleyen çağdaş inşan, filmlerinin çıkış amacını böylesi bir niyete dayandırmak, hem yö netmene hem de yapımcıya bir artı puan kazandırmayacağı hal de, türün örneklerinin bütüne yakınının, herhangi bir iletiyi iz leyenine aktarma amacıyla bir kışkırtmaya başvurduğunu ya da izleyiciyi ruhi bir arındırmaya ta bi tuttuğunu düşünmek, hayli B a t ı ’da b ir to p lu m a m u sa lla t c a n a v a r ın y o k e d ilm e si, in s a n sorgulanası bir görüş vukufiyeti- lığ ın b e k a s ı iç in ş a rt s a y ılır k e n , a y n ı d u ru m d a D o ğ u ’da c a ne işaret eder. Çünkü sinemada n a v a rın e h lile ş tir ilm e s i, k im i zam a n a ğ ır k a y ıp la ra y o l a ç a n b ir fid y e y e m al o lsa da b ir a n la şm a y a v a rılm a sı, a rad a b ir u y u m u n sa ğ la n m a sı s ık g ö rü le n g elişm elerd e n . rımdan birine ayrılmış durumda. toptan mazoşist olamayacağına Bir insan, niçin korku filmle rinden hazzeder? Korkmak ne tür göre, ilk bakışta bu mutluluğu el de edemeyeceği bir duygulanma modunu ne diye tercih etsin! bir duygu ki, yalnızca vakit değil, aynı zamanda çağdaş insanın en büyük kutsalı para da harcayarak bu duyguya bürünmek ister? Lu naparklardaki dönme dolaplara binen ve çığlığını engelleyeme yen çocukların coşkusuna mı benzer bir korku filmi izleme dürtüsü yoksa aynı lunaparkta gücünü ölçmek için 8 2 Ü m ran •Ağustos •2003 insanın Dilerseniz durumu kavrayabilmemize yardımcı olabilecek tarihi sürece bir göz atalım: Ahlâki olanın bir gösteri formatında sergilendiği klasik tiyat ro gösterisi sırasında, ‘korku’ un surunun kullanılmasını, en azın dan bir etkiyle izleyicinin ürpertilmesini, bu etki sonrasında gös tüccar zihniyet tarafından mümbitliği en erken farkedilen ve sö mürüsünün sistematiği en çabuk müesseseleşen iki histen biri kor ku; öteki cinsellik. Korku filmlerinin ticaret dışı asli hedefi, bırakın bir uyarma etkisiyle bir arınmaya zemin ha zırlama çabasını, yari diri yarı ölü canlılar, yarı hayvan yarı insan yaratıklar, canavar görünüşlü ama insan ruhlu ucubeler gibi olağandışı karakterlerin tören geçidiyle amaçlanan, aslında in sanın hem cinsine karşı artan nefretini açığa çıkarmaya yöne lik dürtülerin, olumsuz kılıktaki yaratıklara yönlendirilmiş bir bi çimde ortaya serilmesinden baş- NİÇİN KORKU FİLMİ? / YILDIRIM ka ne olabilir ki. Gerçekten de korku filmi severlerin şiddete meyilli kişiler olduğu, en azından korku filmi izledikten sonra in sanda şiddet hissinin, kan akıt ma arzusunun doğduğu, kimileyin bu şiddetin dışarıya aks ola nağı da bulduğu, söylenegelen bir gerçek. D oğu’da ve B a tı’da korku Aslında toplumsal korkunun arkaplanına gidildiğinde, medeni yetler arasında da farklılıkların varolduğu görülür: Batı kültürle rinde sıkça görülen, hem edebi yatta hem de masal ve efsaneler deki ürkünç yaratıklar, insanla rın karşılarında acziyetlerini kav radıkları ve çoğunlukla savaşmak durumunda kaldıkları insanlık düşmanı, acımasız, kıyımcı var lıklardır. Varlıkları bir felâkettir ve insanların başına musallat ol maları için ‘ilk günah’ yeterlidir; yaratıklarla mücadele de bu günahm kefaretlerinden... Doğuda ise masal ve efsanelerdeki devle rin, ifritlerin, gûlyabanilerin, ej derhaların kötüsü kadar iyisi de vardır. Hatta her kötü canavarın kötülüğü anlatılırken, makulleş tirilmiş bir gerekçesinin yanında, kimi iyi yönleri de belirtilir; da hası, insanlardan ya da öteki ya ratıklardan iyi olmayı öğrenebilir ve kötülüklerden vazgeçebilirler. Batı’da bir topluma musallat canavarın yokedilmesi, insanlı ğın bekası için şart sayılırken, aynı durumda Doğu’da canava rın ehlileştirilmesi, kimi zaman ağır kayıplara yol açan bir fidye ye mal olsa da bir anlaşmaya va rılması, arada bir uyumun sağ lanması sık görülen gelişmeler den. Bu yüzden de her zaman öl dürülmesi gerekmez canavarın. Benzer bir durum, canavarlı efsane ve masalların işleniş biçi minde de geçerli: Yaratıklar tas vir edilirken, Batı’da karabasan lara sermaye olacak ürkünç tab lolar çizilirken Doğu’da, ‘bir du dağı yerde, öbürü gökte’ gibi ür kütücülükten çok tuhaflığın (ve örtülü bir biçimde merhamet duygusunun) öne çıkarıldığı, bu yüzden de korkutmaktan çok ga ripseten bir canavar tipi çıkar or taya. Başka birçok ürküntünün yanında ‘yabancı’yı da temsil eden canavar, baştan ölüme mahkûmdur Batı’da. Onu tanı maya yönelik çabalar, zayıf yön lerini anlamaya, yumuşak kam ı nı keşfe yöneliktir. Doğu cana varlarıysa çoğun insani özellik gösteren ‘acîbe ve garîbe’dendir ve insanoğlundan neredeyse tek farkları bu yönleridir; bu yüzden ortaya çıkarılmaya çalışılan daha çok ortak noktalardır. Böylece yok etme yerine ortak yaşamanın yolları aranır. Canavar yokedicisinin yokettikleri Bu doğrultuda korku filmlerine bakacak olursak, ortaya çıkması sırasındaki sunum şekliyle daha baştan yaratığın izleyiciye suçlu gösterildiğini görürüz: Merha metsizce yakıp yıkarken, doğayı talırip ve insanları yok ederken, izleyicinin, filmin sonundaki Um ra n -A ğ u sto s-2 0 0 3 83 FİLM çirkin suçludur; güzellerse ma sum’ denilmek istenen ırkçı idam fermanını onaylayan jüri üyesi konumundan sıyrılmamasına çalışılir. Yaratık, bir insan olmadığı halde, insa noğlunun ‘ilk günah’ını da paylaşır. (Belki de en insani tarafı budur.) Filmin amacı, za ten, sanığın ne denli cani olduğunun ısrarlı vurgu suyla, ölümün her ‘yabancı’mn kaderi oldu ğu, yaratığın ölümüyle de, bir günahkârın daha, akıbetinin temizlenmekle sonlandığı kanıtlanır. Ya ratık ortaya çıktığında iti raf edilen garip bir gerçek de, kimsenin yaratık hak kında bir şeyler bilmediği, yaratığın bilinmezliğiyle in sanın bir acz yönünün itirafı. Fa kat bu itirafın, izleyen açısından acı bir faturası var: Canavar olanca maharetini sergileyerek ortalığı toz dumana boğarken iyi ce galeyana gelen izleyiciye yut turulan, çözülme sahnesinde önüne sürülen canavar yokedicinin ne denli büyük bir kahraman olduğu kandırmacası. Böylelikle, canavara acıyacak bir tane bile izleyicinin kalmaması başarıl makla kalınmaz, hem türün hem de sektörün idamesi için sahte kahramanlar da üretilmiş olunur. Türün gözardı edilmemesi zo runlu bir başka yönü, bu filmlerde sık kullanılan unsurların ya da ya ratıkların, dünyanın bir küçük köy haline gelmesine imkân tanı yan kavranabilirlikleri. Örneğin Kin Kong’daki Afrika gorilinin ya da Alien’deki dünya dışı yaratığın korkutuculuğu, dil, din, ırk, gele nek, kültür, hatta eğitim tanımaz: Ulaştığı her izleyicinin kalbinde 8 4 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 önyargı. Aslında korku filmle ri de hayat gibi çok yüz lü; önemli olan görüne ni doğru okumak. Biraz da yakın dö nemdeki filmler üze rinden gitmeye ne dersiniz? 1978 tarihli ünlü ‘HalloweenCadılar Bayramı’ filmi, yönetmen ve oyuncularının ününü güçlendirmekle kalmamış, aynı •zamanda yal nızca türe değil biz zat sinemaya da yeni aynı hızlı ritm tırmanışını sağlar ve benzer oranda adrenalin salgı latır; dişlerini geçirdiği her altbende, kendi salyasından lekeler, kalıntısından İzler bırakır. H er çirkin suçludur Korku filmlerinin diğer bir aşısı, İçimi ideolojik kabullerin empo zesi yanında, bazen ırkçılığa va ran bir benmerkezcilik sergisi; lcimileyin sosyolojik kılıklı ön yargıların kanıtlanmaya çalışıl ması ya da belirsiz bir gelecek ür pertisinin hissettirilmesi. Örne ğin vampir filmlerinde, güzel Amerikan tazelerinin Avrupalı, karanlık karakterli vampirler ta rafından ısırılaralc canavarlaştırılması, Kin Kong’da koca kıllı kara devin, beyazlara saldırma sındaki haksızlık vurgusu ya da tüm katil ve canilerin çirkin yüz lü, tiksinç görünüşlü hallerde resmedilerek, ‘her suçlu çirkin dir’ gibi gösterilen, aslında ‘her bir boyut katmıştı. Donald Pleasence ve Jamie Lee Curtis’in oynadığı Carpenter’in bu filmi, bir seriyal furyasına da yol açmış olduğu halde asla hiç birisi ilkinin yanına yaklaşamamıştı. Carpenter’in filminin ba şarısının nedeni yeniliğinde yatı yordu. İlk defa bu filmdeki kötü adam karakterinin ruhu (Michael Myers) derinlemesine neşter altına alınmaya çalışıldı. Burada katil yalnızca sapık biri olarak geçiştirilmiyor, sapkınlığının kaynağı çocukluğunda yaşadığı bir olaya dayandırılarak Freudyen açıklamalara girişiliyordu. Dönemin başında Tobe Hooper’in çektiği ‘Poltergeist’de, başta televizyon olmak üzere tek nolojik aletleri sorgulamayı de neyen, fakat bilgisayar destekli görüntülerle elde edilen yaratık ların terörünün yarattığı atmos ferle akılda kalan, televizyonun yuttuğu bir çocuğun kurtarılmasınFânlatan ılgirîç bir film olur. NİÇİN KORKU FİLM İ?/ YILDIRIM K orku nu n cılkı Aldrich, ‘Whatever Happened to Baby Jane - Bebek Jane’e Ne Doğrusu günümüze kadar bir sü rü korku filmi çekilmiş olmasına kaışm tür içinde bir yeniliğe sa hip ya da kimi orijinal taraflar Oldu?’ adlı 1962 tarihli filmini, içeren filmlere rastlamak gittikçe zorlaşmakta. Genel ağırlığın kor tamamlar. ku edebiyatı uyarlamalarına da yanmasının yanında, teknoloji nin gelişmesiyle yakalanan mak yaj ve özel efekt katkılarının sağ ladığı görsel yenilik, bu dönem deki türün ayırıcı vasfını oluştu rur. Böylece korku filmlerinde sı rıtan görüntü hilelerine rastlan mıyor ama aynı zamanda rastlan daha çok seri işi İtalyan korku filmlerinin ucuz yönetmenleri seçer. daha sonra türün içinde bir çığır K ork u n u n sonu açacak ve bir alt-tür oluşturacak ‘Grand-Gigııol’ etkileri altında Artık işin kelimenin tam anla 19. yüzyıl sonlarına doğru mıyla cılkı çıkmıştır ve bu çılgın Fransız halk tiyatrosunda ortaya lık döneminde çekilmiş yüzlerce çıkan bu alcım, hem popüler ede filmin arasından altı çizilecek bir biyatı hem de epey sonra sine filme rastlamak gittikçe zorlaş mayı etkilemişti. Abartılı ve ko makta. lay anlaşılır unsurlar kullanarak Başka bir sınıfı oluşturan ‘gö ürkütücü ölüm ve cinayet hika re’ filmler de kendi yönetmenle yeleri anlatmayı seçen, kimileyin rini doğurur tabii ki. Dario Ar- kurguyu aratmayacak denli çıl gento, Lucio Fulci, Joe Dante ve mayan bir başka şey de ‘tazelik’. Doğrusu, korku türünün ana gın gerçek olaylardan yola çıkan, George Romero, sayılamayacak her halükârda kalabalıkları sa insanın öldüğü, en vahşi öldür vatanı Amerika’da, türün hay lonlara çekmeyi başaran kaba bir me çeşitlerinin sergilendiği, her ranları arasında yapılan bir anke te göre insanların çoğu bu filmle sanat anlayışı içermekteydi bu re gülmek için gidiyorlarmış ama bu işi daha iyi beceren örnekler cak, oldukça kanlı, iğrenç, ince dururken korkunun seçil mesinin nedeni, yine de pek netleşmiyor. açan bu anlayışı, 70’ler boyunca, ekol. Sonu ‘trash’a kadar vara lik yoksuııu bir vahşetin önünü türlü masum nesnenin birer sila ha dönüştüğü, bıçağın yakın çe kimde ete saplandığı, gözlerin oyulduğu, beynin dışarı fırladığı sahnelerle dolu filmler çekerler. 70’li yıllar türün hem ge liştiği hem de kimi ba kımlardan daraldığı ilginç Korku türündeki gözle görülür tıkanma, iki farklı biçimde aşılmaya çalışıldı 70’lerde. Bir yandan dozu gittikçe artan miktarda bir dönem olarak geçer si nema tarihine. 2000’lere gelindiğinde m korkunun yeniden can- kanın aktığı, gözlerin oyulduğu, kellelerin uçtu ğu vahşi filmler; öbür landırıldığına şahit oluruz yanda öteki türlerle akra balık kurmayı deneyen, ununu eleyip eleğini de ama tür, aslında söyleye ceği her şeyi söylemiş, çoktan asmış olduğu için daha seviyeli, kimi yeni likler peşinde koşan ara yış filmleri. Dönem içinde ‘The Ring-Halka’ gibi ya dımlar, ilgiyi değil ancak merhameti hak edecek gözlenen bir başka ilginç yapımlar olmaktan kurtu lik de üstün yapımlı ör neklerin artması. lamazlar. Demek ki zamane kor İnsanlığın durumuna eleştirel bir gözle yaklaşan ku filmleri, benim zaafım ve umutsuzluğa gömülen bir zihniyetle filmler çe dan bile istifade edemeye ken dayanmış durumda. Amerikalı cek Robert J. bir kerteye gelip Ü m ran-A ğustos -2003 ■ 85 men herkes yönetmen sanıyor TÜRK TİYATROSUNUN TEMEL MESELELERİ kendini. Tiyatro salonlarının ge rektirdiği saygılı ve mesafeli ne zakete evde ihtiyaç duyulmadığı için, artık dünya tiyatro birikimi de sinema filmleri gibi evlerimi M U S T A F A M İY A S O Ğ L U zin sadece vazgeçilmez eğlencesi oluyor, tiyatronun eğlendirirken eğiten yanı da böylece kaybolu yor. Halbuki tiyatro halkın kül tür değerlerini ve estetik biriki ir zamanlar tiyatro kültü' gibi çağdaşlaşmanın öncüsü olan mini iyi seçilmiş ve doğru kurgu rel gelişmenin en ilgi çe kici göstergelerindendi. Büyük şehirlerimiz dışında, Ana dolu’nun gelişmeye başlayan şe şahsiyetler gibi o da tiyatro eser leri yazıyor ve sahneletiyor. Sul tan II. Abdülhamid’in Yıldız Sa lanmış eserlerle sahneler... B hirlerinde de mutlaka bir tiyatro salonu ile gençleri sahne çalış malarına özendiren, ve onlara kurs veren bir tiyatro adamı bu lunurdu. Bu tiyatro adamları, ge nellikle kabiliyeti anlaşılmamış veya ayak oyunlarıyla kamu ti rayı Tiyatrosu da Osmanlı’nın bu sanat türüne Karagöz, Orta sı gibi Tanzimat’tan sonra edebi yatımıza ve zamanla da hayatımı yaşama üslubu tiyatro ile biçim türlü iktibas gibi kültür hayatı mızdaki yeri hep tartışmalı ol muştur. “Yürüyen edebiyat” şek kazanır veya değişir. Bir dönemde başarılı valiler, Bursa’da valilik yapan Ahmet ideolojik meraklarla tiyatro çev relerine ters düşmüş, talihsiz, ama çilekeş insanlardır. Anado lu şehirleri onlar için son tuta Vefik Paşaya özenir, onun gibi tiyatro faaliyetlerini desteklerdi. Lise ve yüksek okullarda tiyatro ya meraklı gençler toplanır ve ti maktı ve bir tiyatro misyoneri gi yatroculuğun önemi üzerine ko nuşmalar yapılarak onların için deki sanat ve sahne aşkı lcörüklenirdi. Bir süre sonra, klasik veya popüler bir eseri, bilinen mizan madığınız bir yerde rastlayabilir siniz. Belki tiyatromuzun en te mel meselesi, böylesi insanların azalmasıyla doğrudan ilgilidir. senler çerçevesinde bu grubun Ahmet Mithat Efendi, “seyir cisini bulan insan ilk oyuncu dur” tanımıyla tiyatronun her toplum için tabii ve vazgeçilmez arası tiyatro yarışmaları düzenle nirdi. Çünkü bu türden başarılar gençler arasında aylarca konuşu bir gösteri sanatı olduğunu, se yircisi ve oyuncusuyla hayatın içinde teşekkül ettiğini ortaya koyuyor. Şinasi ve Namık Kemal 8 6 Ü m ran .A ğu stos •2003 Tiyatro da roman ve gazete yazı oyunu ve Meddah gibi halk ti yatrosu dışında ne kadar önem verdiğini gösterir. Her toplumda yatrolarından dışlanmış yahut bi herkese gönül kapılarını açar lar, tiyatro sahnesini şehir eşrafı nın gönlüne kurarlardı. Hâlâ az da olsa böyle insanlara hiç um Bize Özgü T iyatro sahnelediği görülürdü. Ardından pek çok tiyatro topluluğu ortaya çıkar ve bir süre sonra da liseler lurdu. Böyle faaliyetler artık görül müyor, ama evlerin zorunlu mi safiri olan televizyonlar sayesin de hemen herkes oyuncu, he za girmiş bir sanat dalıdır ve her linde de tanımlanan tiyatro me tinlerinin estetik durumu her ül kede çelişkilidir, seyirciye ve ya zara yönelik konumu her zaman çatışma doğurmuştur. Orijinal eserlerde görülen yenilik ve şaşırtıcılık, bazen halk tarafından, ba zen de sanat çevreleri tarafından benimsenmeyebilir. Bu da ister istemez bir gösteri sanatı olan ti yatroya politikacıların müdahale etmesine yol açar. Bazıları da za ten kamu tiyatrosudur, o yüzden her zaman müdahaleye açıktır. Osmanlı döneminde Direklerarası’nda sergilenen oyunlar, ti yatro bakımından önemli olsa da edebiyat çevreleri küçümsüyordu, çünkü geleneksel tiyatro muzdan yola çıkılarak ortaya ko nuyor veya o üslûbu yansıtıyor du. Eğer batılı örneklere uygun TÜRK TİYATROSUNUN TEMEL MESELELERİ / ve edebî değeri olan bir metin ortaya konmuşsa, bu kez de halkın ilgisini çekmiyor, dolayısıyla ti yatro olmuyordu. Bunu kendi çevrelerinde aşan ve ortaya çıktığı döne MİYASOĞLU sahneleyerek büyük prodüksiyonlar ortaya koyanlarla bir ara tiyat ronun yıldızı yeniden parlamıştı. Bunlar da Şan Sineması salonun da Amerikanvâri müzi kallerin gerek sahnele min sosyal ve kültürel anlayışlarıyla halkı ve aydını kucaklayan tiyat ro eseri sayısı çok fazla me ve gerekse metin se çimi açısından tuhaf ör neklerini verdikten değildir. Halbuki tiyatro eserleri, halkın ortak kültür değerlerini oluş turmada, çağlar boyunca çok etkili bir sanat türü olarak görülmüş ve de ğerlendirilmiştir. Namık Kemal’in V a tan Yahut Silistre adlı ese sonra, pek çokları gibi perdelerini kapatmak zorunda kaldılar. A r dından Devekuşu T iyatrosu’nun kabareyi büyük kitlelere ulaştıra rak popülize etme çaba ları da kendilerini tü ketme biçimine dönüş tü. Böylece bir birikimi yok ol du... ri ile Ahmet Mithat Efendi’nin çatışmasını ele alan oyunlarıyla Çengi Yahut Dâniş Çelebi adlı ese bir dönem hem aydın çevreler ri, tiyatroların kapanmasına bile yol açacak kadar ilgi görmüştür. den ve hem de halktan büyük il Yaygın eğitimin bir parçası gi gördüğünü ve çeşitli tiyatro sayılan bize özgü bir tiyatronun Fakat daha sonraki tiyatro eser üslupları denediğini biliyoruz. gelişmesi ve vatandaşlık bilinciy lerinin böyle bir ilgiyi yakalaya Birkaç istisna dışında, tiyatro madığını, hem aydınların ve edebiyatımızın halkımızı ve kül turabilmesi, konuya bu ülkenin hem de halkın ilgisini çekecek türümüzü yansıtmadığı, Türk ti kültür mirası açısından yaklaşa oyunu Dârülbedâyi döneminde yatrosunun hâlâ yazarını aradığı cak belediyelerle tiyatro adamla de ortaya çıkamadığını görüyo ruz. Bunun istisnaları, Rey Kar- söylenebilir. Onca kamu desteği rının işbirliği yapmasıyla müm ne rağmen, Şehir ve Devlet T i kün olur. Bu da iyi örnekler ya deşler’in Lüküs Hayat operetiyle Necip Fazıl’ın Bir Adam Yarat yatrolarının bu ülkede bize özgü nında, genç yazar ve oyuncuların bir üslûp geliştiremediği görülü yetişmesine zemin hazırlayan ve mak adlı eserinin kapalı gişe oy nanmasıdır. Para ve Nâm-ı Diğer yor. Özel tiyatroların da çoğu za yeni eserlere imkân veren çalış man gişe endişesiyle veya ideolo maları gerektirir. Parmaksız Salih oyunlarına da halkın ve aydının benzer ilgiyi jik propaganda amacıyla böyle bir kaygı duymadığı ortadadır. Yönetm en T iyatrosun u n göstermesine rağmen, Lüküs Ha yat operetini sonraki yıllarda ye Haldun Taner’in Münir Özkul’la Çıkm azı niden sahneye koyan ve yıllarca Tiyatro da bir mevsim yaşadık gösterimde tutan Şehir Tiyatro tan ve bize özgü bir tiyatro üslû ları yönetimi Necip Fazıl’ın eser lerine elli yıl sansür uyguladı. Bu sem Kocanın Kurnaz Karısı’m arada Ahmet Kutsi Tecer’in ge sahneledikten sonra kapandı. le bir arada yaşama şuurunu oluş 1970 yılında kurdukları Bizim bu ihtiyacını ortaya koyan Ser leneksel tiyatromuzun üslûbun Özel tiyatroların kurum veya dan yararlanma çabasıyla Köşebaşı adlı eserini yazdığını, Hal bileni çok azdır. 1980’den sonra dun Taner’in de gelenek-yenilik büyük sinema salonlarında eser devlet yardımı almadan yaşaya Son yıllarda tiyatrolarımızda akıl almaz bir yönetmen kaprisi gö rülmeye başlandı. Onlara göre, tiyatroda her şeyi belirleyen yö netmendir; oyundaki figüranla yazar ve öteki sanatçıların ara sında pek bir fark yoktur. Yazarın eserine sahip çıkmasına duyduk ları tepkiyi ifade edecek söylem Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3 87 TİYATRO Maalesef bu manasız işi, yö de hazır: “En iyi yazar ölmüş ya zardır.” Halbuki, esere ruh veren netmen tiyatrosu anlayışıyla Ser yazarla oyuna can verecek yönet men arasındaki ilişki çok önem sem Kocanın Kurnaz Kansı adlı dramatik oyunu epik bir müzika li. Bazı yönetmenler eserin temel le çeviren Orhan Alkaya adında, esprisini yok edebilecek tasarruf lara girişebiliyor. Bunlardan en edebiyatla da ilgilenen bir yönet men yapmaya çalıştı. Tabii Hal şaşırtıcı olanı, Necip Fazıl’ın Bir dun Taner’i tanıyanlar tarafın Adam Yaratmak adlı eserini sah neye koyan Devlet Tiyatroları- dan epeyce garip karşılandı. Bu türden estetik bir cinayete teşeb yönetmeni oldu. Mistik ve meta büs edebilmesi için insanın ya yûk duyarsız olması veya şartlan fizik bir mesaja sahip olan eseri sahneye koyarken, eserin bu yanlarını yok etmeye çalıştığını tiyatro dergisinde ifade etmekten çekinmedi. Son olarak, bu ince liklere çok önem veren Haldun Taner’in eserlerinin de böyle üs lubu bozularak sergilenmesi şa şırtıcı... Hikayeci, sohbet ve tiyatro yazarı olarak Haldun Taner, ti pik İstanbul kültürünün dikkate değer sözcülerinden biriydi. Asaf Hâlet ve Ziya Osman gibi, onun üslûbundan da İstanbullu cipine özgü incelikleri ortadan kaldırır veya kaba sözler, sloganlar veya ideolojik söylemler ilâve ederse niz, Haldun Taner’den eser kal maz. O yüzden Haldun Taner ya verilir. Sonra bu hikâyedeki kişi lere benzeyen okuyucuların tep kileri yansıtılır, sonunda da te mennilere göre yeniden yazılmış popülist hikâye son şekliyle ki tapta yer alır. Böylece Haldun Taner, sanatçıyı sirkteki maymu na çevirmek isteyen okuyucu tipleriyle siparişe göre eser yazıl masını isteyenleri eleştirir. Bu hikâyeyi sonraki yıllarda Ayışığında Şamata adıyla oyunlaştırmış ve eser de sahnelenmişti. Tiyatro eserleri üzerine tez yaptığım Haldun Taner’in birbi rinden farklı üç türde eser verdi ğini görüyoruz: Dramatik, epik ması lazım. G österi Sanatlarının G eleceği Tiyatro mevsimlerinin sonunda veya başında, yahut çeşitli vesi lelerle düzenlenen gösterilerden sonra bazı tiyatro adamlarına, ti yatronun geleceğine ilişkin soru lar yöneltilir. Cevaplar kişiye ve kişiliğe, tiyatronun içinde veya dışında bulunmasına göre elbet değişkenlik gösterir. Meselâ ti yatro hayatı sona eren bazı tiyat ro oyuncuları geleceği epey ka ranlık görürken, kamu tiyatrola rıyla T V reklâmlarında yahut te ve kabare eserleri... İlkinde görü levizyon oyunlarıyla dizi filmler len açık biçim unsurları, onu de yer alabilen oyuncular da du epik ve kabare türlerine yakın rumu eskisinden pek farklı bul şadığı günlerde, popülizme oldu ğu kadar para ve ideolojik söyle bir üslup benimsemeye yönelt madıklarını, hatta “gürbüz, canlı, me de kendilerini kaptıran Deve miş, sonra da Keşanlı Ali Desta- halkıyla kaynaşan bir tiyatro ha kuşu Kabare oyuncularıyla ilişki sini kesmişti. Halbuki başlangıç nı’nın ardından Devekuşu Kaba- yatının” her şeye rağmen yaşadı ğını; zengin dekorlarla kadife ta onlara isim babası olduğu gibi emek ve değer verdiği herkes ta Bu tiyatro, geleneksel tiyatromuz rafından bilinir... Haldun Taner’in Ayışığında nelerken her gece az çok değişen re’yi genç oyuncularla kurmuştu. gibi, kanavası belli oyunları sah aktüel ve politik skeçlere ağırlık perdelere yaslanan sahne çalış malarının zaten kendiliğinden tükenip gideceğini söyleyebilir. Bunlar değişik durumların deği Çalışkur adlı tek kitaplık büyük veriyordu. O yüzden metinleri hikâyesi, böyle hesaplar ve popü yayınlanamadı. Fakat dramatik list etkilerle kabalaştırılmış bir sanat eserinin hikâyesidir. Kitap yınlanmış, üslubu ve tavrı kesin ta önce, Çalışkur adlı bir apart leşmişti. O yüzden dramatik bir manla çevresinde, ay ışığında ya şanan, hoş ve tabi' olayları anla oyunu epik veya kabare oyunu haline getirmenin manası yok “Bir zamanlar Türkiye’de garajlar kapatılıp tiyatro yapılıyordu, tan bir hikâye orijinal şekliyle tur. şimdi tiyatrolar kapatılıp garaj 8 8 Ü m ran »Ağustos •2003 ve epik oyunlarının metinleri ya şen cevaplarıdır ve söz konusu etmeye değmez. Fakat bir müna sebetle görüşü sorulan bir tiyat rocunun cevabı, gösteri sanatla rının durumunu kısaca özetliyor: EGİ N İ çekleri ört, zalimin yanında yer CENNETE BİR ADIM DAHA... al, etliye-sütlüye karışma; krallar gibi yaşarsın! Ama o, ne dünyasını, ne de D A V U T Y A T K IN ahiretini üç-beş paraya satanlar dan! Kendi deyimiyle “yapma- mız g erekirken yapm adıkları mızdan, söylememiz gerekirken söylemediklerimizden hesaba çe kileceğimizin” bilincinde olan lardan!.. O nu ilk kez Pendik Kültür Merkezi’nde tanımıştım. Yine Toktamış Ateş’le tartışmış; hararetli bir ortamda kendisini inançlarına, ve ilkeleri ne ne kadar sadık bir insan oldu ğunu ispatlamıştı. O her konuşmasında ve her yazısında pür-samimiyettir; ken dimizden, bahseder hep; mutlaka ahireti hatırlatır; ve son cümlesi “selâm ve duâ ile”dir. Nitekim yine öyle... Dava adamıdır, sabır timsali dir; daima mazlumun yanında, za limin karşısındadır! Zulme karşı mücadelesiyle, cesaretiyle, kıvrak zekâsıyla, mütevazı yaşantısıyla örnek insandır! “ Müslüman şahsiyet” olarak parmakla gösterilecek birkaç in sandan biri olan, Vakit gazetesi yazarı Abdurrahm an D ilipak’ts^ı söz ediyorum... Bir yazısında şöyle diyordu: I “Ben 30 yıldır yazıyorum. 30 yıldır sanık olmadığım pek az gün olmuştur. Adım hep sanık olarak çağrıldı. İlk yazım 12 yaşımday ken yerel bir gazetede yayımlan dı. Ulusal gezetede (Yeni İstanbul) ilk yazım çıktığında-14 yaşınday dım 18 yaşımı bitirdiğim yılua ıMilli Nizam davasında bir bildiri yi kaleme alan kişi olarak yargı landım. 9 0 Ü m ran-A ğustos •2003 “...Bugüne kadar yüzlerce da vadan yargılandım. Çoğu da DGM’lik. Hemen her gün mah keme lcoridorlarındayım. Bu ne denle 10 yıldır yeni bir kitap yaza madım; konferanslara gidemez ol dum...” (Akit, 1.12.2001) Farklı kulvardaki bir yazarımı zın (Mehmet Altan) da aynı şey leri söylemesi ne kadar ilginç: “Bu ülkede mahkemeye çıkmak tan yazı yazamaz, konferanslara gidemez oldum.” Bilim ve fikir adamları, yazargizerleri düşı'nıcelerinden dolayı mahkum fcçiUe.ft. qece varlar* apar-topar derdest adilen, evleri ne haciz konulan bizden ba*iLa kaç ülke kaldı dünyada?! Doğrusu merak ediyorum. Gazete(ci)leripi “akredite olanlar" ve “akıediıe olmayanlar” dive k ategorilere ayırıp damgalayan-kaç. ü!ke*Vör!£ Dü *■ ^orı>>n da; A . D illpak hortumcıılara göz yumsaydı, yolsuzlııkları gi 1‘ yeli, mazlumunmağdurun ya ■ında yer almasaydı, sessifl^oğunlugun sesi olftıasaydı, bunlar gen \ıydi başına? Ya da bilmem hangi hazanın 27.katmda oturduğu y ien asparagas haber üretip doll arı cebine indirlırma operasyonşeydi, bu tür laııyla karşıla mıydı? * Dilipak’a ilanlar aslında şu mu? Sen de germesajı vermi Onu, sahte hukuk numarala rıyla, komplolarla susturmaya ça lışanlara sesleniyorum: Baltayı ta şa vurdunuz! Hem de sağlam ta şa! Başı yarılan siz olursunuz! Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan, baskılar karşısında yılmayan kararlı bir âbide var karşınızda! Dorusu, “Mücadele adamı” denince, aklıma ilk gelen hep odur. Başörtüsü direnişinin sim gesi o değil miydi? “1 1 .1 1 .1 1 ” şifresinin mimarı o değil miydi? İnanç mağdurlarına yapılan hak sızlığı ’jen çok dile getiren o değil mi?.. Evine haciz geldi diye, üzüldü ğünü, hiç sanmıyorum. O biliyor ki, bu dünya bir imtihan dünyası ve herkes gibi o da bir sınav için de!... “Qevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız üstün gelecek olan sizlersinizf> âyetini bize sık sık hatırlatan kendisi değil mi? Son sözümüz zâlimlere: Dilipak’ın evini, eşyasını haczedebi lirsiniz; ama yüreğini ve fikirleri$i asla haczedemeyeceksiniz! Bu yaptıklarınız, sadece onu cennete bir adım daha yaklaştırır! Evet, cennete bir adım daha!.. A ; llah ne güzel nimetler ya ratmış! Hangisi için şiikretsek azdır! Halk arasında güzel bir atasözü var; “Tuz kokmaz, asıl yozmaz” diye. Bu doğru mudur? Doğrudur! ‘Nereden bildin?’ derseniz; bu nu bilmek için deney ve gözlem yapmaya bile gerek yok... Şu asalet çok farklı bir şey... Bu, belki ana-babayla biraz ilgili ama; eğitim, yetişme tarzı ve çevre bu konuda daha önemli olsa gerek, insana şekil veren çok sayıda et ken var tabii ki. Hangisi daha bas kın olursa, insan kişiliğinde de o daha çok ortaya çıkıyor... Aşağıdaki hikaye, meseleyi an lamamızı kolaylaştırıyor: Bilindiği gibi, eski dönemler de, okumak yani tahsil yapmak öy le kolay değildi; önünüzde aşmanız gereken bir hayli zorluk vardı: Ha deyince, yurt yada pansi yon bulunmaz. Birkaç öğrenci bir leş ip, ya bodrum yada çatı katında bir ev odası tutulur. Beraber yenir, içilir; birlikte aynı çileler çekilir. Usanıp bıkılsa da birbirinin sıkın tısına katlanılır; dertler paylaşı lır... ‘Ah şu okul bir bitse!’ naka ratı hep tekrarlanır durur. Aman neler yapacaklardır! O gelecek güzel günlerin haya liyle günler hızla geçip gider... Aynı idealler, düşünceler pay laşılır; fedakarlıklar, kahramanlık lar sergilenir; darbeler görülür, sü reçler, seçimler yaşanır; umutlara, umutsuzluklara, karamsarlıklara tanık olunur... Gel zaman, git zaman; beraber yürünülen o inişli-çıkışlı yollar bi ter... Ama o çileli yol bitmeden nice kararlar alınmış; birbirlerine ‘delikanlı sözleri’ verilmiştir: Aynı çileyi paylaşmış insanlar olarak birbirleriyle irtibatı kopar mayacaklar, birbirlerine danışma dan, istişare yapmadan adım atma- TUZ KOKMAZ! RAM AZAN TAM ER yacaklar, birbirlerine asla vefasız lık etmeyeceklerdir... “Hâlâ hikâyeye gelemedik!” de diğinizi duyar gibiyim... Hikâyemiz, yukarıda anlatılan türden bir arkadaşlığı paylaşanlar arasında geçiyor: Yolun sonuna geldiklerinde; son ayrılık yemeğinde bir arkadaş ları, hepsinin ortak hissine tercü man oluyor: -Arkadaşlar! Birlikte iyi-kötü günlerimiz geçti. Nihayet tahsil hayatımız bitti. Şimdi her birimiz bir tarafa gideceğiz. Gelin birbiri mize delikanlıca söz verelim: Ara mızdan kim önemli bir makama gelirse, büyük adam olursa, diğer lerine yardımcı olsun. Bu günleri unutmasın, arkadaşlarını da unut masın; görmezlikten gelmesin... Yıllar sonra karşılaştığımızda bir birimizi tanımamız için aramızda bir şifre belirleyelim ve kimse bu şifreyi unutmasın... Kısa bir sessizlikten sonra, şifre belirlenir: “Ben O ’yum!”... “Tamam” diye tasdik eder tüm arkadaşlar... Aradan aylar ve yıllar geçer. Seneler sonra duyarlar ki, arkadaş larından falanca etkili ve yetkili bir adam olmuş, önemli bir maka ma gelmiş. Bunu duyan bir arkadaşı, he men yola koyulup ‘eski dostu’nu makamında ziyaret etmek ister... Fakat o da ne!.. Sekreter hanım, randevusu olup olmadığını sormak tadır; beyefendinin toplantısından, telefon görüşmesinden, yoğunlu ğundan dem vurarak onu oyala maktadır... Bizimki kafaya koy muştur; ne yapıp edip içeri girecek tir. Sekreter hanımla içeriye haber göndermeyi başarır. Ama dakika lar, saatler geçmesine rağmen yine makama kabul edilmez... Nihayet, öğrencilik yıllarında birlikte kararlaştırdıkları şifre gelir aklına!.. Der ki sekreter hanıma: - içeriye son kez hatırlatın lüt fen: Burada “ben O’yum!” diyen biri sizi bekliyor!.. Cevap çok geçmeden gelir: - Beyefendi diyorlar ki: O “O ” olabilir, am a ben “O ” değilim!.. Bizimki şaşkındır, yıkılmıştır; âdeta şoke olmuştur!.. Oysa, birlikte ne güzel günler geçirmişlerdi!.. Birbirlerine ne söz ler vermiş, geleceğe dair ne hayal ler kurmuşlardı!.. Üstelik kendisinden hiç bir beklentisi de yoktu... Bizimki mahzûn ve mey’ûs dö ner memleketine! Ama hayatının en önemli der sini almıştır: Anlamıştır birileri için çok şeyin değiştiğini! Defnedilmiş cenazeye selâ oku mak gerekmez!.. Umutsuzluğa düş menin ise hiç anlamı yoktur! Vakit kaybetmeden, aslını ve asaletini unutmayan birilerini ara maya başlar..., ■ Ü m ran ‘ Ağustos .2 0 0 3 91 E TKİ NLİ K li bir noktaya getirilmesi, dü ULUDAĞ’DA BEYİN FIRTINASI zenli sorularla belli bir siste m atik içinde devam etm esi, işin bir diğer güzelliği olarak H İ K M E T D E M İR ortaya çıkm aktadır. Ertesi günün sabahında va k ıf b aşkan ı M e tin A lp ars la n ’ın açılış konuşması ile baş layan 1. oturum, selamlama B ursa U lu d ağ ’dayız. H erh a ld e U lu d ağ ’da lara dönüştürmede sadece bir etken. kışın fırtınalar oluyor Ö n celik le bu tür gezilerin, dur. Fakat bu sefer Uludağ farklı insanların biraraya gelip farklı bir fırtın a yaşadı. A raş tanışm asına vesile olduğu için tırm a ve Kültür V ak fı’n ın her ö n em li olduğu k a n a a tin d e sene düzenli olarak gerçekleş yim. H opa’dan Bursa’ya 22 sa tirdiği yaz gezisi, işte bu beyin at yolculuk yaparak gelen ar fırtın asın ın ev sahipliğini yap kadaşı buraya g etiren saiki tı. Bursa’n ın sıcaklarından te önem sem ek leferikle 1 8 0 0 m etrelere doğru İlk geldiğimiz gün ikindi vakti yükseldiğiniz zaman sıcak bir yaptığımız Avrupa Birliği ile den üşümeye dönüşüyor ve te ilgili dar katılım lı müzakere miz ok sijen i hissediyorsunuz. n in, beni oldukça h eyecan Bu ok sijen beyin fırtınasını landırdığını da belirtm eliyim . sağlam kafalarla verimli ufuk Bu oturumda tartışm anın bel- gerekm ekted ir. konuşm aları ile devam etti ve vakfın faaliyetlerinin an latıl dığı slayt gösterileri ile son buldu. Bu arada vakıf binası n ın gerçekten özverili gayret lerle kısa sürede bitirildiğini h atırlatm ak isterim. Bu güzel bina, gerçekten insanı tarihe tekrar döndürecek güzellikler yaşatıyor, içindeki insanların da sizi kendi ailenizde gibi h is setm enizi sağlayacak içten lik lerin i belirtm ek herhalde zaid olur. Ö ğleden sonraki oturumda ise, şu anda isim lerini h atırla yamadığım gençlerin, aynı za m anda kendi b ek le n ti ve ümut(suzluk)larını dile geti ; Öncü Kur'an Neslinin in e s im Doğru... ----_ . -------- --- rr-—'-7* ren panelleri vardı. Böyle bir p a n e lin d ü zenlenm esinin, “gen çlerin de kendilerini ifa s. am de etm elerine im kan verilm e si” açısından önem li olduğu nu düşünüyorum. Çünkü' bu gençler T ü rkiy e’n in alt yapısı nı oluşturuyorlar ve tüm b ek len tileri ile yirmi yıl sonrası n ın T ü rkiy e’si anlam ına gel m ektedirler. A rdından vakıf 9 2 Ü m ran -A ğu stos •200.3 ULUDAĞ’DA BEYİN FIRTINASI / DEMİR çevresinde biraraya gelen ezgi grubunun d in letileri, “çaba” ve “faaliyetlerin çeşitlen m esi” parantezlerinde önem senm elidir. Çünkü müzik adına d in len en parçaların kolaycılığına düşmeden am atör ruhla bir şeyler üretmeye çabalam a, ilk anda bu faaliyette göze çarp maktadır. A kşam leyin yapılan küre selleşm e, Avrupa Birliği ve T ü rkiy e ilişkileri ekseninde d önen panel, yeni tartışm a ve ufukları beraberinde getirdi. herhalde anlatm aya yeter. Daha sonra yapılan veda töre İbrahim Karagül beyin dış po Ertesi gün sabahleyin Fah n i ve sam im i ku caklaşm a, litik a , Ertuğrul Bayram oğlu rettin G ö r beyin yönetim inde “Birbirini sevm edikçe mü’m in beyin tarihi ve Ş em settin Oz- yapılan konuşm alar, ardından olam azsınız” h ad isin i dem ir beyin daha ço k düşün A h m et C em il Ertunç beyin hale getiriyordu. sel yaklaşımları, hem birbirini efradını cam i ağyarına m ani Bir çok farklı duyguları bi- tam am ladı h em “Rasûlüllah Portresi” ve sonra rarada yaşadığım bu gezi, öğle farklı açılardan bakm a fırsatı A bd ullah den sonra herkesin geri dönü verdi. Bu p an elin ardından Kur’an ’dan m ülhem “dua”sı, şüyle tekrar Avrupa Birliği ilişkile gerçekten dinlenm eye değer aralarında verilen çay molası rin i masaya yatırm a ve üzerin di. Bu kapsamlı dualara gö yeni insanlarla birlikteliği de de tartışm a yapma gereğini nülden “am in ” dem em ek de rinleştirm e gibi bir am aca da duymamız, panelin ön em ini h ak ikaten m ümkün değildi. hizmet etti. de konuya Yıldız beyin n o k talan d ı. ca n lı O tu rum Bu geziyi fedakâr çabala rıyla organize eden U ğur A ltun ve İlhan Gündoğdu bey lerle, Y etkin, Zafer, Ö m er ü ç lüsünün katkıları takdire şa yandı. Kam pın gelecek yıllar da hem sınırlı katılım lı, hem de geniş katılım lı organizeleri, daha yoğunlaştırılm ış beyin fırtınaları ve faaliyetleri m uh tevi olması tem ennim izdir. A llah ’ın (C C ) hayırlı işle ri daim kılm ası dileğiyle... Ü m ran •Ağustos •2003 ■ 93 YANSIMALAR BATPNIN KUYRUK ACISI At Eti Yiyen Kral ER TU Ğ R U L BAYRAM O ĞLU B arbaros’un Cezayir’i fet hinden sonra bu bölge üzerinde hesapları bulu nan Kral Carlos -ki Ispanya, A l manya, Belçika, Napoli, Sicilya, Hollanda ve Amerika’daki sö mürgelerin hakimi idi- Barba ros’la mücadelesinde ihanet tek lifi dahil her yola başvurmuştu ama bunlardan bir sonuç elde edememişti. Barbaros’un İstan bul’a gitmesini fırsat bilen Karl(os) C e zayir’e bir sefer düzenledi. Haçlı donanmasında 516 tekne vardı, forsalar hariç 12.330 deniz askeri, 23.900 kara askeri, ceman 36.230 asker vardı; yardımcı sınıflar da bunun dışın da idi. Kral Karlos orduyu bizzat yönetiyordu. Cezayir kalesinde ise Barba ros’un evlatlığı Haşan beyin ya nında 600 Osmanlı levendi ve 2000 gönüllü Arap askeri vardı. Avrupalılar zaferden o kadar emindiler ki, Avrupa’nın bir çok ileri geleni bu zafere şahit olabil mek için sefere katılmışlardı. Karlos Cezayir kalesini kuşatmış ve teslim teklifinde bulunmuştu. Teklifin reddi sonrasında yapılan saldırıları Osmanlı leventleri ba şarı ile püskürtmüşlerdi. Zafer den emin düşman o geceyi eğ lence ile geçirmişti. Bundan son rasını Barbaros Hayrettin Paşa’nın hatıralarından izleyelim: “Haşan casuslarını şövalye kı lığında düşman çadırlarına kadar soktu. Leventler İspanyolca’yı çok iyi konuşuyor ve anlıyorlar dı; düşmanın durumunu Hasan’a bildirdiler. Haşan leventleri ile kafir ordugahına yaklaştı, ay bu lutların arkasına gizlenmişti, ge ce kapkaranlıktı, yağmur başladı ve gittikçe şiddetlendi, nihayet fırtınaya çevirdi. Bütün alâmet ler Cenab-ı Hakk’m yardımının mücahit kullarının yanında ol duğunu gösteriyordu. Leventler düşmanın burnunun ucuna ka dar yanaştılar. Semadan yumurta büyüklüğünde dolu yağıyordu, çadırına sığınmayan tek kafir kalmamıştı. Derya cûş u hurûşa gelmiş, kaynıyor du. Kafir do n a n m a sın d a , 9 4 Ü m ran-A ğustos •2003 BATI’NIN KUYRUK ACISI / teknelerini sulara gömdürme mek için büyük bir faaliyet başla mıştı. BAYRAMOĞLU Unutmayalım ki sosyal olay ların deney ve tecrübe sahası ta rihtir, aynı yılan tarafından iki kere ısırılmak istemeyenler tari hi iyi analiz etmek zorundadırlar. Namık Kemal’in dediği gibi: “Tam gece yarısı, Haşan bey düşman ordugâhını tarumar et meye başladı; korku içinde bağı ran ve dört bir yana kaçışan kafir “T a rih ki geçm işten geleceğe haber götürücüdür. G örün ü şte lerden 3000’i leventlerin palaları altında can verdi, kafirler sabaha hikaye zannedilir, fakat gerçek kadar uyuyamadılar.” te ilim lerin en yükseği olan ta Karlos sabahın erken vakitle rinde askerlerine gemiye binme rih, devlet idaresinin en büyük emri verir, ama büyük bir izdi ham çıkar. Haşan Bey bu fırsatı kaçırmayarak düşmana hücum eder ve düşman binlerce ölü bı rakarak çekilmek zorunda kalır. Gemilerde bulunan 4 0 0 0 saf kan at, -Barbaros’un deyişi ile “Binlerce akçaya alınamayacak” bu hayvanlar- erzaklarını kaybe den düşmanlar tarafından kesile rek yenilir. Karlos dalıi değerine paha biçilemeyen atını kestirip yemek zorunda kalır. Avrupa’nın en büyük hükümdarı Karlos’u ye nen Haşan Bey ise bir Bahriye Sancak Beyidir. sındaki hareketi ‘yeni bir haçlı seferi’ diye nitelendirmişti. Yunan işgali sırasında Osman Gazi’nin türbesine girip tekmele yen Yunan subayının da benzer şeyler söylediği rivayet edilir. Dolayısı ile bugün Avru pa’nın ve onun uzantısı olan A BD ’nin ülkemize yaptıklarını anlamak isteyenler, bize karşı olan komplekslerinin kaynağını görmek isteyenler tarihe dönüp bakmalıdırlar, ki yukarıdaki va ka, geçmişteki bu tür olaylardan biridir. yardım cılarındandır. H ak ik aten bir m illetin tarih i bilinm ezse yaşamasına, ilerlem esine gerek li olan sebeplerin varlığı ve yok luğu nerden öğrenilecek? Siyasi olaylar madde değildir ki gözle görülsün, elle tutu lsu n. T a b ii ve riyazi ilimler değil ki vasıta larla ölçülsün, m uadeleyle çö zü lsü n." Son söz J.J. Rousseau’nun: “T a rih , okuyana kendi gözü nün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuzdur.” ■ BUGÜN ŞENİNDİR Tarihi olaylar sadece tarih kitaplarının sayfalarını değil, milletlerin bilinçaltını da doldu Niçin kalbini üzüntülerle dolduruyorsun? Daha güzel işler başarmak için rur. Bu nedenle Filistin’i işgal bugün şenindir. Bugün elindedir. Sana verilm iştir. İçini ne dünün kederi ne eden İngiliz kuvvetlerine komu ta eden General Allenby, “İşte, yarının endişesi doldursun. Çok fazla düşünme ve bugünü kazanmaya ça bugün haçlı seferleri bitmiştir” derken, Londra’daki madalya takma töreninde kendisine “Haçlıların en büyüğü ve en so lış. Bak, günün içinde hayat kaynıyor. Hayatı sev, insanları sev. İnsanların sana kötülüğü dokunsa bile onları affetmeyi bil. Çünkü affet meyi bilmezsen kalbini ağır bir yük baskı altında tutar. Bu baskıdan, bu kin den, bu nefretten ve bu kıskançlıktan kurtul. nuncusu, en son haçlı seferinin Sabahleyin, güneşin karanlıkları dağıttığı gibi sen de içindeki karanlık muzaffer şövalyesi” diye hitap edilecektir. ları dağıt. Güzel düşüncelerle, başarılacak iyi işlerle bugünü kazan.Unutma ki bugün şenindir. İşte bu bilinçaltı boşalması sebebi ile Bush, 11 Eylül sonra (Osman Nebioğlu) Zaferlerin temeli adalettir; her türlü zararın sebebi zulümdür; her türlü kusuru örten iyilik ve bağıştır; bütün iyilikleri, hünerleri örten cimriliktir. (Nizami) Ü m ran-A ğustos •2003 95 AYNADAKİ TEBESSÜM yormuş . Kedi de, fare delikten çıksın di UYANIK! ye uyukluyor numarası yapıyor muş . Uzun zaman geçtiği halde fa re bir türlü delikten çıkmıyormuş. F A H R E D D İN G Ö R Daha fazla dayanamayıp fareyle konuşmaya karar vermiş; H ayatta bir garip işler olur durur. A n be an yaşarız. Bazen farkına varır, bazen varamayız. Farkına vardıklarımızın da çok komik şeyler olduğunu anlayıp güler - ‘F are kardeş hadi oradan çık. K orkm a, acıdım san a, aç olduğunda belli. B u delikten şu deliğe gir. K ısacık bir yol. İçer Kadın; de bir am bar buğday, koçan Size n e olur m u doktorcu -koçan mısır, kelle kelle kaşar ğum; sizin bu kazancınızdan peyniri var, afiyetle ye! Sağlığı* bizim de bir payım ız olm alı d e m a duacı olursun’ demiş. ğil mi? Zira çocuğun başın a ta Yine uyuklam a num arasına şı atan ben im oğlum dur!.. devam etmiş, am a fare de hareket geçeriz. Kişilere göre değişir am a, hani Bazıları kolay başarılar peşin dağlar yansa da bir kalbur sama dedir. Kendini uyanık sanır. Bir nı yanmaz kabilinden gamsız tipler başkası da olacakların farkında olduğu gibi, dağdaki aç kurdun olup tedbiri elden bırakm az■ K e tasasını çekenler mi dersiniz, ala diyle farenin hikayesi buna güzel vermiş: cağını istemeye utananlarla kırk bir misaldir. - T eklifin güzel am a yapa' m ayacağım . ' ‘N eden ’ demiş kedi. yok. Kedi dayanamayıp tekrar so kere istesen de vermeyen pişkinler Evin kedisi orta yerdeki minde mi dersiniz veya her olayda bir çı rine kurulmuş uyuklarken bir tıkır kar arayanlar m ı ! .. tı ile uyanmış ve kulak vermiş bu sese. Belli etmeden etrafı süzmüş Kadının biri, zengin konağın ve kısa sürede tıkırtının sorumlu dan çıkan ünlü doktorun yanına sunu bulmuş. Bir fare köşedeki delikten yaklaşmış: - Doktor Bey, ürkek bir şekilde kâh başını şu konağın başı y aralı çocuğunu tedavi ediyorm uş - çıkartıp kâh içeri çekiyor, sunuz? ' ‘E v et’ demiş doktor. Kadın devamla; - B ir hayli ücret d e alıyorm uş sunuz bu tedaviden ... - ‘İyi am a bundan si ze n e!’ demiş doktor. 9 6 Ü m ran-A ğustos •200.3 ru sormuş; - F are kardeş ne bekliyor' sun; dediğimi yapsana! Fare üzüntülü bir sesle cevap Fare; - ‘K ısacık bir yol; bu delik' ten çık şu deliğe gir’ diyorsun; sonunda kelle kelle kaşarlar ve b aşk a yiyecekler; külfet kü çük, n im et bü yük. B u işte m u tlaka bir pislik var dem iş. odayı etraflıca izli Uyanık günler dileğiyle! ÜMRAN EK DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYANIN ÖTESİ Stanley HOFFMANN* Tüıkçesi: Mehmet OZAY :-'rP .d aİL is dergisinin Kif/2003 sayısında Harvard Ü nivcrsi'esi’n Jo n Stanley Hoffm ann’’r. kaleme aldığı ‘Dünya Yönetimi’ başlıkla maksle, özellikle Soğuk S a vaş dönemi sonrasından itibaren dünyanın A B D ’n ın tek yanlı tutumuna zorunlu muhatabı oldıığn gerçeğinden yola çıkarak, dünyada barışın tesisi yolunda bu du rumun olumsuzlukları dolayısıyla y e ri bir dünya yönetim biçim i önerisinde bulun maktadır. Küreselleşmenin gemi azıya almış bir vaziyette hüküm ferma olduğu bir dönemde, güçlıinün ve zenginin giderek daha da güçlendiği, güçsüzün ve fakirin daha da ezildiği artık su götürmeyen ve göklerden ırak olmayan bir aurum arz et mektedir. Bu bağlamda H offm an’tn çalışması, eli kolu tutulmuş vaziyette kalma yan insaf sahiple inin çabasına bir örnek olarak değerlendirilebilir. Uluslararası arenadaki kaotik variyetin sorumluluğu, yanlış icraatlarıyla veya yapmaları gere kenleri yapmamakla son döneme damgasını vuran beş tem el kurum olan BM , IMF, jrld Bank, (Dünya ictjret Örgücü), O E C D olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Dünyada refah " e mutluluk bulmak bir yann, güce sahip olanın aklına eseni yaptığı biı ortamla karşı karşıyayız. Politik?, yapıcılara ısmarlanan dünya düzemeri projeleri karşısında her ulusu aynı sorumluluk çerçevesinde örtüştürecek bir yapıya duyulan ihtiyaç her zam anenden çok daha elzem hale gelmiştir. İçinde bulunduğumuz ülke ve coğrarya kadar, her ulus ve coğrafyayı yakından ilgilendiren böylesi bir dünya yönetimi tasarısının ufuk açıcı olacağı kanaatindeyiz, Ü m ran ■AğusmS'20G3 I M odern dönemde ulus-devletlerin ortaya çıkmasından bu yana, diplomatlar ve si yaset teorisyenleri uluslar arasında barışı ve kimi adalet mekanizmalarını daha etkin kılacak uluslar arası kurumlar inşa etmeye çalışmışlardır. Günümüzdeki uluslar arası manzaranın ortaya koy duğu karmaşık durum dünya yönetimi konusunda her zamankinden daha çok adil ve etkin bir siste min varlığını zorunlu -fakat, aynı zamanda, bunu olasılık dışı da kılabilecek- kılmaktadır. Bu koşul larda, ütopyacılığa düşmeksizin mevcut şartları aş mayı sağlayacak bir olgu olarak dünya yönetimiyle ilişkili bir tasarıyı kısaca tanımlamak faydalı olabi lir. Böylesi bir tasarı her zaman geçerliliği olacağın dan uluslar arası politikaya uygunluk arz edeceği anlamına gelmektedir. Uluslar arası politikanın en çarpıcı özelliği uzunca bir süredir anarşik bir karaktere sahip olma sıdır. Egemen ulus-devletlerin ortaya çıkışından bu yana, söz konusu bu devletler üzerinde egemenlik hakkına sahip bir gücün varlığı mevzu bahis olma mıştır. Çatışmaların çözümlenmesinde değerler ve ya prosedürler bağlamında herhangi bir görüş birli sında var olan güçlü bağlantıları barışçıl değişim için uygun ortamı sağlamasını engelliyordu. Birleşmiş Milletler 1945 yılında kurulduğunda, II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan karma şayla mücadele etmek yerine, Milletler Cemiyeti’nin uğradığı fiyaskoya maruz kalmayacak şekilde planlanmıştı. BM Güvenlik Konseyi, Milletler Cemiyeti’nin bünyesinde faaliyet gösteren Konsey’den çok daha güçlü bir yapıya sahipti. Fakat iki yıl içersinde Soğuk Savaş, oluşan bu gücün önde gelen devletlerin yönlendiriciliği olmadıkça -ki bu ülkeler Soğuk Savaş boyunca bu görevi üstlenme diler- uygulamada herhangi bir yaptırımının olma yacağını ortaya koymuştu. SSC B ’nin yıkılıp Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle yeni bir küresel rejimin ortaya çıkacağı ümidi belirdi. Fakat, Güvenlik Konseyi’nin etkin hale gelmekle beraber, bu konudaki bütün umutlar kırıldı. 1990 yılından beri, bir tek egemen ulusdevlet tarafından -Birleşik Devletler- hakim olu nan tek kutuplu bir dünyada BM, ancak Birleşik Devletler’in önderliğini takip etmek suretiyle işle vini etkin bir şekilde yerine getirebilirdi. Geçen elli yıl zarfından BM, uluslararası ve si ğinin olmamasıyla birleşen böylesi bir süper gücün vil çatışmalar arasındaki geleneksel ayrımın orta yokluğu uluslararası politikada, -Rousseau’nun de dan kalkması nedeniyle çok daha büyük bir zorluk yimiyle ‘savaş durumu’- uzunca bir süredir gerçek la karşı karşıya kaldı. Soğuk Savaş boyunca, Birle veya potansiyel bir durum arz etmektedir. Anlaş şik Devletler ve SSC B arasındaki öncelikli çatışma malar, savaş durumunun geçici bir süre sona erme sahalarından biri iç işlerinin doğası ve oluşumuyla si ve barış kuşakları (zones of peace) gündeme gel ilintiliydi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte miştir, fakat anarşi durumu varlığını devam ettirdi pek çok devlet, özellikle de eski sömürge devletle ği sürece, savaş olasılığının sona ermesi konusunda rinde dağılmalar baş gösterdi ve bu dağılmalar dev herhangi bir ümitten bahsedilemez. letlerin birbirleri arasındaki savaşlarla iç savaşlar XIX. yüzyılın önde gelen Avrupa devletleri, arasındaki ayrımı belirsizleştirmekle dış müdahale Napolyon sonrası barış ortamının devamını sağla leri teşvik eder hale geldi. mak amacıyla bir ‘anlaşma’ sağladılar. Fakat bu du Aynı zamanda, BM Tüzüğü kaleme alınırken, rum, sadece bir danışma mekanizmasından ibaretti ikincil bir konu olarak insan haklarına yönelik or ve sonunda iç işlerine müdahale konusunda etkisi taya çıkan endişeler de devletlerin birbirleriyle ve ni yitirdi. I. Dünya Savaşı sonunda devlet adamları ve iç işleri arasındaki engelleri ortadan kaldırılmasına yardımcı oldu. Çünkü BM, son yıllarda yasal yetki halklar egemen ulus-devlet yapılaşmasının üstünde kullanımını genişletme ve barışı koruma konusun bir oluşum aramaya başladılar. Savaş karşıtı mad da yeni yöntemler geliştirmede başarılı oldu. Fakat deleri ve barışçıl değişimleri destekleyici uygula BM, insan haklarının tutarlı bir şekilde uygulan maları nedeniyle Milletler Cemiyeti (League of ması için gerekli olan uluslar üstü bir güce sahip Nations) bu anlamda önemli bir adım olarak görül değil. Ne de Ortadoğu, Keşmir, Kıbrıs, Kore, Çin dü. Fakat bu, tam anlamıyla ( strictly) uluslar arası ve Tayvan arasındaki sonu gelmez çatışmaları çö bir kurumdu: bu oluşumun etkin bir şekilde var züme kavuşturmak amacıyla muhalif taraflar üze oluşu, önde gelen devletlerin gücüne bağlıydı. Da rinde baskı kurabilecek bir güce sahiptir. ha da kötüsü, Cemiyet’in 1918 yılındaki anlaşma Sanki, -birincil aktörleri egemen ulus devletler lar sonunda ortaya çıkan bölgesel statükolarla ara 2 Ümran-Ağustosuz-2003 DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYA’NIN ÖTESİ olan- dünya pol ir ikasının geleneksel ilgi alanı ye terince karmaşık değilmiş gibi, son derece farklı ye ni bir ilgi alanı olarak, içinde (terörizm hariç) güç ve istilanın çok az rol oynadığı ve önde gelen ak törlerinin uluslar üstü finans örgütlerinden ve çok uluslu şirketlerden oluştuğu küresel sivil toplum ortaya çıktı. Söz konusu bu aktörler giderek artan bir şekilde seçkin ulus devletlerin -büyük ölçüde egemen bir ulus devlet olan Birleşik Devletler ne deniyle- egemenliğini göz ardı etme konusunda öz gürdürler. yılan şiddetin artık ulus-devletlerin veya ulus-devletlerin liderlerinin tekelinde olmadığını kanıtla mışlardır. Şartları daha da olumsuz kılmak amacıy la terörizmle savaşa ayrılan meblağ, uluslar arası gelişmeye ayrılacak payın çok daha kısılması anla mına gelmektedir -böylece dünya ekonomisinin zaten uzun bir süredir yaşadığı krizi daha da artır maktadır. Son yıllarda, uluslararası ilişkilerdeki kaotik or tamı iyileştirmeye yönelik pek çok adım, atılmıştır. Fakat bu teşebbüslerin her biri reformcuları düş kı Buna ilâve olarak, yeni küresel sivil toplum rıklığına uğratan engellemelere maruz kalmıştır. milyonlarca özel yatırımcı ve spekülatörden, bin Bu bağlamda, uluslararası arenada -aynı zaman lerce sivil toplum örgütünden ve çok sayıda ulus da birbirleriyle çelişen- iki gelişme dikkat çekmek aşırı uzmanlaşmış bürokratik ittifaklardan (örne tedir. Etnik nedenlerden ötürü ortaya çıkan kitle ğin, Dünya Sağlık Örgütü ve ulusal sağlık bakan sel kıyımları önlemeyi amaçlayan sayısız insani lıkları) oluşmaktadır. Bilgi teknolojisi ve iletişi müdahale söz konusu olmuş ve bu çalışmalara ulus mindeki yenilikler dünya çapındaki sivil toplumlalararası suç mahkemesiyle bağlantılı yeni yapıların rın belirgin bir şekilde entegrasyonuna yol açmak oluşumu eşlik etmiştir. Fakat ulusal egemenlik yan tadır. lıları, hem insan haklarının uluslararasılaştırılmaBöylece, güvenlikle ilgili önemli bir sektörün sına, hem de uluslararası çatışmalarla ilgili durumu parçalanma hattında yer alırken, zenginlik ve bü benimsemeye direnç göstermişlerdir. Söz konusu yümenin söz konusu olduğu bir başka sektörün gi her iki durumda, ortaya çıkan yenilgiler başarılar derek büyüyen bir entegrasyonunun söz konusu ol kadar ortadadır: Rwanda’yı ve Amerika’nın Ulus duğu bir dünyada yaşamaktayız. Aynı zamanda, si lararası Suç Mahkemesine karşı sergilediği düş manlığı örnek olarak verebiliriz. vil toplumun küreselleşmesi tedrici olarak kimi ulus-devletlerini, bir zamanlar onların hizmetinde Aslında, barış koruma araçları, BM’nin ve böl olan -özellikle mali ve endüstri politikaları- pek gesel örgütlerin (hem iç hem de devletler arasında çok şeyden mahrum bırakmaktadır. ki çatışmalar) düzenlenmesi mali ve askeri bağlam Şüphesiz ki, küreselleşme yeni bir çatışma alanı larda acınacak derecede yetersizdir. Kitlesel imha oluşturmaktadır: Zengin uluslar fakir uluslara han silahlarının yayılmasını önleme yolunda sergilenen gi ölçüde yardımcı olacakları konusunda görüş bir çabalar son derece zayıftır ve dolayısıyla genellikle liğine varamamaktadırlar; fakir uluslar az ya da çok etkisiz kalmaktadır. yaldızlı bağımlılık ile kendi kendine yeten bir sefa Son on yıllarda ortaya çıkan küresel sivil top let arasında seçim yapmak zorunda kalmaktadırlar; lumda sergilenen yönetim de benzer şekilde parça bu arada uzmanlar küresel refahı temin edecek en lı ve etkisiz bir yapı arz etmektedir. Politikalarında iyi yol hakkında görüş birliğine varamamaktadır uzmanlaşmış ve genellikle bu politikalarda birbilar; serbest piyasa ekonomisinin şampiyonları sık riyle çatışan çeşitli ulus aşırı aktörler çeşitli otorite ve güç derecelerine ayrılmışlardır. Çevre, nüfus ar sık ateşli bir şekilde sosyal adalet ve insan hakları tışı ve kadının konumu gibi konularda çalışmalar nın kapsamı konusunda farklı görüşler ileri sür mektedirler; çevrecilerin çıkarları modernleşme ta yapmaları anlamına gelen mevcut küresel kurum lepleriyle çatışırken, işçilerin çıkarları müteşebbis lar talk shoıv’dan pek farklı bir anlam içermemekte lerin ihtiyaçları ile çatışmaktadır. dir. Güçlü çıkar gruplarının ve serbest piyasayı en 11 Eylül saldırılarında görüldüğü üzere, yeni gelleyebilecek herhangi bir oluşuma muhalefet uluslar üstü terörizm yapıları olgusu söz konusudur. gösteren kimi güçlü devletler nedeniyle küresel Söz konusu saldırılardan sorumlu olan teröristler, ekonomi yönetimi etkisizdir; bu yüzden dış yatı rımları veya kısa vadeli, sermaye akışını düzenle internet gibi yeni iletişim teknolojilerinden olduğu mek tamamen imkânsız hale gelmiştir. Ayrıca hâlâ kadar, yeni dünya ekonomisinin açık sınırlarından uluslararası iflas kurallarıyla ilintili bir düzenleme yararlanmaktadırlar. Teröristler, geniş bir alana ya U n van -A ğ u stos-20 0 3 3 söz konusu değildir. Bu gibi konularda etkin olan pek çok devlet ve ülke içi çıkar çevreleri, iç politi kanın bütün bu veçhelerini uluslararası aktörlere devretmek yerine, ekonomik ve mali istikrarı sağ lama vasıtası olarak kendi ulusal kurumlarına sahip olmayı tercih etmektedirler. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, ticaret ve serbest döviz dolaşı mı konusundaki uluslararası sınırlamaları benimse me konusunda isteksizlik göstermektedir. Mevcut sistemdeki bütün bu sınırlamalar, dün ya yönetimiyle ilintili yapılara yönelik giderek ar tan bir memnuniyetsizliğe yol açmıştır. Eleştirmen ler, güçlü devletler tarafından -özellikle de, BM’de veto hakkına sahip ülkeler- BM ve bölgesel örgüt ler üzerinde uygulanan kısıtlamaları onaylama maktadırlar. Güvenlik Konseyi’ne güç kullanma konusunda yetki vermeyi amaçlamış olan BM Tü züğündeki şartlar asla bunu kanıtlamamıştır; insani müdahalenin gerçekleştirilebileceği ve bu konuda gereken şartları tanımlayan bir yasa hazırlanma mıştır. Örneğin, hâlâ hangi eylemin kitlesel kıyım sayılacağı konusunda ciddi bir anlaşmazlık söz ko nusudur. Ayrıca, Birleşik Devletler’in aşırı gücüyle yaratılmış olan bir takım özel problemler de vardır; Birleşik Devletler, kendi güvenliği tehlikede oldu ğunda BM onayı olmaksızın harekete geçme hakkı olduğunu bağıra çağıra ifade etmektedir ve genel likle de dış destek bulma gereği duymaksızın tek yanlı yaptırımlar uygulayagelmiştir. Birleşik Dev letler yakın bir geçmişte, BM’nin silahlanmanın kontrol edilmesi yönündeki çabalarını geçersiz say mıştır. Aynı zamanda, eleştirmenler mevcut ekonomi yönetimiyle bağlantılı oluşumların hem yetersiz hem de adaletsiz olduğu yolunda şikayetleri dile ge tirmektedirler. Mevcut koşullarda devletler, hatta bu ülke içindeki desteğin ve demokratik meşruiye tin aşınması anlamına gelse bile, şerbet ticaret ide olojisine uymak ve Uluslararası Para Fonu’nun diktelerine boyun eğmek zorundadırlar. Pek çok uluslar arası örgüt, fakir ülkelerin ve kriz içersinde bulunan ülkelerin zayıflıklarını sömürdüğünden, çevre ve insan hakları standartlarını göz ardı etti ğinden; gizliden gizliye hareket ettiğinden vb. du rumlardan ötürü Birleşik Devletlerin çıkarlarına hizmet eden bir piyon olmakla kınanmaktadır. Ço kuluslu şirketler, devletlerin sahip olduğu gücü ele geçirdiklerinden ötürü eleştirilere maruz kalmakta dırlar: Söz konusu bu çok uluslu şirketler, giderek 4 Üm ran'Ağustosuz-200 3 artan bir şekilde kaynakların, üretimin, bankacılı ğın ve sigorta hizmetlerinin kontrolünde küresel bir egemenlik elde etmektedirler; bu şirketlerin po litikacılarla olan özel ilişkileri giderek etkin hale gelmektedir (örneğin, ticaret görüşmelerinde); ve çok uluslu şirketlerin üretim sahalarını maliyetleri düşük olan ülkelere kaydırma olanağına sahip ol maları bir zümrenin giderek üste çıkmasına olanak tanımaktadır. Söz konusu çok uluslu şirketler, ulus lar arası ilgisizlik nedeniyle, göreceli zayıf ülkeleri kolaylıkla sömürebilmektedirler. Bu durum günümüz dünyasının yönetimi konu sunda hiç de memnuniyet verici olmayan bir duru mu yansıtmaktadır. Fakat bu durum karşısında ne yapılabilir? Ütopyacı bir kimliğe bürünmeksizin, mevcut koşulların iyileştirilmesine çalışırsak, şu an mevcut olduğu haliyle uluslar arası politika dünyası için uygun bir dizi kurumun varlığını gündeme getir mek zorundayız. Bu yaklaşım, reforma yönelik benzer pek çok öneriyi reddetmek zorunda olduğum anlamına gel mektedir. Kronolojik olarak birincisi Kant’ın tem sili cumhuriyetlerden oluşan bir konfederasyon dü şüncesidir. Bir taraftan, bu oluşumun savaşın yü rürlükten kaldırılmasına yönelik çabaları, terörizm veya insani müdahale gibi çağdaş konularla baş edememektedir (Kant temelde müdahaleci olma yan bir liberaldi). Diğer taraftan, Kant, ticaret öz gürlüğünün ve bireylerin yurtdışındaki konukse verliğe karşı korunması hakkından ayrı olarak, kü resel ölçekte sivil toplumun önemli ölçüde oluşu munu öngörmemektedir. Bu, liberal rejimlerin gö" reçeli olarak azınlıkta kaldığı, saygın orduların ba şarılı olduğu, silahlanmanın çok daha sofistike bir hâl aldığı ve dünya ekonomisinin çok daha fazla eşitliksizlikci bir yapıya büründüğü bir dünya için gereğinden fazla kabataslak bir durum arz etmekte dir. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra pek çok öneriye sahip olan bir başka tasarı ise, genel likle Amerika Birleşik Devletleri benzeri olmayan küresel bir federasyon yapısının desteklendiği bir dünya devletinin oluşumudur. Reforma yönelik böylesi bir tasarıda ulus-devletler onaylanmakta dır. Fakat bu tasarıda, hem devletlerin hem de bi reysel aktörlerin, özel grupların ve örgütlerin ser best piyasanın işlerlik kazandığı küresel bir toplum hakkında çok az görüş beyan edilmektedir. Daha DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYA’NIN ÖTESİ da ötesi, devletlerin sahip oldukları egemenlik haklarından feragat etmeleri talebi hâlâ “ulaşılma sı son derece zor” bir hedeftir. Kant’ın böylesi bir dünya devletine yönelik eleştirisi geçerliliğini mu hafaza etmektedir: bu tür bir devletin varlığı karşı sında güç kullanımının söz konusu olma ihtimali yüksektir veya bu oluşum gündelik krizlerin üste sinden gelemeyecek, dünyanın ve iç politikadaki gelişmelerin meydan okumasına karşılık veremeye cek denli zayıf bir yapı arz edecektir. Ne de John RawPın The Laıv of Peoples’daki plânını inandırıcı buluyorum. Rawl, dünyada dev letlerin -bugün olduğu gibi- tehlikeli ve saldırgan aktörlerle ve ekonomik yardıma muhtaç “sorunlar la yüklü toplumlarla” mücadele etme gibi baş edil mesi güç bir görevi olacağının farkında olmakla beraber, yönetim hakkında pek fazla bir şey söyle memektedir. Paradoksal bir şekilde, RawPın ideal teorisinde liberal rejimlerinkinden çok daha geniş bir konsensüse duyduğu ihtiyaç onu kısıtlı bir in san haklan anlayışına sevk etmektedir. Bu, “say gın hiyerarşik” rejimler olarak adlandırdığı şeyi ka bul etmek zorunda bırakacak bir anlayıştır. Rawl’ın “bireylerin refahı” karşısında “halkların adaleti” konusuna tanıdığı öncelik sonunda, herhangi bir toplumun koruması çıkında bulunmayan ve sayıla rı giderek artan bireylerin -göçmenlerin, sığınma cıların ve diğer devletsiz insanların- kaderi konu sunda önemli sorunların gündeme gelmesine yol açmaktadır. Ayrıca, (biraz da pişmanlık duyarak) ütopya ül kesini (krallığından) terk edip, sosyal demokrat eğilimleriyle oldukça geleneksel liberal bakış açı sından önemli bir gelişmeye yol açacak bir yöne tim türünü tanımlayacağım. Egemen ulus-devletlerin teşekkül ettirdiği kü resel toplumda iki husus son derece merkezi öııem arz taşımaktadır. Birincisi insan haklarının korun masıdır. Avrupa gibi, dünyanın kimi bölgelerinde insan haklarının korunmasını sağlayan güçlü ku rumlar bulunmaktadır; söz konusu bu kurumların varlığı Avrupa halklarının devletin uyguladığı şid dete karşı şikayetlerini dile getirme olanağı tanı maktadır. Fakat söz konusu bu kurumlar bütün yer kürede hakimiyet kazanmış değillerdir ve bu ku mrularla bağlantılı BM örgütleri zayıf ve etkisiz bir konumda bulundukları gibi, politize ve devlet mer kezli bir yapıya sahiptirler. İşte bu yüzden, insan hakları konusunda, Avru pa modelindekine benzer şekilde, bir dünya komis yonuna ve bir dünya mahkemesine ihtiyacımız var. Aynı şekilde, söz konusu böylesi bir komisyonun hizmetinde çalışacak kontrol aygıtlarına ve denet çilere de gereksinim vardır. Kontrol aygıtları ve de netçiler, harekete geçmeleri istendiğinde, BM Tü züğünün Yedinci Bölümü altında faaliyet gösteren genel sekretere ve siyasal organlara rapor sunma yükümlülüğünde olacaktır. İnsan haklarının en sık ihlâlcisi olan devletler, ya imzalamaktan kaçındık ları veya, daha yaygın bir şekilde olduğu üzere, im zalayıp da gereğini yerine getirmedikleri sözleşme lerin uygulamasını başlatma sorumluluğu kendile rine verilmemelidir. Ulusal egemenlik iddiasından insan hakları iddiasına doğru bir tercihe yönelik tedrici bir değişme olmasına rağmen, bu iki prensip arasındaki çatışma önemini korumaktadır. İkinci konu güç kullanımıyla âlâkalıdır. XIX. yüzyılda devletlerin savaş açma hakkından, saldırı yı yasaklayan ve sadece kendini savunmaya yöne lik ve saldırıya maruz kalanlara dayanışmayı meşru kılan savaşlara hak tanıyan eski jus ad bellum dokt rininin modern bir versiyonuna doğru benzer bir değişim söz konusu olmuştur. Fakat burada da, sa vaşla ilgili belirsiz, olası etkileriyle birbiriyle çeli şen iki ilkenin varlığı söz konusudur. Dünya yönetimiyle ilişkili ilkelerinin çok daha kararlı bir şekilde uygulanması, BM’nin gücünün artırılmasını gerektirecektir. Genel Sekreter, Gü venlik Konseyi’nin gündemine sadece tehlikeli ge lişmeleri getirmemelidir. Aynı zamanda, devletler arasında güç kullanımına yönelik meşru kısıtlama lar veya insan haklarına yönelik ciddi ihlaller söz konusu olduğunda Konsey’i ve Genel Meclisi hare kete geçirmekten de sorumlu olmalıdır. İnsani mü dahalelerin meşruiyetinin ne zaman sağlanacağını açık bir şekilde tanımlayan bir yasaya gereksinim vardır. Kendilerini savunmaları bağlamında güç kullanmayı isteyen ülkeler, bireysel veya bir grup olarak Güvenlik Konseyi’nin -veya Konsey devre dışı kaldığında ise- Genel Meclis’in otoritesine ih tiyaç duymalıdırlar. Genel Meclis eyleme geçilme si konusunda karara varmada görüş birliği sağlaya madığında, son bir başvuru yöntemi olarak, güç kullanımı BM organlarına rapor edilmesi gerek mektedir. Bütün bunların ötesinde, Güvenlik Konseyi, üye ülkelerin katkılarıyla oluşturulan, fakat uluslar üstü bir niteliğe sahip olacak, BM askeri komutası Ümran‘Ağustos-2003 5 altında görev alacak daimi bir güce sahip olmalıdır. Söz konusu bu komuta, Güvenlik Konseyi tarafın dan onay verilen önleyici veya reaktif bağlamda operasyonlardan sorumlu olabilir ve görevi BM’nin her türlü askeri faaliyetini gözlemleme olan BM üyelerinden teşekkül ettirilen sivil bir yönetim bi rimi bu komutayı denetleyebilir. Bu organlar, aynı zamanda, kitle imha silahlarına sahip olduğuna inanılan ülkeleri denetleme ve -şayet bu tür silah lar gerçekten tedarik ediliyor ise- Güvenlik Konse yi tarafından gündeme getirilmesi için yaptırımlar da bulunma hakkına da sahip olabilirler. Genel Sekreter, -ya devletlerin sergileyeceği yardımlar vasıtasıyla ya da, şayet engeller çıkması veya söz konusu devletler bu konuda başarısız olduklarında bu tür yardımların ortaya konması yerine- küresel veya bölgesel barışı tehdit eden ciddi anlaşmazlık durumlarında BM ’nin baş müzakereci olma sorum luluğunu sahip olmalıdır. İnsani müdahale durumunda BM güçleri barışı tesis etmekten daha fazla şeyler yapmalı ve kaçınıl maz olan ulus inşası veya yeniden inşasına yönel melidir. Açıkçası, bu durum BM bütçesinin önem li ölçüde artırılmasını ve BM sekreteryasında çalı şan uluslar arası çalışanların sayısında önemli bir artışı gerektirecektir. Terörizmi kontrol altında tutmak amacıyla, devletlerin sahip oldukları güçler arasındaki işbirli ğini teminat altına alacak ve işbirliği yapmalarını sağlayacak BM’ye bağlı bir organ oluşturulmalıdır. Böylesi bir organ, aynı zamanda, ilişkili olduğu BM’nin diğer siyasal ve askeri kurumlarına periyo dik olarak raporlar sunabilir. Devletlerarası ve dev letler üstü savaş durumlarında olduğu gibi, teröriz me ve terörizmi destekleyen devletlere karşı savaş Güvenlik Konseyi’nin yetkesinde olmalıdır ve BM’nin askeri idaresinin gözetiminde yerine geti rilmelidir. Küresel ölçekte sivil toplumun yönetiminin na sıl geliştirileceğini tasavvur etmede, sosyal demok rat eğilimlere sahip geleneksel bir liberal tedbiri özenle devam ettirecektir. Küresel dirigisme ne ola sıdır ne de arzu edilmesi muhtemel bir durumdur. Fakat birkaç önemli hususun dile getirilmesi gerek mektedir. XIX. ve XX. yüzyıl kapitalizmi, tedrici olarak -çalışanları ve tüketicileri korumak; ücret istikrarını sağlamak; mali felâketleri önlemek vb.ulusal ve uluslar arası düzenlemeyi kabul eder hale gelirken, XXI. yüzyıl küresel kapitalizmi günümüz 6 Ü m ran •Ağustosuz-2003 de olduğundan çok daha az kırılgan bir yapıya ihti yaç duymaktadır. Birkaç yıl önce gündeme gelen Asya krizi sonunda, IMF tarafından ülkelerin ve bankaların denetlenmesindeki ve IMF’nin bizzat empoze ettiği deflasyonist politikaların yerel ölçek teki etkilerine kayıtsız kalmasında; özel sermaye akışının geçiciliğinin felâkete yol açan etkisi; aşırı ölçüde katı döviz oranlarının yol açtığı riskler, ya bancı yatırımcıları insan haklarını, çalışma koşul larını, sağlık standartlarını ve çevre korumayı dik kate almak zorunda bırakması sonucu ortaya çıkan yanlışları düşünüyorum. Kurumsal yapının yeniden tasarımlanması ko nusunda yeterliliğe sahip değilim. Fakat aşağıda di le getirilecek olan şu dört alanda politik inisiyatif ler konusunda taze kana ihtiyaç vardır. Birincisi, dünya ekonomisini denetleyecek ve söz konusu bu ekonominin gelişimine rehberlik edecek ekonomik bir idarenin varlığına ihtiyaç vardır. Burada söz konusu olan model, uluslar üstü komisyonun bir ekonomik yönetim olarak işlev gördüğü ve Bakanlar Konseyi’nin kuralları belirle diği Avrupa Birliği olabilir. (Küresel ekonomi için, Güvenlik Konseyi’ne alternatif yeni bir ekonomik ve sosyal konseye ihtiyaç duyulabilir.) Dünya Tica ret Orgütü’nün çalışmalarını Uluslararası Çalışma Örgütü, Dünya Bankası ve IMF ile ahenkli hale ge tirme, söz konusu bu ekonomik yönetimin yasal yetkisi çerçevesinde söz konusu olabilir; ve Avrupa Birliği komisyonunun işlevsel bir eşdeğeri söz ko nusu ekonomik yönetimin idare organı olarak fa| aliyet gösterebilir. Ekonomik yaklaşımlar ve hedef ler konusundaki farklılıklar varlığını sürdürebilir; fakat bu organlar, yararlı uygulamalarla ilişkili ku rallar dizgesi şeklinde ortak normların tesisine ve kapitalist rekabetin olumsuz etkilerinin asgariye indirilmesine -küresel tekelci karşıtı bir mekaniz maya ihtiyacı yaratan ittifaklar ve birleşmelerin artmasına- yoğunlaşabilir. İkincisi, gelişmekte olan ülkelere yardımda bu lunma sorumluluğu merkezde toplanmalıdır; he deflerin fakir ülkelere yardımın artırılması ve zen gin ile fakir ülkeler arasındaki eşitsizliğin azaltıl ması dünya yönetimini etkilemektedir: Bu durum küresel gelişmenin daha eşitlikçi örneklerini orta ya koymak ve bu türden BM yardımı alan ülkelerin politikalarındaki değişiklikleri denetlemek, bunlar hakkında raporlar hazırlayarak tavsiyelerde bulun mak amacıyla BM ’ye, üye ülkelerden vergi toplama DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYA’NIN ÖTESİ yetkisini içerebilir. Üçüncüsü, bir dünya çevre örgütü oluşturulma lıdır. Bu örgüt küresel protokol müzakerelerinden sorumlu olabilir ve söz konusu protokollerin güç lendirilmesini denetlemek amacıyla gerekli yeter liliğe ulaştırılabilir ve itaatsizliklere karşı yaptırım kararları alabilir. Dördüncüsü, UNESCO reforma tabi tutulmak zorunda kalabilir; U N ESCO ’nun elit kültürlerden ve kaybolma tehlikesi taşıyan yerel kültürlere ka dar faaliyetleri küresel çabayı fanatizme, dar görüş lülüğe ve hoşgörüsüzlüğe karşı küresel bir çaba ser gilenmesine doğru yönlendirmelidir. Bu durum hükümetleri, kiliseleri ve eğitim kurumlarını etki lemek ve aktif hale geçirmek için büyük maddi olanaklara ihtiyaç duyacaktır. Bir kez daha, Avru pa Birliği komisyonu benzeri bir yapılanma UN ESCO ’nun bu yeni idare yapısı olarak hizmet görecektir. Son bir ilke olarak şu vurgulanmalıdır: Küresel yönetimin geliştirilmesi küresel kurumlar için sa dece daha çok güç ve kaynağa ihtiyaç duymamak ta, aynı zamanda, demokratikleşmenin daha da yaygınlaştırılmasını gerektirmektedir. Ülkeleri temsil eden BM Genel Meclisi, başlangıçta genel tavsiyelerde bulunma görevini üstlenebilecek BM bünyesinde oluşturulacak bir Halklar Meclisi’nce desteklenmelidir. Bu durumda bile, böylesi bir BM Halk Meclisi küresel tartışmalarda resmi olmayan görüşlerin dile getirilmesine olanak tanıyabilir. Genel Meclis, aynı zamanda, Sivil Toplum Orgütleri’nin temsilcilerinin ve (Genel Meclis’in yerini almasa bile Davos Zirvesi’ni tamamlayıcı resmi ve kamusal bir organ) önde gelen çok uluslu şirketle rin içinde yer alacağı ayrı bir danışma meclisince genişletilebilir. Daha önce dile getirdiğim üzere (l), Güvenlik Konseyi, Genel Meclis ve yeni Ekonomik ve Sosyal Konsey’ce benimsenen çö zümlerin rutin bir şekilde gözden geçirilmesini da yatma, -pek çok demokratik devlette bulunan ana yasa mahkemelerinin parlamentolarda kabul edi len yasaların yetke ve meşruiyetini pekiştirdiği gi bi- söz konusu bu çözümlerin otoritesini ve meşru iyetini artırmak amacıyla Dünya Mahkemesi’ne tevdi edilmelidir. Dünyanın içine düştüğü felâketler neticesinde arzu edilen noktaya gelemeyen - milyonlarca insa nın ölümüne yol açan nükleer, biyolojik veya kim yasal savaşlar, 1929 ortaya çıkan ekonomik dur gunluğun günümüzde ortaya çıkan ekonomik dur gunluk karşısında önemsiz gözükmesi, yeryüzüne bir meteorun çarpması, nasıl durdurulacağı konu sunda kimsenin fikir sahibi olmadığı bir dizi küre sel hastalık, küresel ısınmanın dünyayı kaynayan kazana çevirmesi (Hollywood’un bilim kurgu film lerinin gerçek olayları önceden görebilmesini artık anlayabiliyoruz) —insan ırkının pek çok kabilesi Westfalya anlaşmasının güçlü kalıntılarını ortadan kaldıracak, mevcut devletlere ve bu devletlere hiz met eden kırılgan uluslararası kurumlara son vere cek ve bir dünya devleti ilânına yol açacak bir dünya anayasası girişimine başlama olasılığı yok tur. Bunların tümüyle gerçekleşmesi halinde, ku rumsal reformlar büyük bir olasılıkla tedrici bir şe kilde gündeme geleceği gibi ortaya çıkan krizlerle baş etmede de yol kat edilecektir. Aslında, Avrupa Birliği’nin, devletler arası iş birliğinin karmaşık bir mekanizmasından -Jacques Delors’ın şifreli bir şekilde tanımlamayı sevdiğibir ulus devletler federasyonuna dönüşümünü ta mamlamasındaki zorluğun hangi boyutlarda oldu ğu hatırlanacak olursa, tanımladığım uluslar üstü rejimin son derece uzak bir olasılık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burada konuyu detaylarıyla ele almak için pek çok engel var. Fakat temel neden leri şöyle bir gözden geçirmek gerekiyor. Birincisi, ulus-devlet yapısı henüz varlığını yi tirmiş değildir. Küresel piyasalarca meşru ve yürür lükteki egemenliğin erozyona uğramasına ve şid deti önlemek ve insan haklarını korumak amacıy la kurulan yeni küresel kurumlar adına gündeme getirilen evrensel yasal yetki iddialara rağmen, ulus-devletler kamusal ve özel yaşamın pek çok alanını ilgilendiren yetkin karar mekanizmalarının nihai merkezi olmaya devam ettirmektedirler. El bette, ulus-devletlerin devam edegelen güçleri, devletler arasındaki anlaşmazlıkların sona ereceği anlamına gelmemektedir -aslında, devletler sahip oldukları gücü kaybetme korkusunu hissettiklerin de bu tür anlaşmazlıklar daha şiddetli hale gelebil mektedir. Görünürde egemen devletlerin sayısı son yıllarda çoğalmasına rağmen, bunların çoğu gerçek bir siyasal etkiye sahip olmaktan uzaktırlar. Günümüzde gücün öylesine eşitsizcesine dağıtılmış olması gerçeği küresel yönetim kurumlarındaki farklı devletlerin gücü nispetinde gerçekleştirile cek bir anlaşmayı son derece şüpheli hale getir mektedir. Cüceler sürüsü, askeri ve ekonomik dev Ü m ran -A ğu stos-200 3 7 leri boyun eğdiremiyor. Söz konusu bu cüceler, ulusal çıkarların somut hesaplarıyla çatışan soyut zorunlulukları kabul etmeyeceklerdir. (İşte bu yüz den, ABD, İsrail gibi ittifak halindeki ülkelere to leranslı yaklaşırken Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler ‘şer’ devletler söz konusu olduğunda nükleer yayıl mayı onaylamamaktadır.) İkinci engel, ulus-devletler sayısında görülen artışa paralel olarak gündeme gelen kültürlerin çe şitliliğiyle alâkalıdır. Kitle kültürünün kısmi küre selleşmesine ve sadece küresel işbirliği ile halledi lebilecek giderek baskın hale gelen ekolojik sorun lara rağmen, son yıllarda milliyetçi ayrılmalar (secession), özellikle İslam ülkelerinde yeni dini-siyasal hareketlerin ortaya çıkması ve pek çok ülkede ki yerli kültürel uygulamaların yeniden gündeme gelmesine tanıklık etmiştir. Ekonomik ve teknolo jik güçlerin yönlendirici olduğu, geçen iki yüzyılın siyasal ideolojilerinin -korkunç aşırılıklar veya kü çük düşürücü gereksiz hareketlerle- kendilerini tü kettikleri bir dünyada, kapitalizme umut bağlamış olanlarla, çoğu küresel kapitalizmin insanlık boyu tuna itimat etmeyen kültürel detaycılar (particularist) arasında üstesinden gelinemez bir ayrım söz konusudur. Bütün bunlar, daha Rousseau’nun her hangi bir insanlık birliğinin yokluğu hakkındaki yargısını önceki devirlerde olduğundan çok daha doğruluk payı taşıdığını ortaya koymuştur. Reformlar önündeki üçüncü engel, insan hak larına ve halkların kendi geleceklerini belirleme hakkına saygı gösteren liberal demokratik rejim lerle, böylesi haklarla alâkası olmayan otoriter ve ya totaliter rejimler arasındaki ayrımdır. Rawls’ın ‘nezih’ (decent) otoritercileri, ortaya koyduğu ideal teorisinin kurgusudurlar. Dünyadaki pek çok tiran, diğer ülkelerin haklarını gözetme konusunda her hangi bir teşvikte bulunmadığı gibi, insanlığa kar şı suç işleyenleri yargılama hakkını da bahşetmemektedir. Ekonomilerini dünyaya açsalar bile, po litik duvarlar ören devletler önerdiğim demokra tikleşmeye yanaşmayacaklardır. Yarısı halk tara fından seçilmiş yarısı diktatörlerce atanmış BM bünyesindeki bir Halklar Meclisi bir şaka olsa ge rek. Liberal demokrasileri öne süren Kantçı ön ko şul olmaksızın dünya yönetimiyle bağlantılı ku rumlan sadece mücadele alanı olarak kalacaktır. Karşılaştırılması gereken son engel ise Birleşik Devletlerle ilişkilidir. ABD, kendisini dünya düze ninin jandarması ve liberal demokrasinin şampi 8 U m raıı-A ğu stosu z-2003 yonu olarak gören bir süper güçtür. Dünya düzeni projem yeni kurumlan öngörmekle kalmıyor, aynı zamanda, dünyanın en güçlü egemen ulus-devletinin adil olmasını da gerektiriyor. A BD ’den ve di ğer önde gelen ülkelerden gelecek moral ve mali destek olmaksızın yeni bir küresel yönetim rejimi nin ileri sürdüğüm yasalarını tatbik etmek olanak sızdır. Maalesef, son yıllarda Amerika’nın ileri gelen lerinin önemli bir bölümü Birleşik Devletleri’nin -yeni bir küresel oluşum yaratma fikri bir yanamevcut küresel kurumlara desteği hakkında kuşku lar içeren sözler sarf etmişlerdir. Başkan George W. Bush yönetiminde giderek artan sayıda uluslar arası protokol ve anlaşmadan vazgeçilmiş veya bunlar kabul edilmemiştir. Söz konusu bu kibirli tek yanlılığın ortaya koy duğu mesaj son derece açıktır: ABD küresel düze nin kendine yeter bir garantörü ve küresel düzenin ihtiyaç duyduğu baş vurulacak son çaresidir. Bu durum, ortak bir proje için gerçek bir neden teşkil etmemektedir. Diğer devletler, Amerika’nın tek başına dünyayı yönetmesini istememektedir ler. Söz konusu bu yeni doktrinin reddi gerçekleş meden, dünya yönetiminin yeni ve demokratik bir yapılanması söz konusu edilmeksizin Amerikanın liderliğindeki bir politikaya dönüş aslında son de rece belirsizlikler taşımaktadır. Dipnotlar: 1.Bkz. S tan ley H offm ann, W orld D isorders (Boulder: Row m an &. L ittlefield , 1 9 9 8 ), 12. B ölüm , s. 185.) 2.Bkz. Josep h N ye, J r .’n in yeni eseri, T h e P aradox o f A ın erican Pouıer (Nfew York: O xford U niversity Press, 2002) * P r o f. S ta n le y H o ffm a n : 1955 yılından beri Harvard Ü niversitesin de öğretim görevlisidir. 1966 yılından 1995 yılına kadar Harvard Ü niversitesi Avrupa Ç a lış m aları M erkezi başkanlığını yürütmüştür. Uluslararası ilişkiler üzerine pek çok çalışm ası bulunan H offm an, aynı zamanda, “T he N eıv Y ork Re%>iew o f Books”da de nem eler yayım lam akta ve "Foreign A ffairs” dergisinin B atı Avrupa bölüm editörüdür. 196 4 yılından beri A m erika A kadem isi üvesidir.
Similar documents
07temmuz1963
Ç oğunluk kendilerinde olm asına rağm en Rum üyeler de A nayasa dışı na çıkm ak y etkisine hiçbir zam an sa hip değillerdir. Böyle olduğu halde, Rum üyeler kasıth b ir şekilde A naya sayı ay a k...
More informationPdf formatında - Umran Dergisi
Türkiye’nin NATO üyesi olduğu doğru ancak ABD ve Batı, bu gerekçeyi Türkiye’nin gerçekleştirdiği ve Batının ve İsrail’in son derece rahatsız olduğu büyük ekonomik kalkınmayı imha etmek için kullanm...
More information