Untitled - Nirengi Kitap

Transcription

Untitled - Nirengi Kitap
Ahmet Demirhan | İslamcı ve Püriten
Ankara’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1990-2000
yılları arasında gazete ve televizyonlarda çeşitli kademelerde çalıştı. 2000’de Hollanda’ya
yerleşti. 2007’de Türkiye’ye dönerek TOKİ Başkan Danışmanı olarak görev yaptı. Halen
Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nde çalışıyor. Çeşitli çevirileri yanında,
modernlik ve postmodern felsefe ile din ve teoloji arasındaki ilişkilere dair çeşitli yayınları mevcut.
Nirengi Kitap: 10
İnceleme: 4
Ahmet Demirhan, İslamcı ve Püriten
ISBN: 978-605-5515-73-7
Birinci Baskı: Mart 2012 (1000 adet)
Editör: Mehmet Fatih Çelikkaya
Sanat Yönetmeni: Selman Bıyık
Baskı Hazırlık: Nirengi
Baskı: Cantekin Matbaası, Ankara T. 0312 384 34 35
© 2012 Birleşik Kitabevi
Nirengi Kitap, Birleşik Dağıtım Kitabevi markasıdır.
Kapak: Rasim Özdenören ve Sabri F.Ülgener
NİRENGİ KİTAP
Birleşik Dağıtım Kitabevi
Bayındır Sokak, No: 6/ 33 Kızılay, Ankara
T. 0312 431 89 60 F. 0312 432 19 65
W. nirengikitap.com E. nirengi@nirengikitap.com
T. twitter.com/NirengiKitap
F. facebook.com/NirengiKitap
Ahmet Demirhan
İslamcı ve Püriten
İÇİNDEKİLER
7
13
31
Sunuş
Bekleyen, Ama Erteleyen “İslamcı”: Rasim Özdenören
Hatlar, Portreler, Çehreler ve Renkler Ortasında “Püriten” ve
Ülgener
Sunuş
“‘İslamcı’ ve ‘Püriten’” adıyla bir araya toplanan iki yazı için
uzun bir sunuş yapmaya yeltendiğimde, ayrı bir makale hüviyetinde başka bir yazının ortaya çıkmaya başladığını farkettim. Bir
“sunuş” yazısı özelliğini kaybettiği için sözkonusu yazıyı başka
bir zamana erteleyerek kısaca iki hususun altını çizmenin yeterli
olacağını düşünüyorum.
Birincisi, Rasim Özdenören hakkındaki yazının çeşitli ortamlarda farklı bağlamlarda alımlandığına şahit oldum. Özdenören’in
kendisi de, bir karşılaşmamızda, kendisini anlamadığını söyledi.
Doğrusu, Özdenören yazısının amacı, bir yazarı anlamak veya
anlamamak meselesiyle değil, o yazarın yazdıklarından, özellikle
de edebi metinlerinden yola çıkarak bir düşünce tarzının kendisini nasıl sorunsallaştırdığı meselesiydi. Umarım burada tekrar
yayınlanmasıyla birlikte Özdenören üzerine yazı, bu amacına
matuf olarak okunur.
Diğer taraftan, okuyucu, Şerif Mardin’in de bir vesile ile, Özdenören yazısında sözkonusu edilen bir “bekleyiş”ten bahsettiğine dikkat çekecektir.* Ne var ki Mardin, “din”i çoğunlukla “folklorik” unsurlarla izaha çalışması ve onun, kendinden bile önce
gelen “politik” bir yanının olabileceğine önem verememesi, bu
*
Bkz., Neşe Düzel ile söyleşi, “İslamiyet’in enerjisi artıyor”, Taraf, 10 Ekim 201
7
“folklorik” din algısının da altında hep bir “modernleşmeci teoriler” eksenin yer alması nedeniyle, “bekleyiş”i “enerji”yle açıklama gayretine girmektedir. Ona göre, bu “enerji”, “kümülatif” bir
şekilde artmakta ve finanstan giyim-kuşama, sahaflardaki ciddigayri ciddi kitapların sayısının artmasından televizyonlardaki
“İslami ahlak dersi” veren yayınların çoğalmasına kadar uznamaktadır. Ancak bunlar, normal bir toplumsallık olarak değerlendirilmemekte ve bu “enerji”, bir “bekleyiş”in, “saf bir İslam”ın
“bekleme”si olamamakta, “karışık”, “parçalı” bir şekilde tezahür
etmektedir. Dolayısıyla, Mardin’in bu “bekleyiş”i, hayli “karışık”
ve “parçalı”dır ve aslında bununla neyin kastedildiği fazla açık
değildir. Mardin, “bekleyiş”ini kategorik, en azından kavramsal
olarak sunamamaktadır.
Altı çizilmek istenen ikinci husus ise, meselenin “püriten”
kısmıyla ilgilidir. Ülkemizde çok kısa bir süreliğine, özellikle
Anadolu’daki muhafazakar ve dindar sermayenin yükselişini
anlamlandırmak için kullanılan “püriten İslam” adlandırmasının
artık sönmeye yüz tutması da göstermektedir ki aslında ortada
bir “püriten özne” yok. Ve gerçekte bu tür anlamlandırma çabaları, Anadolu’da aslında ne istendiğini, hem pratikte, hayat içinde ve hem de soyutlama düzeyinde, hayat içindeki bu taleplerin
neye tekabül ettiğini bir biçimde ıskalamaktadır. Sabri Ülgener’in
adı bu tartışmalarda bir biçimde “olmazsa olmaz” olarak değerlendirildiğinden, burada yer alan Ülgener üzerine makale, bu tür
okumalara da bir itirazı içermektedir. Ancak makale için bu itiraz
talidir. Makale, daha çok Ülgener üzerine bir okuma çalışmasıdır
ve bu okumada “iktisadi” bir ağırlıktan ziyade daha sosyolojik
bir yönelim göze çarpmaktadır. Ama aynı zamanda makalenin,
“metinsellik” kıyılarında dolaşan da bir yanı vardır.
Her iki makale de daha önceden farklı yerlerde yayınlandı.
Rasim Özdenören üzerine yazılan “Bekleyen, Ama Erteleyen ‘İslamcı’” makalesi, İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce adlı serinin, Yasin Aktay tarafından
editörlüğü yapılan altıncı cildi İslamcılık içinde yer aldı. Ülgener üzerine olan “Hatlar, Portreler, Çehreler ve Renkler Ortasın8
da ‘Püriten’ ve Ülgener” yazısı ise Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından yayınlanan ve Murat Yılmaz’ın editörlüğünü yaptığı
Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, Sabri Ülgener: Küreselleşme ve Zihniyet
Dünyamız adlı derlemede yer aldı. Makaleler üzerinde herhangi
bir değişikliğe gidilmedi.
Bu vesile ile makalelerin yazılması için beni teşvik eden Yasin Aktay ve Murat Yılmaz’a; engin hoşgörüsü nedeniyle Rasim
Özdenören’e; makaleleri bir kitap olarak yayınlama fikriyle gelen
Nirengi Kitap’a teşekkür ederim.
9
I
Bekleyen, Ama Erteleyen “İslamcı”: Rasim Özdenören
Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ının başlarında, öykünün temel yapısını oluşturmakla kalmayan, ama aynı zamanda yazarın başka hiç bir öyküsünde bu denli açık edilmediği dünya görüşü’nü ortaya koyan ayrı “iki dünya”,1 bekleyiş
1
Özdenören’in ilk deneme eserinin İki Dünya olması anlamlı değil midir bu açıdan? Bkz.
Özdenören, 1977. Özdenören’in bir çevre oluşturduğu ve geniş toplum kesimlerince
tanınmasına vesile olan bu ilk deneme kitabının yayınlandığı Akabe Yayınları ile bu yayınevi çevresinde öbeklenmiş şair ve yazarların çıkardıkları Mavera dergisi, nedense,
daha çok, düşünce alanında bir İslamcılık’tan çok, edebiyat alanında İslamcı kimliğe sahip şair ve yazarların bir dergisi olarak bilinegelmiştir. Özellikle Nuri Pakdil’in Edebiyat
dergisiyle başlayan bu İslamcı edebiyatı dil ve üslup açısından dönemin genel edebiyat
ortamından pek ayırdeden unsurların olmayışı, hatta dil ve üslup açısından bu ortamın
ilerisinde ürünler vermeleri, bizi, özellikle, Özdenören’in kimliği ile Türkiye’de nerede
durduğu noktasında, bir açmaz içinde bırakacak bir niteliğe sahiptir. 20 Mayıs 1940’ta
Maraş’ta doğan Özdenören, ilk ve orta eğitimini Maraş, Malatya ve Tunceli’de tamamlar.
İÜ İktisat Fakultesi Gazetecilik Enstitüsü ve İÜ Hukuk Fakultesi mezunu. Uzman yardımcısı olarak 1967’de girdiği DPT’de görevini sürdürürken “Kalkınma Ekonomisi” konulu
Master programını tamamlamak için Amerika’ya gider. Yurda dönüşünde girdiği Kültür
Bakanlığı’nda müşavir ve müfettiş olarak çalışır (1975-78). Görevinden ayrılarak bir dönem Yeni Devir gazetesinde kültür, eğitim ve haberleşme ağırlıklı günlük yazılar yazar.
Yeniden DPT’den uzman, Yayın Temsil Dairesi Başkanı, Genel Sekreter Yardımcısı, Genel
Sekreter olarak görev yapar. Bürokratik görevlerinin yanısıra, lise yıllarında ikiz kardeşi
Alaattin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt ve Akif İnan ile Maraş’ta çıkardıkları
Hamle dergisinde başlayan yazı hayatını, Sezai Karakoç’un Diriliş ile yukarıda anılan Nuri
Pakdil’in Edebiyat dergisiyle sürdürür. Ancak daha çok Mavera dergisiyle özdeşleşen bir
edebiyatçı kişiliği vardır. Temelde Anadolu insanının kendi iç alemini kurma gayretlerinin gözlendiği hikayelerinde, değerlerinden koparılmış ve modern kentlerin varoşlarında kıstırılmış bireylerin acılarını, yalnızlıklarını gündeme getirerek yanlışa yönlendirilmiş
ülke insanının yaşadığı çarpılmayı ve kültür şokunu kuşatıcı ve derinlemesine bir yaklaşımla anlatır. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri TV filmi yapılmış, bunlardan
13
açısından iki ayrı biçimde kategorize edilir. Birisi, geleceğe dönük, hayli metafizik2 bir yapıda kendisini gösterir. Durumdan
hoşnut olmayan; ancak bu duruma anlamını veren, onun anlamsızlığını ve boşluğunu dolduran, böylece de huzurlu ve
“sebepsiz” olmayan bir bekleyiş. Diğeri ise, yazarın ilkinden
karşıtlığını sanki özel bir vurguyla ve özenle belirttiği, “çaresiz” bir bekleyiş. Ancak bu bekleyiş de, yazar açısından, ilki
kadar metafiziksel bir dille ifade edilecek kadar anlamlı bir bekleyiştir.
Bekleyişin bu ikili yapısı, yazarın İslamcılığı üzerine bir
denemede ne derecede önemli olabilir? Doğaldır ki bu
İslamcılılığın nasıl tanımlandığına bağlı. Eğer İslamcılık, hayli
politik vurgulara sahip bir yol haritası sunan ideolojik bir yapı
olarak ele alınırsa, bu tanımla bekleyiş’in çelişeceği ve dolayısıyla bekleyiş üzerinden Özdenören’in İslamcılığına ulaşılmasının zor olacağı söylenebilir.Olsa olsa buradan onun İslamcı olmadığına varılabilir. Çünkü ideolojik ve politik bir yol haritasında bekleyiş’ten ziyade hareket önem taşır. Ancak zaten sorun
da burada düğümleniyor: Özdenören’i ne derecede İslamcı
saymalı? Ya da, son dönemlerde çokca kullanılan bu İslamcı
sıfatı, ne derecede Özdenören’i tanımlamada yerli yerinde bir
sıfat? Ayrıca Özdenören’de bekleyiş onun İslamcılığını sınamak
2
14
ilki, Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır. Ancak özellikle
80’li yılların sonlarıyla birlikte hikayelerinden çok deneme yazılarıyla tanınmaya başlanır. Bu kez, “İslamcı edebiyatçı” kimliğinden ziyade, “İslamcı” kimliğiyle önplana çıkar.
Özellikle Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler ile birlikte, bu kez de dönüşüm ve
yeniden yapılanma içinde bocalayan ve çok çeşitli akımların çok sesliliğinde boğulan
İslamcı kuşağa, denemelerinde, yeni bir yön kazandırma uğraşısı içine girer. Eserleri:
(Hikaye) Hastalar ve Işıklar, Çözülme, Çok Sesli Bir Ölüm, Çapılmışlar, Denize Açılan Kapı,
Kuyu, Hışırtı, Ansızın Yola Çıkmak; (Roman) Gül Yetiştiren Adam; (Deneme) İki Dünya,
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Yaşadığımız Günler, Ruhun Malzemeleri,
Çapraz İlişkiler, Yeniden İnanmak, Kafa Karıştıran Kelimeler, Yumurtayı Hangi Ucundan
Kırmalı, Müslümanca Yaşamak, Red Yazıları, Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, Ben ve
Hayat ve Ölüm, Acemi Yolcu, İpin Ucu, Kent İlişkileri, Yüzler, Köpekçe Düşünceler, Yazı
İmge ve Gerçeklik. Özdenören, halen Yeni Şafak’ta deneme yazmaya devam etmektedir.
Metafizik, aslında problemli bir terim, özellikle bir “din” olarak İslam sözkonusu olunca. Ancak burada “metafizik” ile “din” teriminin münavebeli kullanıldığını; bu anlamıyla
felsefedeki çağrışımlarının ötesinde bir çağrışıma tabi olduğunu hatırlatmak, üzerinde
ayrıca ve uzunca durulması gereken bu konu için, şimdilik yeterli görülmektedir.
için ne kadar uygun bir araç? Neden Özdenören’in İslamcılığı
üzerine bir yazıda, çokca üzerinde durulan demokrasi ya da laiklik bir konudan değil de, bekleyiş’ten yola çıkarak böyle bir
sınamaya girişiyoruz?
Şunun için: Özdenören, eğer İslamcıysa, bu hep bir erteleyiş
şeklinde kendisini tezahür ettiren bir yapıda sunulur. Bekleyiş
Özdenören’de, bu anlamıyla, sadece metafiziksel değildir,
ama aynı zamanda onun düşünsel yönelimine de şekil verir.
Dahası, Özdenören tarzı İslamcılık’ta, bekleyiş’in ve erteleyiş’in
huzuru ile huzursuzluğu arasında salınıp durur; ancak bu salınımda huzursuzluk da ikinci bir erteleyiş’e tabi tutularak, hep
bir öte’ye, zamansız bir şekillenmeye ertelenip durur. Geriye
kalansa yaşadığımız günler’dir. (Özdenören, 1999). Her ne kadar bu günler, eleştiriye tabi tutulsa da.
Bekleyiş ve Erteleyiş
Bekleyiş, her şeyden önce, bir noksanlığı ifade eder. Olmayan
bir şey beklenir; “orada” değildir, “yok”tur ortada, noksandır ve bu noksanlık kendisini hissettirmektedir. Hem de çift
yönlü olarak hissettirmektedir; bir yandan olmamaklığıyla
ve bir yandan da bir tanımlayıcı ve tamamlayıcı unsur olarak
“varlığı”yla. Ancak bu olmamaklığı sağlayan şey de, onun
“varlığı” da, bekleyiş’te ortaya çıkan bir vaaddir aslında. Eğer
ortada bir vaat yoksa, bekleyiş’in noksanlığının bir anlamı kalmaz. Ne de “var” olduğu söylenebilir. İşte tam da bu nokta
Özdenören’in bekleyiş’e verdiği ikili anlamın nirengi noktasıdır: Vadedilen bekleyiş ile hiç bir vaatten nasiplenmemiş, sadece “zamanın aralıkları”nda kendini gösteren ve daha çok da
bir “çaresiz”liğin emaresi olarak görülen bekleyiş.
Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ında vaadedilen, huzurlu bekleyişin sahibi, bir çoklarınca Cumhuriyet’in ilk yıllarında şapka kanunu nedeniyle şapka giymemek için evden dışarı
çıkmadığı rivayet edilen Elmalılı Hamdi Yazır olduğu söylenen “Gül Yetiştiren Adam”dır: “Beklemek.. evet. Bekliyordu.
15
Kim, kendini sonuçsuz bir beklemeye mahkum edebilir ömür
boyu? ... Beklemek tüm anlamın kendisiydi, bekler ve düşünürdü, boşuna olamazdı, boşuna değildi, sebepsiz yere değildi, bekliyordu ve beklediği gelecekti” (Özdenören, 2002a:
13-14).
Açıktır ki bu, hayli metafiziksel bekleyiş’tir; ama, eskatolojik
değildir; çünkü beklenenin gelmesiyle noksanlığa yol açan
vade dolacak, vaadedilen gelecek ve her şey tamama erecektir, ne var ki zamansızlık boyutu içindedir bütün bunlar ve
zamansızlık eskatoloji’yi ortadan kaldırır.
Bu bekleyişin, (teolojik, eskatolojik, metafiziksel ya da apofanik) başka uzantıları bir yana, Özdenören gibi dili kuvvetli
bir öykücü için hayli vaadedici bir yapısı olduğu muhakkak.
Yine, çift anlamıyla bir vaadediciliği. Hem düşüncesini ören
unsurlarına çerçeve kazandıran bir yapı olarak ve hem de
okuyucuya (edebi bir unsur olarak; “yazı”nın içinde, “yazı”yla
birlikte, “yazı” olarak) bu damardan daha fazla, daha çok kapı
açan şeyler “vaadetme” anlamında. Özdenören, bu “vaade”
ne kadar sadık? Bu soru, hem onun yaşadığımız günler’i anlamlandırması hem de kendi dilinin açarlarını-açmazlarını göstermek açısından hayli önemli bir sorudur.
Eğer vaadi bu çifte anlamıyla, bir taraftan bekleyiş’ini ve diğer taraftan da bu bekleyiş’i dile getiren dilin yazıda (öyküde ve
denemede) aldığı biçimi verecek şekildeki çifte anlamıyla ele
alırsak, pek fazla sadık olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, aşağıda göreceğimiz gibi, düşüncesinde görülen erteleyiş’ler, hep bu
vaadin bir yerine getirilememişliğinin ürünü; “yazı”da, öykü
tekniğinde, bu vaadin yerine getirilemeyişi ise, hayli başarılı bir
öykü dili ve öykücülüğü olsa da, belki de döneminin öykücülüğünün ana unsurlarını paylaşma ve ortamın “yazı” diline sadık kalma kaygısı nedeniyle, bir bekleyiş, bir anlamını “yazı”da
bulamamışlık, bu konuda bir noksanlık sergileyiş, bir eksiklik
olarak kendisini gösteriyor. Mesela, Özdenören, Gül Yetiştiren
Adam’ın bekleyiş’inin tadını okuyucuya ulaştıramıyor, onu sadece betimlemekle yetiniyor.
16
Bunun en açık kanıtı, bekleyiş’in yalnızca Gül Yetiştiren
Adam’da bu denli metafiziksel bir yapıda karşımıza çıkmasıdır
ki bu da, bir anlık parlayıp sonra yok olan, başka şeylere dönüşen bir alev gibi yanıp söner. Başka şeylere dönüşmediği,
metafiziksel düzlemde kaldığı durumda ise bekleyiş’in anlamı,
“ölüm”dür: “Ben yaşlandım artık, ölümü bekliyorum, ölüm
nedir biliyor musun? Önünde sonunda çalacağımız tek hakikat kapısı ...” (Özdenören, 2002a: 17). Yine, daha önceki sayfalarda: “Beklenmedik ölümler beklenen ölümler apansız gelenler ağır ağır gelenler ihtar edip gelenler habersizce gelenler.”
(Özdenören, 2002a: 9)
Peki nedir metafiziksel bekleyiş’in dönüştüğü başka şeyler?
Öncelikle Gül Yetiştiren Adam’ın bekleyiş’indeki “ölüm” dışıdaki dönüşümlere bakalım: Gül Yetiştiren Adam, “... bir şey
yapmamanın da bir eylem olduğunu çoktan anlamıştı ve protesto için evden dışarı çıkmıyordu, evden dışarı çıkmasının,
insanlar arasına karışmasının istemediği düzeni ‘meşrulaştıracağı’ inancındaydı” (Özdenören, 2002a: 17). Tuhaftır ki,
bu alıntılarda ifade edilen düşünceler, yukarıda bekleyiş için
alıntıladığımız “Beklemek.. evet. Bekliyordu. Kim, kendini
sonuçsuz bir beklemeye mahkum edebilir ömür boyu? ....”
cümlelerinin de varlık sebebidir aslında. Yani, bekleyiş, “ölüm”
dışında metafiziksel anlamını daha kazanmadan kaybetmiştir.
“Meşrulaştırma” gibi bir duruşun akabinde yer almaklığıyla, zaten “ölüm” dışında sürekli bir erteleyiş’e tabi kılınmıştır.
Ama bu erteleyiş siyasi bir dile de düşmek anlamına gelir mi?
Eğer İslamcılığı bir “siyasi dil”e sahip, “tarihin içine düşmüş
”bir“ strateji” olarak alırsak, elbette Özdenören’de böyle bir
“dil” yoktur.3 Dahası, bekleyiş onda eskatolojik olamayacak ka3
Burada İslamcılık tanımlamasını, “tarihin içine düşmek” ve “siyasal” ve “stratejik” bir
“dil”e sahip olarak tanımlarken, onun genel tanımlanış biçimlerinin dışında pek fazla bir
şey söylemiyoruz. Yine de İslamcılığın bu şekilde tanımlanması, “münferit” yazarlarda
mesela İsmet Özel’de ya da Ali Bulaç’ta İslamcılığın aldığı şekil konusunda yazılanlarda
da pek rastlanmaz. Sanki “zamansız” bir düzlemde mesela “demokrasi” ya da “laiklik”
ya da İslam toplumlarını diğer toplumlardan ayıran farklılıklar üzerinde karar verilebilecekmiş gibi davranılır. Buradaki İslamcılık tanımlanmasında baz alınan doneler için bkz.
Çelik, 2002. Öte yandan, mesela “demokrasi”nin de ulaşılacak bir hedef gösterilmesi,
17
dar zaman-dışıdır. Bu durumda, “meşrulaştırma” meselesini
konumlandırmakta güçlük çekeriz. İstenmeyen durum (mesela şapka giymemek) ne kadar somutsa, bu “meşrulaştırma”
da o kadar soyut kalır. Bir adlandırma olarak var olur, ama
adlandırma’yı neye tahvil edeceğimiz konusunda çok emek
harcamamız gerekecektir.
Özdenören’in diğer öykülerinde (ya da Denize Açılan
Kapı’daki iki kısa oyunda –ki ikincisinin adı “Beklenen”dir),
Gül Yetiştiren Adam kadar metafiziksel bir bekleyişe pek rastlanmaz. Zaten kendisini gösterip yok olup gitmiştir bu bekleyiş,
ta ki düşünsel düzlemde başka bir görünüş altında kendisini
yeniden gösterene kadar. Yukarıda sözü edilen “Beklenen”
oyununda, ayrı ayrı nesillerden üç yaşlı kadın ile yine yaşlı bir
erkeğin “saçma” diyalogları arasında kaybolup gider “beklenen”. Önce 1. yaşlı kadının beklediği, ama ölü olduğu anlaşılan oğlu gibi görünür. Sonra yaşlı adam ile ikinci kadının oğlu
olarak çıkagelen Sadık olduğu zannedilir. Ancak Sadık dışında bütün karakterlerin donduğu son sahnede, “genç kız” olarak çıkagelir ve iki genç, donmuş diğerlerinin arasından kendi
dünyalarına doğru fısıldayarak çıkıp giderler. Sanki asıl beklenen, genç kızdır: yaşlı kadınlar ile erkeğin bulunduğu “basit,
ahşap bir evin odasına” (Özdenören, 1983: 13) daha yeni gelen Sadık, genç kız göründüğünde, “Ah ben de seni bekliyordum. Gelmeyeceksin diye öyle korktum ki” derken genç kız,
“Canım benim. Hiç gelmez olur muyum?” cevabını verir.
Öyleyse, Özdenören’in “yazı”sında, öykülerinde, bekleyiş’e
olduğundan daha fazla bir anlam mı yüklüyoruz? Eğer Gül
Yetiştiren Adam’da, öykünün Gül Yetiştiren Adam’ı anlatan bölümlerine paralel gelişen ikinci damarında bekleyiş’e yukarıda
belirttiğimiz metafiziksel anlamda başka, Gül Yetiştiren Adam’ın
huzurlu bekleyişinden daha farklı metafiziksel bir anlam yüksadece Batı-dışı toplumları için değil, demokratik toplumlar için de “hedef”ler sunar
aslında ve bekleyiş ufkuna sahiptir. Bu konuda bkz. Derrida, 1992, özellikle “Call It A Day
For Democracy” bölümü. Derrida’nın “beklenen demokrasi” konusunda başka eserlerinde de benzeri bir tema işlenir.
18