forum dergisi:1954-1960 - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi
Transcription
forum dergisi:1954-1960 - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI (SİYASET BİLİMİ) FORUM DERGİSİ:1954-1960 Doktora Tezi Diren ÇAKMAK Ankara- 2007 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI (SİYASET BİLİMİ) FORUM DERGİSİ:1954-1960 Doktora Tezi Diren ÇAKMAK Tez Danışmanı Prof. Dr. Türker ALKAN Ankara- 2007 iii İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ GİRİŞ.................................................................................1 I.BÖLÜM FORUM HAKKINDA BİLGİLER 1.Forum’un Kuruluşu, Mali Kaynakları ve Tirajı........39 2.Forum Yazarları ve İşledikleri Konular......................60 3.Forumcuların Forum’u Anlayışları.............................73 II.BÖLÜM FORUM’UN TÜRK SİYASAL YAŞAMINA BAKIŞI 1.Cumhuriyet Öncesi Dönem..........................................87 2.1923-1946 Arası Dönem................................................95 3.Çok Partili Rejim Dönemi...........................................115 4. 27 Mayıs Müdahalesi..................................................135 III. BÖLÜM FORUM:BİREY-TOPLUM 1.Klasik Hak ve Özgürlükler.........................................152 2.Sosyal ve İktisadi Hak ve Özgürlükler......................176 3.Siyasal Hak ve Özgürlükler........................................189 IV.BÖLÜM FORUM:ULUS-TEMSİL 1.Seçimler ve Seçim Sistemleri......................................204 2.Siyasi Partiler...............................................................231 3.İktidar-Muhalefet İlişkileri ........................................261 V.BÖLÜM FORUM:DEVLET-İKTİDAR iv 1.Devletin Nitelikleri 1.1.Milli Devlet..................................................276 1.2.Demokratik Devlet......................................280 1.3.Laik Devlet..................................................283 1.4.Sosyal Devlet................................................295 1.5.Hukuk Devleti..............................................301 2.Egemenliği Kullanma Biçimleri 2.1.Yasama.........................................................309 2.2.Yürütme 2.2.1.Cumhurbaşkanlığı........................328 2.2.2. Bakanlar Kurulu..........................330 2.2.3. Askeri Bürokrasi..........................336 2.2.4. Sivil Bürokrasi 2.2.4.1.Genel Yönetim............342 2.2.4.2.Yerel Yönetim.............349 2.3.Yasama-Yürütme İlişkileri..........................355 VI.BÖLÜM FORUM:İKTİDARIN SINIRLANDIRILMASI/ DENETLENMESİ 1.Yargısal Denetim........................................................369 2.Toplumsal ve Siyasal Denetim 2.1.Muhalefet Partilerinin Faaliyetleri............382 2.2. Bağımsız Güç Odakları 2.2.1.Aydınlar..........................................391 2.2.2.Sendikalar / İşçi Örgütleri............408 2.2.3.Özerk Kuruluşlar 2.2.3.1.Radyo...........................419 2.2.3.2.Üniversiteler................430 VII.BÖLÜM FORUM:EKONOMİ POLİTİKALARINA BAKIŞ 1.Azgelişmişlik ve Kapitalizm ............................................447 2.Devletçilik ve Özel Teşebbüs............................................497 3.Kalkınmada Planlamacılık...............................................519 v VIII.BÖLÜM FORUM:DIŞ POLİTİKAYA BAKIŞ 1.Türkiye-ABD İlişkileri.......................................................541 2.NATO ve Türkiye...............................................................560 3.Türkiye-Avrupa İlişkileri..................................................574 4.Türkiye-Sovyet Rusya İlişkileri........................................584 5.Türkiye ve Ortadoğu..........................................................597 6.Kıbrıs Meselesi....................................................................613 SONUÇ 1.Forum Dergisi ve 1961 Anayasa Sistemi...........................645 2.Türk Siyasal Yaşamında 1961 Anayasa Sisteminin Uygulandığı 1960 lı ve 1970 li Yılların Genel Değerlendirmesi..........................................................681 3.İdeolojisini Değiştiren ve Değiştirmeyen Forumcular.....690 4.Çalışmaya Dair Son Söz......................................................699 ÖZET......................................................................................701 İNGİLİZCE ÖZET................................................................702 EKLER...................................................................................703 KAYNAKÇA..........................................................................722 vi ÖNSÖZ ‘Forum Dergisi’ üzerine bir çalışma yapma fikri, doktora programında ders aşamasında, bir ödev hazırlarken Prof. Dr. Cem Eroğul’un ‘Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi’ kitabından istifade etmem sırasında doğdu. O zamanlar Kültür ve Turizm Bakanlığında çalışıyordum. Cem Eroğul’un kitabını bir ödev için karıştırırken, dipnotların birinde ‘Forum Dergisi’ karşıma çıktı. Forum Dergisi benim tez konum olabilir mi diye düşündüm. Pek çok öğrencinin tez konusu belirlemeden önce yaptığı üzere, ilk işim, YÖK’ten bu konu ile ilgili daha evvel bir çalışma yapılıp yapılmadığına bakmak oldu. Bu alanda üç tane yüksek lisans tezine rastladım. İlki 1990 yılında Boğaziçi Üniversitesinden Binnaz Toprak danışmanlığında Nursel Sağıroğlu’nun; ikincisi 1993 yılında Gazi Üniversitesinden Kadir Cangızbay danışmanlığında İsmet Can’ın; üçüncüsü 1998 yılında İstanbul Üniversitesinden M. Şükrü Hanioğlu’nun danışmanlığında Birol Şal’ın hazırladıkları tezlerdi. Üç tezin ortak paydası Forum Dergisini ‘muhaliflerin dergisi’ olarak tanımlamalarıydı. Tezleri edindim ve okudum. Dergiyi anlamak için Dergi sayılarını karıştırmalıydım. SBF kütüphanesine gittim, Derginin kimi sayılarının eksik olduğunu gördüm. Ancak mevcut sayılar, fikir edinmem için kafiydi: ‘Okuduğum tezlerdeki iddialar haklı değildi.’ Çünkü tezler, açık olarak değilse bile, üstü örtülü bir şekilde Forumcuları ‘aydın despotlar’ olarak tanıtmaktaydı. Forum Dergisini Türk siyasal yaşamında yanlış konumlandırma haksızlığını giderme amacı ile yola koyuldum. Tez danışmanımı belirledim. Tez danışmanım ‘ışıklar içinde yatsın’ Prof. Dr. Yavuz Sabuncu oldu. Sahaftan Dergi sayılarını edindim. Sahaf bana Derginin her bir sayısını 2.500 liraya sattı. O zaman daha YTL’ye geçilmemişti. Sahaftan aldığım Forum Dergisi sayılarının sarı ve tozlu yapraklarını dokunmak hayatta aldığım nadir zevklerden biri oldu. Şubat 2005’ten itibaren Kültür ve Turizm Bakanlığı sayfası kapanmış, Çankaya Üniversitesi dönemi başlamıştı. Çankaya Üniversitesi araştırma görevliliği yazılı sınavından sonra girdiğim sözlü sınavda bana tez konumun neden ‘Forum Dergisi’ olduğu sorulmuştu. Benim cevabım açıktı: ‘Forumcular örnek aldığım aydınlardı’. Üniversiteye geçtikten sonra, tez danışmamı değiştirdim. Tez danışmanımın Prof. Dr. Türker Alkan oldu. Bu tezi yazarken, çok insanlar sevdim, çok insandan da nefret ettim. Sevdiklerim arasında kaybettiklerim oldu. İşte o sevdiklerimden birisi Prof. Dr. Yavuz Sabuncu idi. Farklı düşünceye hoşgörüyü ben Yavuz Hocadan öğrendim. Bu tezi Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya armağan ediyorum. Teze en çok emeği geçen isim hiç kuşkusuz Prof. Türker Alkan’dır. Türker Hocaya benim en sık sorduğum sorulardan bir tanesi, ‘hocam benden siyasetçi olur mu?’dur. vii Onun yanıtı ise hep aynıdır: ‘Olmaz, çünkü dürüstsün.’ Tez süresince Türker Hocayı sadece tezle ilgili bunaltmadığımı da belirtmek isterim. Ona ‘bugün neden Radikal Gazetesindeki köşenizde şunu yazmadınız da bunu yazdınız?’ dediğim çok olmuştur. Türker Hoca, bir gün dayanamadı ve dedi ki ‘Sen yaz, köşemde senin adınla yayınlayayım.’ Ancak bu olmadı. Çünkü Türker Hoca, metni ‘sert’ buldu. ‘Üslubunu yumuşat, yeniden bakalım’ dedi, ama üslubum ikincisinde daha da sertleşmişti. Türker Hoca yakın zamanlarda benden ‘iyi bir ideolog’ olacağını söyledi. Ben de ‘bilim insanı olmaz mı?’ dedim, Türker Hoca, ‘iyi bir ideolog olmak, bilim insanı olmaya engel değildir’ dedi. Prof. Dr. Türker Alkan’a teşekkür ederim. Üniversitelerde bugün ‘asistanlık’ kurumunun işlediğini söylemek çok zor. Ancak bana sorsalar ‘kimin asistanı olmak isterdin?’, vereceğim isim: ‘Prof. Dr. Bilsay Kuruç’ olur. Bilsay Hocayı tanıdıktan sonra ‘iktisat’ öğrendim. Bilsay Hocayı hep doğruyu gösteren bir pusula olarak gördüm. Onun beni ‘mümessil’ olarak çağırmasından, hep çok keyif aldım. Onun derslerini alırken yazdığım iki ödevin de makale olarak basılmasında, Bilsay Hocanın emeği büyüktür. Eğer Bilsay Hoca, ödevleri dikkatle okuyup, düzeltmemiş olsaydı, ben o ödevleri makale haline getiremezdim. Ben ondan ‘makale yazmayı’ da öğrendim. Tez süresince de katkısından istifade etmeyi bir şans bildim. Prof. Dr. Bilsay Kuruç’a teşekkür ederim. Ankara Üniversitesi SBF’de benim ilk tanıdığım hoca ‘Prof. Dr. Ömür Sezgin’di. Ondan kimi zaman korktum, kimi zaman çekindim, ama hep onu sevdim. Ben hayatımın hiç bir döneminde ‘ne kısa konuşabildim, ne de kısa yazabildim’. Ömür Hoca ise aksine, her zaman, en karışık ve teferruatlı konuyu en kısa, öz ve anlaşılır şekilde anlatmayı ve yazmayı becermiştir. Bu sebeple onu hep kıskandım. Daha ötesi, onunla her konuşmaya gittiğimde, onu hep sıktığımı düşündüm. Bir gün bana, ‘sana kimin zeki demesi seni mutlu eder?’ diye sorsalar, cevabım: ‘Prof. Dr. Ömür Sezgin’ olur. Ben hayatımın sonuna kadar Ömür Hocaya karşı bir ‘onaylanma kompleksi’ duyacağımı düşünüyorum. Tez yazım sürecinde katkı sağlamasının yanı sıra bu kompleksimle başa çıkmamda da bana yardımcı oldu. Prof. Dr. Ömür Sezgin’e teşekkür ederim. 1957 genel seçimlerinde CHP Adana milletvekili ve 1961 Anayasası Kurucu Meclis üyesi olan Prof. Dr. Hamza Eroğlu’nun anılarından tezde çok fazla istifade ettim. Hamza Hocama, ilerlemiş yaşına rağmen bana vakit ayırdığı için teşekkür ederim. Ayrıca, beni, İngiltere’deki üç askeri darbe girişiminden haberdar eden ve bu konuda bana kaynak gösteren Prof. Dr. Ahmet Yalnız hocama teşekkür ederim. Sabahlara kadar memleket meseleleri konuştuğumuz, benim Türkiye’nin Türkiye’den idare edileceği hayalimi gerçekleştirme isteğime sürekli kan veren dostlarım Ezgi Ören, Ahmet Cenk Demirel ve Deniz Toprak’a teşekkür ederim. Birbirimizden çok farklı düşünmemize rağmen bir arada olabilmemizden gurur viii duyuyorum. Üstelik, benim, düşüncelerimi onlara empoze etmeye çalışmama rağmen onların bana sabır göstermelerinin ise değerinin farkındayım. Annem Ganime Tunçay ve kız kardeşim Mihriban Akkan’a, tez yazım sürecindeki huysuzluklarıma tahammül edebildikleri ve beni pek çok kez pek çok konuda hoş gördükleri için teşekkür ederim. Tez, uzun oldu. Tezin uzun olmasının en temel sebebi Dergiyi, Türk siyasal yaşamında konumlandırmaya çalışırken, hiçbir ayrıntıyı atlamamak kaygısıydı. Nitekim tezde sekiz bölüm açılmasının sebebi buydu. Tez uzun olmakla birlikte, ‘çok şey yazıp hiç bir şey söylememe’ tehlikesine düşülmediği düşünülmektedir. Forum Dergisi üzerine bir çalışma yapmak çok keyifli ve öğretici bir süreçti. Böyle bir süreci yaşayabilmemi sağlayan kuşkusuz en önemli isim Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bir Türk kadını olarak bu satırları yazabilmemi sağlayan Kurucuya minnetimi O’nun izinden giderek ödeyebileceğimi düşünüyorum. Üstelik tez savunma sınavının 5 Aralık’ta, Türk kadınının seçilme hakkını kazanmasının yıldönümünde gerçekleştirilmiş olması ise benim için özel bir önem taşımaktadır. Bu hoş tesadüfü hep keyifle hatırlayacağım. ix GİRİŞ Forum Dergisi 1 Nisan 1954 tarihinde yayın hayatına giren, ayda iki kez çıkan, Batı-Doğu kutuplaşmasında Türkiye’nin yerinin Batı bloğu içinde olduğunu savunan, akademisyen dergiciliğinin istisnai bir örneğidir. Derginin istisnai olarak nitelendirilmesindeki sebep, savunduğu görüşler ile sunduğu önerilerin hayata geçmiş olmasındandır. Derginin, 1954-1960 yılları sayılarındaki yazılarda yer alan ülkenin siyasi, iktisadi ve toplumsal sorunlarına dair getirilmiş olan çözüm önerileri 1961 Anayasasının öngördüğü Türkiye tasarımına kaynaklık etmiştir. Dolayısıyla Derginin, 1961 Anayasa sisteminin hakim olduğu 1960 lı ve 1970 li yıllarda, Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve toplumsal sisteminin işleyişine etkide bulunduğu düşünülmektedir. Dergi yazarları arasında, incelenen dönem için, kuvvetli bir bağın olduğunu belirtmek gerekir. Bu sebeple Dergi yazarlarını ‘Forumcu’ olarak nitelendirmenin isabetli olacağı düşünülmektedir. Burada ‘kuvvetli bağın’ ne olduğu sorusu akla gelebilir. Bu bağın adı ‘Atatürkçülük/Kemalizm’dir. Forumcular, Atatürkçülük ve Kemalizmi eşanlamı olarak kullanmışlardır. Onlar, Atatürkçülüğün bir ideoloji olmadığını düşünmüşlerdir. İdeolojiyi ifade eden kelime yapısı olarak ‘izm’den hareketle, ‘Kemalizm’in ideoloji sanılmaması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Forumcuların kimileri liberal demokrat ve kimileri cumhuriyetçi demokrattır, ancak hepsi Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşabilmesi için zeminin Türk Devrim ilkelerine bağlılık olduğunu düşünmüştür. Onlar, Türk Devrim ilkelerinin silinmesi durumunda demokratik rejimin de beraberinde tasfiye olacağını savunmuşlardır. Onların bu yaklaşımının Atatürk’ün düşünceleri ile paralellik arz ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim Atatürk, Türk ulusu için en uygun siyasi rejimin demokrasi olduğunu düşünmüştür. Ancak Kurucu, demokrasinin herhangi bir renginden yana tarafgir durmamıştır. Buna delil olarak, onun, liberal demokrat Celal Bayar ile cumhuriyetçi demokrat İsmet İnönü arasında hep dengeyi gözetmiş olması gösterilebilir. Bununla beraber, onun ölümünden sonra, cumhuriyetçi demokratlar Atatürk’ün cumhuriyetçi demokrat, liberal demokratlar onun liberal demokrat, sosyal demokratlar da onun sosyal demokrat olduğunu iddia edeceklerdir. Onun milli sosyalist olduğunu söyleyenler dahi çıkacaktır. Kuşkusuz bunlar iddia olarak kalmaya devam edecektir, çünkü Atatürk’ün demokrat olduğuna dair kuşku olmamakla beraber, ‘cumhuriyetçi/liberal/sosyal’ demokrasiden hangisinden yana olduğu ispatlanamayacaktır. Ancak görüşleri ve eylemleri bir arada incelendiğinde, onun cumhuriyetçi demokrasiye daha yakın durduğu varsayımını güçlendirmektedir. Öte yandan, O, düşüncelerinin kalıplaştırılmasından imtina ettiği için bu yönde kesin bir tespit yapmanın yanlış olacağının da altını çizmek gerekir. Nitekim onun asıl kaygısı, öncelikli olarak her türlü fikrin yaşayabileceği bir zemin kurmaktır. Dolayısıyla ulus-devletin kuruluşu gerçekleştikten ve devletin gelişme çizgisi Batı Avrupa devletleri ile aynı ölçüyü tutturduktan sonrası için, onun hangi demokrasiden 1 yana tavır koyacağını kestirmek spekülasyon olacaktır. Ancak kuruluş aşaması için bir yandan liberal demokratik eğilimin gelişmesi için çaba gösterirken, diğer yandan da bu kuruluş sürecinin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmiş olduğunun altını çizmek gerekir. Bu bağlamda önce liberal demokrasi ve cumhuriyetçi demokrasi ideolojilerinin esaslarını özetlemek, daha sonra da Atatürk’ün aktant olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmiş olduğu varsayımı ile neyin kastedildiğini açıklamak uygun olacaktır. Liberal demokrasi negatif özgürlüğü, cumhuriyetçi demokrasi pozitif özgürlüğü esas almaktadır. Şöyle ki, liberal demokrasi hak ve özgürlüklerin kullanımında bireyin hiçbir gerekçeyle karışma, engelleme ve zorlama ile karşılaşmadığı oranda; cumhuriyetçi demokrasi ise bireyin kendi içinde bölünmüşlüklerinin olduğu varsayımıyla, hak ve özgürlüklerin kullanımında bireyin bu bölünmüşlükler üzerinde kurduğu hakimiyet oranında bireyi özgür kabul eder. Şunun altını çizmek gerekir ki her iki demokrasi ideolojisi de hak ve özgürlüklerin neler olduğu bakımından farklılaşmaz, farklılaşma kendini bu hak ve özgürlüklerin kullanımında gösterir. Burada farklılaşmanın kullanımdan kaynaklandığını söylerken, bir indirgemeciliğe de düşmemek gerekir. Şöyle ki, liberal demokrasi, klasik hak ve özgürlüklerden kimi hakların, örneğin mülkiyet hakkı gibi, devlet düzenine geçildikten sonra da devlet gücünün üzerinde yer aldığını, bir başka deyişle kimi hakların devletin yasasından daha üst bir yasadan kaynaklandığını, dolayısıyla, bu hakların devlet gücü ile sınırlandırılamayacağını iddia eder. Öte yandan cumhuriyetçi demokrasi, klasik hak ve özgürlüklerin ve diğer tüm hak ve özgürlükler kategorilerinin siyasi iradenin belirlediği hak ve özgürlükler olarak görülür. Cumhuriyetçi demokrasi, hukuku, siyasi iradenin bir ifadesi olarak kabul eder. Bunu bir hakkın anayasada düzenlenmesi bağlamındaki bir örnek üzerinden açıklamak gerekirse, liberal demokrat bir anayasa ‘mülkiyet hakkını’ klasik hak ve özgürlükler başlığı altında düzenler. Ancak cumhuriyetçi demokrat bir anayasa, bu hakkı, ülkenin koşullarına göre, gerektiğinde sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler başlığı altında düzenleyebilir. Çünkü liberal demokrasi tabii hukuk okuluna, cumhuriyetçi demokrasi de pozitivist hukuk okuluna bağlıdır. Hemen belirtmek gerekir ki tabii hukuk anlayışı ile pozitivist hukuk anlayışının birbirini tamamladığı varsayımı liberal demokrasinin savunusudur. Her iki ekolün birbirini tamamladığı durumlar inkar edilecek değildir. Ancak bu iki ekol esasen birbirini tamamlamaz, birbiri ile çatışır. Bu çatışmayı göstermek açısından anayasada temel hak ve özgürlüklerin tanziminin dışında bir örnek vermek daha açıklayıcı olacaktır. Örneğin uluslararası ceza hukukunun konusu olan ‘soykırım suçu’ ele alınsın. Tabii hukuk okuluna bağlı hukukçu da pozitivist hukuk okuluna bağlı hukukçu da soykırım eylemini olumlamayacaktır. Fakat ikisi arasındaki fark şuradan doğacaktır: Tabii hukuk okuluna bağlı hukukçu, yasalarla düzenlenmiş olmasa da bu eylemin cezalandırılacağını, bir diğer deyişle suç sayılacağını; 2 pozitivist hukuk okuluna bağlı bir hukukçu ise normlaştırılmamış olması durumunda bu eylemden dolayı kimsenin cezalandırılamayacağını savunacaktır. Soykırım suçu 1948 yılında imzalanan ve 1951 yılında yürürlüğe giren Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile tanımlandığından, pozitivist hukuk anlayışı, bu tarihten önceki eylemlerin cezalandırılamayacağını öngörecektir. Öte yandan tabii hukuk anlayışı, hangi yılda bulunulursa bulunsun, geriye dönük yargılama yapılabileceğini savunacaktır. Çünkü tabii hukuk anlayışı, bazı hakların doğal bir yasadan geldiğini kabul etmektedir.Teorideki bu varsayım çok cazip gözükmektedir, fakat uygulamada bu varsayımın işlemediği tecrübelerle sabittir. Liberal demokrasinin dayandığı tabii hukuk anlayışının teori ve pratiği arasındaki farklılaşmayı en bariz olarak ‘vatansızlık’ halinde görmek mümkündür. Eğer haklar doğal bir yasadan yani yasa üstü bir yasadan kaynaklanıyor ise, bu durumda, vatansızların vatansızlık statüsünde iken mülteci olarak başvurdukları ülkelerde klasik hak ve özgürlüklerini kullanabilmeleri beklenir. Oysaki fiilen bu böyle olmamaktadır. Vatansızlar, mülteci statüsü kazanıncaya kadar klasik hak ve özgürlüklerinden mahrum olmaktadırlar. Bu noktada İran İslam Devrimi karşıtlarının, tabii hukuk okuluna bağlı hazırlanmış anayasalara sahip Batı Avrupa devletlerinden sığınma hakkı istediklerinde, sığınma statüsü verilinceye kadar, bu kişilerin klasik hak ve özgürlüklerini kullanamamış oldukları gerçeği hatırlanmalıdır. Vatansız Filistinliler sorununu da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Vatansız Filistinlilerin, sığınma talep ettikleri ülkeler tarafından, onlara mülteci statüsü verilinceye kadar, klasik hak ve özgürlüklerini kullanamadıkları bilinmektedir. Şu halde tabii hukuk okulunun yasaların üzerinde var olduğunu saydığı hak ve özgürlüklerin, normlaştırılmadığı müddetçe kullanılamadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu bağlamda, tabii hukuk anlayışında teoride bir takım hakların doğal bir yasadan kaynaklandığı varsayılsa dahi, bu varsayımın pratikte uygulanamadığı göz önünde bulundurulduğunda, normlaştırmada doğal yasa kabulünün muhafaza edilmesine atfedilen kutsallık da mesnetsiz kalmaktadır. Dolayısıyla bir anayasa koyucu hak ve özgürlükleri, herhangi bir hak ve özgürlük kategorisi altında düzenleyebilir. Buradan tekrar mülkiyet hakkının anayasada klasik hak ve özgürlükler başlığı altında mı yoksa sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler başlığı altında mı düzenleneceği bahsine dönülürse, liberal demokrasi ideolojisinin mülkiyet hakkının klasik hak ve özgürlükler arasında sayılmamasının hakkın özüne aykırı olduğu varsayımı boşa çıkmaktadır. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin de bu hakkı anayasada sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler başlığı altında düzenlemesi anlaşılır hale gelmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, aynı hakkın, her iki siyasi ideoloji tarafından kabul edilmesinde bir farklılık olmamakla beraber, aynı hakkın klasik hak mı sosyal ve iktisadi hak mı olarak kullanılacağının anayasa ile belirlenmesi, iki farklı toplum yapısını doğurur. Bu iki toplum yapısını, Türk anayasa hukuku tarihinden, 1961 Anayasa sistemi ve 1981 Anayasa sisteminin uygulandığı dönemlere bakarak görmek mümkündür. Türk anayasa tarihinde pozitivist okula bağlı anayasacılar tarafından hazırlanmış 3 olan 1961 Anayasa sistemi ile mülkiyet hakkı sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler kategorisinde düzenlenmiş, bu ise devletin sosyal olması sonucunu doğurmuştur. Öte yandan tabii hukuk okuluna bağlı anayasacılar tarafından hazırlanmış olan 1982 anayasa sistemi ile mülkiyet hakkı klasik hak ve özgürlükler kategorisinde düzenlenmiş, bu ise devletin sosyal değil liberal olması sonucunu doğurmuştur. Aslında 1982 Anayasasında ‘sosyal devlet ilkesi’ düzenlenmiştir fakat bu ilkenin düzenlenmiş olması devletin sosyal devlet olduğuna delil teşkil etmemektedir. Çünkü bu ilkenin toplum hayatında var kılınması için gerekli araçlar anayasada mevcut değildir. Tabii hukuk okulu ile pozitivist hukuk okulunun birbirini tamamlamaması, aksine birbiri ile çatışması üzerinden de liberal demokrasi ve cumhuriyetçi demokrasi ayrışmasının tespit edilebileceği ortaya konulduktan sonra, her iki demokrasi ideolojisinin farklarını sıralamaya devam etmek uygun olacaktır. Liberal demokrasi, sınıfların oluştuğu, her sınıfın kendi sınıfının çıkarlarını takip ettiği bir düzende yaşayabilir, nitekim bu düzende bireysel çıkarlar sınıf çıkarında toplanır ve bu çıkarların devlet mekanizması tarafından gerçekleştirilmesi beklenir. Ancak şu bir gerçektir ki sınıfların birbirleriyle çatışan çıkarları olabilir. Devlet, hangi sınıfın çıkarına politikalar izlerse o sınıfı temsil etmiş olur. Kuramda, siyasi irade oluşumunun temelini, üretken vatandaşların kişisel mutluluklarının doyurulması teşkil eder, üretkenlik ise üst sınıfa atfedilen bir özellik olarak kabul edilir. Daha açık bir dille liberal demokraside avantajlı sınıfın üst sınıf olması beklenir. Ancak ve ancak, üst sınıfın çıkarları, orta ve alt sınıfın çıkarı ile çatışmadığı müddetçe, orta ve alt sınıfın çıkarları gerçekleştirilebilecektir. Çatışmanın olmayacağı bir durum ise teoride mümkünse de pratikte zordur, şu halde siyasi irade temsil ettiği üst sınıf aleyhine, alt ve orta sınıf lehine bir tasarrufta bulunduğunda, pratikte mümkün olmaz da olduğu varsayılsa, üst sınıf, devletin de üzerinde olan ve siyasi iradenin de üzerinde olan bir takım doğal hakları olduğunu iddia edecek ve siyasi iradenin alt ve orta sınıf çıkarına olan tasarrufunun hukuka aykırı olduğunu iddia edebilecektir. Dolayısıyla, liberal demokrasinin farklı ve çatışan çıkarların, çoğulcu bir bakış açısıyla mümkün olduğunca tatmin edilmesini, kuramda, toplumun hedefi olarak kabul ettiği, ancak pratikte, sadece üst sınıfın çıkarlarının gerçekleştirilebildiği görülür. Bu bağlamda liberal demokrasinin kuramı ile pratiği arasında açık çelişki belirdiğinin altını çizmek gerekir. Bununla beraber cumhuriyetçi demokrasi, hukukun yani haklar sisteminin siyasi irade tarafından belirlendiği kabulüne dayandığı ve ayrıca toplumun hedefini, tüm toplumun koşullarına ve yapısına en uygun yasaları yapma ve bütünün devamlılığını sağlama olarak belirlediği için; tüm yurttaşların, sınıflaşmış toplumlardaki ifadesiyle; alt, orta ve üst tüm sınıfların avantajına bir düzen öngörmektedir. Devletin veya toplumun üzerinde bir hak veya haklar yoktur, tüm haklar dizisini siyasi irade belirler. Şu halde mülkiyet hakkı veya bir başka hakkın istisnai durumu söz konusu değildir, bütünün çıkarı için bir hak veya haklar üzerinde gerektiğinde kısıtlamaya gidilebilir. Fakat şunun kuvvetle altını çizmek gerekir ki bu kısıtlama ancak ve ancak toplumun bütün çıkarı için yapılabilir. Bütünü oluşturan alt, orta ve üst tüm sınıflardır yani toplumdur yani ulustur, yani devletin ta kendisidir. 4 İşte bu birbirine eşitleme varsayımı nedeniyledir ki cumhuriyetçi demokrasi kimilerince ‘totaliter’ bir rejim olarak sunulmaya çalışılmıştır ve çalışılmaktadır. Kuşkusuz bu nitelendirme mesnetsizdir. Çünkü her bir yurttaşın bir diğerinin hak elde etmesinde çıkarının olması düzeni, daha ötesi her yurttaşın bir diğerinin hakkına sahip çıkmasını tesis etmek isteyen bir rejime dair böyle bir nitelendirmede bulunmak bilimsel bir yargı olmaktan öte bir anlam taşır. Cumhuriyetçi demokrasiye yöneltilebilecek bir eleştiri varsa, o da, orta sınıf açısından avantajlı bir rejim öngörmesidir. Kuramda her ne kadar bütünlük, toplum demek olsa da, sınıflaşmış bir toplumda da bütünlük alt, orta ve üst tüm sınıflar olarak tanımlanmış olsa da, pratikte, cumhuriyetçi demokratik bir rejimde, avantajlı sınıf orta sınıf olacaktır. Çünkü kuramda da, orta sınıfın en kalabalık sınıf olması üzerinden demokrasinin iyi işleyeceği varsayılır. Dolayısıyla, avantajlar hiyerarşisinde, orta sınıfı, alt sınıf ve sonra üst sınıf takip edecektir. Böyle bir genel çerçeve çizdikten sonra, her iki demokrasi ideolojisinin birbirinden farkının ortaya konulması için, temel hak ve özgürlüklerin kullanımında bu iki demokratik rejimin nasıl bir tutum içinde olacağını örnekler üzerinden açıklamak uygun olacaktır. Bu bağlamda, klasik hak ve özgürlükler kategorisinden din ve vicdan özgürlüğü, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler kategorisinden grev hakkı, siyasal hak ve özgürlükler kategorisinden de seçilme hakkı ele alınıp, bu hakların kullanımına dair örnek olay verilmesinin, iki demokrasi ideolojisinin farkının gösterilmesi bakımından işlevsel olacağı düşünülmektedir. Klasik hak ve özgürlükler kategorisinden din ve vicdan özgürlüğü ele alındığında, liberal demokrasi ideolojisine göre; Müslüman bir adam takke takmak istiyorsa, takabilir, hiç kimse hiçbir alanda bu kişi takkeyi takmamaya zorlayamaz. Bu kişi istediği her yerde takkesini takamıyorsa, bu kişi özgür kabul edilmez. Burada bireyin çıkarı korunmalıdır ve bireyin çıkarı bu takkenin takılması olduğuna göre, bu kişi takkesini dilediği yerde, özel veya kamusal alanda taktığı sürece özgürdür. Ortak iyiliğin söz konusu hareketin icrası ile zarar görüp görmeyeceği önemli değildir, önemli olan bireysel iyiliğin savunulmasıdır. Eğer bu kişinin herhangi bir yerde takke takması yasaklanır ise, kişi bunu kendine karşı baskı olarak tanımlar, çünkü yasağı koyan irade kendisi değildir. Egemenliğin oluşturulması sürecine oy vermek suretiyle kendisi de katılmışsa da, egemenlik halkın oylarıyla iş başına gelen iradenin devlet gücünü yasama, yürütme ve yargı organları aracılığıyla uygulaması olarak tanımlandığından, kişi, egemeni kendi dışında ve çıkarının gerçekleşmemesi durumunda da kendine karşı olarak tanımlar. Hatırlatmak gerekir ki, liberal demokrasi ideolojisinde kamusal alan ile özel alan arasındaki ayrım birey üzerinden yapılır. Bireyin girdiği her alan özel alandır, yani burada kamusal alanın sınırını özel alan tayin eder. Bu ise kuramda ideal gözükse de yaşam pratiğinde pek öyle olmamaktadır. Çünkü birey her alandadır ve dolayısıyla aslında iki alan arasında bir ayrımdan söz etmek pratikte olanaksızlaşmaktadır. Tekrar örneğe dönülürse, liberal demokratik bir düzende, takkesini her alanda takabilen bu kişi, siyasi haklardan olan seçilme hakkını da kullanarak başbakan olabilir veya cumhurbaşkanı olabilir. Onun takkesi ile başbakan veya cumhurbaşkanı 5 olamayacağını iddia etmek, liberal demokrasi kuramında ‘antidemokratik’ bir hareket olarak sayılır. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde ise farklılığa vurgu, özgür ve eşit hak sahipleri ortaklığının sunduğu güvenceye zarar verebileceğinden takke takmaya kamusal alanda kısıt getirilebilir. Şu halde, takke takmak isteyen ancak takkenin kamusal alanda takılmasına dair yasak dolayısıyla takkesini takmaktan vazgeçen bu kişi seçilme hakkını da kullanarak başbakan veya cumhurbaşkanı olmak isterse, bu kişinin seçilme hakkını kullanması üzerinde kısıtlama yapılabilir. Çünkü bu kişi toplumun ortak iyiliğine zarar vereceğini bildiği bir davranışı gerçekleştirmek istemiş, böylece toplumda onun ortak iyiliği savunmada istekli olmadığına dair şüphe uyanmıştır. Dolayısıyla toplumun huzuru için bu kişinin seçilmemesi yönünde sınırlamalar yapmak mümkündür. Elbette belirtmekte yarar var ki cumhuriyetçi demokratik bir düzende, demokrasiye bağlı hiçbir yurttaş zaten toplum çıkarına olmayan bir talepte bulunmaz. Çünkü cumhuriyetçi demokrat rejimde yurttaşların erdemli oldukları varsayılır, bu erdem ise yurttaşın büyük aktör ile yani bütün ile kendisini özdeş görmesini sağlar. Kaldı ki, egemenlik birleşmiş yurttaşların iradesi olduğundan yani egemenlik ulusta somutlaştığından, yurttaş yasağı kendisine karşı olarak görmez, yasağı koyanın bizzat kendisi olduğunu düşünür. Bununla beraber özel alanda kişinin takke takmasına kimse karışamaz. Şunu hemen söylemek gerekir ki cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde özel alanın sınırını çizen ortak uygulamaya katılımdır, bunun bir sonucu olarak da kamusal alanın dışında kalan her yer özel alandır. Bir diğer ifadeyle özel alanın sınırını bir bütün olarak toplumun çıkarı çizer. Burada öncelikle korunması gereken toplumun çıkarı olduğundan, eğer toplumun çıkarı ile bireyin çıkarı çatışıyorsa, ki ancak yurttaşlaştırılamamış kişilerle ilgili olarak bu sorun doğabilir, toplum çıkarı lehinde uygulama yapılır. Burada yurttaşlaştırılamamış kişi ile kastedilen, bütünün çıkarının korunması bilincinde olmayan kişi olarak varsayılmaktadır. Cumhuriyetçi demokratik rejimde, yurttaştan, bütünün çıkarının fazlalaştırılması ile kendi çıkarının da doğal olarak fazlalaşacağını düşünmesi beklenir. Sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler kategorisinden grev hakkı ele alındığında, liberal demokrasi ideolojisine göre bu hak her koşulda kullanılabilir ve hakkın kullanımına hiçbir suretle kısıt getirilemez. Ancak cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde, örneğin savaş koşullarında, grev hakkının askıya alınması mümkündür. Öte yandan cumhuriyetçi demokrasi ideolojisini benimsemiş olan yurttaşların yaşadığı bir toplumda zaten hiç kimse olağanüstü koşullarda bütünün çıkarının yani ulusun çıkarının önüne bireysel çıkarını koymaz. Liberal demokrasi ideolojisinde ise her durum ve koşulda esas olan bireyin çıkarıdır. Çünkü liberal demokrasi bireyci, cumhuriyetçi demokrasi ise toplumcudur. Dolayısıyla bütünün iyiliği için herhangi bir hakkın kullanımına sınırlandırma getirme, cumhuriyetçi demokrata göre antidemokratik değildir, çünkü demokratik süreç yurttaşların 6 erdemlerine bağlıdır. Nitekim antidemokratik olan, bireyin çıkarının toplumun çıkarının önüne konulmasıdır. Oysaki liberal demokrata göre, böyle bir sınırlandırma, antidemokratiktir, çünkü demokratik süreç yurttaşların özel çıkarlarına bağlıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, her ideoloji kendi varsayımlarının doğru olduğunu savunur ve buna insanları inandırmaya çalışır. Şu halde, her iki demokrasi ideolojisinin de, kendi dışındakileri antidemokratik olmakla yargılaması beklenir bir durumdur. Nitekim hiçbir ideoloji hakimiyet alanında ortak istemez. Ancak demokrasi ideolojilerinin diğerlerinden farkı, totaliter ideolojilerin, kendi varlığını tehdit etmemesi koşuluyla yaşamasına izin vermesidir. Öte yandan totaliter ideolojiler, kendi dışındaki görüşler için böyle hoşgörülü değildir. Altını çizmek gerekir ki, demokratik ideolojilerin de hoşgörüsünün bir sınırı vardır. Nitekim liberal demokrasi içinden ‘mücadeleci’ veya ‘korumacı’ veya ‘militan’ demokrasinin, ki sıfatlandırma yine ideolojik görüşe göre değişecektir, doğmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Siyasal hak ve özgürlükler kategorisinden seçilme hakkı ele alındığında, liberal demokrasi ideolojisine göre her yurttaş asgari şartları taşımak suretiyle milletvekili de olabilir, cumhurbaşkanı da, kimse bunu engelleyemez, dolayısıyla bir engelleme halinde kişi özgür kabul edilmez. Fakat cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde, asgari şartları taşımak, seçilme hakkını kullanmak için yeterli değildir. Örneğin kişinin cumhurbaşkanı olabilmesi için erdemli olduğuna dair en ufak bir şüphenin olmaması gerekir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür; liberal demokrasi de cumhuriyetçi demokrasi de yurttaşın siyasete katılımını destekler. Buraya kadar ikisi arasında bir fark mevcut değildir. İkisi arasındaki fark, katılımın istenme gerekçesinden doğmaktadır. Liberal demokrasi ideolojisine göre katılım kendiliğinden iyi değildir, katılım, bireyin çıkarlarının gözetilmesine hizmet etmesi bağlamında iyidir. Oysaki cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine göre katılım kendiliğinden iyidir, çünkü katılım toplumun bir bütün olarak korunmasına hizmet eder. Bir diğer deyişle liberal demokraside bireyin çıkarı ulusun çıkarının önünde; cumhuriyetçi demokraside ise ulusun çıkarı bireyin çıkarının önündedir. Haklar ve özgürlüklerin kullanımındaki bu farklılık devletin varlık sebebini tanımlamadan ve hukuk düzeninin yapılandığı hak kategorisinden kaynaklanır. Şöyle ki, liberal demokrasi ideolojisinde devletin varlığı, özel çıkarların korunması ve gerçekleştirilmesine; cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde ise devletin varlığı, toplumun ortak çıkarının güvence altına alınmasına dayandırılmaktadır. Yani bir cumhuriyetçi demokrattan kendi çıkarının takipçisi olmaktan daha fazlası beklenir: ‘Ulusun çıkarının korunması.’ Nitekim liberal demokratların cumhuriyetçi demokratları eleştirdikleri nokta burasıdır, ulusun çıkarının korunmasının öncelikli olması durumunda, yurttaşın devlet aygıtı altında ezileceğini iddia ederler. Oysaki bir cumhuriyetçi demokrata göre, ulusun ta kendisi devlet aygıtında somutlaşır, yurttaş ulusla vardır, yurttaş ve devlet arasında karşıtlık yoktur, dolayısıyla ezilme de gerçekleşemez. Yani yurttaş devleti kendi dışında görmez, devletle vardır ve devlet olmadığında bilir ki kendisi de olmayacaktır. Bu varsayım, vatansızların hak 7 ve özgürlükleri kullanım kısıtlığında açık anlamını tam olarak bulur. Hiçbir devletin yurttaşı olmayan bu kişiler, vatansızlık müddetince, değil sosyal, iktisadi ve siyasal hakları kullanmak, klasik hak ve özgürlüklerden dahi mahrum kalırlar. Hukuk düzeninin yapılanması bahsine gelince, liberal demokrasi ideolojisinde, hukuk düzenini öznel haklar yapılandırır. Öznel haklar bireysel olaylarda, hangi bireylerin hangi haklara sahip olacağını belirlemeye izin verir. Ancak cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde, öncelik veya üstünlük nesnel haklarda olmak üzere, hukuk düzenini hem nesnel haklar hem de öznel haklar yapılandırır. Nesnel haklar, eşitlikçi, karşılıklı saygıya, birbirini gözetme ve korumaya dayanan toplum yaşamının dokunulmazlığını, bu yaşamın devamı için toplum çıkarına tedbirler almayı sağlayan haklardır. Yani liberal demokraside, tek tek kişilerin dokunulmazlıkları teminat altına alınırken, cumhuriyetçi demokraside hem kişilerin tek tek dokunulmazlığı hem de aynı zamanda toplumun dokunulmazlığı teminat altına alınır. Cumhuriyetçi demokratik rejimde, yurttaşlar nesnel hakları öznel hakların karşısına koymazlar, aksine nesnel hakların mevcudiyeti öznel hakların garantisidir. Hukuk düzenini yapılandıran, birinde sadece öznel haklar, diğerinde hem nesnel hem de öznel haklar olunca, demokratik sürecin işlevi de iki anlayışta birbirinden farklılaşmaktadır. Nitekim liberal demokrat ideolojide, demokratik sürecin işlevi, devleti özel çıkarlar doğrultusunda programlamaktır. Daha açık bir ifadeyle, demokratik sürecin işlevi, özel çıkarların birleşik hedefler haline dönüştürülerek devlet mekanizmasına kabul ettirilmesidir. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde demokratik sürecin işlevi topyekun toplumsallaştırmadır. Bir diğer deyişle, demokratik sürecin işlevi, tüm yurttaşların birbirlerine bağlılıklarını devamlı kılmak, aralarında var olan birbirini kabullenme ilişkilerini bilinçli ve iradeli bir şekilde geliştirmektir. Dolayısıyla liberal demokrasi çıkar odaklı bir demokrasi ideolojisine, cumhuriyetçi demokrasi de değer odaklı bir demokrasi ideolojisine sahip, denilebilir. Bu bağlamda, demokratik rejimin yeni benimsendiği ve hatta zayıf olduğu süreçte, demokratik rejimin kurumsallaşması açısından cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin, liberal demokrasi ideolojisine göre daha işlevsel olduğunu belirtmek gerekir. Bir kez demokratik rejim kurumsallaştıktan sonra, liberal veya diğer demokrasi ideolojilerinin iktidara gelmesi, rejim için tehlike arz etmeyecektir. Fakat zayıf bir demokratik rejimde cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi dışındaki demokrasi ideolojilerinin iktidara gelmesi, rejimde sorunların doğmasına neden olacaktır. Her iki demokrasi ideolojisinin esaslarını bu şekilde özetlendikten sonra, Atatürk’ün ulus-devletin kuruluş sürecinin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmiş olması varsayımı ile neyin kastedildiğini açıklamak uygun olur. Ancak bu açıklamayı yapabilmek için öncelikle Atatürkçülüğün/Kemalizmin ideoloji-bilim ilişkisi bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir. 8 Bilim de ideoloji dünyayı anlamlandırmayı amaçlar. Ancak bilim, açık uçlu ve devrime uğratılabilir bir yapı; ideoloji ise kapalı, döngüsel ve kendi kendini onaylayıcı bir yapı arz eder. Şu halde bilim düşünce formu ya da bilinç biçimine, ideoloji ise değerler kümesine karşılık gelir. Bilim; olgusal, rasyonel, objektif, eleştirici ve genelleyicidir. İdeoloji ise tarihsel, irrasyonel, sübjektif, dogmatik ve seçicidir. Böyle bir tasnif ‘bilimsel gerçek’ veya ‘ideolojik dogmatizm’ ifadelerini de anlamsız kılmaktadır. Çünkü gerçek zaten bilimseldir, dogmatik olan da ideolojiktir. Fakat bu ideolojilerin olmaması gerekliliği gibi bir yargıya vardırılmamalıdır. Bilakis ideolojiler gereklidir. Kaldı ki insanın çevresinde olup bitenleri anlamlandırmaktan uzak kalması beklenemez. İnsan çevresinde olup bitenleri anlamlandırmaya devam ettiği müddetçe de ideolojiler var olmaya devam edecektir. Burada, ideolojilerin bilimsel düşünce için tehlike oluşturup oluşturmadığı sorusu akla gelebilir. Aydınlanmış bir akıl için ideoloji tehlike oluşturmaz. Aksine, ideoloji, aklın aydınlatıcı ışığına katkı sağlar. Bununla beraber aydınlanmamış bir aklın ideolojik bağlılığı bilimsel düşünce için tehlike oluşturur. Kaldı ki bilim, insan için olduğuna göre, aydınlanmamış bir aklın ideolojik bağlılığı, tüm insanlık için tehlike yaratır. Öte yandan aydınlanmış bir aklın ideolojik bağlılığı; ideoloji; tutku ve önyargıları düzenleyip sistematik hale getirdiğinden, akıl ile tutku/önyargı arasındaki mesafenin açılmasına neden olacaktır. Böylece akıl, bilimsel olan ile ideolojik olanı ayırabilecektir. Bu ayrışma ise akla, çevresinde olup bitenleri anlamlandırmada kolaylık sağlayacaktır. Dolayısıyla tercihlerini ve adımlarını bu anlamlandırma üzerinden yapabilecektir. Bu ise ona öngörebilirlik ve dolayısıyla da güven duygusu verecektir. Bu güven duygusu ise toplumda barış ve istikrarın garantisi olacaktır. Bu açıklamalardan sonra Atatürkçülük/Kemalizm ideoloji-bilim ilişkisi bağlamında değerlendirilmesi bahsine gelinirse; Atatürkçülük/Kemalizm bilimsel olan ile ideolojik olan arasındaki mesafenin ulus-devletin üyelerince okunmasını sağlayan kurucu düşüncedir, demek doğru olur. Diğer bir deyişle Atatürkçülük, hem bilimin hem de ideolojilerin oluşabilmesi için bir zemindir. Kurucu düşünce, gerçekliğe ulaşma ve onu yasalar ile belirleme çabasının altyapısını hazırlamayı amaçlar, yurttaşlara ‘kanıtlama’ ile ‘inandırma’ eylemleri arasındaki mesafeyi gösterir. Şu halde Atatürkçülüğü/Kemalizmi bir ideoloji olarak nitelendirmenin yanlış olduğunu söylemek mümkündür. Kabul etmek gerekir ki Atatürkçülüğün ‘duygusal’ bir tarafı vardır, bunun ise Milli Mücadeleden kaynaklandığı açıktır. Fakat bu duygusallık onu ideoloji yapmaz. Atatürkçülük ideolojilerin var olabilmesi için bir zemin oluşturur. Bu zemin ise Batı Avrupa devletlerinde var olan ve yüzyıllar sonucunda kanlı savaş ve mücadeleler ile erişilmiş zeminden başkası değildir. Atatürk, Batı Avrupa devletlerindeki bu zeminin ‘olgunlaşmış’ halini Türkiye Cumhuriyeti Devletinin zemini olarak benimsemiştir. Böylece yüzyıllar sonucunda erişilmiş olan bu zemin, Türk Devrimi ile bir çırpıda kabul edilmiştir. Bundan Atatürkçülüğün bir bilim olduğu anlamı çıkartılmamalıdır. Tekrar etmek gerekirse, Atatürkçülük bilimin de zeminini oluşturan kurucu düşüncedir. Öte 9 yandan Atatürkçülüğün bir felsefe olduğu da düşünülmemelidir. Çünkü Atatürkçülük, her cevabın yeni bir soruya meydan verdiği durmak bilmeyen bir sorgulama sürdürülmesinin de zeminini oluşturmaktadır. Burada varılmaya çalışılan sonuç şudur: ‘Atatürkçülük, bilim-felsefe ve ideolojinin üstünde değil, ya da bunlardan birisi değil, hepsinin en altındaki kurucu düşüncedir.’ Bu kurucu düşünce, Batı Avrupa devletlerinin zemininin bir benzeri olarak, Türk Devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti Devletinin altyapısını oluşturmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, kurucu düşüncenin kullandığı kavramlar ve yöntemler, bilimi/felsefeyi/ideolojiyi çağrıştırabilir. Ancak bu çağrışım, Atatürkçülüğün bunlardan biri olduğundan değil, Atatürkçülüğün bunların doğması ve yaşaması zeminini oluşturmasındandır. Burada, bu kurucu düşüncenin bir doktrin olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Atatürkçülük bir doktrin değildir. Atatürkçülük, tüm öğretilerin doğması ve yaşamasının güvencesidir. Burada dikkati çekmek gerekir ki, kurucu düşünce, zemini; modern, kapitalist, demokratik bir devlet olarak belirlemiştir. Şu halde, kendisi ideoloji olmamakla birlikte, kurucu düşüncenin öngördüğü bu zeminin belli bir toplumsal, belli bir iktisadi ve belli bir siyasi ideolojiye karşılık gelmesinden hareketle, onun bir ideoloji olduğunu varsaymak zorlama bir yaklaşım olur. Kurucu düşüncenin belirlediği zeminin toplumsal, iktisadi ve siyasi ayakları birer ideolojidir. Daha açık bir dille Türkiye Cumhuriyeti Devleti yaratılırken; toplumsal sistemin Aydınlanma ideolojisi, siyasi sistemin demokrasi ideolojisi, iktisadi sistemin kapitalizm ideolojisi ile kurulması öngörülmüştür. Hemen belirtmek gerekir ki siyasi sistemde demokrasi bir ideoloji olarak kabul edilirken, bunun cumhuriyetçi demokrasi olması gerektiği düşünülmemiş, ama ulus-inşa sürecinde cumhuriyetçi demokrasinin işlevsel olduğu düşünüldüğünden, bu demokrasi ideolojisi benimsenmiştir. Yoksa liberal veya sosyal demokrasi veya diğer demokrasi ideolojileri reddedilmiş değildir. Demokrasi ideolojilerinin ise ancak kapitalist bir iktisadi sistemin türevi olabileceği öngörülmüştür. Ayrıca, kurucu düşünce, toplumsal sistem için Aydınlanma ideolojisinin kabul ederken, Aydınlanma ideolojisini, demokrasi ideolojilerinin yaşamasının bir garantisi olarak görmüştür. Kurucu düşünce, İslam dini yerine aklı kutsallaştırmıştır. Dindeki ilahi varlık olan tanrının yerini, modernleşme süreci tamamlandığında, yurttaşın alacağı öngörülmüştür. Dinin alanı, aklın ve bilginin sınırlarının ötesinde olduğundan, bu alanın daraltılması suretiyle yurttaşın aşkın olarak kendini göreceği, dolayısıyla kutsal söze dayalı değil, kendi aklına yani kendi sözüne dayalı bir anlamlandırma yapması öngörülmüştür. Bu bir kez sağlandıktan sonra ise bu zemin üzerinden dünyevi olmayan ideolojilerin sınırlandırılması söz konusu olmayacaktır. Çünkü modernleşme tamamlandıktan sonra zaten dünyevi olmayan hiçbir ideoloji yaratılan zemin üzerinden yükselemeyecektir. Hemen belirtmek gerekir ki bugünlerde aşırı sağ hareketleri meşrulaştırmak için kullanılan ‘muhafazakar modernleşme’ veya ‘İslami modernleşme’ şeklindeki 10 ifadeler zorlama tamlamalardır. Birbiri ile zıt özlere sahip iki kavramdan yeni bir kavram yaratmak kuşkusuz yaratıcıdır. Ancak bu yaratıcı edim(!), Batı Avrupa devletlerinin zemini ile bağdaşmazlık arz etmektedir. Üstelik bu yaratıcı edim(!), tam da kurucu düşüncenin kurmaya ve sağlamlaştırmaya çalıştığı zemindeki taşların yerinden oynatılmasının hem bir nedeni hem de bir sonucudur. Kuşkusuz eğer zeminin taşları yerlerinden oynatılmasaydı, bu sağlam zemin üzerinden bu gibi ifadeler ya hiç doğmayacak, doğsa da bugünkü kadar popüler ve kabul edilir olmayacaktı. Çünkü aydınlanmış bir toplumda, bu gibi varsayımlar bilimsel bilgi ile sorgulanabilecek ve kavramlar üzerinden yapılan bu gibi tahrifatlar reddedilecektir. Daha ötesi toplum, bilimsel bilgi ile değer yargısı arasındaki mesafeyi okuyabilecek yetkinliği ulaşmış olacaktır. Oysaki bugün, kurucu düşüncenin kurmaya ve sağlamlaştırmaya çalıştığı zemindeki taşların yerinden oynatılmasının hem bir nedeni hem de bir sonucu olarak, Türk siyasal yaşamı zorlama tamlamalarla açıklanmaya çalışılmakta, bu açıklamalar üzerinden de aşırı sağ hareketler meşrulaştırılmakta, daha ötesi İslamcılık gibi totaliter hareketlerin demokrasi ile bağdaşırlık arz ettiğine dair varsayımlarda bulunulmaktadır. Yinelemek gerekirse, Atatürkçülüğün veya Kemalizmin bir ideoloji olduğu görüşüne varmak olanaksızdır. Zaten Türk Devrim ilkelerinin tanımlanmamış olması da bunun açık delilidir. Daha ötesi kimi aydınlarca ‘Gaullecülük yıkıldı, Bolivarizm yıkıldı, Nasırizm yıkıldı, Leninizm yıkıldı, Stalinizm yıkıldı….da Kemalizm niye ayakta hala?’ şeklindeki sorunun cevabı tam da burada yatmaktadır. Kemalizm/Atatürkçülük yıkılmamıştır ve yıkılmayacaktır çünkü Kemalizm/Atatürkçülük bir ideoloji değil, tüm ideolojilerin zemini olan kurucu düşüncedir. Bir diğer deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılırsa Kemalizm/Atatürkçülük de ancak o zaman yıkılabilecektir. İlave etmek gerekir ki, bu kurucu düşünce gücünü anayasadan veya herhangi başka bir yazılı kanundan veya metinden almamaktadır. Nitekim sadece ideolojiler güçlerini anayasadan veya yazılı kanunlardan alırlar. Bu sebeple değiştirilen hiçbir anayasa veya kanun, kurucu düşünceyi silebilecek güçte değildir. Çünkü kurucu düşünce, devletin kuruluş felsefesinin özünü oluşturmaktadır. Devletin kuruluş felsefesi de ifadesini şu kavramlarda bulmaktadır: ‘Eşitlik, özgürlük, kardeşlik.’ Bu kavramlar demokrasi ideolojilerine işaret etmektedir. Şu halde, Türk anayasaları, ister liberal demokrasi, ister cumhuriyetçi demokrasi, ister sosyal demokrasi ve diğer demokrasi ideolojilerine göre yapılsın; anayasanın ideolojisi değişebilecek ancak kurucu düşünce değişmeyecektir. Atatürkçülüğün/Kemalizmin bir ideoloji olmadığı ortaya konulduktan sonra, Atatürk’ün ulus-devletin kuruluş sürecinin aktantı olarak cumhuriyeti demokrasi ideolojisini seçmiş olması varsayımı ile neyin kastedildiğini açıklamak mümkün olacaktır. Kurucu düşünce, bir ‘özne’ değil, bir ‘aktörler kümesi’ yani Türk yurttaşlardan meydana gelen Türk ulusu kümesi yaratmıştır. Burada aktör, bilinç sahibi birey yani aydınlanmış akılla teçhiz edilmiş yurttaş anlamında kullanılmaktadır. Özne ise, aydınlanmış aklı ile ideolojik bilince sahip olan birey/yurttaştır. İdeolojik bilince 11 sahip olmayan aktör özneleşmemiş demektir, ki bu beklenmez. Çünkü aktörün, anlamlandırma yapması insan olma özelliği, düşünen varlık olmasının bir ifadesidir. Bilindiği üzere her ideolojinin bir öznesi vardır, örneğin sosyalizmin öznesi işçi sınıfıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, sosyalizm demokrasi ideolojilerinden farklı olarak ikili sınıflaşma varsayar: ‘İşçi sınıfı ve burjuvazi’ şeklinde. Oysaki demokrasi ideolojileri sınıflaşmada üçlü ayrım varsayar: ‘alt, orta ve üst sınıflar’ şeklinde. Buradan cumhuriyetçi ve liberal demokrasi ideolojilerinin öznelerinin kimler olduğu bahsine dönülürse; cumhuriyetçi demokrasinin öznesi orta sınıf, liberal demokrasinin öznesi üst sınıftır. Atatürkçülüğün ise bir öznesi yoktur, Atatürkçülük özneleşme sürecini hazırlamak için aktörler kümesi oluşturmuştur. Ancak kurucu düşünce, bu aktörler kümesini oluşturmak için bir eyleyene yani aktanta ihtiyaç duymuştur. Ulus-devletin kurulması ve Türk Devriminin yerleştirilmesi sürecinde, dönem olarak ifade etmek gerekirse, 1923-1938 arasında, Atatürk, elverişliliği sebebiyle, liberal demokrasiyi veya başka bir demokrasi ideolojisini değil, cumhuriyetçi demokrasiyi aktant olarak belirlemiştir. Onun ölümünden sonra da CHP, bunu 1938-1950 yıllarında sürdürmüştür. Hemen belirtmek gerekir ki, cumhuriyetçi demokrat ideoloji ile Atatürkçülük arasındaki bağ bir özdeşlik ilişkisi değildir. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi, kurucu düşüncenin ‘aktant’ı yani ‘kurucu düşüncenin eyleyeni’ bir diğer deyişle ‘aktif edenidir.’ Zeminin kurulması ve korunması bu aktant üzerinden yani aktantın öznesinin aracılığıyla sağlanmıştır. Daha açık bir dille, aktantın vekil öznesi, ki orta sınıfın yokluğu memurları orta sınıf gibi görevi görmekle karşı karşıya bırakmıştır, aktörler kümesinin oluşturulmasında görevlendirilmiştir. İşte, sorun tam da buradan doğmaktadır. Türk Devrimi, Batılı ülkelerdeki devrimlerle mukayese edildiğinde geç kalmış bir devrimdir. Bu devrim sürecine varış ise Batı Avrupa tecrübesinde olduğu gibi, aktörlerin iktisadi sistemin bir ürünü olarak doğması, sonra bu aktörlerin özneleşmesi şeklinde gerçekleşememiştir. Kaybedilmiş yıllar, süratli bir şekilde aktör yaratılmasını ve bu aktörlerin özneleştirilmesini gerektirmiştir. Batı Avrupa’daki aktörleşme-özneleşme dizisi, Türkiye örneğinde özne vekilinin aktörler kümesinin kurulmasında görev yapması şeklinde tezahür etmiştir. Döneme ilişkin ‘bürokrasi diktatörlüğü’ şeklindeki haksız nitelendirmeleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şu halde, eğer 1923’te aktörler var olmuş olsaydılar, bir aktör kümesi yaratma süreci yaşanmayacak, özneleşme sürecine geçilecekti. Dolayısıyla, Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak savunmak, ancak, aktör-özne farklılığını ihmal etmek ile mümkündür. Böyle bir ihmal ‘devletin resmi ideolojisi’ ifadesini beraberinde getirir, ki bu durumda demokratik bir rejimden bahsedilemez. Devletin kurucu düşüncesi olması ile devletin resmi ideolojisinin olması birbirinden tamamen farklı iki duruma işaret eder. Antidemokratik bir rejimde resmi ideoloji dışında bir ideoloji, iktidara namzet olmak şöyle dursun, siyasi alanda var olamaz. Demokratik bir rejimde ise, farklı ideolojiler iktidara gelebilir, burada bir değişim vardır, ancak kurucu düşünce sabittir. Bir ulus-devlette, yurttaş, kurucu düşünceyi korur. Çünkü bilir ki, kurucu 12 düşüncenin tasfiyesi, kendinin de yokluğu sonucuna varır. Yurttaş, kurucu düşüncenin, iktidarda veya muhalefette olamayacağını, onun zemin olduğunu bilir. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, bu bağın kurucu düşünceden kaynaklandığını bilmesi durumunda yurttaş sayılabilir. Daha açık bir dille, Atatürkçü/Kemalist olmadan, liberal demokrat veya sosyal demokrat veya cumhuriyetçi demokrat ve bunların türevleri olunamaz. Bununla beraber, kişi kendini demokrat olarak tanımlamamayı seçebilir. Nitekim demokrasi siyasi bir ideolojidir. Ancak Türkiye örneğinde böyle bir seçim, kurucu düşüncenin alternatifi bir kurucu düşünce isteği ile izah edilebilir. Mesela İslamcılığı veya sosyalizmi bu çerçevede düşünmek mümkündür. Bununla beraber böyle bir durumda, kurucu düşünceden meşruiyet alan tüm ideolojilerin, alternatif kurucu düşünce programı olan ideolojiye karşı güç birliği yapması ve bu güç birliğinin, kurucu düşünceden meşruiyetini alan ideolojilerin özneleri eliyle yapılması beklenir. Bu süreçte, kurucu düşünceye alternatif kurucu düşünce programı olan ideolojilerin özneleri ile diğerleri arasında bir çatışma doğar. Bu çatışmada kurucu düşünce zemini yıpranabilir. İşte demokratik bir rejimde, bu zeminin tamirini öznelerin yapması beklenir. Türkiye örneğinde bu zemin tahrip edildiğinde, ki zeminin az ya da çok tahrip olması, ülkenin gelişmişlik düzeyi ile paralellik arz eder, zemini Türk Silahlı Kuvvetleri onarır. İşte Türk siyasal yaşamında ordu-siyaset ilişkisinin dedektiflik isteyen noktası tam da burasıdır. Şöyle ki, TSK’nın bunu bir özne adına mı, özneler koalisyonu adına mı yoksa aktörler topluluğu adına mı yaptığı, TSK’nın müdahalesinin olumlanması veya olumlanmaması neticesini doğurur. TSK, bunu aktörler topluluğu adına yapmış ise sorun yoktur yani ideolojik gerekçe ile değil, kurucu düşünce zeminini sağlamlaştırmak için yapmış demektir. Burada, bunun kim adına yapıldığının belirlenmesinin değer yüklü olup olmayacağı sorusu akla gelebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, bir aktörün/yurttaşın, böyle bir soruyu sorması beklenmez. Çünkü aktör/yurttaş, kendini aktör/yurttaş yapanın kurucu düşünce olduğunu bilir, askeri müdahalenin kim adına yapıldığını kurucu düşünce üzerinden okuyabilir. Nitekim, kurucu düşünce, yurttaşın bilimsel düşünce ile ideoloji arasındaki mesafeyi görmesini sağlar. Fakat hukuken yurttaş sayılan ancak fiilen yurttaş olamayan, yani yurttaşlaşamamış kişilerin böyle bir okumayı yapmakta güçlük çekeceği açıktır. İşte tam da bu noktada aydınların bu okumayı yapması yani rehberlik etmesi beklenir. Aydının bu okumayı yaparken, kurucu düşünceyi tahrif etmeyeceği varsayılır. Oysaki Türk siyasal yaşamı, geniş kütlenin kendi başına bir okuma yapamaması, ona rehberlik eden aydınların ise bu okumada kurucu düşünceyi tahrif etmelerinin örnekleri ile doludur. Mesela 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan müdahale, Demokrat Parti iktidarının zemini tahrip etmesinin bir sonucudur. Zemin 1961 Anayasası ile aslına uygun şekilde TSK tarafından tamir edilmiştir. TSK, bunu, aktörler topluluğu adına yapmıştır. Burada eğer aydınlar, müdahalenin belli bir özne adına yapıldığı iddiasında bulunursa, söz konusu değerlendirme, kurucu düşünce ile çeliştiğinden, aydın, sorumluluğunu yerine getirmekten uzak bir değerlendirme yapmış olur. 13 12 Mart 1971 Muhtırası ele alındığında, kurucu düşünce ölçeğinden bakıldığında, TSK’nın bunu, özneler koalisyonu adına yapmış olduğu çıkmaktadır. Daha açık bir dille, sağ ideolojilerin özneleri adına yapılmıştır. Yani zemin, kurucu düşünceye uygun olarak tamir edilmemiştir. Daha ötesi, TSK’nın müdahalesinde kendini göremeyen sol ideolojiler sivil rejime geçer geçmez daha da radikalleşmişler, zemin tekrar yıpranmıştır. 12 Eylül darbesi ile ise zemin aslına uygun olarak onarılmak yerine, zeminin taşları sökülmüş, yerine yenileri takılmış, zeminde çatlaklar oluşmuştur. 12 Eylül darbesini 12 Mart muhtırasının devamı olarak görmek mümkündür. Şu halde 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri, her ne kadar meşruiyetlerini kurucu düşünceden almış olduklarını iddia etseler de, bu iddianın yanlış olduğunu halka anlatacak olan aydınlardır. Eğer aydınlar bu iki müdahalenin aktörler topluluğu adına yapıldığını iddia ederlerse, aydınlar, sorumluluklarının gereği bir değerlendirme yapmamış olurlar. Mesela, 28 Şubat 1997 tarihindeki muhtıra ele alındığında, bu muhtıra ile zemindeki çatlakların onarılmak yerine çatlaklar üzerine cila çekildiğini görmek aydının görevdir. Aydının bunu görmek şöyle dursun, bu müdahalenin, demokrasi karşıtı bir hareket olduğunu iddia etmesi, kurucu düşünce ölçeğini kullanmadığını ortaya koyar. Kurucu düşüncenin karşısında yer alındığında ise herhangi bir demokrasi ideolojisine bağlılık mevzu bahis olamayacağından, aydın demokratik rejime en büyük zararı verenlerden olacaktır. Bununla beraber, aydın, kurucu düşüncenin karşısında bir kurucu düşünce önerisine sahip olabilir, ancak bu kez de savunduğu ideolojinin gerektirdiği kurucu düşüncenin, ‘demokrasi’ olarak topluma sunulması, bu aydının, savunduğu ideoloji ile söz konusu ideolojinin öngördüğü yeni kurucu düşünce arasındaki ayrımı belirsizleştirmeye çalışması, topluma en büyük zararı verir. Çünkü aydının totaliter ideolojiler ile demokrasi ideolojileri arasındaki ayrımın belirsizleştirmesi, yurttaşlaşamamış kişiler üzerinde öngörülemeyen etkiler yaratabilecektir. Bu öngörülemez etkiler sorunlaşabilecek, siyasi sistemde oluşan bu sorunlar, iktisadi ve toplumsal sistemde de yeni sorun yumakları yaratacaktır. Bu bağlamda, Türk siyasal yaşamında ideolojilerin, kurucu düşünce ile kurdukları bağın Türk demokrasisinin istikametini belirlediğini, daha ötesi dolaylı olarak iktisadi ve toplumsal yapıyı da etkilediğini, bu sebeple de aydınlara her zaman önemli sorumluluklar düştüğünün altını çizmek gerekir. Türk siyasal yaşamından örnekler verilmek suretiyle aydınların sorumluluk sahibi olması gerekliliği ile neyin kastedildiğine açıklık getirmek uygun olur. Mesela 1950 lerde cumhuriyetçi demokrasi ve liberal demokrasi Atatürkçülük ile ilişkisini tasvip üzerinden, 1960 larda Marksist sosyalizm Atatürkçülük ile ilişkisini red üzerinden, milli sosyalizm kısmi red, yine mesela İslamcılık red üzerinden, 1980 lerde Türk-İslamcılık, sosyal demokrasi ve liberal demokrasi kısmi red, 1990 larda İslamcılık ve liberal sosyalizm tam red üzerinden kurmuştur. Burada, alternatif kurucu düşünce programı olan ideolojiler dışarıda bırakılırsa; meşruiyetini kurucu düşünceden alan ideolojilerin ya da en azından aldığı iddiasında olan ideolojilerin, kurucu düşünceyi oluşturan kimi unsurlar üzerinde mutabık olunup olunmayacağını tartışmalı hale getirmek suretiyle, demokratik rejimi işlemez kıldıklarını, bunun bir sonucu olarak da, alternatif kurucu düşünceye sahip ideolojilerin güçlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, 1960 ların ve 1970 lerin sosyalizmini ve 14 1990 lar ve 2000 lerin İslamcılık ve Kürtçülük ideolojilerinin kuvvetlenmesini bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmaz. Şu halde Türk siyasal yaşamında, totaliter akımların güçlenmesinin sebepleri arasında aydınların kurucu düşünce ile savundukları ideoloji ilişkisinin sorunlu kurulmasına göz yummalarında aramak abartılı olmayacaktır. Nitekim, Türk siyasal yaşamında, kurucu düşünce üzerinde ideolojilerin tam mutabakat içinde oldukları dönemlerde, daha açık bir dille toplumsal, iktisadi ve siyasi rejimin esaslarında birleştiklerinde, askerin siyasete müdahale etmesinin sonuçlarının aktörler topluluğunun yani Türk ulusunun çıkarına olduğunu söylemek yanlış olmaz. Demek ki, ideolojilerin kurucu düşünce üzerindeki mutabakatında aydınların rolü belirleyicidir. Buna delil olarak 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 28 Şubat 1997 muhtırası gösterilebilir. Burada, aydınların belirleyici rolünün az gelişmiş ülkelere mahsus olduğu öne sürülebilir. Bu iddiaya itiraz edilecek değildir. Öte yandan, gelişmiş ülkelerde de aydınların sorumlulukları olduğunun altını çizmek gerekir. Mesela ABD hükümetinin 11 Eylül 2001 saldırısından sonra, bir dizi güvenlik yasası çıkarması ve bu yasaları uygulamasının demokrasi ideolojisi ile bağdaşmadığına dayanarak ABD li liberal demokrat aydınlar, Amerikan toplumuna, bu yasalara muhalefet etmede önderlik etmişlerdir. Amerikalı aydınların bu rehberlik görevini görürken, sorumluluklarına uygun davranıp davranmadıklarını tespit etmek için ABD kurucu düşüncesine bakmak gerekir. Eğer bu kurucu düşünce ile söz konusu aydınların bu hareketleri paralellik arz etmek ise, Amerikalı aydınların da sorumluluklarını yerine getirmiş oldukları söylenebilir. Nitekim ABD kurucu düşüncesi bağlamında Amerikan aydınlarının sorumluluklarını yerine getirdikleri söylenebilir. Mesela İngiliz demokrasi tarihinden bir örnek vermek gerekirse; 1968, 1974 ve 1979 yıllarında üç askeri müdahale girişimi de İngiliz aydınları tarafından engellenmiştir. Nitekim bu sebeple İngiltere ‘başarısız askeri müdahaleler ülkesi’ olarak anılmaktadır.1 Burada İngiliz aydınlarının askeri müdahaleleri engellemelerinin aydın sorumluluğu ile bağdaşıp bağdaşmadığının cevabını Britanya kurucu düşüncesinde aramak gerekir. İngiliz demokrasi geleneği, devrimci değil, evrimciliği esas aldığından, İngiliz aydınlarının da aydın sorumluluğu ile bağdaşır davrandıklarının altını çizmek gerekir. Fransız demokrasisinden 2000 li yılların ortalarında görülen ‘dini sembollerin kamusal alanda kullanımı’ meselesine Fransız aydınlarının yaklaşımı da bir diğer örnek olarak gösterilebilir. Fransız aydınlarından dini sembollerin kamusal alanda kullanımının karşısında yer alanların, Fransız kurucu düşüncesi ile ideoloji arasındaki mesafeyi okuyup, Fransız kurucu düşüncesi ile bağdaşır bir değerlendirme yaptıklarını, bu değerlendirmeleri ile Fransız toplumuna önderlik ettiklerinin altını çizmek gerekir. 1 Ted Grant, ‘A Coup in Britain’, Socialist Party (ed.), The State A Warning to the Labour Movement, London:Militant Publishing, 1983, s.17. 15 Kurucu düşüncenin değiştirilmesi durumunda aydınların sorumluluklarını yerine getirmede güçlük çektikleri rastlanır ve beklenir bir durumdur. Mesela Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte ‘kurucu düşünce ve ideoloji özdeşliği’ de yıkılmıştır. Daha açık bir deyişle, sosyalizm yani ‘devletin resmi ideolojisi’ ortadan kalkmıştır. Rusya Federasyonu da yeni bir kurucu düşünceyi benimsemiştir. Rusya’da ideolojilerin bu kurucu düşünce üzerinden yükselmesi öngörülmüştür. Ancak dönüşüm esnasında, sosyalist tecrübenin etkisi bir çırpıda silinemediğinden, yeni kurucu düşünceye alternatif olarak eskiyi yani ‘kurucu düşünce ve ideoloji özdeşliği’ni savunan partiler var olmuştur. Rusya Federasyonunda kurucu düşüncenin kurumsallaşmasından sonra, totaliter akımların zayıflayacağı düşünülmektedir. Fakat Rus aydınlarından bazıları totaliter akımları, yeni kurucu düşünce ile bağdaşmazlık arz etse de savunmaya devam etmektedir. Söz konusu Rus aydınlarının sorumluluklarını yerine getirmedikleri söylenebilir. Kurucu düşünce ve ideoloji arasındaki mesafenin ayrıştırılması ve aydınların bundaki rolü bahsinde bir başka örnek de İran üzerinden verilebilir. İran’ın kurucu düşüncesi 1979 İslam devrimi ile değişmiştir. Bu değişiklik ile kurucu düşünce ile ideoloji özdeşliği zorunlu kılınmıştır. Daha açık bir dille İran’da İslamcılık resmi devlet ideolojisi olarak kabul edilmiştir. Şu halde, bugün İslamcılığa muhalefet eden aydınların, devletin resmi ideolojisi ile bağdaşmaz bir tutum içinde olduklarını söylemek mümkündür. Öte yandan, demokrasi ideolojisine bağlı bu aydınların muhalefeti, demokrasi ideolojileri çerçevesinde haklıdır. Çünkü demokrasi ideolojileri ‘Aydınlanma’ ideolojisine dayanır ve İslamcılık ile aydınlanma bağdaşmaz. Fakat bu, İran rejimi yasaları çerçevesinde demokrasiyi savunan aydınların cezalandırılması -ki bu cezalar arasında taşlama, idam vb. vardırengellemez, bu cezalar hukukidir. Hatırlatmak gerekir ki, eğer İran aydınları totaliter rejim tehlikesini 1979 İslam Devrimi öncesinde görebilmiş ve sorumluluklarını yerine getirmiş olsalardı, bugün İran’da totaliter rejim yerine demokratik bir rejim olacağını tahmin etmek güç değildir. Tüm bu ülke örnekleri verilmek suretiyle varılmaya çalışılan nokta şudur: Aydınların kurucu düşünce ile ideolojiler arasındaki ayrım üzerinden topluma rehberlik etmesi beklenir. Aksi bir duruma rastlamak mümkündür. Fakat bu aksi durum, gelişmiş bir ülkede sorun yaratmayabilir; az gelişmiş bir ülkede ise sorun yaratmakla kalmaz; siyasi, iktisadi ve toplumsal sistemde yıkıcı tehlikelerin doğması ve beslenmesine olanak verir. İşte bu çalışmanın konusu olan Forum Dergisi aydınlarının da birbirlerinden farklı ideolojilere sahip olmalarına, hatta iki farklı partiyi desteklemelerine rağmen, aynı Dergi çatısı altında birleşmelerini ve demokrasi mücadelesi vermelerini, onların 1954-1960 arası dönemde, kurucu düşünce üzerinde mutabık olmalarında aramak gerekir. Nitekim onların bu yaklaşımları, aktif olarak görev aldıkları partilerin de birbirleriyle kurucu düşünce üzerinde mutabık olmalarına katkı sağlamıştır. Öte yandan Demokrat Partinin on yıllık iktidarında, kurucu düşünceyi redde varacak bir yol katetmesi, bu partinin siyasetten tasfiyesi ile sonuçlanmıştır. Partinin aydınların uyarılarına kulak tıkaması kendi sonunu hazırlamıştır. 16 Forumcular, Türkiye için en uygun siyasi rejimin demokrasi olduğunu düşünmüşlerdir. Bu sebeple, DP’nin, demokratik rejimi tasfiye etme planını fark eder etmez, liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm Forumcular, siyasi ideoloji farklılıklarını bir kenara bırakmışlar ve kurucu düşüncenin korunması mücadelesi vermişlerdir. Bu mücadelenin önemi saklı tutulmakla birlikte, ihmal edilmemesi gereken bir husus da, o yıllarda, liberal demokrasi kuramının kapitalist sistemi işletecek model olarak devlet müdahaleciliğini kabul etmesi, bunun ise liberal demokrasi ile cumhuriyetçi demokrasi arasında kapitalist sistemi işletecek model üzerinden yapılan tartışmayı 1970 li yılların ortalarında yaşanacak iktisadi krize kadar ertelemiş olmasıdır. Forumcular, Türk modernleşmesi tamamlandığında ve eş zamanlı olarak da kapitalistleşme ve demokratikleşme süreci işletildiğinde, totaliter hiçbir akımın toplumda taban bulamayacağını düşünmüşlerdir. Forumcular, kurucu düşüncenin dondurulması ve çeşitlendirilmesinin, siyasi alanda totalitarizmi besleyeceğini öngörmüşlerdir. Burada kullanılan ‘dondurulma’ ifadesi ile kastedilen, Türk Devrim ilkelerini biçimsel/dönemsel/tarihsel bir kabule hapsedip, bunları statikleştirmektir. Türk devrim ilkelerinin özünün değişmezliği mahfuz kalmak şartıyla, Forumcular, ilkelerin rehberliğinden her zaman istifade edilebileceğini savunmuşlardır. Burada kurucu düşüncenin ‘çeşitlendirilmesi’ ifadesi ile Türk Devrim ilkelerinin farklı ideolojiler tarafından seçmeli olarak kabul edilmesi, hatta ‘doğru ilkeler ve yanlış ilkeler’ veya ‘benimsenmiş ilkeler ve benimsenmemiş ilkeler’ şeklinde ayrıma gidilmesi, bunun sonucu olarak da her ideolojinin kendine özgü Atatürkçülük tarifi olmasına işaret edilmektedir. Bu durumu, her ideolojinin Atatürkçülüğe farklı eklemlenmesi olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Forumcuların kurucu düşüncenin dondurulması/çeşitlendirilmesine karşı aldığı tavrın, bugün öne sürülen ‘tek bir Kemalizm/Atatürkçülük yok, pek çok Kemalizm var, sağ Kemalizm, sol Kemalizm, devletçi veya liberal Kemalizm, muhafazakar, reformcu Kemalizm var..’ şeklindeki iddialara cevap teşkil ettiği düşünülmektedir. Gerçekten de ideolojiler dondurulabilir veya çeşitlendirilebilir, bir ideolojiden yeni bir ideoloji doğabilir, ancak Atatürkçülük için bu olası değildir, çünkü Atatürkçülük bir ideoloji değildir. Nitekim Atatürk ve onun ölümünden sonraki takipçileri de Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak görmemişlerdir. Şu halde Forumcuların, Atatürk’ü anlayarak, onun takipçisi olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Derginin, kurucu düşünceyi, Atatürk’ün öngördüğü şekilde aslına uygun olarak kabul etmek suretiyle okuyabilmiş olması, onun, Türk siyasal yaşamında istisnai bir dergicilik örneği teşkil etmiş olduğuna delil olarak gösterilebilir. Bu bakımdan Forum, Türk fikir hayatında, kendisinden önce çıkartılmış Kadro Dergisi ile kendisinden sonra çıkartılmış olan Yön Dergisinden farklı bir mevkide bulunmaktadır. Çalışmada, Forum Dergisinin çizgisini ortaya koymak bakımından önem arz ettiği ve Türk siyasal yaşamında ihmal edilmemesi gerektiği düşünülen kimi hususlar tespit edilmiştir. Bu hususların ihmalinin Forumcuları anlamayı güçleştireceğinin kaydetmek gerekir. Bunları on maddede özetlemek mümkündür. 17 Birincisi, 1923-1950 arası dönemde Türk ulus-devletinin inşa edildiğini, dolayısıyla herhangi bir dönem incelemesi ile aynı kavramlarla inceleme yapmanın analizi yanlış kılacağı gerçeğini ihmal etmemek gerekmektedir. Şöyle ki, Türk ulus-devlet kurgusu açısından Atatürk mükemmelliği, kusursuz türdeşlik ile eş anlamlı tutmuştur. Bu türdeşlik düşüncesinin ayrıntılarına inildiğinde, ulusun aynı dili konuşması ve aynı tarih mirasını paylaşan, ortak düşmanları bulunan bir insan topluluğu olarak kurgulandığı görülür. Burada dikkat edilecek olan nokta Türk ulusdevletinin inşasında mükemmellik tanımı içine ‘aynı soydan gelme’ ile ‘aynı dine mensup olmanın’ dışlanmış olduğudur. İşte bu sebepledir ki gayri Müslim azınlıklar da, farklı etnik kökenden gelen Müslüman kesimler de Türk kabul edilmiştir. Türk olmak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olmak ile aynı anlamda kullanılmıştır. İkincisi, Atatürk Türk ulus-devletini tasarlarken kendisinden sonra gelecek kuşakların, kendisinin takipçisi olacağı varsayımıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla, tasarımında, ulus-devletin yapısına dair en ufak bir müdahalenin, ulus-devleti çökertecek bir girdi olarak, yani devleti tümden yıkacak bir unsur olarak işlev göreceği dengesi esas alınmıştır. Hatta öyle ki, Atatürk’ün tasarımından en ufak bir adım uzaklaşma, toprak kaybı ile sonuçlanacak ve nihayetinde Türk ulusunu topraksız kalabilecek noktaya varacak tehlikelere gebe kalacak şekilde öngörülmüştür. İşte tam da bu, tüm yurttaşların Türk ulusunun bir parçası ve aynı zamanda Türk ulusu ile kendilerini özdeş görmelerini zorunlu kılmaktadır. Aksi halde topyekun ‘vatansız’ kalınabilecektir. Atatürk’ün bu tasarımında Osmanlı Devletinin yıkılış tecrübesinin izlerini görmek mümkündür. Bununla beraber böyle bir tasarımı Ahmet İnsel’in nitelendirdiği gibi ‘Kemalizm’in asabiyyesi’ olarak nitelendirmek yanlıştır. Çünkü böyle bir nitelendirme, Atatürk’ün tasarımını sadece ‘devleti korumak ve kollamak misyonuna’ indirger ki bu doğru değildir. Daha ötesi böyle bir nitelendirme Türk ulus-devletinin ‘bir proje girişimi’ olarak göstereceğinden isabetli değildir. Çünkü sorun, Atatürk’ün tasarımında değil; onun takipçilerinin, onun işaret ettiği yolu izleyip izlemediklerinden doğmaktadır. Şöyle ki, siyasi iradenin, tasarımdaki mükemmellik tanımını doğru okumayıp, mevcut kılınmak istenene ulaşmak yerine, mevcut olanda durması; mevcut ile mevcut olması gereken arasındaki mesafeyi açacağından; siyasi, iktisadi ve toplumsal sistem sorun üretecektir. Mesafe kapatılmadığı sürece bu sorunlar, bir yandan Atatürk’ün tasarımını ‘bir proje girişimi’ olarak gösterecek, diğer yandan da sistem kimi zaman süratlenerek kimi zaman yavaşlayarak yıpranacak ve kaçınılmaz son olan çöküşe doğru yol alacaktır. İşte Demokrat Partinin on yıllık iktidarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani sorun sadece DP’nin gittikçe antidemokratik uygulamalara imza atmış olmasının ötesinde, ulus-devletin varlığını sürdürmesinin tehlikeye girmesidir. 1950-1960 döneminin olaylarından birkaç hatırlatma yapmak gerekirse, mesela Rum kökenli yurttaşlarla ilgili DP’nin icraatlarına CHP’nin sert eleştirilerde bulunması, 18 onların Türk ulusunun bir parçası ve aynı zamanda Türk ulusu ile özdeş olmaları kabulünü yıpratıcı, onları farklılaştırıcı uygulamalar olduğu gerekçesiyledir. CHP, bu uygulamaların; mevcut ile mevcut olması gereken arasındaki mesafeyi açmak olduğu bilinciyle DP iktidarını uyarmıştır. Benzer şekilde petrol kanununun Mecliste görüşülmesi sırasında CHP’nin itirazları, yabancı sermaye karşıtlığından değil, bu kanunun uygulanması ile mevcut olması gereken arasındaki mesafenin açılabileceği tehlikesini görmesindendir. Nitekim bugün Ortadoğu’da yaşananlar onların bu öngörüsünü haklı çıkartmıştır. Üçüncüsü; ulus-devlet inşasında Atatürk’ün ve Atatürk’ün takipçisi olanların kullandığı üç temel araç yani eğitim, ordu ve siyasi katılım veya seçimi, herhangi bir kurulu ve hatta yaşlı ulus-devletteki uygulamalarla mukayese etmekten kaçınılması zorunluluğudur. Şu halde 1923-1950 arası dönemde, zorunlu eğitim yoluyla bireylere ulus oluşturma bilincinin aşılanması, ordunun bir yurttaşlık okulu işlevi görmesi, seçimlerin de başlangıç için öncelikle ortak bir siyasi kültür oluşturmaya hizmet edecek şekilde öngörülmesi yani sınırlı demokrasi uygulamaları, despotizm veya totalitarizm veya diktatörlük yakıştırmaları için mesnet oluşturmamaktadır. Ulus-devletin, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu yaratması süreci, araçların kullanımına dair demokratik-antidemokratik tartışmasına kapalıdır. Daha ötesi bu araçların kullanımına dair ‘özel alan yok edilmiştir’ şeklindeki ifadeler büsbütün anlamsızlaşmaktadır. Çünkü uluslaştırma sürecinin, her gün ve her an devam eden, ara verilmeksizin her uygulamada kendini gösteren bir süreç olması beklenir bir durumdur. Bu durmaksızın işletilmesi gereken süreçte, buna karşı duranlara karşı zora dayalı tedbirler öngörülmesi ve bu tedbirlerin uygulanması da doğaldır. Bu noktada İtalyan birliği hareketinin liderlerinden Massimo d’Azeglio’nun 1860 yılında ‘İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız’ sözünü hatırlamak gerekir. Dördüncüsü, halk ile ulus terimlerini kullanırken, halkın bireyler topluluğu, ulusun ise bunun ötesinde yazılı veya yazılı olmayan bir ortak çıkar birliği ile bir araya gelmiş insanlar olduğu farkını bulanıklaştırmamak gerekir. Şu halde bu ortak çıkar birliğini bugünden geriye dönüp tekrar tanımlamaya çalışmak, analizleri yanlış kılacaktır. Benzer şekilde demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kullanırken, cumhuriyetin yurttaşların dışında bir kurum olmadığı, cumhuriyetin niteliklerinin demokrasinin özünü oluşturduğunu, demokrasinin cumhuriyetin en yetkin hali olduğu gerçeğini ihmal etmek, Türk siyasal yaşamına dair yapılacak her değerlendirmeyi doğru tespitlerden uzaklaştıracaktır. Ayrıca siyasi, iktisadi ve toplumsal sistemin birbiri ile bağını göz ardı ederek yapılacak her değerlendirme hatadan kurtulamayacaktır. Nitekim ‘demokrasi’ incelemesi belli bir iktisadi yapı ve toplumsal yapı üzerinden yapılabilir. Şu halde 1923-1950 arası kimi uygulamaları cımbızla seçip ‘işte antidemokratik bir uygulama’ şeklindeki iddialar bilimsel düşünce ile bağdaşmazlık arz eder. Çünkü böyle bir tutum ancak ‘tarihe karşı hile’ olarak değerlendirilebilir. Daha açık bir ifadeyle bu tutum, mevcut görüşü tarihe uydurmaktan başka bir şey değildir. 19 Beşincisi, Türk Devrimini dünyadaki diğer devrim tecrübeleri ile mukayese ederken, Atatürk’ün Fransız Devrim modelini örnek aldığı gerçeğinin ihmal edilmemesidir. Şu halde zorlama analizlerde, diğer devrim tecrübeleri ile Türk Devrim tecrübesi arasında paralellik kurulmaya çalışılması hatalı sonuçlar doğuracaktır. Bu bağlamda, Amerikan Devrim tecrübesi ile Türk Devrim tecrübesinin farkından hareket ederek, Amerikan Devrim modelinin örnek alınmamasını Türkiye’de demokrasinin gelişemeyişinin nedeni olarak gösterilmeye çalışılması da ‘tarihe karşı hile’ olarak değerlendirilebilir. Burada göz önünde bulundurulması gereken husus, Amerikan Devriminin nedenlerinin esas olarak siyasi ancak Fransız Devriminin nedenlerinin ise esas olarak iktisadi ve toplumsal sorunlarda aranabileceğidir. Türk Devrimini hazırlayan süreç ise hem siyasi hem iktisadi hem de toplumsal sorunlardan kaynaklanmıştır. Bu bağlamda, söz konusu ayrımları göz ardı ederek, ‘iyi Amerikan Devrimi, kötü Fransız Devrimi’ varsayımları ile Türk Devrimi incelemesinin yapılması, araştırmacıları bilimselliğin uzağına düşürecektir. Altıncısı, Türk Devrim felsefesi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini benimsemiştir. Kurucuların bu kavramları nasıl algıladığını polemikselleştirmeden tespit etmek önem arz eder. Özgürlük, kendi kendini yönetme becerisi, eşitlik yurttaş olma ayrıcalığının vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese tanınması, kardeşlik ise özgürlük ve eşitliği tamamlar şekilde yazılı kurallardan kaynaklanan değil kaynağını Milli Mücadeleden alan bir duygusal bağ, bütünlük ülküsü olarak kabul edilmiştir. Bu ilkelere sahip çıkan yurttaşların bir diktatörlük deneyimi ile karşılaşması beklenmez. Oysaki 1950-1960 arasında diktatörlük rejimini çağrıştıracak uygulamalara tanık olunmuştur. İşte tam burada, şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Yurttaşların hakları ve ödevleri konusunda aydınlanmamış, daha açık bir dille yurttaşların bu hak ve ödevlerin kullanımı ile ilgili örgün ve yaygın eğitim almamış olmaları durumunda, özgürlükten bahsedilemeyeceğinden, yapılan seçimler, sandıktan demokrat değil demagog çıkartacaktır. Dolayısıyla keyfi bir yönetim kuracak olan demagogların, topluma demokrat olarak kendini tanıtması tehlikesini görenler, ki bunların aydınlar olması beklenir, yurttaşlara rehberlik etmesi, ulusun iradesine zarar vermez, aksine ulusun iradesinin demokratik rejim lehine tecelli etmesi sonucunu doğuracaktır. Yedincisi, özgürlüğün, kuralsızlıkların egemen olduğu bir yaşamda var olamayacağı gerçeği ihmal edilmemelidir. Atatürk’ün yarattığı ve onun takipçileri olanların da kurumsallaştırmaya çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Devrim felsefesine bağlılığı esas alır. Şu halde bu felsefeye bağlılıktan uzaklaşıldığında, özgür alanın dışına çıkılır, daha açık bir dille, bu felsefeye sahip çıkmayan bir kişi özgürlüğünden vazgeçmiş sayılır. Çünkü özgürlüğün güvencesi devlet yani ulus yani yurttaştır. Şu halde bunlar arasındaki eşitlik zincirinin bozulması durumunda özgürlüğün yokluğu tehlikesi ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu ise modernleşmesini tamamlamayan bir toplumun tam da modernleşme sürecini tamamlamasını zorlayıcı bir unsurdur. Modernleşme süreci bir kez tamamlandıktan sonra, bu eşitleme kendiliğinden kalkacak ve bu eşitlemenin kalkması ise, ulus-devleti yıkıcı bir durum arz etmeyecektir. 20 Ancak eşitlemeyi dışardan müdahalelerle bozmak, tıpkı Demokrat Parti iktidarı döneminde tecrübe edildiği gibi, ulus-devletin üç ayağında da yani siyasi, iktisadi ve toplumsal ayaklarında deformasyon yaratacaktır. Bilindiği üzere, söz konusu deformasyon 27 Mayıs askeri müdahalesi ile durdurulmaya çalışılmış hatta bu deformasyonu durdurma girişimi 1961 Anayasa modeli ile sabitlenmeye çalışılmıştır. Ancak deformasyonun izleri bir çırpıda silinemeyeceğinden, daha ötesi deformasyona sahip çıkıldığından ki Adalet Partisi Demokrat Partinin devamı olduğunu savunmuş ve öyle de davranmıştır, 1961 Anayasa sistemi, 1961-1980 arası dönemde, 1923-1950 arası dönemin devamı olamamış, aksine 1950-1960 arası dönemin devamı şeklinde cereyan etmiştir. Bu bağlamda, Türk siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatına dair bugün karşı karşıya kalınan sorunların köklerini 1923-1950 arasında değil, 1950-1960 arasında aramak gerekir. Bu on yıllık zaman dilimi, 1960 lı ve 1970 li yıllardaki sorunların tohumlarının atıldığı dönemdir. Nitekim 1971 müdahalesi ve 1980 askeri darbesini hazırlayan sebepler Menderes hükümetlerinin uygulamalarının sonuçlarıdır. Kaldı ki 1980 darbesi sonrası için de nedensellik bakışı ile ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunların nedenlerini 1950-1960 arası uygulamalarda aramak abartılı olmayacaktır. Her ne kadar 1961 Anayasa sisteminin hakim olduğu 1961-1980 arası dönemde kısmi gelişmeler yakalanmışsa da, topyekun bir değişim ve gelişim sağlanamadığından, 1980 li, 1990 lı ve 2000 li yıllar sorunların düğüm halini aldığı yıllar olmuştur. 28 Şubat 1997 müdahalesinde olduğu gibi sorun düğümünü gevşetmeye yönelik atılan her adım ise, düğümün çözülmesinden ziyade sıkılaşması ve sertleşmesi ile sonuçlanmıştır. Bugün gelinen noktada sorun düğümlerini çözme imkanı kalmadığından, düğüm çözücülük yerine tutulması gereken yol, katılaşmış düğümleri ipten kesip atmayı gerektirmektedir. Burada, ipin düğümlerini kesip atmanın, 1923 Devriminden bu yana uzanan ipin, paramparça olması sorununu doğuracağı, daha açık bir dille ulus-devletin çökeceği öne sürülebilir. Bu iddianın haklı yanı bulunmakla birlikte, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar yani iktisadi sistemin çökmek üzere, toplumsal sistemin gericilik üretmekte, siyasi sistemin de bu çöküş ve gericiliğin birbirini beslemesinden istifade edenlerin batan geminin son mallarını paylaşmaları şeklinde işlediği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, zaten eldeki mevcut ipin ‘yakılıp, yok edilmesi’ ile karşı karşıya olunduğundan, eldeki mevcut ipin düğümlerini kesip atmanın maliyeti oldukça düşük gözükmektedir. Kaldı ki, Atatürk, bu ipin dokusuna ‘devrimciliği’ yerleştirmiş olduğundan, dolayısıyla ipin, ameliyatlarda iç dikişlerde kullanılan ve vücutta bir müddet sonra eriyen ipe benzer, ‘kaynayan ip’ özelliği gösterdiği akla geldiğinde, ipteki kesiklerin kaynamaya müsait olduğu düşünülebilir ve düğümleri kesip attıktan sonra, kopuk ip parçalarını birbirine bağlamanın yani ipi bütün haline getirmenin zor ama maliyetinin, ipin yakılmasından sonra yeni bir yaratmaktan daha düşük olduğu söylenebilir. Sekizincisi; 1923-1950 arası döneme dair ‘demokratik’ nitelendirmesi yapmak için sadece ‘siyaset ağalığı’ kurumunun oluşmamış olmasının bile tek başına delil teşkil edebileceği gerçeğinin ihmal edilmemesi gerekliliğidir. Bilindiği üzere 1950-1960 21 arası dönemin en belirgin özelliklerinden bir tanesi de yeni ağalık müesseselerinin oluşmasıdır: Baraj, köprü yapımının sonucu olarak ‘su ağalığı’, 1950 lerin sonlarına doğru toprak ağalarının birikiminin hafif sanayiye dönüşmesi ile ‘sanayi ağalığı’, dış kaynaklara bağımlılığın artmasının bir sonucu olarak ‘kredi ağalığı’, din istismarcılığının ürettiği ‘din ağalığı’ ve tüm bu ağalıkların hem yaratıcısı hem de sonucu olarak ‘siyaset ağalığı’. İşte böyle bir ortamda yapılan 1961 Anayasasının da bu ağalıkları kaldıramamış, üstelik yeni ağalıkların kurulması kaçınılmaz olmuştur. Bu yeni ağalıklar arasında ‘sendika ağalığı’ en belirgin olanlarından bir tanesidir. Şu halde tüm bu ağalıklar içinde demokrasinin kurumsallaşmasını beklemek makul gözükmemektedir. Dokuzuncusu, Mustafa Kemal’in kendi iradesini ulusun iradesi ile aynı görmesinin ulus-devlet inşa sürecinin bir gereği olarak görmemek, aksine Atatürk’e dair ‘diktatör’ çağrışımlarını anımsatacak değerlendirmelerde bulunmak dönem inceleyicisini dogmatizme götürecektir. Çünkü cumhuriyetin kurulduğu dönemde halk ‘padişahım yok yaşa’ demekten yeni çıkmıştır ve Tanrının yeryüzündeki gölgesi kaldırıldığında, bu boşluğun gerici güçlerle doldurulmasından endişelenen Atatürk, bu sorunla mücadelede, ki bu sorunla mücadele Devrim sürecinin yerleştirilmesinden bağımsız düşünülemez, karizmatik kişiliğini kullanmıştır. Şu halde Atatürk’ün kendisini tanrılaştırdığını iddia etmek doğru değildir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Atatürk, ‘tanrılaştırma’ eylemi yapmıştır. Fakat Atatürk’ün tanrılaştırmaya çalıştığı kendisi değil, Türk ulusudur. Şu halde, Türk ulusuna, ulusun kendi kutsallığını öğretmek ve ulusa bunu kanıksatmak için, kendi kişiliği üzerinden bir kutsallaştırmaya gitmesi, akıllıca bir yöntemden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu yöntemi, Nurullah Ataç’ın Atatürk için ‘Tanrıtürk’ olduğunu söylemesine dayanarak, ‘Atatürk’ün kendi kendisine tapındırdığı’ şeklindeki ifadelere indirgemek, gülünç olmanın ötesinde cehaletin esiri olmaktan kurtulamamakla açıklanabilir. Çünkü Ataç, kendi duygusunun ifadesi olarak, bu betimlemeyi, Atatürk’ün ölümünden sonra yapmıştır. Benzer şekilde ‘Nutuk, Kuran ve Hadis arasında bir yerde durur’ şeklindeki nitelendirmeler, bilimsel bir bakışla tartışılmaya müsait değildir. Burada yapılmaya çalışılan 6. asırda gerçekleşmiş olan İslam Devrimi ile 19. asırda gerçekleşmiş olan Türk Devrimini mukayese etmek ise, böyle bir mukayesenin bilimin sınırları içinde yapılması mümkün değildir. Onuncusu, bir ülkenin aydınlarının erdemli yaşama ülküsünü kaybetmişse, o ülkede yozlaşan sadece yasalar olmaz, siyasi, iktisadi ve toplum sistem bütün olarak yozlaşmaya mahkum olur. Daha ötesi bu yozlaşma yasanın, hatta anayasanın değiştirilmesi ile çözülemez. Zihniyet değişikliği gerekir ve bu zihniyet değişikliği içinde aydınların rehberliğinden istifade edilmelidir. Elbette Türkiye örneğinde, rehberliğinden istifade edilecek aydınların Türk Devrim felsefesine ve ilkelerine bağlı olanlardır. Aksi halde Türk demokrasisinin tasfiyesinden ve zincir etkisiyle iktisadi ve toplumsal sistemin, son kertede Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çöküşünden başka bir sonuca varılamaz. 22 Çalışmanın yukarıda özetlenmeye çalışılan hususlar göz önünde bulundurularak kaleme alınmış olduğunun altını çizmek gerekir. Çalışmanın iki temel amacı mevcuttur. Birincisi, Derginin Türkiye için nasıl bir siyasi, iktisadi ve toplumsal sistem öngördüğünü ve bu öngörü üzerinden çizgisinin ne olduğunu belirlemek; ikincisi ise Derginin öngördüğü Türkiye tasarımının 1961 Anayasasında ifadesini bulup bulmadığını tespit etmektir. Bu çalışmayı yapmaktaki maksat, bugün Türkiye’de eksikliği duyulan ama bir zamanlar var olan, bireysel kurtuluş kaygısı gütmeyen Türk aydın modelini ortaya koymak, zayıf bilgilerin gölgesinde sığ analizler yaparak gündem oluşturmak yerine disiplinli düşünme anlayışı sunmanın sorumluluğunu duyan bir akademik dergicilik örneği üzerine ışık tutmak, ülke meselelerinin çözümünün bilimde olduğu ilkesinden sapılması durumunda ülkenin felaketlere açık olduğuna işaret etmek, fikir damarları açık aydınların ülkenin toplumsal, siyasi ve iktisadi sisteminin işleyişine katkısının gerekli olduğunun altını çizmektir. Bu amaçlar gerçekleştirilmeye çalışılırken, Derginin yayınlandığı dönemde Demokrat Parti iktidarda olduğundan, çalışmanın, aynı zamanda Demokrat Partinin iktidarda bulunduğu yılların tarihini de sunması kaçınılmaz olacaktır. Çalışma ile cevaplanması planlanan sorular şunlardır: Derginin ortaya çıkışını hazırlayan koşullar nelerdir? Derginin çizgisi nedir? Derginin çizgisine dair bir dönemleştirme yapılabilir mi? Dergi yazarlarının çeşitli partilerde görev almış olmalarının Derginin çizgisine tesiri olmuş mudur? Dergi, incelenecek olan yedi yıllık yayın hayatında tarafsızlığını koruyabilmiş midir? Dergi nasıl bir Türkiye tasarımı sunmaktadır? Dergi dönemin Türkiye’sindeki temel sorunların neler olduğunu düşünmektedir? Bu sorunlara getirdiği çözüm önerileri nelerdir? Dergi hangi çevrelerde nasıl bir etki uyandırmıştır? Derginin başarı ve başarısızlık hanesine neler yazılabilir? Dergi Türk Silahlı Kuvvetlerin 27 Mayıs 1960 müdahalesini yapmasında etkili olmuş mudur? Derginin 1961 Anayasasına kaynaklık ettiği ne dereceye kadar kabul edilebilir? Çalışmada, Derginin 1954-1960 yıllarında çıkan 150 sayısında yer alan ‘başyazı’, ‘onbeş günün notları’ ve ‘incelemeler’ bölümleri değerlendirmenin ana kapsamında tutulmuştur. Ayrıca Dergi ile okurlar arasındaki iletişimi göstermek bakımından ‘okurların forumu’ bölümü de değerlendirmeye zaman zaman dahil edilmiştir. Bunun yanı sıra, 150. sayıyı takip eden 35 sayının da -15 Aralık 1961 tarihli 185. sayı da dahil olmak- üzere çalışmanın sağlığı açısından incelenmesinin faydalı olacağı düşünülmüş ve bu bağlamda ana kapsamda olmamakla birlikte söz konusu 35 sayı da incelenmiştir. Çalışmanın araştırma modeli ‘belgesel tarama/içerik çözümleme’ olarak belirlenmiştir. Esas inceleme kapsamında olan 150 sayı, dönemin kendi koşulları içinde incelenmiştir. Bu inceleme yapılırken, dönemin diğer süreli yayınları da taranmış ve dönemi aydınlatması bakımından anı/tarih romanlardan faydalanılmıştır. Ayrıca Forum’da yazmış, hala hayatta olan ve mülakat talebini kabul eden kaynak kişilerin bilgisine başvurulmuştur. Mülakatlara çalışmanın sonunda yer verilmiştir. 23 Çalışmada şöyle bir yol izlenmiştir: Önce 185 sayı bir kez baştan sona okunmuştur. Bu ilk okumanın genel bir fikir edinmeye yönelik olduğunun altını çizmek gerekir. Dönemin diğer süreli yayınları da aynı dönemde taranmıştır. Nitekim bu sayede çalışmada hangi bölümlerin yer alacağı ve hangi bölümlerin altına kaç alt başlık açılacağı belirlenmiştir. Hazırlanan bu plana göre Dergide, hangi bölüm için hangi yazılardan istifade edileceği belirlenmiştir. Mülakatlar bu aşamadan sonra gerçekleştirilmiştir. Mülakatlar yapılırken anı/tarih romanları okunmuştur. Bu aşamadan sonra ikinci okumaya geçildiğinde dönemin içine girmek için gerekli donanımın edinildiği düşünülmüş ve ikinci okuma yapılmıştır. İkinci okumada Dergi sayı sıralaması değil, çalışma planındaki bölümler esas alınmıştır. Yazıların tasnifi üzerinden yapılan bu ikinci okumada, başta kullanılmasına karar verilen ancak ayrıntılı okumada tekrar içerdiği anlaşılan yazılar çalışma planından çıkartılmıştır. Böylece Forum’un sunduğu siyasi, toplumsal ve iktisadi program da ortaya çıkmıştır. Daha sonra ortaya konulan bu program üzerinden, programa ilişkin inceleme yapmada kılavuzluk edilecek kaynaklara başvurulmuştur. Bu kaynakların kimisinin tamamı, kimisinin ise ilgili kısımları okunmuştur. Bu aşamadan sonra yazım aşamasına geçilmiştir. Yazım aşamasına dair altı çizilmesi gereken husus, Forumcuların, bu çalışmada yazılanları tam olarak amaçlayıp amaçlamadıklarını bilmenin imkanı olmadığıdır. Şöyle ki, her ne kadar kaynak kişiler ile konuşulmuşsa da, kaynak kişilerin 1950 lerden bu yana yaşadıklarının bir sonucu olarak, bugünden geçmişi yeniden yazma eğilimi içinde olabilecekleri göz ardı edilmemiştir. Dolayısıyla esas olarak Dergi yazılarındaki söylenenlere bağlı kalınmıştır. İşte tam da bu noktada, 1950 lerin yazılarını bugünden okumaktan kaynaklı, Forumcuların savunmadığı ancak onlara atfedilen görüşler olma ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçi böyle bir tehlikeyi bertaraf etmek için yani bir yanlış anlamaya mahal vermemek için alıntılar olabildiğince uzun tutulmaya çalışılmış, ki bu sayede bir anlam kaymasının doğması engellenmeye çalışılmıştır. Aynı amaca yönelik olarak, alıntılarda dil ve yazım şekli de korunmuştur. Ancak tüm bu tedbirlere rağmen, değerlendirme 2006-2007 Türkiye’sinden yapıldığından, hata payının sınırı ile ilgili kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Derginin görüş ve önerilerine ilgili bölümlerde etraflıca yer verilmiş olduğundan, bu görüş ve önerilerin 1961 Anayasasının hangi maddesinde ne şekilde somutlaştığı, yani ‘Forum böyle diyordu, Anayasadaki madde böyle diyor’ şeklinde bir yol izlenmemiştir. Çünkü bunun, tüm bölümlerin bir tekrarı olacağı düşünülmüştür. Öte yandan ‘Sonuç’ kısmı uzun tutulmuş ve bu kısımda 1961 Anayasa sisteminin neler öngördüğü özetlenmeye çalışılmıştır. Bir diğer ifadeyle, Forum’un hangi görüş ve önerilerinin Anayasada ifadesini bulduğu, Dergideki yazıların içeriği tekrarlanmadan belirtilmeye çalışılmıştır. Yine sonuç bölümünde, 1961 sisteminin uygulandığı 1961-1980 arası dönemin siyasi, iktisadi ve toplumsal fotoğrafı çekilmiş, ancak bu fotoğraf çekilirken detaylara girilmemiş, 1961 Anayasa sisteminin uygulanmasının sonuçları bir özet şeklinde sunulmuştur. Forumcuların, incelenen dönem sonrasında ne yaptıklarına ise kısa bilgi mahiyetinde yer verilmiştir. Bu sayede, genel olarak, Forumcuların, Forum Dergisinde yazarken savundukları görüşleri sürdürüp sürdürmedikleri belirlenmeye çalışılmıştır. 24 Çalışmada, sınıfsal çözümleme yapılmamıştır. Çünkü dikkatli bir dedektiflik yapıldığında Türkiye’de sınıflaşmadan ancak 1960 lı yıllarda söz edilebileceği düşünülmektedir. Burada, ‘sınıf’ ile kastedilen, bir grup insanın gelir miktarı ve kaynaklarının aynı olması, bu aynılığa istinaden de, bu grupta yer alan kişilerin kendi çıkarları ile grubun çıkarlarının artırılması arasındaki paralelliği görmeleri, aidiyet bilincinin oluşması, bunun bir sonucu olarak grubun ve dolayısıyla kendilerinin çıkarlarını fazlalaştırmak için bir araya gelmeleri, örgütlenmeleri veya en azından grubun çıkarlarını savunan örgütleri desteklemeleri, diğer grupların çıkarlarını fazlalaştırmalarının kendi grubunun aleyhine işlediğini fark etmeleri, hak ve özgürlüklerini kullanırken ait olduğu grubun çıkarlarını göz önünde bulundurmalarıdır. Şu halde sınıflaşmanın varlığı, sınıf çıkarlarının tanımlı olmasına diğer bir deyişle sınıf bilincinin oluşmasına bağlı ve farklı sınıflar arasındaki etkileşimde bu tanımlı çıkarların belirleyiciliği üzerinden ittifak veya itilafın gerçekleştirilmesine içkindir, denilebilir. Dolayısıyla çalışmanın kapsadığı yıllar için bir sınıflaşmanın oluştuğunu iddia etmek zorlama olacaktır. Bununla beraber, söz konusu yıllara dair ‘sınıflaşmaya geçiş yılları’ nitelendirmesini yapmak yanlış olmaz. Nitekim dönemin ‘geçiş süreci’ arz etmesi sınıf analizi yapmaya imkan vermemiştir. Türk siyasal, iktisadi ve toplumsal gelişmelerinin Batı Avrupa’daki gelişmelerden farklı oluşması 1960 lı yıllara kadar olan dönemi ikili modelle açıklamayı zorunlu kıldığı düşünülmektedir. 1960 lı yıllardan itibaren ise ikili modelin çözümleyiciliğini tamamen kaybetmediği, ancak bu modelin yanına sınıfsal öğenin eklenebileceği varsayılmaktadır. Bu bağlamda Türk siyasetinde kullanılan ikili modelleri burada özetlemek uygun olacaktır. Bilindiği üzere Şerif Mardin, Osmanlı-Türk siyasal yaşamını merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde çözümlemeye çalışır. Bu çözümlemeye göre Osmanlı-Tük siyasal yaşamı, devleti elinde tutan ‘merkezdeki bürokratlar’ ile onlara tepki gösteren ‘çevresel grupların’ etkileşimi ile belirlenir. Çevredeki grupların temsilcileri ayan ve eşraftır. Bunlar zamanla çevredeki halkla bütünleşir. Merkez ise devlet ve onun temsilcileridir. CHP bürokratik merkezi, DP ise demokratik çevreyi temsil eder. İkili çözümlemeyi Kemal Karpat’ta da bulmak mümkündür. Karpat’a göre ulusal devletlerin ortaya çıkışında lider kadro ‘devletçi’ ya da ‘yönetici’ denilebilecek bazı gruplar oluşturur. Nitelikleri Batıda gelişmiş olan ‘orta sınıf’lardan farklıdır. Daha otoriter ve çağdaş eğilimleri vardır. Siyasal kudret bunların elinde toplanmıştır. Hızlı ekonomik kalkınmayı amaçlarken, doktriner olmaktan çok pragmatik bir yaklaşım belirlerler. Merkezi bürokrasi doğal olarak bu grupların denetimi altındadır. Karpat, ulusal devletin yaratılması sırasında yeni mesleki grupların ortaya çıktığını söyler. Bu yeni gruplar siyasal ve ekonomik felsefe bakımından, yönetici seçkinlerle aynı yaklaşıma sahip değillerdir. İkili modelle açıklama girişimine bir diğer örnek olarak İdris Küçükömer’in ‘Doğucu-İslamcı halk cephesi’ ile ‘Batıcı-laik-bürokratik gelenek cephesi’ verilebilir. Küçükömer’inkine benzer bir diğer çözümleme Mustafa Akdağ’ın çözümlemesidir. Akdağ’a göre 1908-1972 arası siyasal partiler ‘ilerici-devrimci’ ve ‘gelenekçi-liberal’ olarak iki cephede incelenebilir. 25 Emre Kongar’a göre ise Osmanlılardan beri Türk siyasal yaşamı iki genel cephe arasındaki etkileşimlerle belirlenir. Birinci cephe ‘devletçi-seçkinci’ cephe (Genç Osmanlılar, Genç Türkler veya IT, Kemalistler, CHP), ikincisi ise ‘gelenekçi-liberal’ cephedir (Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Ahrar Partisi, Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, Serbest Cumhuriyet Partisi, DP, Adalet Partisi). Kongar’a göre, devletçi-seçkinci cephe Osmanlılardan beri merkezi otoriteyi temsil eden, ülkeyi Batı modeline göre devletçi ve seçkinci bir yaklaşımla biçimlendirmeye çalışan sivil ve asker aydın bürokratlardan ve onların müttefiklerinden meydana gelir. Öte yandan birinci cephenin Batıcılığına karşı, mevcut düzeni İslam dinine ve Osmanlı geleneklerine sığınarak savunmaya çalışanlar gelenekçi niteliğe sahip ikinci cepheyi oluştururlar. Birinci cephenin devletçilik ve seçkincilik yaklaşımına bir tepki olarak bunlar siyasal ve ekonomik açıdan liberallik yaklaşımını geliştirirler. Böylece birbirine zıt olan iki kavram gelenekçilik ve liberallik bu cephenin belirleyici niteliği olur. Burada Şerif Mardin, Kemal Karpat, İdris Küçükömer ve Mustafa Akdağ’ın önerdiği modellerin değerlendirilmesi yapılmayacaktır. Şunu belirtmek gerekir ki, ikili modeller içinde bu çalışmanın kapsadığı dönemi açıklamaya en yatkın olanın Emre Kongar’ın modeli olduğu düşünülmektedir. Öte yandan bu modelin, 1920 sonrasını açıklamada elverişli olmadığı düşünülmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Kongar’ın modelinin 1865-1920 arası yıllar için açıklayıcı olduğu, fakat 1920-1965 arası dönemi açıklamada sorunlu olduğu düşünülmektedir. Burada hemen belirtmek gerekir ki Kongar, iki cephe arasındaki çatışmayı 1969 ile sınırlandırmıştır. Çünkü Kongar, bu tarihten itibaren CHP’nin seçkinci yaklaşım yerine halkçı bir görüş uygulamaya başladığını düşünmektedir. İşte bu çalışma ile, 1920’ye kadar olan dönem için Kongar’ın modeli benimsenmekte, 1920’den sonraki dönem için ‘devletçi-seçkinci cephe’ yerine ‘cumhuriyetçi demokrat’, ‘gelenekçi-liberal cephe’ yerine de ‘liberal demokrat’ cephe modeli önerilmektedir. Şu halde Kongar’ın modeli esas alınarak, 1965 yılı ile sınırlandırılan bu ‘yeni’ modelin özgünlük iddiası yoktur. Bunu, Kongar’ın modeline bir katkı çabası olarak değerlendirmek uygun olacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki, Kongar’ın 1969 ile sınırlandığı modelin, 1965 yılı sınırlandırılması, CHP’nin bu tarihten itibaren cumhuriyetçi demokrasiyi temsil etmediği varsayımına dayanmaktadır. Bu konuya açıklık getirmek yerinde olur. Cumhuriyetçi demokrat ideolojinin CHP tarafından, Bülent Ecevit’in genel sekreter olduğu 1966 yılından sonra temsil edilmediği görüşü, Ecevit’in cumhuriyetçi demokrasi ile sosyalizmi sentezlemiş olması kabulüne dayandırılmaktadır. Partinin genel başkanlığına 1972 yılında geçen Ecevit, bu tarihten itibaren, CHP’deki cumhuriyetçi demokratları tasfiye etmiştir. CHP, 1973 ve 1977 seçimlerinden birinci parti çıkmıştır, ancak bu iki seçimde CHP’nin göreli başarısı cumhuriyetçi demokrasinin değil ‘demokratik sosyalizm’in başarı hanesine kaydedilebilir. Hemen belirtmek gerekir ki ‘demokrasi’ ile ‘sosyalizm’ birbiriyle kan uyuşmazlığı olan iki kavramdır. Şu halde bu iki kavramın bir araya getirilmesi ‘milli sosyalizm, liberal 26 sosyalizm, muhafazakar demokrasi’ gibi zorlama tamlamalar zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Türk demokrasi tecrübesinin kendine özgü olduğu açıktır. Bunun sebebini Türk Devrim tecrübesinin de özgünlüğünde aramak gerekir. Dolayısıyla bu ‘kendine özgü olma’ halinin ‘demokratik sosyalizm, milli sosyalizm, liberal sosyalizm, muhafazakar demokrasi’ gibi ideolojileri doğurduğu da inkar edilecek değildir. Öte yandan, birbiriyle kan uyuşmazlığı olan kavramların bir araya getirilmesi suretiyle yapılan bu gibi ideoloji tasarımlarının, Atatürkçülüğü ‘kurucu düşünce’ olarak değil, bir ideoloji olarak görmenin bir ifadesi olmaları bakımından, Türk demokrasisine zarar veren ideolojiler olarak değerlendirmek mümkündür. Bu bağlamda demokratik sosyalizmi, iktidara gelebilmiş olması bakımından, bu zorlama tamlamalı ideolojiler arasında, Türk demokrasisine en çok zarar veren ideolojilerden biri olarak saymak yanlış olmayacaktır. Nitekim ‘demokratik sosyalizm’in ilk çıkışında kendini cumhuriyetçi demokrasi kılıfı içinde sunması, sadece CHP’nin ulus-inşa döneminden getirdiği aktantlık mirasına darbe indirmemiş aynı zamanda, cumhuriyetçi demokratların da Türk siyasal yaşamında ‘seçkinci, despot’ olarak itham edilmelerine sebebiyet vermiştir. Şu halde, CHP’nin 12 Eylül askeri darbesinden sonra diğer partilerle beraber kapatılmasını, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin iflası olarak değerlendirmek doğru gözükmemektedir. Nitekim, CHP, tekrar açıldığında yani siyasal yaşama tekrar girdiğinde de cumhuriyetçi demokrasiyi değil sosyal demokrasiyi benimseyecektir. Hatırlanacağı üzere, 12 Eylül darbesi sonrasında kurulan SHP, CHP’nin tabanına talip olmuştur. Bu partinin içinde cumhuriyetçi demokratların varlığı da inkar edilecek değildir. Fakat SHP, aynı zamanda içinde, Kürtçüleri, demokratik sosyalistleri, liberal sosyalistleri, milli sosyalistleri de barındırmıştır. Dolayısıyla SHP, adı ile uyumlu olarak sosyal demokrasi ideolojisini savunmuştur. Bu partinin, CHP’ye katılması ile ise CHP, sosyal demokrat bir parti olacaktır. Şu halde, Türkiye’de cumhuriyetçi demokrasiyi savunan bir partinin 1965 yılından itibaren Türk siyasal yaşamında mevcut olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, sosyal demokrasiye ilişkin kısa bir değerlendirme yapmanın, önem arz ettiği düşünülmektedir. Kuşkusuz Türk siyasal yaşamında sosyal demokrasi ideolojisinin mevcudiyeti demokrasinin bir zenginliğidir. Ancak, Türk Devrim sürecinin tamamlanmadığı, Türk modernleşmesinin yarıda kaldığı bir ortamda, tıpkı liberal demokrasi ideolojisi gibi sosyal demokrasinin de iktidara gelmesi, Türkiye’nin Batı ülkelerinden biri halini alması sürecini yavaşlatan, liberal demokrat ideolojiyle mukayese edildiğinde daha sorunlu olmamakla beraber, sürecin tamamlanmasında elverişli bir ideoloji değildir. Çünkü sosyal demokrasi, Türkiye’de cumhuriyetçi demokrasiden liberal demokrasiye geçişte bir ara kademe ideoloji olarak gelişmiş, bu sebeple liberal demokratlar tarafından da tasvip görmüş, cumhuriyetçi demokrat ideolojinin demokrasi karşıtlığı olarak algılatılmaya çalışılmasına hizmet etmiştir. Bu tespiti anlaşılır kılmak açısından sosyal demokrasinin Türk siyasal yaşamına girdiği dönemi hatırlatmak faydalı olacaktır. 27 Sosyal demokrasi, Cumhuriyet öncesinde, II. Meşrutiyet sonrasında, bu görüşü savunan partilerin kurulmasıyla Türk siyasal yaşamına girmiştir. Gerçi bu partiler, İttihat Terakki uygulamaları ile kapanmış ancak Milli Mücadele yıllarında sosyal demokrasi tekrar can bulmuştur. Nitekim sosyal demokrat İştirakçi Hilmi Beyin İstanbul’da İngilizler tarafından, Mustafa Kemal Anadolu’da iken desteklendiği hatırlandığında, daha ötesi Hilmi Beyin, Kuvvayi Milliye hareketine getirdiği eleştiriler göz önünde bulundurulduğunda, Devrim ilkelerinin kaynağını aldığı Milli Mücadele dönemi ile sosyal demokrasi ideolojisinin doğuşunun nasıl bir tezatlık içerisinde olduğunu anlamak güç değildir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu tezatlığın ilelebet baki kalacağını iddia etmek de yerinde olmaz. Eğer, Devrim süreci tamamlanmış olsaydı, sınıflar teşekkül etmiş olsaydı, bir diğer ifadeyle Batı demokrasilerindeki toplum yapısının bir benzeri Türk toplumunda da tesis edilebilmiş olsaydı, sosyal demokrat bir ideolojinin iktidara gelmesi makul olabilirdi, tıpkı Türk modernleşmesinin tamamlanmasından sonra liberal demokratik bir düzeni savunmanın doğal olabileceği gibi. Kuşkusuz, sosyal demokrasinin cumhuriyetçi demokrasi karşıtlığı ve liberal demokrasiye yakınlık üzerinden kendini var kılması beklenir bir durumdur. Bu ideolojinin tarihsel köklerini 1960 larda Turan Güneş ve onun ekibinde yer alan Deniz Baykal, Besim Üstünel gibi isimlerde aramak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, Turan Güneş önce Demokrat Partide, sonra Hürriyet Partisinde liberal demokrasi savunuculuğu yapmış, Hürriyet Partisinin Cumhuriyet Halk Partisi ile birleşmesinden sonra CHP içinde yer almıştır. İnönü’nün CHP liderliği döneminde, parti içinde, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine karşı muhalif cephede, Ecevit’in düşüncelerini savunan ‘demokratik sosyalistler’ ile Turan Güneş’in düşüncelerini savunan ‘sosyal demokratlar’ yer almışlardır. Bu iki grubun birlikte hareketi, CHP’den cumhuriyetçi demokrasi ideolojisini silmiştir. Bu bağlamda, sosyal demokrat ideolojinin, liberal demokrat ideolojiden fazla olmamak kaydıyla; Türk iktisadi, siyasi ve toplumsal hayatına verdiği zarar, 1990 larda ve 2000 lerde belirginleşmiştir. Bu zararlardan en ağırı, SHP’nin, Kürtçülüğün meşruiyet kazanmasına aracılık etmiş olmasıdır. Sosyal demokrasi ideoloji, farklı ideolojik arka planların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur. Marks’ın ve takipçilerinin işçilerin kapitalist sistem içinde sömürülmesine duydukları öfkeyi paylaşır. Ancak sosyal demokrasi Marksizmden araç ve amaç bakımından ayrılır. Sosyal demokrasi ideolojisi kuramsal olarak devrimciliği reddeder, reformcudur. İşte Türkiye’deki sosyal demokratlar da kurucu düşüncenin devrimcilik ilkesi ile Marksizmden miras reformculuk arasında bir sentez yapmaya çalışmışlardır. Sosyal demokrasi sınıfsız bir toplum öngörmez, demokrasi ideolojileri içinde yer almasının sebebi, nihai amacının demokratik bir rejim olmasındandır. İdeoloji, sınıflaşmayı ‘alt, orta, üst sınıf’ şeklindeki tasnifin özel ifadesi olarak ‘mavi yakalı, beyaz yakalı veya küçük burjuva, büyük burjuva’ şeklinde yapar. Sosyal devlet ilkesi ‘hiç kimsenin ihtiyaç içinde olmamasını temin’ üzerinden tanımlanır. İktisadi alanda, devletin sınırlı olmak kaydıyla müdahalesini kabul eder. Fakat iktisadi faaliyetler, ‘ulusal’ olmak zorunda değildir. İşte bu noktada ideoloji, liberal demokrasiye yaklaşır. Sosyal demokrasi, liberal demokrasinin kuram ve pratik arasındaki farkı gidermeye çalışan bir ideoloji olarak 28 kendini göstermektedir. Dolayısıyla sosyal demokrasi ideolojisinin ‘pragmatik liberal demokrasi’ olarak nitelendirilmesi yanlış olmayacaktır. Bu açıklamalardan sonra, Kongar’ın modeli ile sunulan yeni modelin ilişkisi bahsine dönülürse; Kongar’ın modelinin 1920’den sonra açıklayıcı olmadığı varsayımını izah etmek uygun olacaktır. Kongar’ın; her iki cephenin gelişimi bakımından; 1875-1872 arası Genç Osmanlılar, 1908-1918 arası İttihat ve Terakki, 1918-1920 arası Müdafaa-i Hukuk örgütleri için devletçi-seçkinci cephe; öte yandan aynı tarihsel dönemler için sırasıyla padişah, padişah ve Hürriyet ve İtilaf, padişah ve İstanbul hükümetleri için gelenekçi-liberal cephe nitelendirmesinin açıklayıcı olduğu düşünülmektedir. Fakat 1920-1923 arası Büyük Millet Meclisindeki Birinci Grup, 1923-1950 arası Cumhuriyet Halk Partisi, 1950-1960 arası Cumhuriyet Halk Partisi, 1960-1969 arası Cumhuriyet Halk Partisi için devletçi-seçkinci cephe; öte yandan aynı tarihsel dönemler için sırasıyla Büyük Millet Meclisindeki İkinci Grup, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi için gelenekçi-liberal cephe nitelendirmesinin açıklayıcı olmadığı düşünülmektedir. Türk demokrasi tarihi 1920’den başlatıldığına göre, ki TBMM’nin açılmasını demokrasinin başlangıcı saymak doğrudur, Kongar’ın modeline 1920 sonrası için demokrasiyi yerleştirme zorunluluğu doğar. Bu dönemde Ulusal Kurtuluş Savaşı verilmesine rağmen, Atatürk’ün demokratik usullere bağlı kalmaya özen gösterdiği bilinen bir gerçektir. Burada, ‘demokrasi’nin modele eklenmesi, modelin cephelerinin yeniden isimlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Şu halde devletçi seçkinci cephenin devamının cumhuriyetçi demokrat, gelenekçi-liberal cephenin devamını da liberal demokratlar oluşturuyor, denilmesi uygun gözükmektedir. Bununla beraber, 1920-1923 arası dönemde Büyük Millet Meclisindeki birinci grup için ‘cumhuriyetçi demokrat’ nitelendirmesi tam otururken, ikinci grup için ‘liberal demokrasi’ nitelendirmesinin oturmadığı öne sürülebilir. Bu iddianın haklılık payı vardır. Ancak şunu kabul etmek gerekir ki her ne kadar ikinci grubun temel yaklaşımı ‘sultanlığın ve halifeliğin korunması’ da olsa, İkinci Grup başkanı Hüseyin Avni Beyin “Meclis İsterse Padişahı da getirir”2 ifadesini liberal demokrasi ideolojisinin ‘bir nüvesi’ olarak görmek mümkündür. Hüseyin Avni Beyin bu sözünün tercümesi, ‘seçimle gelen padişah’tır. Seçimle gelen padişah, seçimle de gidebilecektir. Liberal demokrasinin seçimle her geleni ‘kutsal’ saydığı hatırlandığında, daha ötesi en basit ifadeyle, sandıkçılık ile demokrasi özdeş sayıldığı göz önünde bulundurulduğunda, Hüseyin Avni Beyin Cumhuriyetin liberal demokratlarının atası olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Kuşkusuz Batı Avrupa ülkelerindeki liberal demokratların ataları ile Hüseyin Avni Bey arasında bir benzerlik yoktur. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de siyasetin, iktisadın ve toplumun 2 TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 27, s.47. 29 gelişmesi süreci zaten dünyanın hiçbir yerindeki bir ülke ile benzerlik oluşturmamaktadır. Şu halde, Türkiye’nin liberal demokratlarının da Türkiye’ye özgü olmasında şaşılacak bir taraf yoktur. Bununla beraber şunu atlamamak gerekir ki, Türk siyasal yaşamında liberal demokrasi ideolojisi gelenekçilikten beslenerek geliştiğinden, sonraki yıllarda da liberal demokratlar bu gelenekçi öğeyi muhafaza edeceklerdir. Nitekim İslamcılık, bu kanalı kullanarak, liberal demokrat kanat altında mevzilenebilecektir. Bu noktada, şunu belirtmek gerekir ki Türkiye’de muhafazakarlık liberalizm kılıfı içinde var olmuştur. Burada ‘milli sosyalizmin’ cumhuriyetçi demokrasi kılıfı içinde kendini sunmasını hatırlamak uygun olacaktır. Nitekim az gelişmiş ülke ideolojilerinde, ideolojinin ‘olduğu ile göründüğü veya kendini sunduğu’ arasında fark sıklıkla rastlanır bir durumdur. Türkiye için ‘az gelişmiş’ ifadesini kullanmanın doğru olmadığını düşünülebilir. Fakat gelişmemiş ülkeleri az gelişmiş, az gelişmiş ülkeleri de gelişmekte olan ülkeler şeklinde nitelendirmek, gelişmiş ülkelerin gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik izledikleri ‘nazik diplomasi’nin (!) bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Yoksa bu nazik diplomasi, ülkeleri gerçekte bulundukları yerden bir yukarıya taşıyabilmiş değildir. Tekrar Türkiye’de muhafazakarlığın liberalizm kılıfı içinde var olduğu varsayımına dönülürse, bunun sebebini kurucu düşüncenin gelenekçiliğe karşı almış olduğu keskin tavırda aramak yanlış olmaz. Kurucu düşünce, ulus-devleti yaratırken, muhafazakarlığı, modernleşmeyi yavaşlatıcı bir unsur olarak saydığından, muhafazakar kesimler, muhafazakar taleplerini liberallik adı altında sunabilmişlerdir. Bugün dahi tüm gerici taleplerin gerçekleştirilmesi liberalleşme olarak topluma sunulmaktadır. Dolayısıyla Türk siyasal yaşamında muhafazakarlar liberal demokrat ideolojiye bağlı oldukları iddiası üzerinden siyasi alanda meşruiyet sağlamaya çalışmışlardır. Kuşkusuz Batılı anlamda liberal demokrat değillerdir. Şu halde, ilk Meclisteki cepheleşme bahsinde, hilafetçi/saltanatçı İkinci Grubun üyelerini ilk liberal demokratlar olarak saymak yanlış olmayacaktır. Birinci Grubun cumhuriyetçi demokrat olarak sayılmasında da, bu grubun 1920’den itibaren, en azından Atatürk’ün kafasında cumhuriyet fikrinin var olması bakımından, ‘cumhuriyetçi’ olarak nitelendirilmesinin uygun olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda, 22 Haziran 1923 tarihindeki seçimlerde, ilk Meclisteki İkinci Grup mebuslarından çoğunun aday gösterilmemiş olması, İkinci Büyük Millet Meclisine, muhaliflerden sadece Gümüşhane Mebusu Zeki Beyin mebus olarak girebilmiş olmasını, Atatürk’ün kurucu düşüncenin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasiyi belirlemiş olduğunun bir göstergesi saymak mümkündür. Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde ise cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşmesinin örneklerini çok partili yaşama geçiş denemelerinde bulmanın mümkün olduğu düşünülmektedir. Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın liberal demokrasi cephesini teşkil ettiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak bu iki deneyimin başarısızlığı 30 sonrasında, cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşmesinin kendini Cumhuriyet Halk Partisi içinde göstereceğini belirtmek gerekir. Nitekim İsmet İnönü ile ekibi ve Celal Bayar ile ekibi arasındaki karşıtlığını bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmaz. Aslında, çok partili yaşama geçtikten sonra cepheleşme kendini daha somut göstermiştir. Bu sebeple cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşme modelinin en saf halini 1946-1950 arasında CHP-DP karşıtlığında bulmak mümkündür. Yine bu dönemde Cumhuriyetçi Millet Partisini liberal demokrasi cephesinde saymak isabetli olacaktır. 1950-1954 arası ise Demokrat Partinin liberal demokrasi ideolojisine kısmi bağlılığını sürdürdüğü, fakat liberal demokrasi cephesinde bulunmaya devam ettiği yıllar olarak kabul edilebilir. Burada, liberal demokrasi cephe bakımından, partilerin yer aldıkları varsayılan cephe ile cephenin ideolojisi arasında birebir örtüşen özellik gösterdikleri düşünülmemelidir. Nitekim, 1954-1960 arası dönemde Demokrat Parti uygulamaları, bu partinin, liberal demokrat bir parti olarak nitelendirmesine izin vermemektedir. Fakat partinin liberal demokrat cephede yer almaya devam ettiğinin altını çizmek gerekir. Türk siyasal yaşamında liberal demokratların atalarının hilafetçi/saltanatçı Birinci Meclis İkinci Grup üyeleri olduğu varsayımı hatırlandığında, 1954-1960 arası dönemde, DP’nin, din özgürlüğü adı altında dini istismar etmesi, demokrasi adına sandıkçılığı savunması, liberal iktisat politikaları adı altında plansız ve programsızlığı hakim kılması, otoriterlik karşıtlığı adı altında kamu görevlilerine husumet göstermesi, milli irade savunuculuğu altında aydınlara yönelik baskı ve şiddet uygulaması, bu partinin liberal demokrat cephede yer almaya devam ettiği varsayımını zayıflatmamakta, aksine güçlendirmektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da, Hürriyet Partisinin liberal demokrat cephede yer alıp, bu cephenin ideolojisi ile partinin ideolojisinin ayniyet arz etmiş olduğu hususudur. Nitekim, cephe ideolojisi ile parti ideolojisinin ayniyet arz ettiği cepheleşme tecrübesinin ilkini 1946-1950 arasında CHP-DP karşıtlığında, ikinci olarak da 1955-1958 arasında CHP-Hür. Parti karşıtlığında bulmak mümkündür. Bununla beraber ikinci tecrübede, her iki partinin de muhalefette olması, bu ideolojik karşıtlığı belirginleştirememiş aksine ideolojik karşıtlık, DP iktidarının antidemokratik uygulamaları sebebiyle, 1957 seçimleri öncesinde, iki parti tarafından ‘kurucu düşünce’ mutabakatı öne çıkarılmıştır. 1957 seçimleri öncesinde, bu mutabakatın öne çıkarılması kararı alınırken, Cumhuriyetçi Millet Partisinin, Hür. Parti ve CHP ile bir güç birliği yapmada pek istekli görünmemesini de bu partinin kurucu düşünceyi sorgular bir tutum içinde olmasında aramak gerekir. Bu bağlamda CMP’nin, liberal demokrasi cephesinde yer aldığını ve DP’ye daha yakın durduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Liberal demokrat cephe bağlamında, cephenin ideolojisi ile bu cephede yer alan partilerin ideolojileri arasındaki mesafeye; cumhuriyetçi demokrat cephede rastlanmaz. Cumhuriyetçi demokrasi cephesinde sayılan CHP’nin ideolojisi 31 cephenin ideolojisi ile ayniyet arz eder. Bunun sebebini, cumhuriyetçi demokrasinin, çok partili yaşama geçinceye kadar olan dönemde kurucu düşüncenin aktantı olmasında aramak gerekir. Zaten bu sebepledir ki, CHP li siyasetçiler, Batı Avrupalı siyasetçiler arasında benzerlik tespit edilebilmektedir. Nitekim Demokrat Partiye CHP’den geçen liberal demokrat siyasetçilerin, DP’ye CHP dışından katılanlar arasındaki fark da bu varsayımı güçlendirmektedir. DP içindeki CHP’den gelen siyasetçilerin, diğer DP lilerden farklı olarak, Batı Avrupalı siyasetçiler ile benzer özellikler taşımalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Burada Türk siyasal yaşamında cepheleşme modelinin açıklayıcı olduğu dönem siyasetçilerinin kurucu düşünce ilişkileri bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir husus, liberal demokrasi cephesinde veya cumhuriyetçi demokrasi cephesinde yer alan partilerin siyasetçilerinin kurucu düşünceyi sorgular bir yaklaşım içinde oldukları oranda, Batı Avrupalı siyasetçi özelliklerinden uzaklaşmış olmalardır. Bu ise, kurucu düşüncenin Batı Avrupa ülkelerini model almış olduğunun ve kurucu düşüncenin ideolojilerin zemini oluşturduğuna delil teşkil etmektedir. Cepheleşme modelinin aktörler topluluğu veya Türk ulusu adına yapıldığı varsayılan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrasında, anayasa hazırlıkları sürecinde, açıklayıcı olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Askerler, anayasa hazırlık sürecinde, kurucu düşünce zeminini aslına uygun olarak tamir etmek için aktant olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmişlerdir. Fakat, DP’nin on yıllık iktidar uygulamaları, kimi cumhuriyetçi demokratları seçkinci demokrasiye savunuculuğuna itmiş olduğundan, anayasa hazırlıkları sürecinde yeni bir ikilik kendini gösterecektir. Aslında seçkinci demokrasinin ilk nüvelerini, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerinden sonra bulmak mümkündür. Bu bağlamda seçkinci demokratların ataları arasında Recep Peker’i saymak yanlış olmayacaktır. Öte yandan, cumhuriyetçi demokrasi ve seçkinci demokrasi arasındaki farklar göz önünde bulundurulduğunda, Peker’in cumhuriyetçi demokrat olarak kabul edilmesinin daha doğru olacağı düşünülmektedir. Şu halde seçkinci demokrasinin asıl kökünü 1954-1960 arası DP uygulamalarında aramak daha isabetli olacaktır. Bu varsayımı anlaşılır kılmak açısından seçkin demokrasi ideolojisini açıklamanın gerekli olduğu düşünülmektedir. Seçkinci demokrat ideoloji, her toplumda fiilen egemenliği elinde tutan bir azınlığın bulunduğunu varsayar. Burada seçkincilik ve demokrasinin nasıl bağdaştırılacağı sorusu akla gelir. Seçkinci demokrat ideolojiye göre, demokrasinin bir hükümet biçimi olarak varlığı, seçkinlerin özgürce oluşmasına imkan yaratılması ve seçkinler arasında iktidar mücadelelerinin kurallara bağlanmış olması bakımından gereklidir. Daha açık bir ifadeyle, seçkinci demokratik sistemde de seçimler vardır ve bu seçimler seçkinler arasındaki rekabetten başka bir şey değildir. Seçkin grupları, seçmen kitlesinin oyunu almak için birbirleriyle yarışırlar. Halkın sisteme katılımı, rakip seçkinler arasında seçim yapabilmesi üzerinden gerçekleşir. Demokrasinin seçkinler arasında bir yarışma olarak tanımlanması durumunda demokrasinin kendisinin ortadan kalacağı öne sürülebilir. Bu bir noktaya kadar haklı 32 kabul edilse bile, şu gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir. Demokrasi kalabalık nüfus sebebiyle doğrudan değil ancak temsili olabildiğine göre, genellikle temsilcilerin açıkça temsil ettiklerinden daha fazla siyasal güce sahip azınlık halini aldıkları gerçeği hatırlandığında, temsil edilenlerin iradelerini uzun aralıklarla gösterebildikleri göz önünde bulundurulduğunda, demokrasi içinde seçkinciliğin kendiliğinden oluştuğu açıktır. İşte bu fiili durum, demokratik rejim içinde seçkinciliğin barınabileceğinin açık göstergesidir. Dolayısıyla seçkincilik ile demokrasinin bağdaşmazlığı iddiası mesnetten yoksundur. Öte yandan kimi despot zihniyetlerin, tutumlarını meşru kılmak için ‘seçkinci demokrasi ideolojisi’ kılıfını kullanmaları da rastlanır bir durumdur, ancak bu, seçkinci demokrasi ideolojisinin despotizm ile ilişkilendirilmesini haklı çıkartmaz. Seçkinci demokratların genellikle despotlukla itham edilmelerinin sebebini, onların demokrasinin erişilmesi imkansız bir ideal olarak görülmesi gerektiği varsayımını kabul etmelerinde aramak isabetli olur. Seçkinci demokratlara göre, demokrasinin insanların tümüyle kendi kendilerini yönettikleri, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir ideal olduğundan, demokrasiye geniş kütlenin katılımı için genel oy, eşit oy gibi ilkeler getirilmesi mücadelesi verilmesi yararsız bir çabadır. Çünkü hangi düzenleme yapılırsa yapılsın, fiilen geniş halk kümelerinin yönetimi sorununun, seçkinciliği, ister istemez doğuracağı varsayılır. Hemen belirtmek gerekir ki, seçkinci demokrasi, bireylerin seçkin kısma girip çıkma devingenliğini kabul etmekle kalmaz, daha ötesi, bu devingenliğin sürdürülmesi yönünde tedbir alınması gerekliliğini savunur. Bu ise seçkinci demokrasinin despotizm ile mukayese götürmediğinin en somut ifadesidir. Seçkinci demokraside, demokratik rejimin kurumsallaşması için şunlar öne sürülür: Seçkinlerin nitelikli olması, seçkin devingenliğinin sürdürülmesi, her kurum ve kuruluşun seçkinler tarafından yönetilmesi, seçkinler arasında rekabet koşullarının kurallara bağlanması ve bir öz-denetim mekanizmanın işletilmesi, ki bu yolla seçkinler arasında hoşgörünün yerleşeceği varsayılır. Burada dikkat çekilecek husus, yığınlar içinden ‘seçkin devşirmesi’nin sürekli kılınması hem demokratik rejimin kurumsallaşmasının bir sebebi hem de demokrasinin bir sebebi olarak görülmesidir. Devletin, yığınlar içinde nitelikli insanların seçkinleştirilmesi, ilerleme ile tepeye ulaşmalarını özendirici tedbirleri alması beklenir. Bir diğer ifadeyle özellikle eğitim araçları üzerinden bu özenmenin canlı tutulmasını önemli bulunur. Bu, seçkin gruplar arasında doğabilecek birbirini yok etme eğilimini bertaraf edecek bir tedbir olarak kabul edilir. Seçkinleşme yolunun devlet aygıtları ile açık tutulması, düzenin devamının sağlanması için temel güvence olarak görülür. Bu, demokratik rejim içinde, birbirlerinin güçlerini dengeleyen ve sınırlayan seçkinler arasındaki yarışmanın devamlılığının sağlanması bakımından ehemmiyetli bulunur. Halk yığınları ile seçkinler arasındaki mesafe, bu yarışmanın sürekliliği için gerekli görülür. Bu açıklamalardan sonra, Recep Peker’in seçkinci demokratların atası sayılıp sayılamayacağı, sayılamaz ise seçkinci demokrasinin köklerini 1954-1960 arası DP iktidar uygulamalarında aramanın doğru bir varsayım olup olmadığı bahsine dönülürse; şunu kabul etmek gerekir ki, Recep Peker, Türk demokrasisinin 33 yerleşmesi için ‘sınırlı demokrasi’ yerine ‘daha sınırlı demokrasi’ anlayışının işlevsel olduğunu düşünmekteydi. Bununla beraber dikkat çekilmesi gereken nokta, onun bu yaklaşımını ‘halka rağmen halk için’ şeklinde bir noktaya taşıma gayreti içinde olanların, bilimsel düşünce ile ideolojik dogma arasındaki mesafeyi okumaktan uzak kişiler ile bu mesafeyi okumada kurucu düşünce ölçütünü kullanmayanlardan teşekkül ettiği gerçeğidir. Bu ise, Peker’e dair ithamların doğruluğunu şüpheye düşürmektedir. Nitekim, bu kişilerin yapmaya çalıştıklarının, Recep Peker’in düşüncelerine ışık tutmak değil, Recep Peker üzerinden, kurucu düşünceyi tartışmalı hale getirmektir. Kuşkusuz Recep Peker’in uygulamalarında yanlışlar olmadığı iddia edilecek değildir. Böyle bir iddia, bilimsellikten uzak bir değer yargısı olur. Ancak Recep Peker’i tamamıyla yanlış uygulamaların mimarı olarak görmek de bir değer yargısıdır. Ayrıca, Recep Peker’in kimi seçme uygulamalarına işaret ederek, tek parti dönemini diktatörlük rejimi olarak niteleyenler, tahlil gücü ve bilgisi düşük kimselerin zihinlerinde mantık sürçmeleri yaratmak suretiyle, Recep Peker’in yönetim anlayışını tüm tek parti dönemine şamil kılmaya çalışırlar ki, bu, tarihi gerçeklerle de çelişir. Çünkü Recep Peker’in belki kısmen dönemin totaliter rejimlerindeki ‘örgütlenme anlayışından’ esinlenmiş olduğu iddia edilebilir, ama onun bu totaliter yönetimlerin ‘düşüncelerinden’ etkilendiğini iddia etmek, tek amacı 1789 Fransız Devrimi ile 1923 Türk Devrimi arasındaki yüz yılı aşkın süreyi hızlıca kapatmak olan bu kişiye yapılmış haksızlık olur. Bu noktada, Recep Peker’in dönemin totaliter rejimlerinin örgütlenme anlayışından esinlenmiş olma ihtimalini kabul edip, daha sonra ise bu durumun, düşünce yapısında da tesirler uyandırmış olduğuna varan bir tartışma başlatılabilir. Fakat bu tartışma bilimsel olmaktan ziyade bir spekülasyon niteliği taşıyacaktır. Şu halde, seçkinci demokrasi ideoloji ile totalitarizm arasında bir özdeşlik kurmaya çalışmak ve seçkinci demokrasi ideolojisini yok saymak, bunun üzerinden de Recep Peker’i totaliter anlayışa sahip olmakla itham etmek, bu noktadan devam edip 1923-46 ve/veya 1923-1950 arası dönemi antidemokratik ilan etmek ancak ideolojik bir bakış açısı ile açıklanabilir. Bu bağlamda, Peker’in seçkinci demokrasi ideolojisini çağrıştırır uygulamalara imza attığını kabul etmek, öte yandan bu çağrışımın onu seçkinci demokrat olarak nitelendirmeye yetmediğinin altını çizmek gerekir. Dolayısıyla seçkinci demokrasinin Türk siyasal yaşamındaki köklerini 1954-1960 arası dönemde aramak daha doğru gözükmektedir. Özellikle DP’nin popülist icraatlarının, kimi cumhuriyetçi demokratların seçkinci demokratlığa doğru evirilmesinde etkili olduğu söylenebilir. Seçkinci demokratların bir parti tarafından temsil edilip edilmediği sorusu akla gelebilir. Seçkinci demokratlar herhangi bir parti tarafından temsil edilmemekteydiler. Öte yandan Cumhuriyet Halk Partisi içinde bu görüşe sahip kişiler olduğu söylenebilir. Gerçi bu kişiler de açıktan hiçbir zaman, bu ideolojiyi savunmamışlar, aksine kendilerini sadece ya ‘cumhuriyetçi’ ya da ‘demokrat’ olarak sunmuşlardır. Seçkinci demokrasi savunuculuğunun, parti içinden ziyade, üniversitelerde görüldüğünü söylemek mümkündür. 1961 Anayasası hazırlık 34 sürecinde belirginleşen bu ideolojinin savunucuları arasında Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Naci Şensoy sayılabilir. Yine hatırlatmak gerekir ki akademisyen seçkinci demokratlar da, siyasiler gibi, kendilerini sadece ‘cumhuriyetçi’ veya ‘demokrat’ olarak tanımlamışlardır. Fakat akademisyenlerin siyasilerle mukayese edildiğinde, söz ve yazılarına ulaşılabilirlikteki kolaylık, onlardaki ideolojik duruşunu daha açık olarak görmeye imkan vermektedir. Buradan tekrar, cepheleşme modelinin anayasa hazırlıkları sürecinde, açıklayıcı olup olmadığı bahsine dönülürse, yinelemek gerekir ki, askerler, kurucu düşünce zeminin aslına uygun olarak tamiri için aktant olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmişlerdir. Bu seçim, 1961 Anayasasının cumhuriyetçi demokrat bir anlayışın ifadesi olacağının ipucunu vermiştir. Nitekim, anayasa hazırlıkları sürecinde, cumhuriyetçi demokratlar ile seçkinci demokratlar arasındaki karşıtlık iyice belirginleşmiş, bunun sonucunda da, kurucu düşünce zeminin aslına uygun olarak tamir edilmesinin bir gereği olarak, anayasa, nihayetinde, cumhuriyetçi demokratların ağırlıkta olduğu bir komisyonun elinden çıkmıştır. Anayasanın kabulünden sonra gerçekleştirilen 1961 genel seçimleri öncesinde ve sonrasında, cepheleşme modeli açıklayıcılığını yine korumuştur. Bu bağlamda, Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin liberal demokrasi cephesinde; Cumhuriyet Halk Partisinin ise cumhuriyetçi demokrat cephede yer aldığı söylenebilir. Bununla beraber, liberal demokrasi cephesi içinde yer alan partilerin ideolojilerinin cephe ideolojisi ile ayniyet taşıyıp taşımadığı incelendiğinde, YTP’de bu ayniyetin görüldüğü söylenebilir. Öte yandan AP ile CKMP için bunu söylemek olanaklı değildir. Cephenin en muhafazakar temsilcisi hiç kuşkusuz CKMP’dir. Bununla beraber cumhuriyetçi demokrasi cephesinin tek temsilcisi olan CHP incelendiğinde, cephe ideolojisi ile parti ideolojisi arasındaki ilişkinin ayniyet arz ettiğini belirtmek gerekir. Cepheleşme modeli koalisyon hükümetleri dönemi sayılacak 1961-1965 arasını açıklamaktadır. CHP ile Adalet Partisi tarafından kurulmuş olan ilk koalisyon döneminde, cepheleşme en bariz şekilde kendini cumhurbaşkanının seçiminde göstermiştir. AP, koalisyon ortağı olduğundan, karşıtlık sanki YTP-CKMP ile hükümet arasında belirmiş gibi görünse de, AP’nin hükümet ortağı olarak değil, liberal demokrasi cephesinin bir üyesi şeklinde tutum sergilediği bilinmektedir. Türk siyasal yaşamında ‘Ali Fuat Başgil’ hadisesi olarak geçen cumhurbaşkanı seçim krizi, Cemal Gürsel’in bu makama seçilmesi ile atlatılmıştır. CHP, YTP ve CKMP tarafından kurulan ikinci koalisyon döneminde ise, bu cepheleşmenin hükümet içinde CHP ile YTP-CKMP arasında, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosunda da CHP ile AP-YTP-CKMP arasında görüldüğünü söylemek mümkündür. 1961-1965 arası dönemde model açısından dikkat çekilmesi gereken husus, Yeni Türkiye Partisinin liberal demokrat cephede yer alıp, bu cephenin ideolojisi ile YTP’nin ideolojisinin ayniyet arz etmiş olduğudur. Hatırlanacağı üzere; cephe 35 ideolojisi ile parti ideolojisinin ayniyet arz ettiği cepheleşme tecrübesinin ilkinin 1946-1950 arasında CHP-DP karşıtlığında, ikincisinin de 1955-1958 arasında CHP-Hür. Parti karşıtlığında bulunacağı daha evvel belirtilmişti. Üçüncü tecrübe ise 1961-1965 arası dönemde CHP-YTP karşıtlığında görülmüştür. Bu partilerin koalisyon ortaklığı yaptığı sürelerde karşıtlığın belirginliğini kaybetmemiş olduğunu da kaydetmek gerekir. Model; CHP ile bağımsızların kurduğu, 25 Aralık 1963-20 Şubat 1965 tarihlerinde görev yapan üçüncü koalisyon hükümeti ve Suat Hayri Ürgüplü başbakanlığında AP, YTP, MP3, CKMP tarafından kurulan 20 Şubat 1965-27 Ekim 1965 tarihlerinde görev yapan dördüncü koalisyon hükümeti dönelerinde de açıklayıcı olmuştur. 1961-1965 arasında liberal cephenin lideri olarak Adalet Partisi gözüktüğünden, cephe ve cephe partisi ideolojisi ayniyeti dışarıda bırakıldığında, cephe karşıtlığının CHP ve Demokrat Partinin tabanına oturan Adalet Partisi arasında yaşandığını söylemek mümkündür. Model 1965 sonrası Türk siyasal yaşamını açıklayamamaktadır. Kongar’ın modelinin kısmi olarak kabulü, reddedilen kısma dair, kabul edilenin devamı sayılacak şekilde yeni bir ikili model önerisi sunmanın, Kongar’ın modeline katkı sağlama amacına hizmet ettiği düşünülmektedir. Bu bağlamda, şu dokuz noktaya dikkat çekmek uygun olur: Birinci olarak 1920’den sonraki dönem için ‘demokrasi’nin modele dahil edilmesinin Türk demokrasi tarihinin gelişim sürecinin bir gereği olduğu düşünülmektedir. İkinci olarak, 1920-1923 arası dönem için TBMM’deki birinci grubun seçkinci sayılamayacağı varsayımından hareketle, birinci grubun nihai amacının da cumhuriyet olduğu düşünüldüğünde, bu grubun cumhuriyetçi demokrat olarak nitelendirilmesinin isabetli olduğu düşünülmektedir. Üçüncüsü, 1923 sonrası dönem için de ‘seçkinciliğin’ CHP’yi tanımlamadığı söylenebilir. Kaldı ki, ‘devletçi’ nitelendirmesi de bu yıllar için uygun değildir. Nitekim devletçilik uygulaması 1923-1929 arasında görülmez. Dördüncüsü CHP, çok partili yaşama geçmeye yönelik iki deneyimden sonra, belirgin olarak çok partili bir tek parti yapısı arz etmiştir. Bu süreçte, Atatürk hayattayken ve onun ölümünden sonra, iki ana grubun parti içinde çekiştiği bilinmektedir. Bu iki grubun cumhuriyetçi/liberal şeklinde iki eksende saflaştığı bir gerçektir. Beşincisi Demokrat Parti 1946-1950 arasında liberal demokrat bir partidir. Altıncısı, cephe ideolojisi ile parti ideolojisi her zaman ayniyet göstermeyebilir. Bununla beraber, cephe ideolojisi ile parti ideolojisinin ayniyet gösterdiği üç tecrübe 1946-1950, 1955-1958 ve 1961-1965 arasında yaşanmıştır. Yedincisi, cephe 3 Millet Partisi 1962 yılında Osman Bölükbaşı tarafından kurulmuştur. Parti, 1948 yılında Fevzi Çakmak tarafından kurulmuş olan partinin devamıdır. Şöyle ki, Millet Partisi 1950 seçimlerinden sonra, 1954 seçimlerine Osman Bölükbaşı başkanlığında Cumhuriyetçi Millet Partisi olarak girmiştir. Aslında bu partinin Remzi Oğuz Arık ile ismi bütünleşen ve 1952 yılında kurulmuş olan Türkiye Köylü Partisi ile arasında ideolojik bir farklılık mevcut değildi. Nitekim Türkiye Köylü Partisi ile Cumhuriyetçi Millet Partisi 1958 yılında birleşmişlerdir. Birleştikten sonra parti Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adını almıştır. 1961 seçimlerine bu isimle giren CKMP’den ayrılanlar Millet Partisini tekrar kurmuşlardır. 36 ideolojisini kuram, parti ideolojisini ise kuramın pratiği olarak değerlendirmek mümkündür. Sekizincisi; modernleşe/kapitalistleşme/demokratikleşmesini tamamlamamış bir toplumda liberal demokrasinin kurama sadık bir uygulamasını bulmaya imkan yoktur. Az gelişmiş bir toplumda liberal demokrasi anlayışının taban bulması muhafazakar unsurları dışlayarak mümkün değildir. Dokuzuncusu; pratiğin de kuramı şekillendirme/yeniden yapılandırma ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır. Kongar’ın modelinin başlangıç kısmı ile bu yeni modelin birleştirilmesinin, Kongar’ın modelini bozduğu mu yoksa modele katkı mı sağladığı tartışmaya açıktır. Nitekim, Kongar, ikili modelin yanına sınıfsal öğeyi 1946’dan itibaren yerleştirmektedir. Oysaki bu çalışmada sınıfsal öğenin ancak 1965’ten sonrası için çözümleyici olacağı varsayılmaktadır. Şu halde iki modelin birbirine eklemlenmesinin doku uyuşmazlığı yaratabileceğini ihmal etmemek gerekir. Öte yandan bu çalışmada devletçi-seçkinci cephenin cumhuriyetçi demokrat cepheye evirildiği, gelenekçi-liberal cephenin de liberal demokrasiye doğru evirildiği iddia edilmekte ve buradan hareketle, Kongar’ın modeline katkı sağlanıldığı düşünülmektedir. Çalışmada varsayılan model ile Forum Dergisinin çizgisi incelendiğinde, cumhuriyetçi demokrat ve liberal demokrat Forumcuların bir arada bulunabilmeleri açıklığa kavuşmaktadır. Çünkü her iki ideoloji savunuculuğu yapan aydınlar, kurucu düşünce mutabakatını öne çıkarmışlardır. Dolayısıyla, savundukları ideolojilerin varlığı için, önce zeminin onarılması gerektiğinde birleşmişlerdir. Başlangıçta, liberal demokrat Forumcular, Demokrat Partinin kurucu düşünceyi tahrip etmekten vazgeçmesini beklemişlerse de, sonradan bunlar da DP’den bunu beklemenin gerçekçi olmadığına kanaat getirmişlerdir. Cumhuriyetçi demokrat Forumcular ise liberal demokratlardan farklı olarak DP’nin 1950-1954 arası iktidar uygulamalarını göz önünde bulundurarak, böyle bir beklenti içerisinde olmamışlardır. Bu bağlamda hem liberal demokrat hem de cumhuriyetçi demokrat Forumcuların, bilim-ideoloji arasındaki mesafeyi okuyabilen aydınlardan olduklarının altını çizmek gerekir. Bu mesafeyi okuyabilmeyi, rejimin esasları üzerinde mutabakat diye de tercüme etmek mümkündür. Çalışma içinde, modeldeki varsayımlar tekrarlanmamıştır. Ancak çalışmanın bütününde, ‘Giriş’ bölümündeki bu varsayımlara bağlı kalarak, değerlendirmeler yapılmıştır. Şu halde Forum Dergisine ilişkin bu çalışmadaki tespitlerin, söz konusu modelin varsayımları üzerinden yapıldığının altını çizmek gerekir. Çalışmada Forumculara ilişkin değerlendirme yapılırken, bunun 1954-1960 arası dönem ile sınırlı olduğunun altını tekrar çizmekte fayda görülmektedir. Nitekim pek çok Forumcu, sonradan, tam da yedi yıl boyunca eleştirdikleri noktalara savrulmuştur. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Forumcu aydınların, çizgilerini 37 sonraki yıllarda koruyamamış olmaları, yedi yıllık dönemde Türk fikir hayatına getirdikleri katkıyı azaltmaz. Bu öyle kallavi bir katkıdır ki, Derginin incelendiği bu çalışmanın sekiz bölümden daha aşağı bölüm sayısına düşürülmesine imkan vermemiştir. Çalışma, sekiz bölümden oluşacaktır. Birinci bölüm ana başlığı ‘Forum Hakkında Bilgiler’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında Forum’un kuruluşu, mali kaynakları ve tirajı, Forum yazarları ve işledikleri konular, Forumcuların Forum’u anlayışları incelenecektir. İkinci bölüm ana başlığı ‘Forum’un Türk Siyasal Yaşamına Bakışı’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında Forum’un, Cumhuriyet öncesi dönem, 1923-1946 arası dönem, çok partili rejim dönemi ve 27 Mayıs müdahalesi ile ilgili görüşlerine yer verilecektir. Üçüncü bölüm ana başlığı ‘Forum:Birey-Toplum’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında Forum’un klasik hak ve özgürlükler, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler, siyasal hak ve özgürlüklere dair görüşleri incelenecektir. Dördüncü bölüm ana başlığı ‘Forum:Ulus-Temsil’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında Forum’un, seçimler ve seçim sistemleri, siyasi partiler ve iktidar-muhalefet ilişkilerine dair düşüncelerine yer verilecektir. Beşinci bölüm ana başlığı ‘Forum:Devlet-İktidar’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında Forum’un devletin nitelikleri ve egemenliği kullanma biçimleri çerçevesindeki görüşleri incelenecektir. Altıncı bölüm ana başlığı ‘Forum: İktidarın Sınırlandırılması/Denetlenmesi’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında Derginin yargısal, siyasal ve toplumsal denetim mekanizmalarına dair önerilerine yer verilecektir. Yedinci bölüm ana başlığı ‘Forum:Ekonomi Politikalarına Bakış’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında, Derginin azgelişmişlik ve kapitalizm, devletçilik, özel teşebbüs, kalkınmada planlamacılık bağlamındaki görüşleri incelenecektir. Sekizinci bölüm ana başlığı, ‘Forum:Dış Politikaya Bakış’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm altında, Derginin Türkiye’nin ABD, NATO, Avrupa, SSCB ve Ortadoğu ülkeleri ilişkileri ile Kıbrıs meselesine dair görüşlerine yer verilecektir. 38 I.BÖLÜM FORUM HAKKINDA BİLGİLER 1.Forum’un Kuruluşu, Mali Kaynakları ve Tirajı Forum Dergisi, soğuk savaş yıllarının keskin hissedildiği bir dönemde, 1 Nisan 1954 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Aydı iki kez çıkan, Batı-Doğu kutuplaşmasında Türkiye’nin yerinin Batı bloğu içinde olduğunu öne süren ve tüm totaliter akımlara karşıt bir çizgi izleyen Forum Dergisinin seviyeli bir tartışma ortamı sunma amacına hizmet etmeyi esas aldığını söylemek mümkündür. Dergi şekli bakımından şöyledir: Büyük puntolu ‘Forum’ yazısının altında ‘fikir meydanıdır’ yazısı, onun altında ‘onbeş günlük tarafsız siyaset, iktisat, kültür dergisi’ ibaresi ve bu ibarenin hemen altında da sayısını, tarihini, fiyatını ve adresini belirten kısımlar yer almaktadır. Forum 15 Ekim 1969 tarihinde yayın hayatına son vermiştir. Şubat 1970’de ise Türkiye İşçi Partisi yanlısı görüşleri yansıtmak amacıyla tekrar yayınlanmaya başlamıştır ancak bu dönem pek uzun sürmemiş ve dergi birkaç sayıdan sonra kapanmıştır. Daha sonra Dergi, 15 Eylül 1979 tarihinde ‘Yeni Forum’ adıyla yayımlanmaya başlamıştır. Ancak Yeni Forum, her ne kadar Eski Forum’un mirasına sahip çıkmaya çalışmış olsa da, Yeni Forum’un siyasi, iktisadi ve toplumsal duruşunun 1954-1960 arasında çıkartılan Forum ile mukayese edilmeyecek ölçüde farklı olduğunun altını çizmek gerekir. Yeni Forum yeni-sağ politikaların meşrulaştırılmasına hizmet etmiştir. Forum Dergisi ilk çıktığında ‘forum’ kelimesi o zamanlar Türkçe’de fazla duyulmayan yabancı terim olduğundan, kimi aydın çevrelerde tartışma konusu yapılmıştır. Aydın Yalçın ‘forum’ ismi üzerinde yürütülen tartışmalara bir örnek teşkil edecek anısını şöyle dile getirmektedir: “Pek çokları ‘Forum’u, ‘Form’ diye telaffuz ediyorlardı. Bilindiği gibi ‘Form’ şekil demektir. Halbuki ‘forum’ eski Roma’da bir büyük meydana verilen bir isimden gelmektedir ve anlam olarak da eski Roma Cumhuriyetinin siyasi sistemi ve hayat tarzıyla ilgili bir kavramı ifade etmektedir. İşte, Dergiyi çıkarmaya başladığımız günlerin birinde Forumcuların bazılarının kurucu üye olarak katıldığı Mithat Paşa Bulvarında Helikon diye bir sanat galerisi vardı; burada açılan bir resim sergisinde Nurullah Ataç ile karşılaşmıştık. Arkadaşlardan bazıları bizi Ataç ile tanıştırdılar. Ataç’tan dergimiz için güzel, teşvik edici bazı sözler beklerken, o tam tersi bir yol tutarak bizleri neredeyse paylamaya kalktı. Derginin adını diline dolamış, bizi özenti bir şekilde yabancı taklitçiliğiyle itham etmeye başlamıştı. Fakat Ataç’ın mizacı ve üslubu hakkında daha önceden fikrimiz olduğu için ve Forum’u da çok yakından izlediğini ve ilgilendiğini gördüğümüz için, biz gene aşağıdan aldık ve üstadı teskin etmeye çalıştık.” 4 Aydın Yalçın anısını şöyle anlatmaya devam etmektedir: “Ataç, ‘Neden Meydan demediniz?’ diye beni uzun süre sorguya çekti. Ben ‘Forum’ ismini İngiltere’deyken BBC radyosunda her Cuma günü yapılan ‘Friday Forum’ adlı bir program 4 Aydın Yalçın , Forum’un Uyandırdığı İlgi, Yeni Forum, sayı:15, 15 Nisan 1980. 39 dolayısıyla çok benimsemiştim. BBC televizyonunun bu programında İngiliz kamu hayatında, akademik çevrelerinde hayranlıkla izlediğimiz, düzenli, seviyeli, hoşgörülü ve disiplinli tartışmanın mükemmel örneklerini izleme olanakları bulmuştuk. Arkadaşların hemen hepsi bu programı bildikleri için, isim yadırganmadı, benimsendi. Onlar da konulara ve sorunlara çeşitli açılardan bakan, herkesin katkısını ortaya koymasına olanak veren, seviyeli, düzenli ve fikri disiplini olan bir yayın organı için bu adı uygun buldular. İşte Ataç’a bunları açıkladım. Kendisine ‘Meydan’ ile ‘Forum’ un aynı şey olmadığını anlatmaya çalıştım ve yaptığım açıklamalardan sonra biraz yumuşadığını ve dostça söyleşilerinden yararlanmak için aradaki buzların çözüldüğünü gördüm.”5 ‘Forum’, Derginin duruşunu simgeleyen bir isimdi. Bütün yazarların genel fikri havasını ve istikametini demokratik topum düzeni taraftarlığını karakterize ettiği için bu kelime çok manidardı. Yazar kadrosunun fikre ve eleştiriye açık olma, konuya bir tek açıdan değil, farklı açılardan bakma, hem kendi aralarında hem de dışardan gelecek fikir ve düşüncelere, telkinlere karşı hoşgörülü olma davranışlarının bir ifadesi şeklinde, ‘Forum’dan daha uygun bir kelimenin olmadığını iddia etmek abartılı olmayacaktır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Forum, çok sesli bir kargaşayı hedeflememekteydi; aksine düzenli ve disiplinli bir fikir çabası sarf edilmesi esastı. Kaldı ki, zaman israfına sebep olabilecek her kafadan bir ses çıkması tarzında rastgele çıkışlara yer verilmesinden özenle sakınılan bir çalışma anlayışı önemsenmekteydi. Forum’un ‘çok sesli bir senfoni’ olması kaygısı tüm yazarlarda hakimdi. Derginin çıkışındaki isimler ile yazar kadrosuna sonradan katılan isimlerden; başta Aydın Yalçın olmak üzere, Bülent Ecevit, Cavid Erginsoy, Bedi Feyzioğlu, Mukbil Özyörük, Aydın Yalçın’ın eşi Nilüfer Yalçın, Turhan Feyzioğlu, Turan Güneş, Osman Okyar, Ziya Müezzinoğlu, Yaşar Karayalçın, Kudret Ayiter, Bahri Savcı, Akif Erginay, Cahit Talas, Muammer Aksoy, Mümtaz Sosyal, Şerif Mardin, Coşkun Kırca, Nejat Bengül, Necat Erder, Metin And, İsmail Türk olmak üzere, Forum ekibi, Batı uygarlığına bağlı bir avuç aydındı. Ülke, İkinci Dünya Savaşı sonunda büyük bir tecrübeye girmişti. Atatürk gibi büyük bir lider çekilmiş, vatanın ve devletin kaderi, artık Atatürk’ün takipçileri ve yeni yetişen yöneticilerin ellerine geçmişti. İşte bu dönemde Forumcuların büyük bir kısmı yurt dışında eğitime gitmişlerdi, döndükleri 1950 li yıllar ise, ülkenin çalkantılı ve büyük olaylara gebe olan bir dönemi idi. Yurt dışında sık sık birbiriyle görüşen birbirini yakından tanıyarak arkadaş olan bu aydınlar, memlekette yeniden buluşunca, kendiliğinden bir sosyal entelektüel çevre oluşmuş ve bu ise Forum Dergisi ile somutlaşmıştı. Forumcuları Batı uygarlığına bağlı bir avuç aydın olarak nitelerken, onların Batıdan ne anladıklarını kendi sözlerini nakletmek suretiyle belirtmek yerinde olacaktır: “Türk İnkılabı düşünüşüyle yetişmiş kimseler için Batı, şu veya bu Avrupa memleketi değil, soyut bir kavramdır: idealleştirilmiş, görünürdeki kötü taraflarından sıyrılmış ve bütünüyle tam bir uygulama alanı bulamamış bir 5 Aydın Yalçın , Forum’un Uyandırdığı İlgi, Yeni Forum, sayı:15, 15 Nisan 1980. 40 kavram...Onun içindir ki Batıya erişmek idealiyle beslenerek yetişen neslin mensupları kafalarındaki Batının yeryüzündeki örnekleriyle karşılaştıkları zaman hayal kırıklığına uğrarlar. Hedef, zihinlerdeki ideal örneğe göre bir ‘batılı milli senteze’ varmaktır. İlk anlarda ortada bir sentezden çok bir kültür çorbasının görülmesini tabii karşılamak gerekir. Bu karışıklığın zamanla durulması, ortaya belirli niteliklerin çıkması pekala mümkündür. Yaratılmak istenilen kültürün, erişilmek istenen medeniyetin millilik niteliğine bürünmesi için ise sentezi yapanların Türk, sentezin yapıldığı yerin de Türkiye olması kafidir.”6 Forum ekibinden birçok kişi yurt dışında bulunduğu sıralarda Türkiye üzerine kafa yormakta idi. Özellikle yabancı memleketler ile Türk demokrasi tecrübesini mukayese edebilmişler, demokrasinin kurumlarının kitaplarda varsayılan şekilde işletilip işletilmeyeceği üzerinde düşünmüşler, ‘Türkiye’de iktisadi, siyasal ve toplumsal alanda yapılması gereken işleri’ tespit etmiş olarak yurda dönmüşlerdir. Birinci Meşrutiyet Hareketinin öncüleri Namık Kemal ve arkadaşları nasıl Osmanlı aydınlarına İngiltere’de, Fransa’da gördüklerini anlatmışlar ve onlara somut öneriler sunmuşlarsa, İkinci Dünya Savaşı sonunda yurt dışına gidip, 1950 yıllarının başında Türkiye’ye dönen bu aydınlar da aynı heyecanla, aynı düşüncelerle dolu idiler. Kuşkusuz dönemin tüm aydınlarında ülke meseleleri ile ilgili sorumluluk duygusu çok gelişmiştir. Ancak Forum ekibinin diğer aydınlardan farkı, toplu olarak hepsinin görüşlerinin ortak noktasının ifadesi olan bir dergi çıkarmaktı. Genellikle Türkiye’de o dönemde çıkan dergiler, dergiye katkıda bulunanların akıllarına gelen konularda yaptıkları incelemelerin ardı ardına dizilmesiyle oluşturuluyordu. Forumcuların tahayyül ettikleri dergi modeli ise içeriğinin tüm katkı sağlayanlar ile birlikte oluşturulması idi. Nitekim bunu gerçekleştirmişlerdir. Demokrat Partinin baskıcı politikalarının eleştirilmeye başlandığı, bu baskıcı politikaların çok partili yaşama erken geçildiği yorumlarına yol açtığı bir dönemde yayın hayatına başlamış olan Dergi, ülkedeki aydınları demokratikleşme sürecine katkıda bulunmaya sevk etmeyi önemsiyorlardı, hatta bunun, Forum girişiminin bir amacı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Derginin çıkış sürecini Aydın Yalçın’ın şu sözlerinde bulmak mümkündür: “Askerlikten terhis olduktan sonra, 1953 yılı ders senesi başından itibaren üniversitedeki arkadaş ve meslektaşlarımla bir konuşma ve tartışma grubu kurmuştuk. 15-20 kişi olan bu grup içinde Turhan Feyzioğlu, Turan Güneş, Bahri Savcı, Yaşar Karayalçın, Akif Erginay, Kudret Ayiter, Bedi Feyzioğlu, Cemal Aygen, Bahattin Baysal, Erdal İnönü, Cavit Erginsoy, Metin And, Bülent Ecevit ve Cahit Talas’tan müteşekkil ve zaman zaman daha bazı arkadaşların katılmasıyla sayısı değişen, 19-20 kişilik bir entelektüel grubumuz vardı. Bizi bir araya getiren en mühim sebep, ilim adamı olarak, aydın olarak, tecerrütten kurtulmak, düşünce ve müşahedelerimizi disiplinli bir şekilde birbirimizle paylaşmak ve mübadele etmekti. Bu işi gayet ciddiye almıştık. Askerlikten önce de zaman zaman gene arkadaşlarımızla muntazaman buluştuğumuz 6 Mümtaz Soysal, Batıya Varışın Eğitimsel Yolları, İncelemeler, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960. 41 ve toplandığımız oluyordu. Fakat asıl ciddi ve devamlı toplantılar bilhassa 1953 ders yılı başından itibaren başlamıştı.” 7 Aydın Yalçın sözlerine şöyle devam eder: “Bu toplantılara daha önceden tespit edilen fikri ve aktüel konularda bir arkadaşın sunduğu tebliğlerle başlıyorduk. Yarım saat süren bu ilk raportör konuşmasını müteakip, genel tartışma başlıyor ve birkaç saat konuşuyorduk. Çay veya bira içiyorduk. Raportörün konuşmasından önce son 10-15 gün içinde birbirini göremeyenler yarım saat kadar bir süre boyunca sohbet ediyorlardı. Konuşmalara daima ev sahibi arkadaş başkanlık ediyor ve her 15 günde bir başka bir arkadaşın misafiri oluyorduk. Bu toplantılarda zamanın ve memleketin, fikri bakımdan manidar olan birçok konuları ele alınıyordu. Arkadaşlar çalışma, araştırma ve fikri hazırlıklarıyla, ele aldığı konuları çok güzel hazırlıyorlar ve genel tartışma son derece enteresan ve istifadeli oluyordu. Bu konuşmalarda, yapılan tartışmaların, sunulan tebliğlerin daha geniş bir çevreye duyurulması fikri ortaya atıldı. Arkadaşlar bu toplantılarda fikren çok iyi kamçılanıyorlar ve beliren fikirlerin daha geniş bir zümre ile paylaşılması arzusunu hissediyorlardı. 1953 yılının sonuna doğru iki görüş belirdi. Bir kısım arkadaşlar toplantı konuları ve yapılan konuşmaların, zaman zaman yayınlanacak broşürler halinde amme efkarına aksettirilmesine taraftardılar. Ben, Bahri Savcı ve daha birkaç arkadaş bunun tatminkar olmayacağı kanısında idik. Nihayet bir gün Akif Erginay’ın evinde yapılan bir toplantıda, Bahri Savcı, Cemal Aygen ve daha bir iki arkadaşla birlikte ben, dergi fikrini ortaya attık. Fikir genel olarak tasvip görmedi. Fakat ben ve Bahri Savcı bu fikri iyiden benimsemiştik. Ben tartışma grubumuz dışında bu fikre taraftar daha bazı arkadaşlar bulabilirsek böyle bir teşebbüse geçebileceğimize kani oldum. İstanbul’da Turan Güneş ile konuştum. Üniversiteden daha bazı arkadaşlardan söz aldım. En çok güvendiğim arkadaşlardan biri Turhan Feyzioğlu idi.” Derginin yazar kadrosu 1954-1960 yıllarında çok az değişikliğe uğramıştır. Yazar kadrosunun hemen hepsi aynı zamanda akademisyenlerdi. Çoğunluk Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden olmakla birlikte, İstanbul Üniversitesi’nden de isimler vardı. Fakülte dışından isimler de yok değildi; Bülent Ecevit, Erdal İnönü gibi. Derginin yazar kadrosu yedi yıl boyunca pek değişikliğe uğramamış olmakla birlikte, zaman içerisinde Dergide ağırlık sahibi isimler değişmiştir. Nitekim Dergide, 1958 yılından itibaren Aydın Yalçın’ın ağırlığı azalmıştır. Her ne kadar bu, Dergide, Aydın Yalçın’ın ABD’ye gidişi ile açıklanmaya çalışılmış olsa da, gerçeğin Derginin çizgisindeki değişme ile bağlantılı olduğunun altını çizmek gerekir. Bununla beraber Türk siyasal yaşamında Forum Dergisi ‘Aydın Yalçın’ ismi ile birlikte anılmaktadır, çünkü kurucular arasında en önde gelen isim ‘Aydın Yalçın’ olmuştur. Aydın Yalçın, Dergi’nin ilk sayısının ilk nüshalarını ele alışını şu şekilde anlatmaktadır: “Derginin Güzel İstanbul adlı, Valilik binasına yakın yerdeki matbaasında ilk sayıyı gören dört kişi vardı. Ben, eşim Nilüfer Yalçın, CHP lideri 7 Aydın Yalçın, Fikir Mihrakları Kurmak, Forum, sayı:169, 15 Nisan 1961. 42 Bülent Ecevit ve o zaman SBF son sınıf öğrencilerinden olan derginin ilk yazı işleri müdürü Nejat Tunçsiper ile beraberdik. Son sayfa provalarının tashihini birlikte yaparak, Türk okurlarının karşısına ilk defa çıkacak ve adından uzun süre söz ettirecek, yeni bir derginin ilk sayısını merakla bekliyorduk. Her işin başlangıcında olduğu gibi, burada da başarısızlık ihtimali vardı. İşe karar vermemiz kolay olmadı. Birçok arkadaşımız bunu yürütemeyeceğimiz, paramızın, zamanımızın ve nihayet gücümüzün böyle bir işe yetmeyeceği endişesi içindeydiler. Öte yandan yepyeni bir girişimin Türk okurlarını ilgilendirip ilgilendirmeyeceğini de kesin olarak bilemiyorduk. Biz yaptığımız işi beğensek bile acaba kamuoyu, Türk aydını bu girişimimizi destekleyecek, dergiyi beğenecekler miydi? Kısacası heyecan içindeydik. Çoğumuz üniversite hocalığının ilk basamaklarındaydık. Giriştiğimiz bu amatörce hevesi, yakın arkadaşlarımız arasında kuşkuyla karşılayanlar da az değildi. Bülent Ecevit, o zamanlar aramızda bulunan tek gazeteciydi. Bazılarımızın dergi hevesini, profesyonel açıdan biraz ihtiyatlılıkla karşılıyordu. Derginin ilk sayısının provaları çıktığı zaman, ben şahsen matbaada bulunması ve görüşünü bildirmesine önem veriyordum. Bu nedenle, kendisine ilk sayfaları gösterdiğim zaman ‘Ne dersin Bülent, Dergi bir şeye benzedi mi?’ diye sormuştum. Baktı ve içten bir beğeniyle ‘Tahmin etmiyordum ama güzel oldu’ dedi.”8 Derginin kuruluş aşamasında yazı işleri müdürlüğünü Nilüfer Yalçın üstlenmişti, çünkü memur olmayan tek işi oydu. Ancak Nilüfer Yalçın da bir derginin nasıl çıkarılabileceğini bilmiyordu. Bilinen tek bir şey vardı, o da dergicilik için epeyce paraya ihtiyaç olduğuydu. Derginin çıkması için gerekli olan sermayenin toplanmasını Aydın Yalçın şöyle dile getirmektedir: “Birkaç fikir dergisine yazı yazmış olmakla beraber, kendi başıma bir dergi hiç çıkarmamıştım. Nasıl çıkarılacağını bilmiyordum. Bahri de aynı durumdaydı. O da Varlık ve Yeditepe gibi dergilere yazı vermiş olması dışında, dergi nasıl çıkar, fikir sahibi değildi. Bülent Ecevit ise gazeteciydi. Ulus Gazetesinde yazı işlerinde çalışıyor ve zaman zaman fıkralar yazıyordu ama o da yeni bir derginin organizasyonu hakkında fazla bir şey bilmiyordu. Aklıma Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, ‘Mülkiye’ diye bir öğrenci dergisi çıkaran çocuklarla konuşmak geldi. Bu dergiyi çıkaran, akıllı, pratik ve son derece gayretli bir öğrenci olan Nejat Tunçsiper ile konuşmayı düşündüm. Nejat Tunçsiper, bana derginin nasıl çıkarıldığını anlattı; matbaası, kağıdı, yazıların toplanışı, dizgisi, baskısı, dağıtımı, abonesi, finansmanı hakkında geniş ve son derece pratik ve öğretici bilgiler verdi. Dergi çıkarmanın, yazı yazma dışında pek çok işi ve uğraşısı olduğu için, öğrencilerden ve arkadaşlardan bu işin karşılanması gerekiyordu. Bina tutmak, donatmak, bazı malzemeleri satın almak, kağıt ve baskı ücretleri için epeyce paraya ihtiyaç vardı.”9 Şunu belirtmek gerekir ki Forum ekibindeki çoğu isim dar gelirli ve düşük maaşlı üniversite hocalarıydı. Aralarında para toplamak suretiyle dergicilik yapma olasılığı kabul görmekle birlikte, derginin ömrünün kısa olabileceği tehlikesi Forumcuları endişelendirmekteydi. Aydın Yalçın bu bağlamda şunları söylemektedir: “Dergicilik maliyetli bir işti, durumu bir toplantıda arkadaşlarla, onları ürkütmeyecek şekilde 8 9 Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. Aydın Yalçın, İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. 43 anlattım. Aramızdan biraz para toplamamız ve ayrıca, yazı yazma dışında fiilen, bedenen çalışmamız gerektiğini belirttim. Çoğunlukla kabul edildi. Aramızdan kişi başı 500 lira para toplayabildik. Ancak aramızda topladığımız parayla ancak bir iki sayı çıkarabilirdik. Mali durumumuzu takviye etmek için başka olanaklara el atmak gerekiyordu. O zamanlar Ankara’ya iş icabı sık sık gelen, eşimin Amerikan Kolejinden sınıf arkadaşı ve benim de çok yakın bir fikir arkadaşım olan Kemal Salih Yeltepe’ye bu girişimimizi anlattık. Heyecanlandı. ‘Hiç düşünmeyin bende de fazla para yok ama size 5000 lira kadar verebilirim’ dedi. Bu o zaman için büyük bir paraydı. İlk işim bir vesileyle tanıdığım Büyük Sinema sahibi Kazım Rüştü Bey ile konuşmak ve yeni yapılan sinema ve iş hanının üstünde iki odalı bir ufak daireyi bize kiralamasını sağlamak oldu. Bize bu binayı, girişimimizi desteklediği ve bizden hoşlandığı için 50 liraya kiraya verdi.”10 Forum için para toplanabilmişti, bina kiralanmış ve matbaa ile konuşulmuştu. Forum’a maliyetini çıkaracak düzeyde, 50 kuruşluk bir satış fiyatı kararlaştırılmıştı. Aydın Yalçın derginin ilk sayısı basıldıktan hemen sonraki süreci şu şekilde anlatmaktadır: “Derginin ilk sayısı basıldı. Yığınlar ve paketler halindeki dergiyi ne yapacağımız, nasıl dağıtacağımız sorunuyla karşı karşıya geldik. O zamanlar dağıtım çok ilkeldi. Her bir bayi ile teker teker bağ kurmak ve posta ile onlara sevk etmek gerekiyordu. Yalnız Ankara ile İstanbul’da bazı baş bayilik yapan dağıtımcı firmalar vardı. Çıkan dergileri bazen eve, bazen fakülteye, abonelere ve bayilere sevk edilmek üzere taksilerle taşıdık. Büyük bir masa başına geçip, paketleme, zamklama ve pullama işleri için, yazar, doçent, asistan ne kadar arkadaş varsa hepsini seferber ettik. Şakalaşarak, bazen şarkı söyleyerek, bazen Bahri gibi şaka kaldıran arkadaşları kıskaca alarak, eğlenceli bir şekilde dergiyi bütün Türkiye’ye postalama işlerini bu biçimde sağladık. İlk sayıyı 1500 basmıştık ve üçlü bir dağıtım strüktürüne göre sevkini yaptık. 500-600 kadarını İstanbul’a, 400-500 kadarını Ankara’ya, 300-400 kadarını taşraya yolluyor, 200 kadar da abonelere ve muhtemel taleplere karşı yedekte tutuyorduk. İstanbul’a yollananı trenle, mesajeriyle sevkediyor, taşrayı üçer beşer paketlerle posta aracılığıyla yolluyorduk. Ankara’yı ise buradaki baş bayi Akba Kütüphanesine veriyorduk.”11 Dönemin iletişim araçları gelişmemiş olduğundan, dergiler o dönemde bulundukları şehir dışındaki bayilerle mektup ile haberleşiyorlardı. Bu ise zaten kazançlı bir iş olmayan dergiciliği büsbütün zorlaştırmaktaydı. Nitekim iletişim güçlüklerinden kaynaklı olarak, bir çok dergi, bayilerden paralarını tahsil edemiyordu. Forumcular da bu tecrübeyi yaşamışlardır. Ancak Forum’un çıkışında dergi-bayi ilişkisinin ortaya konulması açısından yaşanmış bir olay var ki, bunu Aydın Yalçın’ın kendi ağzından nakletmek yerinde olacaktır: “İlk sayıdan Ankara içinde dağıtılmak üzere 400 kadar dergiyi bir taksinin bagajına koyup, o zaman Ulus’ta bugünkü otobüs duraklarının karşısında (Emekli Sandığı İş Hanı) bulunan, Akba Kütüphanesine gittim, yani Ankara baş bayisine. Sahibini bir takım evrakları karıştırırken odasında ziyaret ettim. Elimde dergi, ilk sayımızı getirdiğimi söyledim. Ne kadar bırakmam gerektiğini sordum. Dergiye baktı, içini açtı, evirdi çevirdi ve yüzünü ekşiterek ‘Bu 10 11 Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. 44 dergi satılmaz evladım. Bu ne biçim dergi, kapağı bile yok, sütun sütun yazılar, resim yok, bir şey yok, bir takım meçhul yazarlar, imzalar!’ diye dergiyi bana geri verdi. O zaman duyduğum hiddeti, öfkeyi, kini, ümitsizliği tarif etmem zordur. Tabii bunları bayi sahibine belli etmedim. Alttan almak zorundaydım. Nihayet bizim dergiyi onun teşkilatı ve aracılığıyla okurlarımıza ulaştıracaktık. Bu tür engellerle karşılaşacağımızı baştan biliyorduk. Fakat ortaya çıkardığımız eseri gördükten sonra, pek çok kimsenin fikir değiştireceğini, bize yardım edeceğini umuyorduk. Fakat kaşarlanmış bayilerde, Türk okurunun zevkini, arayışını, eğilimini bildiği sanılan insanlardaki önyargılarla nasıl mücadele edecektik? Bu engelleri aşıp nasıl halka, aydına ulaşacaktık?”12 Aydın Yalçın Akba anısını anlatmaya şöyle devam etmektedir: “Akba’nın sahibinin sözleri çok cesaret kırıcıydı. Ancak terbiyemi korudum. Bütün terbiyemi, yumuşaklığımı ve nezaketimi bir araya toplayarak, ‘Beyefendi, ilk gözlemlerinizde haklı olabilirsiniz. Bu dergi, Türk okurunun ve aydınının alıştığı bir dergi değil. Kapak olmayışı buna bir misal; ancak biz bunu bilerek böyle yaptık. Fikir gücüyle, iletişim arasında süslü ve yapay bir takım kalıplara önem vermediğimizi göstermek istedik. İleri Batı ülkelerinde de buna benzer pek çok dergi var. Hem de epeyce satan seviyeli ve önemli dergiler. Bizde de bu olacaktır. Bir deneme yapıyoruz ve bir başlangıçtır, bu. Bize yardımcı olmanızı rica ediyorum. Burada yazı yazan insanların hepsi çok iyi yetişmiş, pırıl pırıl gençlerdir. İlerde çok önemli isimler, şahsiyetler olacağını göreceksiniz. Bizi bu ilk girişimimizde ürkütmeyiniz ve cesaretimizi kırmayınız. Biz, size ve teşkilatınıza güveniyoruz. Hiç olmazsa deneme olarak birkaç sayı tecrübe edin. Eğer satmaz, çok iade alırsak sizi rahatsız etmeyiz. Zaten ilgi görmeyen bir teşebbüse biz birkaç sayıdan fazla, kendimiz devam etmeyiz. Onun için rica ediyorum. Getirdiğim dergilerden bir miktar alın.’ diye adeta yalvardım. Sözlerim etkili oldu. Fakat adamcağız biraz da acıdı. Mesleğimi sordu. ‘SBF’de doçentim dedim’ Başını salladı. ‘Başka işiniz yok mu oğlum? Ne diye böyle işlere kalkar, güzel güzel derslerinizle, öğrencilerinizle uğraşmazsınız?’ diye bir de öğüt verdi. Fakat ‘getir bakalım bir miktar, bir deneyelim!’ dedi. ‘Ne kadar getireyim?’ diye sordum. ‘Bir elli altmış bırak bakalım’ dedi. Ben ikinci sefer gene bozuldum. Çünkü taksi bagajında Akba’ya teslim edilmek üzere 400 kadar dergi getirmiştim. Fakat bu ilk pazarlık karşısında bunun hepsini almayacağı belliydi. Israrda fayda yoktu. Fakat ben gene pişkinlikle ‘Size yüz elli kadar bırakayım, satmazsa gelecek sefer istediğiniz sayıda bırakırım’ diye lafı bağladım. Ankara’ya ilk sayımızdan bu şekilde baş bayi 150 kadar aldı.’13 Forumcular Dergi çıkışına dair fazla reklam yapmamışlardı. Sadece çevrelerindeki bazı önemli kişilere, öğretim üyelerine birkaç ay önceden bir sirküler mektupla derginin hazırlıklarını ve yayın tarihini haber vermişlerdi. Baş bayii 150 adet dergiyi almıştı, 250 tanesi durmaktaydı. Forumcular baş bayiinin almadığı bu 250 adet dergiyi Ankara’daki diğer bayilerle elden götürmeye karar verdiler. Bayileri teker teker dolaştılar ve dergilerini bıraktılar. Ellerinde ilk sayıdan dergi kalmamıştı. Satış haberleri ise çok sevindiriciydi. Ankara’daki bayileri dolaşan Forumcular gördüler ki 12 13 Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. 45 kısa bir süre içinde tüm bayilerdeki dergiler satılmıştı. İlk sayıdan itibaren Forum ismi duyuldu ve Forum’dan iktibaslar yapıldı. Bu bağlamda Aydın Yalçın ile Akba sahibinin ikinci karşılaşmasını Aydın Yalçın’ın kendi ağzından nakletmek uygun olacaktır: “İkinci sayıda Akba’ya bu sefer başım dik olarak gittim. İsmini hatırlamadığım, çelebi eski Ankaralı kütüphane sahibi beni gülerek ve merakla karşıladı. Dergiyi okuduğunu ve çok beğendiğini söyledi. Satışların da bu derece iyi gitmesine dergiyi okuduktan sonra şaşmadığını belirtti. Bayilere bizim sonradan dergi verdiğimizi öğrendiğini, bunu artık yapmamız lüzum kalmayacağını, derginin satış potansiyelinin ortaya çıktığını bundan sonra 500 hatta daha fazla dergiyi Ankara’da dağıtıp satabileceklerini söyledi. Ben de teşekkür ettim. Bu başarı bütün arkadaşların moralini yükseltti.. Yaptığımız işin, katlandığımız zahmetlerin, fedakarlıkların boşa gitmediğini, halkımızın ve Türk aydınının bizi anladığını, bize önem verdiğini bu ilk tecrübemizle hissetmiş, görmüş ve yaşamış olduk. Bu işe yaradığımız, söylediklerimizin, okuduklarımızın, düşündüklerimizin bir anlamı olduğu, sorunların açıklanması, anlaşılması ve çözümlenmesinde önemli unsurlar bulunduğu ortaya çıkıyordu. Bu bizi son derece kamçıladı ve heveslendirdi. Sorumluluklarımızı hatırlattı. Türk okurunun ve aydınının karşısına, hazırlıksız çıkmamak, yüzeysel ve amiyane şeyler söylememek, ona hürmet etmek ve değer vermek gerektiğini hatırlatan büyük bir tecrübe oldu. Bu teşvik ve sorumluluk duygusuyla Forum günden güne gelişti. Yayıldı, tanındı ve sevildi.”14 Derginin en önemli kısmı ‘başyazı’ ve ‘onbeş günün notları’dır. Bu kısımlarda Türkiye’nin gündeminde bulunan veya bulunması zorunlu görülen sorunlara yer verilmekteydi. Başyazı ve onbeş günün notları üzerinde düşünülmüş, görüş birliğine varılmış yazılardı. Bu yazılar ‘isimsiz’, daha açık bir dille, Forumcuların yazılanlara oybirliği ile katıldıkları varsayılan yazılardı. Kuşkusuz farklı görüşlere sahip kişilerin bir görüş birliğine varması kolay olmasa gerek, ancak Forum’un ilk sayısından itibaren dönemin koşullarına göre geniş bir okuyucu kitlesine sahip olabilmesinin esas sebebi bu idi. Forum, aydınlara ve Türk toplumuna şu mesajı veriyordu: ‘Kişiler birbirlerinden farklı düşünebilirler, ancak memleket meselelerinde esas noktalar üzerinde müşterek bir görüşe sahip olmak mümkündür.’ Mesajı bir diğer deyişle şöyle formüle etmek mümkündü: ‘Kişiler farklı ideolojilere sahip olabilirler ancak bu kurucu düşünce üzerindeki mutabakat için engel oluşturmaz’. Forum, meselelere seviyeli, objektif ve çeşitli açılardan bakabilen bir dergi olarak yayın hayatına girmişti. Hitap edeceği okuyucu kitlesini de düşünen, araştıran ve araştırdığı konuları bütün yönleriyle öğrenmek isteyen kişiler olarak öngörmüştü. Nitekim Derginin bu öngörüsü ve öngörüsünü pratiğe dönüştürme gayreti, Türk siyasal yaşamında Forum’un seçkinci demokrasi ideolojisinin temsilcisi olarak nitelendirilmesine sebep olmuştur. Ancak, Dergi için böyle bir nitelendirme yapmak 14 Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980. 46 isabetli değildir. Çünkü Dergi, ilk sayısından itibaren topluma tepeden bakan aydınları karşısına almıştır. Forum’da, başyazı ve onbeş günün notları dışında; kapsamlı araştırmaların yer aldığı ‘İncelemeler’, aralarında makale değerinde yazıların yer aldığı ‘Okurların Forumu’, yabancı yayınlardan çıkan bazı çevirilerin yer aldığı ‘Ne diyorlar?’ kısımları ile ‘Kültür ve Sanat’ bölümü de bulunmaktadır. Forum bir aksiyon dergisi, günlük siyasi aktüaliteyi takip eden bir haber ve yorum dergisi olmadığı gibi, aktüalite ile ilgisi tamamen kopuk, günlük meselelere karşı ilgisiz, kuru bir akademik organ da değildi. Dergi, zihinleri meşgul eden dönemin ülkenin iktisadi, siyasi ve toplumsal meselelerinin tespit ve çözümüne odaklanmış, herhangi bir ideolojik angajmandan uzak sosyal bilimler dergisidir. Dergi yöntem olarak ampirik metodu kullanmıştır. Kuşkusuz böyle bir yöntemin seçilmiş olmasında belirleyici olan nokta, Derginin onbeş günlük olması, günlük olaylar üzerinde durma ihtiyacı ve bu olayların bilimsel ve akılcı yorumunu yapma gerekliliğidir. Ampirizm, sosyolojide genellikle kavramsal düşüncenin ve kuramsal irdelemenin aleyhine olarak, olguların ve gözlemlerin derlenip toplanmasını ön plana çıkaran bir araştırma yönelimini karşılamak üzere kullanılmaktadır.15 Ancak ampirizmin kuramsal düşüncenin karşıtı olarak kullanılması ve gözleme dayanan araştırma yöntemi, Forum’un felsefi düşünceyi küçümsediği kanısını oluşturmamalıdır. Forum’un bu metodu kullanmış olmasını, Türkiye’nin sorunlarına çözüm getirebilme amacına yönelik olarak güncel iktisadi, siyasal ve toplumsal gelişmelerden uzak kalmama kaygısı ve hatta saf felsefi spekülasyona dayalı analizler yapmaktan özenle kaçınması bağlamında değerlendirmek uygun olacaktır. Öte yandan, Forum yazılarının felsefi temelden veya teorik çerçeveden yoksun olduğunu iddia etmek ise doğru olmayacaktır. Dolayısıyla Forum kadrosu her ne kadar ampirik tahlil metodunu öne çıkarmış ise de, Forum yazarları meselelere kuramsal bir çerçeveden bakmayı ihmal etmemiş, teori ile ampirik gözlemi sentezlemişlerdir. Nitekim Forumcular şuna inanmaktaydılar: ‘Bir ulusu değiştiren en mühim faktör fikirdir ve memleket fikir beyan eden, sorumluluk alan, sağlam fikirleri için mücadeleye hazır genç aydınlara muhtaçtır.’ Dergi, ancak kağıt, baskı ve dağıtım masraflarını karşılayabildiği için, Derginin yazarlara bir telif ücreti ödeme imkanı mevcut değildi. Bu ise yazar kadrosunun idealizmini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Bununla beraber, Dergiye emek veren bazı öğrencilere sembolik de olsa bir miktar para düzensiz de olsa ödenebilmiştir. Dergiden kazanılan paralar tekrar dergi için kullanılmaktaydı. Dergiye gelir sağlamak için ilan arayışına da gidilmemiştir. Öte yandan Derginin yayın politikası üzerinde etkisi olmayacağı düşünülen kimi kuruluşların ilanlarına yer verilmiştir. Forum’un bu tutumu, çok çalışılarak her şeyin üstesinden gelinebileceği inancının açık bir göstergesidir. 15 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay & Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s.20. 47 Derginin yazı kurulunun çalışma şekline gelince; Ankara’da bulunan yazarlar, her sayının çıkışını planlamak, konuları seçmek ve aralarında taksim etmek, yazılan ve önemli konuları içeren imzasız yazıları tartışmak üzere yazı kurulu olarak toplanmaktaydılar. Bu toplantılarda, hangi konularda ve kimler tarafından başyazıların ve onbeş günün notlarının yazılacağı kararlaştırılıyordu. İstanbul’daki yazarlarla da mektupla haberleşiliyordu. Yazım süreci tamamlandıktan sonra yazıları değerlendirmek için tekrar toplanılıyor, tartışma ve eleştirilerden sonra gerekli düzeltmeler yapılıyor ve yazılar ondan sonra yayınlanıyordu. Forum Dergisi çıkartılırken, kurucuları ‘Economist’ ve ‘New States and Nation’ gibi dergileri kendilerine model almışlardı. Forum’un yazı üslubunda temel üç ilkesi vardı: Yazılarda ‘techil, tahkir ve tezyif’ olmayacaktı. Bu üç kurala istisnasız tüm yazarlar uymaktaydılar. Üslup ve dil birliği bakımından düzeltmeler ise daha çok Nilüfer Yalçın tarafından yapılmaktaydı. Aydın Yalçın yazı kurulunun çalışma şekline ilişkin şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Yazı kurulunda Anglosakson yöntemini andıran bir yürütme tarzını benimsemiştik. Bu yöntem; hem karşılıklı kontrol, devamlı haberleşme ve iletişim, hem de süratli çalışmaya olanak veriyor ayrıca da karşılıklı güvenin ayakta durmasını sağlıyordu. Bu, aynı zamanda yazarları entelektüel bakımdan da kamçılayan iyi bir yöntemdi. Yazılacak yazıları, bir seminer havası içinde karşılıklı etkileşimle birlikte düşünüyor, bir yazarın tek başına düşündüğü zaman aklına gelmesi olasılığı zayıf noktalar, bu tür çalışma tarzında kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Şekle fazla önem vermeyen çalışma tarzımızdaki bu teklifsizlik, karşılıklı güvene dayanan bu işbirliği ortamı, her yıl derginin kuruluş yıldönümüne rastlayan bir tarihte yaptığımız kutlama ile daha da perçinleniyordu; o zamanlar Kavaklıdere Şarap Fabrikaları sahipleri arasında bulunan yazar arkadaşımız Metin And’ın fabrika bahçesinde ve lokalinde düzenlediği geleneksel yemekli partiler ile Forumcular bir araya geliyorlar, bir yıllık yorgunluğun ve gerginliğin acısını şarkılarla, oyunlarla, türlü şenliklerle gideriyorlardı.”16 Forum, çıktığı ilk günden itibaren Türkiye’nin geleceğini etkilemeye namzet olmuştur. Forum kadrosu, uzun yıllar Dergiyi var kılmayı önemsemekle birlikte, on veya yirmi sene Dergiyi yaşatmayı da başarı kabul etmek suretiyle yola çıkmıştı. Hiç şüphe yok ki, Forumcular, yıllarca yayın hayatında olup Türk iktisadi, siyasi ve toplumsal sistemine tesir etmeden var olmaktansa, etkili ancak kısa bir yayın hayatını tercih etmekteydiler. Çünkü ülke geleceği için iyimserlerdi. O dönem için kendileri bilgi ve kültürleriyle ülkeye hizmet edeceklerdi ve ‘Forum Dergisi’ bunun için bir araçtı. Onlar şuna inanıyorlardı: ‘Kendilerinden sonra gelecek olan Türk gençleri aynı idealizmle fakat belki başka araçlarla ülkeyi daha ileri bir noktaya taşıyacaklardı.’ Bunu onların şu sözlerinden çıkarmak mümkündür: “Milletimizin hayatına kattığı genç kuşaklar, yeni rejimin, yeni müesseselerin; taze kanı olarak, İnkılabın hayat kaynağıdır. Cumhuriyetin kudreti, müesseselerinin hayatına, müesseselerin hayatiyeti, onun içinde görev ve vazife alanların, İnkılaba, müspet ilime olan bağlılığındadır.”17 16 17 Aydın Yalçın, Forum’un Uyandırdığı İlgi, Yeni Forum, sayı:15, 15 Nisan 1980. Cumhuriyet 36 Yaşında, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:135, 1 Kasım 1959. 48 Forum entelektüel üretkenliği güçlü olan, belirli bir fikri düzeyde konuları ele almasını bilebilen, bilimsel ve rasyonel bir yöntemle konuları tahlil etme yeteneği olan bir ekibin ortak ürünü olduğu için başarılı olmuştur. Kısa sürede tutarlı ve uyumlu bir fikir organı olarak tanınmıştır. Dergi, yazılarındaki tahlil gücü, nüfuz gücü, orijinallik derecesi, ilginç ve çarpıcı olma niteliği gibi çeşitli yönlerden adeta birbiriyle yarışa girmişçesine büyük bir fikri üretkenlik süreci başlatmıştır. Bu üretkenlik sürecini yazar kadrosunun aşırı akımlara ve fikir yalpalanmalarına kendini kaptırmaktan uzak olma özelliğine bağlamak yerinde olacaktır. Dergi, aşırı sağcı veya aşırı solcu, şeriatçı veya Marksist ideolojilere kendini angaje etmiş kimseleri yazar kadrosunun dışında tutmak suretiyle, düzenli ve verimli bir fikri ortaklığın temsilcisi olabilmiştir. Daha açık bir ifadeyle, Dergi totaliter her türlü ideoloji dışındaki farklı görüşleri aynı çatı altında toplayabilmiş, bu şekilde demokrasinin kurumsallaştırılması mücadelesi vermiş ve Türk siyasal yaşamındaki muteber yerini almıştır. Hemen belirtmek gerekir ki Forumcu olarak sayılmayacak ancak Dergiye katkı sağlayan, totaliter ideolojilere bağlı yazarların yazılarına da Forum’da rastlamak mümkündür. Bu isimler arasında Sadun Aren, Aziz Nesin, Doğan Avcıoğlu sayılabilir. Fakat bu isimlerin yazılarının ideolojik olmadığını, özellikle Aren ve Avcıoğlu’nun yazılarının bilimsel değerlendirmeler içerdiğinin altını çizmek gerekir. Aziz Nesin’in yazıları ise toplumsal gözlem çerçevesinde ‘deneme’ olarak nitelendirilebilir. Nesin, bu denemelerinde ideolojik vurguya yer vermemiştir. Dolayısıyla ilk iki ismin kurucu düşünceyi reddeden, üçüncü ismin ise kısmi olarak reddeden ideolojilere sahip oldukları göz önünde bulundurulduğunda, bu isimlerin, kurucu düşünce ile bağdaşır düşüncelerini içeren yazıları, Forum sayfalarında yer almıştır, denilebilir. Hayatta gerçek rehberin bilim olduğuna inanan, kendini Atatürkçü olarak tanımlayan Forumcular’un mizaçlarındaki hoşgörünün okuyucu kitlesine çabuk geçmiş olmasının da Forum’un kısa sürede tutunmuş olmasında etkisi büyüktür. Forum etrafında toplanan yazarlar esnek kafa yapılarına sahiptiler. Bu sebeple onların birbirlerinden farklı düşünmelerine rağmen bir arada olabilmeleri mümkün olmuştur. Kimi zaman aynı sayı içinde yazarlar farklı sütunlarda birbirleriyle tartışmışlar ancak bu tartışmalar hiçbir zaman kişisel husumete dönüşmemiştir. Tartışılan meselelerde, karşı tarafın dayandığı verilerin sağlam ve delillerinin tatmin edici ve tutarlı olması hallerinde, kendi yanlışlarını kabul etmenin bir erdem olduğu düşünülmüştür. Kaldı ki aynı mesele üzerinde farklı neticelere ulaşabilmeyi öğretici, aydınlatıcı ve yetiştirici bulmaktaydılar. Forum Dergisi tarafsızlığa vurgu yaparak yayın hayatına girmiştir. Bununla beraber yedi yıl boyunca mutlak tarafsızlığını koruduğunu söylemek olası değildir. Şu hususun altını çizmek gerekir ki Forum’un yazarları liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat olmak üzere iki ana eksene ayrılmaktaydılar. Aydın Yalçın, Turan Güneş, Şerif Mardin gibi isimler liberal demokrasi; öte yandan Turhan Feyzioğlu, Bahri Savcı, Muammer Aksoy gibi isimler ise cumhuriyetçi demokrasi 49 savunuculuğunu yapmaktaydılar. Bu her iki eksenin ortak paydası demokrasi idi. Ancak zaman içerisinde Dergide cumhuriyetçi demokrasi savunuculuğunun liberal demokrasi savunuculuğuna nazaran daha belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Şöyle ki; 1954-1957 yılları arasında yani 1. sayıdan 87. sayıya kadar, ülkenin gelişimi için liberal demokrasi ideolojisinin, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine göre, Türk demokrasi rejiminin gelişimi için daha elverişli olduğunu düşünen Forumcuların Dergide daha ağırlıkta olduğu, hatta bunun bir sonucu olarak Demokrat Parti iktidarının icraatlarına yönelik düşük yoğunlukta eleştiri yöneltildiği görülmektedir. Bu dönemde Dergideki cumhuriyetçi demokratların, Derginin çizgisinin belirlenmesinde etkili olamadığını söylemek mümkündür. Özellikle 1954-1955 yıllarında, Demokrat Parti’nin demokratik uygulamalara yönelebileceği umudunun liberal demokrat Forumcularda tam olarak ortadan kalkmadığı anlaşılmaktadır. Ancak 1956 yılından itibaren bu umut tamamen silinmiş ve demokrasi içinde başka bir arayışa gidilmiştir. Demokrat Parti’den kopan bir grup milletvekilinin 19 Kasım 1955 tarihinde Hürriyet Partisini kurmalarından sonra, iktidarın haksız uygulamalarına bir tepki olarak üniversiteleri ile bağlarını kesen kimi liberal demokrat Forumcular, Hürriyet Partisi altında aktif siyasete yönelmişlerdir. Kimi Forumcuların Hürriyet Partisinde aktif siyasete girmeleri, hatta Forum’un bu partiye destek vermesi, Türk siyasal yaşamında, kimi kesimlerce Forum’un ‘liberal’ olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Bu noktada öncelikle Hür. Partinin liberal bir parti olup olmadığını, daha sonra da Hür. Partide sadece liberal demokratların yer alıp almadığını tespit etmek gerekir. Bilindiği üzere ‘liberal partiler’ Batı Avrupa’da 19. yüzyılda solun örgütlenmiş ifadesi olarak ortaya çıktılar. Anayasal, parlamenter hükümet, ulusal seküler eğitim sistemi talepleri sebebiyle aristokratik hükümet ilkelerini benimseyen tutucu güçler ve hatta klerikal gruplarla yani Katolik/Protestan kesimlerle ters düştüler. Zaman içerisinde liberal partilerin siyaset alanındaki konumlanışı, Batılı ülkelerde farklılık gösterdi. Daha açık bir dille, tutucu partinin kimliğine göre liberal parti konumlandı. Mesela İngiltere ve İskandinav ülkelerinde muhafazakar parti karşısında ya da Belçika ve Hollanda’da Hıristiyan Demokrat parti karşısında, Almanya’da hem muhafazakar hem de Hıristiyan demokrat partiler karşısında yerini aldı. Süreç içerinde Batı Avrupa ülkelerindeki tüm liberal demokrat partiler, sosyalist partiler ile kendilerini karşıtlık içinde buldular. Bunun bir sonucu olarak da solun ana gücü olma imkanları kalmadığından merkeze doğru kaydılar ve merkez sağa oturdular. 19. yüzyılın sonlarında tek başlarına iktidar olabilecek halk desteğine sahip olan bu partiler, zamanla küçük partilere dönüştüler. Orta sınıf seçmenler liberal partileri desteklemekten gittikçe uzaklaştı. Ancak bu partiler, seçim sisteminin elverişli olduğu ülkelerde, koalisyon hükümetlerinde iktidar ortağı olabildiler. Burada ilginç olan nokta, liberal partilerin hem sağ hem de sol partiler açısından ortak olarak seçilebilmeleridir. 50 Liberal partilerin ortak ve temel özellikleri siyasal özgürlük savunuculuğu ile anayasal sorunlara yaptıkları vurgular olmuştur. Burada Avusturya’daki liberal partinin 1930 lardaki politikalarını bir istisna olarak kabul etmek gerekir. Nitekim bu parti pan-Cermenizmi savunmuş, hatta Nazilere sempati ile yaklaşmıştır. Aslında savunma ve dış ilişkiler bağlamında liberal partilerin kendi ülkelerinin ulusal tarihini yansıtma eğilimi içinde oldukları göz önünde bulundurulduğunda, Avusturya liberal partisinin Nazizme sempati duymasını yadırgamamak gerekir. İktisadi konularda ise liberal partilerin ülkeden ülkeye farklılık gösterdiklerini belirtmek gerekir. Mesela İskandinav ülkelerindeki liberal partiler, her dönemde, devletin piyasaya müdahalesini savunurken, Belçika veya Hollanda’dakiler aksini savunmuşlardır. Hatırlatmak gerekir ki ‘liberal’ etiketinin yanıltıcı olarak kullanıldığı partilere Batı demokrasilerinde değil ama az gelişmiş ülkelerde rastlamak mümkündür. Şu halde Batı demokrasilerindeki ‘liberal partiler’ ile Türkiye’deki ‘Hürriyet Partisi’ arasında bir paralellik kurulup kurulmayacağı bahsine tekrar dönülürse, böyle bir paralelliğin kurulabileceğini söylemek mümkündür. Ancak bu paralelliğin, Forum Dergisi’ni ‘liberal’ olarak nitelendirmeye vardırılamayacağının da altını çizmek gerekir. Çünkü tüm Forumcular Hür. Partili değildir. Ayrıca, Hür. Partiyi, Münci Kapani, Muammer Aksoy, Coşkun Kırca, Cemal Aygen gibi cumhuriyetçi demokrat Forumcuların da desteklediği göz önünde bulundurulduğunda, Forumcuların asıl derdinin, DP’ye, ‘bir liberal demokrat parti nasıl olur’u göstermek olduğu açıktır. Gerçi liberal demokrat Forumcular, Hürriyet Partisini bir iktidar alternatif olarak görmeye kendilerini oldukça inandırmışlardır, fakat aynı durumun cumhuriyetçi demokrat olan ve Hür. Partide aktif görev alan Forumcular için söylemek mümkün değildir. Hür. Partinin, dönemin siyasi koşullarındaki duruşunu ortaya koymak bakımından, milli sosyalizmi savunan Doğan Avcıoğlu’nun da bu partide bir müddet çalışmış olduğunu hatırlatmak uygun olacaktır. Hür. Partili Forumcular arasında Aydın Yalçın, Şerif Mardin, Münci Kapani, Muammer Aksoy, Coşkun Kırca, önceleri Demokrat Parti mensubu olan Turan Güneş, Cemal Aygen gibi isimler vardı. Hür.Partiye bu katılımlarla Dergi doğrudan bu partinin borazanı haline gelmemişse de, partiye açık destek verildiğini söylemek mümkündür. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki Bülent Ecevit, Turhan Feyzioğlu gibi CHP li Forumcular, Hür. Partili Forumculara nazaran herhangi bir partiye Derginin açık destek vermesinin karşısında olmuşlardır. Fakat Muammer Aksoy, Münci Kapani gibi cumhuriyetçi demokrat olan ve Hür. Partiye katılan Forumcular bu partiye açık destek verilmesini savunmuşlardır. Aslında Hür. Partinin bir yayın organı vardı: ‘Yeni Gün Gazetesi.’ Gazetenin partinin hizmetine sunulmasında Nadir Nadi’nin emeği büyüktür. Nitekim Cumhuriyet gazetesi de, tüm engellemelere rağmen, Hür. Parti’nin faaliyetlerine yer vermekten imtina etmemiştir.18 Ayrıca Hür. Partili kimi Forumcuların Cumhuriyet ve Yeni Gün gazetelerinde de yazılarının yayınlanmış olduğunu belirtmek gerekir. Fakat bu, partinin Forum’un desteğine ihtiyacı olmadığı anlamına gelmemelidir. 18 Feridun Ergin, ‘Hürriyet Partisi’, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt:8, 1984, s.2087. 51 Buradan tekrar Forum’un dönemselleştirilmesi bahsine dönülürse, özellikle 1956-1957 yıllarında, Dergide, DP icraatlarını eleştirme ölçüsü yükselişe geçmiştir. 1957 yılı sayıları için en ilginç olan nokta ise, iktidara yönelik eleştirilerin yanı sıra CHP’ye yönelik eleştirilerin de yapılmasıdır. Bu ise, bu dönemde, Derginin çizgisini belirlemede liberal demokrat Forumcuların daha ağırlıkta olduğunun göstergesi olarak sayılabilir. Ayrıca, bu, cepheleşme modeli bağlamında, liberal demokrat Hür. Parti ile cumhuriyetçi demokrat CHP karşıtlığının Forum sayfalarına da yansıdığının bir ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Hür. Parti altında aktif politika yapan Forumcuların tercihlerinin doğruluğunu ortaya koymak üzere kaleme alınanı şu yazı ilginçtir: “Son günlerde Hürriyet Partisi listesinde siyasi mücadeleye katılma kararı veren yazarlarımızdan Muammer Aksoy ve Münci Kapani’nin hareketleri, bilhassa içinde bulunduğumuz devre esnasında, fikir hürriyeti ile siyasi hürriyetlerin birbirine ne kadar bağlı olduğunu hatırlatan bir vesile teşkil etmektedir. Forumcuların bu hareketi başka yönden de manidardır. Forum fikir dergisi olarak daima tarafsız tahlil ve müşahedeyi savunmuştur. Fakat muhtelif vesilelerle belirttiğimiz gibi, bunun kanaatsizlik ve karasızlık demek olmadığını, yazarlarımızın siyasi mücadeleye katılma kararları açıkça göstermiştir. Bizim tarafsızlığımız dogmatizmi, çarpık muhakemeyi, mantık kaidelerini dürüst olmayan bir şekilde kullanmayı reddeden bir vaziyet almadan ibarettir. Yoksa bu dergi çıktığı günden beri aydınların kuvvetli inançlara sahip olması, kendi vicdanlarında karara ulaşarak, kütlelere önderlik etmesi, siyasi ve içtimai mesuliyetlerini korkak bir çekingenlikle unutmamaları gerektiğini daima savunmuştur. Bir fikir ve yayın organının yazarlarından büyük bir kısmının bir siyasi partiyi desteklemesi, hatta mühim davaların bahis konusu olduğu bir seçim esnasında müessese olarak bir partinin desteklenmesi kararının verilmesi bizim yaptığımız tarif hudutları içinde tarafsızlıkla kabili telif olmayan bir hareket değildir. Nitekim mesela Amerika’da mühim seçimler esnasında, aslında en tarafsız bir gazete olan New York Times’ın şu veya bu cumhurbaşkanını desteklemeye karar verdiğini açıkça ilan etmesi, bu gazetenin tarafsızlığıyla kabil telif bulunmaz. Buna dair başka memleketlerde de birçok misaller vardır.”19 15 Kasım 1957 tarihli 88. sayıdan itibaren düşük yoğunlukta olsa da CHP’ye yönelik eleştirilere devam edilmiş ancak iktidara yönelik eleştiriler daha da artırılmıştır. İktidara yönelik bu eleştirileri orta yoğunlukta eleştiri olarak nitelendirmek doğru olacaktır. 1957 seçimlerinden önce Derginin Hür. Parti ile CHP’nin güç birliği yapması yönündeki teşvik yazıları, kurucu düşünce üzerinde liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokratların mutabakatı olarak yorumlanabilir. Seçimlere giden süreçte, DP, kurucu düşünceyi değiştirmeye çalışan bir parti olarak görülmeye başlanmış, bu sebeple de, ideolojik farklılık yerine kurucu düşüncede mutabakat öne çıkartılmıştır. Öte yandan, bu güç birliğinin gerçekleşememesinden liberal demokrat Forumcular CHP’yi sorumlu tuttuğundan, seçimlerin hemen öncesi ve sonrası analizlerde CHP’ye yönelik eleştiriler sürdürülmüştür. Söz konusu eleştiriler, yine Dergi sayfalarında cumhuriyetçi demokrat Forumcular tarafından cevaplandırılmıştır. 19 Siyasi Mücadeleye Katılan Forumcular, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85, 1 Ekim 1957. 52 Ancak 1958 yılı ortasından itibaren liberal demokrat Forumcuların CHP’ye yönelik eleştirilerin son bulduğu görülmektedir. Bu tutumun sebebi olarak 27 Ekim 1957 tarihindeki genel seçimlerdeki Hür. Partinin başarısızlığını tahlil edip, bu partiye destek vermenin yanlışlığını anlamaları ve ayrıca Hür. Partinin CHP’ye katılmaktan başka bir seçeneği olmadığını görmeleri kabul edilebilir. Zaten bu seçim başarısızlığını takiben, Hür. Partide yer alan cumhuriyetçi demokrat Forumcular da CHP’yi desteklemenin daha makul olacağını düşünmüşlerdir. Hem liberal hem de cumhuriyetçi Forumların telkinleriyle 24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılmıştır. Söz konusu birleşmeyi kurucu düşünce üzerindeki mutabakatın kuvvetlendirilmesi bağlamında değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Yoksa ideolojik olarak her iki partinin birbirinden farklı olduğu açıktır. 1957-1958 döneminde özellikle 1958 yılı başından itibaren DP iktidarına yönelik eleştirilerin ölçüsü yükselişe geçmiştir. Bu ise Forum’un, kurucu düşünce savunuculuğunu yaptığının somut delilidir. Derginin, kurucu düşünce zemininin tamir edilmesi yönünde yazılara yer vermesi, Derginin hiçbir ideolojiden yana taraf olmadığı anlamına gelmemelidir. Nitekim, 1958 yılı ilk yarısında, liberal demokrat Forumcular, kurucu düşünce zemininin tamirinde cumhuriyetçi demokrasinin aktant olarak, yani tıpkı 1923-1950 arasında olduğu gibi, işlevsel olacağını düşünmekteydiler. Aydın Yalçın ve Nilüfer Yalçın’ın, ‘kurucu düşünce üzerinden ideolojik farklılıkların Forum sayfalarında yer almaya devam etmesi’ önerisi, ‘kurucu düşüncenin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin savunulması gerekliliği’ önerisi karşısında Forum yazar kadrosunda tutmamıştır. Liberal demokrat Forumcular, kurucu düşünce zemini tamir edilmeden, liberal demokrasi savunuculuğu yapılamayacağını düşünmüşler ve önceliği kurucu düşünce zemininin tamirine vermişlerdir. Bu tespiti doğrulayacak en önemli nokta ise Aydın Yalçın’ın 1958’den sonra Dergiye daha az katkı sağlamasıdır. 15 Mayıs 1958 tarihli 100. sayıdan itibaren Dergide, kurucu düşünce zemininin ancak cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi ile tamir edilebileceğini açıkça savunulmaya başlanmıştır. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar süren bu dönem iktidarın icraatlarına yönelik yüksek yoğunlukta eleştiri yöneltildiği dönemdir. 1958’in ikinci yarısından 1960 yılının ikinci yarısına kadar olan sayılar boyunca, Dergi her ne kadar doğrudan CHP tarafgirliği yapmamış olsa da, ki yazı kurulu Hür. Partiye verilen açık destek tecrübesinden sonra temkinli davranmayı yeğlemiştir, CHP’ye desteğin hissedilir bir noktaya ulaştığını söylemek mümkündür. Çünkü tüm Forumcular, cumhuriyetçi demokrasinin aktant olarak seçilmesi gerekliliğini savunurken, bu gerekliliği yerine getirecek partinin, cumhuriyetçi demokrat cephedeki CHP olduğunu düşünmekteydiler. Dergi çizgisi, sanılabileceğinin aksine, Dergi yazarlarından CHP li cumhuriyetçi demokratların sayıca, liberal demokratlara nazaran fazlalaşmış olması ile değişmiş değildir. Nitekim 100. sayıdan itibaren de liberal demokratlar yazar kadrosunda yer almaya devam etmişlerdir. Ancak 100. ve 147. sayılar arasındaki dönemde, kurucu düşüncenin tamir edilmesi zaruretine binaen yazılar kaleme alınmış, bu ise ideolojik 53 farklılığı geride bırakmıştır. İşaret etmek gerekir ki 100-147. sayılar arasında, CHP’ye verilen destek, Hür. Partiye verilen destekten farklılık arz etmektedir. Forumcular, Hür. Parti tecrübesinden aldıkları dersle, 1958 yılı ikinci yarısından itibaren CHP’ye ‘açık destek’ değil ‘örtülü/hissedilir destek’ vermişlerdir. Bu bağlamda, 1954’ten 1960 askeri müdahalesine kadar yedi yıl boyunca Forum’un mutlak tarafsız olduğunu iddia etmek güçtür. Öte yandan ‘göreli tarafsızlık’ nitelendirmesinin yapılmasının da yanlış olmayacağı düşünülmektedir. Derginin tarafsızlık tutumunun mahiyetine ilişkin değerlendirme yaparken şunu hemen belirtmek gerekir ki, Dergi demokrasiden taraftır. Liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm Forumcuların demokrasiden taraf olmaları ise kaynağını Forum’un manevi birliğini oluşturan Türk Devrim felsefesine sahip çıkmaktan almıştır. Bilindiği üzere Türk Devrim felsefesinin temelini insan doğasının ve dolayısıyla kurumların değişebileceğine inanmak oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Formcular, bu felsefe ile Türkiye meselelerine çözüm üretme vazifesini icra etmişlerdir. Forumcular, kimileri liberal demokrat kimileri cumhuriyetçi demokrat olarak, henüz emekleme çağında olan, çocukluk dönemini geçiren genç Türk demokrasisinin sakatlanmaması için büyük gayret sarf etmişlerdir. Onların bu gayretinin en önemli sonucu ise 1961 Anayasasında somut ifadesini bulmuştur. Bu noktada Forumcuların ‘anayasa’ kavramından ne anladıklarına açıklık getirmek yerinde olur. Forum’a göre, anayasa genel olarak ‘Devletin yetkilerinin kaynak, amaç, kullanım ve sınırlarını tanımlayan yazılı ya da yazılı olmayan ilke ve kurallar bütünü’ olarak tanımlanabilir. Ancak Forumcular, bu ilke ve kurallar bütününün ise iki ayağı olduğuna işaret etmeyi ihmal etmez. Anayasanın iki ayağı, hukuki ve siyasi olandır. Forum’a göre, hukuki açıdan bir devletin anayasası, ülkenin en üst yasasıdır. Yasama gücü tarafından çıkartılan tüm yasalar ile yürütme gücünün kararları gibi tüm ikincil normların dayanağı temel normatif kaynak olan anayasadır. Bu ikincil normların anayasaya ile bağdaşması gerekir. Bir bağdaşmazlık mevzu bahis olduğunda, bu yasalar, anayasaya göre geçersiz sayılır. Forum’a göre, siyasi açıdan bir devletin anayasası, devletin kuruluş felsefesini ifade eden siyasi bir belgedir. Anayasa, hukuki terimlerle ifade edilen bir ideolojik bağlılığı ve bu bağlılığın öngördüğü bir eylem planını içerir. İşte anayasanın siyasi bir belge olma özelliğindendir ki, her devletin anayasası ‘hukuki’ bir okumada birbirine benzer gözükmektedir. Oysaki her anayasanın uygulanması her devlet için farklı bir işleyiş tarzının ifadesi olur. Diğer bir deyişle, her ülkedeki ideoloji, kurucu düşünceden izler taşır. Dolayısıyla, bir ülkedeki siyasi, iktisadi ve toplumsal sistemi anlamak için anayasanın siyasi okuması yapılmalıdır. Siyasi okuma yapmak ise, anayasal uygulamalar, yargı yorumlarına, yasalara ve daha alt mevzuata ve bu mevzuatın uygulanma biçimlerine, tüm bunlardan daha da önemli olarak devletin kuruluş felsefesine ve bu felsefenin getirdiği gelenek ve göreneklere bakmak demektir. Bu bağlamda Forum, Türk Anayasasının Atatürkçülükten münezzeh bir uygulamaya sahip olamayacağının altını çizmektedir. Forum, Batı demokrasilerinde de anayasaların ülke tarihlerinin bir ürünü olduğuna dikkat çeker. Kurucu düşünce ise her ülkenin kendi tarihine içkindir. 54 Forum Dergisi, yedi yıl boyunca, Atatürk’ün laik dünya görüşü, rasyonel tahlil ve bilimsel yaklaşımla meselelere bakmayı salık veren düşüncesi ile uyumlu bir yayın çizgisi izlemiştir. Forumcular arasında Atatürkçülüğü ‘tarihi bir yanılgı’ diye küçümseyen veya ‘küçük burjuva reformisti’ diye yadırgayan; Atatürk’ü sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve/veya Kurtuluş Savaşının başkomutanı olarak gören ve Atatürk’ün Türk ulusunun eline verdiği kılavuz ilkeleri dikkate almayan kimseler yoktu. Atatürkçülük; Marksizm, faşizm gibi donmuş ve statikleşmiş kapalı fikir sistemi içinde düşünülen bir dogmatizm olarak da algılanmamaktaydı. Çünkü Atatürkçülük bir ideoloji değildi. Hem liberal demokrat hem de cumhuriyetçi demokrat Forumcular, Atatürkçülüğü; canlı, hareket halinde, dinamik bir pusula olarak görmüşlerdir. Forum’un Atatürk’e bakışını şu sözlerde bulmak mümkündür: “Atatürk ne bir filozoftu, ne de bir macera düşkünü. Memleketi o günün şartlarından kurtarabilmek için doğulu kalıplar ortasında pek fazla iş görülemeyeceğini anlamıştı; milletine layık gördüğü geleceğe ulaşmak, daha doğrusu ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak’ için en kestirme yolun o zamana kadar Avrupa medeniyeti tarafından erişilen merhalelerden geçtiğine inanmıştı. Üstelik, yeni kurduğu milli devlet Avrupa’nın Fransız İhtilalinden beri milli kalıplar içinde başardıklarını tekrarlamak bakımından ideal bir zemin yaratmıştı. Filozof olsaydı, belki bu basit çözümden çok daha orijinal gözüken, koparılmamış bağlara çok daha fazla önem veren, toplumu öncülerle artçılar şekilde ikiye bölmeksizin benimsenebilen bir düşünce sistemi kurabilirdi; macera düşkünü olsaydı, belki erişilmeyecek hayallere hemen erişmek istemenin aceleciliği içinde her şeyi kaybedebilir, yüzyıllardan beri tereddütlü adımlarla aşılmış olan engellerin de geri gelmesine yol açabilirdi. Atatürk, felsefe kitaplarının olmazlığına veya tarih sayfalarının mezarlığına düşmeden, en pratik yoldan gerçek mümkün olanın sınırlarına erişmekle gerçek politikanın en güzel örneğini vermişti.”20 Bu bağlamda Türk Devrimi ile ilgili olarak Bahri Savcı’nın 1963 yılında SBF Dergisinde yayımlanan makalesindeki şu sözlere yer vermek isabetli olur: “Atatürk önce bir siyasi inkılap yapmıştır, sonra da bunun temellerini teşkil ve ifade ederek, bunların devam şartı olmak üzere bir sosyal inkılap yapmıştır. Bu, her ikisinin kemal ve sıhhat şartı olmak üzere, bir de iktisadi inkılap söz konusudur. Bunu, bir başka deyimle söylemek gerekirse diyebiliriz ki Atatürk, sosyal, iktisadi yönleri olan bir modernizasyon yapmıştır. Atatürk modernizasyonunun, inkılabının siyasi mahiyeti bir sosyo-politik, bir de sosyo-ekonomik halka içinde belirmektedir. Önce siyasi iktidar olayını modernize etmek üzere bir siyasi inkılap yapılmıştır. Bu, halife-sultansız, tam bir milli irade esasına dayalı, şahsi iktidarı reddedip onun yerine halk iktidarını koyan bir halkın cumhuriyetini kurmadan ibarettir. Fakat bu inkılabın, süren bir modernizasyon ameliyesi olabilmesi için Atatürk, siyasi inkılabın sosyal yönünde bir modernizasyona girişmiştir: Bağımsız, özgür, kendi ile sorumlu, müspet ve laik zihniyetli kişiyi, eşitlik esasındaki aileyi, skolastik ve hurafeci bağlardan kurtulmuş olarak çağdaş beşeri münasebetler ölçülerine göre davranışlar gösteren halk katlarından kurulu, bir laik toplum meydana getirmiştir. Bu 20 Mümtaz Soysal, Batıya Varışın Eğitimsel Yolları, İncelemeler, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960. 55 da, sosyal inkılabı teşkil ve ifade eder. Bu suretle genel olarak Atatürk modernizasyonu, Atatürk inkılabı dediğimiz hareketin sosyo-politik yönü meydana getirilmiştir. Bu siyasi şekil olarak: halife-sultansız, şahsi iktidarsız, tamamıyla milli irade esasına dayanan ve halk iktidarını meydana çıkarıp müessir kılan bir laik cumhuriyet ile; sosyal temel olarak da: insana değer veren, Anadolu halkını birinci ilgi planına alan laik halk toplumundan ibaret sosyeteye varma inkılabıdır.”21 Savcı aynı makalede sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Nihayet, siyasi iktidarı, halife-sultansız ve şahsi iktidarsız bir halkın cumhuriyeti içinde, temsili hükümet esasında kurmanın ve geliştirmenin, bunun istilzamı olan laik ve müspet zihniyetli kişilerden kurulu laik toplum inşa etmenin ve bunu sıhhat içinde kemale erdirmenin yolu açılmıştır. Bu, toprak rejimini, istihsal rejimini ıslahı tazammun eden, çalışanların haklarını muvazenelendirmeyi ifade eden, kişiye halk kitlelerine, geri kalmış bölge ve kategorilere geniş sosyal ve iktisadi hizmetler ve imkanlar getirmeyi ihtiva eden sosyo-ekonomik inkılaptır; daha doğrusu geniş Atatürk modernizasyonunun, inkılabının sosyo-ekonomik halkasıdır. İşte Atatürk ilkeleri, bunları ifade eden, mümkün kılan, açıklayan, şartlandıran, zaruretlendiren prensiplerdir.” Forumcuların 1954-1960 arası Atatürkçülüğe bakışını Savcı’nın bu değerlendirmesinde ifadesini bulduğunu söylemek mümkündür. Forum’un okurları arasında bulunan Yakup Kepenek’in Dergiye yazdığı mektubundaki şu sözlerinin Forum’u anlamak açısından önemli olduğu düşünülmektedir: “Nisan başında Forum Dergisi altıncı yayın yılını bitirdi. Derginin 121. sayısından öğreniyoruz ki, bu durumu belirtmek için Radyoya yapılan müracaat Forum’un devlet icraatını kötülediği sebebiyle reddedilmiştir. Takip edenler bilirler ki Forum birinci sayıdan beri daima ilmi, objektif, şahsi ve maddi endişelerin üstünde, memleket gerçeklerine eğilmesini bilmiş, okuyucularına dayanarak tarafsız ve satılmamış kalemlerin yazılarını dercetmiş bir dergidir. Forum, tam bir tarafsızlıkla fakat asla yılmadan ve usanmadan, yurdumuzda demokratik kurumların nasıl kurulabileceğini, ilme ve ihtisasa dayanan program ve planlı iktisadi kalkınmanın nasıl başarılabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Menfaatlerin, para ve mevki vaatlerinin her türlü manevi ve vicdani kaleleri fethedebildiği bir devirde, eğilmeden sapmadan yoluna devam edebilmiştir. Aşırı İnkılapçı olduğu için bazı yazarlara sola meyyal addedilen bu dergide, daha düne kadar imam hatip okulları mensuplarının Risale-i Nur öğrencilerinin küfür dolu mektuplarını okuyabilmek kabildi. İşte Forum bu kadar tarafsızdır ve memleket meselelerini ilim açısından bize aksettirmektedir. Forum hiçbir zaman bir parti organı bir grubun menfaatlerinin müdafaacısı olmamıştır ve kanaatimizce olmayacaktır. Şurasını da işaret edelim ki Forum müdafaaya muhtaç değildir ve biz okuyucularından daha evvel idareci ve yazarları vardır. Ancak Radyo Şefliği yalnız Forum’u değil, okuyucularını da devlet icraatını kötüleyen yayınları takip etmek töhmeti altında bırakmıştır.”22 21 Bahri Savcı, Bir Otoriter İdeoloji Denemesi Üzerine Mütalaalar, SBF Dergisi, cilt:18, 1963, s.100-101. 22 Forumsuz Devlet, Okurların Forumu, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959. 56 Forum Dergisi, Demokrat Parti’nin anti-demokratik uygulamaları altında ezilen aydınların her sayısını merakla bekledikleri bir dergi olmuştur. Hatta kimi okuyucular, Forum okuyucularının tanışması önerisinde bulunmuşlardır. Okuyucuların çoğunlukla metnin sonunda isimlerinin baş harflerini belirttikleri bu mektuplardan, ilginç bir üsluba sahip olan bir tanesinden, şu satırları nakletmek yerinde olacaktır: “Mecmuanızı takriben bir senedir muntazam okumaktayım. Başmakalelerinizin ekserisini muhteviyatıyla, umumiyetle mutabakat halindeyim; ayrıca mecmuanızın umumi havası ve bilhassa göstermekte devam ettiğiniz medeni cesaret beni manen çok takviye etmektedir. Düşündüm ki: Forum okuyanları birbirleriyle tanıştırmanın, temasa getirmenin karşılaştırmanın imkanı, yolu yok mudur? Acaba Forum bu işi başaramaz mı? Belki bu şekilde birbirlerine az çok benzeyen Türklerin bir araya gelip bir muhit yaratmalarına meydan vermiş oluruz ve bu suretle memlekette er geç doğup inkişaf etmesi lazım gelen ilmi ve demokratik düşüncenin vücut bulmasına ufak da olsa yardım yapılmış olur.”23 Okuyucular arasında Forum okuyucularından müteşekkil bir kulüp kurma önerisine dahi rastlamak mümkündür. Forum yazarlarının ise kendilerinin doğrudan içinde yer alacakları herhangi bir kurumsal oluşuma mesafeli olduğunu görmek mümkündür. Nitekim bu iddiayı destekleyen, okuyuculara hitaben Forum Yazı Kurulunca kaleme alınmış yazıda şöyle denilmektedir: “Mesele kanaatimizce şudur: Aydınlar her memlekette olduğu gibi Türkiye’de de bir azınlıktır. Fakat bu azınlık cemiyetin en tesirli azınlığıdır. Çünkü rolleri geniş kütlelerin benimseyeceği fikir ve düşünceleri imal etmek, müstakbel kütle hareketlerinin istikamet ve planlarını hazırlamaktır. Başka memleketlerde aydınları birbiriyle daimi temas halinde tutan yayın organlarından başka, entelektüel kulüpler, dernekler, sohbet ve tartışma grupları gibi vasıtalar da vardır. Aydınlar bütün bu vasıtalarla birbirleriyle daimi bir düşünce alışverişinde bulunurlar; tecrübe, his ve intibalarını karşılaştırır, mukayese ederler. Bunlar sayesinde bir memleketin fikir hayatı daimi zindelik içinde bulunur. Türkiye’de bu çeşit müesseselerin geleneği henüz kurulmamıştır. Türkiye henüz köylü bir cemiyet bünyesinin izlerini taşımaktadır. Şahsi münasebetlerimizde, toprak ve hısımlık gibi en ilkel ve içtimai bağlar, elan şahsi münasebetlerimizin hudutlarını sınırlandırmaktadır. Fikri ve mesleki saiklerle içtimai münasebetlerimizi artırmak, tecrübelerimizi zenginleştirmek, ferdiyetimizin dar sınırlarını aşarak tecerrütten kurtulmak ihtiyacı yeni yeni duyulmaya başlanmıştır.” 24 Bu açıklamadan sonra, Yazı Kurulu nazik bir üslupla şöyle bir karşı öneride bulunmaktadır: “Biz şöyle bir hizmette bulunmak istiyoruz: Şahsen veya mektupla birbirleriyle temasa geçmek isteyen okurlarımızın isim, adres ve telefon numaralarını dergimiz vasıtasıyla yayınlamak. Yahut isimlerinin yayınlanmasını istemeyenler olursa, bunları da isim ve adres listeleriyle, dergimizden yazıyla isteyen okurlarımıza bildirmek. Forum okurlarının birbirlerini mutlaka tanımaları, dergimizin temsil ettiği fikirlerin ve zihniyetin memlekette daha sağlam bir şekilde yerleşmesi bakımından lüzumludur.” Forum’un okuyucular ile hem irtibat halinde 23 24 Forum Okuyanların Tanışması, Okurların Forumu, Forum, sayı:71, 1 Mart 1957. Forum Okuyanlar Kulübü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:71, 1 Mart 1957. 57 ancak sıcak temastan uzak bir tutum içerisinde olmasını seçkinciliğe yorulmaması gerektiğinin altını çizmekte fayda görülmektedir. Nitekim Forumcular demokrasinin halkla olacağına inanmaktaydılar. Derginin görevini de en basit ifadesiyle ‘halka demokrasi içindeki görevini aydınlar üzerinden hatırlatmak’ olduğunu düşünmekteydiler, halk demokrasiyi anlarsa savunabilirdi, aksi halde totaliter akımların pençesine düşerdi. Dolayısıyla Forumcuların halkı küçümseyen bir tutum sergilediklerini ve seçkinci tavır takındıklarını iddia etmek mesnetsizdir. Forum kadrosunda ‘bütün gerçeği ben biliyorum’ şeklinde bir algı tespit etmek imkanı olmadığından, Derginin söz konusu olaydaki tutumunu, Dergiyi seçkincilik bağlamında değerlendirmenin meşru sebebi olarak görmek abartılı olacaktır. Derginin 1954’teki ilk sayısı 1500 adet basılmıştı ve tamamı tükenmişti. Derginin sonraki sayılarında baskı adedi giderek artırılmıştır. 1954 yılı sonunda üç bin baskı yapan Derginin 1957 yılı vasati tirajı yedi bin civarındaydı.25 Ancak aynı yıl kimi sayılarının ki özellikle genel seçimler öncesi sayılarının on bini aşan bir tirajı bulduğu, 1958 yılında vasati tirajın on bin olduğu, 1959’da ise vasati tirajın on iki bini yakaladığı bilinmektedir. Derginin yıllar geçtikçe artan oranda bir tiraja sahip olması da okurların gözünde tarafsızlıkla ilgili şüphelerin sınırlı olduğunun bir göstergesidir. Aksi halde okurlar Dergiyi almamaya başlayabilir ve Dergin tirajının da düşmesi beklenirdi. İlaveten, 1955 nüfus sayımına göre nüfusun 24 milyon olduğu hatırlandığında, Türkiye’nin gelişmişlik seviyesi göz önünde tutulduğunda, değişen yıllara göre artan Forum’un tirajının azımsanmayacak seviyelerde seyrettiği söylenebilir. Kaldı ki dergiyi satın alanların satın almayanlar ile dergiyi paylaştıkları ihtimali düşünülürse, Derginin okur oranının yüksek olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bununla beraber Forum’un kimi okuyucularının dergi tirajından memnun olmadıklarını belirtmekte yarar var. Derginin tirajının düşük olduğunu düşünen bir okuyucu şöyle demektedir: “Forum’u birinci sayısından beri alır ve okurum. Naşirinden alınmış olması çok muhtemel bulunan bilgiye göre, bu dergi 12.000 satıyormuş. Bir o kadar da ilave okuyanı olduğunu kabul etsek, ülkenin nüfusu hesaba katıldığında, Türkiye’de bu derginin savunduğu fikirlerden haberdar olup faydalanan vatandaş sayısı en çok %0.1 nispetinde demektir. Birçok milletvekili Türkiye’de Forum adlı bir dergi neşredildiğinden haberdar değildir. Ben şahsen şunu teklif ediyorum: Bütün milletvekillerimiz Forum’a parasız abone kaydedilsin, kendilerine Forum koleksiyonunun tamamı parasız olarak gönderilsin. Bu işin külfeti 600 sayı üzerinden bilhesap, nüsha başına üç kuruştur. Bu işin mali külfetini Forum’un fiyatına beş kuruş zam yapmak suretiyle bertaraf etmek mümkündür. Buna hiçbir Forum okuyucusunun itiraz etmeyeceği muhakkak. Nüfusumuz her yıl bir milyon arttığına göre 27 milyon nüfuslu Türkiye’de 12.000 satan ve azami 25.000 kişi tarafından okunan bir dergi kendisini yaşıyor sayamaz.” 26 Hatırlatmak gerekir ki Forum’dan haberdar olmayan milletvekilleri ile kastedilen, kimi DP li milletvekilleridir. 25 26 Aydın Yalçın, Fikir Mihrakları Kurmak, İncelemeler, Forum, sayı:169, 15 Nisan 1961. Forum Limonlukta mı?, Okurların Forumu, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957. 58 Forum, yazı hayatına atılıştan itibaren çok mütevazı mali şartlar altında yürütülen ve bu şartların en kötü olduğu günlerde bile iktidar desteğine dayandırılması bir an bile düşünülmeyen bir dergi olmuştur. Bu mali bağımsızlık, yazılarıyla Forum’u yaşatanlar için hiç de kolay olmamıştır. Birçok derginin türlü dolambaçlı yollardan gitmeyi ve önlerine çıkan her yem borusuna kulak vermeyi gelenek haline getirdiği bir devirde, Forum, çizgisinden taviz vermemiştir. İktidar tarafından Forum yazarları baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Forum sadece okuyucuları ile ayakta kalmayı tercih etmiştir. Şu bir gerçektir ki Forum kendi kendinin reklamı konusunda pek istekli olmamıştır. Forum’un isteksizliği eleştirilmeye açık olmakla birlikte, tirajının düşük olduğu yönündeki eleştirinin haklı olmadığı düşünülmektedir. Forum sadece yurt içinde değil yurt dışında da bilinen bir dergi olmayı başarmıştır. Örneğin yabancı basından Derek Patmore’un Forum’a dair şu sözleri dikkat çekicidir: “Yeni başkentte genç aydınlar gittikçe çoğalmaktadırlar. Türkiye’nin en iyi siyaset ve kültür dergisi Forum’un Ankara’da çıkması bu bakımdan önemli bir olaydır. Bugün on beş günde bir çıkan Forum’un satış tirajı 12.000’dir ve memleketin her yanında okunduğu görülmektedir. Forum’u çıkaran genç aydınlar grubu Türkiye’de en canlı ve gürbüz fikir takımı addedilmektedir. Şimdiden memleket meseleleri üzerindeki tesirleri satış sayısının üstünde bir güç taşımaktadır. Derginin başyazarı Aydın Yalçın son zamanlara gelinceye kadar Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi doçenti idi. Karısı Nilüfer Yalçın derginin tiyatro eleştirmecisidir. Forum Dergisi’ne devamlı yazanlar dikkatle seçilmiştir; her biri kendi alanında söz sahibi seçkin kimse. Bunlardan biri Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Fethi Okyar’ın oğlu Osman Okyar’dır. Hükümetin ekonomik politikasını tenkit eden yazıları geniş bir yankı uyandırmıştır. Osman Okyar Cambridge Üniversitesi’nden mezundur, şimdi İstanbul Üniversitesi’nde doçenttir. Forum’a yazanlardan biri de Ulus gazetesinin yazı işleri müdürü Bülent Ecevit’tir. Bülent Ecevit usta bir yazar olduğu kadar tanınmış bir şair, sanat eleştirmeni ve T.S. Eliot’ın Coctail Party’sinin mütercimidir. İstidatlı bir eleştirmen olan Metin And da Forum’da devamlı yazanlardandır.”27 Forum Dergisi, Türk demokrasisine katkı görevini 1961 anayasasının halkoyuna sunulduğu tarih olan 9 Temmuz 1961’de tamamlamıştır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum kadrosu, verdiği demokrasi mücadelesinde en zor günlerini, askeri müdahaleden hemen önceki dört haftada yaşamıştır. Bu zorluğun ise basım işlerinden tek başına sorumlu olan Muammer Aksoy tarafından daha yoğun yaşandığının altını çizmek gerekir. Forum, 1 Mayıs 1960 tarihli 147. sayısını okuyucularına ulaştıramamıştır. Dergi yazı kurulu 148. sayısında, bir önceki sayının yayına hazırlanması sürecinde yaşanan sıkıntılara dair şöyle bir açıklama yapmıştır: “Meclis Tahkikat Komisyonunun hakkımızda tahkikat açmasından sonra, eski matbaamız haklı endişelere kapılarak, dergiyi basmaktan imtina etmişti. Bu arada başvurduğumuz diğer matbaalar baskı talebimizi kabul etmemişlerdir. Bu sebeple 1 Mayıs tarihli nüsha çıkamamıştır. Matbaa aramaya devam ettik ve nihayet 11 Mayıs tarihinde Akın Matbaası dergimizi basmayı kabul etti ve böylece 15 Mayıs 1960 tarihli 147. sayımızı baskıya hazır duruma getirdik. Ancak makineye 27 Modern Türkiye’de Yeni Temayüller, Ne Diyorlar?, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957. 59 verilmek üzereyken sabık Ankara Örfi İdare Kumandanı Namık Argüç, önce fiilen matbaayı tazyil ederek baskıya mani olmuş, bilahare yazı ile derginin tap ve neşrini men ederek, mevzuata aykırı bir şekilde sansür koymuştur. Bu haksız müdahaleyi mektup ile protesto etmiş ve şahsı hakkında tazminat davası açmaya hazırlanmıştık. Gayrimeşru idarenin devrilmesi ile 15 Mayıs tarihli nüshayı çok geç de olsa basmak kabil olmuştur. Bu sayıdan ancak mahdut bir miktar basılabildiği ve muhtevası aktüalitesini kaybettiği için satışa çıkarılmamıştır. Koleksiyon sahipleri ve ilgililer bize 50 kuruşluk pul göndermek suretiyle bu sayıyı temin edebilirler. Buhranlı günlerde dergimizi basmayı kabul eden Akın Matbaasına ve çıkmayışımız karşısında telefon ve yazı ile ilgilerini esirgemeyen okurlarımıza candan teşekkür ederiz.”28 Dergi, 1960lı yıllarda da yayın hayatına devam etmiştir. Ancak Derginin, 15 Ekim 1961 tarihindeki genel seçimlerinden sonraki sayılarında yayın çizgisinde bir değişiklik olmaya başladığı, Marksizm’e temayül eden bir çizgi tutmaya başladığını söylemek mümkündür. Forum 15 Ekim 1969 tarihli sayıdan sonra yayın hayatından çekilmiştir. 2.Forum Yazarları ve İşledikleri Konular Demokrat Parti, iktidara daha fazla demokrasi iddiasıyla gelmişti ancak iktidara gelişinden kısa bir süre sonra tavır değiştirmiş ve demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla yerleştirilmesinin önünde bizzat kendisi engel teşkil etmiştir. Bunun bir sonucu olarak da demokrasi mücadelesi vermek üzere yola çıkmış olan Forum yazarları Derginin ilk sayılarından itibaren demokrasinin ortadan kalkması sonucunu doğuracak her türlü icraat ve tutuma karşı olduklarından, totaliter düşünceye karşı açık tavır sergiledikleri yazılar kaleme almışlardır. Forum’un yayın hayatına girdiği ve yayınını sürdürdüğü dönemde Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar vardı ve bu sorunların hepsi çözüm beklemekteydi. Ancak şurası kesindi ki, tüm bu sorunları çözmedeki temel yaklaşım demokrasi olmalıydı, Forumcular buna kuvvetle inanmaktaydılar. Forum’un demokrasi anlayışını ortaya koyması bakımından şu yazı ilginçtir: “Bir kimsenin hoşgörülü olması, ne onayladığı ne de katıldığı inanç, düşünüş yahut hareketlerin varlığına katlanması demektir. Mutlak bir hoşgörürlük kolay kolay tasarımlanamaz, tasarımlansa bile her çeşit karşı hareket yer bırakmayacak bir ilke kesilir. Bunun tam karşıtı olan hoş görmezliğin mutlak tasarımlanması da başkalarının erkinliklerini, özgürlüklerini büsbütün yok edecek niteliktedir. Öyleyse hoşgörürlük ile hoş görmezliği göreli olarak düşünmek zorundayız. Hoşgörürlüğün egemen olması gereken alanı iyice belirlemek, sınırlarını saptamak, ilk bakışta sanıldığı kadar yalınç bir sorun değildir. Örneğin bir toplumda kim kimi hoş görecektir? Karşılıklı hoşgörürlükten söz etmek de doyurucu olmaktan uzak ve pek genel kalır. Hoşgörürlükle hoş görmezliğin uzlaştırılması gereği apaçık olmakla birlikte bunu başaracak ilkeye nasıl erişilecektir? Çözülmesi gereken bir çıkmaz, doğruyu tutanın (bir alanda birden çok doğru olamayacağına göre) eğriyi, yanlışı tutanı hoş görüp görmeyeceğidir. Hoş görmezliğin tarihine bakarsak, kaynağının 28 Açıklama, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:148, 1 Haziran 1960. 60 Doğu olduğunu ve tek tanrıcı dinlerle el ele geliştiğini görürüz. Bunlardan peygamberinin bir yanağına tokat yiyene öteki yanağını çevirmesini öğrettiği için en hoşgörülüsü diye tanınanı bile, bütün barbar Romalıların öldürdüğünden çok dindaşını kendi elleriyle boğmuştur. Reformasyon’dan sonra liberalizm, 17. yy’dan bu yana hoşgörürlüğün yerleşmesine çalışmıştır. 20. yy liberalizmi Batıda sosyal bir renk olmaya yönelince, aydınlar hoşgörürlüğün yitirilmemesi gereği üzerinde durmuşlardır. Gerçekten bugün Batıda egemen olan demokrasi anlayışı, hoşgörürlüğe dayanır.”29 Yazıda demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyenlere karşı hoşgörü göstermenin demokrasiye zarar vereceği belirtilmektedir. Yazı şöyle devam etmektedir: “Ancak hoşgörürlüğün bir de alt sınırı olmalıdır. Güç kazanırsa hoşgörürlüğü ortadan kaldıracak olan inanç, düşünüş yahut hareketlerin geliştirilmesi şu ya da bu dogmatizmi yerleştirmeye kalkanlar hoş görülmeli midir? Savlarının mutlak geçerliği olduğunu ileri sürerek ortaya çıkanların yarattıkları gereksiz acılar daha ortadayken bunları hoş görmek, hele ortaçağı hortlatmak amacıyla başkaldıranları, hoşgörürlüğün sağladığı geniş özgürlükten faydalandırmak, kolay affedilmeyecek bir suç olmaz mı? Türk toplumu hem ekonomik ve kültürel alanlarda gelişmek hem de bu gelişme özgürlük ve erkinliğini elden çıkarmadan ulaşmak amacındadır. Her iki yanda da bugüne kadar başarılmış bir takım ilerlemeler vardır. Özgürlükle devrimin, erkinlikle düzenin arasında kurulacak denge, bu toplumda nelerin hoş görülüp nelerin hoş görülmeyeceğini de saptayacaktır. Hoş görmezlikle karşılanması gerektiğini belirttiğimiz davranışları, Türkiye’de bugün gericilerde, politik kuram mutlakçılarında ve yerlerini başkalarının hoşgörürlüğüyle ele geçirmiş olmakla birlikte hoş görmezliğe kalkışanlarda bulmaktayız. Böylelerini bizim toplum olarak hoşgörürlükle karşılamamız akılla bağdaşmaz.” 30 Forum yazarlarının ele aldığı konuların başında hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanması gelmekteydi. İktidarın, hukukun bağımsızlığını zedeleyici icraatları eleştirilmekteydi. Demokratik rejimin işleyişinde en büyük güvencelerden birisinin yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü olarak görülmekteydi. İktidarın yargıya kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmesinin çoğunluk karşısında azınlığın haklarının korunmasına engel teşkil ettiği düşüncesi yaygın olarak işlenmekteydi. Forumcular, demokrasinin kurumsallaştırılmasında çoğunluk karşısında azınlık haklarının güvence altına alınmasının önem arz ettiğine vurgu yapan yazılar kaleme almaktaydılar. Özellikle, DP’nin, seçimlerle, arkasına aldığı çoğunluğa dayanarak iktidarda her istediğini yapabileceği iddiası Forum Dergisi’nin sert eleştirilerine maruz kalmaktaydı. Yazılarda bu iddianın anti-demokratik olduğunun altı ısrarla çizilmekteydi. Forumcuların bu yazıları okuyucular tarafından desteklenmekteydi. Okuyucular, Dergiye, Türk Devrim tecrübesini geçirmiş bir ülkede DP iktidarının anti-demokratik uygulamalarının kabul edilemezliğini esas alan mektuplar göndermekteydiler. Okuyucu mektuplarında öne çıkan husus, muhalefet haklarının, 29 30 Mete Tunçay, Hoşgörürlük Üzerine, İncelemeler, Forum, sayı:125, 1 Haziran 1959. Mete Tunçay, Hoşgörürlük Üzerine, İncelemeler, Forum, sayı:125, 1 Haziran 1959. 61 muhalefetin de bir gün iktidar olabilmesini sağlayacak şekilde güvenceye alınması gerekliliğiydi. Bununla beraber kimi okuyucular ülkenin eğitim seviyesinin düşük olduğundan, demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla işletilmesine dair şüphe taşıdıklarını ifade etmekteydiler. Söz konusu şüpheyi taşıyan okuyuculardan birinin sözlerini nakletmek yerinde olacaktır: “Hakikaten objektifsiniz, hadiseleri yakından takip ediyorsunuz. Yazarlarınızın, gerek muhakeme tarzlarından ve gerekse ifadelerinden aydın ve bilgili kişiler olduğu belli. Yalnız bana öyle geliyor ki tek tek hadiseler hakkında tefsirlerde incelemelerde bulunurken, Türk cemiyetinin o kadar aktüel olmayan fakat çok daha derinde ve temelli olan hususiyetleri ve meseleleri gözden ırak tutuluyor. Bence bugünün en ehemmiyetli vakası, Türkiye’nin eşi görülmemiş bir tecrübeye girmiş olduğudur. Eşi görülmemiş derken, içinde bulunduğumuz hale ne Batı demokrasilerinde ne de sağ veya sol diktatörlüklerde rastlanmadığını belirtmek istiyorum. Biz, okur yazar nispeti oldukça düşük bir memlekette demokrasi tecrübesi yapmaktayız.”31 Bir memleketin aydın kütlesinin halkın çoğunluğu gibi düşünmemesi demokrasinin garantisidir. Aydınların halk çoğunluğu gibi düşünmesi demokrasinin bir çoğunluk diktatörlüğüne dönüşmesine sebep olur. Aydınların görevi iktidarın icraatlarını meşrulaştırmak değildir. Bu bağlamda üniversitelere ve sendikalara büyük görev düşmektedir. Forum yazarları da bu hususlara dikkat çekmişlerdir. Forumcular üniversitelerin araştıran ve düşünce üreten kuruluşlar olarak demokratik rejimin kurumsallaşmasındaki rollerine sıklıkla işaret etmişler, çalışma yaşamının anti-demokratik baskılar altında sürdürülmesinin tehlikesini göstermeye çalışmışlardır. Sendikalar bahsinde, Forum sayılarında, ülkede emekçi kitlelerin yeterli bilinç düzeyi ve bu düzeye ulaşmak için gerekli araçlardan yoksun oldukları belirtilmiş, bunun ise demokratik rejimi aşırı sol akımlara karşı korumasız kıldığının altı çizilmiştir. Forum ısrarla herhangi bir ideoloji yanlısı tutum içinde olmadığını ve olmayacağını çeşitli vesilelerle okuyucularına açıklamıştır. Daha açık bir dille liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat Forumcular, demokrasinin ideoloji olmadığını düşünmektedirler. Oysaki ‘demokrasi’ bir ideolojidir; liberal demokrasi, cumhuriyetçi demokrasi, sosyal demokrasi de birer demokrasi ideolojileridir. Forumcular da demokratik rejimi savunduklarına göre, Forum’un ideolojisiz olduğunu söylemeye imkan yoktur. Anlaşılan odur ki, Forumcular, Batı eğitiminden geldikleri için özellikle 1950 li yıllarda, Batıda, demokrasinin ideolojiden sıyrıldığı, artık rasyonel ve pragmatik bir yöntem haline dönüştüğü, demokrasinin önündeki ‘liberal/cumhuriyetçi/sosyal’ sıfatlarının da ‘yöntemin biçimleri’ olarak görüldüğü tartışmalarından etkilenmişler ve demokrasiyi ideolojiler üstü bir konuma yerleştirmişlerdir. Forumcuların faşizm, sosyalizmi ideolojiler olarak tanımlayıp, demokrasiyi bunların dışında ve hatta üstünde tutması, Batı ülkelerinde, demokrasi çizgisi üzerinde merkez, sağ ve sol tanımlamaları yapılmasından çok etkilendiklerini göstermektedir. Forum’un bu algısı okuyucular tarafından da tasvip edilmiştir. 31 Forumun Tenkitleri Hakkında, Okurların Forumu, Forum, sayı:16, 15 Kasım 1954. 62 Bir okuyucu şöyle demektedir: “Forum okuyan bazı arkadaşlar, bu derginin Batı demokrasisi ve hürriyet temalarından başka neyi müdafaa ettiğini anlayamadıklarını söylemekte ve Forum’un bir doktrini bulunup bulunmadığını sormaktadırlar. Forum’un kurucu ve yazarlarının salahiyetini aşmıyorsam, bu hususta düşüncemi kısaca ifade etme müsaadenizi rica ederim. Bizde fikir sahasında neşriyat teşebbüsleri aydınlarımız arasında bazı itiyatlar yaratmıştır. Çıkan mecmualar Türkçülük, Turancılık, İslamcılık, Komünizm, Sosyalizm, Irkçılık, Faşizm, Anadoluculuk, vs. gibi sonu daima ‘izm’ ile biten cereyanların temsilcileri olarak tanınmışlardır. Forum, ezber ve aktarma, körü körüne taklitçi ve çok defa hayalperest olmaya mahkum bir yolu ifade eden doktrin taraftarlığından ziyade, memleket meselelerinin ilim metodu ile hürriyet havası içinde tartışılması tezini savunmasıyla, memleket fikir hayatının asıl muhtaç olduğu bir doktrini getirmiş bulunmaktadır. Batı demokrasilerine itirazda bulunan sağ ve sol ideoloji mensupları da, bu dünya nizamı ve hayat felsefesine aynı tenkiti yöneltmektedirler. Yani, ‘bu içtimai düzenin bir ideolojisi yoktur’ sözünü ileri sürmektedirler. Halbuki bu düzenin asıl üstünlüğü, bir ideolojisi ve doktrini bulunmayışındandır. Batı demokrasisi ve hür cemiyet nizamının temel felsefesi, her hadisenin hürriyet havası içinde ve ilmi metotla rasyonel bir şekilde halledilebileceği temel faraziyesidir.”32 Forumcular dış politika konusunda Batı yanlısı bir yaklaşıma sahiptiler ve bunun doğal bir sonucu olarak dış politika konularındaki yazılar NATO ve ABD ile ilişkiler üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki Forumcular hür dünyanın lideri olarak gördükleri ABD ile ilişkilerin geliştirilmesinin ve NATO ittifakının Türkiye’nin güvenliği açısından önemine işaret ederken, ilişkilerdeki karşılıklı çıkar dengesinin gözetilmesine vurgu yapmayı ihmal etmemişlerdir. Forum, karşılıklı çıkarların gözetilmediği bir ilişkide Türkiye’nin edilgen bir konuma gelme tehlikesinden bahsetmiştir. Dolayısıyla Forum’u indirgemeci bir şekilde ‘Batıcı’ olarak nitelendirmek yanlış olacaktır. Kaldı ki dönemin uluslararası sistemindeki dengeler düşünüldüğünde, daha açık bir ifadeyle Sovyet tehdit algısı hatırlandığında Forum’un duruşunu anlamak daha da kolaylaşacaktır. Bu noktada şu tartışma yapılabilir: ‘Sovyet tehdidi gerçekten var mıydı? Tehlike suni miydi?’ Bilindiği üzere, devletlerarası ilişkilerde politika belirlemede esas olan, tehdidin somut olarak varlığından ziyade ‘tehdit algısı’nın varlığıdır. Bir diğer deyişle tehdidin somutlaşma ihtimaline mesnet teşkil edecek ufak ayrıntılar gözden kaçırılmamalıdır, aksi halde ulusal çıkar somut olarak tehlikeye düştüğünde verilecek olan mücadelenin sonuçlarının tahripkarlığını göze almak gerekir ki, bu arzu edilmeyecek bir seçenektir. DP iktidarı zamanında ekonomik alanda öne çıkan nokta, o vakte kadar görülmemiş bir miktarda dış ekonomik yardım alınmasına rağmen, bunun gereği gibi değerlendirilememesidir. Kuşkusuz bunun tek bir sebebi vardır: DP, dışarıdan sağlanan yardım ve kredileri plansız ve programsız olarak kullanma yolunu tutmuştur. Nitekim Forum’da ekonomi bağlamındaki yazılarda en çok planlamacılık uygulamalarının olası yararlı sonuçları üzerinde durulmuştur. Forum’un savunduğu 32 Forumun Tenkitleri, Okurların Forumu, Forum, sayı:17, 1 Aralık 1954. 63 planlamacılık, sosyalist planlamacılık değil, kapitalist planlamacılıktır. Forumcuların planlamacılık anlayışlarında kapitalist sistemin tasfiyesi söz konusu değildir. Bilindiği üzere sosyalist planlamacılıkta öncelik, devletin temel üretim araçlarını devletleştirmesidir. Böylece özel mülkiyet düzeni ortadan kaldırılacak ve ‘eşitsiz bölüşüm mekanizması’ durdurulabilecektir. Devletleştirme ile üretim araçlarının entegrasyonunu sağlayan örgütlenme yönünde ilk adım atılır, ancak entegrasyonun gerçekleştirilmesi için üretim sürecinin toplumsallaştırılması da gerekir. Toplumsallaştırma ile devlet üretim araçları ve ürünlerin fiili ve etkili tasarruf yeteneğine sahip kılınır. Çünkü bölüşüm üretim tarzından bağımsız değildir. İşte sosyalist sistemde planlama, üretici güçlerin toplumsal yönetimi olarak veya bir başka deyişle üretici güçler üzerinde toplumsal egemenliğin sağlanması olarak yani devletleştirmeyi toplumsallaştırmaya dönüştüren bir mekanizma olarak ortaya çıkar. Son tahlilde, planlama, üretici güçler üzerinde toplumsal egemenliğin sağlanması süreci olarak tanımlanan özneleşme sürecinin bir aracıdır. Öte yandan kapitalist planlamacılıkta, devletin temel üretim araçlarını devletleştirmesi söz konusu değildir, özel mülkiyet düzeni devam eder ancak kalkınmada yatırım politikası, toplumun öncelik kriterlerine göre yapılır yani piyasanın göreli avantaj kriterine göre yapılmaz. Kapitalist sistemde planlama, emeğin toplam yaratımı olan milli gelirin kısmen acil tüketim harcamalarında, kısmen de emeğin yeniden üretimini sağlayacak şartların oluşturulmasında kullanılmasını sağlayacak mekanizma olarak ortaya çıkar. Üretici güçlerin geliştirilebilmesi için gerektiğinde tüketici tercihlerinde kısıtlamaya gidilebilir, ancak bu yapılırken toplumsal önceliklere göre eşitlikçi bir kaynak dağılımının temini esas alınır. Kalkınma finansmanı için öncelikli olarak lüks tüketimin kısılması yoluna gidilebilir. Bununla beraber, eğer borç yerinde ve doğru kullanılacaksa, dışardan borçlanma da kalkınmanın finansmanı için tercih edilecek bir yol olabilir. Bu sayede bağımsız iktisat politikaları geliştirmek mümkündür. Ancak kapitalist planlamacılığın az gelişmiş ülkelerde bir handikabı ortaya çıkmaktadır: ‘Planlamanın toplumsal çelişkilerden ve dinamiklerden uzak tutulamaması ve buna bağlı olarak da planlama uygulamasının teknokratların denetiminden çıkarak siyasetçilerin oyuncağı haline dönüşmesi’. Bu handikabın oluşması durumunda kapitalist planlamacılığın, az gelişmiş ülkelerin kalkınmasında işlevsel olacağı açıktır. Forumcular, Derginin birçok sayısında kapitalist planlamacılığın sosyalist planlamacılıktan farklı olarak özel mülkiyet düzenine zarar vermeyeceğine işaret ettikleri yazılar kaleme almışlardır. Bu yazılarda, planlamacılığın özel kesimi de içine alacak şekilde uygulanmasının, özel kesimi tahakküm altına almak anlamına gelmediği, tam tersine planın özel kesime yol göstericilik yapacağı ve özel kesimi özendirici niteliği olacağı hususlarının altı çizilmiştir. Bu minvaldeki yazılar arasında, kamu kesiminin plan aracılığıyla ekonomiye öncülük etmesinin, ulusal ekonomik çıkarların daha iyi şekilde korunmasını sağlayacağını ortaya koyan yazıların ağırlık teşkil ettiğini söylemek gerekir. 64 Forum’un savunduğu iktisat politikası Keynesyen iktisattır. Forumcular birçok yazılarında Türkiye’nin gelişiminin önündeki engelin tasarruf sorunu olduğunu yazmaktadırlar. Ülke dışından tasarruf sağlanmasına itirazları yoktur, ancak bu tasarrufun planlı kullanılmasına vurgu yaparlar. Ayrıca ülke dışından sağlanacak tasarrufun yanı sıra iç tasarrufun da planlamacılık ile gerçekleştirilebileceğini iddia ederler. Dolayısıyla sanayileşme meselesi, hem bir finansal sorun hem de bir ekonomik örgütlenme sorunu olarak ele alınmaktadır. Forumcular Keynesyen iktisat uygulamalarını, ödemeler dengesi krizleri ve artan orandaki toplumsal eşitsizlik problemine çözüm olarak görmüşlerdir. Hiç kuşkusuz ki henüz o yıllarda, planlamacılık uygulamalarının, sonraki yıllarda, siyasi iktidarların basiretsizlikleri sebebiyle ithal ikameci birikimin yarattığı ödemeler dengesi sorununu sürdürebilir kılmanın ve gelir dağılımı eşitsizliğini himaye politikalarını gizlemenin aracı haline dönüşeceğini düşünmemişlerdir. Çünkü Forumcular, gelişmiş Batı ülkelerinin çizgisini izleyerek, Batılı bir yönetim anlayışıyla, kalkınmanın olanaklı olduğuna inanmaktaydılar. Derginin yedi yıllık süreç içerisindeki birçok sayısında Türk Devrim felsefesinin benimsenmesi ile ekonomik gelişmişlik ve demokrasinin kurumsallaşması arasında doğrudan bağ kuran çok sayıda yazıya rastlamak mümkündür. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Forum Türkiye’nin geri kalmışlığından kaynaklı olarak, geniş halk kütlesinin Türk Devrim felsefesini anlama sürecinde kimi yanlışlıklara düştüğünü, Devrimi sadece Atatürk’ün kişiliğinde dondurma eğilimi gösterdiğini, bunun ise demokrasinin yerleşmesini tehlikeye soktuğunu ifade etmekten geri durmamıştır. Bu bağlamda bir başyazıda şu sözlere rastlamak mümkündür: “Cumhuriyetin kuruluşunu hazırlayan tarihi şartlar, hadiselerin akış temposu, meselelerin giriftliği, modern bir devletin kurulabilmesi için şart olan geniş ve süratli bir sosyal değişme, siyasi ve içtimai hayatımızda müstesna bir şahsiyetin, Atatürk’ün en büyük sorumluluğu yüklenmesini icap ettirmiştir. Devlet idaresinden başlayarak en ufak içtimai topluluklara kadar Atatürk’ün şahsiyeti, hayat ve hareket tarzı, şahsiyetlerimiz, kıymet ve davranışlarımız üzerinde derin izler bırakmıştır. Teşkilat ve personelini çalıştıran daire amiri, bölüğünü komuta eden yüzbaşı, eğitim müesseselerinde kendini içtimai muhite adapte etmeye ve şahsiyetini kazanmaya çalışan öğrenci hayalinde daima Atatürk’ün şahsiyetini canlı olarak yaşatmış, onu kendine örnek yapmaya gayret etmiştir. Ancak bu hal şöyle bir netice meydana getirmiştir. Devlet idaremizde dahiyane müdahaleler ve mucizeler yaratma misalleri, siyasi hayata iştirak edenlerde ve genç nesillerde bir ‘dahi kültü’ yaratmıştır. Müstesna şahsiyetiyle, Batı alemini tanımasıyla, en mühimi okuma zevki ve ilim aşkıyla Atatürk, Türk İnkılabı adı verilen, dünya tarihinde müstesna bir hadisenin yapıcı ve yaratıcısı olmuştur. Fakat inkılap hadisesi cemiyet hayatında bir defalık olan ve istisna teşkil eden bir hadisedir.”33 33 Dertlerimizin Kaynağı, Başyazı, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955. 65 Aynı yazıda devamla şöyle denmektedir: “Dahi ortadan çekildikten, Türk İnkılabı yerleşme, itiyat ve geleneğini kurma devresine girdikten sonra, içtimai hayatın normal işleyiş tarzı, işbölümüne riayet, takım halinde çalışma, iktidar ve sorumluluğu rasyonel esaslara dayanarak kademe kademe şahıs ve kurullara delege etme suretiyle olabilirdi. Atatürk’ü takip eden devrelerde ise, siyasi ve içtimai düzenimizde sorumluluğu devralan liderlerimiz, kendilerini en kolay psikolojik bir faaliyet nevi olan taklitten kurtaramamışlardır. Halbuki değişen şartlar, yeni liderlerde dahiyane müdahale ve mucize yaratma vasıfları beklememektedir. İnkılap safhası sona erdikten sonra başlayan yeni devre içinde, harp ve ihtilal şartları içinde bir dereceye kadar başarılı olan usuller bugün, hele deha ve büyük adam vasıflarıyla hiç ilgisi olmayan insanların elinde tamamen aksi neticeler verebilir.”34 Bu sözlerinden anlaşıldığı üzere, Forum, demokrasinin gelişiminin önünde kahramanlık siyasetinin engel oluşturduğunu düşünmektedir. Atatürk, istisnai bir kişiydi, bir dehaydı ve Türk İnkılabını gerçekleştirdi. Türk ulusuna ise rehber olarak devrim felsefesini ve ilkelerini bıraktı. Ancak Atatürk’ten sonraki yöneticiler, ki burada kastedilen Demokrat Partili idarecilerdir, Atatürkçülüğü donmuş bir kalıp içine hapsettiler. İşte bu yanlışlık, demokrasinin gelişmesini engelledi, demokrasinin bir kahramanlar rejimi olmadığı ve Atatürk döneminin bir istisna olduğu fikri yerleşemedi. Eğitimsiz halk kitleleri ise sürekli bir ‘kahraman lider’ bekleyişi içerisine girdiler. Oysaki demokrasi halkın halk tarafından yönetimi idi. Elbette ki halk bu yönetim işini gerçekleştirirken ülkesinin aydınlarının kılavuzluğundan faydalanabilirdi, bu ise demokrasiye zarar vermezdi, aksine onu güçlendirirdi. Bu noktada aydınların kılavuzluğundan istifade etmenin aydın despotizmine yol açabileceği iddia edilebilir. Ancak, demokrasiye inanmış aydınların bilimsel alandaki egemenliklerini siyasi alana taşıyacakları varsayımında bulunmak akılcı olmayacaktır. Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki, DP iktidarı döneminde Batı medeniyetinin özünü teşkil eden bilim zihniyeti ve metodu devlet hayatından çıkartılmaya çalışılmıştır. Daha ötesi iktidar sahipleri bilim adamlarını hedef alarak, onlarla alay edecek kadar ileri gitmişlerdir. Kuşkusuz onlara bu cesareti veren, kendilerine mucizeler yaratabilecekleri hissini veren dahilik kompleksidir. Dahilik kültüne dayanan siyaset adamlarından ise demokratik adımlar atmasını beklemek saflık olacaktır. Şu halde böyle bir yapıda, aydınların kılavuzluğundan istifade etmek, herhalde demagogların kılavuzluğundan daha zararlı sonuçlar doğurmasa gerekir. Forum’un bir yazısında başbakanın kahramanlık siyaseti yapması şu şekilde eleştirilmekteydi: “Bu dergide hürriyet ve kalkınma konuları üzerinde çok durduk ve daima şu görüşü savunduk: Kalkınma ve hürriyetten birini seçme bahis konusu olamaz. Türkiye ve onun mensup bulunduğu hür dünyayı, Demir Perdeden ayıran şey bu iki idealin birbiriyle bağdaştığı inancıdır. ‘Evvele kalkınma’ yahut ‘iktisadi hürriyet daha sonra siyasi hürriyet’ parolası bize yabancıdır. Bu parola komünist ve totaliter bir dünya görüşünün ta kendisidir. Türkiye’yi bir hamlede Demir Perde 34 Dertlerimizin Kaynağı, Başyazı, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955. 66 gerisinde bir diyar gibi göstermeye müncer olacak bu tarz beyanlardan, ne söylediğini bilen kimseler olarak kaçınmamız gerekir. İstiklal harbinin Türk milletine kaybolmak üzere olan bir vatanı yeniden kazandırdığı bir vakıadır. Buna mukabil 1950’den itibaren ilk üç yıl, iktisadi kalkınma teşebbüslerine yarıya yakın katılan yabancı kaynaklar ve dış yardımlar, öte taraftan arka arkaya iyi giden hava şartlarını unutarak, memlekette kendini gösteren nispi ve muvakkat ferahlığı, ‘ikinci bir vatan sathı yaratma’ olarak takdim, ölçüsüz bir muhayyileye delalet eder. İlaveten, ilmi görüşleri hiçe sayan, metotlu hareketleri bir kenara bırakıp, bunlarla kitabi diye alay eden bir zihniyetin memleketi değil kalkındırmak, içine girdiği bugünkü çıkmazdan kımıldatmasının bile kolay olmayacağına kaniiyiz.”35 Demokrat Partinin iktidar döneminde anti-demokratik uygulamalarının bilimsellikten uzak olmasına bağlamak doğru olacaktır. Kaldı ki bu partiyi iktidara taşıyan asli sebep, Türk Devriminin yerleştirilmeye çalışıldığı dönemdeki uygulamalara karşı oluşan tepkilerin suiistimal edilmesinden başka bir şey değildir. Devrim sonrası süreçte, Devrime karşı çıkış beklenilir bir durumdur. Yenilik hareketlerini benimsemeyenler bir karşı-devrim hareketini de başlatabilirler. Dolayısıyla Devrimci kadronun Devrim felsefesi ve ilkelerinin yerleştirilmesi sürecinde sıkı tedbirler alması beklenilebilir. Nitekim Türk Devrim tecrübesinde de demokratik rejimin yerleştirilmesi amacına yönelik olarak bir ‘sınırlı demokrasi’ devresi yaşanmıştır. Kaldı ki İkinci Dünya Savaşı koşulları hatırlandığında dönemin yöneticileri açısından ‘sınırlı demokrasi’ bir istek değil, bir zorunluluk idi. Dolayısıyla DP’nin iktidara gelişi, gerekli ve yeterli fikri donanımdan yoksun olarak ama çoğunluğu arkasına alarak gerçekleşmiştir. DP iktidara gelmeden önce her ne kadar demokratik uygulamalara dair vaatlerde bulunmuş ise de, kısa bir süre içerisinde bunların vaat olarak kalmaya devam edeceği anlaşılmıştır. Zaten bilim insanlarını alaya alan, bilime mesafeli duran DPli iktidar sahiplerinden demokrat olmalarını beklemek tam bir iyimserlikti. Bununla beraber bütün suçu DPli iktidar sahiplerine yüklemenin de haksızlık olacağı düşünülmektedir. Şöyle ki, o dönemde, DPli yöneticiler gibi düşünen çok sayıda kişi vardı. Bu kişiler Forum’a eleştiri dolu mektuplar göndermekteydiler. Bu mektuplardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Sizde şu ana fikir hakim: İlim adamlarına ehemmiyet verilmiyor, tenkitleri dikkate alınmıyor, ilmin ışığından istifade edilmiyor. Sizin gibi tecrübeden uzak, bünyemizi tetkik etmeden havadis toplamak için bir kuruş dahi sarf etmeden elde edilmiş verilere istinat eden, iktisadi tenkitler serdeden, ilim adamı diye geçinen teoricilere ehemmiyet verilmemesi bence memleketin hayrınadır.”36 Bu tarz mektuplar Forumcuları üzmekle birlikte anlayışla karşılanmaktaydı. Bu mektuplara cevabi yazı yazılmamakta, onun yerine basından kimi yazarların Forum ile ilgili değerlendirmelerinden örneklere yer verilmekteydi. Forumcular polemik yaratmaktan hep kaçınmışlardı. Bu sebeple Forum ile ilgili 35 36 Yeni Görüşlere Alıştırma, Başyazı, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957. Forumcular Ne Yapmalı, Okurların Forumu, Forum, sayı:46, 15 Şubat 1956. 67 olumsuz değerlendirmelere cevap olarak, Forum ile ilgili takdir yazılarına yer verme yolunu seçmiş olmalarını demokrasiye inanmış olmalarında aramak gerekir. 1956 yılındaki düşük yoğunluklu iktidar eleştirilerine dahi tahammül edemeyen DP taraftarı kimselerin yazdıkları mektuplara cevaben ‘Forum Hakkında Yazılanlar’ başlığı altında Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay ve Ahmet Emin Yalman’ın şu sözlerine yer verilmiştir37: “Memleketimizde siyasi ahlakın yüksek ve temiz örneği çok şükür vardır. Partizanlar gözlerini Forum mecmuasına çevirirler ve içindekileri okurlarsa siyasi ahlakın ne demek olduğunu anlarlar.” Hüseyin Cahit Yalçın –17.12.1955-Ulus “Forum adlı bir dergi çıkıyor. Sütunlarına demagojinin gölgesi bile düşmeyen, yalnız yüksek seviyeyi karşısına alarak tarafsızca konuşan, tenkitlerinde daima yapıcı kalan, hiçbir siyasi partiyi tutmayan bir dergidir. Hepimiz faydalanarak okuduktan başka, Türkiye seviyesini bir ileri Batı memleketi seviyesi ile bir ayarda tutucu pek müstesna müesseselerden biri olduğu için onunla övünüyoruz.” Falih Rıfkı Atay-26.08.1955-Dünya “Genç alimlerimiz tarafından Ankara’da onbeş günde bir çıkarılan ve Türkiye’de ağırbaşlı ve ölçülü siyasi, iktisadi ve içtimai tenkit çığırını açmakta mühim bir rol oynayan Forum mecmuası...”Ahmet Emin Yalman-18.10.1954-Vatan Forum Dergisi yazar kadrosu; ülkenin iktisadi, siyasi ve toplumsal tüm meselelerinin çözümünün bilimde olduğuna kuvvetle inanmaktaydılar. Dolayısıyla ülke meselelerine dair getirdikleri çözüm önerilerinin ‘Aydınlanmış’ zihniyete sahip iktidarlar için yol gösterici olacağını düşünmekteydiler. Bu çerçevedeki şu sözler dikkat çekicidir: “Türkiye meseleleri çok bir memlekettir. Forum’un bu konudaki çabaları önemlidir. Bugün bizi ayakta tutan ve pek çoğumuzun toplum bağlantısı olan şey bir ‘ileri Türkiye’ düşüdür. İleri kelimesi yerine, ister ‘modern’ ister ‘kalkınmış’ ister ‘refaha kavuşmuş’ diyelim, ister başka sıfatlar bulalım, hepimizin gözünün önünde aşağı yukarı aynı şey canlanmaktadır.”38 Kendilerini nafile bir gayret içerisinde gören çevrelere ise Forum şu şekilde seslenmekteydi: “Bugün yapacağımız şey, İnkılabımızın hürriyetçi doktrinine uygun bir fikir ve düşünce hayatını başlatmak, eğitim, devlet idaresi, beşeri münasebetlerde, ileri Batı memleketlerinin demokratik usullerini, içtimai hayatımızın her safhasına, eğreti değil, fakat hazmederek, sindirerek yerleştirebilmektir. Batı medeniyeti ve hayat tarzının insicamlı bir bütün olduğunu bunun da esasının ilim metodu ile hareket olduğunu hatırlayarak içtimai hayatımızın her safhasına bu zihniyeti yerleştirmeye çalışmalıyız. Bazı yarı münevverlerin, itiyat ve geleneklerinde Şark artıklarını tasfiye edemeyen kimselerin ‘ilim başka, iş adamı olmak başka, yahut ilim başka politika başka’ gibi sahte formüllerle kafaları bulandırmalarını önlemeliyiz.”39 Forumcular kendilerini ülkenin iktisadi, siyasi ve 37 Forum Hakkında Yazılanlar, Ne Diyorlar, Forum, sayı:46, 15 Şubat 1956 Şevki Vanlı, Özlediğimiz Dünya, İncelemeler, Forum, sayı:138, 15 Aralık 1959. 39 Devrimler ve Demokrasi Meselelerimiz, Başyazı, Forum, sayı:59, 1 Eylül 1956. 38 68 toplumsal sistemini iyileştirmede sorumlu görmekteydiler. Bu sorumluluk duygusu olacak ki onları DP iktidarının her türlü baskısına rağmen yılgınlığa hiç düşürmemiş, inatla demokrasi mücadelesi vermişler ve nihayetinde de önerdikleri çözüm önerileri 1961 Anayasası ile somutlaşmıştır. Forum’un; klasik hak ve özgürlüklerden olan kişi dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, dernek kurma, tabii yargı yolu, cezaların yasallığı ve kişiselliği gibi hak ve özgürlüklerin Anayasal garanti altına alınması gerektiği; özellikle iktisadi ve sosyal yönden zayıf olan kişileri korumaya yönelik olarak sendika, grev, toplu sözleşme, sosyal güvenlik gibi sosyal ve iktisadi hakların tanınması gerektiğini; yurttaşların faydalanabileceği siyasi hakların Batı demokrasilerindeki yurttaşlara tanınan haklarla aynı olması gerektiğine dair önerileri; nispi temsil sisteminin getirilmesi, seçim güvenliğinin Anayasal garanti altına alınması ve vatandaşların özgürce siyasal parti kurması ve bunun için bir izin müessesesinin işletilmemesi ve ayrıca partilerin mali denetimleri ve kapatılması gibi hususların bir yüksek yargı organınca yapılması gerektiğine dair önerileri; çift meclislilik, cumhurbaşkanının tarafsızlığı, yerel yönetim organlarının seçimle oluşturulması gibi iktidarın kuruluş ve işleyişinin nasıl olması gerektiğine dair önerileri; iktidarın sınırlanması ve denetlenmesi, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak devletin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetiminde olması, toplumsal ve siyasal denetimin bir parçası olarak kamuoyunun serbest oluşmasının önündeki engellerin kaldırılması, üniversitelere özerklik tanınması yönündeki önerileri; ekonomik gelişmeyi hızlandıracak Keynesyen iktisat politikasının uygulanması ve ulusal kalkınmaya ivme vereceği düşünülen planlamacılığın benimsenmesine dair önerileri hayata geçmiş ve bunun bir sonucu olarak da 1960 lı yılların iktisadi, siyasi ve toplumsal sistemini büyük ölçüde etkilemiştir. Tüm bunlara ilave olarak, Forum yazarlarının dış politika meselelerinde yaptığı analizlerin ve bu analizlerin neticesi olarak izlenmesinde yarar görülen dış politika önerilerinin de 1960 lı yıllardaki Türk dış politikası üzerinde tesiri olduğu düşünülmektedir. Forum, memleket meselelerine dair kimi öneriler getirmekteyken, kuşkusuz kimi çevreler Forum’u kategorize etmekte güçlük çekmekteydiler. Nitekim Forum kimi zaman başyazılarda kendini anlatmak durumunda kalabilmekteydi. Bir başyazıdaki şu sözler dikkat çekicidir: “Memleket fikir hayatındaki yerimizi tayin edebilmek, temsil ettiğimiz fikir cereyanını adlandırabilmek için zaman zaman bize sorular soruldu. Siyasi ve içtimai doktrinler demeti içinde adlandırmak icap ederse, temsil ettiğiniz fikir akımına liberalizm mi yoksa sosyalizm mi demek daha doğru olurdu? İtiraf etmek icap eder ki, bu tarz soruların sualleri cevaplandırmakta güçlük çektik. Yerimizin daha isabetli tespit edilebilmesi için, içtimai doktrinler sahasında iştirak etmediğimiz, inanmadığımız fikir cereyanlarının belirtilmesi daha kolay olacaktır. Sosyalizm karşısında tavır almak gerekirse, temsil ettiğimiz cereyana sosyalist vasfı takılabileceğini sanmıyoruz. Hele bu doktrinin Marksist ve ihtilalci koluyla tam bir anlaşmazlık içerisindeyiz. Cemiyet içindeki ahenksizliklerin, ihtilal yoluyla, şiddet metotlarıyla, proleter diktatörlüğü kurarak ortadan kaldırabileceğine inanmıyoruz. Türkiye’de komünizme karşı gayet kuvvetli bir alternatif formül bulunduğuna kaniiyiz. İnkılabımızın gerek sosyal, gerekse siyasi ve iktisadi sahada meydana 69 getirmeye çalıştığı süratli değişme hamlesi devam ettirilebilirse içtimai cereyan olarak Türkiye’de komünizm için hiçbir istikbal olmayacağına inanıyoruz.”40 Aynı başyazıda devamla şöyle denilmektedir: “Eğer İnkılabımızın hedeflerine karşı gerilik taraftarlarının hazırlayabileceği bir kontrevolüsyon hareketi karşısında inkılapçı nesil atıl kalırsa, iktisadi sahada sayısız hatalar, iktisadi gelişmemizi yavaşlatır veya duraklatırsa, iktisadi muvazenesizlikler, aşırı servet ve gelir farkları içtimai sulhu bozacak, asapları gerecek kadar ilerlerse, nihayet gençliğin istikbale ümit ve iyimserlikle bakma imkanları böylece ortadan kalkarsa, Türkiye’de ihtilalci bir cereyanın doğması için zemin hazırlanmış olur. Fakat inkılap nesli, sorumluluğunu müdrik olarak ortaya atılır ve kendine güvenini kaybetmezse, Türkiye’de aşırı sol cereyanlara itibar gösterecek bir nesil meydana çıkabileceğine inanmıyoruz.” 41 Bilindiği üzere, Atatürk’ün ölümünden sonra onun ilkeleri değişik çevrelerce farklı yorumlanmaya çalışılmıştır. Atatürkçülüğün ‘devletçilik, laiklik, inkılapçılık’ ilkelerinden hareketle Atatürk’ün sosyalist olduğunu, öte yandan ‘milliyetçilik ve halkçılık’ ilkelerinden hareketle Atatürk’ün faşist olduğunu iddia edenler, ‘cumhuriyetçilik’ ilkesinden hareketle onun seçkinci olduğunu iddia edenler olmuştur. İşte Atatürkçülük üzerinden yürütülmeye çalışan bu tartışmanın bir benzeri Forum’un yayın hayatına girmesinden sonra, Forum üzerinde de yapılmaya çalışılmıştır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum’un Atatürkçü çizgisini çabucak kavrayanların sayısı da az değildi. Bu kişiler Atatürkçülüğün demokrasinin gelişimi için bir temel oluşturduğunun farkındaydılar. Nitekim bu kimselerden bir tanesinin Dergiye yazdığı mektupta şöyle denilmektedir: “Sayın Feyzioğlu, Yalçın ve Aksoy, Türk milletinin hürriyet aşkını dile getirdiklerinden, Atatürk’ün genç ve münevver nesle emanet ettiği Türk İnkılabını savunduklarından sizlerin yeri Türk milletinin hürriyet aşkı ile dolu vefalı göğsüdür.”42 Derginin Atatürkçü çizgisini açıkça ortaya koyan şu sözlere yer vermek yerinde olacaktır: “Forum etrafında toplanan bizler Türk İnkılabının ana hedeflerini benimseyen genç neslin temsilcilerindeniz. İnkılabımızın felsefesi ve temel fikir sistemi bizler için manevi gelişmemizde sağlam bir temel teşkil etmektedir. Bu temel Türk hayatının öz malı olmuş yerli düşüncelerden müteşekkildir. Dışarıdan zorla kabul ettirilmeye çalışılan, ithal malı, eğreti prensipler değillerdir. Bugün bize düşen vazife Atatürk’ün ortaya koyduğu temel fikirlerin, şuursuz tekrarlarla, içi boş birer klişe haline gelmesine mani olmak, bu temel prensipleri her gün karşılaştığımız tecrübelerle yeniden kıymetlendirmek v tefsire tabi tutmak, Cumhuriyetimizin temellerini teşkil eden bu fikirleri devamlı ve müterakim bir zihin faaliyetiyle daima canlı ve zengin tutarak, müstakbel hareketlerimizde rehber olarak kullanmaktır.”43 Forumcular, Atatürk’ün Türk ulusuna rehber olarak emanet ettiği altı ilkenin demokrasiyi kurumsallaştırmada esas teşkil ettiği görüşündeydiler. İşte 40 Biz Ne İstiyoruz?, Başyazı, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956. Biz Ne İstiyoruz?, Başyazı, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956. 42 Son Hadiseler ve Forum, Okurların Forumu, Forum, sayı:66, 15 Aralık 1956. 43 Biz Ne İstiyoruz?, Başyazı, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956. 41 70 Demokrat Parti iktidarını da, esasen, bu ilkeleri kendine rehber almaması bağlamında tenkit etmekteydiler. Demokrat Parti iktidarı, 1960 yılına gelindiğinde ülkeyi iktisadi, siyasi ve sosyal anlamda tam bir rejim bunalımı içerisine hapsetmiştir. Buhranlı yıllar 1954 genel seçimlerinden itibaren belirgin olarak hissedilmeye başlamış, buhran, 1960 yılında tepe noktasına ulaşmıştır. Dolayısıyla 27 Mayıs 1960 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine el koymuştur. Askerin Türk siyasal yaşamında bir ilk olan bu müdahalesinin sebebi DP iktidarının uyguladığı yanlış politikalardır. Müdahale, Forum Dergisi yazar kadrosunu olduğu kadar ülkedeki tüm demokratları rahatlatmıştır. Dergi, müdahaleye ilişkin olarak, müdahalenin yerinde ve haklı olduğunu savunmuştur. Nitekim asker, halkın desteğini arkasına alarak anti-demokratik DP yöneticilerini iktidardan indirmiştir. Kaldı ki DP iktidarı, hukuk dışı uygulamaları ile, meşruiyetini müdahaleden önce kaybetmişti. Kuşkusuz demokrasi, her türlü meselenin demokrasi içinde halledilmesini gerektirir. Ancak, DP, demokrasiyi, onu ortadan kaldırmak için kullanmıştır. Müdahalenin meşruiyeti işte tam da bu noktada doğmaktadır. Ayrıca askerin iktidarı sivil yönetime devretme isteği ve hazırlanan 1961 Anayasasının demokratik özelliği düşünüldüğünde 27 Mayıs Müdahalesinin Dergi tarafında desteklenmesinin anlaşılır olduğunu belirtmek gerekir. 27 Mayıs Müdahalesi Türk siyasal yaşamında bir turnusol kağıdı işlevi görmüştür. Liberal ve cumhuriyetçi tüm demokratlar anti-demokratik DP iktidarına son veren bu hareketi desteklemişler ancak bunun dışındaki kesimler hareketi eleştirmişlerdir. Bu noktada Dergideki şu sözler toplumdaki bu saflaşmayı açıkça ortaya koymaktadır: “27 Mayıs’tan bu yana ‘ilerici-gerici’ veya ‘devrimci-muhafazakar’ deyimleri dillerden düşmedi. Atatürkçülere ‘devrimbaz’ diyen ırkçı Turancılar kendilerinin gerçek vatansever, gerçek devrimci olduklarını ilan etmekten geri durmadılar. Böylesine bir inanç ve fikir haysiyetsizliği ortasında devrimci ve gerici deyimleri gerçek anlamlarını kaybetmek üzereler. Devrim, içerisinde bulunulan şartların değiştirilerek toplumların daha iyi daha rahat ve daha yüce yaşama durumuna kavuşması olduğuna göre, doğanın, var olmanın gereğidir. Durup yerinde saymak, yaşama özelliğini kaybetmek anlamına geliyor artık. Hareket etme, var olma gücünün tek belirtisi daha ileri ve daha iyiye doğru hamle yapmaktır. Devrimci/ilerici deyiminden; toplumu mutluluğa ulaştıracak, gerek kültürel ve gerekse elle tutulur maddi nimetler bakımından, gerekli bolluğun ülkemizde yaratılmasını amaç edinen insanlar anlaşılmalıdır. Bu çeşit ülkü, modern üretim araçlarına sahip olmayı, ürün kaynaklarının planlı olarak işletilmesini ve elde edilen ürünleri meydana getirenle onlara sahip çıkanlar arasındaki münasebetleri adalet üzere düzenlemeyi gerektirecektir. Bir de ilericilerin/devrimcilerin tersi kimseler vardır. Böyleleri, mutluluğu geçmişin yüceltilmesinde ararlar. Dinci, gelenekçi, ırkçı-Turancı ve saldırgandırlar. Toplumun durumu ile ilgilenmezler. Olumlu bilgi yerine insanlardaki içgüdüyü ve onu kışkırtma yollarını esas alırlar. Gericiler aynı zamanda milliyetçi görünürler. Halbuki davranışlarının sonucu olarak tam tersidir. Ulusun dert ve yaşayış düzeyiyle zerre kadar ilgilenmezler.”44 44 Ş. Alp, İlerici ve Gerici Deyimler, Forum, sayı:168, 1 Nisan 1961. 71 Bu açıklamadan sonra yazıda ‘ilerici-gerici’ tanımı şu şekilde yapılmaktadır: “Toplumun içinde yaşadığı ilkel şartlardan sıyrılıp kurtulma çabasını önlemek için onu yanlış ve tam tersi istikametlere yönelten ve kendilerine milliyetçi süsü veren ırkçı-Turancı şovenistlerle, toplum dertlerini dinsel kurallarla çözme amacında olanlar gerici; Türk toplumunu içinde bulunduğu ilkel şartlardan kurtararak, olumlu bilginin ışığı altında ileriye, refaha doğru götürmek isteyenler ilerici ve devrimcidirler.” 45 Yazıdan da anlaşılacağı üzere Türk toplum yapısı 1960 lı yıllara kadar ikili modelle açıklanmaya devam etmektedir. Bu durum 1960 ların ortasından itibaren değişmeye başlayacak ve ikili model çözümlemenin yanına sınıfsal çözümleme de eklenebilecektir. Ancak 1954-1960 arası dönem için bir sınıflaşmadan söz etmek güç olacağından dönemi anlamak bakımından ikili model yeterli olmaktadır. 1965’ten itibaren ise cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşme modeli ile Türk siyasal yaşamını açıklamaya imkan yoktur. Öte yandan 1965 sonrası için sınıfsal çözümleme yapmak da tek başına yeterli olmamaktadır. Dolayısıyla 1965 sonrası incelemeler, ‘ilerici-gerici’ eksende kilitlenmektedir. Çözümlemedeki yöntem sorununun sebebini 1950-1960 arası iktidar uygulamalarında aramak yanlış olmayacaktır. Bilindiği üzere bir toplumun tarihinde, sınıflaşma harici bir yarılma ortaya çıkar, bir siyasi hareket de bu yarılmadan yararlanmayı seçer ve bu yarılmayı bertaraf etmek yerine yarılmayı desteklerse, yarılmayı ortadan kaldıran nesnel koşullar ortadan kalksa bile, bölünme bir kez yerleştiğinden yarılma kalıcılık gösterir. Çünkü yeni kuşaklar siyasal toplumsallaşma sürecinden geçerken bu yarılmaya bağlı değerlerle yetişirler. İşte Demokrat Parti, ilerici-gerici yarılmayı bertaraf etmek yerine bunu beslemiş, gericilerin ilericiler aleyhine palazlanması ile sonuçlanacak icraatlara imza atmış olduğundan, daha ötesi gerici güçleri bizzat parti tabanı olarak gördüğünden, 1961 Anayasası ile bu yarılmayı bertaraf edecek önlemler alınmışsa da, önlemler yarılmayı silecek nesnel koşulları yaratamadığından, yarılma toplum yaşamında varlığını sürdürmüştür. Nitekim DP’nin kapatılmasından sonra Adalet Partisi de bu yarılmadan istifade etmeyi seçmiştir. Kuşkusuz bu çerçevedeki tüm mesuliyeti AP’ye yüklemenin isabetli olmadığını kaydetmek gerekir, 1971 muhtırası ve 1980 darbesi ve bu müdahaleler sonrasında iktidara gelen hükümetler de yarılmadan istifade etmişlerdir. İşte bu yarılma, Türk siyasal yaşamında, her dönemde, sınıfsal çözümleme yapmayı hep yetersiz kılmıştır. Bu yarılmanın 1980 darbesinden sonra hala hissedilir olması ise ülkenin az gelişmişlik kıskacından çıkamamış olduğunun bir ifadesidir. Mesela Rıfkı Salim Burçak’ın 1991 yılında kaleme almış olduğu ‘27 Mayıs Üzerine Görüşler’ isimli 40 sayfalık risaledeki şu sözleri, yarılmanın 1991 yılında dahi sürdüğünün somut delilidir: “İsmet İnönü’nün koalisyon hükümeti zamanında 27 Mayıs bir kanunla milli bayramlarımız arasına katıldı. Bu, milletin duygu ve düşüncelerini hiçe saymak 45 Ş. Alp, İlerici ve Gerici Deyimler, Forum, sayı:168, 1 Nisan 1961. 72 demekti. Milletimizin her fırsatta reddettiği, tasarruflarına karşı daima direndiği bir müdahale gününü milli bayram olarak nasıl kabul edecektik? 27 Mayıs’ı milli hayatımızda zorla tutturmaya çalışmak eşyanın tabiatına uygun değildi. Nitekim 12 Eylül döneminde bu gayrikabil durum düzeltildi, 27 Mayıs bayramı kaldırıldı.”46 Burçak, düşüncesinin haklılığını ortaya koymak açısından Kenan Evren’in şu sözlerine de atıfta bulunur: “Bir bayram yapıldığı zaman milletçe kutlanmalıdır. Örneğin, Cumhuriyet Bayramı diyoruz, milletçe kutluyoruz. 30 Ağustos diyoruz, gene hepimiz canı gönülden kutluyoruz. Ama 27 Mayısı kutlamıyoruz, yalandan kutluyorduk. Açıkçası bu.” Burçak’ın değerlendirmesini sınıfsal bir çözümleme ile açıklamaya imkan olmadığı açıktır. Forum Dergisi, yazarları, memleket meselelerinin incelenmesinde sınıfsal çözümleme yapmadıkları gerekçesiyle, dönemin Marksist aydınları tarafından eleştirilmişlerdir. Oysaki değil o dönem için, bugün dahi sınıfsal çözümlemenin yetersizliği açıktır. Çünkü Türkiye’de 1960 lardan sonra tecrübe edilen sınıflaşmanın çarpık olduğu açıktır. Bugün dahi, bir işçinin, dini gerekçelerle dini siyasete alet eden bir partiye, çiftçileşememiş bir köylünün, sanayicileri özne olarak seçen bir partiye oy vermesini sınıf çözümlemesi ile açıklamaya imkan yoktur. Forum Dergisi, disiplinli fikir çalışması örnekleri ortaya koyan yazar kadrosu ile birlikte sadece işlediği konular bakımından Türk iktisadi, siyasi ve toplumsal sistemini etkilememiştir; aynı zamanda rasyonel düşünülmedikçe ve çok çalışılmadıkça ülkenin gelişimine ne zekayla ne de iyi niyetle katkı sağlanamayacağını ortaya koyması bakımından da Türk fikir hayatına tesir etmiştir. Forumcuların; muhakeme kurallarını kullanmayarak, mantık sürçmeleri yaparak, değer yargıları ve gerçek yargıların birbirine karıştırarak memleket meselelerine kati çözümler getirilemeyeceğini ortaya koymaları bakımından, Türk aydınlarına örnek teşkil edecek bir aydın grubu olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. 3.Forumcuların Forum’u Anlayışları Forumcular, Forum’u, Batı demokrasilerindeki seviyeli, tarafsız fikir organlarını model almak suretiyle kurmuşlardır. Batı demokrasilerinde geçirdikleri uzun eğitim yıllarında, oralardaki fikir organlarının, o memleketlerin hayatındaki önemli rolünü görmüşler ve bir benzerini Türkiye’de gerçekleştirmek istemişlerdir. Dolayısıyla Forum, Forumcular için bir dava olmuştur. Bu dava, Cumhuriyet neslinin ve Türk aydınının hürriyet havası içinde memleket meselelerini seviyeli bir şekilde konuşmak arzusu için bir araç yaratma davasıdır. Forumcuların Forum’u çıkarmaya yönelmelerinin sebeplerini onların şu sözlerinde bulmak mümkündür: “Basım ve radyo gibi modern haberleşme vasıtalarının olmadığı eski çağlarda, hür site vatandaşları sitenin merkezinde toplanır, burada müşterek meselelerini konuşurdu. Bu meydanın eski Yunandaki adı Agora, Roma’daki adı ise Forum’du. Bugün Forum kelimesi birçok Batı memleketlerinde 46 Rıfkı Salim Burçak, 27 Mayıs Üzerine Görüşler, yayınevi yok, 1991, s.8. 73 fikirlerin serbestçe söylendiği ve tartışıldığı herhangi bir yere verilen sembolik bir isim olmuştur. Gerçekten de demokrasinin başarı ile yürütüldüğü memleketlerde bugün, halk oyuna şekil, yön ve ilham veren bazı fikir organları vardır ki, bunlar klasik çağların Forum’una benzer görevler ifa etmektedirler. Bu organlar, değişik görüş ve inançları olan hür vatandaşların, düşüncelerini karşılaştırmalarına ve bu sayede halk oyunun aydınlatılmasına yardım etmektedirler.” 47 Forum’un davası şu sözlerle anlatılmaya devam eder: “Dergi etrafında toplanan bizler de Türk demokrasisinde tıpkı klasik çağların Forum’una benzer fikir ocaklarına şiddetle muhtaç bulunduğumuzu hissediyoruz. Memleketimizde kararlı bir hürriyet düzeninin kurulabilmesi için, meselelerimizin hür ve seviyeli bir tartışma havası içinde aydınlatılması şartına hayati bir önem veriyoruz. Ancak bu sayede, acele kararlar, eksik ve vuzuhsuz bilgiler, peşin verilmiş hüküm ve inançlar yüzünden zaman zaman şiddetlenen gerginliğin hafifleyebileceğini tahmin ediyoruz. Büyük bir filozof ve devlet adamının dediği gibi ‘hürriyetin aksaklıklarını ancak daha fazla hürriyetin düzeltebileceğine’ kani bulunuyoruz. İşte Dergimiz adını hür site vatandaşının fikrini çekinmeden söylediği Forum’dan almakla, toplum düzenimizde hür tartışma yolunu benimsemiş olduğunu en veciz bir dille anlatmaktadır. İdealimiz memleket meselelerinin çekinmeden, korkmadan, samimiyet, dürüstlük ve vukufla dergimizde tartışılmasını sağlamaktır. Bu suretle meselelerimizin daha iyi anlaşılmasına yardım etmek, eksik ve yanlış anlaşmaktan doğan lüzumsuz ve toplum için israflı olan birtakım gerginlik ve sürtüşmelerin önlenmesine çalışmaktır.” Forumcular, Türk aydınlarının Forum’daki tartışmalara katılmalarını Dergiyi başarılı saymak için yeterli görmekteydiler. İlke olarak dogmatizme ve inhisarcılığa karşı cephe almanın temel ilke olarak kabul edildiği Dergide, ilk sayı başyazısında demokrasinin en basit/genel tanımı, ‘toplumun deneme ve hata metoduyla yolunu seçmesi’ olarak yapılmıştır. Bu tanım, Forumcuların Türk aydınlarına bir çağrısı olarak nitelendirilebilir. Forum Türk aydınlarına kapısını demokrasiyi savunmak kaydıyla açacağını duyurmaktadır. Önceleri anti-demokratik fikir cereyanlarına meyil etmiş olanların hatalarından dönüp, demokrasiyi savunmaları halinde, onlara da Forum çatısı altında yer olduğu vurgusu yapılmaktadır. Ancak demokrasiye inanmayan yani totaliter cereyanların savunuculuğunu yapanlara Forum’un kapısı kapalı tutulmuştur. Forum, demokrasi taraftarlığı altında farklı görüşlere sahip olunabileceğine işaret etmekten geri durmamıştır. Onların bu samimiyetinin en önemli göstergesi liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat yazarların Forum çatısı altında bir arada olabilmeleridir. Diğer bir deyişle demokrasi taraftarı olmak esas kabul edilerek, demokrasiye liberal veya cumhuriyetçi perspektiften yaklaşmak fikir zenginliği olarak görülmekteydi. Forum yazı kurulu, 11. sayısındaki başyazısında farklı görüşlerin bir arada Dergi sayfalarında yer almasının memleket için bir kazanım olduğunu belirtmiştir. Şöyle denilmektedir: “Forum, memleket meselelerini objektif bir açıdan, tamamıyla 47 Forumun Davası, Başyazı, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954. 74 bilgiye ve ilmi müşahedeye dayanan bir tahlile, tefsire, izaha tabi tutmaktadır. Bunun içindir ki, aynı konuda aynı sonuçlara varmasa bile, meseleyi bilgi ve ilmi mülahaza planında inceleyip yorumlayan ve çözüm yolları gösteren yazılara sayfaları arasında yer vermiştir. Forum’un bu objektiflik, bu ilmilik vasfı, mantıki ve zaruri bir sonuç olarak tarafsızlığı da ona mal etmiştir. Bu itibarladır ki, Forum, gerçekten, bütün yazılarında, bir iktidar savaşı yapan siyasi teşekküllerden hiç birisinin bu savaş alanı içine de girmemiş; iktidarı elde etmeye veya muhafaza etmeye yönelmiş türlü cereyanlar arasında kendi tarafsız hüviyetini korumaya, ilmi düşüncenin kendisine gösterdiği hüviyet alanında bağımsızlığını sağlamaya uğraşmıştır.”48 Forumcular Forum’un amacını, memleket meselelerini siyasi iktidar savaşının taraf tutan görüşüne ve taktiklerine göre değil, bilimsel sonuçlara göre ortaya koyma yollarını araştırmak olarak ilan etmişlerdir. Forum yayın hayatına girdiği ilk sayısında, kimi çevrelerce Forum’un siyasi iktidar elde etmeye veya muhafaza etmeye yönelmiş bir partinin siyasi amaçlarını savunmak üzere kurulduğu söylenmiştir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum ilk kurulduğunda, değil bir partiye açıktan destek vermek, an hafif anlamıyla herhangi bir partiyi işaret etme amacında dahi olmamıştır. Eğer bu amacı gütmüş olsaydı, yayın hayatına maddi sıkıntılar içinde girmemiş olurdu. Nitekim bu konuda şöyle denilmektedir: “Forum, memleketin karşılaştığı dava ve dertleri dürbünün ters tarafı ile göstermeye mecbur bir besleme değildir. Herkes bilmelidir ki, ne resmi ilan tevziatından bir santim almaya ne de bir kuruşluk dövize ihtiyaç duymayan, Türk aydınının şevk ve cesaret verici ilgisi sayesinde ayakta durmaya azmeden, sadece memlekete hizmet amacıyla kurulmuş olan bu dergi, hiçbir partiye ve hiçbir şahsa hizmet etmez. Etmeyecektir. Boyun eğmez. Eğmeyecektir.” 49 Forum, demokraside hür düşünen her vatandaşın devlet idaresine bir şeyler katabilmesi, memleket meseleleri üzerinde söz hakkına sahip olması, memleket meseleleri üzerinde tenkit ve murakabe hakkına sahip olması gerekliliğinden hareketle yola çıkmıştır. Forum, siyasi iktidar mücadelesinin bir organı olarak yayın hayatına girmemiştir. Forumcular, Türk Devrim felsefesini halka benimsetmek suretiyle demokrasinin kurumsallaştırılabileceğine inanmakta ve bu inançla, Türk Devrim kazanımlarını korumak maksadını gütmekteydiler. Bir yazıda şöyle denilmektedir: “Bugün Atatürk İnkılabının derin manasını kavramaktan uzak, onun bu milleti ne istikamete sevk etmek istediğinden bihaber bazı oportünistler, İnkılabımızın temel müesseselerini pazarlık konusu yapmaktadırlar. İnkılap neslinin ve bu nesil içinde yer alan Dergimiz mensuplarının birinci mesuliyeti, süratle değişen dünyada, bize asırlar boyunca en isabetli yolu göstermiş olan İnkılabımızın hedeflerini korumaktır.”50 Dergi, Hür. Partiye verdiği destek sırasında dahi söz konusu partinin propaganda vasıtasına dönüşmemiştir. Hür. Parti’nin 1957 genel seçimlerindeki başarısızlığından 48 Cereyanlar Arasında Forum, Başyazı, Forum, sayı:11, tarih:1 Eylül 1954. İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956. 50 Üçüncü Yıla Girerken, Başyazı, Forum, sayı:49, 1 Nisan 1956. 49 75 sonra, CHP’ye açıktan olmasa da örtülü/hissedilir destek verildiğinde de, Derginin CHP borazanı haline dönüşmediğinin altını çizmek gerekir. Çünkü Derginin ana vasfı, hür düşünceye ve ilmi araştırmaya derin itimat ve bağlılığıdır. Şunun da altını çizmek gerekir ki, Forum’un Hür. Partiye açık ve sonraları CHP’ye örtülü destek vermesi Forumcular tarafından tarafsızlığa gölge düşüren bir unsur olarak görülmemiştir. Bu bağlamda Forum’un tarafsızlıktan ne anladığını ortaya koyan şu sözlere yer vermek uygun olur: “Forum, içtimai meseleleri kimseden çekinmeden, hiçbir tehditten yılmadan, elinden geldiği kadar tarafsız bir şekilde ele alıp münakaşa etmeyi şiar edinmiştir. Fakat derhal belirtelim ki tarafsızlık miskinlik değildir. Tarafsızlık fikirsizlik ve kanaatsizlik değildir. Tarafsızlık, bu memlekette her vatandaşın ilgilenmesi, her Türkün yüreğini yakması icap eden meseleler karşısında ‘ihtiyatlı bir sükut ihtiyar eylemek’ değildir. Bizim tarafsızlığımız, inandığımız ana prensiplerin ışığı altında, muhtelif siyasi partilerin fikir ve faaliyetlerini objektif olarak değerlendirmeye çalışmaktır.”51 Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, Forum yayın hayatına başladığı ilk zamanlarda herhangi bir partiyi desteklemeyeceğini belirtmiştir. Ancak ülkenin şartları Forum’u önce Hür. Parti sonra da CHP’yi desteklemeye itmiştir. CHP’ye verilen örtülü destekten altı ay öncesinde, Hür. Partiye verilen desteğin muhasebesinin yapıldığı yazıdaki şu sözler ilginçtir: “Hiçbir mükafat beklemeden bu dergide incelemelerinin sonuçlarını ve kanaatlerini yayan genç üniversite mensupları, herhangi bir siyasi teşekküle girmeyi akıllarından geçirmemişlerdir. Hatta, mecbur edilmedikçe, ilerde de fiilen siyasi mücadeleye katılmamak kararında ve azmindedirler. Çünkü bu memleketin seviyeli ve objektif fikir münakaşasına her şeyden fazla muhtaç olduğuna ve memlekete en fazla bu yoldan hizmet edebileceklerine inanmışlardır. Bu dergide ileri sürülen birçok fikirler, yapılan bazı tahliller elbette zaman zaman şu veya bu siyasi partinin fikirlerine muvazi düşebilir. Ne hata, ne de hakikat kimsenin inhisarında değildir.”52 Forumcular, DP iktidarının anti-demokratik uygulamaları ile mücadelede aktif siyasetten uzak kalıp, sadece yayıncılık yapmanın yetersiz olduğunu düşünmüşler53 ve kimisi Hür. Partide kimisi CHP’de aktif siyaset yapmaya kendisini mecbur hissetmiştir. Bu mecburiyeti, Forumcular şu şekilde açıklamaktadırlar: “Forum yazarları üniversite içindeyken benimsedikleri fikirler ve zihniyete sahip, arzu ettikleri fikri seviyede bir meslek muhiti kurmaya, Türk üniversitelerinde Batılı geleneklerin ve zihniyetin yerleşmesine gayret sarf ettiler. Bilhassa genç öğrencilerden gördükleri mukabele, derin anlayış onlarda, bu memleketin manevi hayatına, zihni seviyesine, gelişme şanslarına karşı engin bir iyimserlik yarattı. Fakat daha sonra iktidarın baskısını yoğun olarak hissetmeye başlayınca, üniversiteden ayrılmak zorunda kaldılar. Hükümetin Türk fikri hayatına giriştiği tenkil hareketine daha müessir şekilde karşı koymak için ne yapmaları gerektiğini düşündüler. Hadiselerin gelişmesi ile kendi kanaat ve mizaçlarına göre siyasi partilere katılmak veya onları desteklemek kararı verdiler. Bir yere tutunma, kör ve 51 İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956. İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956. 53 Yeni Senenin Eşiğinde, Başyazı, Forum, sayı:90, 15 Aralık 1957. 52 76 amansız kuvvetlerin savurmasına, köklemesine karşı direnmek için bir kısmı Hürriyet Partisi’ni bir kısmı CHP’yi melce olarak seçtiler.” Forum kadrosundan bazı yazarların aktif siyasete yönelmesinin Forum’un tarafsızlığına zarar vermeyeceğine dair şu sözleri nakletmek uygun olacaktır: “Biz, yayın hayatına başladığımız tarihten itibaren, tarafsızlığın, kararsızlık ve kanaatsizlik olmadığını daima tekrar ettik. Siyasi partiler karar ve kanaatlerin kutuplaştığı, kümeleştiği teşekküller olarak bazı fikir ve düşüncelerin temsilcisidirler. Binaenaleyh, şu veya bu meselede, bir şahsın, bir derginin benimsediği fikir ve temayülün aynı zamanda şu veya bu parti tarafından da benimsenmiş olması mümkündür. Tarafsız olabilmek için şu partiyi tenkit etmemek veya öteki partiden farklı kanaate sahip olmak zaruridir diye bir şart ileri sürülemez. Aksi takdirde, tarafsızlık için yegane miyar ya kararsızlık ve kanaatsizlik olur veyahut da hiçbir toplulukça benimsenmeyen, son derece orijinal ve eksantrik fikirlere sahip olma, tarafsızlığın başlıca şartını teşkil eder.”54 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Mesele dogmatik olmadan kuvvetli fikir ve kanaatlere sahip olma; bu fikir ve kanaatlere ulaşırken de ilmi ve rasyonel bir metot takip edebilmedir. Fikri meselelerde tarafsızlığı garanti eden yegane unsur tartışma kaidelerini dürüst bir şekilde takip etmektir. Propaganda ile rasyonel tahlil yapan iki kimse arasında fark buradadır. Propagandacı, ne iddiasına mesnet teşkil eden hadiselerin seçilişinde, ne de bu hadiseleri tefsir ve izahta takip edilen muhakeme silsilesinde dürüst ve tarafsızdır. Rasyonel tahlilde bulunan, tarafsız müşahede ve izahta bulunmak isteyen kimse için ise, muhakeme tarzında dürüst davranma ana prensiptir. Şu halde bir fikir dergisinin tarafsızlığını garanti eden şey, meseleleri tahlilde kullanılan metodun mahiyetidir. Eğer muhakemeye hammadde teşkil eden hadiseler kasten tahrif edilmiyorsa, tartışma konusu olan hadiseler üzerinde fikir yürütülürken dürüst olmayan bir muhakeme tarzı takip ediliyorsa, o takdirde, o dergi tarafsızlıktan ayrılmış, hakikati arama yerine, propaganda ve tek taraflı telkin vasıtası olmuş demektir. Forum okurlarına hakikaten kıymet veren ve hürmet eden bir fikir dergisidir. Bizler için, yazarlarımızın bir kısmının mensup bulundukları siyasi partilerin görüşlerini okurlarımıza telkin etme gayreti lüzumsuz bir külfettir. Biz bu memleket aydınlarına ne düşünmek gerektiğini değil, nasıl düşünmek gerektiğine dair misaller vermek istiyoruz.” Forum yazarların aktif siyasetten başlangıçta uzak kalmaları ve demokrasi savunuculuğunu Dergi yayınları ile yapmaları, sonradan ise aktif siyasete girmeyi tercih etmeleri bağlamında, onların her iki tutumda da birer sorumlu aydın örneği vermiş olduklarını söylemek yerinde olur. Çünkü onlar iktidarın tüm baskı uygulamalarına karşı ayakta kalmaya çalışmışlardır. Bu bahiste bir başyazıda şunlar söylenmektedir: “Forum mensuplarının çoğu üniversiteden ayrılmalarına sebep olan olaylardan sonra, sadece muhtelif siyasi partilere girmekle kalmamışlar, bu siyasi partilerin içinde gayet faal bir rol oynayarak seçim mücadelesine katılmışlar, 54 Tarafsızlık Meselesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:79, 1 Temmuz 1957. 77 seçim kazanmışlar veya kaybetmişler ve nihayet siyaset hayatının tabii bir sonucu olarak da bazen mensup oldukları siyasi saflar arkasından birbirleriyle fikir mücadelesi yapmak lüzumunu hissetmişlerdir. Hükümetin özel ilanları da kendi tekeline alması ve kendisini alkışlayan basın için bir mükafat kesesi olarak kullanmaya başlaması, Forum’u tamamen ilansız bırakmıştır. İlan gelirimiz birdenbire sıfıra inmiştir. Buna bir de basım malzemesindeki pahalılığı, yokluğu ve basım masraflarındaki devamlı artışı ilave ederseniz, geçen yılın maddi şartlar bakımından da Forum için ne derece kötü bir yıl olduğu kolayca anlaşılır. Fakat, gördüğünüz gibi Forum çıkmakta devam etmektedir.”55 Aynı yazıda devamla şunlar söylenmektedir: “Görünüşteki fikir farklarına, siyasi partiler saflarında yapılan mücadelelere rağmen Forum mensupları arasında, daha doğrusu Forum ailesi içinde, üzerinde kolayca anlaşmaya varılabilen, etrafında fikir birliği edilen birçok müşterek inançların ve müşterek düşüncelerin bulunuşudur. Bu inançlar ve düşünceler Forum’un amentüsü haline gelmiş olan esaslardır. Forum, Türkiye’de gerçekten demokratik bir hayat tarzının mümkün olduğuna inanmaktadır. Forum, Batı medeniyetinin dayandığı prensiplere, hoşgörürlüğe, laik düşünceye ve bilim saygısına inanmaktadır; Forum, Türk halkının bugünkünden daha iyi bir iktisadi duruma layık olduğuna ve buna ancak bilimsel usullerle, keyfilikten uzak bir iktisat siyasetiyle erişilebileceğine inanmaktadır ve nihayet Forum insan haysiyetinin her şeyden üstün tutulması gerektiğine inanmaktadır.” Forum yazarlarının başlangıçta aktif siyasetten uzak kalacaklarına dair sözlerinin, değişen konjonktür gereği yerine getirememiş olmalarını, onların siyasi hırslarından kaynaklı olarak sözlerinde durmamaları şeklinde değil, iktidar mensuplarının hırsları ile mücadelede çaresiz kalmaları bağlamında değerlendirmek isabetli olur. Şunu da ilave etmek gerekir ki eğer hırs içerisinde olmuş olsalardı, taktiksel olarak, her ne olursa olsun DP iktidarını iktidardan indirme yolunu tutarlardı. Oysaki onlar bu tarz toptancı kanaatlerle hareket etmenin, milletçe arzulanan neticeyi vermeyeceğini, iktidar değişikliğinden önce zihniyet değişikliğine ihtiyaç olduğuna inanmaktaydılar. Dolayısıyla aktif siyaset tercihlerinde Hür. Parti ve CHP olmak üzere iki farklı parti tercihinde bulunmuş olmaları, buna rağmen Forum çatısı altındaki birliklerini muhafaza etmeleri, hatta cumhuriyetçi demokrat kimi Forumcuların da Hür. Parti içinde yer almaları, onların hırstan uzak olduklarının bir göstergesidir. Forumcuların farklı parti tercihlerine rağmen bir arada bulunmalarının sebebini şu sözlerde bulmak mümkündür: “Forum her şeyden evvel medeni ve ileri bir cemiyetin insanlarında bulunması gereken vasıfların, memleketimiz aydınlarında da teşekkülüne ve yayılmasına yardım etmek isteyen bir teşebbüstür. Dergimizi kuranlar ve devam ettirenler, medeni insanlar olarak birlikte yaşama ve işbirliği yapmanın ancak, sevgi, arkadaşlık, müsamaha ve karşılıklı fedakarlıkla mümkün olduğuna inanarak, Forum’da bu çeşit müşterek hareket tecrübesine girişmişlerdir. Kanaatimizce, ihtirasın, şüphe ve güvensizliğin, korku ve çekingenliğin, müşterek hiçbir harekete imkan vermediği bir muhitte, beraber çalışan, beraber düşünen, 55 Forumsuzluk Korkusu, Başyazı, Forum, sayı:97, 1 Nisan 1958. 78 muayyen bir istikamete doğru bocalamadan yürüyen bir fikir ocağı kurabilmiş olmak küçümsenmeyecek bir başarı sayılmalıdır. Yalnız unutmamak lazımdır ki birlikte çalışmanın saydığımız temel unsurlardan başka yazarları ve okurları arasında manevi birliği temin edecek fikri unsurlara da ihtiyaç vardır. Forum’da bu bağı kuran temel unsur, Türk İnkılabının derin manasının, iyi anlaşılmasıdır.”56 Aslında Forum ilk yayın hayatına girerken kimi çevrelerce, liberal demokratların ve cumhuriyetçi demokratların aynı çatı altında uzun süre bir arada olamayacağına dair iddialar öne sürülmüştür. Türk siyasal yaşamı göstermiştir ki, bu iddialar, iddia olarak tarihe gömülmüştür. Bu iddiaları Forum şöyle değerlendirmektedir: “Yayın hayatına atılırken, aydınlarımızın çoğunda sezdiğimiz büyük bir çekinme, şüphe ve güvensizlik hali bizi adeta ürkütüyordu. Birçokları memleketteki umumi havanın böyle bir teşebbüsün muvaffak olacağından şüpheliydiler. Onlara göre, biz kaybedilecek bir savaş veriyorduk. Bu sonu ümitsiz savaşa, neticede her şeyini kaybetme pahasına katılma, hakikatleri görmemek ve hayal peşinde koşmak olacaktı. Bu aydınlara göre, bir kere, esasen umumi fikir seviyemiz o derece düşüktü ki, böyle seviyeli bir fikir organına gereken kıymet nasıl olsa verilmeyecek, üstelik emekler de heder olup gidecekti. İlaveten, memleketimizde bu çeşit bir teşebbüsün, işbirliği yapan insanlar arasında anlaşma ve ahengin bozulması yüzünden çok geçmeden kendiliğinden dağılmaya mahkum olduğunu, ilk anda heves ve gayretle başlayan işlerin, çok geçmeden içten ve dıştan gelen mukavemetler ve dağıtıcı tesirlerle sona erecek olduğunu ileri sürüyorlardı. Hatta birçok kimseler, Forum’un kaç sayı dayanabileceği kehanetinde bile bulunmuşlardı.”57 Forum yazarlarının hep aynı kalıptan dökülmediği ve Forum’da bir parti disiplini cenderesinin hakim olmadığı unutulmamalıdır. Dergi, kendi içinde özgür tartışmayı yürütmüş bir dergidir. Bu itibarla yazarları arasında bazı meselelerde görüş farklılıkları görülmektedir. Ancak görüş birliği yapılan bir mevzu varsa o da demokrasi taraftarlığıdır. Dergiden şu sözleri nakletmek yerinde olacaktır: “Tarafsız Forum, hürriyetin, demokrasinin, içtimai adaletin, ileri ve müreffeh Türkiye’nin taraflısıdır. Hürriyetçi Forum, daima aşırı sol ve aşırı sağ şeklindeki ifratlarla mücadele etmiştir. İster komünizm, ister dini irtica kılığına bürünsün, her türlü totaliter ve hürriyet aleyhtarı cereyanla mücadele edecektir. Forum, Türkiye’de demir perde arkasındakine benzer sahte demokrasilerin değil, gerçek demokrasinin kök salmasını özlemektedir. Bunun için her türlü şahıs, parti,zümre, sınıf diktatörlüğüne karşıdır. Forum, Türk milletinin köklü harsına ve mukaddesatına saygı duyan Türk milliyetçilerinin dergisidir. Fakat bu memleketi sonu gelmez felaketler içine yuvarlayabilecek olan her türlü ırkçılığın, dar görüşlü gelenekçiliğin ve irticanın düşmanıdır. Bu milletin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını imkansız hale getirecek olan gerilik hareketleriyle mücadele edecektir. Türk İnkılabını tehdit eden din istismarcılığına karşı koyacaktır.” 58 ‘Aynadaki aksini beğenmiyorsan, kabahati aynaya bulma!’ şiarından hareketle Forumcular, bir gün Türkiye’nin aynadaki aksini beğeneceği bir hale geleceğinden emin olmuşlar, bunun, çok çalışma ile elde edilebilir olduğuna inanmışlardır. 56 Üçüncü Yıla Girerken, Başyazı, Forum, sayı:49, 1 Nisan 1956. İkinci Yılımıza Girerken, Başyazı, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955. 58 İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956. 57 79 Forumcular Forum’un bir kamu hizmeti verdiğini düşünmekteydiler. Çalışmalarının, muhalif muvafık herkes tarafından istifadeye açık olduğunu sıklıkla değişik vesilelerle vurgulayan Forumcular, kimi zihniyetlerin Forumcuları anlamakta güçlük çektiklerini belirtmekten de geri durmamışlardır. Bir yazıda şöyle denilmektedir: “Forum’un aşırı solcularca burjuva, aşırı sağcılar ve irtica taraftarları için kızıl ve mason, partizanlar için rakip şu veya bu partiye mensup telakki edilmesini biz tabii karşılıyoruz. Bütün bu iddialar birbirini tekzip ederek, dergimizin hür ve bağımsız bir fikir organı hüviyetini kendiliğinden meydana çıkarmaktadır.”59 Aynı yazıda, kendilerini yanlış tasnif eden bu gibi zihniyetlerin ilkelliğinden dem vurmuşlardır. Forumcular, Forum ile demokrasinin Türk ulusu için bir lüks olmadığını ortaya koymuşlardır. Demokrasinin Türk ulusu için bir lüks olduğuna inanan cereyanlara yönelik olarak şu seslenişleri ilginçtir: “Demokrasi için mücadeleye atıldığını söyleyenlere şüpheci ve kötümserlerin ileri sürdüğü mütalaalardan biri şudur: ‘Bu millet aç ve çıplaktır, halk yığınları sefalet ve cehaletin pençesinde, en iptidai ihtiyaçları için çırpınmaktadır, hürriyet gibi birkaç entelektüelin ve burjuva sözcüsünün dava edindiği bir mefhumu benimsemek şöyle durdun, anlayabilmekten dahi acizdir. Tanzimat’tan beri Batıyla teması olan mahdut bir zümrenin bu memlekete ithal ettiği hürriyet, bu topraklarda köksüz kalmaya mahkumdur. Hürriyet ve demokrasiyi kendine dava edinen mahdut bir zümre, er geç peşinde koştukları bu hayalden hüsran içinde uyanacaklardır.’ Hürriyeti ortadan kaldırmaya azimli olmakla beraber, bunu açıkça söyleme cesaretini gösteremeyenler açık ve kapalı bir tarzda ortaya sürmeye çalıştıkları bir tem de şudur: ‘Bir memleketin asıl derdi, bazı laf ebelerinin, kitabilerinin sandığı gibi bu memlekette kötüye kullanılma temayülü duyulan hürriyet değildir. Memleketin iktisadi kaderinin değiştirilmesi, yeni bir vatan sathı yaratılması lazımdır. Ancak ondan sonra hürriyet ve demokrasi gibi konuların zamanı gelecektir. Şimdi yapılacak şey hürriyeti bir kenara bırakıp, şantiye haline sokulacak bu memlekette, bir iş disiplini içinde çalışmaya koyulmaktır.’ Sağcı ve solcu totaliter zihniyetin hemfikir oldukları husus, hürriyetin, burjuva entelektüelinin bir fantezi ihtiyacını ifade ettiğidir.”60 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “İktisadi refah ve ilerleme için, iş yapabilmek için memlekette sıkı bir nizam ve işyeri disiplininin hakim olması gerektiğidir. Bunlara göre demokrasi ve hürriyet, muayyen bir halkın ve geçici tarihi şartların mahsulüdür. Şümullü ve devamlı bir siyasi düzen olmaktan uzaktır. Nazi ve faşist nazariyecilere göre, bu, kozmopolit, burjuva ve Yahudi kültürünü temsil eden köksüz ve çürük bir siyasi düzendir. Marksistlere göre ise, orta zamanın cemiyet ve istihsal düzeninin, sanayi inkılabı ile meydana çıkan burjuva sınıfı üzerine vazettiği kontrollerden sıyrılma mücadelesi esnasında işe yarayan, muvakkat ömürlü bir ideolojidir. Bunlara göre hürriyet, insan tabiatının medeni ve ileri bir cemiyet topluluğunun tabii bir parçası değildir. O bizatihi bir kıymet ve hedef değildir. Totaliter düzenin bizdeki mukallitleri ve özenicileri de az farkla Batı Avrupa memleketlerinin bazılarında, muayyen tarihi şartlar içinde doğmuş olan bir 59 60 Forum ve Tarafsızlık, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:52, 15 Mayıs 1956. Tek Yol Hürriyettir, Başyazı, Forum, sayı:57, 1 Ağustos 1956. 80 sistemin, Türkiye’de aynen kabulüne imkan bulunmadığı iddiasından istifadeye kalkışmaktadırlar.” Forumcular, aydın ve halk işbirliğini savunurlar, seçkinci yaklaşımlardan kaçınırlar. Ancak ne yazık ki Forumcular, Forum’u çıkarttıkları yıllarda ve sonraki yıllarda geriye dönük değerlendirmelerde, seçkincilikte suçlanmışlardır. Bu suçlamanın demokrasi karşıtlarınca yapılmış ve hatta bugün bile yapılmakta olduğunu söylemek mümkündür. Az gelişmiş ülkelerde demokrasi savunucularının seçkinlikle suçlandıkları sıklıkla rastlanır bir olgudur. Açık veya örtülü totaliter veya otoriter eğilimlerin savunuculuğunu yapan anti-demokratik zihniyetler, geniş kalabalıkların demokrat aydınlar ile bağlarını koparıp, bu kopukluktan istifade etmeye çalışmışlardır. Forum örneğinde de bunu görmek şaşırtıcı değildir. Forum, bu hususta şunları söylemektedir: “Aydınlarla geniş halk kütleleri arasındaki irtibatın kesilmesi ve kırılması otoriter siyasi inhisar rejimlerinin gözden kaçmayan daimi özelliklerinden biridir. Kütlelerin irşat edici başlardan, manevi liderlerden mahrum bırakılması kütlelere tek elden hükmetmenin en kestirme yollarındandır.”61 Forum’un seçkinci olmadığına delil teşkil edecek sözlere bizzat Forum sayfalarında rastlanabilmektedir: “Birinci sayıdan itibaren aydın Türk okuyucusunun fikri olgunluğuna, temyiz kudretine bel bağlayarak ve hürmet ederek yayın hayatına katıldık. Hiçbir zaman, okuyucumuza ‘bunu anlamazlar, fikirlerimizi takdir edemezler’ deyip tepeden bakmadık; aynı zamanda yayınlarımızda okuyucuya ders verir tavır takınıp onun karşısına iddialarla çıkmadık. Okuyucuyu daima beraber düşünmeye teşvik ettik ve ona hakiki ilim adamına yakışan bir alçakgönüllülükle hitap etmeye çalıştık. Diğer taraftan amiyane olmamaya, okuyucuya daima yeni bir şeyler getirmeye gayret ettik.”62 Forum, Türk siyasal yaşamında sadece seçkincilikle değil, aynı zamanda 1957 seçimlerinden önce Hür. Partiye, daha sonra, 1958 yılı ortalarından itibaren de CHP’ye açık destek vermekle de itham edilmiştir. Derginin, genel seçimlerden sonra Hür. Partiye verilen açık desteğin geriye dönük bir muhasebesini yapmasından sonra bunun bir hata olduğunu okuyucuları ile paylaştığı göz önünde tutulduğunda, daha ilk sayılarında Forum’un ifade ettiği, ‘toplumun deneme yanılma yoluyla demokratikleşebileceği inancı’nda samimi olduğunu ortaya koymaktadır. Kuşkusuz, DP’nin otokratik yönetiminin karşısında onların bu girişimlerini muhalefeti bölmek olarak da değerlendirilebilir. Ancak Hürriyet Partisinin 1957 seçimlerinde %3,85 aldığı, CHP’nin de %40.82 aldığı dolayısıyla, her ikisinin toplam oyunun DP’nin aldığı %47,70’i aşamayacak olduğu anımsandığında, otokratik yönetimin bir dönem daha iktidarda kalmasının mesuliyetini Hür. Parti’ye ve onu destekleyen Forum Dergisine yüklemek haklı olmayacaktır. Öte yandan, Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin aldığı %7,19’luk oy oranı hatırlandığında, güç birliğinden kaçması sebebiyle CMP’ye yönelik bir suçlama yapılması mümkündür. Bununla beraber, CMP’nin DP tabanından oy aldığı düşünülürse, CMP’nin de muhalefeti bölmek ile mesul tutulması tartışılır hale gelmektedir. 61 62 Vur Abalıya, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957. Forum Dört Yaşında, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957. 81 Şu bir gerçekti ki, Forum kadrosu, kimileri liberal demokrat kimileri cumhuriyetçi demokrat olmak üzere, ilginç bir şekilde, daha doğrusu Batı demokrasilerinde rastlanır ancak az gelişmiş ülkelerde rastlanması hemen hemen olanaksız bir güç birliğini başarmıştır. Bu başarıya işaret ederken, şunu atlamamak gerekir ki, pek tabii olarak Forum yazarları destekledikleri farklı siyasi partilerin görüşlerini anlatabilmek adına birbirleriyle özellikle 1957 genel seçimleri sürecinde fikir mücadelesi yapmışlardır. Ancak bu tartışmalar, Forum’un demokrasiye inanış birliğini ortadan kaldırmamıştır. Lakin Forumcuların demokrasiyi sindirmiş bu halleri kimi okuyucular tarafından yadırganmıştır. Okuyucu mektuplarından bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Forum’un son sayılarını okuyunca inanın şaşırmaması imkansız. Forum’un devamlı okuyucularının haricinde son sayılarınızı okuyan bir kişi derginin CHP’nin propagandasını yaptığını zannedebilecek bir durumdadır. Bir zamanlar CHP’nin aleyhinde olan fakat siyasi şartların tesiriyle fikir değiştiren kalem adamlarının aynı partiyi şimdi savunmaları ancak okuyucunun onlar hakkındaki kıymet hükmünü değiştirebilir.”63 Öte yandan Forumcuların demokrasiyi sindirmiş olma hallerini anlayan okuyucular da vardı. Bir okuyucu şöyle demekteydi: “Forum seçimler öncesinde ve seçimlerin hemen sonrasında, tutulması gereken taktik üzerinde bir ara bocalamış olabilir. Ama, o zaman dahi asıl amacını yitirip memleketi Batı ölçütlerinde bir demokrasiye kısa yoldan iletecek genel strateji üstünde inhiraflar kaydetmemiştir. Forum’a yurdu totaliter gidişlerden koruyup müştereken özlenen demokrasi iklimine yaklaştıracak çareleri arayan her kalem kolaylıkla girebilmektedir. Bu kalemin sahibi tarafsız olabilir, Hürriyet Partili, Millet Partili, Halk Partili olabilir. Hatta Demokrat Partili dahi olabilir. Şu halde Forum partiler arasında bir ayrım gözetmeksizin, ileri seviyeli her fikre, her düşünceye ve her inanca sayfalarını ardına kadar açmak suretiyle, yurdumuzun manen ve madden kalkınması ve demokrasinin bütün gerekleriyle tez elden kurulması yolundaki savaşta, bir dergi olarak, kendi payına düşen ödevi titizlikle yerine getiren ananesine sadakatini muhafaza ediyor demektir.”64 Forum lehte ve aleyhte tüm okurlarını birçok yazısında hoşgörüye çağırmıştır. Özellikle 1960 yılı başından itibaren, aydınların birbirleriyle mücadele ederek kendilerini yıpratmamaları gerektiğini vurgulayan yazılar yayınlamıştır. Çünkü Forumculara göre Türkiye bir çıkmaz içine girmiştir. Bu çıkmazdan kurtulmak için halk harekete geçmeliydi, aydınlar da halka rehber olma sorumluluklarını hatırlamalı ve kısır polemiklerden uzak kalmalıydılar. Bu minvalde Forum’da yayınlanan şu sözler ilginçtir: “Unutmayalım, bir veremliye sıtma tedavisi yapılmaz. Bir tifo salgını çiçek aşısı ile hiçbir zaman önlenemez. Bu toplum ağır hastadır. Hastalığın teşhisi yıllardan beri malumdur. Fikir spekülasyonlarının zamanı çoktan geçti. Bilgi yok, ahlak yok, akıl ve tolerans yok. Bu yokluklar kasıp kavuruyor ortalığı. Bir çöl ortasında kalmışız. Eğitimsizlikten, korku ve bağnazlıktan yanıyoruz. Ağır hastamızın başında biz hala uyuşuk bir tarafsızlıktan ya da teşhis bolluğundan dem vuruyor ve toplumsal hayatın alfabesi üstünde tartışma yapıyoruz. Okuyup yazmak 63 64 Forum Hangi Yolda, Okurların Forumu, Forum, sayı:98, 15 Nisan 1958. Forum Artık Çıkmasın mı?, Okurların Forumu, Forum, sayı:103, 1 Temmuz 1958. 82 için alfabeyi öğrenmek şart. Bu gerçeğin alternatifi olamaz. Bugünün koşulları altında iktidarın malum tutumuna karşı, fikir çeşitliliğini savunmak, dikilen özgürlük ve kültür fidanını kökünden söküp atmakla birdir. Fikir çeşitliliğini yaşatalım derken onu öldürmenin en kestirme yoluna sapmayalım.”65 Forum, 1958 yılının ikinci yarısından itibaren, daha belirgin bir şekilde ise özellikle 1959 yılında ve tabii takip eden yılda CHP’ye örtülü destek vermiş olmasına rağmen, farklı görüşlere yer verme tutumundan geri adım atmamıştır. Bununla beraber, liberal demokrasi savunuculuğunun, cumhuriyetçi demokrasi savunuculuğuna nazaran arka plana geçtiğini söylemek mümkündür. Ancak bu, Forum’da yazmaya devam eden liberal demokratlar tarafından yadırganmamıştır, kaldı ki onların da mutabakatıyla Forum’un böyle bir yol tutması kararlaştırılmıştır. Çünkü, DP zihniyeti ile en iyi mücadele aracının cumhuriyetçi demokrasi olduğunu onlar da, özellikle Hür. Parti tecrübesinden sonra, kani olmuşlardır. Dolayısıyla, özellikle 1959’dan itibaren liberal ve cumhuriyetçi ayrımı Dergi yazılarında belirgin şekilde tespit edilir olmaktan çıkmıştır. Daha açık bir ifadeyle, liberal demokrat Forumcular, Türk devrim felsefesinin yerleşmemiş olduğunun kanıtlandığı bir ortamda liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat şeklinde ayrışmaların, DP iktidarı tarafından yok edilen demokrasiyi geriye getirmede, ülke menfaatleri açısından yararsız olacağını düşünmekteydiler. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, liberal demokrat Forumcular arasında Dergide cumhuriyetçi demokrat ideolojinin kurucu düşünce zeminin tamiri için işlevsel olduğu görüşüne itirazı olan iki kişi vardı: Aydın Yalçın ve Nilüfer Yalçın. Yalçınlar, 1958 yılı ortalarından itibaren Forum’un bir orkestra olmaktan çıktığını belirten bir yazıyı Amerika’dan Türkiye’ye, Forum’da yayınlanmak üzere göndermişlerdir. Söz konusu mektupta şunlar söylenmekteydi: “1957 sonbaharından beri Forum’un bilfiil yükünün ve mesuliyetinin diğer arkadaşlar tarafından yürütüldüğü ve iki ders yılından beri de Amerika’da bir öğretim müessesesinde çalıştığım vakıadır. Fakat şunu bilhassa belirtmek isterim ki gerek yazı verme gerekse derginin diğer işlerine emek verme bahsinde ilgimin eskisi gibi kesif olmayışında, Forum tecrübesinden ve onunla başladığımız fikir mücadelesinden hayal kırıklığına uğramış olma ihtimalim bahis konusu değildir. Tabii uzun ve kesif bir tecrübe içinde insanın bazı bekleyişlerinin gerçekleşmemesi karşısında üzüntü duymaması mümkün olamaz. Aynı şekilde deneme ve hata yoluyla yön tayin etmeye çabalayan insanların bir miktar kayıp ve israfı göze alması da tabiidir. Fakat bütün bunlara rağmen şahsen bugün ümidi kırılmış olmak şöyle dursun, Forum ile girişilen tecrübenin çok iyi netice verdiğine kaniiyim. 1954’te bu işe girişebilmek için çırpındığım anlarda ne derece kesif heyecan duymuşsam bugün de aynı hisleri taze şekilde muhafaza etmekteyim. Fakat Forum bugün çelimsizdir.”66 Aynı mektupta Aydın Yalçın şöyle devam etmektedir: “Son zamanların Forum’u, entelektüel muhteva ve ele alınan temalar bakımından son yıllarda memleketimizde 65 66 Tarafsızlık mı Yoksa Korku mu?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:131, 1 Eylül 1959. Aydın Yalçın, Çelimsiz Forum, Okurların Forumu, Forum, sayı:139, 1 Ocak 1960. 83 sayısı artan siyasi haber ve yorum dergilerini andırıyor; resim ve ballandırılmış dedikodu sütunlarının olmayışı yüzünden cazibesi daha kıt olmak şartıyla. Forum fikri tazelik, yaratıcılık, metot ve seviye bakımından kendisinden bekleneni Türk aydınına veremezse, bir fikir dergisi olarak manevi rehberliğe hiçbir zaman hak kazanamaz. Uzaktan görebildiğim kadar durum maalesef budur.” Kuşkusuz Aydın Yalçın’ın Ocak 1960’ta kaleme aldığı bu mektubunu; onun Forum’un kuruluşundaki gayretleri, bu gayretlerinin Türkiye’nin ağırlaşan koşulları altında netice vermemesi ve üniversiteden ayrılması, aktif siyaset tercihini Hürriyet Partisi’nden yapması, bu partinin de 1957 seçimlerinde %4’ü dahi yakalayamaması, Türkiye’nin geleceğine ilişkin umudunu kaybetmesi ve bunun bir sonucu olarak Türkiye’de Türkiye için yapılacak bir şey kalmadığını düşünerek seçimlerin akabinde Nilüfer Yalçın ile beraber ABD’de bir üniversiteye hoca olarak gitmesi, oraya gitmekle memleketin daha iyi noktaya ulaştırılması için mücadele vermenin önüne bireysel bir tercihini yerleştirmiş olmasının kendine huzursuzluk vermesi, bu huzursuzluğun kaynağını kendi başarısızlığında görmek yerine Forum’un değişen çizgisine yansıtması bağlamında değerlendirmek gerekir. Öte yandan, Aydın Yalçın’ın bir noktaya kadar haklı olduğu kabul edilebilir. Çünkü 1959 yılı ikinci yarısı Forum sayılarındaki yazıların ‘derin fikir eserleri’ olduğunu iddia edilecek değildir. Ancak 1959 yılı ikinci yarısında, Menderes’in 17 Şubat 1959 tarihindeki uçak kazasından kurtulmasını takiben kendisine neredeyse peygamberlik sıfatı yakıştırması, eğitimsiz halk tabakalarında uyandırılmaya çalışan ‘Allah’ın sevdiği insan’ kanısı ve bu ahval içinde DP iktidarının baskıları daha da artırması, 3 Mayıs 1959 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk kez bazı gazetelerin ‘beyaz sütunla’ çıkması hadiseleri, ilaveten, 4 Mayıs 1959 tarihinde CHP lideri İnönü’nün İstanbul’da suikast tehlikesi atlatması, muhalefet partilerinin il kongrelerinin iptal edilmesi gibi hadiseler hatırlandığında, böyle bir süreçte Forum’dan Aydın Yalçın’ın entelektüel muhteva beklemesini onun haberleşme olanaklarının kısıtlılığı sebebiyle Türkiye’den haber alamayışına yormak daha isabetli olur. Aksi halde kendisinin de 1954-1957 yılları arasında Forum çatısı altında verdiği mücadele anımsandığında, 1959 yılı koşullarında liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm Forumcuların toplumsal eyleme bağlılığını eleştirmesi kendi kişisel tarihi ile de hesaplaştığı anlamına gelir ki, bu, Aydın Yalçın’ın mantığının sürçmeye başladığını göstermekten öte bir anlam ifade etmez. Gerçi Türk siyasal yaşamında kimi aydınların, önceki savundukları düşünceler ile taban tabana zıt dönüşümler geçirdikleri rastlanır vakalardır. Bununla beraber, aynı durumun Aydın Yalçın örneğinde de yaşandığını iddia etmek en azından, Anayasanın halkoyuna sunulduğu 9 Temmuz 1961 tarihinden önce, erken varılmış peşin bir hüküm olur. Aslında, 1954-1960 yıllarında Forum’a emek vermiş birçok Türk aydını 1960 lı yıllarda çeşitli dönüşümler yaşamıştır. Aydın Yalçın’ın özel durumu, onun bu dönüşümü en erken yaşayacaklardan biri olacağının sinyalini vermesidir. Burada kaydetmek gerekir ki, Aydın Yalçın, kendi dönüşümünü 1980 li yıllarda dahi kabul etmemiştir. Mesela 12 Mayıs 1984 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Uğur 84 Mumcu’nun, yazısında Aydın Yalçın’a Forum Dergisi altında 1950 li yıllarda verdiği mücadeleyi hatırlatmasından, Yalçın rahatsız olmuş ve Mumcu’ya şöyle cevap vermiştir: “Sen şu tarihte şöyle demiştin, şimdi böyle konuşuyorsun, tarzındaki klasik polemik yöntemiyle benim karşıma çıkması, bir kere çok yanlış bir yol. Yetişme tarzımız, dünya tecrübemiz, mesleklerimizde ulaşmış olduğumuz mertebeler, kültür kaynaklarımız ve entelektüel tutarlılık bakımından her ikimizin dayanak olarak kullandığı temeller birbirinden o kadar farklı ki, bu tür polemikten yarar umarak, yalınkılıç değirmenlere saldıran şövalye misali, başkasının darbesiyle değil, kendi eliyle başını derde sokmasından endişe ederim. Ben yalnız akademik çevremde ve yazı hayatımda değil, siyasi hayatımda ve şahsi arkadaş çevremde bile, turalı olmaya son derece önem veren bir kişiliğe sahibim.”67 Forum’un nelere öncülük etmiş olduğunu ve neleri başarabildiğini Dergiyi bugün okuyarak görmek mümkündür. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, Forumcular Türk siyasal yaşamındaki yedi yıllık mücadelelerinin sanki doğru anlaşılmasını ister gibi, dahası Forum’un gelecek nesillerdeki inceleyicilerine bir mesaj vermek kaygısı güder gibi, 1 Nisan 1960 tarihli 145. sayıda şu başyazıyı kaleme almışlardır: “1954 yılından bu yana Forum’un yazdıklarına bir göz atılırsa, bugün çoğu meselemizde içine düşmüş bulunduğumuz çıkmazın önlenmesi için kendi ölçümüz ve imkanlarımız içinde sarf etmiş olduğumuz mütevazı gayret ve uyarışları müşahede ve tespit etmemek mümkün değildir. Yürütülen iktisadi politikanın yanlışlığı üzerinde Forum ısrarla durmuştur. İsrafçı, gösterişçi, düzensiz, tahlilsiz, iktisat ilminin her tarafta bilinen ve kabul olunan kurallarını göz önünde bulundurmayan bir politikanın gelişme ve kalkınma gayretlerimizi engelleyeceğini devamlı olarak söylemeye çalıştık. Aşırı bir enflasyonun iktisadi, içtimai ve ahlaki düzeni sarsıntılara maruz bırakacağını durmadan belirtmeye gayret ettik. Siyasi alandaki gerici ve demokrasi prensiplerinden inhiraf eden hareketlerin, hiçbir meselemizi halledemeyeceğini okuyucularımızı usandırmak pahasına bıkmadan tekrar ettik. Şiddet tedbirlerinin, hakları ve hürriyetleri kısmanın, demokratik müesseseleri temellerinden zedelemenin ancak buhranlara ve huzursuzluklara yol açabileceğini gücümüz yettiğince anlatmaya çalıştık. Memleketin bugün içine düşmüş olduğu ekonomik, siyasi ve sosyal buhran, bu görüşlerimizi teyit etmiştir. Yayın hayatımızda değişmeyen hedeflerimizden biri ve en önemlisi Türk İnkılabının fikir alanında korumak olmuştur. Türk milletinin geleceği inkılapların ifade eylediği ileri istikametlere yönelmiş gelişme ve değişmelere bağlıdır. Başka türlü düşünmek mümkün değildir.”68 Forumcular, bu başyazının yer aldığı sayıdan sonra bir sayı daha çıkarabilmişler, ancak Derginin 147. sayısını iktidarın, Forum’un basılmasını engellemesi sebebiyle okuyucularına ulaştıramamışlardır. 27 Mayıs 1960 müdahalesinden üç gün sonra çıkan 1 Haziran 1960 tarihli 148. Forum’un başyazı başlığı ise şöyledir: ‘İhtilallerin En Centilmeni.’ 67 68 Aydın Yalçın, Vatan Hıyanetinin Anatomisi, Ankara:ODTÜ Yayınları, 1986, s.571. Forum Yedinci Yılında, Başyazı, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960. 85 Forumcuları, görüş olarak değil ancak siyasi alanı etkilemiş olmaları bakımından Fabyanlara benzetmek yanlış olmaz. Bilindiği üzere Fabyan Topluluğu, 4 Ocak 1884 tarihinde Londra’da kurulmuş sosyalist bir gruptur. Grubun, uzun dönemde, kapitalist bir toplumdan sosyalist bir topluma doğru aşamalı dönüşümünü savunduğu söylenebilir. Adını Hannibal’a karşı savaşan Romalı general Fabius Cunctator’dan alır. Topluluk görüşlerini ‘Fabian Tracts’te yayınlamıştır. Fabyanlar, kendilerini, toplumsal araştırmaların ve bilgiye dayalı önerilerin bir odağı olarak görmekteydiler. 1900 lerin başında Londra belediyelerine egemen olan Liberal-İşçi Partisi ittifakının politikalarına program açısından biçim vermişler, Londra’nın eğitim reformlarına etkin bir biçimde katılmışlar, İngiliz refah devletinin gelişiminde belirleyici olacak ilk tohumları atmışlardır. Gruptan bazıları Liberal Partiyi, bazıları ise İşçi Partisini desteklemekteydiler. Ancak Liberal Partinin Fabyan tasarımlara kapalı olduğu görüldükten sonra, grup İşçi Partisine destek vermede mutabık kalmıştır. Bir müddet sonra ise, Fabyanlar, İşçi Partisi içinde siyasal bağımsızlıklarını yitirmişler ve parti içinde erimeye mahkum olmuşlardır. Forumcuların pek çok önerisi 1961 Anayasası ile somutlaşmıştır. Forumcular önceleri iki farklı parti arasında bölünmüşler, Hürriyet Partisi deneyiminden sonra CHP’yi desteklemekte mutabık kalmışlardır. 1960 lı yıllarda ise Forum kadrosunun dağıldığını görmek mümkündür. Şu halde hem Fabyanlar hem de Forumcuların ortak yanını, ‘ülkelerinin siyasal yaşamında belli süre ile sundukları çözüm önerilerinin somutlaştığına şahit olmaları, fakat daha sonra, tarihi rollerini tamamlayarak, bu özel durumlarını kaybetmiş olmaları’ şeklinde tespit etmek mümkündür. 86 II.BÖLÜM FORUM’UN TÜRK SİYASAL YAŞAMINA BAKIŞI 1.Cumhuriyet Öncesi Dönem Forum Dergisi, Türkiye’nin Batılılaşma tarihini 3 Kasım 1839 tarihli Hattı Hümayun’dan başlatır. Ancak Osmanlı dönemindeki Batılılaşma hareketi ile 1923 Türk Devriminden sonraki Batılılaşma hareketi arasındaki farklılığa vurgu yapmayı ihmal etmez. Forum, Osmanlı dönemindeki Batılılaşma hareketleri sadece ve sadece devleti kötü durumdan kurtarmak ve yaşatmak için yapıldığından, bu yeniliklere ‘reform’ der. Öte yandan 1923 Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yenilikleri ise ‘devrim’ olarak nitelendirir. Tanzimat Fermanı öncesi ıslahat teşebbüslerini ise askeri sahaya münhasır birkaç yenilik olarak değerlendirir. Senedi İttifak üzerinde ise pek durmaz, Senedi İttifakı ‘gürültülü hadiseler arasında şümul kazanamamış bir hareket’ olarak tanımlayıp geçer. Burada hatırlatmak gerekir ki Forum, kimi yazıda ‘Atatürk İnkılabı’ veya ‘Atatürk inkılapları’ veya ‘Türk İnkılabı’ veya ‘Türk İnkılapları’ veya ‘devrimler’ ifadelerini eş anlamlı olarak; benzeri bir şekilde ‘reform’ ve ‘ıslahat’ ifadelerini de birbiri yerine kullanır. Siyasi iktidarın yegane temsilcisi olan padişahlık otoritesine sınırlama getirmesi bakımından 1876 ve 1908 Meşrutiyet hareketlerini önemser. Bu her iki harekete dair şöyle bir genel değerlendirme yapıldığına rastlamak mümkündür: “Bir taraftan hükümran otoritenin mahiyetinde hiçbir değişiklik yapılmaması ve diğer taraftan harekete esas teşkil eden fikirlerin cemiyetin alt tabakalarına kadar nüfuz edememesi, bu teşebbüsleri başarısızlığa mahkum etmiştir. Ancak Milli Mücadeleden sonra hakiki Türk unsuruna ve onun bütün olarak sarf ettiği gayretlere dayanarak kurulan Cumhuriyetimiz iledir ki modern devletin hukuki ve siyasi esaslarını tesis etmek mümkün olmuştur.”69 Forum’da 1908 Meşrutiyet hareketinden, daha çok onun maksat ve sonuçlarının, 1923 Cumhuriyet hareketinden farklı olduğunu vurgulamanın aracı bağlamında bahsedilir. Kuşkusuz Forumcular, Türk Devrimi öncesinde başlamış olan kimi yeniliklerin Cumhuriyet sonrasında da sürdürülmeye devam ettiğini kabul eder. Bununla beraber, Derginin süreklilikten daha çok kesintilerle işaret ettiği dikkat çeker. Örneğin 1908 hareketine ilişkin şu değerlendirme ilginçtir: “İkinci Meşrutiyet ihtilalini yapan muzaffer İttihat Terakki partizanları ve ordudan gelen politikacılar, siyasi iktidarı ellerine geçirdikleri anda, kendilerini iktidar mevkiinin biricik ve tabii sahibi, ebedi namzedi saymaya başlamışlardır. Bunlar, kendilerini hemen asıl toplumdan ve diğer siyasi kuruluşlardan üstün tutan bir zihni ve hissi komplekse düşmüşlerdir. Bu üstünlük komplesi yüzünden getirdikleri hürriyet ve meşrutiyeti, tamamıyla kendi inhisarlarına alarak halka ödetmeye kalkmışlardır. Hemen bir parti mutlakıyeti kurmuşlardır. Kurulan yeni parlamentarizmin meclis-hükümet münasebetleri daima bir parti mutlakıyetini yürütecek şekilde ayarlanmıştır. Bir sürü hukuki ve fiili baskılarla bu parti mutlakıyetini ayakta tutmuşlardır. Bu sebeple, 69 3 Kasım, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:16, 15 Kasım 1954. 87 meşrutiyeti ve onun istilzam ettiği hürriyeti getirme için harekete geçmiş olan bu parti, Halife-Sultanın mutlakıyetinin yerine kendi mutlakıyetini koymuş ve bir gerçek hürriyet partisi olamamıştır. Memleket de geniş hürriyet tatminleri içine girememiştir.”70 Aynı yazıda devamla şöyle denmektedir: “Burada İkinci Meşrutiyetin dış ve iç gailleri ile yani Bulgaristan istiklali, Bosna-Hersek’in kaybı, Trablusgarp Harbi, Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi, Girit Meselesi, Arnavutluk İsyanı, Yemen İsyanı, maarifin geriliği, halk zihniyetinin Avrupa usulü hürriyet idaresine yabancılığı, hürriyet partileri kanalı ile bir gerçek hürriyet devri açmaya pek elverişli değildi, denebilir. Fakat bir meşruti mekanizma içinde bile, bir partinin merkezi organlarının mutlakıyete gitmesinin asıl sebebi, meşrutiyeti ve onun istilzam ettiği hürriyeti getirenlerin zihni ve hissi üstünlük kompleksi ile iktidar mevkiine sımsıkı sarılmasıdır. Bu yüzden 1908-1918 devresinde Meşrutiyet, bizzat onu kuranların bu kompleksleri ile boyuna akamete uğramıştır. Meşrutiyeti ve onun istilzam ettiği hürriyeti getirenler, bu büyük hizmet ve himmetlerine karşılık olarak, iktidar mevkiini devamlı olarak işgal etmek istemişlerdir. Halife-Sultanın mutlakıyeti yerine, parti merkezi umumisinin mutlakıyeti kurulmuştur. Bu suretle rejim, zahiri bir meşruti rejim olmuştur.” Forum, 1908-1918 arası Meşrutiyet rejimin aslında bir parti mutlakıyetçiliği olduğunun altını çizerken, II. Meşrutiyet’in ilanını hazırlayanların 19. yüzyıl Osmanlı aydınları olduğunu belirtir. 19. yüzyıl aydınlarının hükümdarın şahsi ve keyfi sistemi yerine; hükümdarın iktidarının sınırlandırılması, bu sınırlandırmaya yönelik, halkın sınırlı da olsa yönetime iştirak edildiği yönetim şekli içinde, vatandaşları hürriyete kavuşturmak için verilen mücadelelerin, daha sonraları cumhuriyet fikrinin doğmasına önderlik ettiğine sıklıkla değinir. Forum’da Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet kadrosunun bu aydınların eserlerini okuyarak ve Meşrutiyet tecrübesinin sorunlu yanlarından ders çıkartarak 1923 Devrimini hayata geçirdiklerini ifade eden çok yazıya rastlamak mümkündür. Bu bağlamda Dergiden şu sözleri nakletmek yerinde olur: “Kemal Atatürk ile hürriyet ve demokrasi mücadelesi, siyasi iktidar bir sultanla paylaşılmadan milli kaderin artık bizzat ve münhasıran millet tarafından tayininin, sevk ve idaresinin gerçekleşmesi halini almıştır. Yani siyasi iktidarın icrasına ancak halk temsilcileri yetkili olacaktır. Bunlar da seçimden çıkacaktır.”71 Forum’un, Osmanlı yönetim yapısının incelendiği yazılara yer vermesinin temel sebebi, Türk Devrim kazanımlarının öneminin gösterilmesidir. Bu alanda daha çok Şerif Mardin’in incelemelere rastlamak mümkündür. Bunlardan bir tanesinde Şerif Mardin, Ali Paşa üzerinden hürriyetsizlik sorununu şu şekilde işlemektedir: “Ali ve Fuat Paşaların birer idare-i maslahatçı oldukları ve II. Mahmut’un ve onu takiben Mustafa Reşit Paşanın meydana getirdikleri ıslahatla mukayese edilebilecek bir ilavede bulunmamış olmaları pek muhtemeldir. Ali ve Fuat Paşaların müspet bir ilavede bulunmadıkları noktasından daha mühim bir husus, Ali Paşanın, devrinin en 70 71 Siyasi Mücadele Tarihi Tekerrür mü Edecek?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:36, 1 Eylül 1955. Siyasi Mücadele Tarihi Tekerrür mü Edecek?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:36, 1 Eylül 1955. 88 büyük hürriyet aleyhtarlarından biri olduğu vakıasıdır; bu vakıa arada kaybolmuştur, lakin bu, 19. asrın ortalarındaki aydınların gayet mühim bir mesele addettikleri bir husus olmuştur. Daha sonra Abdülhamit ve taraftarlarının bu problemi unutturma gayretleri neticesinde ortadan kaldırılmış gibidir. Halbuki Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi şahsiyetler, Osmanlı İmparatorluğunda mevcut rejime karşı itiraz ettikleri zaman Abdülaziz’in şahsi politikasına değil, Ali Paşanın politikasına itiraz ediyorlardı.”72 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Genç Osmanlıların Avrupa’ya kaçmasına sebep olan, Mustafa Fazıl Paşa’yı Genç Osmanlıların hamisi haline getiren hadiseler, Ali Paşanın Osmanlı İmparatorluğunda şahsi bir diktatorya tesis etmeye çalışmasının neticeleri idi. Bu hareket hattının mümeyyiz vasıfları da Osmanlı İmparatorluğunun içinde düştüğü badireyi halletmede, Ali Paşanın yeni teşekkül etmiş Osmanlı Efkarı Umumiyesini hiçe saymasıydı. Babıaliye cahillerin toplanmasına müsaade etmiş olan Ali Paşa, Namık Kemal’e göre etrafına topladığı ‘dört buçuk Fransızca sohbet’ bilenlerin yardımıyla devlet meselelerini halletmeye muktedir değildi. Hükümetin nazik bir mevzu addettiği Girit meselesine dokunan bazı makaleleri dolayısıyla Namık Kemal’in muharrirlik hayatına bir nihayet verilmiş ve Ali Paşa, Tasvir-i Efkarda çıkan bu makaleleri bahane ittihaz ederek Türkiye’de matbuatı engellemek için ortaya atılan ilk resmi harekete amil olmuş, daima vebalini boynunda taşıdığı Kararname-i Ali’yi çıkarmıştı. Bu kararnamenin ayırıcı vasfı, matbuatı gayri mauyyen bir hat ile takyit etmesiydi. İşte gerek Mustafa Fazıl Paşanın, gerekse Namık Kemal ve Ziya Paşanın meşveret istemeleri, Ali Paşanın bu icraatı çerçevesinde bir mana ifade eder. Meşveret usulü devlet işlerini kontrol başta olanların idare edilenlere karşı mesuliyeti demek olduğu için, Osmanlı İmparatorluğunda tatbik edilmesi gereken bir usuldü. Buna karşı Ali Paşa bir gün kendi evinde topladığı bir mecliste Cevdet Paşaya devletin ancak birkaç kişi tarafından idare edilmesini en doğru yol bulduğunu, aksi takdirde karışıklık yaratılacağından korktuğunu itiraf ediyordu.” Şerif Mardin, incelemesinde, Ali Paşa’nın hürriyetten korktuğunu yazmaktadır. Ali Paşa, Meşrutiyet rejimi tesis edildiği zaman, birtakım insanların icraatı serbest bırakılacağından, bunların Osmanlı Devleti’ni çökerteceği iddiasındaydı. Kuşkusuz bu iddia, Ali Paşa’nın, kendi hegemonyasına bir nihayet verilmesi endişesinin kılıfından ibaretti. Mardin, Ali Paşa’nın tutumuna benzer tutumların otoriter rejimlerin belirgin vasfı olduğunu düşünmektedir. Gerçekten de anti-demokratik davranış eğilimleri gösteren yöneticilerin genellikle kalkan olarak kullandıkları sav, insanların kötülüğe meyyal olduklarıdır. Bu şekilde hürriyeti kısıtlamanın meşru zemini oluşturulur. Çünkü kötülüğe meyyal olan kişilerin hürriyet istismar edecekleri pek muhtemel kabul edilir. Bu gibi hürriyet düşmanı yöneticiler, kendi kendilerine ve kendi uygulamalarına olan güvensizlikleri sebebiyle, sözde devleti koruma adı altında örtülü hürriyet karşıtlığı yaparlar. Buradan Mardin’in vermeye çalıştığı mesaj şudur: ‘Müesseselerin ıslahından çok daha önemli olan, zihniyette devrim yapmak.’ İşte tam da bu noktada Cumhuriyet dönemi politikaları ile 72 Şerif Mardin, Ali Paşa ve Hürriyet, İncelemeler, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 89 zihniyette devrim yapma mücadelesi verildiğinin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Forum, Osmanlı mirasının olumsuz kalıntılarının Türk fikir hayatını olumsuz etkilediğini savunmaktadır. Cumhuriyet döneminde felsefe alanındaki cılızlık Osmanlı İmparatorluğu’nun İslami özelliği ile ilişkilendirilmektedir. Gerçekten Osmanlı tarihinde dini tefekkürden ayrılabilen ve kendi iç gelişmeleri ile yaşayabilen felsefi bir düşünce geleneğine rastlamak mümkün değildir. Hatta rastlanmama hali, felsefe yoksunluğunun tespitinde hafif kalmaktadır, Osmanlı’da felsefeye karşı açık bir husumet mevcuttur. Bunu gerçekleyen bir olayı Şerif Mardin’den nakletmek yerinde olacaktır: “Tanzimat devrinin nihayetine doğru, Avrupa kültürünün derin köklerinin Yunan felsefesine dayandığını anlayan Ahmet Mithat Efendi çıkardığı Dağarcık ve Kırkambar mecmualarında kah iktibaslar yaparak kah kendi fikirlerini de ilave ederek Avrupa kültürünün bu felsefi esaslarını anlatmaya çalışıyordu. Bu arada yazılarına İslam felsefesi, İslam filozofu gibi tabirler de sıkıştırıyordu. İşte bu sırada kendisine matbuat kontrol merciinden bir ikaz gelmişti. ‘Felsefe lafzı ekseriya şeriatı garrayı İslamiye ile tevfik kabul etmeyen mebahisi münkiranesinde istimal olduğuna binaen İslam bu kelimeyi sui telakki’ ettiğinden Mithat Efendi’nin İslam felsefesinden bahsettiği zaman ‘hikmet’ kelimesini kullanması lazım geldiği ve felsefe kelimesinin ‘mevkii teneffürde’ kullanması gerektiği kendisine ihtar ediliyordu.”73 Fakat bu ikazdaki görüş yeni bir görüş değildi. Ahmet Mithat Efendi’ye yöneltilen tenkidin Osmanlı tarihinde daha şiddetli tezahürleri olmuştur. Osmanlı kültüründe felsefeye şüpheci bir gözle bakılmış olmasının sebebi, İslam’ın felsefeyi saçma bulmasında aramak gerekir. Şöyle ki, İslam düşünürlerine göre filozofların ileri sürdükleri fikirlerin daima eksik bir tarafı vardır. Çünkü filozoflar, kainat düzenini temin eden kuvvetlerle bu düzeni yaratan arasında bir ayrım yapmaya mecbur kalmışlardır, dolayısıyla onların fikir sisteminde kainat tek bir unsura bağlanamamıştır. Oysaki İslam düşünürlerine göre İslam, ilahi bir varlığın hem yaratıcı bir rol oynadığını hem de her an dünyanın nizamına nezaret ettiğini ileri sürerek bu problemi halletmiştir. Böylece İslam inancına göre, din, felsefenin ikinci planda kalmasını sağlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da, felsefe, İslam’a göre, ancak dinsizlerin, gafillerin, ilahi kudretin birleştirici özelliklerinden haberdar olmayanların, bilgisizlerin kullandıkları eksik ve köhne bir görüş zaviyesidir. Bir başka ifadeyle İslam dinine göre, felsefe ile uğraşmak akıl karıştırmaktan başka bir şey değildir. Burada ilginç olan, İslam dininin ‘ben bu meseleleri çözdüm bitirdim’ yaklaşımının Osmanlı’da Batı felsefesine karşı bir üstünlük hissi doğurması ve daha ötesi Batı felsefeni aşağılar bir duruş sergilemesidir. Felsefeye karşı çıkışın doğal sonucu bilimin reddidir. 987 tarihinde Takıyettin Efendinin Tophanede meydana getirdiği rasathanenin yıktırılması bilimin reddedildiği bir memlekette şaşırtıcı değildir. Osmanlı’da İslam’ın bilimin önüne koyduğu engeller, ancak orduyu Avrupa tekniğine uygun olarak ıslah etme 73 Şerif Mardin, Osmanlı İmparatorluğunda Müessese ve Fikir, İncelemeler, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955. 90 mecburiyeti ile delinmiştir, denilebilir. Çünkü tekniğe uymak, beraberinde bilimsel esasları da getirir. Örneğin tahkimat yapmak veya bir filoyu idare etmek matematik ve astronomi alanında bazı bilgilere sahip olmayı icap ettirir. Bu bağlamda Osmanlı’da bilim deliğinin açıldığı tarih olarak 1716 yılı verilebilir. Bu tarihte De Rechevort isminde bir Fransız’ın teşviki ile askeri mühendisler gurubu kurulmuştur. 1773 senesinde Baron de Todt’un rehberliğinde mühendishane-i berriye-i hümayun kurulmuş ve böylece modern matematik ve fiziğin esaslarının öğretimi sağlanmıştır. Matematik ve fizik öğretimi, zincir etkisi yaratmış, matematik ve fizikle uğraşmak Newton’un ve Newton’un sistemine hayran olan bazı Avrupalı aydınların tanınması sonucunu doğurmuştur. ‘18. asırda Ragıp Paşa’nın Volter’in Newton’un felsefesi hakkında yazmış olduğu bir eserin tercümesini yapmış olması, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kurulması, Mecmua-i Fünun vasıtasıyla genel bilimle birlikte az da olsa felsefeye yer verilmiş olması ve nihayetinde Münif Paşa’nın “Tarih-i Hukemay-ı Yunan” isimli eseri’74, bu zincir etkisi ile açıklanabilir. Son tahlilde, Osmanlı’ya felsefe, bu zincir etkisinin son halkası olarak girmiştir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Osmanlı’da tüm bu süreç çok yavaş ilerlemiştir. Bunun en önemli sebebi ise İslam bilginlerinin İslam’a dayanarak bu ilerlemelere itiraz etmeleridir. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde üç seçkin grup vardır: Askeri seçkinler, ulema ve padişahın etrafındaki sivil yöneticiler. Bu üç seçkin gruptan askerler ve bürokratlar Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak için onu ileriye itmeye çalışırlarken, ulema geriye çekmeye çalışmıştır. Bu iki ileri bir geri gidiş Osmanlı’nın çöküşünü hazırlayan sebepler arasına girmiştir. Ulema ya da ilmiye grubunun diğer iki grubun aksine hareket etmesinin tek açık ve gerçek sebebi, kendi nüfuzunun kırılacağı korkusudur. İlmiye grubu, Osmanlı toplumunun esasını teşkil eden mukaddes Kanunun ya da bir diğer deyişle Kuran’ın ve diğer İslami ilimlerin koruyucusu olarak tesirli bir mevki işgal etmekteydi. Bu kıymetli mevkii sürdürmek için de daimi olarak padişah otokrasisini desteklemiş, daha ötesi ıslahat hareketlerini padişahın otokrasisini zayıflatacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Ulemanın ayak diremesine rağmen Osmanlı’ya askeri gerekçelerle giren teknik ve tekniğin girmesiyle açılan delikten önce bilim ve daha sonra da felsefe girmiştir. Bu bağlamda Osmanlı’ya felsefenin girişi Avrupa tecrübesinden farklı olmuştur, demek yanlış olmayacaktır. Avrupa tecrübesinde fikirler müesseseleri değiştirmiştir, Osmanlı’da ise müesseselerin fikirlerin değişmesine etkisi olmuştur. İşte Cumhuriyet kadrosu tüm bu süreci çok iyi tahlil etmiş olduğu için, Osmanlı zihniyetinden kaynaklı gecikmelerin bir benzerini Türkiye Cumhuriyeti’nin tecrübe etmemesini temin maksadıyla, Türk Devriminin akabinde süratle hem müesseselerde hem de zihniyette değişikliği aynı anda gerçekleştirmek ve bu sayede Avrupa memleketlerinin seviyesini yakalamayı öngörmüştür. Forum, Osmanlı Devlet ve toplum yapısının anlaşılmasını, cumhuriyet dönemini anlamak bağlamında önemli görmüştür. Bu sebeple Osmanlı’ya dair yazılar daha 74 Şerif Mardin, Osmanlı İmparatorluğunda Müessese ve Fikir, İncelemeler, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955. 91 çok Tanzimat sonrası gelişmeleri esas alır. Türk toplumunda bir orta sınıfın bulunmayışı da Osmanlı’ya dayandırılır. Bu noktada Şerif Mardin şunları söyler: “Oldukça yaygın bir klişeye göre Osmanlı İmparatorluğunun sosyal bünyesinin özelliklerinden biri de Batının orta tabakasına tekabül eden bir sınıfın eksikliğidir. Osmanlı İmparatorluğunda 18. asırda ve 19. asrın ilk senelerinde ticaret ve sanayi ile meşgul olan orta halli bir Türk-İslam grubunun mevcudiyetine işaret eden emareler mevcuttur. 1830 larda muhtelif Avrupa devletlerinden ve bilhassa İngiltere’den ithal edilen malların Türkiye’ye daha kolayca girişini temin etmek maksadıyla yapılan ticari anlaşmaların neticesi olarak Türk mallar korunmamış ve bu sınıfı o zamana kadar ayakta tutmuş olan imkanlar Avrupalıların ellerine geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu orta tabakasının kısa bir zaman içinde yok olmasına sebebiyet veren bu gelişmeleri en iyi canlandırmış olan yazarlardan biri Ziya Paşadır. Ziya Paşa Hürriyet gazetesine yazmış olduğu bir makalede ‘1830 larda Galat ve Beyoğlu’nun hala geniş çapta Osmanlı ticarethaneleriyle işgal edildiğini ve fakat o zamandan 1860 senelerine kadar bunların Rumların eline geçmiş olduğundan’ acı acı dert yanarak bu durumun sebeplerini tahlil etmiş ve bu tahlil esnasında Türk esnafının ortadan kalkmasına sebep olan tarihi vetireyi gayet açık bir şekilde anlatmıştır.”75 Aynı yazıda Şerif Mardin, Ziya Paşa’dan aktarıma şöyle devam eder: “Ziya Paşaya göre hadise şöyle cereyan etmiştir. ‘Ticaretin Avrupalıların eline geçmesi bu mesleğe olan rağbeti azaltmıştır, neticede tüccarlar evlatlarını katip olarak yetiştirmeye çalışmışlardır. Birdenbire artan kütebanın hiç olmazsa bir kısmına iş temin edebilmek kaygısıyla devlet, memur kadrolarını genişletmiştir, fakat bu yeni imkanların temini vergilerin artırılması pahasına olmuştur. Şimdi köylüye, eskisine nazaran daha ağır külfetler yüklenmektedir. Bu külfetler ziraatı elverişsiz bir hale getirdiğinden köylü mahsulü ekmemiş ve devletin en büyük gelir menbaı gittikçe kurumuştur. Nihayet devlet harici istikrazlara başvuırmaya mecbur oluyor. Bu arada orta sınıfın inkirazı devam etmektedir.’ Ziya Paşaya göre İstanbullu orta sınıf, babadan kalma gümüş divitlerini satmakla güç bela mukavemet etmişse de ortadan kalkmaya yüz tutmaktadır. Osmanlı orta tabakasının kaybolmaya yüz tuttuğu bu sıralarda imparatorluk, misline rastlanmayan muvaffakiyetsizliklere duçar oluyor. Bir iki ıslahatçı şahsiyetin çabalarına rağmen devlet işlerinden hiçbiri rast gitmiyor. İdarecilerin o zamanki feryatlarını tetkik ederseniz bunlar bir noktada toplanıyor: İşini bilir memur kıtlığı, mutavassıt eleman yokluğu, orta tabaka eksikliği. Bundan dolayıdır ki devlet idare edilemez hale gelmekte ve keşmekeş her gün artmaktadır.” Osmanlı’nın Tanzimat sonrası yürüttüğü dışa bağımlı politikalar, orta sınıf benzeri cılız zümrenin Batı Avrupa örneğindeki orta sınıf halini alamamış olması, Cumhuriyetin ilanından sonra ülkedeki en önemli sorunlardan bir tanesi olmuştur. Gerçi şunu hemen belirtmek gerekir ki, İttihat Terakki iktidarı döneminde bir orta sınıf yaratma girişimi olmuştur. Ancak henüz oluşmaya başlayan bu sınıf, Birinci Dünya Savaşına Osmanlı’nın katılması ve savaşın ortaya çıkardığı şiddetli enflasyon bu sınıfı ortadan kaldırmıştır. Neticede Cumhuriyet kadrosu, orta sınıfın olmadığı bir 75 Şerif Mardin, Türkiye’de Orta Sınıfların Üç Devri, İncelemeler, Forum, sayı:69, 1 Şubat 1957. 92 toplumsal yapıda Türk Devrimini yerleştirmekle karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla memur tabakasına orta sınıf işlevi görme sorumluluğu yüklenmiştir. Türk Devrimin yerleşmesinde memur tabakasının, kaymakamıyla, hocasıyla, mühendisiyle, hakimiyle çok önemli bir görevi yerine getirmiş olduğunun altını çizmek gerekir. Öte yandan, bu, Türk Devrim tecrübesinin, diğer memleketlerdeki devrim tecrübelerinden farklı, kendine has özelliğini oluşturmuştur. Memur tabakası orta sınıf oluşuncaya kadar Türk Devriminin tüm yurttaşlara benimsetilmesi vazifesini üzerine almakla, cumhuriyetle temeli atılmış olan Türk demokrasi rejiminin de garantisi işlevi görmekle mesul tutulmuştur. Kuşkusuz bu, söz konusu zümreye yüklenen çok ağır bir sorumluluk olmuştur. Osmanlı aydınlarının, padişahlarının istibdadına rağmen memleketin ilerlemesi için verdikleri hürriyet mücadele muteberdir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki bu aydınlar hürriyet mücadelesi verirken, padişahın egemenliğinin meşruiyetini sorgulamamışlardır. Osmanlı aydınında ulus egemenliği fikri uyanmamış, aksine padişahın şahsi egemenliğinin sınırlandırılması özgürlük kabul edilmiştir. Bu bağlamda bir örnek vermek gerekirse, Yeni Osmanlılar, Osmanlı tarihinde müsrifliği ile meşhur olan ve iktisadi durumun kötüleşmesinde israfçılığının önemli bir etkisi olan sultan Abdülaziz’in şahsi egemenliğini sorgulamamışlar, aksine uygulanan politikaların ıslahını talep etmişlerdir. Abdülaziz’in tahta geçişinden hemen sonra Osmanlı İmparatorluğunun diğer memleketler muvacehesindeki durumu daha da kötüleşmiş ve bir süre durmuş gibi görünen parçalanma vetiresi ve devlet itibarının sarsılması, gittikçe hızlanan bir tempo ile tekrar başlamıştı. Abdülaziz’in tahta çıkışından hemen sonra imparatorluğun çöküşe geçmesinden huzursuzluk duyan, aralarında Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi şahısların bulunduğu bir kısım aydınlar, 1865 senesinde memleket içinde güdülen politikanın ıslahı gayesine yöneltilen bir teşekkül meydana getirmiş ve özellikle yayın yoluyla memleketteki aydınları uyandırmaya çalışmışlardır.76 Grubun tanınmasına yardım etmiş olan en mühim vesile, Namık Kemal’in Hürriyet gazetesinde yazdığı makaleler gösterilebilir. Ancak Yeni Osmanlılar, yönetimdeki yanlışları dile getirirken padişahı değil, padişahın yanındaki etkin bürokratları işaret etme yolunu tutmuşlardır. Ali Paşa ve Fuat Paşa’nın kötü gidişte mesuliyetleri kuşkusuz ki vardır, ancak bir o kadar ve hatta onlardan daha fazla olmak üzere Abdülaziz’in mesuliyeti vardır. Ancak Yeni Osmanlılar istibdat yönetiminden padişahı sorumlu tutmaktan kaçınmışlardır. Yeni Osmanlılar’da ve diğer birçok Osmanlı aydınında görülen, asıl iktidar sahibini doğrudan eleştirmek ve muhatap almak yerine, asıl iktidar sahibinin çevresindekileri olumsuzluklardan mesul tutma tutumu, Cumhuriyet sonrası döneme de geçen bir hastalık halini almıştır. Ancak bu tespit, Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasisinin yanlışlarını tasvip etmek olarak yorumlanmamalıdır. 76 Şerif Mardin, Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti I, İncelemeler, Forum, sayı:79, 1 Temmuz 1957. 93 Bilindiği üzere, Osmanlı’da merkeziyetçi hareketler II. Mahmut zamanında kimi olumlu neticeler vermiştir. Yeniçeriler ortadan kaldırılmış, padişah, memleketin her köşesine devlet otoritesini yaymakta oldukça başarılı olmuştur. Ulemanın kuvveti yargı sisteminin değişmesiyle azalmıştır. Buna karşılık yeni bürokratların nüfuzu çoğalmaya başlamıştır. Sadrazam ve ona hizmet eden bu yeni yüksek bürokratların kuvvetlenmeye başlaması Batılılaşma hareketi ile doğrudan doğruya ilgili bir meseledir. Modern tarzda eğitim almış olmaları, lisan bilmeleri dolayısıyla Batı ile irtibatta bulunan bu bürokrat tabaka, Batının idari tekniklerine olan vukufları sayesinde bütün mühim devlet işlerinin kontrolü yavaş yavaş ellerine geçirmişlerdir. Özellikle Batıya bağımlılık arttıkça, bu yeni üst tabakanın yeri sağlamlaşmıştır. Ancak bundan hareketle, yeni bürokratların padişahları yönettiklerini iddia etmek abartılı olacaktır. Kuşkusuz padişahların üzerinde tesirleri olmuştur, ancak padişahlar yerine sadece bu bürokratları Osmanlı’nın çöküşünden mesul tutmak isabetli gözükmemektedir. Forum’da bu yeni bürokratlara dair Şerif Mardin şunları yazmıştır: “Az objektif fakat hissiyatını bütün şiddetiyle ifade etmekten sakınmayan bir müşahitten Frederik Millingen’den yeni bürokratların kudreti hakkında şunları dinliyoruz: ‘Kuvvetli lonca teşkil etmeye muvaffak olan bu katipler nispeten yüksek bir tahsilin bağışladığı imkanlara sahip olmaları ve devlet işlerinin rutinini bilmeleri neticesinde, devletin diğer azası üzerinde hasız bir hakimiyet tesis edebilmiş ve bunu muhafaza edebilmişlerdir. Bunların siyasi nüfuzu idarenin bütün kollarına şamildir ve bu yayılma sayesinde bu uzuv kendine hudutsuz tesir ve nüfuz imkanları sağlayabilmiştir. Kadim bir dini teşrii meclis olan ulema bile nüfuz ve kudretini kaybetmiş ve Babıali’nin üstünlüğüne boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır.’ Millingen’in ifadelerine bakılırsa Abdülaziz devrindeki istibdat da bu yeni tabakanın eseridir.Yeni bir bürokrat sınıfının devlet işlerinde padişahın elinden inisiyatifi almış olmalarının Namık Kemal üzerinde uyandırdığı tesiri merak mı ediyorsunuz? Namık Kemal’in başyazarlığını yaptığı Hürriyet Gazetesine bakmak kafidir. Namık Kemal’in Avrupaileşmeyi yalnız sathi manada anlayan, batılılığı lüks Avrupa malları kullanma kabiliyetiyle bir tutan, yeni zengin ruhlu Tanzimat yüksek memurlarına karşı olan istikrahını anlamak mı istiyorsunuz? Gene Hürriyet gazetesinde bu konuyu ele alan birçok makaleye rastlamak mümkündür.”77 Yeni bürokratlar, Batılılaşma hareketinden kaynaklı karışıklıktan istifade ederek kişisel zenginliklerini artırma yolunu tutmuşlardır, Avrupa’nın lüksünü benimseyen bu tabaka devlet gelirlerini şahsi zevklerini tatmin için talan etmiştir, bunlara dair tarihi vesikalar mevcuttur. Ancak tüm bunlara rağmen, Osmanlı aydınlarının padişah yerine çevresindeki bürokratları hedef almasını haklı çıkarmamaktadır. Osmanlı’nın çöküşünden başta padişahlar olmak üzere tüm yönetim kadrosunu mesul tutmak daha makul bir yaklaşım olacaktır. Nitekim çöküşün tüm mesuliyetini Osmanlı bürokrasisine yüklemek, Cumhuriyet sonrasındaki Devrim karşıtı çevrelerin, Osmanlı dönemi Batılılaşma hareketi ile Cumhuriyet dönemi Batılılaşma hareketi arasında suni paralellikler kurma çabası için bir fikri araç haline dönüşmüştür. Bu 77 Şerif Mardin, Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti II, İncelemeler, Forum, sayı:80, 15 Temmuz 1957. 94 çevrelerin örtülü olarak vermeye çalıştıkları mesaj, Devrimin yerleştirilmesinden mesul olan memur zümresi ile Tanzimat sonrası Osmanlı memurları arasında, halktan kopukluk, ülke menfaatleri yerine kişisel menfaatlerini düşünme gibi hususlarda ortaklıklar olabileceğidir. Bu sayede dolaylı olarak Devrim karşıtlığı meşrulaştırılmaya ve bunun sonucu olarak da Devrimin yerleşmesinin önü kesilmeye çalışılmıştır. Forum’daki Osmanlı devlet ve toplum yapısına dair yer alan yazılardan şunu anlamak mümkündür; insan eğer kendini iyi yola sevk edecek müesseseler içinde, kendini iyi tercihlerde bulunmaya yöneltecek fikirlerle beslenirse, iyi yolda ilerler. Aynı şekilde, insan eğer kendini kötü yola sevk edecek müesseseler içinde, kendini kötü tercihlerde bulunmaya yöneltecek fikirlerle beslenirse, geriye gider. İyi ve kötünün ölçüsü burada Aydınlanmış aklın tercihidir. İşte Forum’a göre, Osmanlı zihniyet yapısı iyi ve kötü müesseseler ile iyi ve kötü fikirleri bir arada tutmaya çalışmak gibi başarılması olanaksız bir girişimde bulunarak, çöküşün durdurulabileceğine inanmıştır, ancak çöküş durmadığı gibi, büsbütün hızlanmıştır. Osmanlı’nın bu Batılılaşma tecrübesi, Forum’a göre, Cumhuriyet kadrosunun, Batılılaşma hareketinin istikametini belirlemesinde tesirli olmuştur. Cumhuriyet kadrosu, bu tecrübeyi tahlil etmiş olduğundan, Batılılaşma hareketini Osmanlı uygulamalarından çok farklı ve esaslı temellere oturtmayı seçmiştir. 2.1923-1946 Arası Dönem Cumhuriyetin ilanından çok partili yaşama geçildiği tarihe kadar zamanı kapsayan 1923-1946 arası döneme dair, Forum’da daha çok Türk Devrim felsefesinin açıklanmasını ve değerlendirilmesinin öne çıktığı görülmektedir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Dergide Milli Mücadele yıllarına dair yazıya rastlanmaz. Ancak 1923 sonrası döneme ilişkin yazılarda Milli Mücadele dönemine atıflar yapılır. 1923-1946 arası döneme ilişkin yazılarda Atatürk’ün kişiliğinin Devrim felsefesinin oluşmasına etkisi en sık işlenen konular arasındadır. Dergide, döneme dair, Türkiye’de bir ihtilal hareketinin değil de inkılabın gerçekleştiği meselesi irdelenirken, Fransız İhtilali ve Fransız İnkılabı farkı ile birlikte Türk Devrim tecrübesi mukayese edilmekte, Türkiye’de geniş halk kütlesinin yurttaş dahi olamadığı Osmanlı döneminden çıktığı hatırlatarak, tabandan başlayarak bir hareket gelişmesine toplum yapısının elverişsiz olduğunun altı çizilmektedir. Bu bakış tarzı pek çok yazıda yinelenir. Bu bağlamda, İhtilal ve inkılap kavramlarının tanımlarının yer aldığı Sina Akşin’in Forum’a gönderdiği mektuba yer vermek uygun olacaktır: “Türk Düşüncesinin Haziran-Temmuz sayısı İnkılap sayısı olarak çıktı. Devrimler üzerine 11 tane yazı var içinde. Devrimler milletçe ve özellikle aydın olarak hepimizi ilgilendiren bir konu olduğu için bu yazılardan bazıları üzerinde düşüncelerimi, daha doğrusu, takıldığım bazı noktaları belirtmek istiyorum. Prof. Hilmi Ziya Ülken, ‘İçtimai Değişme ve İnkılap’ adlı yazısının baş bölümünü terim sorunlarına ayırmış. Bu incelemesini yaparken de hareket noktası olarak Fransızca’yı alıyor. Batı bilimine saygım olmakla birlikte, şunu belirtmek gerekir ki, terim sorunları bilim alanına girdiği kadar, dil alanına da girer. Bir ulusun dili ise, o ulus uygarlık ve kültür 95 bakımından geri ve dolayısıyla üstün uygarlık ve kültürlere bağımlı da olsa, benliğine sahip, canlı bir varlıktır. Öyle ise, bu durumdaki dillerin bile, özel toplum şartlarının sonucu olarak kendine özgü ve üstün kültür dillerinden ayrılan buluşları olması tabiidir. Bu buluşlara saygı göstermek ve salt üstün kültür dillerine uymuyor diye bunları baltalamamak gerekir. Yazar, revolution karşılığı olarak Türkçe’de inkılap ve ihtilal kelimelerinin bulunmasına işaretle, bunun vuzuhsuzluk yarattığını hatta bazı kavram nüanslarının yitirilmesine yol açtığını söylüyor.”78 Aynı yazıda Sina Akşin, ihtilal ve devrim kavramlarını tanımlamaya çalışacağını belirttikten sonra, bunun, iddiasız bir deneme olduğuna dikkat çekerek şöyle devam etmektedir: “İhtilal: Siyasal iktidarlarda zorla meydana getirilen değişme. Yalnızca devlet başkanlığı ya da hükümet değişikliği olabileceği gibi devlet biçiminin değişmesine de yol açabilir. Fakat devlet biçimindeki değişiklik daha çok devrim çevresine girer. Devrimler çok defa ihtilallerden sonra olur. İhtilalin hükümet darbesinden tek farkı, bunun sonucunda siyasi iktidar değişmesinin yine zorla fakat umulmadık bir zamanda ya da biçimde ve apansız olmasından faydalanılarak yapılmasıdır. Devrim: Zor, ihtilalin ayrılmaz bir öğesidir. Devrimde bu şart yoktur. Ağakay’ın Türkçe sözlüğünde (1959, Ankara) şöyle tanımlanıyor devrim, pek kısa bir zaman içinde meydana gelen temelli ve önemli değişiklik. Bu tanımın seçiklik kazanması için ihtilal kavramının devrim kavramının dışında bulunduğunu eklemek gerekir. İhtilal için sözlük şöyle diyor; düzeni değiştirmek üzere zor kullanarak yapılan geniş halk hareketi. Benim ileri sürdüğüm tanımdan daha geniş olmakla birlikte zor öğesi burada yer aldığı gibi, düzen değiştirmek ve halk hareketi öğeleriyle otoriteye karşı, yani siyasal iktidara karşı hareketler kastolunmaktadır. Böylelikle Bastille’in alınması Fransız İhtilali kavramına girerken, loncaların kaldırılması Fransız Devrimi’nin bir parçasıdır. Aynı şekilde 1923’ten bu yana bizde yapılanlar ihtilal olmayıp devrimdir (inkılap) Batı dilleri bu bakımdan yetersizdir. Devrim-ihtilal ayrımı olmadığı için hepsine birden ihtilal (revolution) deyip çıkarlar işin içinden ki bu Türkçe bakımından tatminkar değildir.” Devrim ve ihtilal kavramları Forumcular tarafından Akşin’in mektubundaki tanımlamaları ile paralellik arz eder şekilde tanımlanmaktadır. Bir yazıda bu bahisteki şu sözler ise ilginçtir:“Çok partili devre yeni girdiğimiz aylarda bir yazar gazetenin birinde aynen şunları yazıyordu: ‘Şaşılacak şey, biz bugün Batıda iki yüz yıl önce yapılmış, denenmiş ve artık kokuşmuş olan burjuva demokratik inkılabının mücadelesini yapıyoruz’ Bu yazar bir noktada tamamen haklıdır. Marksizm’e mütemayil olduğu için demokratik inkılabı ‘kokuşmuş’ olarak tarif ve tavsif ediyor ve onu manen gözden düşürmeye çalışıyordu. Bir noktada tamamen haklıydı. Evet biz o demokratik inkılabı Batıdan aşağı yukarı iki yüz yıl sonra yurdumuza sokup yerleştirmeye savaşıyorduk. Bizi Batıdan ayıran ikinci bir nokta ise, insan hak ve hürriyetlerinin beşiği sayılan İngiltere ve Fransa’da bu devrimlerin kanlı ihtilallerle ortaya çıkması, bizim aynı şeyi kansız ve tekamül yoluyla yapmaya davranışımızdı. Biz ne dün ihtilalci olduk, ne bugün. Biz inkılapçı olarak kaldık ve kalacağız. 78 Sina Akşin, Devrimcilik, Okurların Forumu, Forum, sayı:131, 1 Eylül 1959. 96 Filhakika, ihtilal, cemiyetin aşağı tabakalarından yukarıya doğru sirayet eden ve idareyi zorlayıp devirmeye matuf bir ayaklanışsa, inkılap, yukarıdan aşağıya doğru inen bir ileri hamledir.”79 Forum’a göre, Türk Devrimini devrim yapan iki unsur vardır: Atatürk’ün kişiliği diğer bir deyişle O’nun inkılapçı zihniyeti, diğer ise inkılap mekanizmasının kendisi. Forum’a göre bu iki unsur birbirine paralel ve birbirini katkı sağlar şekilde Türk Devriminin gerçekleştirilmesini ve Türk Devrim felsefesinin oluşturulmasını ve yerleşmesini sağlamıştır. Atatürk’ün kişiliği bahsinde Şerif Mardin şöyle demektedir: “Atatürk’ün hareketleri ile açık bir tezat teşkil eden Enver Paşanın tutumu, Atatürk’ün ne kadar büyük bir realist olduğunu bariz bir şekilde ortaya çıkarır. Enver Paşanın beynelmilel alandaki ütopya sevdasının Atatürk tarafından katiyetle reddedilmiş olması, mevcut şartları daima kale aldığını gösterir.”80 Şerif Mardin bu yazıda, bir toplumun belli bir istikamete sevk edilmesi bahsinde, bir neticeye varmak için iki yol olduğunu ifade eder. Bu yollardan bir tanesi Mardin’e göre, ulaşılması istenen noktanın göz önünde tutulması, ideal bir istikbalin portresinin çizilmesi, bu portreye erişmek için rehber olacak ilkelerin tespit edilmesi suretiyle oluşturulur. İlkelerin tespitinde ‘kızıl elma’ ön plana geçirilir. Diğer bir yol ise öncelikle mevcut durumun muhakemesinin yapılması, ulaşılacak gayenin mevcut imkanlar dahilinde tespit edilmesi suretiyle oluşturulur. Mardin, birinci yolun başarılı uygulanması durumunda mucize kabilinden neticeler vereceğini belirtir. İşte bu noktada Mardin, sözü Atatürk’e bağlar ve Atatürk’ün her iki yolu birlikte kullanması dolayısıyla istisnai bir örnek teşkil ettiğini belirtir. Şerif Mardin’in bu çerçevedeki değerlendirmesini aynı yazıda şöyle yapar: “Atatürk’ün şahsiyetinin özelliklerinden biri birinci metodun yanında ikinci metoda da yer vermiş olmasıdır. Atatürk her yaptığı ileri hamleden sonra durmasını bilmiş ve ancak etrafı yokladıktan sonra ulaşılacak gayeyi yeniden tespit etmiştir. Onun ‘ideal’ metodunun yanında ikinci metoda yer vermiş olması ve mevcudu yoklama ihtiyacını devamlı bir şekilde hissetmiş olmasıdır. Atatürk gibi devlet adamlarını Hitler tipindeki meczubane diktatörlerden ayıran vasıflardan biri de zaten bu realizmdir.” Bu noktada Duverger’in ‘şarizm’ ve siyasi liderlik arasında kurduğu bağı hatırlatmak isabetli olur. Duverger şöyle der: “Tanrıbilimde şarizm Tanrı tarafından bağışlanan özel bir yetenektir. Max Weber bu sözcüğü politikada kendi deyimiyle ‘insanüstü bir güç ve özelliğe sahip olan ya da Tanrı tarafından gönderildiğine inanılan dolayısıyla lider olarak kabul edilen’ kişileri tanımlamak için kullanmıştır. Bazı öncüler, liderler ve yöneticiler sıradan insanlardan üstün görünürler. Yani onlardan farklıdırlar. Bu kişiler çevrelerinden sevgiyle karışık saygı görür. Hatta rakipleri ya da düşmanları bile onlara karşı bu tür duyguları beslerler. De Gaulle, Churchill böyle bir yeteneğe sahip kişilerdi. Roosevelt, Kennedy de 79 80 Demokratik Devrim Üstüne Düşünceler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957. Şerif Mardin, Atatürk ve İnkılaplar Münasebetiyle, İncelemeler, Forum, sayı:64, 15 Kasım 1956. 97 bundan yoksun değillerdi. Edward Heath ve Richard Nixon şarizmi olmayan yani kitleleri büyüleyen bir yeteneğe sahip olmayan liderlerdi.”81 Altını çizmek gerekir ki demokratik bir rejim şarizm ile bağdaşmaz. Demokratik bir rejim, yöneticilerin sade yurttaşlar gibi olmasını gerektirir. Çünkü aksi halde yöneten ve yönetilen özdeşliği bozulur ve yurttaşın kendisini yönetici ile özdeş görememesi ise rejimin işleyişini sorunlu kılar. Bu sorunlar giderilmediğinde de rejim tıkanması ve hatta yıkılması beklenir bir durumdur. Bununla beraber, demokratik rejimin şarizm ile bağdaştığı istisnai birkaç hal mevcuttur. Mesele demokratik rejimin yeni kurulması veya kurulu demokratik rejimin buhrana girmesi gibi. Birinci halin Mustafa Kemal’de, ikincisinin ise de Gaulle’de en açık ifadesini bulduğunu söylemek mümkündür. Her iki lider de kendi döneminde ulusu için şarizmden yararlanmıştır. Nitekim, Türkiye örneğinde, Mustafa Kemal, modern bir ulus-devlet yaratmak için şarizmden yararlanmış ve şarizm, Türk demokrasisinin sağlam temeller üzerine oturtulmasına hizmet etmiştir. Bu tecrübe, Türk siyasal yaşamında istisnai yerini hep korumuştur. Hatta bu tecrübe, Menderes’in ve benzer çizgiyi takip eden siyasi liderlerin ‘yalancı şarizmlerini’, Aydınlanmış akıl sahiplerinin kolayca fark etmelerinde bir ölçü işlevi görmüştür. Burada, İnönü’nün ‘milli şef’ ilan edilmesinin ‘şarizm’ çerçevesinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusu akla gelebilir. Atatürk’ün ölümünden sonra ulusta hissedilen boşluğun büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, İnönü’nün bu boşluğu ‘yalancı şarizmle’ doldurması da beklenebilir bir durumdu. Ancak İnönü bunu yapmamıştır. Milli şeflik; Atatürk’ün ölümünden sonra da; ‘sanayileşme, üretim, gelişme ve tüm bunlar için çok çalışmayı temin etmek’ için kullanılmış bir formüldür. Bir benzetme yapmak gerekirse, İnönü, canı çikolata isteyen ‘çocuk Türk demokrasisi’ni bir ebeveyn disiplini ile yani milli şeflik ile ‘spor yapmaya ve ıspanak yemeye’ sevk etmiştir. Çocuğun sağlıklı beslenme ve yaşama alışkanlığı kazandığını düşündüğü zaman ise disiplini kaldırmıştır. Dolayısıyla formülü, Atatürk’ün demokratik rejimin inşasında şarizmden yararlanmasının bir benzeri olarak, İnönü’nün demokratik rejimi kurumsallaştırmak için yararlandığı bir araç olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Nitekim, İsmet İnönü’nün Atatürk’ün en kıdemli öğrencisi olduğu hatırlandığında, milli şef modeline dair bu değerlendirmenin haklılığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Tekrar, Forum’un Türk Devrimini devrim yapan unsurlar bahsine dönülürse, Derginin, ‘Atatürk’ün devrimci zihniyetini’ ilk unsur olarak belirledikten sonra, ‘devrim mekanizmasının kendisini’ ikinci unsur olarak kabul ettiğini yinelemek gerekir. Türk Devrimini oluşturan ikinci unsur çerçevesinde, Forum, Atatürk’ün şahsi kabiliyetine, uzak görüşlülüğüne ve Batılılığına rağmen eline teslim edilen Osmanlı Devlet teşkilatı ve bu teşkilatı yıllarca işletmiş olan Osmanlı zihniyetini değiştirmesindeki güçlüklere vurgu yapar. Daha açık bir ifadeyle Atatürk’ün Devrim hareketine toplumun içinden bir karşı çıkış geleceğini tahmin etmesine rağmen, ki karşı çıkış gelmiştir, Osmanlı zihniyetini kaldırmaya çalışması takdire şayandır. Bu 81 Maurice Duverger, Seçimle Gelen Krallar, çev. Necati Erkurt, İstanbul:Kelebek Yayınları, 1975, s.255. 98 bağlamdaki Forum’daki şu sözler anlamlıdır: “Çeyrek asır evvel Atatürk’ün geri ve karanlık kuvvetlere karşı kullandığı metotlar, o devrin icabı hem ikna hem de zecir yolları olmuştur. Fakat Atatürk o devirler Avrupa’da moda olan totaliter felsefe ve düşünceye daima yabancı kalmış hatta düşmanlığını gizlememiştir. Onun hürriyet ve aydınlığa götüren Batı medeniyeti hayranlığı bugün biz Türk gençliğini kendisine bağlayan en mühim unsudur. Biz bugün hürriyeti aydınlık için istiyoruz. Türk milletinin karanlık orta zaman hayatından uzaklaşmasında onun attığı adımlar, bugün de yarın da bizler için en paha biçilmez ilham ve iman kaynağıdır.”82 Şunun altını çizmek gerekir ki Devrimin yerleştirilmesi sürecinde gerçekten Atatürk yalnızdır. Devlet teşkilatının derin şarklılığını değiştirmeye çalışması sürecinde Atatürk’ün duyduğu ıstırabı kestirmek zor değildir. Nitekim Atatürk’ün inkılapçılığının devlet mekanizmasına ve topluma aksettiği zaman yeni kisvelere bürünebilmiş olduğu bilinmektedir, daha açık bir ifadeyle Atatürk’ün zihninde realist esaslar üzerinde kurulan, mevcudun hesaba katılmasıyla hazırlanan inkılapların kimi zaman devlet kadrolarının süzgecinden geçtikten sonra başkalaşma emareleri görüldüğüne şüphe yoktur. Ancak hemen belirtilmelidir ki, devlet kadrolarının Atatürk’ten daha fazla inkılapçı olma gayretini, Devrim tecrübesi ile Osmanlı zihniyetinden kurtulma çabasının bileşiminin beklenir bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, bu, sadece Türk Devrim tecrübesine özgü bir durum da değildir, devrimlerin genel karakteristiğidir. Ayrıca hatırlanmalıdır ki, toplumsal değişimde dünden bugüne mutlak değişiklik olanaklı değildir, burada asli olan değişim isteğidir, yani Devrime sahip çıkma kararlılığıdır. Dolayısıyla Devrimin yerleştirilmesi sürecinde, devlet kadrosunun kimi yanlışlıklarına rastlamak mümkündür, ancak bu, Devrimin yerleştirilmesi çabasının üzerini örtecek bir noktaya taşırılmamalıdır. Bu bağlamda 1953-1955 yıllarını İstanbul Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak geçiren Prof. Dr. Joachim Ritter’in Forum’da yer alan incelemesindeki şu sözler ilginçtir: “M. Kemal Atatürk modern Türkiye’yi kurarken, onu bütünüyle Avrupalı bir devlet haline sokmaya çalıştı. Avrupalılaşma yolunda Atatürk’ün giriştiği bu devrim atılışlarını Türk ulusu çok yakından bilir. Türkiye böylelikle bütün tarihi geleneği yıkıp onun yerine son biçimini almış modern Avrupa kültür ve uygarlığını koymasıyla çetin bir savaşa girmiş bulunuyordu. Ancak Avrupa’da yüzyılların ürünü olan bu tarihi gelişimi birdenbire ve olduğu gibi aktarmanın ve bu arada ulusal ve dini geleneğe sırt çevirmenin, eski ile yeni arasında bir sürtünme yaratacağı tabiidir. Bugün Anadolu’da geziye çıkanlar zor yoluyla ayrılan eski ve yeninin izlerini yan yana görebilirler: Modern yollarda eski taşıt sistemleri, köylerdeki büyük silolara rağmen buğdayın eski biçim derecede yıkanıp kerpiç damlara yayılarak kurutulması, traktörün yanında sapan, kerpiç evlerin yanında modern beyaz ilkokul binası, caminin yanında halkevi..gibi. Avrupalılaşmanın meydana getirdiği tarihi kesiklik ortaya bir karşıtlık koymuştur. Bu henüz derinlerde kaynayan ama günün birinde yüzeye çıkacak olan bir karşıtlık, tarihi gelenek ile toplumsal gelecek arasında bağdaşmazlıktır.”83 82 83 Atatürk ve Bugün, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:88, 15 Kasım 1957. J.Ritter, Avrupa’nın Problemi Olarak Avrupalılaşma, İncelemeler, Forum, sayı:51, 1 Mayıs 1956. 99 Aynı incelemede devamla şöyle denilmektedir: “Türkiye’yi yakından tanımaya fırsat bulamayan gezginler, devrimin ne akıllara sığmayan büyüklüğünü ne de bu büyüklüğün yanı başındaki tehlikeleri görebilirler. Ankara’ya gelen bir Avrupalı herhangi bir Avrupa şehrinden hiçbir ayrılığı olmayan bu modern şehirde önce hayretini çekecek bir şey göremez. Bu ilk izleniminde haklıdır da. Ancak bu yeni ve modern şehrin dış görünüşü onun asıl gerçeği değildir. Bozkırın ortasında, çevresindeki tabiatın insafsızlığına ve kısırlığına rağmen geleceğin sembolü olarak bu şehri kurduran şey yani görünüşün arkasında gizli hakikat ‘yeninin tutkusu’ yeninin içinde bulunduğu günü ve gerçeği aşan heyecanıdır. Ankara’nın dört bir yanından gelen insanlar, burada yeniyi, uygarlığı, Avrupa’yı görecekler, geçmişlerini bir yana bırakarak, yeni ve gelecekteki vatanlarının bu uygarlık olduğunu anlayacak, önlerindeki bu örnek onlara ne ve nasıl olmaları gerektiğini gösterecektir. Ancak eski ile yeninin bağdaşamadığı yerde, devrimci sınıfın geçmişle kesme çabası, tutucu sınıfın da modern uygarlığın hakim olacağı bir geleceği reddetmesi hep yan yana sürüp gidecektir. Bu da huzursuzluk doğuracaktır ve Avrupalılaşma ilerledikçe çözülmemiş problemlerin yarattığı baskı da artacaktır. Avrupalılaşma fanatik bir tepki yaratacak, modern geleceğin karşısına çıkan tepkiciler yeninin yıkılmasını, eskinin yeniden baş yeri almasını talep edecekler ve siyasi aktör olarak varlıklarını hissettireceklerdir.” Atatürk’ün ölümünden sonra, devlet kadrosunda görülen, Atatürk’ün fikirlerini yaşatmak ve kalıcı kılmak, daha açık bir ifadeyle 1923’te öngörülen toplum modeline kısa zamanda ulaşmak için, daha fazla inkılapçı olma gayreti ve bu gayretin bir ifadesi olarak kimi doğru işlerin zamanlamasında yapılan hatalar sonucu geri tepmesine dair yaşanmış tecrübeler inkar edilecek değildir. Örneğin, 1942 senesinde liselerde okunan fiziki coğrafya kitabının aşırı anlamda öz Türkçeleştirilmesi, kitabın hem öğrenciler hem de öğretmenler için anlaşılmaz olması, bunun sonucu olarak da öğretimin kitap dışı yapılması ile karşı karşıya kalınması bu çerçevede değerlendirilebilecek bir vakadır. Nitekim, bu örnek olay ve birkaç benzeri olay sebebiyle Türk Devrimi, kimi çevrelerce yıpratılmaya çalışılmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra, iyi niyetle başlatılan kimi iddialı uygulamalar, Türk Devriminin kısa zamanda yerleştirilmesinde beklenen etkili sonuçlar vermemiştir. Hatta bu uygulamaların, Devrim karşıtı gruplarca, eğitimsiz geniş kütle üzerinde, Devrim hareketinin suni olabileceği şüphesini uyandırmaya kadar vardırılarak, karşı-devrimci argümanların oluşturulmasında araç olarak kullanıldığını bile söylemek mümkündür. Bilindiği üzere, geri kalmış bir toplumda halkın bilinci düşüktür, dolayısıyla böyle bir toplum yapısı içinde, kişiler kendileri muhakeme etmekten uzak ve başkalarının yaptığı muhakemeyi sorgulamadan kabul etmeye eğilimlidirler. Dolayısıyla geniş halk kütlesinin eğitimsizliği karşı devrimci gruplar tarafından suiistimal edilmiş, bu suiistimalin üzeri de ‘Cumhuriyet kadrosunun aşırı uygulamaları’ iddiası ile örtülmeye çalışılmıştır. Şu halde, Atatürk sonrası Cumhuriyet kadrosunun uygulamaları bahsinde altı çizilmesi gereken husus, halkın, Atatürk ile Cumhuriyet kadrosu arasındaki bazı bakımdan ince bazı bakımdan kalın farkı görememesi, Devrim karşıtı kimselerin örtülü eleştirilerini sorgulamadan kabul etmesi; Türk 100 Devrimini benimsemekte mesafeli olması vakası ile sonuçlanmıştır. Son tahlilde, bu netice, cumhuriyet bürokratlarının Türk Devrimini yerleştirme özverisini gölgelememelidir. Öte yandan, kuşkusuz bu bürokratlar arasında samimiyetsiz, halktan kopuk, realiteden uzak kimseler yok değildi. Ancak bu gibi kimselerin talihsiz özelliklerini tüm Cumhuriyet kadrosuna şamil kılmak haksızlık olacaktır. Gerçi bu haksızlık, Türk siyasal yaşamında sıklıkla yapılmaktadır. Haksızlığı meşru kılmak için verilen örnek de genellikle köylünün durumudur. Osmanlı’dan Cumhuriyet geçişte, Devrimin benimsetilmesine programının bir gereği olarak kullanılan şu mesajın gerçek dışı olduğu iddiası temel argümandır: ‘Osmanlı İmparatorluğu devrinde köylü fakir, cahil, en basit haklarından mahrum, zavallı bir mahluktu. Devlet ve hususi şahıslar tarafından asırlarca istismar edilmiş, posası çıkmıştı. Şimdi ise köylünün hayat seviyesi yükseliyor, okuması temin edildiği gibi insan haklarına sahip olmanın tadını tadıyor. Böylece inkılaplar sayesinde zengin, temiz, okumuş, hürriyetiyle mağrur, ileri bir köylü tipi teşekkül ediyor’ Bu mesaj tamamıyla gerçek dışı değildi. Ayrıca, köylünün dünden bugüne birden mutlak bir değişikliği tamamıyla gerçekleştirmesi de beklenir değildi. Kuşkusuz mutlak değişim arzulanmaktaydı ancak dönemin iç ve dış koşulları düşünüldüğünde, bunun gerçekleşmesinin kısa sürede beklemek, kısa sürede gerçekleşmemiş olunca da, bardağın dolu değil boş tarafını görmek ve ‘Türk Devrimi köylüye bir şey kazandırmamıştır’ demek ancak kurucu düşünce karşıtı bir ideolojik angajmanla açıklanabilir. Bu bağlamda Forum’dan şu sözleri nakletmek yerindedir: “Cumhuriyet, bu yurdu Osmanlı İmparatorluğundan devir ve teslim aldığı sıralarda, iktisadi hayat tipik bir feodal nizamın bütün kısır ve geri illetleriyle malul, mefluç durumdaydı. Çok mahdut ellerdeki çok mahdut miktarlı sermaye ancak ticaretle tegayyüş ediyordu. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirleri kapitülasyonlar sömürmekteydi. Ayrıca Batı illerinden Doğuya doğru gidildikçe, bölge bölge derebeylik müesseseleriyle münasebetlerin olanca gücüyle yaşadığı görülüyordu. Ne var ki bugün hala beş on köy sahibi geçinen toprak ağalarının kökü kazınmış değildir. Köy ve kasaba halkı ihtiyaçlarını manifaktür sanayi vasıtasıyla karşılamakta ve sosyal bakımdan da tamamen kapalı bir bünye manzarası göstermekteydi. Şu halde, bir demokratik devrimin ana ilkelerinden sayılan toprak reformu esaslı surette tahakkuk ettirilmedikçe, iktisadın bağımsız ve hukukça eşit insanların varlığı, köy ağalarıyla büyük çiftlik beylerini ister istemez rahatsız edecek, dolayısıyla demokrasi ve hürriyet anlayış ve davasına karşı ilk tepki de bu zümreden gelecektir. Veya böyle bir zümrenin önayak olacağı herhangi bir siyasi hareket çok geçmeden menfi bir istikamette teveccüh gösterecektir.”84 Forum’da yer alan yazılarda sıklıkla üzerinde durulan bir diğer mevzu da Atatürk’ün tasarladığı ve Türk ulusuna sunduğu Devrim ilkelerinin durağan olmadığıdır. Forum ayrıca, Atatürk’ün istemediği halde, ilkelerin kalıplaştırılmaya ve dondurulmaya 84 Demokratik Devrim Üstüne Düşünceler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957. 101 çalışıldığının tehlikelerine vurgu yapar. Bu bağlamda, altını çizdikleri husus, ilkeleri kalıplaştırma ve dondurmanın sonucunda, Atatürkçülüğün tüm yurttaşlar tarafından benimsenmemesi, belli bir zümrenin veya grubun tekeli altına girmesi, diğer ideolojilerden biri gibi görülmeye başlaması, bunun bir sonucu olarak da Atatürkçülüğü eleştirmenin meşrulaşması tehlikesidir. Oysaki Forumculara göre Atatürkçülük, Türk ulusunun tüm yurttaşlarının bir rehberidir. Bu bağlamda Forum’da şöyle denilmektedir: “Atatürk, Türk toplumu için bir istikamet göstermiştir. Atatürk’ün büyüklüğü, gösterdiği istikametin doğruluğundadır. Devrimleri ayakta tutan şey, bunları birbirine bağlayan ana düşüncede ve görüş bütünlüğünde aranmalıdır. Başlangıçta gösterilen istikamete uygun bir ileri ve yeni hamle dışında, bu bütünlüğü bozacak herhangi bir sapma veya taviz Türk devrimleri dediğimiz muazzam binayı bir gün, hem de devrimlerin birçoğu henüz ayaktayken, çatır çatır çökertecek kadar tehlikelidir.”85 Aynı yazı şu sözlerle devam etmektedir: “Atatürk’ü sevmek ve Atatürk’e inanmak onun her yaptığını ve her söylediğini daima teferruatta kalarak savunmakla değil, onun gösterdiği istikametin doğruluğuna inanmakla olur. Kabul etmek lazımdır ki Atatürk’ün hayatı boyunca ileriye sürdüğü düşüncelerde de zahiri tenakuzlar olmuştur. Hata, o muazzam hayatın bir tek safhası üzerine kapanıp kalmak ve o safhada ileriye sürülmüş fikirlerin gerisinde gelişen büyük temayı görmemektir. Akıl ve mantık yoluyla bu temayı anlamadan, teferruat ve perakende fikirler üzerinde duranlar, elbette ki Birinci Büyük Millet Meclisi açılışında kurbanlar kestiren, sarıklı hocalarla birlikte dua eden dehanın laiklik hakkındaki sözlerini kavramakta güçlük çekeceklerdir. Türk Tarih Kurumu veya Güneş-Dil teorisi çalışmalarında Atatürk’ün yaptıklarını ve dediklerini, arka planda gelişen büyük temanın ışığında incelemediklerinde Atatürk’ü anlamakta güçlük çekecekler; onu belki acemi belki acemi bulacaklardır.” Forum, iktisadi bağımsızlık olmadan, siyasi bağımsızlığın olmayacağı vurgusunu yaparken bir çok yazıda 1923-1946 arasındaki yatırım hamlelerine işaret eder. Hatta DP iktidarı tarafından uygulamaya konulan bir yatırım projesinin II. Sanayi Planında yer aldığını iddia eder ki bu doğrudur. Bu minvalde Forum’dan şu sözleri aktarmak yerinde olur: “Bu planı umumi hatlarıyla hatırlatalım: Mahrukat ve enerji bahsinde, Ereğli-Zonguldak taşkömürlerinin, Kütahya linyit havzası işletmelerinin ıslahı ve genişletilmesi ve buralarda termik elektrik santralleri tesisi, ev mahrukatı, soka imalatı mevzularının rasyonel olarak ele alınması derpiş edilmektedir. Toprak sanayi bahsinde, çimento, ateşe dayanıklı cüruf çimentosu sanayi ve şamat sanayi tesis edilmesi ve geliştirilmesi planlanmıştır.Gıda sanayi kısmında ise ekmek ve un sanayi, zeytinyağı rafinerileri, kuru ve yaş meyve sanayi ve süt ve et sanayi mevzuları ele alınmıştır. Kimya ve makine sanayi bölümünde, soda, reçine, afyon, gülyağı, gliserin, sabun,azot ve benzin, ziraat alet ve makineleri, makine yedek parçaları, seyyar tamirhaneler, ölçü ve tartı aletleri, botu, kalay, galvanizli saç, teneke mevzuları yer almıştır. Denizcilik sanayinde ise, taze ve konserve balık sanayi, balıkyağı ve balık un fabrikaları, soğuk hava tesis ve depoları,deniz ve göl dalyanları işletmeleri, deniz fabrika ve havuzları, fener ve radyoforlar, İstanbul ve 85 Atatürk’ü Anlamak, Başyazı, Forum, sayı:112, 15 Kasım 1958. 102 İzmir limanları gibi konular bulunmaktadır. Bütün bu mevzuların yıl içinde tamamlanması için (bir dünya harbi tehlikesi göz önüne alınarak) tafsilatlı hesaplar ve etütler yapılmıştır. Rapora eklenmiş tablolarda, bütün bu planların memleket ölçüsündeki tesirleri, yerlerini aydınlatacak bilgiler vardır.”86 Hemen belirtmek gerekir ki o yıllarda geçmiş döneme ait kaynak, bilgi ve belge bulmak bugünkü gibi kolay değildi. Örneğin bugün, bir takım istatistiksel belgelere ihtiyaç duyulduğunda, Türkiye İstatistik Kurumuna elektronik posta gönderip sonra da ödemesini Internet üzerinden yapıp, ödemenin yapıldığını gösterir belgeyi yine elektronik ortamda veya belge geçer ile Kuruma iletmek ve birkaç gün içinde de ilgili belgeleri elinizde bulmanız mümkündür. Benzer şekilde Türkiye’nin hangi dağının ne tarafına veya hangi köyün parseline ne yatırım yapıldığını veya yatırımın hangi aşamada olduğunu ve merak edilen diğer bilgileri, Devlet Planlama Teşkilatına elektronik posta ile sorup, çabucak bilgi almak olasıdır. Fakat 1950 li yıllarda bir araştırmacının yukarıda verilen bilgiler ve hatta daha detaylı bilgiyi içeren kaynağa ulaşması oldukça güçtü. Dolayısıyla söz konusu yazı, içeriğinin yanı sıra oluşturulması sürecinde yaşanmış muhtemel zorluklar bakımından da önem arz etmektedir. Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Planın şümulü içinde giren 88 proje vardır. Bu projelerin istihsal hacimleri ve kapasiteleri münferit olarak hesaplanmış, ne kadarının memlekete, ne kadarının ihraç ihtiyaçlarını karşılayacağı tahminleri yapılmıştır. Bunların tahakkuk ettirilmesi için sabit ve mütedavil sermaye ihtiyaçları ayrı ayrı hesaplanmıştır. Bu hesaplara göre planın derpiş ettiği 88 proje 93 milyon kadarı sabit 19 milyonu mütedavil olmak üzere 112 milyonluk bir sermaye yatırımını derpiş etmektedir. İstihsale başladıkları zaman, bu projelerin muhtaç olduğu işçi ve müstahdem sayısı asgari 35 bin kadardır; muharrik kudret olacak 88 bin kw lık bir elektrik enerjisine ihtiyaç hasıl olacaktır. İmalatının 66 milyonluk kısmı dahilde, 34 milyonluk kısmı hariçte kullanılacaktır. Sermaye yatırım masraflarının 46 milyonluk kısmı dahilde, 47 milyonluk kısmı ise dış alemde yapılacaktır. Bugün son yıllarda tahakkuku ile öngördüğümüz birçok projelerin menşei ve başlangıcı, esasları Atatürk’ün yakın alakasına mazhar olan II. Beş Yıllık Sanayi Planında bulunmaktadır. Harbin araya girmesiyle tahakkuk ettirilemeyen projeler arasında, bugün bile henüz başlanmamış olan mevzular dahi vardır. Bundan başka II. Beş Yıllık Kalkınma Planı, o zamanki iktisadi takatimiz, dış yardım imkanlarımızın mevcut olmayışı ve 1930 lu yılların düşük fiyat seviyesi hesaba katılacak olursa yalnız İktisadi Devlet Teşekkülleri sektörü için oldukça ehemmiyetli bir yatırım hamlesi sayılmak icap eder. Bundan başka 1936 yılındaki sanayileşme planında ele alınan projeler, ehemmiyet ve öncelik mülahazalarına göre seçilmiş mevzulardır. Keyif ve arzuya, vilayetlerden gelen siyasi tazyik ve onlara verilecek taviz şiddetine göre tespit edilen neviden değildir. Bunun hazırlanmasında, o devrin yetişmiş devlet ve idare adamları emek ve gayretlerini katmışlardır.” 86 Plan Var mıydı Yok muydu?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:45, 1 Şubat 1956. 103 Altını çizmek gerekir ki, 1923-1950 arası dönem ‘toplumsal mühendislik bilimi’nden tam anlamıyla istifade edildiği, bugünkü ifadeyle ‘siyasa analiz’in gerçek manasında yapıldığı yılları kapsamaktadır. Bu dönemde iktisadi ve toplumsal sorunları çözmek üzere topyekun bir eylem programı uygulamaya konulmuş ve bu uygulama süresince de programın içeriği ve çıktıları birbiri ile ilişkili bir biçimde gözlemlenmiş, gerektiğinde programın içeriğinde değişikliklere gidilmiştir. Türk bürokrasisi programı bir akademisyen hassasiyeti ile uygulamıştır. Burada ‘akademik hassasiyet’ ile kastedilen, sürecin çıktılarının incelenmesinde, neden-sonuç varsayımları ile hareket edilmiş ve olası bir aksiliğe karşı alternatif yöntemin yedeklenmiş olması, ayrıca sorun çözmeye dair duyulan ilginin hiç eksilmemiş olmasıdır. Kuşkusuz, bürokrasinin akademik hassasiyete sahip olması kendi başına başarı için yani sorunların çözümü için yeterli değildir. Başarının temel koşulu, hem siyasi iradenin hem de bürokrasinin bilimsel analize bağlı olmasıdır, ki CHP idarecilerinin bu bağlılığı açıktır. Nitekim nelerin iktisadi ve toplumsal sorun olarak kabul edildiğinin siyasi irade tarafından tespiti ve bu tespitin de bürokrasi tarafından bilimsel bir yaklaşımla doğruluğu veya yanlışlığının analizinin yapılabilmesi durumunda başarı elde edilebilir. Aksi halde siyasi irade sorunları doğru tespit edemezse, bunu analiz eden bürokrasinin uyarılarını dikkate almazsa veya siyasi irade sorunları doğru tespit eder ancak bürokrasi bilimsel analiz yapacak kabiliyet sahip değilse veya siyasi irade sorunları yanlış tespit eder ve bürokraside doğruyu söylemekten imtina ederse, sonuç başarısızlık olur. Döneme ilişkin topyekun bir eylem programı oluşturmada getirilecek tek eleştiri, programın ‘yukarıdan-aşağıya’ olduğu iddiasıdır ki bu iddiada bulunanların yapmaya çalıştıkları dönem uygulamalarının otoriter nitelik taşıdığı varsayımına dikkat çekmektir. Burada programın ‘yukarıdan-aşağıya’ veya ‘aşağıdan-yukarıya’ olduğunu belirleyebilmek için önce ‘aşağı’ ve ‘yukarı’ kavramlarının varsayılması gerekir. Oysaki cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde toplum bir bütündür ve toplumun aşağısı ve yukarısı yoktur. Daha açık bir dille, ‘aşağı’ ve ‘yukarı’ kavramları cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde kullanılırsa, ki kullanılmaz, iki kavram arasındaki ilişki ancak ‘aşağı=yukarı’ şeklinde olacaktır. Türk ulusu bir bütündür ve bütün Mecliste temsil edilir ve CHP iktidarı da Türk ulusu adına hükümet eder. Şu halde aşağıda olan da yukarıda olan da Türk ulusunun kendisidir, yani Türk ulusunun bütünlüğü bu alt-üst ilişkisini ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla CHP hükümetleri döneminde oluşturulan ve uygulanan eylem programları Türk ulusunun eylem programlarıdır ve ‘yukarıdan-aşağıya’ şeklinde bir özellik göstermez. Ancak aynı durumun DP iktidarları döneminde geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü DP li yöneticiler cumhuriyetçi demokrat ideolojiye sahip değillerdir. Onlar ülkeyi topyekun kalkındırmak veya tüm kesimlerin iktisadi ve toplumsal sorunlarını çözmek yerine sadece köylü kütlesinin çıkarlarını korumayı tercih etmişlerdir. Bilindiği üzere, tek parti devrinin yaratmak istediği sosyal bünye, rehber ilkeler ışığında sosyal adaleti sağlamak, yurdu topyekun kalkındırmak gayesinde 104 toplanıyordu. Ancak devletin elinde bunu yürütecek ölçüde ne büyük bir sermaye birikimi ne de eleman mevcuttu. Diğer taraftan her ne kadar iktisadi teşekküllerine basiretli bir tüccar gibi hareket etmeleri yolunda öğütler yollanıyorsa da, kimi zaman bunun pek netice vermediği de görülebiliyordu. Çünkü eldeki insan malzemesi yıllarca Osmanlı’nın çöküşünden nemalanma zihniyeti ile yaşadığı için, Cumhuriyet sonrasında, eski zihniyet kalıntıları depreşebiliyordu. Çarkların dişlilerine eski zihniyet kalıntıları sıkışmıştı ve makine kolayca dönmüyordu. Bununla beraber Ziraat Bankası ile finanse edilen hububat politikası, yerli ürünlerin Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından değerlendirilmesi, madencilik işlerinin Etibank’a, büyük fabrika ve tesislerin Sümerbank’a devri, ayrıca cevher yataklarının araştırılması için bir Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nün ihdası, Demiryollarının, Deniz ve Hava Yollarının devletleştirilmesi inkarı kabil olmayan büyük hizmetlerdi. Bu bağlamda şunu belirtmek gerekir ki CHP kendi bünyesinde çok çeşitli insanı, çeşitli sosyal tabakaları barındıran bir siyasi teşekküldü. Çok çeşitli fikir ve inançların kaynaştığı, çatıştığı bir yamalı bohça olma sorununun üzerinden bir çırpıda gelmesi beklenemezdi. Birbirine zıt, hürriyetçi veya otoriter, liberal veya cumhuriyetçi unsurların aynı çatı altında toplanması yeni rejimin garantisi olan ve Türk Devriminin benimsetilmesiyle mesul olan CHP’nin birkaç defa ve hatta birkaç yerden çatlama tehlikesi beklenilir bir tehlike arz ediyordu. Parti içi hizipler kimi zaman birbirini köstekliyor, kimi zaman birbirini destekliyordu. Tek parti çatısı altında çok partili bir işleyiş hakim oluyordu. Altı oka sadakat yemini altında, bu farklı hizipler, kendi eğilimlerine uygun olarak, ilkelerin de elastikiyetinden istifade ederek, aşırı sağa ve aşırı sola kayabiliyorlar ve bu durumdan en çok da cumhuriyetçi demokratlar endişeleniyorlardı. Parti yönetiminde değişik zamanlarda etkin olan kişilerin tutumuna göre; siyasi ve iktisadi manzara değişiyor, memleketin siyasi havası hürriyet ateşiyle ısınıyor, bazen de aşırı sağa ve aşırı sola dehşetli yıldırımlar inebiliyordu. Son tahlilde denilebilir ki, demokratik rejimin yerleştirilmesi ve aynı zamanda iktisadi kalkınmanın gerçekleştirilmesi hedefinin eş zamanlı olarak hayat geçirilmesi için tek parti döneminde kimi zaman sert tedbirler alma gerekliliği doğmuş kimi zaman tedbirler gevşetilmiştir. Dolayısıyla tek parti devri ile faşist ve komünist diktatörlükler arasında paralellik kurmanın tarihi gerçeklerle açıklanır tarafı yoktur. Ayrıca, dönemin totaliter rejimlerinin örgütlenme anlayışından bir iki örnek bulup, bu örneklerin tek parti döneminde uygulandığını söyleyip, daha sonra da buna dayanarak dönemi ‘CHP diktatörlüğü’ olarak nitelendirmek ancak yetkin bilgi ve tahlil yoksunluğu ile ya da belirli bir ideolojiyi meşrulaştırmak için tarihi gerçekleri saptırmak gibi bir amaçla açıklanabilir. Forum, ülkede Serbest Fırkanın kapanmasından sonra başlayan tek parti devrinin siyaset bilimi alanında yetkin ve tarafsız kimseler tarafından; dönemin faşist ve komünist diktatörlükler döneminden tamamen ayırabileceklerini ve bu devri memlekette demokrasinin temellerini çökertme gayretine karşı, memleketi demokrasinin ana prensiplerine alıştırma ve demokratik rejim bütün icaplarıyla memlekette kurulduğu zaman olarak telakki edileceğini söylemektedir. Dolayısıyla 105 Forum, tek parti döneminde alınan tedbirleri bizzat Batı demokrasisini yerleştirmenin bir gereği olarak kabul etmektedir. Forum bu çerçevede şöyle demektedir: “Bugün hakikat olan bir şey varsa o da tek parti döneminde, CHP’nin Atatürk’ün gösterdiği hedef üzerinde durmuş olduğudur. Atatürk ve İnönü devirleri arasında suni bir tefrik yapmak isteyenlere bulunabilir, lakin bu, halk oyunda tutacak ciddi bir fikir değildir.”87 Kaldı ki Sivas Kongresinden itibaren, demokrasi istikametinde gerçekleştirilen; Büyük Millet Meclisi’nin açılması, saltanatın ilgası, Cumhuriyetin ilanı, Anayasanın kabulü, icra organlarının kararlarına karşı yargı denetimini sağlayacak tarzda Devlet Şurasının bağımsız bir mahkeme olarak kurulması, mahalli idarelerde demokratik gelişmelere yer verilmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, teminatlı hakim ve bağımsız mahkeme geleneğinin kurulup geliştirilmesi ve bu temelin tatbikatta asla zedelenmemesi, bir muhalefet yaratmak maksadıyla Serbest Fırka tecrübesinin yapılması gibi hamleler hatırlandığında ve CHP’nin de bu hamleler içinden doğmuş bir parti olduğu akla getirildiğinde, daha da önemlisi Atatürk hayattayken Devrimin tamamlanmamış olduğu ve bu tamamlama görevinin CHP’ye verildiği anımsandığında, CHP’nin 1938-1945 arasındaki uygulamalarını tüm bu gerçeklerden münezzeh değerlendirmek bilimsel bir yanılgı olur. Türk siyasal yaşamında, sonradan, liberal demokrasi savunuculuğu ile CHP’den yolunu ayıracak olan Celal Bayar’ın Atatürk’ün ölümünden sonra kurduğu hükümet için Meclisten güvenoyu talep ederken 16.11.1938 tarihinde yaptığı konuşmada şunları söylemektedir: “İnkılabın ve Atatürk rejiminin en mümtaz siması ve Türk milletinin büyük evladı olan ikinci reisimiz İnönü’nün cumhurreislik devrinin milletimiz için müteyemmen olmasını temenni ederim, buna şahsen emin olduğumu ifade eylerim..Bize daima hakiki yolu gösteren ve içinde milletin nurlu iradesi okunan CHP programı da bizim rehberimizdir...Biz milletimizin şu an için düşüncelerini şu suretle hulasa ediyoruz. Milletimiz 15 seneden beri tecrübe edilen Kemalizm rejiminin kendisine verdiği huzur ve sükun içerisinde çalışmak ve kuvvetlenmek istiyor...Her şeyden evvel temin etmek isterim ki rejimin azat kabul etmez kullarıyız..Eğer inkılabın bidayetinden beri devam eden fikirleri şuurla yürütmek imkanı ve sizin arzu ve emellerinizi icra etmek kudretini bize gösteriyorsanız, milletin iradesini temsil eden siz kıymetli arkadaşlarımdan ricam şudur, itimadınızı bizden esirgemeyiniz.”88 Forum’a göre İnönü-Milli Şef dönemi Türk demokrasinin yerleştirmesi için zorunlu bir dönemdir. Kuşkusuz bu dönem yanlışsız bir dönem değildir, ancak şu bir gerçektir ki döneme çok fazla yanlış atfedilmeye çalışılmaktadır. Atfedilmeye çalışılan bu yanlışlar Forum’a göre kimi zaman öne geçirilerek, bunun üzerinden Türk Devrim süreci eleştirilmeye çalışılmaktadır. Oysaki Forum’a göre, demokratik rejimin yerleşmesi ve kurumsallaşmasını savunmak Atatürkçülüğü dışlayarak mümkün değildir. Mümkün olduğunu iddia edenler ise ya kendilerini 87 Bütçe Müzakereleri, Başyazı, Forum, sayı:95, 1 Mart 1958. Muammer Aksoy, Son Demokrasi Hamlemiz Kimin Eseridir?, İncelemeler, Forum, sayı:102, 15 Haziran 1958. 88 106 kandırmaktadırlar ya da toplumu kandırmaktadırlar. Bu noktada kendini veya toplumu kandırıp, CHP’nin tek parti döneminde demokrasi olmadığı iddiasında olanlara Forum tarafından verilmiş bir cevap niteliği taşıyan şu sözler ilginçtir: “Yayınladığı ‘Fikir Hareketleri’ adlı dergisiyle tek parti çağında klasik demokrasiyle ekonomik liberalizmin propagandasını yapan Hüseyin Cahit Yalçın’ın yanı başında, bu görüşe bir antitez olarak özgürlük kavramında epeyce totaliter ama halkçılık kavramında liberalizmi aşan Kadrocuların, İnsan’cıların yayınları, CHP genel sekreteri Recep Peker ile öğretmen Afet İnan’ın ‘yurttaşlık bilgisi’ kitapları yan yana yer alıyordu. Yurt ve Dünya gibi, Adımlar gibi daha çok sola eğilimli dergileri söz dışı edersek, bu saydıklarımızdan ayrıca irili ufaklı daha birçok yazar o günlerin koşullarında düşünüyor,yazıyor, konuşuyor.”89 Kuşkusuz şunu kabul etmek gerekir ki, 1923-1945 arası dönem çok partili yaşama geçiş denemeleri hariç olmak üzere ‘sınırlı demokrasi’ özelliği gösterir. Bu ise bir zorunluluk olmuştur. Nitekim tek parti döneminin zorunluluğuna dair Kemal Karpat şöyle der: “Türkiye’nin muhtaç bulunduğu değişimi gerçekleştirmenin başka bir yolu var mıydı yok muydu? Toplumsal ve ekonomik ataletten yeni kurtulmakta olan, halkının büyük kısmı hayatını kader kısmete bağlamış, ileriyi görebilecek bir aydınlar grubundan yoksun bir toplumun başka şekilde hareket etmesi beklenemezdi.”90 Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki bu zorunluluk, çok partili yaşama geçiş denemelerinin bir neticesi olarak kabul edilmiş bir durumu işaret eder. Bu bağlamda, tek parti döneminde demokrasiye geçiş hamlelerinden birini oluşturan Serbest Fırka’nın kuruluşunu hazırlayan süreci bakmak yerinde olacaktır. Terakkiperver Fırkasının gerici temayülleri desteklemiş olması basın hürriyeti siyasetinin uygunluğu hakkında ciddi şüphelere yol açmıştı. Bu parti mensuplarının Mecliste sayısı düşüktü ancak gerici umutların yeşermesine yardımcı olmuştu.91 Nitekim 1925-26 yıllarının üzüntülü hadiseleri esnasında sert tedbirler alınmıştı. Terakkiperver Fırkası hadisesi bir müddet daha basındaki tenkitlerin denetim altında tutulmasına sebebiyet vermişti. Dinin siyasete müdahalesi, İslamcılık, Turancılık gibi ideolojilerin son kalıntılarını, gerilik hastalıklarının başlıca kaynaklarını yok etmek üzere girişilen mücadele, büyük ölçüde başarılı olmuş gözükmekteydi. Devrimin karşısında yer alınabileceğine dair açık işaretler yok gibiydi. Artık daha uzun vadeli yani iktisadi kalkınma ile dil ve tarih devrimi gibi adımlar atılabilir diye düşünülmekteydi. İlk devrimler döneminin bitmesi ile birlikte Devrim sürecinde genel bir yavaşlama hissedilmekteydi. Birbirini takip eden harp seneleri ile imparatorluk devrinin sebep olduğu tahribatı tamir için süratli bir değişim sürecinin gerektirdiği uzun mücadelenin verdiği yorgunluk hisleri Atatürk’ü daha derin meselelerle ilgilenmeye sevk etmişti. CHP’nin yedi senelik iktidarından sonra hem Mustafa Kemal hem de İsmet Paşa hükümeti, Devrim aleyhinde unsurlardan korkmaya lüzum kalmadığı şeklinde bir kanaate varmışlardı. Mart 1929’da İsmet Paşa, hükümleri İstiklal Mahkemelerine şamil bulunan Takriri Sükun Kanununun devamını talep etmekten vazgeçtiğini iftihar ile ilan etmişti. 89 Ömer Sakıp, Türkiye’de Halk Eğitimi Meselesi, İncelemeler, Forum, sayı:136, 15 Kasım 1959. Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayınları, İstanbul, 1996, s.126. 91 Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, tarihsiz, s.290-292. 90 107 Millet çapında bir muhalefet partisi kurulması için şartlar uygun gözükmekteydi, Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Parti, liberal ekonomiyi, yabancı yatırımların teşvikini, ifade özgürlüğünü ve tek dereceli seçimi savunuyordu. Ancak bir kez daha gerici unsurların umutları yeşermişti. Ara seçimlerde, yeni kurulmasına rağmen, parti, milletvekili çıkarabilmişti. Serbest Fırka denetimden çıkıyordu. Mesela Karpat, ‘bir genel seçim olsaydı bu partinin kazanması muhtemeldi’92 demektedir. Bir müddet sonra Serbest Fırka kendini feshetti. İlk deneyimden farklı olarak, bu hadise sonrasında sert tedbirlere başvurulmadı. Ancak Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi göstermişti ki, millet çapında bir muhalefet partisi kurmak için toplum henüz olgunlaşmamıştı. Mustafa Kemal, millet çapında bir muhalefet partisi deneyimi için şartların olgunlaşmadığını gördükten sonra, sınırlı demokrasi uygulamasına devam edilmesi gerekliliğini fark etti ve bu sınırlı demokrasi uygulamasının bir sonucu olarak Meclis içinde bir muhalefet grubunun oluşturulması yoluna yöneldi. 1931 Millet Meclisinde müstakil mebuslardan bir grup oluşturuldu. Müstakil grubun çalışmaları ile hedeflenen, kurulması ertelenen millet çapında oluşturulacak muhalefet partisine zemin hazırlamaktı. 1931 ve 1935 yılları arasında bu muhalefet grubunun çalışmaları ile denetimli bir şekilde bir iktidar-muhalefet ilişkileri deneyi yapılmaktaydı. İktidar-muhalefet ilişkileri deneyinin olumlu sonuçları alınmaya başlayınca, 1935 yılında grup genişletildi. İzmir mebusu Halil Menteşe ve Kocaeli mebusu Sırrı Bey gibi şahıslar Meclisin müzakerelerini canlandırmak hususunda iyi çalıştılar ve hükümetin tekliflerinden birçoğunu tenkit ve sorulara tabi tuttular. İktidar-muhalefet ilişkileri olgunlaşmaktaydı. Bu arada ülkede iktisadi ve toplumsal gelişmeleri sağlayacak bir dizi program uygulanmaya devam etmekteydi. Örneğin, memleketin sosyal ve ekonomik bünyesini değiştirecek, iş kanunu tasarısı, toprak kanunu tasarısı gibi tasarılar bu dönemin icraatlarındandır. Özellikle toprak reformu, Türk Devriminin yerleştirilmesi için hassasiyet arz eden bir hadiseydi. Bilindiği üzere ilk toprak kanunu tasarısı 1935 yılında hazırlanmıştı. Bu tarihten önce de topraksız köylüye toprak dağıtılmışsa da, dağıtımlar memleketin sosyal yapısında bir değişikliğe sebep olacak mahiyette değildi. Atatürk’ün 1936 ve 1937 yıllarında Büyük Millet Meclisi açış nutuklarında hazırlıkların bittiğini ve Toprak Kanununun B.M.M.’nin onaylamasına sunulacağını gösteren açık belirtiler vardır. Nitekim Atatürk 1936 nutkunda:‘Toprak kanununun bir neticeye varmasını Kamutayın yüksek himmetlerinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması behemahal lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve imarı bu esastadır’ demektedir. 1937 nutkunda ise şöyle demektedir: ‘Bu siyaset ve rejimde önemli bir yer alabilecek noktalar başlıca şunlar olabilir. Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması, büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine göre sınırlamak lazımdır’ 92 Kemal Karpat, 1996, a.g.e., s.74. 108 Fakat bu tasarı Atatürk’ün ölümü ve araya İkinci Dünya Harbinin girmesinden ötürü yürürlüğe konulamadı. Devrim, geri kalmış halk tabakalarının öz çıkarı için ele alınması gereken tedbirin en kısa zamanda ona ulaşıp onu kendine benzetmesi demektir. Bir toplumun değişimini kapsayan devrimlerin halka mal oluş sürecinde üç ayrı öğenin birleştikleri görülür Bunlar, devrimin anlatılması ki buna propaganda denilebilir; hareket süreci ki bu zamanın doğru kullanımı anlamına gelir; yeni kanunlarla yeni düzenin tesisi edilmesi ki bunda zorun kullanımı doğaldır. İşte devrimciye karşı tam da bu zorun kullanımı esnasında bir takım güçler cephe alır. Devrim sürecinde karşı güçlerin zor ile denetim altına alınmaları beklenir bir durumdur. Yeni kanunlarla yeni düzenin tesisindeki bu denetim sayesindedir ki, gelen yeni eskiyi kaldırır. Başlangıçta yeniye cephe almış olanlar, ellerinde yeniden başka bir şey bulamazlar. Böylelikle devrim benimsenir, yerleşir. Ancak devrimci anlayış yerinde saymaz, çünkü her şey değişmektedir, dolayısıyla devrim vasıtasıyla konulan yeniler de eskir, yeniden bir eski-yeni mücadelesi başlar. Ancak bu kez, zor kullanmak gerekmez, çünkü demokrasi yerleşmiştir. Türkiye örneğinde ise Devrim, eskiyi kaldırmış ve yerine yeniyi getirmiş ancak eskinin toplum hayatından tasfiye olma süreci tamamlanmadığından, eski ve yeni bir arada yaşamaya devam etmiştir. İşte toprak reformu meselesine bu açıdan bakıldığında, reformun gerçekleştirilmesinin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun üç hedefi vardı: ‘Birincisi arazisi olmayan veya yetmeyen çiftçileri veya çiftçilik yapmak isteyenleri, aileleri ile birlikte geçimlerini sağlayacak ve iş kuvvetlerini değerlendirecek ölçüde araziye sahip kılmak. İkincisi, kendilerine arazi verilenlerle yeter arazisi bulunup istihsal vasıtaları eksik olan çiftçilerden muhtaç bulunanlara kuruluş, onarma ve çevirme sermayesi, canlı ve cansız demirbaş vermek. Üçüncüsü ise yurt topraklarının sürekli olarak işlenmesini sağlamak.’ Şüphesiz bu üç hedefin varmak istediği nokta kalabalık köylü kitlesini çiftçiye dönüştürme ve bu sayede bu kesimi Devrimin dayanacağı sınıflardan biri haline getirmekti. Çiftçiyi Topraklandırma Kanun tasarısı, büyük toprak sahiplerinin muhalefeti sebebiyle, kırpılmış haliyle 11.06.1945 tarihinde, yani 1946 genel seçimlerinden bir ay önce yasalaşmıştır. Ancak tasarı, 1930 lu yıllardan itibaren hedeflenen değişimi gerçekleştirmenin çok uzağına düşmüş bir şekilde kanunlaşmıştır. Dolayısıyla tarımsal bünyedeki çelimsizlikler istenilen şekilde giderilememiştir. Çok partili yaşama geçinceye dek halk eğitimi ile doğrudan ilgili ulusal organlarla kurumlar; ordu, halkevleri veya halkodaları ve köy enstitüleri olmuştur. Bu organ ve kurumların Türk Devriminin yerleştirilmesi mücadelesindeki işlevi büyük olmuştur. Hemen altını çizmek gerekir ki, Türk Devriminin yerleştirilmesi mücadelesinde; ordu, halkevleri veya halkodaları ve köy enstitülerinin görevi ‘siyasal bir eğitimdir’ ancak kesinlikle bir ‘siyasal endoktrinasyon’ değildir. ‘Siyasal eğitim’ ile ‘siyasal endoktrinasyon’ kimi zaman bilerek kimi zamansa bilmeyerek birbirine karıştırılır. Endoktrinasyon, kanıtların geçerliliğine yönelik eleştirel bir tartışmaya yol vermeden ideolojiye inancı artırmaya amaçlar. Siyasal eğitim ise kanıtların 109 geçerliliğine yönelik sorgulama yollarını açık tutarak bir ideoloji üzerinden yol göstermeyi hedefler. Şu halde ordu, halkevleri veya halkodaları ve köy enstitülerinin ortak amacının; ulusun üyelerine ülkenin iktisadi, siyasi ve toplumsal sisteminde etkin olabilmeleri için gereksinim duyacakları değer, bilgi ve beceri kazandırmak veya bir diğer ifadeyle ulusun üyelerini yurttaşlaştırmak olduğu hatırlandığında, bunun, siyasal bir eğitim olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Şu halde bu kurumlar ile Türk ulusu üyelerine sadece okur-yazarlık değil siyasal okur-yazarlık vasfı kazandırılmasından hareketle bunların endoktrinasyon amacı taşıdıklarını iddia etmek bilimsel bir yargı olmaktan uzaktır. Forum’da çok partili yaşama geçiş öncesinde halkın eğitimi meselesine dair şunlar söylenmektedir: “Silah altına er olarak çağrılan yurttaş kolay anlaşılacağı gibi şehrin, kasabanın öğrenimi yarım kalmış çocuğu ile hiç ya da pek az okumuş köy delikanlısından başkası değildir. Tek parti çağında ordu, ilkokul, ortaokul bitirmiş erleri altı aylık bir eğitim döneminden sonra çoğunlukla yazıcılıkta kullanır, bunlardan ortaokul bitirmişlere bir de üç ay önce terhis hakkı tanırdı. Disipline kolay uyan ya da okuyup yazma bilenlerden yeteri çavuş kurslarına ayrılırdı. Bedelcilik kalktıktan sonra bir karavanadan yiyen, bir giysiyi giyinen, eşit koşullara bağlanan köy, şehir delikanlılarının kaynaşmasında ileri bir adım atılmış oldu. Şubelerden birliklere gönderilmiş erler için oldukça güç koşullardan geçmekle birlikte, doğudakilerin batıya, batıdakilerin daha çok doğu birliklerine verilişi, köyünden pek çıkmamış delikanlının dünyasını genişletmeye yarıyordu. Her kademedeki komutanlarıyla cumhuriyetin en ileri saflarında bulunan ordumuz, ayrıldığı saflarda silah kullanmasını, yurt savunmasını iyice öğrenen Mehmetçik’e, kalem ve kafasını kullanmasını da öğretmeye çalışmıştır.”93 Halkevleri mevzusuna gelince; 1932 yılında Halkevleri Teşkilat, İdare ve Mesai Talimatnamesi’nde halkevlerinin gayesi şu şekilde açıklanıyordu: ‘Fırkamızın program temelleri cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılıktır. Programımız, bu ana ve temel prensiplerin hakimiyeti ve ebedileşmesi için bu vasıflarda kuvvetli vatandaşlar yetiştirilmesini; milli seciyenin Türk tarihinin ilham ettiği derecelere çıkarılmasını, güzel sanatların yükseltilmesini, milli kültür ve ilmi hareket ve faaliyetlerin kuvvetlendirilmesini ehemmiyetli vasıtalar olarak tespit ve işaret eder. Bu esas ve vasıtaların hepsi birden medeniyet yolunda Türklüğün kaybettiği uzun yıllar cesur, atılgan ve yorulmaz hamlelerle kazanacak nesiller yetiştirmeyi, medeniyet sahasında Türkün tabii meziyet ve kabiliyetleriyle mütenasip şeref mevkiini tekrar almasını istihdaf eyler. Halkevlerinin gayesi bu uğurda çalışacak mefkureci vatandaşlar için toplayıcı ve birleştirici olmaktır.’ Talimatname 1935 yılında Türkçeleştiriliyor ve CHP Halkevleri Öğreneği adıyla yeniden basılıyor. Bu öğrenekten ilginç birkaç cümle şöyle: ‘Halkevlerinin genel merkezi yoktur. Her halkevi kendi bulunduğu yerde çalışır. Bütün halkevlerinde yalnız memlekette tanınmış belli arkadaşların iş ve görev almaları ve diğer 93 Ömer Sakıp, Türkiye’de Halk Eğitimi Meselesi, İncelemeler, Forum, sayı: 137, 1 Aralık 1959. 110 kapasiteli, yetişebilecek unsurların seyirci kalmaları olmaz. Halkevleri bütün vatandaşları birbirine kaynaştırarak ve gençleri yetiştirerek ulusu kuvvetli bir kütle haline getirmek ödevini aldığına göre, imkan olduğu kadar çok vatandaşa ödev vermek ve kapasiteli zekaları iş başına sürmek önemli bir yükümdür. Memleketin öyle değerli çocukları vardır ki kendi değerlerinden kendilerinin de haberleri yoktur. Köşeye çekilmeyi severler, halkın içinde kalabalık bir toplumda iş almaktan çekinirler. Bu unsurları işletip parlatmak lüzumludur.’ Halkevlerinin yönetmeliğinde 1932’den 1946 yılına dek birtakım değişmeler yapılmışsa da, belli başlı çalışma konularına hemen hiç dokunulmamıştı. Halkevlerinin çalışmaları belli başlı dokuz kolda toplanmıştı: dil ve edebiyat, güzel sanatlar (müzik, resim, heykel,mimarlık, süsleme sanatları), oyun (sinema, tiyatro, kukla-karagöz, konser), spor (jimnastik, güreş, atlı cirit, boks, eskrim, yüzme, kürek çekme, dağcılık ve kayak, avcılık, bisiklet, geziler), sosyal yardım, halk dershaneleri ve kurslar, kitaplık ve yayın, köycülük, tarih ve müze bölümleriydi. Halkevlerinin kitapları gibi dergi ve gazetelerin de evlere ve özel ellere verilmesi yasaktı. Halkevleri kendi binalarından ayrı yerlerde ve bilhassa gidip gelme imkanları kolay yakın köylerde okuma odaları açacak, açılmış olanlara yardım edecekti. Halkevlerine giremeyecek kitaplar şunlardı: Dini mahiyette olan, Türk İnkılabı ideolojisine uymayan, yabancı rejim ve ideolojileri tasvir eden, alelumum milli ve realist görüşler dışında kalan hurafeleri, geri ve irticai zihniyet istihdaf eden, bedbinlik telkin eden, cinayet, intihar gibi vakaları tasvir eden, şehvet ve ihtiras temayüllerini kamçılayan ve gençliği sıhhate muzır itiyatlara teşvik eden eserler Halkevi Kütüphanelerine konulmazdı. Halkın eğitilmesinde köy enstitülerinin de rolü büyük olmuştur. Köy enstitüleri kurulurken kültür bakımından ülkenin durumu şu idi: 1935 nüfus sayımı istatistiklerine göre erkeklerin %23.3’ü, kadınların %8.2’si ancak okur yazardı. Aynı istatistiklere göre nüfusu on binden az olan yerlerde okuma bilmeyenlerin nispeti %89.3 on binden çok nüfuslu yerlerde ise %59.7 idi. 1940 istatistiklerine bakılacak olursa, ilköğretim çağındaki çocuklardan okuma yazma bilmeyenlerin şehirlerde %39.4, köylerde %78 olduğu görülür. Forum, köy enstitülerine dair şu saptamayı yapar: “Köylüyü okutma hareketi önce eğitmen yetiştirme teşkilatı ile 1936’da başlamış, bu tecrübe köy enstitülerine yol açmıştır. Enstitüler 1940 yılında yurdun 14 ıssız ve kurak köşesine açılmış, bu sayı 1946’ya kadar biri yüksek olmak üzere 21’e yükselmiştir. 1940-46 devresi memleketin yalnız eğitim tarihinde değil fakat bütün medeniyet tarihinde eşine az rastlanır bir idealizm ve başarı devresi olmuştur. 20 kurak ve ıssız uzak köşe, köy çocuğunun elinde birer medeniyet ve kültür sitesi haline gelmiştir. Bunlar gelecekte Türk köylerinin örneği idi. Asıl hedef köyleri bu örnek üzerinde kuracak köylü vatandaşı yetiştirmekti. Köy enstitüleri 1947 yılından sonra ağır ve haksız bir iftira salgınına uğradı. Politika alanındaki rakipler, memleketin yüzde yüz bu yerli ve kurtarıcı hareketini birbirine karşı sömürme konusu yaptılar.”94 94 Köy Enstitülerinin Yıldönümü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 50, 15 Nisan 1956. 111 Bir yandan toplumsal alanda yenilikler uygulamaya konulurken, siyasi sahada da Devrimin kurumsallaştırılması için gayretler eş zamanlı olarak yürütülmekteydi. Bu bağlamda, 1937’de, Devrim ilkelerinin tamamının Anayasaya alınması önemli bir dönüm noktasıdır. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya bu adımı, ‘Atatürk’ün prensiplerine milletçe beraber bağlılığımızın ve samimi ilgimizin hukuki ifadesidir’ şeklinde izah etmiştir. Aynı bahiste Recep Peker şöyle demiştir: ‘Milliyetçiliğin nakizi olan beynelmilelcilik ve halkçılık nakizi olan imtiyazcılık veya sınıfçılık ve devletçiliğin nakizi olan liberallik, laikliğin nakizi olan klerikallik ve inkılapçılığın nakizi olan irtica lehinde hiçbir faaliyet yapılamayacaktır.’ Recep Peker’in bu sözleri Türk siyasal yaşamında sıklıkla hatırlatılan sözlerdendir. Bu bağlamda, şu hususun altını çizmek yerinde olur ki, Recep Peker’in sınırlı demokrasi ile Devrimin yerleştirileceğine olan inancı, onun anti-demokratik/seçkinci bir yönetici olduğuna mesnet teşkil etmediğinden, ona yönelik saldırıları Devrim karşıtlığında aramak pek de abartılı olmayacaktır. Devrim ilkelerinden olan halkçılık, iktisadi ve siyasi iktidar manivelalarını entrika ile ele geçirmeye çalışan, hatta ele geçirmeyi başardığında bu manivelaları kamu çıkarı yani ulusun çıkarı aleyhine, kendi çıkarı lehine kullananlara karşı düşmanlığı gerektiren bir zihniyettir. Halkçılık Türkiye örneğinde kapitalist sistem karşıtı değil, aksine sistemin olası aksaklıklarını giderecek bir rehberdir. Halkçılık, Batı demokrasilerinde de rastlanan siyasal bir öğedir. Kuşkusuz kimi ülkelerde, Türkiye’de de olduğu gibi, halkçılık, kapitalizm karşıtı düşüncelerin sosyalizme akmasına aracı olmuştur. Ancak bu, halkçılığın, kapitalist sistem karşıtı bir ilke olduğuna işaret etmez. Ayrıca, halkçılığın, merkeziyetçi devlet anlayışının olası aksaklıklarını gidermek bakımından da elverişli olduğu düşünüldüğünde, siyasi adem-i merkeziyetçi yaklaşımlara karşı da bir panzehir görevi görmektedir. Şu halde Recep Peker’in halkçıyı, ayrıcalıklı olanın karşısında konumlandırması, halkçılık ilkesinin ve Recep Peker’in, seçkinciliğin karşısında olduğunun açık delilidir. Çok partili yaşama geçiş yönündeki ilk işaret, 19 Mayıs 1945 tarihinde yani İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın teslim olmasından hemen sonra İnönü’nün yaptığı konuşma ile gelmiştir. İnönü, bu konuşmasında, İkinci Dünya Savaşının bitmiş olduğundan hareketle Türk demokrasisini güçlendirmek adına çok partili yaşama geçilebileceğini ifade etmiştir. Nitekim 17 Haziran 1945 tarihinde altı milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde, CHP aday göstermemiştir. Bu tecrübe, alıştırıcı ve ümit verici bir adım teşkil etmiştir. Mesela İstanbul’da bir mebusluk için 102 aday arasında seçim yapılmıştır. Adaylar beyannamelerini, el ilanları, gazeteler ve açık hava nutukları vasıtasıyla halka ulaştırma imkanına sahip olmuşlar ve bu imkandan bol bol faydalanmışlardır. Temmuz 1945 yılında, Nuri Demirağ isimli bir işadamının ‘Milli Kalkınma Partisi’ adıyla parti kurma başvurusu, 5 Eylül 1945 tarihinde başbakan Rüştü Saraçoğlu başvurunun kabul edildiğini halkoyuna ilan etmiştir. Böylelikle 5 Eylül 1945 tarihinde çok partili yaşama resmen geçilmiştir. Cumhurbaşkanı İnönü, 1 Kasım 1945 tarihinde, Meclis açılış konuşmasında, Türk demokrasisinin ciddi bir muhalefet partisine gereksinim duyduğunu açıkça ifade etmiştir. 112 2.12.1945 tarihinde yani daha DP’nin kurulmasından önce, ikinci bir ara seçim daha yapılmıştır. CHP yine namzet göstermemiş ve gazetelerle yayınlanan tamimde CHP’ye mensup ikinci seçmenlerin oylarını kendi partisinden olan adaylara vermekle kayıtlı olmadıkları bilhassa tebarüz ettirilmiştir. İçişleri Bakanlığı da seçimin tam tarafsızlıkla idare edileceğini tamimi ile ilan etmiştir. Bu adımların tek dereceli ve tamamen serbest seçim hedefine götüren iyi bir başlangıç teşkil etmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşının başlaması ve bu savaşın altı yıl sürmesi yani 1945’e kadar sürmesi çok partili yaşama daha erken geçilemeyişin temel sebebidir. Kaldı ki, savaş koşullarında dahi, CHP’de, çok partili yaşama geçilme isteğinin ifadesi gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin 1943 seçimlerinde, CHP, birçok ilde fazla aday göstermiştir. Nitekim Forum’da, İnönü’nün 1 Kasım 1945 tarihli nutku “Türk demokrasi tarihinin en mühim vesikalarından biri” olarak isimlendirilmektedir. Bu bağlamda çok partili yaşama geçiş sürecine dair kimi yazılarda bu nutuktan kimi alıntılara yer verilmektedir. Bu bağlamda Forum’dan İnönü’nün nutkunu aktarmak yerinde olur: “...Cumhuriyetin demokratik karakteri esas tutulmuştur. İlk devirlerde fesin yerine şapkanın giyilmesini ve devletin laik bir cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini açık ve uzun tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi. Bütün bu devrimler yine bir diktatörlük rejiminin eseri olarak meydana gelmemiş, hepsi Büyük Millet Meclisinin kanunları ile kurulmuş ve tepkileri, Meclisin denetleri ve hesap sormaları önünde yenilmiştir. Türkiye’de demokrasi usullerinin geçmişe dair hesapları yapılırken, bütün büyük devrimlerin 923’ten 939’a kadar meydana geldiği ve altı seneden beri de bir cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır. Demokratik karakter bütün Cumhuriyet devrinde prensip olarak muhafaza olunmuştur. Diktatörlük, prensip olarak, hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka zararlı ve Türk milletine yakışmaz olarak daima itham edilmiştir...Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geniş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır..Memleketimizin hürriyet ve güvenlik içinde halk idaresini bütün şartlarıyla geliştirebilecek bir yolda ilerlediğini inançla söyleyebiliriz. Bu gelişme için her vatandaşın vazife ve sorumluluk duygusuyla ilgili olması birinci şarttır...Söz ve yazı hürriyeti, şüphe yoktur ki her halk idaresinin su götürmez ortak temelidir. Geçirdiğimiz devrin geçirilmesi zaruri idi...Bir ehemmiyetli devir geçiriyoruz. Benim görüşüme göre, bu devri önceden tahmin edemeyeceğimiz kadar kısa ve zararsız geçiriyoruz.”95 İnönü konuşmasını şöyle sürdürmektedir: “Açık konuşmalara, tek ve toplu olarak alışacağımızı kuvvetle umuyorum. O zaman millet hayatımızda geçirmek zorunda olduğumuz yolları arkamızda bırakmış olacağız ve kendimize çok kuvvetli ve güvende hissedeceğiz. ..Nazari olarak düşünülürse hükümeti serbestçe tenkit etme 95 Muammer Aksoy, Son Demokrasi Hamlemiz Kimin Eseridir II, İncelemeler, Forum, sayı: 103, 1 Temmuz 1958. 113 hakkı gibi yazı hürriyetinin ilk şartı olan bir hak, hükümetçe gazete kapama cezasına uğratılmak yüzünden hakikatte mevcut değil demektir. Bu maddenin bu manasıyla kalması savunulamaz. Onun kaldırılması zaruridir. Cemiyetler ve Ceza Kanunlarında sözü edilen maddeler, 1938 Haziran kanunlarında konulmuştur. Bu maddelerin iyileştirilmesinde, partiler teşkiline, toplanma ve güvenlik haklarına karşı koyması ihtimali olan hükümler değiştirilmelidir...Bu ehemmiyetli işlerin tecrübeli ve vatanperver ellerinizde iyi ölçülerle kararlaştırılacağını kuvvetle umuyorum. Memleketin iç hayatında bu tedbirleri aldığınızdan sonra yeni seçim için tabii olarak bir buçuk sene kadar geçecektir. Bu zaman, milletin yeni seçime bir hazırlık devri olacaktır. Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde, milletin çoklukla vereceği oylar, gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kendiliğinden kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis içinde mi Meclis dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki bir siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların kanaatleri ve programlarıyla açıktan durum almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve siyasi olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur. Siyasi kanaat ayrılıklarından dolayı vatandaşlarımız arasında düşmanlık olmaması için bütün kuvvetimizle çalışacağız.” Bu tarihi nutuk hemen bütün basında hak ettiği ilgiyi görmüş ve İnönü’nün sözleri yeni devrin açılışının su götürmez delili sayılmıştır. Türk demokrasisinin çok partili yaşama geçişi sarsıntısız ve yumuşak olmuştur. Bülent Tanör, bunun sebebini ‘Aydınlanma düşüncesinin, ulusal demokratik egemenliğe dayalı cumhuriyet ilkesinin, çok partililik denemelerinin (1924-1930), Devrimi demokrasiyle tamamlamak hedefini gündemde tutmasına’ bağlamaktadır.96 Şu hususun da altını çizmek gerekir ki İnönü’nün çok partili yaşama geçiş kararı, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında arzu edilen bir hedeftir. Ancak yaşanan iki tecrübe, 1924’deki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile 1930’daki Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri, bu hedefin gerçekleşmesini ertelemiştir. Cumhuriyet kadrosu, ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamadan, karşı-devrim güçleri ile mücadele etmenin uzun vadede kazançlı olmayacağını öngördüğünden, 1930 tecrübesinden sonra ağırlığı ekonomik ve toplumsal kalkınmaya vermiştir. İkinci Dünya Savaşının başlaması çok partili yaşama geçiş hedefinin gerçekleştirilmesini yine ertelemiştir. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, İnönü’nün verdiği çok partili yaşama geçiş kararı Türk siyasal yaşamında uzun yıllar tartışılmıştır. İnönü’nün bu kararı hangi saikle verdiği tespit edilmeye çalışılmıştır. Aslında bu kararın gerisinde çok açık bir fikir vardır, o da Türk Devriminin büyük ölçüde yerleştiği kanaatiyle, demokrasinin kurumsallaşmasına bir taş daha eklemektir. Bu anafikri destekleyen başka iç ve dış etmenler de yok değildir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı boyunca, Türkiye savaşın dışında kalabilmeyi başarmıştır ancak bu pek de kolay olmamıştır. Şöyle ki, ordu, altı yıl boyunca seferber halde tutulmuş, orduyu besleyebilmek için halktan özveri istenmiştir. Savaş içinde doğal olarak fiyatlar çok yükselmiş, halkın her kesimi bu yüksek fiyatlardan etkilenmiştir. Dolayısıyla yaşanmış olan zor iktisadi koşullardan 96 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Afa Yayınları, İstanbul, 1996, s.256. 114 sonra, halkı rahatlatmak ana fikri destekleyen bir etmen olarak sayılabilir. Ayrıca,, savaş boyunca, özellikle karaborsadan yüklü miktarda servet kazanmış olan varlıklı sınıfların iktisadi alanda edindikleri kuvveti siyasi alana taşıma isteklerine cevap vermek de yan etkenlerden biri olarak sayılabilir. Bu noktada, 1942 Varlık Vergisi hadisesinin, bu kesimlerin tek parti idaresini sorgular hale gelmesinde tesirli olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü varlıklı kesimlerin gözünde, çok partili düzen, haklı veya haksız kazanılmış/biriktirilmiş olan servetlerinin korunmasının garantisi olarak görülmekteydi. Bu iki yan etken aynı zamanda birer iç etmendir. Bunlara ilaveten, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin yerinin Batı bloğunda olması bir dış yan etmen olarak sayılabilir. Nitekim İkinci Dünya Savaşını kazanan aynı zamanda ‘demokrasiler’ olmuştur. Çok partili yaşama geçişle ilgili, İnönü’ye dair, ‘onun Atatürk’ün yapamadığını yapmak ve bu şekilde tarihe geçmek istediğini’ iddia etmenin isabetli olmadığı düşünülmektedir. Yine, bir başka iddia olarak, İnönü’nün ‘çok partili yaşamda sol kanadı dışarıda bırakmak istediği’dir ki bu iddia aslında kendi kendini çürüten bir iddiadır. Çünkü eğer bu iddia doğru olmuş olsa idi, 1946 seçimlerine CHP’nin girmemesi gerekirdi ki, CHP Türk Devrimini gerçekleştirme sorumluluğunu üzerine almış bir parti olarak zaten sol bir partidir. Yalnız bu iddiadaki soldan kasıt ‘aşırı sol’ olarak okunursa, o vakit, iddia gerçeklenir, nitekim İnönü, Türk demokrasisinin cılızlığı hasebiyle aşırı sağ ve aşırı sol cereyanlara kapalı olmasını bir zorunluluk olarak istemiştir. Tekrarlamak gerekirse, yukarıda bahsi geçen yan iç ve dış etmenlerle birlikte olarak; İnönü’nün bu demokrasi hamlesindeki temel etmen, onun Batılaşma siyasetini sürdürme kaygısı ve/veya Türk Devrim hedefleri arasında yer alan bir hedefi daha gerçekleştirme isteği ve/veya Türk demokrasisine bir merhale daha kazandırmak isteği ve bundaki kararlılığıdır. 3.Çok Partili Rejim Dönemi Forum Dergisi, çok partili yaşama sarsıntısız geçişi, Türk demokrasinin göreli olgunlaşmış olduğu hususuna dayandırır. Ayrıca bu geçişte, İnönü’nün hürriyetperver duruşuna işaret edilir. Forumcular, Demokrat Partinin kuruluş sürecinden bahsederken, bu partinin kurulmasına sevindiklerini, vaktiyle bu partinin kuruluşunun Türk demokrasisi için umut verici olarak gördüklerini ifade ederler. Aslında ülkedeki pek çok liberal demokrat aydının DP’ye dair umudu, 1950-1954 arasında da devam etmiştir. Liberal demokrat Forumcuların da, 1954 seçimleri sonrasında dahi DP’nin 1950 seçimleri öncesi vaatlerini yerine getirebileceğine dair umutlu olduklarını belirtmek gerekir. Ancak cumhuriyetçi demokrat Forumcular, Derginin çıktığı tarihten itibaren hiçbir zaman DP’nin demokratikleşme sürecini tamamlayacağına dair umut içinde olmamışlardır. Fakat Türkiye’nin daha iyi noktalara doğru ilerleyeceğine dair iyimserliklerini hiç kaybetmemişlerdir. Farklı ideolojilere sahip Forumcuların Türkiye’nin ilerleyeceğine dair iyimserliklerini, uzun yıllar Batıda eğitim görmüş olmalarına bağlamak yanlış olmayacaktır. Nitekim Batı demokrasilerinde tanık olduklarının bir benzerini, Türkiye’de de görmekten mutluluk duyuyorlardı. Daha açık bir ifadeyle, merkez sağda liberal demokrat kimliğiyle DP’nin, merkez solda cumhuriyetçi demokrat 115 kimliğiyle CHP’nin bulunması ve bu iki partinin birbiriyle demokratik bir mekanizma içinde yarışması, seçmenlerin de bir gün bu partilerin programlarına göre tercihte bulunacakları ümidi, onlarda Türkiye’de demokrasinin yerleştiği düşüncesini kuvvetlendiriyordu. Kuşkusuz Türk demokrasisinin aksayan yönleri vardı ancak bunlar ister liberal ister cumhuriyetçi anlayışla ama her iki durumda da demokrasiden yana olmakla çözülebilirdi. Oysaki Forumcular, çok geçmeden durumun böyle olmadığını, Türk demokrasisinin her türlü otoriter ve totaliter tehlikelerin tehdidi altında olduğunu görmeye başladılar. Daha ötesi liberal demokrat zannettikleri Demokrat Parti’nin otoriter bir parti olduğunu fark ettiler. Türk siyasal yaşamına 1950-1960 arasında damgasını vuran Demokrat Parti 7 Ocak 1946 tarihinde kurulmuştur. Partinin kurucuları Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’dür. Bu parti kurulduğunda kimi çevrelerde oluşan beklenti, DP’nin ‘iktidarı denetleme partisi’ görevi alacağı yönünde olmuştur. Ancak beklenti doğru çıkmamıştır. CHP ile DP arasındaki fark, DP’nin iktisadi, siyasi ve toplumsal alanda daha liberal politikalar izlemekten yana olmasından kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla, aydın çevrelerinde, Türk siyasetinde taşların yerine oturmaya başladığı düşünülmekteydi. Çünkü CHP cumhuriyetçi demokrasi savunuculuğu ile merkez solda, DP ise liberal demokrasi savunuculuğu ile merkez sağda yer alacaktı. Bu, liberal ve cumhuriyetçi ülkedeki tüm demokratları sevindiren bir hadiseydi. Genel seçimler Temmuz 1946’da yapıldı. Bu seçimler, bir yıl öne alınmış seçimlerdi. Seçimlerin bir yıl öne alınması, CHP’nin DP’yi hazırlıksız yakalama girişimi olarak değerlendiriliyordu. Bu noktada lehte veya aleyhte bir yargıda bulunmak polemiksel bir yaklaşım olur, ancak şu söylenebilir ki, her iktidar partisi bir kez daha iktidar olmayı ister, kaldı ki CHP örneğinde Devrim sürecinin tamamlanması gibi sorumluluklar söz konusu olduğu hatırlandığında, CHP’nin DP’yi hazırlıksız yakalamak istemiş olması doğaldı. Çünkü bu parti her ne kadar ‘liberal demokrasi’ savunuculuğu yapıyorduysa da, iktidara geldikten sonra nasıl bir yol izleyeceği, üstelik liberal demokrasi ideolojisinin modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreçlerini tamamlamada elverişli olup olmadığı soruları cevapsız idi. 1946 seçimlerinden önce ‘tek dereceli seçim kabul edilmiş, değişmez genel başkanlık konumu ile ‘milli şef’ sıfatı kaldırılmıştı. Basın yasasındaki değişikliğe gidilmiş, üniversitelerin özerklikleri artırılmıştı. İşte bu koşullar altında 21 Temmuz 1946 tarihinde çok partili yaşamın ilk genel seçimleri yapıldı. Seçim sonuçlarına göre 465 sandalyenin 390’ını CHP, 64’ini DP ve 7’sini de bağımsızlar kazanmıştı. Bu seçimlerin oldukça gergin bir şekilde geçtiğini söylemek mümkündür. Kuşkusuz ‘sınırlı demokrasi’ dönemini geride bırakıp demokrasiden sınırın kaldırılması, kimi kesimlerin basın özgürlüğünü bir tahrik aracı olarak kullanması neticesini doğurmuştur. Bu seçimlerin ‘baskı ve korku ortamında yapıldığı’na dair kimi çevrelerin iddiası Türk demokrasi tarihinde tartışmalı konulardan bir tanesidir. Bu bağlamda, CHP’nin iktidarda kalmaya devam edip, Devrim sürecini tamamlama isteği olduğu bir gerçektir. Bunun için iktidarda 116 bulunmanın olanaklarından yararlanmış olduğu da inkar edilecek değildir. Ancak bu tartışma bağlamında, CHP’nin seçimlerde iktidar kıskançlığı ile hareket ettiği, halka baskı yaptığı ve korku saldığı şeklinde iddiaların mesnetsiz olduğunu belirtmek gerekir. Forum, bu gibi polemiklere sayfalarında yer vermemiştir. Aslında bu, onun bilimsel yaklaşıma gösterdiği özenin açık ispatıdır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Forum, CHP’yi, 1946 seçimlerinden önce, toplumsal alanda arzu edilenden daha az özgürlük tanımış olmakla eleştirmiştir. Aynı eleştiriyi 1946 seçimleri sonrası CHP’nin tutumu için de yapmıştır. Bununla beraber, 12 Temmuz 1947 tarihinde yani 1946 seçimlerinden tam bir yıl İnönü’nün cumhurbaşkanı olarak tüm partilere eşit mesafede olacağına dair verdiği taahhüdü Türkiye’de çok partili yaşamın kurumsallaştığının ilanı olarak telakki etmiştir. Öte yandan Forum, söz konusu beyanname sonrasında ve 1950 seçimleri öncesindeki süre zarfında, CHP’nin seçim yasasında yaptığı değişiklikleri yeterli bulmamıştır. Hatta, seçim yasasının daha demokratik bir hale getirilmesi, seçimlerin adli yargı denetimine tabi olması yönündeki DP’nin ısrarını yerinde bulmuştur. Ancak, DP’nin talep ettiği değişikliklerin yerine getirilmemesi durumunda CHP’ye karşı, genel seçimleri boykot edeceği tehdidini savurmasını demokratik üslupla bağdaşmayan bir hareket olarak değerlendirmiştir. 1950 seçimlerinden önce seçim yasasında bazı değişiklikler yapılmış olmakla birlikte, bu değişiklikler DP lilerce tatmin edici bulunmamıştır. Bununla beraber, DP’nin seçimlerin adli yargı gözetiminde yapılması talebi hayata geçirilmemiştir. İşte bu şekilde girilen 14 Mayıs 1950 tarihindeki genel seçimlerin galibi DP olmuştur. Sina Akşin 1950 yılını ‘kısmi karşı devrimin’ başlangıcı olarak sayar.97 CHP tarihte ilk kez muhalefet partisi olarak siyasi alanda yer alacaktır. Seçim sonuçları hem DP hem de CHP açısından şaşırtıcı olmuştur. Forum bu konuda şöyle demektedir: “Türk milletini daha ileri hamleler yapabilecek bir zemine oturtmak gayesiyle girişilen inkılapların başarıyla sona ermesi, CHP’nin vazifesini başarıyla tamamlamış bir siyasi teşekkül haline getirmiş bulunuyordu. 1950’de iktidarın değişmesi vazifesini tamamlayan bir teşekkülün yeni yolların araştırılmasına imkan vermek ve kendini yeni şartların ve ihtiyaçların ilham ettiği istikametler için yeni baştan hazırlamak üzere, devlet idaresi sorumluluğunu başkalarına devretmeyi ifade ediyordu.”98 Seçim sonuçlarına göre, DP %53.35 ile 408, CHP %38.38 ile Mecliste 39 sandalye kazanmıştır. Her iki parti arasında %15 lik bir yüzdelik fark olmasına rağmen, açık ara sandalye farkı olması, seçim sisteminden kaynaklanmıştır. Bu sonucun hem DP liler hem de başta İnönü olmak üzere tüm CHP liler tarafından beklenilmediğini belirtmek gerekir. Bu bahiste Samet Ağaoğlu’nun sonradan kitaplaştırılmış olan siyasi günlüğünden, 16 Mayıs 1950 tarihli nottaki şu sözlere yer vermek uygun olur: “Trendeyim. Ankara’ya dönüyorum. Zaferi kazanmış olarak…Demokrat Parti büyük ekseriyetle kazandı. Cumhurbaşkanı bugün bir tebliğle bu vaziyeti bildirdi. Bayar’ı da hükümeti kurmaya davet etti. Bayar, 97 98 Sina Akşin, Yakın Tarihimizi Sorgulamak, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2006, s.198. Meselelerimiz ve Manevi Hazırlık Zarureti, Başyazı, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955. 117 Meclisin toplanmasına kadar eski hükümetin iş başında kalması icap ettiği cevabını verdi. İsmet Paşanın iktidarı hemen devretmek için yaptığı bu teklif, o güne kadar gösterdiği soğukkanlılığı, seçim neticeleri karşısında biraz kaybettiğinin delili sayılabilir. Çünkü giden Meclis yeni Meclisin 22 Mayıs’ta toplanmasına karar vermişti. Anayasaya göre yeni Meclisin toplanacağı güne kadar eski Meclis yerinde kalmalıydı. Anlaşılıyor ki, İnönü, Halk Partisinin iktidarı kaybedeceğini önceden görüp sezdiği halde, kalbinin bir köşesinde ümit ışığını söndürememişti. Fakat seçim günü akşamına kadara alınan neticeler, onda hem bu ışığı söndürdü hem de soğukkanlılığını biraz elinden aldı.”99 1950 seçimlerinde Demokrat Partiyi iktidara taşıyan pek çok sebep arasında partinin popülist yaklaşımını da saymak gerekir. Altını çizmek gerekir ki popülizmin ‘cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi’ ile eklemlenmesi neredeyse imkansızdır, ancak ‘liberal demokrasi ideolojisi’ ve faşizm gibi diğer pek çok ideoloji ile eklemlenmesi çok kolay ve rastlanır bir durumdur. Dolayısıyla DP liberal demokrasi savunuculuğu yaparken popülizme de kanat çırpmakta güçlük çekmemiş, bir kez iktidara geldikten sonra da demokrasiyi bir kenara bırakıp popülizme sarılmıştır. Popülist bir anlayışla, genel seçimler öncesi DP, farklı grupları bünyesinde birleştirebilmiştir. Nitekim sanayicilerin, çiftçilerin, geniş köylü kütlesinin, işçilerin, aydınların yani birbiri ile ortak paydası bulmanın olanaksız olduğu kesimlerin partiyi desteklemelerini, DP li yöneticiler tarafından temin edebilmiş olmasının sebebini, yöneticilerin, popülizmi iyi kullanmış olmalarına bağlamak yanlış olmaz. DP li yöneticiler her kesime farklı argümanlarla yaklaşmışlardır. Kimi kesimlere karşı partinin ‘dindarların partisi’ olduğu izlenimi verilmiş, kimi kesimlere partinin ‘demokratların partisi’ olduğu mesajı verilmiş, kimi kesimlere ‘kalkınma’ ve ‘yüksek ücret’ vaatlerinde bulunulmuştur. Aslında az gelişmiş bir toplumda popülist anlayışın bir partiyi iktidara taşıması beklenir bir durumdur. Çünkü bu toplumlarda eski ve yeni bir arada yan yana yaşadığından, sınıflaşma gerçekleşmediğinden, popülist hareketler taban bulabilmektedir. Zaten DP, bir kez taban bulduktan sonra, iktidarda iken de geniş eğitimsiz halk kütlesini, popülist politikalarla elinde tutmayı sürdürmüştür. Partiye destek, karşılıklı çıkar üzerinden ödüllendirme sistemi ile yani patronaj ilişkilerinden geniş ölçüde istifade ederek sağlandığından; 1950 li yılların ortasına doğru patronaj kaynaklarının azalmasının bir sonucu olarak desteği sürdürmek için ‘din ve gelenek’ daha yoğun bir biçimde, hatta İslamcılık ve Turancılık gibi ideolojilerin cesaret bulacağı raddeye kadar kullanılmıştır. Batı demokrasilerinde bir parti, seçimlerden önce bulunduğu vaatleri, eğer iktidar olmuşsa yerine getirmekle mesuldür. Forumcular da 1950 seçimleri sonrasında, DP’den Batı demokrasilerindeki partiler gibi vaatlerini yerine getirmesini beklemişlerdir. Forum’un partilerin vaatleri meselesine bakışı şöyledir: “Millet hakimiyetini kabul etmiş olan bir memlekette iktidara geliş ön planda millete yapılan vaat ve taahhütler sayesinde mümkün olur. Parti programında, seçim beyannamelerinde, kongre veya genel idare kurulu tebliğlerinde, parti başkan ve 99 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük-Demokrat Partinin Kuruluşu, haz. Cemil Koçak, İstanbul:İletişim Yayınları, 1992, s.401. 118 sözcülerinin nutuk veya makalelerinde ifadesini bulan bu prensip ve vaatler, millete karşı verilmiş borç senetleri sayılır. Bunları yerine getirmemek, milleti aldatmaktır. Böyle bir davranışın en hafif cezası ise iktidardan düşürülmek olacaktır. ‘Muhalefette iken öyle demiş olabiliriz, şimdi başka türlü düşünüyoruz’ yolunda modern devlet anlayışından ve sorumluluk duygusundan uzak bir tez ileri sürülemez. Hürriyet ve demokrasi vaat etme sayesinde milletin sevgi, itimat ve reyini kazanan bir partinin milleti aldatmış sayılmaması için, hiç değilse görüş ve prensiplerini değiştirdiği anda, yapmakla mükellef olduğu bir vazife vardır. O da bunu millete açıkça ilan etmek yani ‘ben hürriyet istemiyorum, millete demokrasi değil onun zıddı olan bir idare tarzını vaat ediyorum, bu gerçeği bile bile bana rey veriniz’ diyerek çehresini her türlü maskeden uzak surette bütün çıplaklığıyla göstermek ve kendisini iktidara getirmiş bulunan seçim sisteminden daha sıkı olmayan ve muhalefete eşit haklar tanıyan bir seçime derhal başvurmak. Aksi halde bir iktidar partisi, o mevkide, milletin serbest, gerçek ve tağşiş edilmemiş iradesiyle durmakta olduğunu ciddi surette iddia edemez.”100 Forumcular, DP’den, tek parti dönemi kurum ve kuruluşlarının tasfiye edilmesini, bunun yerine çok partili düzenin gerektirdiği demokratik mekanizmaları kurmalarını ve bunları işletmesini beklediler. Ancak, geniş halk kitlesine, ‘her mahallede bir milyoner yaratarak, ülkeyi bir küçük Amerika haline getirme’101 vaadinde bulunan, aydın kesime de demokratikleşme konusunda ciddi adımlar atacağını taahhüt eden DP yöneticileri, iktidara geldikten sonra verdikleri tüm vaatleri geride bıraktılar. 1950 seçimlerinin hemen akabinde henüz kimse, DP’nin anti-demokratik bir parti olacağını tahayyül etmiyordu, 1946-1950 arası DP’nin demokratik çıkışlarının iktidarda icraata dönüşeceği sanılıyordu. Ne yazık ki, DP’nin demokrasi savunuculuğu, iktidara geldikten sonra muhalefetteki dört yılının anısı olarak kalacaktı. Liberal ve cumhuriyetçi, ülkedeki tüm demokrat aydınlar, DP’nin 1950-1954 arası iktidar döneminde şaşırmışlardı. Gerçi cumhuriyetçi demokratlar bu şaşkınlığa liberal demokratlara nazaran DP’ye duydukları şüphe sebebiyle hazırlıklıydılar. Öte yandan liberal demokratlar açısından DP’nin ilk dört yıllık icraatları tam manasıyla bir ‘şok’ idi. DP liberal demokrat değil, pragmatik bir partiydi ve muhalefetteyken kaldırılmasını CHP’den istediği yasaları kendisi uyguluyor, daha ötesi 1950 öncesinden kalma birçok yasayı ise fazla demokratik buluyordu. Aydınların gitgide susturulduğu, muhalefetin ezildiği, aralıksız temel atma törenleriyle geniş halk kütlesinin gözünün boyandığı, iktisat politikalarının yarattığı yanıltıcı bolluğun henüz tam bir bunalıma dönüşmediği bir ortamda 2 Mayıs 1954 tarihinde genel seçimler yapıldı. DP %56 ile Mecliste 503 sandalye, CHP ise %35 ile 31 sandalyeye sahip oldu. Meclis, DP grubu ile neredeyse özdeş hale gelmişti. 1950 öncesinde DP’yi destekleyen birçok aydın seçim sonuçlarının demokrasiyi kurumsallaştırmak şöyle dursun, demokrasiyi tehlikeye açık hale getirdiğini 100 101 Muammer Aksoy, Demokrasi ve DP, İncelemeler, Forum, sayı:143, 1 Mart 1960. Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul:Birikim Yayınları, 2005, s.86. 119 düşünmeye başlamışlardı. Forumcuların da DP’nin 1954 seçimleri sonrasındaki icraatlarına şüpheli baktıklarını tespit etmek mümkündür. Bununla beraber yinelemek gerekirse liberal demokrat Forumcular, Derginin çıkmaya başladığı 1 Nisan 1954 tarihinden itibaren, 1955 yılı da dahil olmak üzere DP’nin demokratik bir tavır alabileceğine dair umutlarını korumuşlardır. Ancak bu umut, 1955 yılı ortalarında kaybolmaya başlamış, DP’nin anti-demokratik uygulamalarını yoğunlaştırdığı 1955 yılı ikinci yarısından itibaren umut silinmeye başlamıştır. Hemen belirtmek gerekir ki liberal demokratların DP iktidarına karşı beslediği umut, tam da Forum Dergisinin iktidara yönelik az yoğunlukta eleştiri yönelttiği döneme denk gelmektedir. Bundan da, Forum’un çizgisini belirlemede bu dönemde liberal demokrat Forumcuların etkili olduğunu çıkarmak mümkündür. Forum, ilk sayılarında DP’nin ezici çoğunlukla Mecliste temsil edilmesinin DP li politikacıları demokratik tutumdan uzaklaştıracağına dair şüphelerini belirtmekten geri durmaz. Öte yandan iktidar ve muhalefet arasındaki gerginliklerde sadece iktidar partisini değil aynı zamanda CHP lileri de örtülü bir şekilde eleştirir. Örneğin 9. sayısındaki şu değerlendirme ilginçtir: “Daha ilk günlerden Mecliste ve Meclis dışında muhalefetle iktidar arasındaki münasebetler asabilik ve sinirlilik havası içinde cereyan etmiştir. Birçok kanunların müzakeresi esnasında karşılıklı sarf edilen ağır sözler, siyasi hayatımızın ideal demokrasilerdeki soğukkanlılık ve hoşgörürlük içinde gelişmesini bekleyenler için hayal sukutuna sebep olmuştur. Bu müessif durumun amillerinden en mühimi şüphesiz siyaset adamlarımız tarafından iktidar ve muhalefet mefhumlarının henüz tamamıyla anlaşılmamış olmasıdır. Sayın başvekilin hükümet programının müzakeresi esnasında ‘muhalefet bu şekilde devam edecek ve başındakileri değiştirmeyecek olursa kanuni mecburiyetler dışında onu tanımayacağız’ şeklindeki sözleri bizce yanlış bir anlayışın mahsulüdür. İyi veya kötü, muhalif milletvekilleri de Meclise seçim yoluyla gelmişlerdir. Ne parlamento hukuku, ne de parlamento adabı bakımından kendilerini manen bertaraf etmek mümkün değildir. Netice itibariyle seçmenlerin iktidarı seçmesini bildirdikleri halde muhalefeti seçmekte ehliyetsiz oldukları veya hata ettikleri de iddia olunamaz.”102 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Muhalefetin iyi veya kötü olmasına gelince, bunun takdiri tamamıyla efkarı umumiyeye ait bir keyfiyettir. Halk Partisinin ve diğer muhalefet partilerinin geçen dört sene zarfında yaptıkları tenkitlerin müeyyidesi ve neticesi 2 Mayıs seçimleriyle tezahür etmiş sayılmak iktiza eder. Eğer muhalefet kendisi için verimsiz bir yola devam ediyorsa bunda iktidarı sinirlendirecek bir husus mevcut değildir. Hatta siyaset taktiği bakımından iktidarda bulunan partinin bundan bir miktar da memnun olması icap eder. Çünkü bu muhalefet metodu gelecek seçimlerde onun galebesini kolaylaştırıyor demektir.” DP’nin CHP’den şikayetçi olduğu nokta, CHP’nin her şeye itiraz ettiği, her şeyi kara göstermeye çalışmasıydı. Her şeyin kötü gittiği mevzusu bir yana, DP’nin bu şikayeti demokratik usuller içinde anlamlandırılamayacak bir tutumdur. Çünkü 102 Seçimlerden Beri Siyasi Hayatımızın Bilançosu, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954. 120 muhalefetin vazifesi, iktidarın faaliyetine iştirak ederek onu mükemmelleştirmek değildir. Muhalefet Mecliste gelecek seçimleri hazırlamak için mesai sarf eder. Bu bakımdan istediği kanunu beğenip beğenmemekte serbesttir. En nihayetinde Mecliste şiddetle eleştirdiği bir kanun uygulamada iyi neticeler verecek olursa, bu eleştirinin cezasını seçmenler önünde çekecek olan kendisidir. Demokrasilerde siyasi partiler bir programın gerçekleştirilmesi için işbaşına geldiklerine göre, iktidar partisinin programını beğenmeyen muhalefetin, onun tatbiki demek olan kanunları eleştirmesi değil, o kanunlara olumlu oy vermesi anormal sayılmalıdır. Forum, genel seçimlerin akabinde çıkartılmaya başlayan anti-demokratik kanunları eleştirmekten imtina etmez. Bilindiği üzere 30 Haziran 1954 tarihli kanunla, Kırşehir ili ilçeye çevrilmiş, ilçe olan Nevşehir ise aynı adla il olmuştur. Bu kanun ile DP iktidarı, Kırşehirlileri, Millet Partisi’ne oy vermiş olmaları nedeniyle cezalandırmıştır. Kırşehir hadisesinden daha önce ise Malatya cezalandırılmış ve bu il ikiye bölünmüş, Adıyaman yeni il olarak ortaya çıkmıştı. 30 Haziran 1954 tarihinde çıkartılan bir diğer antidemokratik kanun ise seçim kanundaki değişiklik tasarısı idi. Bu kanun ile muhalefetin hakları kesintiye tabi tutulmuştur. Haziran 1954, DP’nin Meclisin kapanmasından önce bir dizi anti-demokratik kanunu çıkarttığı tarih olmuştur. Nitekim aynı dönemde emekli sandığı kanununda değişikliğe gidilmiş, bu değişiklikle CHP’nin seçmen tabanı olduğu düşünülen memurlar cezalandırılmak istenmiştir. Temmuz 1954’te de memurların Vekalet emrine alınmasına dair bir yasa çıkartılmıştır. Bu yasa memurların iş güvencesini ortadan kaldırmaktaydı. DP, bunun gibi bir dizi anti-demokratik kanunu Meclisten geçirdi. CHP li 31 milletvekili DP li 503 milletvekili ile mücadelede zor günler yaşamaktaydı. DP’nin 1954 sonrasında artırdığı bu baskıyı kötüye gitmekte olan iktisadi koşullarda aramak yerinde olur. DP yöneticileri 1954’e kadarki suni bolluğun bunalımla neticelenebileceğini tahmin ediyorlardı. Böyle bir bunalımda basın, üniversiteler, yargı mensupları gibi sesini yükseltebilecek tüm kesimlerin sesinin kısılmış olmasının temini gerekiyordu, aksi halde DP, iktidarını muhafaza edemeyebilirdi. Forumcular yabancı basını sıkı takip etmekteydiler. Özellikle yabancı basında Türkiye’ye dair bir yazı çıktığında, hemen bunu tercüme edip yayınlamaktaydılar. Örneğin The Political Quarterly’de yayınlanmış olan Türkiye’ye dair yazıya Türk siyasal yaşamının dışardan nasıl göründüğüne dair bir örnek teşkil etmesi açısından Forum’da yer verilmiştir: “Demokrat ve Halk Partilerinin bir dereceye kadar farklı sosyal gruplar tarafından desteklenmekte oldukları fikri doğru olabilir. İşadamlarının büyük bir kısmı DP’yi tutmaktadır. Buna mukabil, memurlar, subaylar, üniversite hocaları ve öğretmenler arasında CHP’ye meyyal olanlar daha fazla gözükmektedir. İşçilerle esnafın siyasi temayülleri hakkında pek fazla bilgi mevcut değildir. Buna mukabil son seçim neticeleri, çiftçiler arasında DP’nin çok daha fazla revaçta olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak bu partilerden hiçbiri bir sınıf partisi değildir. İki parti arasında sarih bir politika farkı da yoktur. Dış politika mevzuunda tam bir anlaşma mevcuttur. İç meseleler hakkındaki münakaşalar ise prensip ihtilaflarından ziyade, tamamıyla teferruat mahiyetindeki bazı konulara aittir. Halkçılar artık devletçilik doktrinine o kadar sıkı sıkı sarılmıyorlar, buna 121 mukabil Demokratlar da önemli ölçüde devlet teşebbüsünü kaçınılmaz addetmeye başlamışlardır.”103 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Hükümet büyük çiftçi kütlelerinin desteğine sahip oldukça, orta sınıf aydınların ve şehir halkının kanaatlerine pek aldırmamak ve icabında tazyikle bunları temsil eden sesleri kısmak niyetindedir. Tecrübe göstermiştir ki, az gelişmiş memleketlerde bir aydın memnuniyetsizliği, iktisadi şartlardan dolayı köylü ve işçi memnuniyetsizliği ile bir araya geldiği zaman iktidarlar için hakiki bir tehlike teşkil etmektedir. Türk hükümeti ise şimdilik bu kötü rüyaları görmemektedir. Kütlelerin hayat seviyesini tedricen artırabildiği ve aydınların da hürriyet sahasını dar tutabildiği müddetçe iktidarına bir tehlike gelmeyeceğini hesaplamaktadır. Ve bu hesaplar pekala doğru çıkabilir. Ama gerek 1919 ve gerekse 1950 tecrübeleri, normal olarak itaatkar olan Türk halkında pek hesaba gelmez bir unsurun da mevcut olduğunu ortaya koymuştur. İşte hükümetin sinirliliğinin sebebi budur.” DP’nin otoriter çizgisine ve hem siyasi gem de iktisadi politikalarındaki yanlışlarına 1955 yılı içinde kimi partililer de eleştiri getirmekteydiler. Örneğin Kenan Akmanlar, Haluk Timurtaş, Ekrem Cenani, Feridun Ergin isimli dört milletvekili 18 Ocak 1955 tarihinde, hazırladıkları raporla, hükümetin iktisat politikasını sert bir şekilde eleştirdiler. 8 Şubat 1955 tarihinde Gümrük ve Tekel Bakanı Mecliste şiddetli saldırılara hedef oldu. 21 Mart 1955 İzmir DP il kongresi mücadeleli geçti. 15 Nisan 1955 tarihinde partinin dört kurucusundan biri olan Fuat Köprülü Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etti. DP politbürosu tüm bu hadiselere kulak tıkıyordu. DP, 1950 yılında başarısını, toplumun tüm kesimlerinin koalisyonuna borçluydu. Ancak bu koalisyon bizzat DP’nin otoriter çizgisi nedeniyle çözülmekteydi. DP’nin basın ve üniversitelere karşı otoriter siyaseti yüzünden birçok aydın DP’ye desteğini çekmeye başlamıştı. Onların partiden uzaklaşmaları ise DP yöneticileri tarafından önemsenmemekteydi. Çünkü DP’nin dayandığı geniş köylü kütlesi vardı ve onların oyları DP iktidarı için kafiydi, neticede aydınların oyu sayılıydı, asıl oy deposu ise köylerdi. Forum’da DP’nin 1950’den itibaren DP icraatlarına dair şöyle bir genel değerlendirmeye rastlamak mümkün: “1950’den beri geçen seneler esnasında yeni hareketin siyasi liderlerinin tuttuğu yol hakkında fazla izahata lüzum yoktur. Bu yol bugün artık kafi derecede aydınlanmıştır. Liderler, 1950 hareketini yalnızca iktidarı ele geçirme vesilesi telakki etmişler, memlekete vaat ettikleri hedefleri tamamen unutmuşlar; yeni şartların icap ettirdiği fikir, hareket ve zihniyete kendilerini uydurmada başarı gösterememişlerdir. Siyasi hürriyetler adım adım kısılmış, iktisadi sahada hüsnüniyetli bazı teşebbüsler, sistemli ve temelli bir görüş ve fikir temeline dayanmadığı için kısa zamanda başarısızlık işaretleri vermiştir. Bu şartlar içinde liderlik ettikleri siyasi hareketi bir arada tutabilmek için manevi unsurlara dayanmayan, DP ileri gelenleri, otoriter usullere başvurmaktan başka çare bulamamışlardır. Fikir ve manevi bir temelden mahrum kalan bir siyasi hareketin 103 Bugünkü Türkiye, Ne Diyorlar, Forum, sayı: 38, 15 Ekim 1955. 122 temsilcileri, kendilerine yöneltilen en ufak ve masum bir tenkit karşısında bile aşırı bir hassasiyetle reaksiyon göstermişlerdir. Memleket içindeki tenkitleri durdurabilmek için basın, üniversite, memurlar ve adliye cihazı üzerindeki baskıları, kendi siyasi topluluklarına da teşmil zarureti duymuşlardır. Parti kongrelerinde ve parlamento gruplarında girişilen, temizleme ve tasfiye ameliyesi, manevi unsurları bir kenara bırakıp fiziki vasıtalarla, şiddet yoluyla bir siyasi hareketi beraber tutmak için girişilmiş ümitsiz hareketler olarak vasıflandırılmalıdır.”104 Bu yazının 1955 yılı sonunda kaleme alındığı göz önünde bulundurulduğunda, liberal demokratlar da dahil tüm Forumcular tarafından, DP’nin demokratik bir parti olmadığının, Dergi ikinci yılını doldurmadan kesin suretle anlaşıldığını belirtmek gerekir. Forum’un DP politika ve uygulamalarına yönelik eleştiri dozunu artırmaya başladığı sayılar DP’den ayrılan 19 milletvekilinin yeni bir parti kurma sürecine denk düşmektedir. Nitekim Hürriyet Partisi 19 Kasım 1955 tarihinde kurulmuştur. Bu arada hemen şunu belirtmek gerekir ki, bir grup milletvekilinin DP’den ayrılması DP içindeki kargaşayı dindirmemiştir. 22 Kasım 1955 tarihindeki DP Meclis grubu toplantısı DP yöneticileri açısından çok kötü geçmiştir. Hadise özetle şöyledir: ‘DP Grubu, iktisadi meselelerle ilgili gensoru açılması kararı almıştı. 29 Kasım 1955’deki grup toplantısı ise şiddetli tartışmalara sahne oldu. Milletvekilleri kötü gidişten bakanları sorumlu tutmaktaydılar.’ Burada ilginç olan nokta şu idi, milletvekilleri eleştiri oklarını doğrudan başbakana değil bakanlara yöneltmekteydiler. Bu tutum Osmanlı zihniyetinin silinmediğinin açık göstergesiydi. Çünkü Osmanlı’da da aydınlar padişahı değil, onun çevresindeki kimseleri suçlarlardı. Bakanlar çekilmek zorunda kalmışlardı, ancak başbakan Menderes, Mükerrem Sarol’un dahiyane(!) fikri ile kendini kurtarmıştı. Menderes gruptan sadece kendisi için güvenoyu istemişti, böyle bir fikir hiçbir memleketin demokrasi tarihinde eşine rastlanmayacak bir kurnazlığın ifadesiydi. Açıkçası, tam bir Şark kurnazlığıydı ve acıdır ki Türk Devriminin daha tamamlanmamış olduğu, bu hadisede dahi açıkça görülmekteydi. Çünkü tamamlanmış olsaydı, demokrasi kültürü yerleşmiş olur ve bu gibi Şark kurnazlıklarıyla hareket edilmeye tevessül edilmezdi. Nitekim demokratik bir kültürde, yöneticiler de dahil olmak üzere tüm yurttaşlar, demokratik olmayan kuralların uygulamaya kalkılmasının maliyetini hesaplama bilincine sahip olduklarından demokratik kurallara sahip çıkarlar. Oysaki Menderes ve ekibi, bu maliyet hesabından kaçınmıştı. 30 Kasım 1955 tarihinde Menderes kurtulmuştu. Menderes kurtulmuştu ama onu kurtaran adam kurtulamamıştı, Mükerrem Sarol 2 Aralık 1955 tarihinde, genel idare kurulunun aldığı ihraç kararıyla haysiyet divanına sevk edildi. Bu sürece dair Forum’da pek çok yazı kaleme alınmıştır. Ancak bunlardan en dikkat çekici olan tespit şudur: “Altı yıl evvel memleketimizde esmeye başlayan ümit ve heyecan havasının kısa bir zamanda 104 Meselelerimiz ve Manevi Hazırlık Zarureti, Başyazı, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955. 123 dağılıp kaybolduğuna şahit oluşumuz, muhakkak ki çağdaş siyasi ve içtimai tarihimizin en büyük hayal kırıklıklarından biri olarak hatırlanacaktır. Demokrasi namına yapılanlar, rejimi, bir polis devletine doğru sürüklüyordu, iktisadi kalkınma diye girişilen işler ise her gün memleketi biraz daha iktisadi gerilemeye doğru sevk ediyor. Tarihimizin iç ve dış alemde bizler için hazırladığı fırsatlar beceriksizce israf ve heder ediliyor. Dışarıda Cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla ve en son 1950 tecrübesiyle artık bize büyük işler yapmaya kadir, kabiliyetli bir millet sıfatıyla bakmaya hazırlananlar, bir zamanlar unutulmuş görünen ‘hasta adam’ sözünü tekrar kullanmaya başladılar.Demokrat Parti tecrübesi, özlü ve sistemli bir fikri muhteva kazanabilmek için uzun ve meşakkatli manevi hazırlık yapmayan siyasi hareketlerin kısa bir zamanda dejenere olmaya mahkum olduğunu bize göstermiştir.”105 DP bir çıkmaza girmişti. Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu demokrasiye sarılmaktı. Ancak DP demokrasiyi sadece bir araç olarak gördü. 13 Aralık 1955 tarihinde güvenoyu almadan önce Menderes, grupta eleştiri konusu olmuş her şeyi düzelteceğini vaat etmişti. Bu vaatler arasında anayasada demokratikleşme yönünde değişiklikler yapılması, seçim kanununda yapılan anti-demokratik değişikliklerden geri adım atılması, ispat hakkı meselesinin gözden geçirilmesi, bütçenin denk hale getirilmesi, vurgunculukla mücadele, karaborsa ile mücadele, ihtiyaç maddelerinin adil dağıtılması, emekli sandığı kanunu ve memuru ilgilendiren diğer kanunlarda yapılmış olan anti-demokratik değişikliklerden geri adım atılması vb. yer almaktaydı. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki tüm bu vaatler, DP’nin iktidarı CHP’den devraldığı koşulların temininden öte bir anlam taşımamaktaydı. Oysaki DP, 1950 seçimlerinde iktidara daha çok demokrasi ve daha çok kalkınma vaadiyle gelmişti. 1955 yılı sonu ise göstermektedir ki, DP hem siyasi hem iktisadi alanlarda memleketi 1950 noktasından da geriye taşımıştır. Bu noktada Forum’daki şu tespit ilginçtir: “1950’ye kadar elde ettiğimiz hürriyetleri ancak yeni bir değişmeden sonra tekrar elde edebiliriz. Demokratik rejim işlemez hale gelmiştir.” 1955 sonunda DP içinde kopan fırtınaların durulması sonrasında, Menderes birkaç ay kadar yumuşak bir politika izledi. Ancak Menderes Nisan 1956’da sertlik politikalarına geri döndü. Yargıçlar emekliye sevk edilmeye başlandı, basın kanununda daha da sıkı kontroller getirildi, üniversiteler üzerindeki baskı şiddetlendi, birçok akademisyen istifa etmek durumunda kaldı, işçi teşekkülleri kapatıldı, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu daha da sıkılaştırıldı, muhalefet partisi milletvekillerinin faaliyetleri engellendi, muhalefet partilerin toplanmaları yasaklandı, birçok gazeteci göz altına alındı, kimileri tutuklandı ve hapsedildi. DP diktatörlük rejimine doğru kaymaktaydı. Aydınlar endişe içerisindeydi. İşte bu koşullarda 27 Ekim 1957 genel seçimlerine gidilmişti. Söz konusu seçimlerde Forum, Hürriyet Partisini desteklemişti. DP üçüncü kez iktidar partisiydi. 1957 genel seçimlerinin sonuçlarına göre DP %47.7 ile 424 sandalye, CHP %40.82 ile 178 sandalye, CMP %7.19 ile 4, Hür. P. %3.85 ile 4 sandalye sahibi olmuştu. 105 Uzağı Düşünme Zamanı, Başyazı, Forum, sayı:51, 1 Mayıs 1956. 124 Görüldüğü üzere DP ile CHP arasında aldıkları oy oranı bakımından fark yüksek olmasa da çıkardıkları milletvekili sayısı bakımından fark çok büyüktür. Bu arada hemen şunu ilave etmek gerekir ki iktidar partisi 1954 genel seçimlerine göre oy kaybına uğramış, ana muhalefet partisi CHP ise oylarını yükseltmiştir. Kaldı ki önceki dönemde CHP’nin Mecliste 31 milletvekili olduğu hatırlandığında, bu rakamın 178’e çıkartılmış olması bir başarıdır. Şunu belirtmek gerekir ki DP’nin bu seçimlerde yürüttüğü propaganda faaliyeti ve seçimi kazanmak için iktidar olanaklarını fazlasıyla kullanması seçime gölge düşüren başlıca amil olmuştur. DP seçim kampanyasında CHP lilerin ‘komünist ve dinsiz’ olduklarına vurgu yapmış ve DP iktidarı döneminde açılmış olan cami ve imam hatip sayısını kullanmak suretiyle cahil halk kütlesinin dini inanç ve duygularına hitap etmeyi hedeflemiştir. DP ayrıca 1954 seçimlerinde yaptığı gibi Nurcuların desteğini almıştır. Bu seçimlerden Hür. Partinin başarılı olamaması üzerine Forumcular uzun tahliller yapmışlar ve bir müddet tüm partilere mesafeli tutum takınmışlar, ancak DP iktidarına yönelik eleştirinin dozunu artırmışlar, 1958 yılı ikinci yarısından itibaren ise CHP’ye örtülü destek vermişlerdir. Bu çerçevede Forum’un 1957 yılına dair şu değerlendirmesine yer vermek uygun olur: “1957 yılının Türk siyaset hayatında meydana getirdiği önemli gelişmelerden bir tanesi, Demokrat Partinin bir mutlak tek parti idaresi kurma temayülünü şuurlu ve kararlı hale getirmiş hatta bir doktrin olarak formüle edip açığa vurmuş olmasıdır. Partinin liderleri, sorumlu ve sorumsuz sözcüleri, Türk toplumunu, gerek kültür seviyesi, siyasal erginliği ve alışkanlık ve görenekleri bakımından, gerek içinde bulunduğu ekonomik şartlar bakımından Batılı anlamda demokratik bir düzene hazır ve elverişli görmediklerini, gerçek bir demokratik düzene kavuşabilmek için Türk toplumunun daha birkaç kuşak süresi beklemesi gerektiğine inandıklarını saklamamaktadırlar. Bunun için, Türkiye’de demokrasinin, müesseseler bakımından zaten asgari bir ölçüde bulunan teminatını büsbütün ortadan kaldırmak istemektedirler. O kadar ki, Cumhuriyetin tek partili çağında hazırlanmış bir anayasayı, o çağda benimsenmiş bir kuvvetler anlayışını hatta gene tek partili bir Millet Meclisi için hazırlanmış bir içtüzüğü bile Türk toplumu için bugün fazla ileri bulduklarını açığa vurmaktadırlar.”106 1957 seçimlerinden sonra ülkenin çeşitli illerinde gösteriler oldu, bu gösterilerde DP’nin usulsüzlük yaptığı iddia ediliyordu. Muhalifler kütükler düzenlenirken kendi adlarının listelere geçirilmediğini savunuyorlardı. Bu iddialar doğru olmalıydı ki bazı yerlerdeki itirazlar geçerli sayıldı, mesela Diyarbakır il seçim kurulu seçimlerin yenilenmesine karar verdi. 1957 seçimlerine gölge düşmüştü. Menderes ise 1957 seçimlerindeki usulsüzlükleri meşrulaştırmak için olsa gerek, 1946 seçimlerinde CHP’nin DP’ye baskı uygulamış olduğunu söylemekteydi. Menderes, bir anlamda ‘CHP ettiğini buldu’ demeye çalışıyordu. Böyle bir bakışın ise demokratik rejimde yeri olmadığı açıktı. Üstelik de CHP iktidarının 1946 seçimlerinde usulsüzlük yaptığı kabul edilse bile, 1950 seçimleri için bu iddia geçerli olamayacağına göre, Menderes’in on bir yıl öncesini kendisine referans alması makul gözükmemekteydi. 106 1957 Yılının Siyasi Panoraması, Başyazı, Forum, sayı:91, 31 Aralık 1957. 125 1958 yılına damgasını iktisadi bunalımlar vurmuştu. Birçok mal karaborsaya düşmüştü, dükkanlar önünde uzun kuyruklar sıklıkla görülür bir hadise halini almıştı. Zamlar birbirini takip ediyordu. 4 Ağustos 1958 tarihinde Türk parasının dış değeri üç mislinden fazla düşürüldü. Ülke borç batağına saplanmıştı. Kredilerin çevrilmesi güçlüğü borç ekonomisini büsbütün içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. İktisadi kötüleşme DP’yi geniş halk kütlesinin desteğini kaybetmemek için daha çok din istismarcılığına yöneltiyordu. Bu bahiste Forum’da şöyle denilmektedir: “Şimdiki Cumhuriyet Bayramları bilhassa her yıl muasır medeniyet yolunda biraz daha ileriye gidildiğini görerek sevinmeye alışmış gençlik kütlesi için artık birer üzülme, acınma ve hayal kırıklığı vesilesi olmaktadır. Her 29 Ekim günü, geride bırakılan cumhuriyet yılının muhasebesi yapıldığı zaman, ilerlemelerin kurtulmaların ve aydınlıkların yerine, gerilemeler, baskılar ve karanlıklar göze çarpmaktadır. Aslında hiç böyle olmaması lazım gelirdi. Türkiye’de cumhuriyetçi hareketin artık herhangi bir tehlike karşısında kalmaması lazım gelirdi. Fakat ne yazık ki Cumhuriyete karşı en büyük tehlike bizzat Cumhuriyeti tam anlamıyla gerçekleştiren hamlelerden sonra kendisini göstermiştir. Geriliğin mensupları, demokratik hayat içindeki siyasi mücadelelerde ne derece önemli bir yer işgal etmekte olduklarından tamamen haberdardır ve nihayet oy sandıklarında son bulacak açık artırmalarda kendilerinin ne kadar ağır basabileceklerini müdriktirler. En çok güvendikleri tarafları, sayılarıdır ve iktidar koltuğunda kalmak için sayılarından medet umacak olanların eninde sonunda kendi ellerine düşeceğinden emindirler. Nitekim 1957 seçimlerindeki muhalefet oylarının azametinden sonra, meydan nutuklarında geriliğe verilen tavizlerin artışı, onların bu faraziyelerinde pek de yanılmadıklarını göstermektedir.”107 Bu sözlerin yer aldığı yazının, Forum’un, CHP’ye örtülü destek vermeye başladığı döneme denk geldiğini hatırlatmak gerekir. 24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi, CHP’ye katıldı. Menderes bu birleşmeye dair ‘Haçlı cephesi’ nitelendirmesini yaptı. Bir ülkenin başvekilinin, muhalefet için sarf etmiş olduğu bu söz demokrasi için çok acıklı olmuştur. Çünkü bu söz, iktidarın muhalefetsiz olma isteğini ortaya koymanın yanı sıra, diktatörlük rejimi için milli iradenin alet edildiğine, daha genel ifadeyle demokrasinin demokrasiyi ortadan kaldırmak için kullanıldığına delil teşkil etmekteydi. Bu durumu ise ancak geriye gidişle açıklamak mümkündür. Forum bu bahiste şunları söylemektedir:“Demokrat Parti , çoğunluk partisi olarak memlekete karşı olan mesuliyetlerini gerektiği gibi benimsememiştir. Bunun en yakın misali, aylardan beri içtima etmeyen, Anayasanın sarih hükümlerine rağmen birçok bakanlıkları uzun müddetten beri vekaletle idare olunan, başbakanı devamlı olarak hükümet merkezi dışında ikamet etmekte olan, hükümeti demokrasinin ana prensiplerinden olan murakabe etmekten çekinmesi ile belirmektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihi içinde bu derecede murakabesizlik yoktu. Tek parti devrinde dahi hükümetler muntazaman toplanmakta ve müşterek mesuliyet esasına dayanarak 107 35. Yıl ve Yeşil Bayraklar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:111, 1 Kasım 1958. 126 memleket işlerini idare etmekte idiler. O zamanlar beğenilmeyen CHP hükümeti çok daha müessir bir şekilde murakabe etmekte idi. Şimdi görünen ise şudur. DP murakabe etmediği gibi murakabeye de mani olmaktadır. Hükümet, daha doğrusu DP genel başkanı, meclis grubunu, derin bir şekilde nüfuz ve murakabesi altında tutmaktadır. Çarklar tersine işliyor. Bunun içindir ki ileriye değil geriye gitmekteyiz.”108 DP’yi 1950’de iktidara taşıyan basın olmuştu. Ancak DP, iktidar olduktan sonra tek parti döneminde dahi görülmeyen bir baskıyı basına uygulamıştır. Forum bu minvalde şöyle demektedir: “Geniş ölçüde tenkit hürriyetinden faydalanmış bulunan Türk basını, 1946-1950 yılları arasında Demokrat Partinin gelişmesine, memlekette tanınmasına ve 1950 seçimlerinde iktidara gelmesine yardım eden başlıca faktörlerden biri olmuştu. O vakitlerde basın hürriyeti Demokrat Partinin başlıca sloganlarından birini teşkil etmekteydi. Yine o yıllarda ağır ve çoğu zaman tenkit hudutlarını aşan yazılara rağmen, istisna teşkil eden bir iki vaka dışında, hapis cezasına maruz bırakılmış gazeteci mevcut değildi. Basının Demokrat Partili liderlerin şahıslarına karşı hususi bir sempati duyması için hiçbir sebep mevcut değildi. Demokrat Partiye destek verilmesinin sebebi, daha çok hürriyet ve daha çok refah vaat etmiş olmasıdır. Fakat hiçbir millet, tarihinde demokrasi için yaptığı mücadele bu ölçüde hayal kırıklığına uğramamış ve uğratılmamıştır. 1950’den sonra yavaş yavaş anlaşılmıştır ki, bugün siyasi iktidarı ellerinde bulunduranlar, hürriyeti, kendi hürriyetlerini artırmak ve başkalarının hürriyetlerini daraltmak, hatta yok etmek için bir vasıta saymışlardır.”109 Forum’da yer alan birçok yazıda demokrasi ile iktisadi gelişmişlik arasında paralellik kurulduğu görülür. Örneğin bir yazıda şöyle denmektedir: “Demokratik müesseselerin başarıyla işleyebilmesi için zaruri şartlar arasında muayyen bir iktisadi gelişme seviyesinin ehemmiyeti zikredilebilir. Bugün demokrasinin en iyi işlediği Amerika, İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Avustralya gibi birçok memleketleri göz önüne getirdiğimiz takdirde, bu memleketlerin muayyen iktisadi gelişme safhasını aşmış oldukları müşahede edilir. Bir memlekette demokratik müesseselerin yerleşebilmesi için şart olan iktisadi gelişmenin seviyesi hakkında kemmi bir hudut tayin etmek şüphesiz mümkün değildir. Bununla beraber iktisadi gelişme, şehirleşme, sanayileşme, kuvvetli bir orta sınıfın teşekkül etmesi, eğitim, okuryazarlık ve basının gelişmesi için sağlam bir zemin hazırlamalıdır.”110 Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: ‘DP iktidarını yeniden ve yeniden üreten iktisadi az gelişmişliktir.’ Forum’un DP iktidarına yönelik eleştirileri 1960’ta tepe noktasına ulaşır. Forum, DP iktidarı tarafından baskı uyguladıkça eleştirileri yoğunlaşır, eleştiriler yoğunlaştıkça da iktidarın baskısı artar. Bu minvalde Forum’daki bir yazıdan şu sözleri nakletmek yerinde olur: “Son iki yılda iktidar partisinin büsbütün sinirli ve huzursuz olduğu görülüyor. Başarısızlıkları toplum gözünden saklanmayacak hale geldikçe, iktidar 108 Çarklar Ters Dönüyor, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959. İmtihan Edilen İnkılaplar, Başyazı, Forum, sayı.139, 15 Kasım 1959. 110 Aydın Yalçın, Türkiye’de Demokrasi, İncelemeler, Forum, sayı:120, 15 Mart 1959. 109 127 partisinin hırçınlığı da siyaset alanında kendisini çıkmazdan çıkmaza sürüklüyor. Çünkü iktidar başarısızlığını kabul edip, bunun gerçek sebebini kendi tutumunda, politikasında arayıp, gerekli değişiklikleri yapacağı yerde, başarısızlıklarını örtmek için sert tedbirlere gidiyor. Sanıyor ki bu başarısızlıkların yazılıp söylenmesi önlenirse, iktidarlarının ömrü bütün başarısızlıklarına rağmen devam edecek.”111 DP’nin 1954 yılından itibaren giderek artan anti-demokratik politika ve uygulamaları özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerde de huzursuzluk yaratmaktaydı. Bilindiği üzere Atatürk, Türk Devrimin koruyucuları arasında orduyu da saymış, bununla beraber ordunun siyasetten uzak tutulması için de gerekli tedbirleri almayı ihmal etmemiştir. Dolayısıyla DP’nin rejimi krize sürüklemesi hadisesine kadar siyaset ile ordu arasında bir ilişki mevzu bahis değildi. Ordu, sadece dış tehdit bağlamında vatan savunmasından mesul olarak görülmekteydi. Ancak Aralık 1957’de, dokuz subayın hükümete karşı gizli bir tertip hazırlamakta olduğu öğrenilmişti. Bu hadise, küçük ölçekli bir hadise olmasına rağmen, askerin iktidarın faaliyetlerinden duyduğu memnuniyetsizliğin çok açık işareti olması bakımından önemliydi. 16 Ocak 1958 tarihinde Menderes, bu dokuz subayın tutuklanmış olduğu bilgisini kamuoyuna verdi. Menderes’in bu tutumu, kamuoyu ile icraatlarını paylaşma isteğinden ziyade, benzeri kalkışma yapma niyetinde olanlara bir mesaj vermek olarak okunabilirdi. Ali Fuat Başgil, ‘Dokuz Subay Hadisesi’ni şöyle anlatır: “Basın Menderes hükümetine merhametsizce hücum ediyordu. Bir taraftan basının tahrikleri, diğer taraftan Halkçıların propaganda seyahatleri ile memleket baştan başa bulgur kazanı gibi kaynar hale gelmişti. Halkçıların çevirdiği gizli dolaplar üniversite gençliği arasında olduğu gibi ordu içinde de yayılıyordu. Muhalefet 14 Temmuz 1958’de Bağdat’ta yapılan ihtilali alabildiğine istismar ediyordu. ‘Zalimleri yıkmak için gereken cesaret bizim ordumuzda ve gençliğimizde de vardır’ şeklinde etrafa sloganlar yayılarak gençlik ve ordu tahrik ediliyordu. CHP çevrelerince bu manada girişilen kesif propaganda, tesirini göstermekte gecikmedi. Bu şekildeki tertiplerin tesiri altında kalan birçok subay gayrimemnunlar sınıfına geçti. Bu memnuniyetsizlik ilk defa, meşhur ‘Dokuz Subay’ hadisesiyle tezahür etti.” 112 Bu hadise Irak’taki darbeden önce gerçekleşmiştir, oysa ki Başgil, sanki hadise Irak’taki darbe sonrasında olmuş gibi göstermektedir. Ali Fuat Başgil bu yolla, CHP’ye atfettiği dedikoduların meşruiyetini sağlamayı ve bu meşruiyeti de ordu-CHP bağı iddiasının kanıtı olarak sunmayı amaçlamaktadır. Başgil, hadisenin detayına dair ise şunları söyler: “Bu komplo için aralarında General Faruk Güventürk (DP hükümetinin sert muhalifi, halen Kayseri Askeri Garnizon Kumandanı) ve Albay Cemal Yıldırım’ın (halen emekli) bulunduğu dokuz subay bir araya gelmişti. İddiaya göre, bunlar DP hükümetini devirip, iktidarı İnönü’ye teslim etmeye karar vermişlerdi. Komplo, bir muvaffakiyetsizliğe uğramaktan korkan elebaşlarından Yarbay Samet Kuşçu tarafından ihbar edildi. Menderes hükümetinin basiretsizliği o hale gelmişti ki, tertipçi dokuz subay derhal 111 112 Resmi İlan Tehdidi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:141, 1 Şubat 1960. Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, İstanbul:Çeltüt Matbaacılık, 1966, s.117. 128 tevkif edilir edilmez hadise, Askeri Mahkemeye getirildi. Uzun süren bir davadan sonra, verilen hükmün esbabı mucibesine göre, komployu ihbar ederek arkadaşlarına iftira etmiş ve onlar hakkında yalan beyanda bulunmuş olmaktan dolayı on sene hapse mahkum edilen Yarbay Samet Kuşçu hariç, diğer bütün sanıklar, delil yokluğundan berat ettiler.” Başgil’in Menderes hükümetini ‘mağdur’(!) olarak göstermesi çok ilginçtir. Aynı mağdur hükümet Başgil’e göre, yine bu mağduriyeti sebebiyle, Mecliste, Tahkikat Komisyonu kurdurmuştur. Başgil’in sözlerinden, Menderes hükümetinin mağduriyetinin, muhalefet partilerinin kapatılması ile son bulacağı iddiasını çıkarmak mümkündür. Şu halde Başgil, 27 Mayıs müdahalesini, DP’nin elindeki mağduriyetten kurtuluş reçetesini yani Tahkikat Komisyonu uygulamalarını alması bakımından gayri meşru görmektedir, denilebilir. Tekrar, ordunun müdahaleye giden süreçteki huzursuzlukları bahsine dönülürse; Türk ordusunun DP’nin icraatlarından huzursuzluğunu Atatürk’ün onlara yüklediği sorumluluğun yanı sıra, özellikle 1950 sonrası hızla artan Amerikan yardımı ile ordu mensuplarının yurt dışında eğitilmesi olanaklarının artması, bunun bir neticesi olarak da ordu personelinin Batı demokrasilerini oralarda bulunmak suretiyle yakından tanıma imkanı bulmaları ve Türk demokrasisi ile Batı demokrasisini mukayese etmeleri suretiyle, DP icraatlarının Türk demokrasisini aşırı sağ ve aşırı sola tehditlere açık hale getirdiğini sarih olarak görme imkanı bulmaları ile de açıklanabilir. DP’nin iktisadi politikalarının Türkiye’yi dışa bağımlı hale getirmesi, iktisadi geri kalmışlığın müzminleşme işaretleri göstermesi öte yandan Batılı memleketlerin gelişmişliği ile Türkiye arasındaki makasın gittikçe açılmış olduğunu gözlemlemiş olmaları, genç subayları DP yöneticilerine karşı daha tepkili hale getirmiştir. Dolayısıyla ‘Türk ordusunun ezelden beri CHP’nin destekçisi olduğu ve bu sebeple DP karşıtı bir tutumu hep muhafaza etmiş olduğu’ şeklindeki bir iddia geniş bir perspektiften bakıldığında mesnetsiz kalmaktadır. Hemen şunu belirtmek gerekir ki 1950’de DP iktidara gelir gelmez, orduda bir ‘temizlik’(!) hareketine girişmiştir. Bu bağlamda 1950’ye kadarki dönem için bu iddianın doğruluğu kabul edilse bile, 1950 sonrası için bu iddia geçerliliğini yitirmiş bulunmaktadır. Türk siyasal yaşamında kimi çevrelerce, İnönü’nün DP iktidarına karşı ‘Türk ordusunu kışkırtmış’ olduğu iddiası da asılsız iddialardan bir tanesidir. Bu, bir açıdan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin artan Amerikan yardımıyla hem teknik olarak hem de personel eğitimi bakımından daha donanımlı hale geldiği hatırlandığında Türk subaylarının tahlil gücünden yoksun olduğuna işaret eder, ki bu tarihi gerçekleri görmemek anlamı taşır. İkincisi, DP’nin ülkeyi iktisadi, siyasi ve toplumsal bir krize sürüklediğini görebilmek derin düşünmeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. Nitekim gazetelerin ‘beyaz sütunlarını’ görmek bile kendi başına DP politikalarını değerlendirmek açısından kafidir. Dolayısıyla eğer bir ‘kışkırtma’ bahsi açılacaksa, ‘Menderes, Türk subaylarını DP’ye karşı kışkırtmıştır’ demek daha isabetli olacaktır. Kaldı ki, Turgut Göle’nin Meclis salonunda kafasına baston yemesi, DP li milletvekillerinin muhalefet milletvekillerine çok ağır küfürler etmesi gibi olaylar hatırlandığında, meselenin CHP’den taraf olmak şeklinde değil, demokrasinin yok edilişine karşı çıkmak bağlamında değerlendirilmesi daha yerinde olur. 129 DP, ülke krize sürüklenirken, bir yandan radyoyu partizanca kullanmaya devam etmekte, ‘besleme basın’ yoluyla ülkenin iktisadi sıkıntılarının gizlenmesini temin etmekteydi. Burada basın mensuplarının düşük ücretlerle baskı altında tutulmasının da basın özgürlüğü için bir tehdit oluşturmuş olduğunun altını çizmek gerekir. Nitekim Forum basın ücretlerinin düşüklüğünün doğuracağı zararlara dair şunları söylemektedir: “İstanbul’da yani basının en toplu ve en kuvvetli bulunduğu şehirde gazetecilerin ücretleri; muhabirler için 275 lira, gece çalışan musahhihler için brüt 250 lira, gündüz çalışan musahhihler için brüt 225 liradır. Ücret seviyelerinin düşüklüğünün zararları çoktur. Ücretlerin azlığı gazetecileri birkaç işi birden yapmaya mecbur etmektedir. Başka memleketlerde üç, dört gazetecinin yaptığı işi bizde tek gazetecinin omuzlarına yüklenmektedir. Bir gazetecinin birkaç işi bir arada yapması da ihtisaslaşmaya engel olmaktadır. Bir bölümde derinleşmek imkanı kalmamıştır. Gazetecilerin kitap ve dergi okumaya da vakitleri kalmadığı için birçok alanlarda fikir seviyesi gerekli derecede yükselmemektedir. Ücret azlığı gazeteciyi çok çalışmaya zorladığı için, gazetecilerin çevresi ile temas imkanları azalmaktadır. Gazetecilerin çoğu halkın içine girmek, halkın gerçek dertleriyle derinlemesine uğraşmak, inceleme gezileri yapmak için zaman bulamamaktadır. Ücretlerin düşüklüğü yüzünden iyi niyetli ve kabiliyetli bazı gazeteciler mesleği bırakarak başka iş kollarına geçmekte, kabiliyetli birçok gençler ise gazeteciliğe heves etmemektedirler. Dar sayıda bazı gazetecilerin de meslek dışında bir takım gelirler sağladıkları zaman zaman görülmektedir. Bu gibi kimselerin verecekleri haberler objektif olmayabilir. Bunun önlenmesi de ücretlerin yükseltilmesine bağlıdır.”113 DP, ülke krize sürüklenirken, ülkenin iktisadi sıkıntılarının gizlenmesini temininde araç olarak besleme basın organlarını kullanmakta, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan dış politika çizgisinin eleştirilmesini popüler kültür bombardımanı ile sildirmeye çalışmakta, kurduğu Vatan Cephesi ile eğitimsiz geniş halk kütlesini kendi tarafında tutma gayretleri göstermekte, bu Cepheye katılımın yüksek olduğu görüntüsü vermek üzere ölmüş kimselerin isimleri ile yeni doğmuş bebeklerin ve çocukların isimlerini radyoda Cepheye yeni katılan kişilerin isimleri olarak okutmakta, ‘bir gün herkes DP li olacak’ mesajını her fırsatta topluma vermekte idi. Sina Akşin, ‘Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi’ kitabında, Vatan cephesini kuranlar ve bu cepheye katılanların adlarının radyoda okunmasının siyasal gerilimi büsbütün artıran bir kampanya olarak değerlendirir.114 DP iktidarı, ülkede huzuru sağlayacak yere, iktidarın, ülkedeki gerginliğin bizatihi yaratıcısı olması bakımından, 1959 ve 1960 yılları, Türk demokrasisinin, 1923’ten itibaren yaşadığı en buhranlı yılları olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki, huzursuzluk gün be gün daha da artmaktaydı. İktidar sahipleri CHP’nin kapatılması bahsini açmaktan çekinmemekteydiler. CHP’yi ‘bir fesat ve melanet yuvası’ olarak tanımlamakta ve CHP’nin demokrasiye zarar verdiğini iddia etmekteydiler. Bu iddialara CHP’nin basın yoluyla cevap vermesinin önüne engeller konulmaktaydı. Bu bağlamda Forum’dan bir yazıdaki şu sözleri nakletmek yerinde olur: “Basınımızın nasıl bir zihni atalet içine girdiğini müşahede etmek insana hüzün veriyor. Ne dünya 113 Basın Ücretlerinde Düşüklük ve Zararları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:49, 1 Nisan 1956. Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (1789-1980),Ankara: İmaj Yayıncılık, 2001, s.238. 114 130 meselelerinin künhüne inmek, ne de milli meseleleri bütün karmaşık yönleri ile gösterebilmek gayreti gözüküyor. Basının dördüncü kuvvet olduğu unutuluyor. Eğlenceli fıkralar, çekici fotoğraflar, merak uyandırıcı maceralar, basının okuyucuya sunduğu biricik gıdalar haline geldi. İktisadi, sosyal, siyasi, kültürel hayatımızın birbirleri ile ilgili meseleleri ve hele siyasi iktidarın icrası tarzından çıkan hayati problemler unutuluyor. Sanki bunlar hiç yokmuş gibi davranılıyor. Oysaki her zaman meselelerimizi konuşmalıyız. Böyle bir muhiti yaratmaya savaşmalıyız.”115 İnönü’nün Şubat 1960’da Konya’ya yaptığı gezi Türk demokrasisinin ortadan kalkmış olduğunun açık deliliydi. Bu gezide polisler CHP li yurttaşların üzerine yürüdüler. Daha ötesi polis; cop, kırbaç ve gaz bombası kullanmaktan imtina etmedi. Bu şiddet olaylarından sonra DP iktidarı hızını alamamıştı, 12 Nisan 1960 tarihinde DP Meclis grubu toplantısında, CHP hakkında Meclis tahkikatı açılması kararı verildi. Bu karara dair önerge 18 Nisan 1960 tarihli Meclis oturumunda kabul edildi. Komisyon üç yasak kararı aldı: Partilerin kongreleri, toplantıları, bütün siyasal faaliyetleri, yeni örgüt kurmaları; Komisyonun faaliyetlerine dair tüm yayınlar ve Meclisin tahkikat kararı ile ilgili müzakerelerin yayını yasaklanmıştı. O tarihe kadar karartmalı olan Türkiye tablosu, artık büsbütün karanlığa bürünmüştü. Tüm yurtta gösteriler başladı. Menderes’in bu gösteriler karşısındaki tutumumu artan oranda tehdit savurmak oldu. 2 Nisan 1960 tarihinde İstanbul’da toplanan NATO Bakanlar Konseyine katılan yabancı temsilciler ve basın mensupları, Türkiye’nin karanlığa gömülmüş olduğunu kendi gözleriyle gördüler ve kendi memleketlerine döndükten sonra bunu bütün dünyaya yansıttılar. Türkiye’nin 1950’den itibaren azalan itibarı, 1960 Mayıs ortasında sıfır noktasına gelmişti. Ancak ilginç olan DP liler hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyorlardı. Menderes akli muvazenesini kaybetmiş olmalıydı çünkü tüm memleketteki sesleri duymamak olası değildi. Menderes ve DP bir batağın içinde dibe doğru inmekteydiler ancak beraberlerinde Türk ulusunu da aşağı çekmekteydiler. Forum’un 15 Mayıs 1960 tarihindeki başyazısındaki şu sözler ilginçtir: “Demokrasi şeklini muhafaza ederek parti tahakkümü rejimini daha fazla devam ettirmek, ismen demokrasi olan ve fakat hakikatte demokrasinin kaide ve müesseselerini tahrip eden bir sistemi daha bir müddet devam ettirmek imkansız hale gelmiştir. Demokrasi rejimi, muayyen olan bazı müessese ve tedbirleri ihtiva etmesi lazım gelen bir rejim olmakla beraber, her şeyden önce bir zihniyet ve davranış meselesidir. Demokrasinin mevcudiyeti, her şeyden önce fertler arasında tahammül zihniyetinin gelişmesine, muayyen oyun kaidelerine boyun eğen bir davranışın cemiyete hakim olmasına bağlıdır. Muhalefetin ezilmek istendiği, hür basının susturulduğu, müstakil fikir hayatına son verildiği bir manevi ve içtimai iklimde demokrasi olmaz. Keza, vatandaşların mensup oldukları partilere göre muamele gördükleri yerde demokrasiden bahsedilemez. DP iktidarında demokrasiden ayrılma hareketi, bariz olarak 1954 senesinde başladı. Bu tarihten sonra, hukuki demokrasi rejimini adım 115 Basında Zihni Atalet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955. 131 adım ortadan kaldıran tedbirler silsilesi herkesçe malumdur. Milletin seçeceği yol netice itibariyle Türk halkının davranışına bağlı bulunmaktadır. Halk, dört senede bir yapılacak serbest bir seçimle istediklerini işbaşına getirmek hakkını muhafaza etmek istiyor mu? Halk idarenin keyfi bir surette yürütülmesine muhalif olup, hükümetin söz ve yazı ile murakabe edilmesine taraftar mıdır? Halk idareyi bir zümreye münhasır bir imtiyaz olarak mı kabul eder, yoksa idarenin değişmesine ve ehil insanların idare mevkilerine yükselmesine taraftar mıdır? Önümüzdeki yıllarda, siyasi kaderimiz halkın bu mevzulardaki tutum ve seçimine bağlı olacaktır.”116 Forum’un bu başyazısından on gün sonra yani 25 Mayıs 1960 tarihinde Menderes, Meclis Tahkikat Komisyonunun tasarlanandan daha önce çalışmalarını neticelendirmiş olduğunu ilan etmişti. Komisyon bir ay içerisinde çalışmalarını tamamlamıştı. O halde kamuoyu bu raporun açıklanmasını bekleyecekti. Aslında rapordan çıkacak olan karar belliydi: ‘CHP’nin kapatılması.’ Nitekim 1959’dan bu yana DP liler bu isteklerini çeşitli vesilelerle dile getirmekten kaçınmamışlardı. Forum’da ise Muammer Aksoy bu bahiste ‘Halk Partisini Kapatmaya Kimsenin Gücü Yetmez’ başlıklı incelemesinde şöyle demekteydi: “Milli hakimiyet prensibinin gelişmesindeki ilk basamağı teşkil eden devrenin üzerinden on yıllar geçmiştir. Çok geride kalan o devre süresince millet hakimiyeti esasının tam olarak tatbik edilmemesi yani tek parti sistemine başvurulması, geçici bir tedbirden ibaretti, tarihe mal olan seri halindeki devrimlerimizin yarattığı bir zarurete dayanmakta idi. 1960 yılını yaşadığımız bu günlerde ise inkılapları gerçekleştirmiş, çok partili hayata on beş yıl önce girmiş bulunmaktayız. Ve nihayet unutmamamız gerekir ki, o geçici ve kaçınılmaz devrede bile, millet hakimiyetinin yerine kısmen ve sınırlı olarak kaim olan semboller, Atatürk ve İnönü gibi milli kahramanların manevi otoritesine dayanmaktaydılar. DP liderleri ise ancak milli hakimiyete dayandığı müddetçe otoriteye sahip olabilecek alelade fanilerdendir. Onların tek parti rejimine yeltenmeleri kendileri için pek büyük hüsranla neticelenir.”117 Forum, 147. sayısını DP iktidarının engellemesi sebebiyle okuyucularına ulaştıramamıştır. Bu sayının okuyuculara ulaşması 27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesi sonrasında gerçekleşebilecektir. Bu müdahalenin tek sorumlusu Menderes ve ekibi olmuştur. Türk demokrasi tarihinde sonraları çokça tartışılacak olan Türk ordusunun siyasete müdahalesine ilk kapıyı açan Demokrat Parti idarecilerinden başkası değildir. Demokrat Parti, demokrasiyi kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmak istemiştir. Buna ise Türk aydınları seslerinin çıktığınca karşı durmuşlardır. Kuşkusuz, müdahaleden önce DP diktatörlüğü geniş halk kütlesi desteğini tamamen yitirmiş değildir. Türk Devrim süreci tamamlanmadan 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesi ve iktidarda kalmak için geniş halk kütlesinin bilgisizliğinden istifade etmesi, daha ötesi aydınlar ile bu kütle arasındaki bağları dini kullanarak kesmesi, bu kütlenin ülkenin siyasi alandaki krizin fakına varmasını engellemiştir. Kaldı ki iktisadi alandaki kriz ortamında dahi bu kesimin desteğini sürdürmek için, bu kesime yönelik harcamalarda kesintiye gitmemesi, DP’nin bu kesim gözündeki değerini sabitlemiştir. Dolayısıyla Türk 116 Yol Kavşağında, Başyazı, Forum, sayı:147, 15 Mayıs 1960. Muammer Aksoy, Halk Partisini Kapatmaya Kimsenin Gücü Yetmez, Forum, sayı:147, 15 Mayıs 1960. 117 132 aydınları, DP’ye karşı geniş köylü kütlesi ile işbirliğine gidebilme imkanından yoksundu, bir diğer deyişle aydınlar, Türk ulusu adına demokrasi için direnme hakkını, silahlı örgüte sahip olan ülkedeki yegane kurum Türk ordusu ile birlikte kullanmaktan başka seçeneğe sahip değildi. Burada ‘direnme hakkı’ ifadesinin 1961 Anayasasının başlangıç kısmında yer aldığının altını çizmek gerekir. Şöyle denilmektedir: “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…..”118 Görüldüğü üzere Anayasa ‘zora’ a karşı direnişi bir hak saymıştır. Bu bağlamda Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi Mümtaz Soysal, ‘zora karşı gerekirse zor ile karşı çıkmanın Ortaçağ Hıristiyan ideolojisinden itibaren var olageldiğini belirtir, ‘direnme hakkının’ başlangıç bölümünde anılmasını isabetli bulur ve şöyle der: “Daha önce konan kurallardan ayrılmış ve zulüm yoluna sapmış bir kuvvet karşısında zor kullanarak direnmek, insanların doğal davranışlarına ve içgüdülerine de uygun olabilirdi ama, bu direnmenin bir anayasa hakkı olarak hukukça düzenlenmesi, kurulu düzenin, daha doğrusu kurulu düzen adına kuvvet kullanmak isteyenlerin karşısına sürekli bir engel koymuş olacaktı. Ama öte yandan birçok kişiye göre 27 Mayıs hareketini geçerli bir hukuk temeline oturtabilmenin tek yolu da böyle bir hakkın varlığını kabul etmekti. Bu durumda ‘direnme hakkı’nı Anayasanın maddeleri arasına açık bir hüküm olarak koymayıp Başlangıç kısmında dolaylı bir biçimde böyle bir haktan söz etmek en doğru yol olarak göründü. Direnme sözü, Anayasayı çiğnemeye kakışacak yöneticiler için bir uyarı niteliği taşıyacaktı.”119 Şu halde, 1961 Anayasasında ‘direnme hakkı’ bir madde olarak tanzim edilmemiş ve bu suretle, düzen bir kez kurulduktan sonra yeni kalkışmalar için meşru bir zemin yaratılmamıştır. Öte yandan bu hak, Anayasanın başlangıç kısmında yer almış ve böylece iktidar sahiplerine Türk ulusunun gerektiğinde bu hakkını kullanabileceği mesajı verilmiştir. 1960 müdahalesi liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm aydınları ve orta sınıfı rahatlatmıştı. Bununla beraber, hem o dönemde hem de sonrasında bu müdahale ile CHP arasında paralellik kurmak isteyen, aşırı sağ ve aşırı sol cereyanları savunan kimseler çıkmıştır. Bu kimseler DP’nin on yıllık baskı rejimini ve ülkeyi iktisaden batağa sürüklemesini, dış politikada ulusal çıkarları borç ekonomisi sürdürmek için harcamasını, icraatları ile gelir dağılımında adaletsizlik yaratması ve bunu kronikleştirmekten geri durmamasını görmezden gelip; sadece Menderes’in Tahkikat Komisyonunun raporunu tamamladığını ve raporun sonuçlarını kısa zaman içinde duyuracağını belirttiği 25 Mayıs 1960 tarihli konuşmasını esas alarak; ‘Türk ordusu CHP ile ilişkilerinin ortaya çıkmasından endişelendiği için Menderes’in konuşmasından iki gün sonra darbe yaptı’ şeklinde iddialarda bulunmuşlardır. Bu ve benzeri iddialar çoğaltılabilir, bunları 118 119 Ali Gevgili, Yükseliş ve Düşüş, İstanbul:Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, s.163. Mümtaz Soysal, Anayasanın Anlamı, İstanbul:Gerçek Yayınevi, 1979, s.109. 133 yanlışlayacak karşı iddialar da sunulabilir, ancak şunu belirtmek gerekir ki, raporun sonucu açıklanmadan önce de ‘CHP’nin kapatılması’ kararı belliydi. DP, CHP’yi kapattıktan sonra genel seçimlere gitmeyi planlıyordu. Çünkü DP politbürosu, her ne kadar geniş köylü kütlesinin desteğini arkasında hissetse de, ilk genel seçimlerde iktidardan ayrılmak ile karşı karşıya kalabileceği ihtimalini düşünmekteydi. DP’nin muhalefette, CHP’nin iktidarda olduğu bir düzende ise, DP liler kendilerinin uyguladıkları baskı rejiminin CHP lilerin de DP lilere uygulayacağına inanmaktaydılar. Burada ilginç olan husus şudur, DP lilerin herkesi kendileri gibi demokrasiye inanmayan kimseler zannetmeleridir. Daha açık bir dille herkesin ‘demokrat’ kimliği altında otoriterliği beslediğini düşünme eğilimi içinde olmalardır. CHP’nin 27 Mayıs müdahalesi öncesinde demokrasiyi savunduğundan kuşku duymak özellikle yakın dönem Türk siyasal tarihini de meşgul eden meselelerden biridir. Buradaki yaygın tavır -ki tavır özellikle bugün sosyal demokratlar, liberal demokratlar, muhafazakar demokratlar, ulusal sosyalistler, demokratik sosyalistler, liberal sosyalistler, Marksist sosyalistler, İslamcılar, Türk-İslamcılar tarafından sahiplenilmektedir- cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin mevcudiyetinin yokluğu iddiası etrafında belirmektedir. Bu iddianın özellikle totaliter siyasi hareketler tarafından benimsenmesinin sebebi ise, söz konusu iddianın, kendilerinin demokrasi karşıtlığını tartışmanın zemini kayganlaştırmasıdır. Liberal demokrasi ideolojisini savunanların haricindeki aydınlar tarafından bu iddianın öne sürülmesi, savundukları ideolojilerin gelişim süreçleri bakımından tutarlılık arz etmektedir. Ancak liberal demokrasi ideolojisi için aynı değerlendirmeyi yapmaya imkan yoktur. Çünkü Forum Dergisi çatısı altında 1954-1960 yılları arasında yedi yıl liberal demokratlar ve cumhuriyetçi demokratlar güç birliği yapmışlardır. 1958 yılı ortasından itibaren liberal demokratlar CHP’ye destek vermişlerdir. Kuşkusuz aydınlar, DP iktidarına karşı yapılan işbirliğinin askeri müdahale ile değil seçimler sonucunda bir iktidar değişikliği ile sonuçlanmasını istemişlerdi. Fakat dönemin ağır koşulları hatırlandığında askeri müdahale dışında bir seçenek kalmadığı açıktı. Dolayısıyla, sonraki yıllarda, liberal demokratların, ‘tarihi yeniden yazarak’ cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin var olmadığını iddia etmeleri, tarihe karşı bir hiledir. İlaveten, CHP ile askeri müdahale arasında bir ortaklık olup olmadığı incelendiğinde, CHP’nin askeri müdahaleden kazançlı çıkmadığı gerçeği, bir ortaklık olmadığına delil olarak gösterilebilir. Eğer DP, müdahaleden önce, baskı politikasını bir yana bırakıp, genel seçimlere gitme kararı almış olsaydı, büyük bir ihtimalle CHP iktidar partisi olarak çıkacaktı. Dolayısıyla, CHP ile askeri müdahale arasında bir birliktelik olduğu varsayımında bulunmak ve bu varsayımdan hareketle, CHP’nin o dönemde demokrasi karşıtı olduğunu söyleyip, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin yokluğunu öne sürmek, bilimsellikten uzak bir yaklaşımdır. 134 4. 27 Mayıs Müdahalesi 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin sorumlusu DP yöneticileri ve özellikle Menderes idi. Menderes özellikle 1960 yılı başından itibaren ruhi bozukluk içerisindeydi. İktisadi, siyasi ve toplumsal alanda her şey kötü gitmekteydi. Üniversite öğrencileri sokaklara dökülmüştü. Aydınlar, Menderes hükümetini demokrasiye çağırıyorlardı. Menderes ise tüm bu olup bitenlerin dışında bir Türkiye tablosu içinde olmak istiyordu. On yıllık iktidarının muhasebesini yapmak istemiyordu. İşte bu sebepledir ki 11 Mayıs 1960 tarihinde Meclis, gerekçe gösterilmeden on bir gün tatil edilmişti ve başbakan Ege gezisine çıkmaya karar vermişti. Menderes geniş halk kütlesinin kucağına kendini atıp, güven tazelemek istiyordu. Menderes, ülkenin demokrat insanlarının desteğini önemsemiyor, demokrasi kültürünü henüz benimseyememiş, bilgi düzeyi düşük, eğitim almamış, eğitim almışsa da eğitilmemiş kalabalıklardan medet umuyordu. Oysaki henüz daha Mayıs’ın başında iken, anti-demokratik adımlarını geri alacağını ilan edip, sonra anti-demokratik uygulamaları geri alıp, genel seçimlere gidileceğini ilan edebilir; 1954 ve 1957 seçimlerinde yapılmış olan usulsüzlükleri tekrarlamayacağını taahhüt edebilir ve bu taahhüdü yerine getirebilir ve yapılacak genel seçimlerin hazırlık sürecinde öncekilerde yapmış olduğu din istismarcılığını kenara bırakıp, geniş köylü kitlesini oy deposu görmek yerine onları yurttaş olarak gördüğünü ortaya koyan bir programla seçime katılma yolunu seçebilirdi. Böylelikle tek parti döneminden kalma ve DP iktidarının çıkarttığı bütün kanunların yeniden düzenlenmesi ve bu kanunlarla bağdaşır bir anayasanın yapılması da seçim sonrası döneme ertelenebilirdi. On yıl geç kalınmış olsa dahi, Demokrat Parti adına yakışır bir şekilde Türk demokrasi tarihinde, sarsıntısız bir yeni anayasa yapma sürecini hazırlayan parti olarak yerini alabilirdi. Dolayısıyla Türk siyaseti de askerin müdahalesi mefhumu ile tanışmayabilirdi. Bütün bunlar gerçekleşmiş olsaydı demek hiç şüphesiz ki gerçekleri değiştirmemektedir. Öte yandan tüm bunlar gerçekleşmiş olsaydı, Türk demokrasisi kurumsallaşabilir ve rejim davası çözülmüş olduğundan, iktisadi geriliği ortadan kaldırmak için mücadele öne çıkartılabilir ve bir kez az gelişmişlikten kurtulduktan sonra geri-ileri kuvvetler tehlikesi, Türk siyasal yaşamından on yıllık DP uygulamalarının etkisi kısa dönemde değil ama uzun dönemde silinebilirdi. Böylece iktisadi geri kalmışlık ve geri kuvvetler fasit dairesi kırılabilmiş, Türkiye Batı medeniyeti içindeki 1923 Türk Devriminde öngörülen yere oturabilmiş olurdu. Şunu hemen belirtmek gerekir ki askeri müdahaleden sonra da bu, başarılmaz değildi. Başarılabilirdi ama bunun için önce modernleşme, kapitalistleşme ve demokratikleşme süreçlerinin yani Türk Devriminin tamamlanması gerekmekteydi. Bu ise serbest seçim ortamına aynı toplumsal yapıyla girildiğinden, kaldı ki elde geniş özgürlükçü bir anayasa ve aşırı sağ ve aşırı sol eğilimleri beslemeye hazır bir Soğuk Savaş ortamı mevcutken, bu başarıya ulaşılması oldukça zor gözüküyordu. Ancak yine de eğer bu müdahale sonrasında, DP tabanına oturmaya niyetli partilerin yöneticileri demokrasiye inanmış olsalardı, bu başarı erişilmez değildi. 135 Demokrat Parti kapatılmış olsa da, liderleri idam edilmiş olsa da, Demokrat Parti tabanı durmaktaydı ve serbest seçim düzeninde aynı tabana oturmak isteyen partiler vardı. İşte bu durum, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin ilk yıllarında, İnönü’nün ise ondan sonraki dönemde ve aslında tüm Cumhuriyet kadrosunun silmeye çalıştığı zihniyetin silinememesi halinde, kurumları ve kişileri ortadan kaldırmanın çözüm olmadığının açık ispatı idi. Bu bağlamda, şu söylenebilir, ‘Türk demokrasisi düşe kalka kurumsallaşabilirdi, Demokrat Parti iktidarına müdahale edilmemeliydi.’ Hatta bu minvalde şu da söylenebilir, ‘Demokrasinin gelişimi yüzmeyi öğrenmek gibidir, su yutmadan yüzme öğrenilmez.’ Pek tabii su yutmadan yüzme öğrenilmez, ancak yüzmeyi öğrenecek kişi de akıntının olduğu denizde yüzme öğrenmeye çalışırsa, boğulur. Kişi yüzmeyi öğrendikten sonra, ki çok iyi bir yüzücü olmasına gerek olmadan, isteyerek veya istemeyerek akıntılı bir denizde yüzme tecrübesi yaşarsa, boğulma ve kurtulma ihtimali yarı yarıyadır. Bir kez kurtulursa, bu tecrübeden hareketle, aynı durumda isteyerek veya istemeyerek kalması halinde ise akıntı ile nasıl mücadele edeceğini bilir. Ancak tecrübeli bir yüzücü de boğulabilir. Batı demokrasilerinde bu benzetmeyi gerçekleyecek sayısız örnek verilebilir. Mesela Alman demokrasinde Hitler örneği, Avusturya demokrasisinde Haider örneği, Fransız demokrasisindeki örnekler gibi. ‘Menderes şöyle yapsaydı, böyle olurdu, DP böyle yapsaydı şöyle olurdu’ kabilinden önermeler kurmak ve farklı olasılıkları bir araya getirip farklı sonuçlar çıkarmak fikir idmanı yapmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Menderes müdahale olduğu son güne kadar on yıldır sürdüğü çizgisini sürdürmüştür. 21 Mayıs’ta Harbiyelilerin yaptığı yürüyüşten etkilenen dört DP’li milletvekili, Sıtkı Yırcalı, Mustafa Zeren, Kamil Gündeş ve Rıfkı Salim Burçak, bu yürüyüşten bir gün sonra ve müdahaleden beş gün önce parti genel idare kurulunun toplanmasını istemişler ancak bu talepleri sonuç vermemiştir. Aslında 25 Mayıs’ta Eskişehir havaalanında Menderes’e subayların arkalarını dönmeleri hadisesi müdahalenin ilk işaretiydi. Gerçi sonraları Türk siyasal yaşamında bu mevzu çok tartışmalara sebep olmuştur. Kimi çevreler, her ne suretle olursa olsun, Menderes’in şahsına değil ama bir başvekile subayların saygı göstermesi gerektiğini iddia etmişler ve subayların hareketlerini kınamışlardır. Burada, subayların davranışının lehinde veya aleyhinde bir değerlendirme yapılmayacak olmakla birlikte, şunun altını çizmek gerekir ki, Menderes hükümeti meşruiyetini Tahkikat Komisyonu tasarısının Mecliste kabul edildiği 27 Nisan 1960 tarihinde kaybetmiş, söz konusu kanunun Resmi Gazetede yayınlandığı 28 Nisan 1960 tarihinde demokratik ilkelere göre hükümet ‘resmen’ gayri meşru olmuştur. Dolayısıyla saygı duruşuna geçilmesi beklenilen başbakan, Türk ulusu adına ülkeyi yönetme ehliyetine zaten sahip değildir. Hatırlatmak gerekir ki Menderes’in Eskişehir’e geldiği gün, yani 25 Mayıs 1960 günü TBMM’de açılan oturum, askeri müdahaleden önceki son oturum olarak tarihe geçmiştir. Hıfzı Oğuz Bekata o günü şöyle anlatır: “25 Mayıs Çarşamba saat 15’te Mecliste celse açıldı. Biz şöyle düşünüyorduk: Bayar ve Menderes yanında DP grubu artık kukladan başka bir şey değildir. Memlekette ise Tahkikat Encümeni ve 136 Örfi idarenin baskısı altında hükümetin fiili terörü hakimdi. Kendisine müsait gördüğü an, seçime gidebilirdi. Şu halde hiç olmazsa seçim kanununun kütüklerle ilgili tadili Meclisten çıkmalı idi. Hem CHP’nin teklifi encümende neticelenmiş, basılmış dağıtılmıştı. Meclis tüzük ve usullerine göre gündeme alınması şarttı. İşte o gün, celse açılınca CHP grubu olarak bu teklifin gündeme alınmasını istedik. Reis ve DP mebusları birleşerek, bu haklı talebimizi red için o derece bir direnme gösterdiler ki, bir anda ortalık karmakarışık oldu. Milletvekilleri birbiri üzerine saldırdılar. Kırılmadık sandalye ve sıra kalmadı. Meclis salonu bir muharebe yerine döndü. DP mebusları ile birlik olarak içeri alınan polisler de muhalefet milletvekilleri üzerine yürüdüler. Meclis hayatında bu ölçüde bir kavga hadisesi görülmemiştir. Her iki taraftan pek çok milletvekili yaralandı, hastanelere, doktorlara götürüldü..”120 Bekata anlatmaya şöyle devam eder: “Bir saat sonra Meclis tekrar toplandığında Türkiye Büyük Millet Meclisine hakarette ne derecelere kadar ileri gidildiğini ve DP Meclis grubunun hakikaten Menderes’in oyuncağı olduğunu şu hazin ve acı hadise ile son bir defa daha tespit ettik. Devlet vekili İzzet Akçal söz aldı, kürsüye geldi ve şunları söyledi: ‘Muhterem Başvekilimle biraz önce telefonla temas ettim. Mecliste cereyan eden hadiseleri anlattım. Kendileri bahis mevzu kanun tadilinin Meclis gündemine alınmasına muvafakat ettiler.’ Reis, kanun tadilini reye sundu. Kabul edenler…etmeyenler….İttifakla kabul edilmiştir. Bu hadise, Meclise en büyük hakaretti. Çünkü bir kanun teklifi ancak başvekilin izni ile gündeme alınabiliyor, Meclis dışardan idare ediliyordu. DP grubunun ve Meclis Reisinin ise şahsiyetlerinin sıfır olduğunu gösteriyordu. Bir saat evvel aynı kanun tadilinin gündeme alınmaması için kıyasıya mücadele ve kavga eden DP mebusları, Menderes’ten izin ve emir gelince, tamamen aksi karar için ittifakla el kaldırmışlardı. Meclisin ve mebusların şeref ve itibarı bu kadar çiğnenemezdi.” Aynı oturumda Meclis, 20 Haziran tarihine kadar yani yaklaşık bir ay süre ile tatil edilmişti. Menderes’in seçim kanunu tadilinin gündeme alınması yönünde Meclise verdiği talimat ile Eskişehir havaalanında Menderes’e subayların arkalarını dönmeleri hadisesi arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Anlaşılan şu ki, Menderes bu olaydan çok etkilenmiştir. Dolayısıyla ortamı yatıştırmak için kanun değişikliğinin gündeme alınması talimatını vermiştir. Menderes’in bu hareketi, Türk siyasal yaşamında onun genel seçimlerden kaçmadığına delil olarak gösterilir. Aslında bu iddia bir noktaya kadar haklıdır, Menderes seçimlere gidecektir, ancak tüm muhalefet partilerini kapattıktan sonra. Burada bir noktaya da dikkat çekmek gerekir ki, Menderes, seçimlere gidecek olsaydı, Meclise bir ay süre ile kapanma talimatı vermez, aksine bir an evvel kanun değişikliği üzerinde çalışılmasını emrederdi. Şu halde, Menderes’in bu talimatı vermesinin sebebini, Eskişehir havaalanından ayrıldıktan sonra duyduğu tedirginlikten başka bir yerde aramak isabetli değildir. Menderes Eskişehir’de, 26 Mayıs gecesinin sabahına askeri müdahale ile uyanacaktı. 26 Mayıs 1960 tarihindeki konuşması ise Türk siyasal yaşamında Menderes’in on yıl boyunca sıklıkla profesörleri nitelendirdiği sıfat ile anılacaktı 120 Hıfzı Oğuz Bekataa, Birinci Cumhuriyet Biterken, Ankara:Çığır Yayınları, 1960, s.255-256. 137 ‘Kara cüppeliler.’ Menderes, müdahaleyi öğrenir öğrenmez kaçmayı deneyecek ancak başarılı olmayacaktı. Menderes’in kara cüppeliler dediği Türk Devrim felsefesine bağlı, liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm aydınların Türk demokrasisini DP karanlığından çıkarma mücadelesi hükümetin asker tarafından düşürülmesi ile sonuçlanmıştı. Menderes hükümetinin düşürülmesine dair, geriye dönük olarak Necat Erder, Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği 21-23 Kasım 2001 tarihlerinde gerçekleştirilen 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi çerçevesindeki ‘1960 larda Türkiye’de Planlama Deneyimi’ konulu panelde şu değerlendirmeyi yapmıştır: “1950-1960 yıllarında Menderes döneminin özellikle ikinci yarısında, daha doğrusu, 1954’ten sonra, hükümet o kadar kötü bir yönetim örneği verdi ve o kadar çok kimseyi o kadar düşman etti ki kendine, gerçekten güçlü bir muhalefet akımı çıktı ortaya. Ekonomisi daha iyi yürütülen, daha düzenli karar mekanizmaları olan bir hükümetin gelmesi için baskılar ortaya çıktı. Dolayısıyla 1960 askeri müdahalesi hakikaten toplumsal desteği hayli güçlü bir müdahaleydi. Tam bir askeri darbe değil, tam bir halk ayaklanması değil, hakikaten ikisinin iç içe olduğu garip bir şeydi.”121 Forum, müdahaleden üç gün sonra çıkardığı sayısındaki başyazıda 27 Mayıs’a dair şöyle demektedir: “Türk halkı 27 Mayıs Cuma sabahı gözlerini açtığında bir kabustan uyanmış gibi idi. Meşruluk sınırlarını kesin olarak aşmış, ikbal mevkiinde kalabilmek için herşeyi göze almış bir iktidar, tarihte belki eşi görülmemiş bir ihtilal ile tertemiz bir ihtilal ile devrilmişti. İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşiliklere sebep olduğu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yazılıdır. İnsan haklarını tanımayı ve hor görmeyi, iktidara geldiği günden başlayarak on yıl boyunca gitgide hızlanan adımlarla ileri götüren iktidar, 27 Nisan 1960 gününden itibaren, bu tanımazlığı ve hor görürlüğü, insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşilikler ölçüsünde vardırmıştı.”122 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Vicdanlı Türk halkı 27 Nisandan 27 Mayısa kadar, bir ay, için için isyan halinde idi. Bu isyan yer yer ve her gün açığa da vuruluyordu. Demokrat Partinin iktidarda, millet kaderine hakim bir durumda kalabilmesi tabiat kanunlarına aykırı, yani imkansız hale gelmişti. 27 Nisan gecesi Türkiye Büyük Millet Meclisinde, iktidar çoğunluğunun oylarıyla kabul edilen ve bir Tahkikat Encümenine sınırsız yetkiler tanıyan kanunla, bütün kanunlar fiilen iptal edilmişti. Oysa, kanunsuz toplum olamazdı. Kanunsuz toplum tabiat kanunlarına aykırı idi. Birkaç ilkel insan bir mağarada bir araya gelseler, o andan itibaren, aralarında, birbirleriyle münasebetleri düzenleyen kanunlar ortaya çıkması bir tabiat hadisesidir. Türk toplumu gibi gelişmiş bir toplumu, bir partizan komisyona tanınan sınırsız yetkilerle kanunsuz idare etme teşebbüsü, Anayasadan da, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden de önce, işbu tabiat kanununa, bu tabiat hadisesine aykırı idi. Onun için isyan, geceden sonra günün gelmesi, 121 Necat Erder & Attila Karaosmanoğlu & Ayhan Çilingiroğlu &Attila Sönmez, Planlı Kalkınma Serüveni- 1960 larda Türkiye’de Planlı Kalkınma Deneyimi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003, s.50. 122 İhtilallerin En Centilmeni, Başyazı, Forum, sayı: 148, 1 Haziran 1960. 138 şimşekten sonra göğün gürüldemesi kadar tabii idi, mukadderdi. Tabii olan, mukadder olan, olmuş, Türk halkı isyan etmişti.” Tahkikat Komisyonu tasarısının Mecliste kabul edildiği 27 Nisan 1960 tarihinden bir gün sonra İstanbul ve Ankara’da üniversite öğrencileri demokrasi için eylem yapmaya başlamışlardır. Gençlerin bu eylemlerinde attıkları sloganlar arasında ‘Şa, Şa, Şa…İsmet Paşa çok yaşa!’ ifadelerinin yer almasından hareketle Demokrat Parti iktidarı bu eylemlerin CHP tarafından tertiplendiğini öne sürmüştür. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ‘Politikada 45 Yıl’ isimli kitabında bu bahiste şunları söyler: “İsmet Paşanın bir bankaya uğradığı ya da mağazaya girip çıktığı sıralarda tekrarlanan gösterilerin önceden tertip edilmiş olabileceğine hükmedenler olmuştur. Hatta 28 Nisan hadiseleri de kimileri tarafından bu anlayışa göre yorumlanmıştır. Bu kişiler, üniversite talebelerinin Halk Partisi teşkilatı tarafından kışkırtıldığı ve direnme hareketlerinin de yine aynı yandan sevk ve idare edildiği öne sürülmüştür. İtiraf ederim ki, bu kanaat, 28 Nisan olaylarını ancak pek dar bir açıdan görmenin mahsulü olabilir.”123 Karaosmanoğlu açıklamasını şöyle sürdürür: “Evet, Halk Partisinden bazı kimselerin, üniversite çevrelerinde kendi başlarına, alttan alta bir takım kışkırtmalarda bulundukları, hatta ‘bilfiil’ o hadiselere karıştıkları gerçektir ama, direnme hareketlerini, CHP’nin sorumlu yöneticileri tarafından hazırlanmış bir plana göre sevk ve idare ettiklerine pek ihtimal verilemez. Zaten, üniversite gençliği, ilk günden beri hükümetçe alınan sert ‘inzibat’ tedbirleri ve bu tedbirlerin meydana getirdiği acıklı olaylar üzerine, öylesine feverana kapılmıştı ki, ne sevk, ne idare dinleyecek halde idi ve o andan beri, giriştiği hareket CHP uyarılarını aşarak memleket ölçüsünde genişlemeye başlamıştı. Buna göre, bende hasıl olan kanaat şudur ki, 28 Nisan hadisesine yol açan faktörler içinde üniversite muhtariyeti meselesi yüzünden hükümetle öğretim üyesi arasındaki anlaşmazlıkların bu yüksek kültür müessesesinde yarattığı siyasi buhranın etkisi büyük olmuştur. Arada bir bazı profesörlerin şu veya bu sebeple vekalet emrine alınışları ya da herhangi bir haksız muameleye uğratılışları, Senatoya ait yetkilerin zedelenişi gibi hadiseler öylesine birbirini takip etmeye başlamıştı ki, burada artık bir ilim ocağının muhtaç olduğu huzurdan, sükundan eser kalmamış; öğretim ve öğrenimin yerini de ister istemez politika tartışmalar almıştı.” Karaosmanoğlu profesörlerin her gün başına ne geleceğinin bilinmediği tedirgin bir ortamda gençlerin gösterilerinin anlamlı olduğunu söyler. Karaosmanoğlu’nun İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın başına gelenlere dair anısı ise ilginç olması bakımından nakledilmeye değerdir: “En temkinli, en ‘hakim’ insanlardan biri olarak tanıdığım Rektör Sıdık Sami Onar’ın direnmesi nedeniyle uğradığı çirkin ve kaba muamele hatırlarda olsa gerekir. Üniversite bahçesinde inzibat memurları tarafından yerlerde sürüklenmiş, yaralanmadık, zedelenmedik tarafı bırakılmamıştı. O hadisenin ertesi kendisini, kafası, elleri sargılı olarak evinde görmeye gitmiştim. Bana, yana yakıla başından geçenleri anlatmıştı benim 123 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1968, s.234-235. 139 söyleyecek bir söz bulamayarak ‘geçmiş olsun’ demem üzerine, şunları söylemişti: ‘Hiç bir şey geçmiş değil. Ben, akıbeti vahim görüyorum ve kendimden ziyade talebenin haline acıyorum. Bu sabah, şu halimle yine üniversiteye gitmiştim. İç avluda kapanmış yüzlerce talebenin bağırıp çağırışları ta rektörlük odasından işitiliyordu. Ben ne yapacağımı şaşırmış bir durumda odanın içinde dolaşırken Sıkıyönetim kumandanı geldi, asık bir çehreyle talebeleri susturmamı istedi. Bu esnada avludaki sesler daha da yükselmişti, talebeler aç kalsalar da susuz kalsalar da susmayacaklarını bağırıyorlardı.’ Sıddık Sami Onar’ın anlattığı bu hazin hikayenin üzerine benim de akıbeti vahim görmememin imkanı kalmamıştı.”124 Müdahaleden hemen sonra çıkan sayıdaki başyazıda, Forum, Türk ulusuna rehberlik etmede kendini sorumlu hisseden Türk aydınlarının Türk ordusu ile güç birliği yapmasını, Türk ordusunun, örgütlü ve silahlı tek kurum olmasına dayandırmaktadır. Şöyle denilmektedir: “Çağımızda orduların gücü öyledir ki bir isyanın, ihtilal haline geçmeden, orduyu da içine almadan başarıya ulaşması, hedefine varması tasavvur edilemez. Sadece vicdanlardaki isyanla, topa karşı, tanka karşı, cet uçaklarına karşı gelinemez. Türk halkının mutluluğu, şerefli ve güçlü ordusu ile bir ülkü beraberliği ve vicdan kaynaşması içinde bulunmasında idi. Ordu, sonuna kadar siyasetin dışında kalmaya çalıştı. Ama iktidardaki siyasi zümre onu mütemadiyen, kendi gayri meşru emelleri uğrunda siyasete itiyordu. Türk ordusunu, bir parçası olduğu Türk halkına karşı bir baskı vasıtası olarak kullanmaya çalışıyordu. Türkiye’de artık istibdat ve baskıya ayaklanmaktan başka çare kalmamıştı. Şerefli Türk ordusunun vicdanlı mensupları, insanı isyana sevk eden bu baskıyı, halkın duyduğunun iki kat ağırlığı ile duyuyorlardı. Çünkü bir yandan vatandaş olarak, kimimiz kardeşi, kimimiz babası, kimimizin arkadaşı olarak, onlar da iktidarın baskısı altında idiler, bir yandan da o baskıya alet olmaları için tazyik ediliyorlardı. Bu baskıdan, seçimlere kadar sabrederek seçim yoluyla kurtulma umutları iktidar tarafından artık bütün tıkanmıştı. Baştaki siyaset adamları ağır suçlar işlemiş, işledikleri her suç daha ağırlarını işlemelerine yol açmış, böylelikle arkalarındaki köprüler yıkılmıştı. İktidardan düşmeyi göze alamayacak bir duruma gelmişlerdi. Mevkilerini muhafaza edebilmek uğrunda millete ve memlekete her kötülüğü yapmayı göze alır halde idiler. Yalnız muhalefeti değil, üniversitelisinden, profesöründen, avukatına, memuruna ve ordusuna kadar milletin bütün zümre ve müesseselerini karşılarına almış, düşman gözüyle görüyorlardı.” Başyazıda şu sözlere de yer verilmektedir: “27 Mayıs 1960 Cuma günü sabaha karşı Türk ordusunun giriştiği hareket, tarihteki ve çağımızdaki birçok başka ordu ayaklanmalarından farklı olarak, bütün bir milletin, bütün vicdan sahiplerinin isyanını kesin sonuca ulaştıran bir hareketti. Bir ordu içinde bazı subayların bazı birliklerin değil bütün birlikleriyle bütün ordunun birden giriştiği bir hareketti. Bu hareket onun için bu kadar kolay ve çabuk oldu, onun için şehit sayısı bir teğmenden ibaret kaldı ve onun için ihtilal bittikten birkaç saat sonra bütün memleket on yıldır eşi görülmemiş bir huzur ve sükuna, bir hürriyet ve güvenliğe kavuşuverdi. Bir ihtilalden sonra uzun zaman sıkı güvenlik tedbirleri alınması dünyanın her yerinde pek tabii sayılır. Oysa Türkiye’de ihtilalden birkaç saat sonra, yeni güvenlik 124 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1968, a.g.e., s. 236-237. 140 tedbirleri alınmak şöyle dursun, ihtilalden önceki güvenlik tedbirlerinin çok büyük bir kısmı kaldırılmıştı. Bir ihtilalden sonra hürriyet kısıntıları da tabii sayılır. Oysa Türkiye’de ihtilal, basın hürriyetini de beraberinde getirmişti. İhtilal yapanlara böylesine bir nefis itimadı, ancak halkın kendileriyle beraber olduğunu bilmelerinden gelebilirdi. Türk ordusu da halkın kendisiyle beraber olduğunu, daha doğrusu, teşebbüs ettiği ve başardığı hareketin, aslında bir halk hareketi olduğunu kesin olarak biliyordu.” 125 Mevzubahis yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Ordu, her türlü takdirin üstünde olan zaferini üniformasız vatandaşla paylaşmak, hatta ona mal etmek istemiş, vatandaş ise sınırsız sevincini ve sevgili ordusuna olan şükranını, ordunun ihtiyaç duyduğu huzur ve düzen sınırı içinde belirtmesini, bu sınırın bir adım ötesine taşırmamasını bilmiştir. Görülmüştür ki Türk milleti, hür bırakıldığı ölçüde kendisine idarecileri tarafından sevgi, saygı ve güven gösterdiği ölçüde, kendi kendini disiplin altına almasını bilen millettir. Bir milletin demokrasi ve hürriyete, hür insanlar topluluğu olarak kendi kendini idare etmeye ehil olduğuna bunlardan daha kesin deliller olabilir mi? Ve artık başka herhangi bir millet hürriyet ve demokrasiye Türk milletinden daha çok layık olduğunu iddia edebilir mi? Bir ihtilal ne kadar iyi niyetle yapılmış olursa olsun, ihtilalin sonrasından, ihtilal idaresinden, dünyanın her yerinde ve tarihin her devrinde korkulmuştur. Ama Türkiye’de artık böyle bir korkuya yer yoktur. Hürriyet ve demokrasiye liyakatini ve hürriyet ve demokrasiyi her ne pahasına olursa olsun koruma azmini böylesine ispat edebilmiş ve 27 Mayıstaki kadar güzel, iyi, insanca bir ihtilal yapabilmiş bir millet, o türlü korkuların üstünde demektir.” Forum’un 27 Mayıs müdahalesine dair değerlendirmesinin özü şöyledir: ‘27 Mayıs müdahalesi, Meclisiyle, Hükümetiyle meşruluk dışına her türlü davranışıyla ahlak dışına çıkmış, topluma zararlı hale gelmiş bir zümrenin elinden, milletimizi, iç ve dış güvenliğimizi, toplumumuzun manevi ve maddi temellerini kurtarmak ve devlet idaresine meşruluğu ve ahlakiliği geri getirmek için girişilmiş bir harekettir. Bu hareketin gayesi kadar, o gayeye varmak için kullandığı usul ve vasıtalar da meşru ve ahlakidir.’ Forum, 27 Mayıs’a dair değerlendirmesinde, müdahalenin Meclisin kapalı olduğu bir zamanda yapılmış olmasına dikkat çeker. Ayrıca, Milli Birlik Komitesinin Batılı müttefiklere, tüm savunma ittifaklarına bağlı olunduğuna, bir diğer deyişle Türkiye’nin yerinin Batı bloğu olduğuna dair verdiği mesajı da anlamlı bulur. Bu arada Forum, askeri rejimin uzun sürmesinin Türk demokrasisine zarar verebileceğine dair hatırlatmayı yapmayı da ihmal etmez. Forum, bilim insanları tarafından anayasanın ivedilikle hazırlanmasını ve bir an evvel yürürlüğe konulması ve akabinde de genel seçimlerin yapılması gerekliliğinin altını çizer. Hıfzı Oğuz Bekata, 30 Mayıs 1960 tarihinde Ulus gazetesindeki ‘Büyük ve Asil Millet’ başlıklı yazısında 27 Mayıs’a dair şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk milletinin büyük ve asil millet olduğunu bu son hareket bütün dünyaya bir defa daha ispat etti. Şerefli Türk ordusunun şahsında Milli Birliğin örnek şuurunu gösteren bu 125 İhtilallerin En Centilmeni, Başyazı, Forum, sayı: 148, 1 Haziran 1960. 141 Millet, iktidara musallat olan bir avuç muhterisin elbette oyuncağı olamazdı. Milletin sabır ve tahammülünün hududunu aştınız, dedik anlamadılar. Hırsızlar, namussuzlar, yolsuzluklar memleketi sardı; suçlular hesap versin istedik, müdafaa ettiler. Milletin itibarını içte ve dışta bu derecede düşürmeye hakkınız yoktur, dedik. Bu zillete katlanmaya kendileri gibi Milleti de mahkum etmek istediler. Vatana ve Milletin istiklaline tecavüze karşı koymak ne ise, insan hak ve hürriyetlerini, Milletin izzetinefsini ve ahlakını tahrip edenlere karşı koymak da aynıdır, dedik. Bunu savunanlara Meclis içinde ve dışında taarruz etmekle kalmadılar. İdealist Türk gençlerini ve onlara bu ileri insanlık terbiyesini veren irfan yuvalarını kurşuna dizdirdiler. Vakti gelen fikirlere karşı konulmaz. Milleti ve onun haysiyetini tahrip etmeyiniz dedik, alay ettiler. Suçlular, kendilerini ve ortaklarını korumak için Milletin mukaddes tanıdığı ne varsa kumara bastılar.”126 Sözlerdeki duygu yoğunluğu açıktır. Fakat dikkat çekmek gerekir ki, bu duygu yoğunluğu, abartılı değildir, nitekim kaynağını on yıllık çok acı ve ağır geçirilen bir dönemden almaktadır. Bekata, sözlerini şöyle sürdürmekteydi: “Şanlı Türk ordusunun bedbaht birkaç unsurunu kendi siyasi emelleri ve gayri meşru ikballeri için alet haline getirerek, Türk gençliğine ve halkına engizisyon mezalimi yapmaya başladılar. Büyük Millet Meclisini, Büyük Türk Milletinin hükümranlık haklarını kullanan mukaddes bir yer olmaktan çıkarıp, Milletin kaderi ile, itibarı ile, tarihi ile oynayan muhteris siyaset hastalarının bazicesi haline getirdiler. İçeride vatandaşa ve dışarıda dünyaya karşı utanacak duruma geldik, buna rağmen yolsuzluklara devama ve bunların meydana çıkmamasına kararlı oldukları için, iktidardan düşmemenin bütün hukuk dışı tedbirlerini almaya, her şeyi yapmaya azim ve kastettiler. Çocuklarımız ve tarih yakalarınıza yapışarak sizden bu günlerin hesabını soracaktır, kendinize geliniz, diye ikaz ettik, tesir etmedi. Milletin her şeyini kumara basanları atınız, Milletin selamet yolunu tıkamayanız dedik, ayılmadılar. Ve nihayet Mecliste haykırdık; ‘sabık olmaktan korkan bir avuç insan sabıkalı olmuştur’ diye, sabıkalıları korumayı ve onların mesuliyetlerine katılmayı Milletin mukaddes haklarına tercih ettiler. Vatan ve milletin saadet ve selameti ve Milletin bilakaydü şart hakimiyeti uğrundaki mücadelemiz artık netice vermez oldu ve milletvekilleri olarak vazifemiz burada bitti…İşte bunun üzerinedir ki şerefli Türk ordusunu, büyük Türk Milletinin asaletine yakışır bir olgunluk ve dürüstlük içinde vazife başında görüyoruz. Ordu, milli şuurun tezahürüne, Milli Birlik halinde, kendiliğinden tercüman olmuş bulunuyor.” Derginin, müdahaleden sonraki ilk sayısında Muammer Aksoy’un, incelemesinde, DP iktidarı için söylediği şu sözler ilginçtir: “Hareket noktamız, 27 Mayıs kurtuluş zaferinin hukuki ve sosyal mahiyeti hakkında doğru bir kıymet hükmü vermek olmalıdır. 27 Mayıs Darbesi çoktan gayri meşru bir zulüm çetesi ve bir menfaat şebekesi yani hukuk dışı bir kaba kuvvet haline gelmiş olan eski iktidarın 126 Ulus, 30 Mayıs.1960. (Ulus gazetesi Hakimiyet-i Milliye’nin devamı gazetedir. 1935 yılında , ‘Ulus’ başlığının altında ‘adımız andımızdır’ ifadesine yer vermek suretiyle yayın hayatına girmiştir. Gazete Aralık 1953’te Demokrat Parti tarafından kapatılmıştır. 1954’te ‘Yeni Ulus’ adıyla yeniden açılmış ve aynı yıl adını ‘Halkçı’ ya çevirmiştir. 1955’te tekrar ‘Ulus’ adını almıştır. Gazete ismini 1971’de ‘Barış’ olarak değiştirecektir. 142 tasallutundan milleti kurtarmak için hak ve hukuk istikametinde yapılan bir hamledir. Yüzyıllardır bütün demokrasilerde ve İnsan Hakları Beyannamelerinde tanınan ‘milletlerin zulme mukavemet ve ihtilal hakkı’nın en mükemmel bir surette tatbik edilişidir. Bu hükme varabilmemizin kaçınılmaz şartı, daha önceki iktidarın Anayasayı ve medeni bütün alemde hakim olan ana hakları çiğnemek suretiyle, en büyük suçu işlemiş siyaset zorbaları olduğunu kabul etmektir. O halde 26 Mayıs günü bile bu zulüm makinesinin içinde vazife alan yani DP grubundan istifa etmemiş olan her milletvekilinin aleyhinde ‘bir suçluluk karinesi’ mevcuttur. Yapılacak insaflı ve tarafsız bir muhakeme neticesinde suçsuzlukları meydana çıkıncaya kadar, DP grubuna dahil olan her mebusun, milletvekili yeminine ihanet etmiş ve hiç değilse Ceza Kanunu’nun 146. maddesindeki en ağır suçu işlemiş bir şahıs olarak kilit altında bulundurulmaları gerekir. Maddeyi aynen naklediyoruz: ‘Türkiye Cumhuriyeti teşkilatı esası ve kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini ıskata veya vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüs edenler idam cezasına mahkum olur’ Bu suç ya eski iktidarı teşkil eden Bayar-Menderes çetesi tarafından işlenmiştir yahut da tarihte en adil ve en mesut kurtarış hareketini başaran Milli Birlik Komitesi tarafından işlenmiştir. İkisinden birisinin Anayasayı gayri meşru surette iptal ettiği muhakkaktır.”127 Aynı yazıda devamla Muammer Aksoy şöyle demektedir: “Kurtuluş Komitesinin milleti, hukuk dışına çıkmış, Anayasayı ortadan kaldırmış ve her türlü hak ve vicdan ölçülerini çiğneyerek keyfe dayanan bir kuvvet haline gelmiş olan bir zümrenin elinden kurtardığı münakaşası lüzumsuz sayılacak kadar aşikar bir gerçek olduğuna göre, bütün DP mebuslarını rejim tam selamete kavuşuncaya kadar tutuklu olarak alıkoymak, hukukun da aklın da kaçınılmaz sonucudur. Mahkeme kararı olmaksızın, bunlardan bir tanesini dahi serbest bırakılması, hem inkılabın meşruluğunu gölgeler ve hem de sandalyelerini muhafaza edebilmek için gençliğin ve hatta bütün aydınların katliamını tasvip edecek kadar hudutsuz bir hırsa sahip olan bu insanların, birçok yeni melanetler işlemeleri yüzünden kuruluş devrinin gecikmesine sebep olur. Seçimlerden sonra gelecek iktidar, çıkaracağı bir af kanunu ile DP mebuslarından birçoğuna hayatlarını bağışlayabilir. Ama bunun sırası henüz gelmemiştir. Şimdi yapılacak ilk iş, milletin ve devletin bu hale gelmesinde en büyük sorumluluğu omuzlarında taşıyan, millet hakkına ve iradesine ihanet eden DP li sabık milletvekillerinin, bu geçiş devresinde milletin başına yeni gaileler çıkarmaması için tutuklu kalmalarını sağlamaktır.” Muammer Aksoy’un DP iktidarına dair yönelttiği eleştiriler haklıdır, bununla beraber Aksoy’un üslubu sert bulunabilir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Muammer Aksoy Forum’un 147. sayısını yani müdahaleden hemen önceki sayısının basılması sürecinde kolluk güçleriyle karşı karşıya kalmış, Forum’un o sayısını okurlarına ulaştırmak için insan haklarına aykırı muamelelerin muhatabı olmuştur. Aslında, tahkikat komisyonunun göreve başlar başlamaz ilan ettiği yasaklara binaen, Forumcular, Forum’u süresiz tatil edip etmemeyi tartışmaya başlamışlardı. 127 Muammer Aksoy, En Büyük Tehlike Yersiz Acıma Hissi, İncelemeler, Forum, sayı:148, 1 Haziran 1960. 143 Muammer Aksoy ise, böyle bir tatilin tartışılmasını dahi reddetmekteydi. Yapılan tartışmalarda şöyle bir karar alındı: ‘Forum çıkmaya devam edecekti, bir diğer deyişle yazar kadrosu çalışmayı sürdürecekti, ancak eskiden farklı olarak Derginin basılmasından sadece Muammer Aksoy sorumlu olacaktı.’ Bu ise şu demekti, polisiye tedbirlerin şiddetli olduğu bir süreçte, matbaaların iktidarı eleştiren tek satır basamadığı koşullarda, Muammer Aksoy tek başına Dergiyi bastıracak ve okurlara ulaştıracaktı. Bu, çok ciddi ve ağır ve daha da önemlisi tehlikeli bir sorumluluktu. İşte, Aksoy’un, askeri müdahaleden hemen sonra yazmış olduğu inceleme, incelemenin arkasındaki bu tarihi vakalar göz önünde bulundurulmak suretiyle okunursa, Aksoy’un yazısının, değil sert, yumuşak bir üslupla yazılmış olduğunu söylemek dahi mümkündür. Aksoy devamla şöyle demektedir: “Mali alanda işlenmiş sayısız suçların bir an önce hatta yıldırım sürati ile tespit edilmesi için harekete geçileceği şüphesizdir.Bu tahkikatın sonunda görülecektir ki ispat hakkının baş düşmanı olan Bayar-Menderes çetesi, tarihte misline rastlanmamış hırsızlıkların failidir. Bu hırsızlıklara bulaşana küçük büyük bütün uşakların da cezalandırılması, hukukun en tabii neticesidir. Bu maksatla bilhassa iktisadi devlet teşekküllerinde, ofislerde, umum müdürlüklerinde ve birçok söz de hususi şirketlerde yapılacak araştırmaların emin neticelere ulaşması, bütün vatandaşların Milli Birlik Komitesine ve hükümete yardımcı olmasına bağlıdır. Nem lazımcılık devri artık sona ermiş, medeni ve vazife şuuru devri başlamıştır. Partizan idarenin kuklaları hesap vermeli ve tasfiye edilmelidir. Anayasanın ve Ceza Kanununun açık hükümlerini olduğu gibi ahlak prensiplerini ve vicdanın sesini hiçe sayarak, bir zulüm şebekesinin cinayetlerine ve her türlü kanunsuzluklarına alet olmayı kabul etmiş olan bedhahlar hiç şüphe yok ki hesap vereceklerdir. Bunlar içinde suçları ve günahları herkesin malumu olacak kadar meydanda bulunanlar, derhal işten el çektirilmeli ve hatta devletin selameti için, hukuk kaidelerine de tamamen uygun düşen bir tedbir mahiyetinde tevkif edilmelidir. İşte Anayasanın 94. maddesi: ‘Kanuna muhalif olan umurda amire itaat, memurun mesuliyetini kurtaramaz’ O halde birçok idare ve zabıta amiri veya memurları, katıldıkları suçların hesabını vermeye mecburdurlar. Vermelidirler ki, bir daha alçaklık, muteber ve makbul bir vasıf sayılmasın. Canilere yardım edenler cezalandırılmadıkça, bir milletin hayatında cinayetlerin ve millete ihanet eden idarelerin sonu gelmez.” Aksoy sözlerini şu şekilde sürdürmektedir: “Mukaddes adalet cihazını lekeleyenler adaletin pençesine teslim edilmelidirler. Anayasanın açık hükümlerini çiğneyerek, hakimleri ve savcıları istediği anda vazifeden atabilme ve yerini değiştirme imkanını elde eden ve böylece devletin temelinde en büyük baltayı vuran sabık iktidar, adalet cihazında hakim cüppesi giymiş bazı şakilerin türemesine sebep olmuştur. Sırf en büyük şehirlerimizde bulunabilmek veya terfi edebilmek için kanunun ve Anayasanın en açık hükümlerini bilmezlikten, anlamazlıktan gelerek tarafsız ve muhalif vatandaşları, hükümetin emirlerine uygun surette tevkif veya mahkum etmekten çekinmeyen hakimlerin ve onlarca yardakçılık eden müddeiumumilerin hesap vermesi, adliyenin eski sevgi ve itibarına kavuşabilmesi için asla kaçınılmayacak bir yoldur. Zaten Ceza Kanununun 216. maddesi bunu emretmektedir: ‘Nefsine veya gayre menfaat temini veya garez ve husumet veya nefsani heves ve ihtiraslarının tatmini maksadıyla masum ve suçsuz kimseyi velev cerh ve tadil ve nakzı kabil bir 144 hüküm ile müstahak olmadığı mücazata kasten mahkum eden yahut bu maksada müsteniden maznuna ispat olunan fiilin vasıf ve nevini tebdil ve tağyir veya cezasını bililtizam yanlış olarak takdir ve tayin etmek suretiyle bir mücrimin kanuni vaziyetini veya cezasını teşdit eyleyen hükkamın ve o yolda iddia ve mütalaalar serdiyle mahkemenin hükmüne tesir icra eden müddeiumumilerin mahkum olacakları ağır hapis cezası beş seneden aşağı olamaz’ Görülüyor ki masum gazetecileri, masum gençleri ve daha birçok idealisti, maddi menfaat saikiyle haksız yere tevkif eden yahut mahkum eden hakimler ve onlara yardakçılık eden müddeiumumiler, mevcut Ceza Kanununa göre bile cinayet işlemiş insanlardır.” Aksoy, aynı yazıda, DP’nin yasakçı politikalarına hizmet etmiş olan kimi yargı mensuplarına dair şu benzetmeyi yapmaktadır: “Bunlar Abdülhamit’in hışmından korkarak hürriyet kahramanı Mithat Paşayı uydurma bir suçla idama mahkum eden ve böylece tarihe ‘rüsvayı alem’ olarak geçen Süruri Efendinin torunlarıdır. Adliyeyi onların kirli vücutlarından temizlemek, cemiyetimizi aydın ufuklara götürecek yolun kapısını açmaktır. Allah’a şükredelim ki, bu gibilerin sayısı pek azdır ve Türk hakimlerinin ezici çoğunluğu yine aynı Abdülhamit’in hışmına meydan okuyarak masum Namık Kemal’i beraat ettirmekten çekinmeyen Abdüllatif Suphi Paşadır.” Forum’un DP iktidarına karşı verilen mücadelede hayatını kaybeden gençlere yönelik hassasiyeti ise belirgin olarak anlaşılmaktadır. Forum’da hayatını kaybeden gençlere yönelik kaleme alınan yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “27 Nisanda İstanbul’da gençliğin şuurlu isyanı ile başlayan ve ordunun müdahalesi ile 27 Mayısta nihayetlenen hareket Türk tarihinde bir dönüm noktası teşkil edecektir. 28 Nisan günü Üniversitede, Beyazıt meydanında ve İstanbul sokaklarında zulme karşı olduklarını haykıranlar, son yılların korkunç baskısına, ruhsuz ve gayesiz maddeciliğine isyan etmişlerdi. Memleketimizde inançların ve düşüncelerin ifadesine imkan bırakılmıyordu. Menfaat ve tehdit toplum hayatının yegane kusurları haline getirilmek isteniyordu. Eski iktidar Türk gençliğinin ve bütün milletin düşünmesine mani olmak, en masum fikir ve kanaatlerin ifadesine set çekmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu teşebbüs aslında milleti manevi ölüme mahkum etmekten başka bir şey değildi. Şahsi huzurlarını sağlamak için Bayar ve Menderes, kalp rahatlığı içinde, bütün bir milletin hayatiyetini ve istikbalini feda etmekten çekinmemişlerdi. Gaflet içinde olan bu kimseler Türk gençliğini ve milletini uyuşuk ve miskin zannettikleri için manevi ölümü sessizce kabul edeceğini ve kendilerine biat olunacağını zannediyorlardı. Fakat yanılmışlardı.”128 Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Gençlik son yıllarda karanlığa ve zulme karşı için için isyan etmekteydi. Maddeciliğin hakimiyetinden kurtulmak manevi değerlere avdet etmek, milletin mukadderatına ve istikbaline inancını tazelemek istiyordu. Nihayet DP iktidarının üniversite talebesi üzerine polise ateş açtırarak giriştiği vahşiyane tahrik, bardağı taşıran son damla oldu, uzun müddet için için kaynayan 128 Şehitler ve İnkılap, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960. 145 hisler açığa vuruldu ve İstanbul’da başlayan gençliğin galeyanı kısa zamanda bütün memleketin gençliğini sardı. İstanbul hadiselerinde gençlik şehitler vermişti. Şu anda İstanbul’daki bütün şehitlerin adedini ve isimlerini biliyoruz. İsimlerini bilmediklerimiz sadece Turhan Emeksiz ve Nedim Özpulat’tır. Onlar gaye uğruna fedakarlığa hazır olan bütün bir gençliğin sembolleri oldular. Emeksiz ve Özpulat Ankara’daki hareket esnasında şehit düşen Teğmen Ali İhsan Kalmaz ile yine Ankara’daki hareket esnasında kazaya kurban giden iki genç ile birlikte 9 Haziranda yapılan muhteşem bir cenaze merasimi sonunda Anıtkabir’e, Atatürk’ün yanına gömüldüler. İstanbul ve Ankara’da şehitler için yapılan merasimlerde Atatürk’ün cenaze zamanları müstesna, Cumhuriyet Türkiye’si kuruluşundan beri en heyecanlı ve manalı günlerini yaşadı. Ordu, gençlik ve halk aynı teessürü paylaşıyor, bütün kalpler aynı hislerle çarpıyordu. Teessür hislerinin yanında istikbale yeniden ümitle bakabilmenin emniyeti ve büyük bir millete mensup olmanın gururu vardı. Bu emniyeti ve gururu bize iade eden şehitlerimiz nur içinde yatsınlar.” Askeri müdahaleden sonraki 15 gün, ülke Milli Birlik Komitesi tarafından fiili olarak yani herhangi bir kanuna bağlı kalmadan idare edilmiştir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu fiili durum dayanağını Türk ulusundan aldığı için meşrudur. Her ne kadar Komitenin kimlerden oluştuğu ilk günlerde tam olarak bilinmemekte ise de bunun, müdahalenin meşruiyetine gölge düşürmediğini ifade etmek gerekir. Nitekim bu müdahale isim isim şu bu şahsın müdahalesi değil Türk ulusu adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahalesidir. İlaveten müdahaleden hemen sonra sivillerden oluşan bir bakanlar kurulunun teşekkül ettirilmesi ve anayasayı hazırlamak üzere İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sadık Sami Onar başkanlığında bir bilim kurulunun göreve başlatılması, askeri rejimin uzun müddet yönetimi elinde tutmak istemediğine dair işaretler olarak kabul edilmekteydi. Forum, müdahaleden sonra, dış basın organlarındaki Türkiye ile ilgili yazıları özenle ve merakla takip etmiştir. Bununla beraber dış basında çıkan kimi yazıların Türkiye’deki gelişmeleri anlamaktan çok uzak olduğunu ve kimi yabancı basın mensuplarının ve akademisyenlerin Türk demokrasisinin ve siyasetinin özgün koşullarını tahlil edemedikleri saptamasını okurlarına sıklıkla hatırlatmıştır. Mesela Mümtaz Soysal bir yazısında bu hususta şöyle demektedir: “Üniversite profesörlerine karşı pek fazla saygı göstermediği aşikar olan Amerikan toplumu, Türkiye’deki öğretim mensuplarının 27 Mayıs öncesindeki davranışlarını kutuplaşmanın ilericiler tarafında yer almış şuurlu ve önemli bir tepki olarak değil, kalıplaşmış değer ölçüleri yüzünden ‘iri laf etmekten hoşlananların’ tepkisi şeklinde görüp pek önem vermemişti. Şimdi aynı tehlikeyle, ordu tarafından tamamlanan hareketin yorumlanmasında da karşılaşılmaktadır. Temeldeki kutuplaşmayı anlamadıkça, ordunun davranışını, geleneğiyle, toplumdaki durumuyla ve yetişmesiyle, ilericiler tarafında yer alması mukadder bir kuvvetin tepkisi olarak görmek güçleşmekte, Latin Amerika tarihindeki örnekler zihinleri gölgelendirmektedir. Yorumlamalar, son hareketin en önemli yönlerini, Türkiye’nin Batı bloğunda kalışında ve demokrasinin yeniden kurulacağının vaat edilişinde görmektedirler. Bunlardan çok daha önemli olan nokta yani Türkiye’de devrimci, Atatürkçü kuvvetlerin tekrar işbaşına gelişi, ilericilerin kaybedilmekte olan bir 146 savaşı, istemeye istemeye zorlandıkları bir yolla da olsa, tekrar kazanışları gözden kaçmaktadır.”129 Forum, müdahaleden sonraki ikinci sayıda, Milli Birlik Komitesinin ve sivil Bakanlar Kurulunun sorumluluğunun ağır olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir: “Halen iktidarda bulunan geçici hükümet ve Milli Birlik Komitesi fevkalade güç şartlar ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Gayrimeşru yollara sapmış olan DP iktidarının zalim idaresi filhakika tasfiye edilmiştir. Bu, aslında muazzam bir muvaffakiyet olmakla beraber, önümüzdeki sayısız davaların çözülmesi için ilk halledilmesi lazım gelen mesele idi. Şimdi bakışımızı nereye çevirsek, orada on yıllık Menderes idaresinin bıraktığı çöküntüleri ve ele alınmamış memleket davalarını buluruz. Bunların kısa vadelileri olduğu gibi uzun vadelileri vardır. General Gürsel’in geçici hükümeti hukuki, idari, iktisadi ve mali sahalarda daha ziyade kısa vadeli güçlükler ile mücadele etmek zorundadır. Bugün parti veya siyasi akideleri ne olursa olsun, bütün aydınların ve vatandaşların vazifesi, hükümetin ve Milli Birlik Komitesinin gayretli çabasına yardım etmektir. İlk onbeş yirmi günlük icraatın, çok geniş ölçüde müspet ve yapıcı olduğu kanaatindeyiz. Büyük şehirlerimizi ihtiva eden vilayetlerden maada diğer vilayetlerimizin büyük çoğunluğuna sivil valilerin tayin edilmesi şayanı memnuniyettir.”130 Müdahale ile 1924 Anayasası hukuken ortadan kalkmış olduğundan, Milli Birlik Komitesine hukuki bir dayanak kazandırmak amacıyla 12 Haziran 1960 tarihinde bir geçici anayasa yürürlüğe konulmuştu. Akabinde bu geçici anayasaya dayanarak, iktidar sorumluların suçlarını tespit etmek üzere Yüksek Adalet Divanı kurulmuştur. 14 Ekim 1960 tarihinde Yassıada duruşmaları başlamıştır. Devrik hükümet sorumlularının yargılanması meselesine dair Forum şöyle düşünmektedir: “Yeni rejimin el atmak zorunda kaldığı belli başlı meselelerin birincisi DP liderlerinin durumunu ilgilendiriyordu. İhtilalin akabinde ilk temayül bunların muhakemesini, seçimlerden sonra gelecek hükümete devretmek tarzındaydı. Bu şekilde hareket edilse idi, birçok bakımdan suçlu oldukları bariz olan bazı insanların muhakeme edilmeden mevkuf tutulmaları gibi garip bir vaziyet hasıl olacaktı. Üstelik Anayasayı ihlal etmiş olmanın mesuliyeti derhal ve açıkça eski iktidarın omuzlarına yüklenmeyecekti. Mamafih yeni rejim, vakit geçmeden eski iktidar mensuplarının muhakemesi hakkındaki ilk temayülünü değiştirmiş ve muhakemenin süratle yapılmasını kararlaştırmıştır. Muhakeme usulünün tespiti için Prof. Tahir Taner riyasetinde bazı vekillerden ve hukukçulardan mürekkep bir Tahkikat Komisyonu kurulmuştur. İlan edilen geçici anayasa kovuşturma organlarını tespit etmiştir. Yargı heyeti, adli, idari ve askeri kazaya mensup hakimlerden seçilecek dokuz kişilik bir Yüksek Adalet Divanı olacaktır. Ayrıca sanıkların sorumluluklarını araştırmak ve haklarında son tahkikat açılarak adalet divanına verilmeleri gerekip gerekmediğine karar vermek üzere bir Yüksek Soruşturma Kurulu teşkil olunacaktır. Bu kurulun teşkilatı ve çalışma usulü özel kanunla belirlenecektir.” 131 129 Mümtaz Soysal, Siyasette Burjuvalaşma, İncelemeler, Forum, sayı:150, 1 Temmuz 1960. Yeni Rejimin İlk Günler, Başyazı, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960. 131 Yeni Rejimin İlk Günler, Başyazı, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960. 130 147 Bu arada Milli Birlik Komitesi içinde iki eğilim ortaya çıkmıştı. Birinci eğilime göre yeni yönetim yeni bir anayasa ve güvenceli bir seçim yasası hazırlamalı, dürüst genel seçimler yapılmalı ve ülke yönetimini bu seçimleri kazanan sivillere bırakılmalıydı. İkinci eğilime göre ise askeri yönetim birkaç yıl sürmeli, bir takım reformlar yapılmalı, sonra yönetim sivillere devredilmeliydi. Bu iki eğilimden birincisinin tasfiyesi, Türk siyasal yaşamının yönünü tayin edeceğinden önem arz etmekteydi. Kuşkusuz demokratlar birinci eğilimi desteklemekteydiler. Neticede, Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel usta bir manevrayla sertlik yanlılarını yani ikinci grubu tasfiye etmeyi başarmıştı. Bu, sevindirici bir gelişmeydi. Çünkü aksi halde Türkiye’de DP diktatörlüğünün yerini bu kez de askeri diktatörlük alacak, bu kez de bununla yeni bir mücadele devresi başlayacaktı. Resmen birlik bozulmuş olduğundan, 13 Kasım 1960 tarihinde Komite lağvedildi ve yeni bir Komite oluşturuldu. Forum tasfiye edilen kişilere dair şöyle bir ifade kullanmıştır: “13 Kasımda ihtilalin prensip ve amaçlarına ihanet edenler Milli Birlik Komitesinden saf dışı edilmişlerdir.”132 Forum, müdahale sonrasında, Türk tecrübesi ile Suriye, Mısır, Pakistan ve Sudan gibi memleketlerdeki askeri idarelerin özelliklerinin farklı olduğunu vurgulamaya önem vermiştir. Nitekim bu çerçevedeki yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Müslüman orduların hemen hemen hepsi halk ordusudur, yani mecburi askerlik hizmetinin tatbiki sebebiyle her sene ordu mevcudunun yarısına yakın bir kısmı terhis olur ve yerlerini yeni kuralara terk eder. Bu sebeple, askerler halktan farklı ayrı bir sınıf teşkil etmiş değillerdir. Memleketin büyük bir çoğunluğunu teşkil eden orta sınıf ve fakir halka mensup olan askerler farklı bir düşünce ve hissiyata sahip değildirler, halkın teşvik arzusuyla işbaşına gelirler ve halk tarafından desteklendikleri müddetçe işbaşında kalabilirler. Halkın itimadını kaybeden askeri liderlere karşı ilk muhalefet ordu içinde doğar ve böylece memleketin ordu-sivil karması, ikinci bir darbe için hazırlanmaya başlar. Ayrıca Suriye’de müşahede edildiği gibi, ordu içindeki kıskançlıklar, darbede büyük hizmetler gören subayların arka plana atılması yeni darbelerin tohumlarını atabilir. Hele ilk darbeyi yapan subay ehil bir kimse ve ordunun sevgisini kazanmış bir şahsiyet değilse yeni darbeyi yapmak hiç de zor olmayacaktır. Bazen liderliğin cunta içinde sessizce el değiştirdiğine de şahit olunur, Yarbay Nasır’ın General Necip’ten iktidarı alışı bunun en güzel misalidir.” 133 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir:“Müslüman memleketlerdeki bütün darbelerden sonra askeri liderler, suiistimallerin temizlenmesinden, sulh ve sükunun avdetinden sonra serbest seçimlerle demokrasiye dönüleceğini vaat etmişlerdir, subaylar bu vaatlerinde samimilerdir de. Kısa zamanda geçici bir anayasanın kabul edilmesi ve ideal bir anayasa hazırlıklarına başlanması mutat faaliyetlerdir. Fakat zamanla uzun vadeli işlere el atarak ve halkın teşviklerine mazhar olarak işbaşında kalma uzadıkça uzar ve artık çok partili demokratik nizamın kurulacağı sözleri edilmez olur ve askeri idare de daimi bir rejim olarak yerleşir. Hürriyetler sahasında kıskançtırlar. Mesela Sudan’da olduğu gibi daha darbenin ilk günü 132 Gevşemeler, Başyazı, Forum, sayı:160, 1 Aralık 1960. Askeri İdareler ve Türk Devriminin Fraklı Manası, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:158, 1 Kasım 1960. 133 148 gazeteleri kapatan askeri idarelere rastlanmıştır. Reisicumhur Nasır, memleketinin başlıca gazetelerini Birleşik Arap Cumhuriyetinin yegane partisi yani iktidar partisi tarafından satın alınmasını sağlayarak kendi emirlerine amade kılmış bulunmaktadır. İşçi sendikaları, talebe teşekkülleri ve siyasi partilerin faaliyetlerine de milli birliği bozabilir düşüncesiyle tahditler konulmasında geç kalınmamıştır.” Asker, 27 Mayıs’tan hemen sonraki 15 günlük fiili durum hariç olmak üzere, her hareketi için hukuki dayanak oluşturmayı ihmal etmemiştir. Nitekim 13 Aralık 1960 tarihinde kabul edilen bir yasa ile Kurucu Meclisin kurulması kararlaştırıldı. Kurucu Meclisin iki ayağı olacaktı: ‘Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’. Temsilciler Meclisinin oluşturulmasında ülkenin her tarafından, her zümreden ve her meslek grubundan geniş katılım esas alındı. Kurucu Meclis 6 Ocak 1961 tarihinde toplandı. Böylelikle Kurucu Meclis çalışmaya başlamıştı.134 Anayasa hazırlık süreci tamamlandıktan sonra anayasa metninin hem Kurucu Meclis tarafından kabulü hem de halkoyuna sunulması öngörülmüştü. Seçim yasası ve Anayasa, 27 Mayıs 1961 tarihinde, yani müdahaleden tam bir yıl sonra hazırdı. Anayasa 9 Temmuz 1961 tarihinde halkoyuna sunuldu, oylamaya katılan seçmenlerin %61,5’inin oyuyla yeni anayasa kabul edildi. Bu referanduma dair, Nilüfer Yalçın’ın en yakın dostlarından biri olan gazeteci Müşerref Hekimoğlu’nun bir anısına yer vermek uygun olur. Anı, Yugoslavya’da bir manav ve eşinin Türkiye’deki müdahale sonrası gelişmeleri takip ettiklerini göstermesi bakımından anlamlıdır. Hekimoğlu anısını şöyle anlatır: “Yeni anayasanın referandumu yapılırken ben Yugoslavya’daydım. Yugoslav hükümeti Türkiye’den bir gazeteci grubu çağırdı. Milli Birlikçi Sami Küçük benim de gitmemi istedi. Oysa ben İstanbul’a bile gidemiyordum o günlerde. Albay Küçük direndi: Gazeteciler arasında 27 Mayıs’ın özünü anlayan biri de bulunsun, gitseniz iyi olur, dedi. Acele pasaport aldım, yola koyulduk. Yugoslavya’yı görmek çok etkiledi beni. Ama aklım Türkiye’de, ajansları izliyorum durmadan. 9 Temmuz 1961 günü Dubrovnik’teydik. Dalmaçya kıyılarında masalsı bir yer. O sabah bir manavdan, Örsan Öymen ile küçük kavunlar alıyorduk. Güzel Almanca konuşan manav hangi ülkeden olduğumuzu sordu. Söyledik. Manav ve eşi bizi tebrik etti, bize uzo uzattı, ‘Haydi yeni anayasa Türk ulusuna mutluluk getirsin!’ dedi, gözlerim yaşardı, uzoyu yuvarladım.”135 Anayasanın yüksek bir oyla kabul edilmemesini sebebini, 11 Şubat 1961 tarihinde kurulan ve DP tabanına oturmaya çalışan Adalet Partisinin ‘hayır’ kampanyasında aramak lazım. Aslında Adalet Partisi dışında Demokrat Partinin bir mirasçı adayı daha vardı:Yeni Türkiye Partisi. Yassıada Duruşmaları 15 Eylül 1961 tarihinde sonuçlanmıştı. 15 idam ve bir yığın hapis cezası öngören kararlar Milli Birlik Komitesinin önüne geldi. İnönü Komiteden idam cezalarının onaylanmamasını resmi olarak talep etti. Kaldı ki kararların açıklanmasından önce de İnönü, idam cezasının uygulanmaması yönünde gayri resmi olarak çaba sarf etmişti. İnönü’nün itirazına rağmen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamını Komite onayladı ve bu iç isim idam edildi. 134 135 Kurucu Mecliste siyasal partiler kontenjanı olarak 49 CHP li ve 25 CKMP li üye girmiştir. Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayısın Romanı, İstanbul:Çağdaş Yayınları, 1975, s.160. 149 Genel seçimler 15 Ekim 1961 tarihinde yapıldı. Hemen belirtmek gerekir ki CHP, seçimlerin, müdahaleden hemen sonra 5 Temmuz 1960 tarihinde yapılmasını Milli Birlik Komitesine önermiştir. Ancak İnönü’nün bu önerisi Cemal Gürsel tarafından uygun bulunmamıştır. Anayasa komisyonu başkanı Sıddık Sami Onar da seçimleri erken yapmanın uygun olmayacağını belirtince, CHP, seçimler için beklemek durumunda kalmıştır. 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan seçimlerin sonuçlarına göre CHP %36,3 ile 173 milletvekili, AP %34,8 ile 156 milletvekili, YTP %13,7 ile 64 milletvekili, CKMP %14 ile 54 milletvekili çıkarmıştı. Seçim sonuçları göstermişti ki, DP tabanının mirasçısı iki partinin oyları toplamı CHP’yi geçmekteydi. Bu ise şuna delalet etmekteydi: ‘Kurumları veya kuruluşları ortadan kaldırmak, insanları idam etmek; iktisadi ve toplumsal yapı değiştirilmediği müddetçe, beklenilen neticeyi vermeyecektir.’ Burada ilave etmek gerekir ki, eğer kimi çevrelerce iddia edildiği üzere CHP ile müdahaleyi yapanlar arasında bir işbirliği olmuş olsaydı, kuşkusuz seçimler CHP’nin önerdiği tarihte yani daha erken yapılırdı. Seçimlerin erken yapılmış olması durumunda seçim sonuçlarının açık ara CHP lehine sonuçlanacağını tahmin etmek pek güç değildir. Burada, CHP’nin seçim için önerdiği tarihin anayasa hazırlığının tamamlanması açısından süre olarak yetersiz olduğu öne sürülebilir. Bu doğru olmakla birlikte, aslında, 1950-1960 arası yaşanan tecrübe, Anayasanın nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştu. Şu halde istenilseydi, Anayasa, daha kısa sürede tamamlanabilirdi. Öte yandan askerlerin müdahale sonrasında iki farklı kanaate sahip olarak birbirlerinden ayrıştıkları hatırlandığında, seçimlerin sonraya bırakılması, asker açısından daha makul gözükmüş olmalıdır. Bu bağlamda Metin Toker’in ‘İnönü’nün Son Başbakanlığı 1961-1965’ isimli çalışmasından şu sözleri nakletmek uygun olur: “…1961-1965 Meclisinde hep iki koalisyon oldu. Biri hukuki, biri fiili. Hukuken Meclis bir CHP-AP koalisyonu kurdu. Meclis bir CHP-YTP-CKMP koalisyonu kurdu. Meclis bir CHP-Bağımsızlar koalisyonunu destekledi. Meclis İsmet Paşayı zaman zaman tüm ayağa kalkarak alkışladı. Ama Mecliste fiilen daima iki koalisyon oldu: 27 Mayısı Türk milletinin meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnişi sayanların koalisyonu ile bunu gayrimeşru bir askeri darbe sayanların koalisyonu. Siyasi hayatın 1961-1965 yılları arasında dalgalı geçmesinin temelinde yatan neden de bu istikrarsızlıktı.”136 Metin Toker’in söz konusu tespitinin haklılığına delil olarak Demokrat Kulübünün 27 Mayıs müdahalesi sonrasındaki pek çok yayını gösterilebilir. Mesela ‘27 Mayıs Askeri Darbesinde Gerçeği Savunan Yazarlar ve Yazıları’ başlıklı derlemede Büyük Zafer’in 2 Mayıs 1962 tarihli nüshasından şu sözler aktarılmaktadır: “Halk Partisi devlettir. Halk Partisi hükümettir. Halk Partisi ağadır. Halk Partisi beydir. Ondan olmayanın bu topraklarda barınması, teneffüs edebilmesi bile sadece onun lütuf ve semahatıdır. Bu 1950’ye kadar böyle olmuş, muhalefet devresinde ve nihayet bugün yine aynen böyle olmaktadır. 1950’de milletin yüzde sekseninin dahil bulunduğu bir 136 Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı 1961-1965, Ankara:Bilgi Yayınevi, 1969, s.36. 150 gafiller kafilesi kalkmış bir müddet için bu ağalar, beyler kumpanyasına kafa tutmaya yeltenmiş de bakınız sonunda nasıl hal ve erkan kalmıştır.”137 Demokrat Parti kapatılmış olsa da, on yıllık iktidarı süresince partizan kin tohumlarını atmış olduğundan, 1961 Anayasası ile istenilen Türkiye tablosuna ulaşmanın güç olduğu açıktı. Bu güçlüğün ise demokrasi içinde yani ‘kahramansız’ aşılması ise ek bir güçlük oluşturmaktaydı. Çünkü 1960 lı yıllardan itibaren artık ‘muhafazakar seçmen’ yerini ‘gerici taraftar’a bırakmıştı. Taraftar ise kahramanını bekler olmuştu. Nitekim Türk siyasal yaşamında ‘Süleyman Demirel’in konumunu bu çerçevede değerlendirmek gerekir. ‘Seçmen’ ile taraftar’ın farkını en sarih şekilde ortaya koyan isimlerden bir tanesi Duverger’dir. Duverger, farkı şöyle tespit eder: “Seçmen kavramının basit ve açık oluşuna karşılık, taraftar kavramı, belirsiz ve karışıktır. Taraftar, seçmenin ötesinde, üyenin gerisinde bir kimsedir. O da, seçmen gibi partiye oyunu verir. Fakat sadece bununla yetinmez. Partiyle aynı görüşte olduğunu açığa vurur, siyasal tercihini itiraf eder. Seçmen ise, seçim hücresinin gizliliği içinde oyunu kullanır ve yaptığı tercihi açıklamaz. Oyun gizliliğini sağlamak amacıyla alınan tedbirlerin kesinliği ve bolluğu da, bu olgunun önemini ispatlar. Oyunu açıklayan bir seçmen, artık sadece bir seçmenden ibaret olmayıp, bir taraftar haline gelme yolundadır. O, bu eylemiyle, bir takım sosyal bulaşma olaylarını da harekete geçirir, taraftarın itirafında bir propaganda unsuru mevcuttur; bu, aynı zamanda kendisini diğer taraftarlara yaklaştırmak suretiyle, ilk topluluk bağlarını yaratır. Seçmenler, birbirlerini tanımadıkları için, gerçek bir topluluk teşkil etmezler, sadece tüm olarak belirtilebilen ve istatistiki yollarla ölçülebilen bir grup meydana getirirler. Buna karşılık, taraftarlar, gerçek bir topluluk oluştururlar.”138 Burada belirtmek gerekir ki seçmenin politik olması ile taraftarlık birbirinden ayrılır. Demokrasinin gelişimi için seçmenin apolitik olması ciddi bir tehlikedir. Ancak, parti taraftarlığı demokrasi için apolitik seçmen davranışından daha büyük tehdit oluşturur. Çünkü taraftarlar, ki az gelişmiş ülkelerde seçmenlere göre çoğunluktadırlar, popülist politikalara açık olurlar. Nitekim Türkiye örneği göz önünde bulundurulursa, ‘yurttaşlaşamamış’ geniş kütlenin ‘seçmenleşme’ sürecini daha tamamlamamışken, on yıllık Menderes hükümetleri döneminde ‘taraftarlaştırılmasının’ Türk demokrasisine verdiği zararın 1960 lı yılların ortalarından itibaren somut olarak görülmeye başlandığını söylemek yanlış olmaz. Gerçi kimi aydınlar, sonraları, ideolojik angajmanlarının beklenir bir neticesi olarak, Türk demokrasisinin sorunlarını on yıllık Demokrat Parti iktidarında aramak yerine 27 Mayıs müdahalesinde hatta daha da ileri giderek, 1923-1950 arasında bulduklarını ilan edeceklerdir. Bu aydınların sayısı 1990 larda ve 2000 lerde çoğalarak da artacaktır, fakat söz konusu görüşe sahip olanların niceliğinin artması, bu görüşün niteliğini kuvvetlendiremeyecek, bilakis zayıflatacak, bu ise mevzubahis kişileri hırçınlaştıracak, bu hırçınlıkları onları gerici akımların savunucuları ile aynı safa savuracak ve onlara gerici hareketlerin liderlerinin, Cumhuriyetin kurucularından daha ‘demokrat (!)’ olduklarını söyletmeye kadar vardıracaktır. 137 Demokratlar Kulübü, 27 Mayıs Askeri Darbesinde Gerçeği Savunan Yazarlar ve Yazıları, Ankara:Demokratlar Kulübü Yayınları, 1996, s.261. 138 Maurice Duverger, Siyasal Partiler, çev. E.Özbudun, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1974, s.151. 151 III. BÖLÜM FORUM:BİREY-TOPLUM 1.Klasik Hak ve Özgürlükler Forum’a göre 1950’de iktidara gelen Demokrat Partinin siyasal özgürlükleri genişletme ve iktisadi kalkınmayı gerçekleştirme gibi iki önemli görevi vardı. Türk aydınlarının DP’yi 1950 seçimlerinden önce desteklemelerinin sebebi de buydu. Forum’a göre DP’nin bu hedefleri gerçekleştirebilmek için aydınlar ile işbirliği içinde olması gerekmekteydi, oysaki DP iktidarı bu işbirliğinin gereksizliğine inandığını gösteren bir tutum içerisinde girdi. 1950-1954 arası iktisadi alanda kimi gelişmeleri sağlamakla birlikte, siyasi özgürlükler bahsinde ülkeyi 1950’nin de gerisine götürme eğilimi içinde oldu. 1954 seçimlerinden sonra ise DP, çoğunluğun desteğini arkasına almanın verdiği güvenle, aydınlarla işbirliği içinde olmanın gerekliliğine inanmadığını açıkça ifade etmekteydi. Öyle ki DP yöneticileri, aydınların bilgisinin kitabi olduğunu, eylem alanda onlardan istifade etmenin olanaklı olmadığını beyan etmekteydiler. Halbuki sağlam ve sistemli bir siyasi ve iktisadi düşünce olmadan eylem alanında başarı sağlanması olanaklı değildi. Forum’a göre DP iktidarının yapması gereken, Batı ülkelerindeki iktisadi, siyasi ve toplumsal gelişmeyi sağlayan metotları tetkik edip, Türkiye’nin özgün koşullarını da göz önünde bulundurarak gelişmiş bir ülke olma amacına yönelik bir program oluşturmaktı. Kaldı ki DP’nin 1954 seçimlerinde oylarını daha da yükseltmiş olması ona bunu yapmayı mecbur kılmaktaydı. Aksi halde DP, sadece iktidarı ele geçirmek ve bunu elinde tutmak isteyen bir parti olmanın ötesine geçemeyecekti, Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktu. Oysaki geçen yıllar gösterecekti ki, DP iktidarları Türkiye’ye sadece zaman kaybettirmeyecek, Türkiye’nin 1950’ye kadar kazanmış olduğu zamanı da kaybettirecekti. Bu bağlamda, Forum’da kaybedilen vaktin, Türk toplum yapısında önü alınmayacak tehlikeler doğuracağına dair iddiasına mesnet teşkil edecek şekilde aktardığı iki olaya yer vermek uygun olacaktır: “Meğer Sultanahmet Camii imamı ırzına geçtiği kızı daha önce bir imam nikahı ile kendisine helal kılmış! Bu suretle de zina yatağını İslam dininin helal evlilik döşeği haline getirmişmiş. İşte bu sebeple imam efendi, şimdi, cezaevinde büyük bir vicdan rahatlığı içinde yatıyormuş. Tek üzüntüsü, din adamlarının sevimli alametlerinden biri olan sakallarının kesilmesiymiş. Bu bir olay, bir ikincisi daha var. İki köylü kadın, yağmur duasının müstecap olması için mezardan bir çocuk başı çalmaya kalkmışlar. Mezarında rahat bırakılmayıp ölü kafası kesilen bu sabinin ölü gözlerinden akacak yaş ile Allah’a olan tazarrularını daha müessir kılmak istemişler. Müthiş bir tablo..Ortaçağda bile yasaklanacağı şüphesiz bir icra tarzı ile yapılmak istenilen bu korkunç yağmur duasını dürtükleyen de gene bir sözde din adamıdır.139 139 Bir Ustaca Nikah ve Bir Korkunç Yağmur Duası, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:6, 15 Haziran 1954. 152 Bu iki olay göstermektedir ki, Türkiye gibi az geliş bir ülkenin demokrat aydınların kılavuzluğuna ihtiyaç vardır. Çünkü bu iki olay “şehvetli bir imam ile Allah’a yalvarmayı en iptidai dinlerin bile kabul edemeyeceği bir dehşet tablosu içinde yapmaya kalkışanları kışkırtan bir başka sapık din adamı” şeklinde açıklanamayacak kadar, yaklaşan tehlikenin habercisidir. Bir milletin dini ihtiyaçlarının beşeri çerçevede tatmin edilmesine itiraz edilecek değildir. Ancak itiraz edilmesi gereken, siyasi fırsatçılık ve tavizcilik zihniyetidir. Bu iki olaydan çıkarılacak sonuç, sözde vicdan hürriyetini ve halkın moral ihtiyaçlarını düşünme bahanesiyle iktidarı elde tutma ve kazanma yolları arasına giren, halkın adeta fanatik duygularını okşama yolunun, yarattığı hadiseleri hafife almamak gerektiğidir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, DP’nin din istismarcılığı yapmakta olduğunu görmelerine rağmen, aslında aydınlar DP’ye 1954 seçimlerine kadar DP’ye arkalarını dönmemişlerdi. 1954 seçimlerinden sonra ise DP’nin yükselen bir hızla otoriterliğe kayması aydınları büsbütün hayal kırıklığına uğratmıştı. Gerçi Forumcular ardı ardına çıkartılan anti-demokratik kanunlara rağmen, bu adımlardan geri dönme ihtimali olduğuna dair ümitlerini kaybetmediklerinden, DP iktidarına uyarılarda bulunmak suretiyle, DP’ye 1950 genel seçimleri öncesi verdikleri vaatleri hatırlatarak, onları demokratik yol içine çekebileceklerini düşünüyorlardı. Çünkü demokraside hatalar yapılmaz değildi. Yapılan hatalar önemli de olabilirdi fakat hataları fark edip, bundan dönebilme sorumluluğunu göstermek, demokrasinin bir gereğiydi. Forumcular, 1950-1954 arasında DP’nin birçok hatalı uygulamaya imza atmış olduğunu kabul etmekte, ancak DP’nin bu hatalardan ders çıkarabileceğine, DP’nin aydınların uyarılarına kulak vermek suretiyle doğru adımlar atabileceğini iddia etmekteydiler. Ancak DP, 1950 seçimleri öncesinde aydınları iktidara gelebilmek için kullanmış, iktidarda kaldığı dört yıl boyunca da geniş halk kütlesinin desteğini artıracağı iktisadi politikalarla 1954 yılında oylarını artırmış, dolayısıyla artık DP’nin aydınlarla işbirliği yapmasının gereği kalmamıştı. Kaldı ki dört yıl boyunca uyguladığı yanlış iktisadi politikaların 1954 sonrası olası olumsuz sonuçları bariz bir şekilde ortaya çıkacağından, DP yöneticileri yanlışlarını gizlemek için aydınların sesini kesme yolunu tutmuştu. Bu ise klasik hak ve özgürlükler alanını daraltmak suretiyle gerçekleştirilmişti. 1954 genel seçimleri sonrasında DP adım adım düşünce ve düşünceyi açıklama, basın ve yayın, toplantı ve gösteri gibi temel hürriyetleri kısıtlamaya başlamasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Forum, kısıtlamaların yoğunlaştığı 1955 yılında, DP iktidarına dair müsamahalı tutumunu değiştirmeye başladı. Daha açık bir dille, ‘az yoğunlukta eleştiri’ dönemi kapanıyordu. Forum, uyarılar yoluyla DP’nin demokratik ilkeleri benimsemesinin sağlanamayacağını 1955 yılı sonunda tamamen kabul etmişti. Forum’un DP’ye yol gösterme arzusu içinde olduğu ilk sayılarında özellikle gelişmiş Batı memleketlerindeki klasik hak ve özgürlükler anlayışına dair örnekler verilmekte, bu bahiste uluslararası örgütlerin hazırlamış olduğu raporlara dair 153 incelemeler kaleme alınmaktaydı. Örneğin Turhan Feyzioğlu’nun Forum’un ikinci sayısında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanmış olan rapora dair değerlendirmesinde şöyle denilmektedir: “Birleşmiş Milletler Sosyal ve Ekonomik Konseyi 14. döneminde, haberleşme (basın, radyo, sinema, televizyon) hürriyeti konusunda etraflı bir rapor hazırlamaya karar vermişti. Kararının gerekçesinde Konsey bilhassa şu iki noktayı belirtiyordu: Haberleşme hürriyeti, sadece insan haklarından biri değil, bütün diğer hürriyetlerin mihenk taşıdır. Tecrübeler, bu hürriyetin Birleşmiş Milletler Anayasasında ve Cihanşümul İnsan Hakları Beyannamesinde ilan edilen bütün hürriyetler içinde en kolay çiğnenebileni olduğunu göstermiştir. Konsey tarafından bu işe memur edilen Salvador P. Lopez’in 1953 yılı içinde sunduğu rapor, Birleşmiş Milletlerce yayınlanmış bulunmaktadır. Muhtelif memleketlerde basın, radyo, sinema ve televizyon fakat bilhassa basının tabi olduğu şartları ve tahditleri inceleyen bu rapor baştan sona kadar ilgi çekicidir. Raporun metninde Türkiye’ye doğrudan doğruya atıf yapılmıyor. Fakat zaman zaman Yakın Doğu memleketleri, Akdeniz’in Doğu kıyılarındaki memleketler gibi umumi ve müphem tabirlere rastlanıyor. Ne yazık ki bu umumi tabirler için bizimle birlikte giren bazı Arap memleketleri hakkında raporun başka kısımlarında yer yer verilen bilgiler hiç de lehte değil. Mesela Anayasalarındaki basın hürriyeti prensibinin tatbikatta saygı görmediği, basın hürriyeti sınırlarının istikrarsız olduğu ve siyasi çalkantıların seyrine uyarak yıldan yıla değiştiği, yabancı muhabirlerin aşırı tahditlere tabi tutulduğu yolunda kayıtlar göze çarpıyor.”140 Demokratik bir siyasi düzende devlet idaresi hakkında fikir beyan etmek her vatandaşın tabii hakkıdır. Devlet idaresini ilgilendiren meseleler üzerinde fikri olan herkes bunların konuşulmasına ve tartışılmasına katılmak hakkına sahiptir. Demokratik rejimde, hiçbir fert, hiçbir zümre, teşekkül ve topluluk milli ve siyasi meseleleri konuşmaktan men edilemez. Ancak 1954 seçimleri sonrasındaki DP iktidarı, ancak totaliter rejimlerde rastlanacak şekilde, devlet idaresini ilgilendiren meselelere karşı aydınların alaka göstermesinden rahatsız olmuştur. DP’nin aydınlardan beklediği iktidarın icraatları hakkında, tasvip dışında bir fikir beyan etmemeleriydi. DP yöneticilerinin bu tutumu, aydınları, Aydınlanma hareketinden doğmuş kimseler olarak görmemelerinin açık ifadesidir. Eğer DP yöneticileri Cumhuriyetin kuruluşu ile başlatılmış olan Türk Aydınlanmasına sahip çıkmış olsalardı, daha açık bir dille, insan aklına karşı sınırsız bir güven duymuş, bu aklın kendi kendine yettiğini kavramış, her şeyin akıl süzgecinden geçirilerek eleştirilmesi gerekliliğine inanmış, insan aklını sınırlayarak boyunduruğu altına almak isteyen her türlü otoriteye karşı çıkmanın bilimselliğin esas ölçütü olduğunu görebilmiş olsalardı; dönemin aydınlarından, Osmanlı zamanındaki padişaha methiye düzmekle mesul kimseler gibi kalem oynatmalarını istemezlerdi. Nitekim DP iktidarına göre, aydınların akıllarını, Menderes ve ekibinin vesayeti dışında kullanmak istemeleri ve hatta buna kalkışmaları ‘kötü manada cüretkar’ bir tutumdu. Aydınlanma felsefesi ise tam da DP’nin karşı çıktığı bir zemine oturmaktaydı: ‘Bilmeye, aklını kullanmaya cüret etmek.’ Üstelik bu 140 Turhan Feyzioğlu, Haberleşme Hürriyetine Dair Bir Rapor, İncelemeler, Forum, sayı:2, 15 Nisan 1954. 154 felsefeye göre, ‘bilmeye, aklını kullanmaya cüret etmemek’ aklı kendi istemine göre kullanmaktan vazgeçmek demek olduğundan, özgür olmamak anlamına gelmekteydi. Aslında meselenin düğümlendiği yer tam da burasıydı: Demokrat Parti, özgürlüklerin tam karşısında konumlanıyordu. Menderes, 1946 seçimlerinden sonra CHP iktidarının tek parti dönemine eleştiri getirirken, ‘Milli Şef’ kavramını öne çıkartarak, dönemin zaruri koşullarını da yok sayarak, CHP yöneticilerinin büyük kütlelerin arzu ve isteklerini ifade etmelerine izin vermediklerini, onların bu anlayışlarının ‘Devlet idaresi ihtisası işidir, buna herkesin karışması hatalıdır, ancak seçkin bir zümre ve bu zümreyi temsil eden şef, bu hususta salahiyetlidir’ şeklinde açıklanabileceği manasına gelen iddialarda bulunmaktaydı. Aslında, o dönemde kimi liberal demokratların da bu minvalde iddiaları yok değildir. Bu kimselerin temel savları ‘tek parti döneminde Meclis, meselelerin muhtelif zaviyelerden tartışılması ve sonunda bir karara bağlanması için değil, milli şefin ve etrafındakilerin arzularını, şekil bakımından hukukileştirmeleri, meşrulaştırmaları ve bunlara büyük kütlelerin arzusunun inzimam ettiği intibaını vermesi için kurulmuş sözde bir Meclis olarak çalışmıştır.’ Kuşkusuz bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Ancak burada önemli olan husus, Menderes’in eleştirdiği ‘milli şef’ uygulamasının ötesine geçip, diktatörlük eğilimi göstermesidir. Aksi halde, onun eleştirileri dinlememesi, daha ötesi eleştirilerin sesini kısmak değil kesmek istemesini başka türlü açıklamaya imkan yoktur. Nitekim Menderes, DP iktidarının politikalarını eleştiren aydınların salahiyetlerini aştıkları hatta suç işlediklerini düşünmektedir. Bu ise totaliter bir rejimin idarecilerinin yaklaşımından başka bir şey değildir. Bu bahiste Forum’dan, yabancı memleketlerdeki demokratik işleyişe dair verilen sayısız örneğe rastlamak mümkündür. Bu örneklerden, İngiltere örneğini nakletmek uygun olacaktır: “Mesela İngiltere’de işçi sendikaları toplantısında gerek iç siyaset, gerekse dış siyaset meseleleri tıpkı parlamento imişler gibi en ufak bir tahdit ve müdahale bahis konusu olmadan tartışılır, karara bağlanır. Oxford Üniversitesinde, Habeşistan’a tecavüz sırasında öğrenci birliğinin toplantısında verilen karar, Londra Üniversitesi Siyasi ve İktisadi İlimler Mektebi öğrenci derneğinin zaman zaman tertiplediği genel tartışma ve müzakerelerde ele alınan meseleler ve verilen kararlar bütün İngiltere’nin ilgisini üzerinde toplayan hadiselerdir. Buralarda tartışma tıpkı parlamentodaymış gibi cereyan eder. Demokraside siyaset her vatandaşın vazifesidir. Parlamento demokrasinin beşiği olan İngiltere’de adeta bütün memlekete yayılmış olan bu tartışma gruplarının bir konfederasyonudur. Bu birlik adeta minyatür halde milli bir münazara mahallidir. Aradaki yegane fark, parlamentodaki münazara kanun şeklinde nihai bir milli kararı ifade eder. Diğer binlerce yüz binlerce münazara ve tartışma ise bu nihai kararı hazırlayan ilk çalışmalar olarak kabul edilmektedir. Bunları kösteklemek, parlamentonun faaliyetini de kösteklemek olur. Hakiki fonksiyonunu ifa edemeyen parlamentoların sonucu da totaliter diktatörlüktür.”141 141 Siyasetle Uğraşmak, Başyazı, Forum, sayı:8, 15 Temmuz 1954. 155 Forum, özgürlüklere dair bakışta zihniyetin önemine vurgu yapar. Bir yazıda şöyle denilmektedir: “Dar kafaların taassubu yüzünden dünya tarihinin en önemli buluşlarından biri olan matbaaya Türk toplumu tam üç yüz yıl gecikme ile kavuştu. 1726’da Şeyhülislam Abdullah Efendi tarafından İbrahim Müteferrika’ya birçok sıkı kayıtlarla ulema tarafından tashih edilecek eserlere münhasır olarak kitap basma müsaadesi verildiği zaman, Türkiye’de Musevi, Rum ve Ermeni basımevleri kurulalı uzun yıllar geçmişti.Yüzyıllarca önceki hürriyet yokluğunun acılarını bugün hala cemiyet halinde çekiyoruz.”142 Örneklerin akabinde Türk demokrasisi ile Batı demokrasileri arasında mukayeseye yer verilmekte ve şöyle denilmektedir: “Son günlerde Millet Meclisinde çıkan kanunlar Türkiye’de devlet işleri hakkında en fazla bilgi ve alakası olan zümrelerin, memleketin idaresiyle alakalanmalarını önleyecek bir mahiyette inkişaf etmektedir. Son kanunların müzakeresi esnasında söylenenler, devlet idaresiyle alakadar olmak demek olan siyasetle uğraşmanın memleketimizde büyük bir aydın zümre için suç haline getirileceği endişesini yaratmıştır. İlim adamını ve üniversite mensubunu devlet meseleleri üzerinde düşünmek ve fikrini ifade etmekten men etmek, onun mesleki faaliyetine son vermek demek olur. Bilhassa hukuk, siyasi ilimler ve iktisat gibi ilim şubelerine mensup olan kimseler, şu veya bu kanunun, fiil ve hareketin insan haklarına, anayasaya ve demokratik siyasi düzene aykırı olduğu yolunda fikri faaliyetlerine devam ederlerse, keza bir iktisatçı, alınan bazı tedbirlerin enflasyonu körüklediği, iktisadi gelişmeyi baltaladığı, memleketin milletlerarası iktisadi işbirliği imkanlarını zorlaştırdığı yolunda kanaatini açıklarsa durum ne olacaktır? Çünkü faaliyet havada ve boşlukta yapılan bir faaliyet değildir. Fiziki ilimlerde laboratuar ne ise, bir hukukçu, bir siyasi ilimler mensubu, bir iktisatçı için devlet faaliyetini ilgilendiren konular yani siyasi hadiseler onlar için laboratuar mesaisi ve araştırma mekanı durumundadır. Bu takdirde üniversitelerde içtimai ilimler kürsülerini toptan lağvetmek ve bu ilimlerin Türkiye’de tedrisatına son vermek daha mantıki bir harekettir.” Miting yapmak, toplantı hürriyetinin en tabii sonucudur. Hatta toplantı hürriyetinin bizzat kendisidir. Oysaki DP iktidarı bu hürriyete de kısıt getirmiştir. Bu minvalde Forum şöyle demektedir: “Miting toplantı hürriyetinin bir fiili ifadesidir. Kanunun derpiş ettiği şartlar içinde yapılması düzenlenen toplantılar, Batılı siyaset hukukunda hükümetin ön müsaadesi ile bir lütuf eseri olarak kullanılan bir hak olmaktan çıkmıştır. Toplantı hürriyetine dayanarak bir miting yapmak isteyenler idareden bir müsaade alma zorunda değildirler. İdareyi keyfiyetten usulüne göre haberdar etmek yeter. Mitingi önceden yasaklayamayan idarenin, bir mitinge fiilen müdahalesi, gene kanunun derpiş ettiği ağır hallere ve ciddi şartlara tabi tutulmuştur. Bizim toplantı hürriyetini düzenleyen mevzuatımız da Batılı siyasi hukukun bu vasıflarını haizdir. Binaenaleyh hal böyleyken, hükümetin miting taleplerini önceden yasak etmesi bahis konusu olamaz.”143 Bu durum, DP’nin, kanunları, aldığı çoğunluk ve Meclisteki temsilci sayısına güvenmek suretiyle, istediği şekilde yorumlaması, yorumlanamayan kanunları da antidemokratik 142 143 Turhan Feyzioğlu, Fikir Hürriyetine Dair, İncelemeler, Forum, sayı: 35, 1 Eylül 1955. Mitingler Sahiden Yasak Edildi mi?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:13, 1 Ekim 1954. 156 uygulamalarını meşrulaştırmak amacına yönelik olarak değiştirmesi yaklaşımının bir ifadesidir. Daha açık bir ifadeyle, DP özgürlükler meselesinde, ya ilgili kanunların hükümlerini ihlal etmiş ve/veya ihlallerini kanunların içine taşıyıp, bu yönde kanunları değiştirme yolunu tutmuştur. Bu noktada Forum’un verdiği şu örnek ilginçtir: “Sahne İngiltere’dir. Faşizme ve nazizme taraftar olan ve İngiltere’nin can düşmanlarını destekleyen bir avuç insan, Londra’nın göbeğinde bir miting tertiplemişlerdir. Bunlara nazaran sayıları çok daha kabarık olan başka İngiliz vatandaşları da mitinge katılanları hırpalamak ve dağıtmak için hücuma geçmişlerdir. Londra polisi bütün gücüyle mücadeleye katılmıştır. Coplar konuşmaktadır. Fakat kime karşı? Mitingi yapmak cüretini gösteren faşistlere karşı mı? Hayır. İngiliz kanunlarının meşru saydığı bir toplantıyı zorla dağıtmaya kalkışan, söz hürriyetini baltalamaya teşebbüs eden sadık, fakat gayretkeş İngiliz vatandaşlarına karşı. Çünkü polisin vazifesi hürriyetlerin meşru hudutlar dahilinde kullanılmasını himaye etmektir, hürriyetleri baltalamak değil. Kıssadan hisse: Mezar sessizliği nizamı faşist ve komünist rejimlere hastır.”144 Forum, klasik hak ve özgürlükler bahsinde sınırsız özgürlüğü savunmamaktadır. Liberal demokrat Forumcular da sınırsız özgürlüğü kabul etmemekteydiler. Forumculara göre, demokrasi kendini ortadan kaldıracak özgürlükleri sınırsız bırakmamalıydı. Örneğin bu bahiste şöyle denilmektedir: “Bugünkü cemiyetimizin sosyal endişeleri, bir taraftan irticanın kucağına düşmemek öte yandan sınıf savaşına müncer olacak aşırı bir sol harekete maruz kalmamak şeklinde ifade edilebilir. Bu iki husus dışarıda kalınca demokratik politika anlayışı ile mutedil bir sosyal zihniyet içinde yeşeren görüş çerçeveleri dahilinde fikir ve münakaşa hürriyetlerinden faydalanılabilir.”145 Forum, basının bizzat kendisinin totaliter faaliyetleri karşı demokratik tepkisini göstermesi gerektiğine vurgu yapar. Ancak kuşkusuz ki, burada özgürlük ve otorite dengesi çok dikkatli bir biçimde saptanmalıdır. Demokrasiyi tahrip edecek siyasi faaliyetlere ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınmasının sakıncalı olduğunu savunan Forumcular, yıkıcı faaliyetleri kullanarak rejimin otoriterliğe kaymasına itiraz eder. Nitekim, Dergi yazar kadrosu, demokrasiye inanmayanlara, ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanımak suretiyle özgürlükleri bir gün tamamen ortadan kaldırılacak hareketlere iktidar yolunu açma tehlikesi bir yanda; totaliter faaliyetlerle mücadele etme kisvesi altında bir başka otoriter rejimi tesis etme tehlikesi diğer yanda olmak üzere; 1950 lerin ikinci yarısında, cılız Türk demokrasisinin hassas günler geçirmekte olduğuna işaret eder. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forumcular Türk demokrasisinin cılızlığının yine demokratik ilke ve kurumlarla giderilebileceğini belirtir. Aslında Demokrat Partinin klasik hak ve özgürlükleri sınırlandırma girişimi sadece içerideki aydınlar tarafından değil, yabancı memleketlerdeki aydınlar tarafından da 144 145 Muhalif misin? Toplanamazsın, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:35, 1 Eylül 1955. Af Yolları Elbette Açıktır, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:15, 1 Kasım 1954. 157 görülmekteydi. Bunda, Türkiye içinde görev yaban yabancı basın mensuplarının etkisi büyüktü. İktidarın, dış çevrelerde iktidar aleyhinde bir tutum oluşmaması için yabancı basın mensuplarına yönelik de kimi tedbirler almaya yönelmesini bu çerçevede değerlendirmek uygun olur. Forum, iktidarın, yabancı basın mensuplarının haber almalarına getirdiği engellemelere karşın şöyle demektedir: “Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında, Sovyet işgalindeki peyk memleketlerde, yabancı gazete muhabirlerine karşı, amansız bir mücadelenin açıldığı, şiddetli tedbirlerin alındığı, tevkif, işkence ve hudut dışı etme gibi yollara sapıldığı görülmüştür. Bu memleketlerde diktatörlerin asabını bozan ve bu derece şiddetli tedbirler almaya sevk eden şey, memleket içinde olan bitenleri dahildeki efkarı umumiyeden kendi kontrollerindeki peyk basınla saklayabildikleri halde yabancı muhabirlerin bu işte güçlük çıkartmalarıdır. Çünkü yabancı muhabirler diktatörlük idarelerinin tecrit ettiği bir bölgeyi hür dünyanın müşahedesine arz etmeye çalışan açık kapılar şeklinde mütalaa edilirler. Türkiye hür insanların yaşadığı bir memlekettir. Bizde demirperde ve diktatörlükle idare edilen memleketlerden farklı olarak, herşey hür vatandaşın gözü önünde ve kontrolü altında cereyan eder. Bu bakımdan yabancı gazeteciler ve muhabirler istedikleri yazıyı istedikleri şekilde yazabilirler. Fikirlerine iştirak edelim veya etmeyelim yabancı gazetecilere karşı asabileşmeye kalktığımız zaman bunun yabancı memleketlerde nasıl karşılanacağını unutmamalıyız.”146 DP’nin özgürlükleri kısıtlamanın yanlışlığını görmemesi, temsil ettiği zihniyetin bir ifadesidir. Öyle ki özgürlüğü lüks olarak gören ve insan onuru ile özgürlük arasındaki bağı kavrayamayan bir zihniyetin, totaliter eğilimler göstermesi şaşılacak bir durum değildir. Nitekim geri zihniyet ile ileri zihniyet arasındaki en derin fark, insan haysiyetine karşı beslenilen saygı derecesidir. Geri bir zihniyet, Aydınlanmamış bir akıl, özgürlüğü pek tabii olarak yöneticilerin bahşettiği bir lütuf olarak görecek, özgürlük bir lütuf olarak kabul edildiğinde de, yöneticilerin bu lütfü geri çekmesi meşrulaşacaktır. Daha da ötesi, özgür olmayan bir kimsenin insanlık vasfını kaybettiği şüphesi bile uyanmayacaktır. Forum özgürlüğün gerekliliğini şu şekilde açıklamaktadır: “Hürriyet lazımdır çünkü serbest münakaşayı ve tenkidi kaldırmak adaletin yerine zulmü, hakikatin yerine yalanı ve tek taraflı propagandayı geçirmektir. Bir cemiyetin yarını, temelli olarak yalan ve propaganda üzerine kurulamaz. Hürriyet lazımdır çünkü kendi politikasının mutlak surette doğru olduğunu sanıp her türlü muhalefeti muzır bir faaliyet sayan hükümetler ve her ikazı, her tenkidi susturan rejimler milleti çok zaman telafisi imkansız felaketlerin kucağına sürüklemişlerdir. Hürriyet lazımdır çünkü murakabe ve tenkitten uzak kalan her iktidarın kötüye kullanılacağı ve tefessüh edeceği siyaset ilminin mütearifelerinden biridir. Doğunun uzak ve yakın tarihi bu konularda ibret dersleriyle doludur.”147 Forum, iktidarın Eylül 1954’ten itibaren yoğunlaşan gazetecileri tutuklama hareketini eleştirir. Örneğin Hüseyin Cahit Yalçın’ın iki seneyi aşkın süre hapis 146 147 Yabancı Gazetecilere de mi Ceza?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:15, 1 Kasım 1954. Turhan Feyzioğlu, Neden Hürriyete İhtiyaç Var?, İncelemeler, Forum, sayı:17, 1 Aralık 1954. 158 cezasına mahkum edilmesini iktidarın ayıbı olarak görür. Cemal Sağlam’ın hem dört yılı aşkın süre hapis hem de aynı zamanda yüksek bir para cezasına çarptırılması, Fuat Arma için bir yıla yakın süreyle hapis kararı verilmesini, demokratik rejim ile bağdaşmaz bulur. İsmet İnönü’nün hapse mahkum edilen bu gazetecileri ziyaret etmesini ise takdirle karşılar. Hüseyin Cahit Yalçın’ın 79 yaşındayken cezaevine girmesi hadisesine dair Forum şöyle demektedir: “Hüseyin Cahit Yalçın’ın doğum yıldönümü dolaysıyla vatandaşlar cezaevinin önünde toplanmaya teşebbüs etmişler. Hükümet de bunu adeta kalkışma mahiyetinde görmüş, yasaklamış ve aynı zamanda bu hareketi şiddetle takbih etmiştir. Bir parlamento ne kadar büyük bir parti çoğunluğuna sahip olursa olsun, ölçülü hareket etmelidir. Bu, demokrasinin ön şartıdır.”148 Hüseyin Cahit Yalçın 79 yaşında üç ay hapiste yatmış, ancak Cumhurbaşkanı Celal Bayar, özellikle İnönü ve aydınlar tarafından yapılan baskılar neticesinde, yazarın mahkumiyetine dair af yetkisini kullanmak zorunda kalmıştır. Kuşkusuz af müessesi toplumsal huzur sağlamada kullanılacak araçlardan biridir. Öte yandan bu müessese tek başına, demokratik rejim içinde olunduğuna delalet etmez. Bilindiği üzere, Türk Devrimi ile Cumhuriyet kadrosunun yapmaya çalıştığı, Batının yüzyıllar boyu geliştirdiği demokratik düzeni adım adım ancak olabildiğince kısa sürede Türkiye’de yerleştirmekti. Nitekim Batı demokrasisinin köklerini ‘Magna Carta’dan başlatmak abartılı olmayacaktır. Kral tarafından hakları çiğnenen İngiliz baronlarının 1215’de Yurtsuz Jan’dan kopardıkları ‘Magna Carta Libertatum’u takip eden 1225 tarihli ‘Büyük Hat’, 1627 tarihli Haklar Dilekçesi, 1688 tarihli ‘Haklar Fermanı’, 1779 tarihli ‘Habeas Corpus Kanunu’ da klasik hak ve özgürlüklerin gelişimi sürecinde sayılabilecek belgelerdir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki İngiltere’de demokratik düzeni kuran bu belgeler derli toplu bir insan hakları doktrini ihtiva eden ve bütün insanlığın haklarından bahseden beyannameler değildir. Bunlar keyfi tevkiflere son verilmesi, vergi alınmaması, seçimlerin serbestliği, söz hürriyeti, hakimlerin bağımsızlığı ve azledilmemeleri gibi pratik meselelere dair sarih kaide ve usuller koyan metinlerdir. Bütün insanların doğuştan birtakım vazgeçilmez haklara sahip oldukları fikrini ilan eden belgelere gelince buna ilk defa Amerika tarihinde rastlamak mümkündür. 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi ve bilhassa Virginia, Maryland gibi devletlerin anayasalarının baş tarafında yer alan maddeler, sonradan Fransız İhtilalinin ilan ettiği İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesine geniş ölçüde tesir etmiştir. 1789 Beyannamesi ve bunu fasılalarla takip eden diğer Fransız beyannameleri, klasik hak ve özgürlüklerin gelişim tarihinde önemli köşe taşlarını oluşturmaktadır. Ayrıca kapitalizmin gelişmesiyle Batı toplumları içindeki varlıksız sınıfların haklarını korumaya savaşan sosyalist düşünceler ve/veya bir sosyal politika güdülmesini isteyen cereyanların da, Batı demokrasisinin gelişiminde tesirli olduğunu da belirtmek gerekir. 148 Son Nümayişler Üzerine, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:17, 15 Aralık 1954. 159 İşte yüzyıllar boyu çeşitli şiddetli ve kanlı mücadeleler sonucu kazanılmış olan hak ve özgürlükleri, Türk yurttaşları, Türk Devrim sürecinde yani çok kısa bir süre içerisinde elde etmişlerdir. Bu noktada, DP iktidarının hak ve özgürlüklere karşı husumetini ‘hakların kazanılmayıp verilmesi’ ne bağlamak mümkün olabilir. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki ‘Aydınlanmış bir akıl’ kazanılsın veya verilsin, hak ve özgürlükleri bir kez elde edince, bu kazanıma sahip çıkar. Forum, her vesile ile demokratik bir toplumun basın özgürlüğünden vazgeçemeyeceğine işaret eder. Bu bağlamda Forum’dan şu sözlere yer vermek yerinde olur: “Şahsileşmiş, mütemerkiz bir iktidarın mutlakıyetçiliğine engel olan araçların başında hür basın gelir. Medeni ve demokratik zihniyetli bir sosyete isek, gerçekten bunu olmak istiyorsak, basının hür olmasını sağlamalıyız. Basının serbestliği iki yönden tehdit altındadır: Birincisi; suç ve suçluluğun mevcut iktidarlar tarafından politik maksatlarla ağırlaştırılması. İkincisi; basının ve mensuplarının itmaa edilmesi, doyurulması. Eğer insanların ve grupların dinlenmeye değer sözleri varsa, bu sözler kendilerine basında ifade edilme imkanını bulurlar. Bunun için devletin para yardımına ihtiyaç yoktur.”149 Bilindiği üzere DP iktidarı, icraatlarını meşrulaştırmak için kendisine ‘besleme’ bir basın yaratmıştır. Forum da böyle bir yaklaşımın demokratik prensiplerle örtüşmediğine dair eleştirisini sıklıkla dile getirmiştir. Gerçekten de basın özgürlüğü meselesinde, o dönemde Batı demokrasileri ile mukayese edildiğinde, Türk demokrasisinde çok ciddi sorunlar mevcuttu. Öyle ki, bir yandan basın suç ve suçluluğunun ağırlığı, diğer yandan bu suç ve suçluluğu tespit edecek adli otoritelerin teminattan mahrumiyeti, memleket meseleleri hakkında gerçekleri yazmayı engeller mahiyetteydi. Suç olduğu adli otoritelerce tespit yoluna gidilmiş bazı adli olaylarda, bizzat bakanların teşebbüsleri ile ceza takipleri durdurulabilmekte, geri alınmakta, kimi zaman da bizzat bakanların teşebbüsleri ile cezalar ağırlaştırılabilmekteydi. Bu ise aydınlar içinde huzursuzluk yaratmakta ve güvensizlik doğurmakta idi. İşte bu koşullar altında iktidarın icraatlarını eleştirmek kahramanlık sayılmaktaydı. Oysaki kahramanlık, demokratik rejimle bağdaşmayan bir olguydu. Demokratik anlayışa göre basının başlıca vazifeleri; kamuoyunu ilgilendiren işlerde halk murakabesini mümkün kılmak, haberleşmeyi sağlamak, düşünce özgürlüğünün ve eleştiri hakkının kullanılmasını kolaylaştırmaktır. İspat hakkının tanınmadığı veya aşırı derecede kısıldığı bir memlekette, basın bu vazifeleri hakkıyla yerine getiremez. İspat hakkı hem adalet duygusu, hem kişi özgürlüğü hem de toplumun menfaati için gereklidir. Forum ispat hakkına dair Fransa’dan şöyle bir örnek vermektedir: “Fransa’da bakanlar bizde olduğu gibi istisnai bir muhakeme usulüne tabidirler. Fakat 1881 tarihli Basın Kanunu ile bakanlara isnat edilen bir hususun ispatı mümkün kılınmıştır. Bu da gösteriyor ki, hususi bir muhakeme usulünün veya merciinin bulunması, ispat hakkını ortadan kaldırmak için yeter bir sebep değildir. 1881 tarihli Basın Kanunu yalnız resmi sıfatı haiz olanlar hakkındaki isnatların 149 Bahri Savcı, İktidarın Temerküzünden Doğan Tehlikeler ve Çaresi, İncelemeler, Forum, sayı:18, 15 Aralık 1954. 160 değil, sınai, ticari veya mali müesseselerin müdür ve memurları hakkındaki isnatların bile ispatına imkan tanımıştır. 1944’de ise ispat hakkı daha da genişletilmiş ve hususi hayatın ifşa edilmesi gibi bazı mahdut haller müstesna, hususi şahıslara yapılan isnatlar hakkında bile ispat hakkı tanımıştır.”150 Aynı yazıda Anglosakson hukukuna hakim olan ilkeden bahsedilmekte ve daha sonra Türkiye’deki uygulamanın yanlışlığına işaret edilmektedir: “Anglosakson hukukuna hakim olan prensip de şudur: İsnat edilen hususun umuma duyurulmasında amme menfaati varsa, sanığa ispat hakkı tanınır ve isnadın doğruluğunu ispat eden sanık beraat eder. Bazı hallerde, isnat edilen hususun hakikat olduğuna inanmak için makul sebeplerin mevcudiyeti sanığı beraat ettirmeye kafidir. Bugün hala Türkiye’de yürürlükte olan, 1949’dan yadigar bir Tevhidi İçtihat kararı vardır. Karar mahkemeleri hala bağlamaktadır. Karara göre, vazifesi ile ilgili bir husustan dolayı bir bakana isnatta bulunan kimse, Ceza Kanununun 481. maddesindeki ispat hakkından faydalanamayacaktır. Çünkü bakan hususi bir muhakeme merciine tabidir. Bu demektir ki, mesela bir bakanın hısımlarını haksız bir şekilde koruduğunu yazan bir gazeteci, bu iddiasının doğruluğunu yüzde yüz ispat edecek durumda olsa bile, ispat hakkından faydalanmayarak mahkum olacaktır. Tevhidi İçtihat Kararı durduğu müddetçe tehlikelidir. Çünkü aleyhinizde açılacak hakaret davasında ispat hakkını kullanmanıza müsaade edilmeyecektir. Vazifesini kötüye kullanan bir memur düşünün. Bu memurun yaptıklarını umumi efkara duyuran bir gazeteci mahkum edilebilir mi? Evet, bugünkü mevzuatımıza göre edilebilir. Ama yazdıklarının doğru olduğunu ispat edebilirse neden mahkum olsun? İspat hakkının manası şudur: Halk efkarınca bilinmesi faydalı olan bir hakikati ortaya koymaktan başka hiçbir kabahati bulunmayan bir insanın mahkum edilmemesinin teminidir.” Forum, ispat hakkının tanınmasının demokratik rejimin gelişmesindeki önemine vurgu yaparken, bu hakkın kullanımının kötü niyetten uzak olması gerektiğine vurgu yapmayı da ihmal etmez. DP içinde, bu ispat hakkı meselesi, büyük çalkantılara sebep olmuştu. DP li 19 milletvekili basına ispat hakkı tanınmasını talep etmişti. DP yöneticilerinin bu talebi mukabele ediş şekli ise ilginçti: ‘Milletvekillerinin ihracı.’ Gerçi ihraç isteminin divana sevkinden sonra, bu grubu ikiye bölmek gayesiyle, sadece dokuzunun ihracına karar verilmişse de, diğer on milletvekili bu haksızlık karşısında, kendileri hakkında ihraç kararı alınmamış olmasına rağmen, istifa etmekte tereddüt etmemişlerdir. İşte bu 19 milletvekili, Hürriyet Partisini kurmuşlar ve DP’nin karşısına bir ‘liberal demokrat parti’ modeli olarak çıkmışlardır. Aslında Demokrat Parti bu tutumuyla bir kez daha şunu göstermiştir: Ülkedeki herkes, kendi partisinden milletvekili seçilmiş kimseler dahi hukuki güvenceden yoksundur. Forum yurttaşların güven içinde yaşamasının hükümet tarafından temin edilmesi hususunda şöyle demektedir: “Vatandaşın ve beşeri şahsiyetin emniyet içinde yaşaması da bir medeni esastır. Vatandaşın ve beşeri şahsiyetin hukuk himayesinden mahrum bırakılması bu emniyet prensibi muvacehesinde ağır bir fiil teşkil eder.”151 150 151 İspat Hakkı ve Basın Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:22, 15 Şubat 1955. Basına Bir Gözdağı mı?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955. 161 Forum’un klasik hak ve özgürlükler bağlamında önemsediği konulardan bir tanesi de tevkif hürriyetidir. DP iktidarı tarafından hazırlanan Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu tasarısındaki pek çok eksikliğin yanı sıra tevkif hürriyetinin göz ardı edilmiş olması, Forum yazar kadrosu tarafından eleştirilmiştir. Forumcular bu tasarının hukuk tekniğinden uzak, politik gayelere göre farklı olaylarda farklı şekilde uygulanabilecek hükümler içermesi bakımından demokratik bir düzenle bağdaşmayacağını pek çok kez dile getirmişlerdir. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Vatandaş tevkif şartlarının ne olduğunu bilmeden yaşayacak, yargıç takdir hakkını kullanıp her çeşit sanığı tevkif evine gönderebilecektir. Buna hukuktan başka bir şey denebilir ancak. Kaldı ki Türkiye’de tahkikat safhasının uzunluğu da ayrı bir noktadır. Bu yüzden sonunda beraat eden sanıkların yıllarca hapiste yattıkları az görünen bir hal değildir.”152 1955 yılı ortasında ülkede basın özgürlüğü ağır baskı altına alınmıştı. Başta ceza kanununun ağırlaştırılan maddeleri olmak üzere kabul edilen birçok yeni kanunlarla basın hürriyeti önemli şekilde sınırlandırılmıştı. Resmi ilan dağıtımında hükümetin taraflı tutumu ise basını mali açıdan kontrol etmenin aracı olarak kullanılmaktaydı. Buna bir de Türk basının yapısal sorunları eklenmekteydi. Şöyle ki, büyük gazetelerin hepsi özel kişiler tarafından çıkartılmaktaydı. Buna uymayan bir tek Vatan gazetesi idi, çok ortaklı bir yapı arz etmekteydi. Sabah, Yeni İstanbul, Milliyet, Son Posta tek kişinin, Cumhuriyet, Hürriyet ise bir ailenin elindeydi. Ayrıca gazete okuru sayısı çok düşüktü. Bu çerçevede Forum’un verdiği rakamlar dikkat çekicidir: “UNESCO’nun yayınladığı 1952 yılına ait istatistiklere göre İngiltere’de günlük gazetelerin topyekun sürümü 31 milyondur yani bin kişiye günde 615 gazete nüshası isabet eder yani her eve birkaç gazete...Bin kişiye isabet eden miktar Norveç’te 496, İsveç’te 490, Belçika’da 353, İsviçre’de 299, Almanya’da 263, Hollanda’da 240, İtalya’da 196, Yunanistan’da 71 ve Türkiye’de 32’dir. Türkiye’de bin kişiye isabet eden gazete sürümü birçok Asya ve Yakın Doğu memleketlerinden de düşüktür. Japonya’dakinin onda biri, İsrail’dekinin ise beşte biri kadardır. Suriye’de bin kişiye 44, Seylan’da 38 gazete düşmektedir. Suriye ve Seylan bile bizden ileridir. Bin kişiye isabet eden günlük gazete sürümü bakımından bizden daha geride kalan memleketler arasında Irak 21, Çin 18, Ürdün 12, Hindistan 8, Endonezya 7, İran 6, Pakistan 2, Suudi Arabistan 2 ve Afganistan 1’dir. İngiltere’nin 615’i ile Suudi Arabistan’ın 2’si ve Afganistan’ın 1’i arasındaki uçurum cidden düşündürücüdür.”153 Cumhuriyet, Vatan, Son Posta, Akşam’ın toplam tirajı 100 bini bulmuyordu. Hürriyet, Yeni Sabah, Milliyet’in toplam tirajı 300 binin üzerine çıkmaktaydı ancak bu tiraj Batı demokrasilerindeki tirajlarla mukayese edildiğinde çok düşük kalmaktaydı. Dolayısıyla bir yandan hükümetin baskısı, bir yandan basının yapısal sorunlarından kaynaklı iç baskı, basın özgürlüğünün ülkedeki gelişimini olumsuz etkilemekteydi. Ancak bu noktada Forum’un ilginç bir yaklaşımı vardı. Forum, Türkiye’de parti ve sendika gazetelerinin yokluğunu da basın özgürlüğü 152 153 Tevkif Hürriyeti mi?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:22, 15 Şubat 1955. Turhan Feyzioğlu, Türk Basının Kaderi, İncelemeler, Forum, sayı: 48, 15 Mart 1956. 162 çerçevesinde ele almakta ve bunun gerçekleşmemesi halinde, diğer sorunların halledilmesi durumunda dahi basının tam olarak özgür sayılamayacağına işaret etmekteydi. Forum, 1955 yılı ortasında, hak ve özgürlükler sistemine dair şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Memleketimizde şiddetini her gün daha fazla hissettiğimiz manevi huzursuzluğun en mühim sebebi hiç şüphe yok serbest tartışma üzerine konan suni tahditlerin tedricen artmasıdır. Ceza ve basın kanunlarımızdaki bazı maddelerin her türlü tefsire müsait vuzuhsuz ifadeleri, bunları tatbik edecek adli makamların hür karar verebilmeleri için şart olan adli teminatlarının zedelenmiş olması, memleket meseleleri üzerinde serbestçe tartışmada bulunmak isteyenleri, neticeleri önceden kestirilemeyen meçhuller ve kararsızlıklar içinde faaliyette bulunmak zorunda bırakmaktadır. Hükümetten farklı fikirler savunan bazı gazetelerin makineleri, her gün muhtaç oldukları kağıt ve mürekkepleri üzerinde, hükümetin baskı ve tehditlerini hissetmeleri Türkiye’de serbest tartışmayı zorlaştıran amillerin, kanun ve mevzuatı sınırlarını da aştığı açıkça gösterilmektedir.”154 Bu bağlamda DP’nin basın özgürlüğüne karşı husumeti ile Osmanlı’da Abdülhamit dönemi arasında bir paralellik kurmak abartılı olmayacaktır. Osmanlı döneminde, basınla ilgili ilk ana metin 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesidir. Bu nizamname basına hürriyet sağlamaktan uzaktı. Fakat çok geçmeden, 1864 nizamnamesini de aratacak yeni kararnameler basın hürriyetini büsbütün yok etti. Abdülhamit idaresi altında basın koyu bir sansürün esiri oldu. Rafa kaldırılmış olan Kanuni Esasi’deki ‘matbuat kanun dairesinde serbesttir’ sözü hiçbir değer taşımıyor, basınla ilgili nizamname ve karar nameler bu serbestiden eser bırakmıyordu. Teodor Kasap adlı bir gazeteci basını elleri ayakları bağlı bir adam şeklinde gösteren bir karikatür neşredip altına ‘matbuat kanun dairesinde serbesttir’ diye yazdığı için hapse mahkum olmuştu. Bu devirde yurtsever ve hürriyetsever aydınlar Namık Kemal, Ziya Paşa, Agah Efendi, Ali Suavi, Ahmet Rıza, İshak Sukuti, Abdullah Cevdet vb. yabancı ülkelere sığınıp fikirlerini orada çıkardıkları gazete ve dergilerle yaymaya mecbur oldular. Dolayısıyla şunu söylemek mümkündür: ‘Bir rejimin demokratik olup olmadığını tespitte, basın özgürlüğüne verilen değer güvenilir bir ölçüttür.’ Forum, basın özgürlüğünün önemini, basının görevleri bağlamında da, pek çok yazıda açıklamıştır. Basının görevinin tanımlandığı yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Basın hürriyetinin demokratik düzenin kilit taşlarından biri olduğu bugün bütün medeniyet aleminde kabul edilmiş hakikatlerden biridir. Demokratik düzen, amme işlerinin seçimle işbaşına gelmiş şahıslar tarafından vatandaşların daimi murakabesi altında görüldüğü, bütün meselelerin serbestçe yapılacak müzakereler ve münakaşa ile halledildiği rejimdir. Doğrudan doğruya demokrasiyi bugünkü büyük devletlerde uygulanan demokrasiden ayıran husus, bugün bütün vatandaşların amme işlerini müzakere etmek için bir forumda toplanmayacak kadar kalabalık olmalarıdır. Zamanımız demokrasilerinde bu forumun yerini basın almış bulunmaktadır. Gerek vatandaşların fikirlerini diğer vatandaşlara duyurabilecek, 154 Türkiye’de Yıkıcı Cereyanlar Meselesi, Başyazı, Forum, sayı:30, 15 Haziran 1955. 163 gerek amme işleri hakkında kendilerini tenvir edecek ve reyinin istikametini tayin edecek en mühim unsur şüphesiz basındır. Bu bakımdan bütün demokratik ülkelerde hür basın Anayasanın teminatı altına alınmış, basınla ilgili kanunlar en liberal bir zihniyetle hazırlanmış, diğer taraftan hükümetler karşısında bağımsız bir hüviyet taşımasına çalışılan basının iktisadi menfaat gruplarının da gizli himayesi altına girmesini önleyecek hükümler konulmuştur.”155 Menderes hükümetinin 1955 sonunda yaşadığı güvenoyu krizinden sonra kurulan yeni Menderes hükümeti, 13 Aralık 1955 tarihinde basın özgürlüğünde iyileştirmeye gideceğini taahhüt etmişti. Aslında Forumcular buna inanmamışlardı ancak yine de belki DP geri adım atar diye düşünmekten kendilerini alamamışlardı. Forumcular inanmamakta haklı çıkmışlardı, üç ay gibi kısa bir müddet sertlik politikalarını askıya alan Menderes, bu süre sonunda, üç ay öncesinden daha da sert uygulamalara girişmişti. Bu bağlamda Forum’da, Haziran 1956’da bir yasanın Meclis Genel Kurulunda görüşülmesi esnasında DP lilerin zihniyetini ortaya koyan şu hadiseye yer verilmiştir: “27 Haziranda Meclis içinde Toplantılar Kanunu görüşülürken muhalefet partilerinin topluca Meclisi terk ettikleri sırada, dinleyiciler locasından onbir gazetecinin muhtelif sebeplerle dışarı çıkması basına karşı yepyeni tedbirlerin alınmasına vesile oldu. Gerek başbakan, gerekse iktidar sözcüsü gazete, muhtelif gazetelere mensup parlamento muhabirlerinin bu hareketini Meclise karşı bir gösteri olarak vasıflandırdılar.”156 Yazı şöyle devam etmektedir: “Kimisi, meclis müzakerelerine hararet veren hatiplerin konuşma metinlerini elde etmek, kimisi kalabalıkta rahatsız bir şekilde müzakereleri takipten hasıl olan maddi yorgunluğu gidermek ve dinlenmek üzere çıkan muhabirler için bir daha parlamentoya alınmamaları cezası verildi. Gazeteciler arasında oturduğu yerde notlarını dolma kalem ve kağıtlarını bırakarak biraz dinlenmek için dışarı çıkan dergimiz sahibi ve yazı işleri müdürü de vardı. (Nilüfer Yalçın) Hiçbir tahkikat ve soruşturmaya lüzum görülmeden Meclise bir daha alınmamalarına karar verilen bu gazeteciler, haksız bir muameleye maruz kaldıklarını ispat için boş yere çırpındılar. Meclis İdare Amirliğine yaptıkları yazılı müracaatta durumu izah ederek, bütün vatandaşlara açık olan Meclis müzakerelerine alınmamalarının hem vatandaşlık hem de mesleki haklarını ciddi bir şekilde zedelediğini belirttiler. Bundan bir netice çıkmadı. İktidar sözcüsü gazeteye ayrı ayrı cevap yolladılar. Biri müstesna diğerleri neşredilmedi. Danıştay’a kararın iptali için başvurdular. İktidar sözcüsü gazeteye karşı hakaret davası açarak haklarını aramak için hülasa bütün yollara müracaat zorunda kaldılar.” Demokrasi bir tahammül rejimidir. Dünyanın hiçbir yerinde dinleyiciler, bir oturumda, konuşmaları sonuna kadar takip etmeye zorlanamazlar. Nitekim TBMM iç tüzüğünde de böyle bir hüküm yoktu. Dinleyici locasını terk etme isteği, on değil yirmi veya yüz kişi tarafından aynı anda hissedilmiş olsa bile, demokrat bir memleketin hukuk düzeni buna müdahaleye lüzum görmez. Çünkü bu düzende, hukuk, bu hareketin ne maksatla yapıldığını araştırmaya yetkili değildir. Belirli bir 155 156 Kısılan Basın Hürriyeti, Başyazı, Forum, sayı:54, 15 Haziran 1956. Gazetecilerin Çilesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:56, 15 Temmuz 1956. 164 maksatla yapıldığı takdirde, suç sayılabilecek fiiller mevcut olduğu takdirde, böyle bir kastın mevcudiyetini, tesadüfi karinelerle değil, maddi delillerle ispat etmek gerekir. Halbuki ispat etmek şöyle dursun, kasıt unsurunun, araştırılmasına bile lüzum görülmemiştir. Aslında bu hadisedeki garabete şaşırmamak lazımdır. Çünkü gazetecilerin maruz kaldığı hukuksuzluk, demokratik rejimlerde rastlanmayacak bir kanun tasarısının kabulü sırasında cereyan etmişti: ‘Toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkındaki kanun.’ Söz konusu kanuna dair Forum’da şu değerlendirme yapılmıştır: “Bütün demokratik memleketlerde vatandaşların hususi olarak serbestçe toplanabilecekleri esası kabul edilmiştir. Hususi toplantı, umuma açık olmayan bir yerde ismen muayyen şahısların toplanması demektir. Bir şahsın evinde arkadaşlarına, meslektaşlarına veya kendisiyle aynı derneğe mensup insanlara ziyafet vermesi yahut onlarla konuşmak için toplanması gibi. Umumi toplantılar ise herkesin kolayca girebileceği yerlerde umuma vaki davetlerle toplanılmasıdır. Bu kabil toplantılar amme intizamı veya zabıta mülahazaları dışında fertlerin en tabii hakları olarak serbest bırakılmıştır. Lakin bu kanunun tatbikata geçmesiyle şunlar yaşanmıştır: Bir parti başkanının partililere evinde yemek vermesi hem men edilmiş, bir cemiyete mensup şahısların bir toplantıda aynı yemek masası etrafında toplanmaları ‘maksadı mahsus’ sayılmıştır. Maksadı mahsus mefhumu değme hukukçuların bilmediği bir mefhumdur. Bu tabir olsa olsa bazı kanunlarımızın suç saydığı, devlet düzenini bozmaya matuf, gizli gayeler manasına gelse gerektir. Bu kadar vahim bir kastı idari makamların bazı vatandaşlara atfı cidden üzücüdür. Bir derneğin, ister siyasi ister gayri siyasi olsun, mesuliyet mevkiinde bulunan azalarının birbiriyle buluşması ve derneğin gayelerinin tahakkuku ve dernek işlerinin tedviri için zaman zaman genel kurul ile buluşmaları bir zaruret olduğu halde, idare organları bunları önlemek yoluna gitmişlerdir. Bu vaziyet derneklerin gelişmesini imkansız hale getirecektir.”157 Vatandaşların herhangi bir şahsı görmesine veya bir sempati tezahürü olarak alkışlamasına mani olmak, hiçbir memlekette görülmeyecek bir hadisedir. DP iktidarı görülmeyecek uygulamaları gerçekleştirmek bahsinde dünya ölçeğinde rekorlara imza atmaktan geri durmamıştır. Bu bağlamda şunu hemen belirtmek gerek ki, kabul edilen anti-demokratik kanunlar sadece ve sadece DP lilere ve yandaşlarına uygulanmamıştır. Mesela, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu, muhalefet partilerinin mensuplarına ve destekleyicilerine uygulanırken, DP li milletvekillerinin gösteri ve halkın tezahüratlarıyla karşılanmasının doğal kabul edilmesi sıklıkla görülen bir vakadır. DP, bunu, halkın çoğunluğu tarafından desteğe mazhar olmuş bir partinin, ‘haklı olarak halktan uzak kalamayacağı’(!) şeklinde meşrulaştırmıştır. Basın özgürlüğünün ve toplantı ve gösteri özgürlüğünün her geçen gün biraz daha fazla sınırlamalarla yok edildiği bir ortamda, kamuoyunu yanıltıcı ve demokratik 157 Alkış, Yemek ve Toplantı Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:58, 15 Ağustos 1956. 165 rejime zarar veren bir durum daha vardı: ‘Birçok basın organının DP icraatlarının propagandasını yapması.’ İşte bu koşullar altında 1957 seçimleri gerçekleştirilecekti. Forum, iktidar yanlısı basın organların birçok haberi tahrif edip yayınlamasını çok kez eleştirmiş ve bilhassa diktatörlüklerde kullanılan bu yöntemin iktidar tarafından kullanımının sürmesi halinde, yapılacak seçimlerin özgür seçimler olmayacağını, dolayısıyla bu koşullarda yapılacak bir genel seçimlerden iktidar partisinin kazançlı çıkabileceğini belirtmiştir. Bu noktada Associated Press Ajansının hazırlamış olduğu ve Forum’da yayımlanan rapordan Türkiye’ye dair yapılan değerlendirmeye yer vermek isabetli olacaktır: “Türk basını ağır bir basın kanununun tazyiki altındadır. Bu yüzden birçok kimse hüküm giymiştir. Bu suretle basın hürriyeti bakımından Türkiye’nin, muhtelif siyasi rejimlere mensup devlet kategorilerinden hangilerine yaklaştığını idrak edebilmek mümkündür.”158 Bu ifadeden anlaşılan şudur: ‘Türkiye, söz konusu dönemde, demokratik bir rejim olarak nitelendirilememektedir.’ Demokrat Parti iktidarı, iktisadi sorunlar arttıkça, basın üzerindeki baskısını artırmaktaydı. Bu baskı arttıkça muhalif basından yazarlar siyasi iktidarı eleştiriyor, bu eleştiri ise daha da ağır baskıyı getiriyordu. Basın kanunu çok ağır hapis ve para cezaları öngörmekteydi. Demokrat aydınların mücadele gücü kırılmak isteniyor ama bir türlü başarılamıyordu, bu iktidarı daha da kızgın hale getiriyordu. Bu bahiste Forum Metin Toker hadisesini şöyle aktarmaktadır: “Metin Toker devlet vekili Mükerrem Sarol tarafından çıkarıldığını iddia ettiği bir gazeteye ilkokulların abone kaydedilmesi ve gazete sahibi bir bakanın basın işlerini tedvir etmesinin mahzurları üzerinde duran bazı yazılarından dolayı hapse mahkum edildi. Yazılar 1954’ün Ekim ve Kasım’ında Akis’te çıkmıştı. Dava çok uzun sürdü ve Toker dokuz ay on gün hapse mahkum edildi. Yılmadan ve çekinmeden tenkit ve haber verme vazifesine devam eden Metin Toker gibi mücadeleci basın mensupları için havanın çok ağırlaştığı muhakkaktır.”159 Davanın uzun sürmesinin sebebi Toker’in birinci mahkemenin verdiği karara dair Yargıtay’a başvurmasıydı. Ancak karar Yargıtay tarafından da onanacaktı. Muhalif gazetecilere yönelik siyaset adamlarının hoşgörülü olmasının demokrasinin icaplarından olduğunu her fırsatta vurgulayan Forum, bu bahiste ABD’den şöyle bir örnek vermektedir: “Amerikan Demokrat Partisinin son büyük kongresi Chicago’da yapılmıştı. Eski başkan Truman kongre devamınca Stevenson’a karşı Harriman’ı tutmuştu. Chicago Sun Times, Truman’ın bu hareketini şiddetle tenkit eden bir başyazı yayınladı. Bu başyazıda Truman’ın devlet başkanlığı yaptığı devrin ‘hatalarla, beceriksizlikle ve vizon kürk skandallarla’ dolu olduğu belirtiliyordu. Truman gazeteyi dava mı etti? Hayır. Öğle yemeğini muharrirle birlikte yemek üzere gazetenin idarehanesine gitti. Bu hareketini gazetecilere izah ederken neşeyle ve şakacı bir tavırla gülerek şöyle diyordu: ‘Başyazılarından dolayı Chicago Sun Times’ın editörlerini tebrik etmek istedim. Fevkalade güzel bir başyazı. Zaten onlar ne zaman benden yana olsalar bir hata yaptığımı anlarım!’ (14 Ağustos 1956 tarihli 158 159 Dünyada Basın Tahditleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 68, 15 Ocak 1957. Metin Toker Hadisesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:72, 15 Mart 1957. 166 New York Times) İşte tahammüllü ve basın hürriyetine inanmış bir devlet adamına yakışan bir hareket tarzı.”160 Basında çok sınırlı da olsa çıkan karikatürlere dair Menderes’in tahammülsüzlüğüne dair, Forum, yabancı memleketlerden örnekler vermeyi de ihmal etmemiştir. Bir yazıda şöyle denilmektedir: “İsviçre’de, memleketimizde de tanınmış olan Migro’nun babası Dutweiler’in partisi olan Landesring’in resmi organı Tat gazetesinde, devlet reisi Steiger’in günlerce arka arkaya en bedbin tavırdaki resimleri neşredilerek, altına da ‘bu surattaki bir adamdan devlete hayır gelir mi?’ suali sorulmuştur. İngiliz gazetelerinde başvekil Eden’i araba önüne koşan karikatürler bile çıkmıştır. Fakat bunlardan dolayı dava açmak herhangi bir kimsenin aklından geçmemiştir. Demokrasilerde devlet adamları da diğer faniler gibi sadece ‘insan şeref ve haysiyeti’ne sahiptirler. Bunun dışında onların sanki mabutlar veya tabularmış gibi herkes için kullanılması caiz tabir veya teşbihlerin üstünde kalmalarının zaruri sayan hususi bir şeref ve haysiyet ölçüsüne tabi tutulmaları asla kabul edilemez.”161 Demokrat İzmir Gazetesi yazarı avukat Ziya Hanhan, Basın Kanununun mahiyetini ifade etmek için bir sünnet düğünü karikatürü yaparak basının devlet adamları tarafından sünnet edildiği teşbihinde bulunmuş ve cezalandırılmıştır. Bu gibi çok misal DP döneminden sayılabilirdi. Demokrasi ya samimi olarak kabul edilir yahut da açıkça reddedilir. Yoksa demokrasiyi şeklen kabul edip de onun en mühim teminatı olan basın hürriyetini, sınırını bir hukukçunun bile kestiremeyeceği belirsiz suç unsurlarıyla sınırlandırmak basın hürriyetini de demokrasiyi de dolambaçlı yollardan inkar etmek olur. DP de bunu yapmıştır, yani demokrasiyi şekli olarak kabul etmiş, ancak esasen reddetmiştir. Adaletin başta gelen garantilerinden biri davaların kilitli kapılar arkasında değil, hakimiyetin hakiki sahibi ve bütün devlet faaliyetlerinin nihai murakıbı olan halkın gözü önünde cereyan etmesidir. Verilen kararların başında ‘Türk ulusu adına’ kaydı bulunmasının sebebi de budur. O halde Türk ulusunun kendi namına adaletin nasıl gerçekleştirildiğini kontrol imkanına sahip olmaksızın, sadece neticeden haberdar edilmesi, elbette ki ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ana kuralına aykırı düşer. Belirtmek gerekir ki, muhakemelerin aleni olmasının ifade ettiği hususi mana, muhakeme aşamalarının aynı zamanda gazeteler vasıtasıyla neşredilebilmesidir. Buna mani olunması durumunda ise muhakemenin aleni olması sadece sözden ibaret kalır. Forum’da, muhakemelerin aleniyeti mevzusunda, yazıların ekseriyet Muammer Aksoy tarafından kaleme alındığı görülmektedir. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Muhakemelerin aleniliği prensibine riayet edilmesi hukuk nizamı için üç bakımdan zaruridir. Birincisi, aleniyet sanık için teminattır, ikincisi aleniyet hakimler için muhtelif bakımlardan lüzumlu bir teminattır ve üçüncüsü aleniyet 160 161 Turhan Feyzioğlu, Basın Hürriyeti Tartışmasına Dair, İncelemeler, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957. Nüktedanlar Dikkat!, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957. 167 prensibine titiz bir surette riayet edilmesi bilhassa cemiyetin hayati menfaatleri bakımından zaruridir.”162 Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Muhakemelerin aleni olması sayesindedir ki birçok davada gerek şahit gerek ehlivukuf gerekse hakimler şu veya bu istikametten gelebilecek olan tesir ve tazyiklere karşı daha kuvvetle mukavemet etmek lüzumunu hissetmektedirler. Böylece sanık, şahide veya ehlivukufa yahut hakimlere tesir etmeye çalışacak nüfuzlu şahıs ve makamların kurbanı olmaktan kurtulabilmektedir. Eğer halk, mahkemelerin adalet ve hukuktan başka mülahazaların tesiri altında kaldığı ve mesela yargılama vazifesini işbaşında bulunan parti veya hükümetin emrine uygun olarak kötüye kullandığı kanaatine varırsa, hatta bu kadarına bile lüzum yok, bu hususta haklı sebeplerle sadece şüpheye düşerse, topluluk hayatı en büyük darbeye maruz kalmış, temelinden sarsılmış olur. Evet bir memlekette halkın adalet cihazından ciddi surette şüphe etmesi kadar devletin bekası için tehlikeli bir durum tasavvur olunamaz. Onun için değil midir ki ‘adalet mülkün temeldir’ sözü asırlardır, daima tekrar edilen bir mütearife mertebesine yükselmiştir.” Aksoy yazısında geçmişten şöyle bir örnek vermektedir: “Aleni muhakemenin adaletin tecellisi bakımından ne büyük bir garanti teşkil ettiğini ve fertlerin bu teminata ne muazzam bir kıymet atfettiklerini, tarihimizin en büyük adamlarından biri olan hürriyet kahramanı Mithat Paşanın hayatından vereceğimiz bir misal ile teyit etmek isteriz. Abdülhamit, Kanuni Esasinin ilanında oynadığı rolün intikamını almak maksadıyla bu büyük insanı bir takım iftiralara dayanarak hileli bir surette tevkif ettirmek istemişti. Mithat Paşa bu durum karşısında Fransız Konsolosluğuna iltica edince, zamanın Adliye Nazırı Cevdet Paşa teslim olma hususunda onu kandırabilmek maksadıyla haksızlığa uğramayacağı kanaatini yaratmak yoluna gitmiş ve bunun için de en müessir vasıta olarak muhakemenin aleniliğini vaat etmek lüzumunu hissetmişti. Bunun üzerine Mithat Paşa muhakeme için hazır bulunduğunu bir mektupla bildirmişti. Aksoy sözlerini şöyle sürdürür: “Görülüyor ki Abdülhamit gibi bir müstebitin hışmına uğrayan bir hürriyet kahramanı bile aleni muhakemenin teminatı mevcut olunca, padişahın husumetine karşı dahi korunacağına inanabilmektedir. Nitekim Mithat Paşanın mahkeme huzurundaki ilk cümlesi aleniliğe müsaade edildiği için teşekkür etmek olmuştur. Mithat Paşanın sonunda, caniyane bir surette mahkum edilmesi ise aleni muhakeme hakkındaki vaadin ancak zahiren tutulması, hakikatte ise Türk amme efkarının muhakeme safhalarından haberdar olmaması ve bilhassa Mithat Paşanın kendisini nasıl müdafaa ettiğini Türk gazetecilerinin yazamaması için gerekli bütün tedbirlerin alınması sayesinde mümkün olabilmiştir. Bugün tarih, görünüşte aleni fakat hakikatte ise Türk amme efkarı için gizli olarak cereyan eden o muhakemenin dürüstlüğüne asla inanmamakta ve Mithat Paşayı değil, onu bu nevi bir muhakeme neticesinde mahkum edeni ve ettirenleri mahkum etmektedir. Gelecek bütün nesiller, kanunu ve adaleti çiğneyerek melun kararı vermesi için mahkeme heyeti üzerinde gereken her türlü müdahale ve baskıyı ihmal etmeyen, sözde medeni 162 Muammer Aksoy, Muhakemelerin Aleniliği Prensibi, İncelemeler, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957. 168 hukuk alimi ve hakikatte ise Kanuni Esasinin halk hakimiyetinin ve hukuk devletinin baş düşmanlarından biri olan, yobaz adliye nazırını ve onun efendisini nefret ve lanetle anacaktır.” Forum yazarlarının DP başbakan ve bakanlarına, kimi hususlarda açık mektup yazmaları ve yazdıkları mektuplarda taleplerini dile getirmeleri sık olmasa da rastlanır bir durumdu. Bu noktada Türk basın rejimine dair Turhan Feyzioğlu’nun Menderes’e hitaben kaleme aldığı mektup ilginçtir: “Bugünkü basın rejimimiz, hepimizin herşeyden önce düşünmekle mükellef olduğumuz Türk Milleti için zararlı olduğuna kuvvetle inanıyorum. Bu basın rejiminin yalnız memleketimizde değil, başında bulunduğunuz siyasi teşekküle ve kendi siyasi şahsiyetinize ne büyük zararlar getireceğini sizin er geç idrak edeceğinizden eminim. Bu memlekette basın suçları hırsızlıktan daha ağır cezalara çarptırılmakta devam ettiği müddetçe, suç sınırları siyasi tenkidi bile içine alacak kadar seyyal ve geniş kaldıkça ve siz Türkiye’de basının Batı demokrasilerindeki kadar hür olduğunu ileri sürmekten bıkmadıkça, biz de bu hakikatleri yazmaktan bıkmayacağız. Kalemimiz kırılıncaya kadar...”163 Mektup şöyle devam eder: “Şu sözler sizin değil midir? : ‘Anayasa vatandaşa fikir hürriyetini tabii haklarından biri olarak tanımaktadır. Devlet ve milletin asıl menfaati işte bunun tahakkuk ettirilmesindedir. Yoksa vatandaş hak ve hürriyetini ortadan kaldıranlar, hep vatandaş hak ve hürriyetlerini sağlamak istediklerini ileri sürmüşlerdir. Matbuatın yıkıcı bir kuvvet saltanatı olabileceğinden bahsedilirken, bütün dünyada şahıs ve zümre saltanatını kurmak ve idame etmek isteyenlerin bilhassa son 15-20 sene içinde millet ve memleket menfaatlerini ileri sürerek ne parlak külliyat ve edebiyat vücuda getirdikleri asla unutulmamalıdır. Milletleri koyun sürüleri halinde ölüme götüren son zamanların tanınmış sergerdeleri bütün kuvvet ve meşruiyetlerini devlet ve millet menfaatlerine hizmet ediyor olmak iddiasından almışlardır.’ (1946 Basın Kanunu müzakereleri sırasında Menderes’in konuşmasından bir kesit) Siz 1950’de, bu memlekete tarihinin en demokratik basın rejimini kazandıran bir hürriyet hareketi sayesinde başbakanlık mevkiine ulaştınız. Boş bir vaktinizde günlük politika münakaşalarından kendiniz sıyırıp eski sözlerinizi dikkatle okuyunuz.” Forum, 1957 yılı ortasında basın rejimine ilişkin şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bütün dünyada hürriyetleri yok etmek üzere tertip alanlar, yanılmaz bir prensip olarak daima basını karşılarında en mühim mani olarak görmüşlerdir. Siyasi iktidar inhisarına kavuşmak isteyenler, insanları kontrol altına alabilmek için onların müşterek dili ve müşterek zihni olan basını kontrol altına almaya çalışmışlardır. Bugün kütle idaresinde siyasi sosyolojide en mühim hakikatlerden biri zihni ulaştırmanın (communication) kütle kontrolünün anahtarı olduğudur. Bu sebeple zihinler arasında irtibat kuran, fikirleri, kanaat ve temayülleri karşılıklı olarak 163 Turhan Feyzioğlu, Hırsızlık ve Basın Suçu, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957. 169 nakleden vasıtalar, bir memleketi demokrasiden uzaklaştırmak isteyen siyasi inhisarcıların ilk hücum ettiği vasıtalar olmuştur.”164 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Türk basını bugün dünyada eşine az rastlanır bir kararsızlık, emniyetsizlik ve korku havası içinde içtimai görevini ifaya çalışmaktadır. Hükümeti tenkit eden en masum bir yazının, bugün suç ve takibat konusu olup olmayacağı tamamen hükümetin keyif ve takdirine kalmış bir meseledir. Tenkit görevlerine devam edenlere bugün elan rastlanıyorsa, bunun sebebi mevzuatın bunları koruması, kendilerine emniyet veren bazı garantilerin mevcut olması değildir. Bunlar bugün mayınlı bir toprakta dolaşan fedai askerler durumundadır. İnfilakın ne zaman olacağı tamamen bir talih ve tesadüf eseridir. Bugün hapishanelerde sayısı artan basın mensuplarına rağmen Türk basınında ikaz ve uyandırma vazifesi görenlere elan rastlanıyorsa, bunun sebebi hürriyet istikametinde işleyen saatin geri çevrilmesine imkan olmamasıdır. Türk milletinin siyasi kaderi daha fazla hürriyet istikametinde kurulmuştur. Bunun önüne kimse geçemeyecektir. Nasıl Naziler Avrupa’da korku ve terörle hürriyeti boğmak isterken, her yerden yer altı ve mukavemet kuvvetlerinin artışına şahit oldularsa, dünyada hele, hürriyet şarkısının parola olduğu bugünkü medeniyet aleminde, kimse hürriyetin sesini kısamayacaktır. Daha fazla şiddet, daha fazla direnme yaratacaktır. Daha fazla hapis, daha fazla hapse gitmeye gönüllü basın mensubu yaratacaktır.” Bu bağlamda, başbakanın 1957 Mart’ında özgürlüğe dair yaptığı şu tanım, Türk demokrasisi açısından çok düşündürücüdür: “Hürriyet nedir? Hürriyet her şeyden evvel masuniyetle meydana çıkar. Masun olmayan bir insanın hür olmasına imkan yoktur. Suçsuz olduğu halde dahi tecavüze uğrayacağını zanneden insanın hürriyetinden bahsetmek abestir. O halde hürriyet kelimesi ile hürriyetin mevcudiyeti ile zabıta ve kaide mefhumları beraber yürür, vatandaşların hür olarak doğması keyfiyeti bu hürriyetin masuniyeti ile takviyesine bağlıdır. Fikir hürriyeti ve tenkit hürriyeti güzeldir. Fakat dünyanın hiçbir yerinde hakaret hürriyetinden, küçük düşürme hürriyetinden bahsedildiği görülmemiştir.”165 Forum, başbakanın bu sözlerini şöyle değerlendirmiştir: “Evet, başbakanın buyurdukları veçhile hukuk sahasında hürriyetin başıboş ve hudutsuz bir serbestiyi ifade eylemediği malumdur. Her hürriyet cemiyet nizamının muhafazası için hudutlandırılmıştır ve bu hudutları Anayasa gereğince kanun çizer. Bu hususta münakaşa edilecek bir cihet mevcut değildir. Ancak münakaşa konusu olabilecek husus, bu hudutların tayin ve tespiti işidir. Bazı şahısları ve bilhassa resmi sıfatı haiz olanları her türlü tariz ve tenkitlerden ki başbakan bunları tecavüz ibaresi altında toplamaktadır, masun tutmak için aharın hürriyetlerini kökünden kazımak da hürriyet devleti prensibiyle asla bağdaşmaz. Bir şahsın sözde hürriyet ve masuniyetini koruyacağız diye ammenin zaruri olan haklarını nahak yere tahdit ve takyit eylemeye hiç kimsenin yetki ve salahiyeti olamaz. Korunmak istenen hak ile tecavüz olunan hakların hassas bir terazide evvela bir mizamı yapılmak ve daha 164 165 Hürriyet Dini ve Basın, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:78, 15 Haziran 1957. Yeni Sabah, 16 Mart 1957. 170 sonra ağır basan taraf himaye edilmek icap eder. Evet başbakanın dediği gibi dünyanın hiçbir yerinde hakaret hürriyeti diye bir müessese mevcut değildir. Fakat ilave edelim ki bizdeki basın kanunun muadilini de hiçbir memlekette bulma imkanı mevcut değildir.”166 Forum, 1957 genel seçimleri yaklaştıkça, basın rejiminin sorunlarına dair yazılara daha çok yer vermeye başlamıştır. Çünkü Forumcular, mevcut basın rejimi ile gidilecek genel seçimlerin sonuçlarının sağlıklı olmayacağını düşünmekteydiler. Temmuz 1957’de bu tahminin haklılığını ortaya çıkaracak ilk işaret gelmişti: ‘Kırşehir’de Osman Bölükbaşı’nın karşılanışını tespite çalışan gazeteciler tartaklandılar.’ Cumhuriyet gazetesi muhabiri Sait Terzioğlu sokak ortasında copla dövüldü. İki gazeteci hırpalandı. Bu arada İçişleri Bakanı İstanbul’da gazete sahiplerini toplamış, hükümet adına konuştuğunu da bildirmeyi unutmaksızın gazetecileri patronlarına şikayet etmekte idi. Bakan istiyordu ki, gazeteler şunu yazsın: ‘Kırşehirliler Bölükbaşı’ya beklediği tezahüratı göstermemişler, soğuk karşılamışlardır. Bakanlar kafilesini ise bağırlarına basmışlardı..’ Fakat ne çare ki Kırşehir’e giden gazeteciler bunun tam aksini görmüşler ve yazmışlardı. Gerçi DP’nin istediği yönde haberi çarpıtan gazeteciler yok değildi. Ancak bu noktada onların iktidar tarafından iyi beslenen gazeteciler olduğunu hatırlatmaktan öte bir yorum yapmak yakışıksız olacaktır. Forum ise iktidar tarafından beslenen bu gazetelere dair şöyle demiştir: “Hakikati bu kadar ters göstermeye vicdanları nasıl razı oluyor?”167 1957 Eylül’ünden itibaren gazete ve dergi toplatmaları sıklaşmıştı. Bu ise, basın organları üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturmaktaydı. İşin daha ilginç olan yanı ise, yazılar daha basılmadan, gazetelere ve dergilere baskınlar düzenlenmesiydi. Oysaki antidemokratik olduğu şüphe götürmez basın kanununda dahi, fiilin gerçekleşmesinden önce, tedbiren bir toplatma kararı alınabileceğine dair hüküm bulunmamaktaydı. Adalet Bakanı, savcıya muhalif bir gazete veya derginin filan sayısını toplatması talimatını veriyor, savcı da bu karara ya uymak ve yerine getirmek ya da mesleğinden uzaklaşmayı göze almak durumunda kalıyordu. Mahkum olan gazetecilerin tabii olduğu ceza infaz sistemi ve bunun geniş ölçüde takdir ve hatta keyfe yer bırakan tatbikatı, mahkumiyeti daha da ağırlaştırmıştı. Ceza ve Tevkif Evleri Nizamnamesinin her istikamette tefsir olunabilen hükümlerine dayanılarak, muhalif ve bağımsız gazetelerin, gazetecilerin mahkumiyet müddeti hakkında tek bir satır yazı yayınlamasına müsaade edilmemekteydi. Demek oluyordu ki, bir tenkit yüzünden bir sene hapse mahkum olan bir aydın, o süre zarfında memleketin fikir hayatından tamamen silinebilirdi de, ek bir suç ihdas olunup mahkumiyet süresi de uzatılabilirdi. Keyfi uygulamaların had safhaya ulaştığı bir ortamda 27 Ekim 1957 tarihinde genel seçimlere gidildi. İktidar partisinin oyları, düşmüş olmakla beraber, bir dönem daha iktidarda kalmayı temin eder çoğunluktaydı. Seçimlerin akabinde basın yeni tahditlerin geleceğini 166 Basın Mevzuatımızın Antidemokratik Hükümleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:78, 15 Haziran 1957. 167 Basın Hürriyetine Yeni Darbeler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:80, 15 Temmuz 1957. 171 tahmin etmekteydi. Tahminler, Kasım 1957’de yani seçimlerin üzerinden bir ay dahi geçmeden, gerçek oldu. Özel ilanlar da hükümetin kontrolü altına alınmıştı. Forum bu hususta şu değerlendirmeyi yapar: “Son çıkan bir kararname ile her türlü resmi ve hususi ilanlar ancak hükümetin mutlak tesiri altında olan bir müessese tarafından dağıtılacaktır. Modern gazeteciliğin ilanla yaşayabildiği ve dünyada hiçbir gazetenin sadece satış ile yetinemediği malumdur. Bu kararname ile hükümet gazetelerin şah damarlarını elinde tutmaktadır. Bundan böyle hiçbir gazetenin fikri ve iktisadi istiklalini muhafaza etmesi imkanı kalmamıştır. Hür fikir ancak hususi aile ve dost sohbetlerinde söylenebilir hale gelmiş oluyor. Daha fazlası ancak bir şahsın veya birkaç şahsın müsaadesine bağlı kalmaktadır. Yeni kararnamenin fikir hürriyeti yanında ticaret serbestisini hatta münhasıran şahsa bağlı hakları da ortadan kaldırdığına da ayrıca işaret edelim. Bir ticarethane, herhangi bir metanın imalatçısı, malının veya hizmetinin reklamını istediği gibi yapmak imkanından mahrum bulunacaktır. Malınızın satışı için vereceğiniz bir reklam, istediğiniz şahıslara okutmak imkanından tamamıyla mahrum bırakılmaktadır. Son basın kanunlarından sonra, Anayasamız muvacehesinde artık daha fazla tahdidin tasavvur olunamayacağını zannediyorduk. Yanılmışız. Öyle anlaşılıyor ki antidemokratik usullerde bizim idrakimizi aşan daha birçok şeylerle karşılaşmayı beklemek, hayal sukutuna uğramamak için en iyi yol olacak.”168 Aslında rejimin demokrasiden başka her şey olduğuna, İsmet İnönü daha Forum yayın hayatına başlamadan önce, 15 Mayıs 1952 tarihli Trabzon konuşmasında dikkat çekmişti. İnönü şöyle demekteydi: “Gazeteler kendi hürriyetlerini artık müdafaa edecek durumda değildirler. Gazetelerin memlekete karşı olan vazifeleri son derece güçleşmiştir. Gazeteci ya satın alınmaya razı olacak veyahut dürüst bir ticaret müessesesi olarak çalışmasını tehlikeye atacaktır. Ceza üstüne ceza, mahkeme üzerine mahkemeyi göze alacaktır. Gazeteler bu kadar baskıya nasıl tahammül ederler? Basın hürriyeti bu baskılar altında işlemez hale gelirse, başımıza gelecek zararların haddi hesabı yoktur. Bugünkü idarenin adı, demokrasiden başka her şeydir. Yalnız demokrasi değildir. Bu politikanın devamında memlekete fayda yoktur. Huzursuzluk her gün biraz daha artmaktadır. İç politika tamamıyla antidemokratik bir istikamet tutmuştur. Ne olacaktır bilemem. Fakat vatandaşın bilmesi lazımdır.”169 Menderes, Forumcuların idrakini aşacak şekilde, basını tahdit yöntemleri bulmakta çok başarılıydı. Yeni yöntem: ‘Gizli Komünizmle Mücadele’ idi. Forum bu hususta şu değerlendirmeyi yapar: “Başbakan 4 Aralık’ta Mecliste okuduğu hükümet programında şunları söylemiştir: ‘Esefle kaydetmek icap eder ki ölçüsüzlüklerden faydalanarak ve meydanı boş zannederek hareket geçmiş olan ve siyaset mücadelelerinde ağırlaştırma ve zehirleme gayreti içinde çalışan ve birçok yerlerde barınmak istidadında olan gizli komünistlikle müessir bir mücadeleye girişmek, huzur ve sükunun temininde ve manevi asayişin iadesinde ehemmiyetli bir tedbir telakki edilmek icap eder.’ Beşinci Menderes hükümeti siyasi rejimimiz içinde son kalan hürriyet bakiyelerini de tasfiye etmek için harekete geçmiştir. Bu tasfiye için 168 169 Basının Yeni Dertleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:89, 1 Aralık 1957. Tekin Erer, On Yılın Mücadelesi II, İstanbul:Ticaret Postası Matbaası, 1963, s.167. 172 aradığı bahaneler arasında ‘gizli komünizm ile mücadele’ arzusu iyi bir paravan vazifesi görecektir.” 170 Aslında bu, Menderes’in icadı bir metot değildi. Nitekim Hitler, Mussolini, Peron ve Salazar da bu metodu kullanmışlardı. Ağır basın tahditleri karşısında dış basının değerlendirmeleri ise Türkiye’nin itibarının azalmakta olduğunun göstergesiydi. New York Times, basının sansüre bağlı olduğu memleketler arasında Türkiye’yi de saymaktaydı. Forum, yabancı gazetelerin Türkiye’deki basın rejimine dair yayınladıkları yazılardan iktibas yapmaya çekindiğini belirtmiş ve sadece yazıların başlıklarına yer vermiştir. Bu başlıklardan bazıları şöyledir: “Türkiye’de Baskı (Toledo Blade, 6 Temmuz 1956) , Türkiye’den Kara Haber (Minneapolis Tribune, 10 Temmuz 1956), Türkiye de Diktatörlükler Arasına Katıldı (Chicago Daily Tribune, Temmuz 1956), Türkiye Karanlığa Doğru Gidiyor (San Jose Mercury, Haziran 1956), Türkiye Geri Gidiyor (Oil City Derrick, 14 Haziran 1956), Türkiye’de Tehlike İşaretleri (Birmingham News, 8 Haziran 1956).....”gibi. 171 Forum, 1958 yılı ortalarından itibaren eleştirilerini daha da yoğunlaştırmaktaydı. Bu dönemde basın rejimine dair eleştirilerde kağıda yapılan zamlar öne çıkmaktaydı. Mesela bir yazıda şöyle denmektedir: “Kağıda yapılan zam basın ve fikir hayatımız bakımından ağır sonuçlar doğuracaktır. Daha geçenlerde ciddi bir zam gören kağıdın fiyatı, görülmemiş ölçüde bir zamma daha maruz kalmıştır. Bağımsız ve ciddi dergi ve gazetelerin yalnız kazancını değil, birçoğunun hayatını tehdit eden bu yeni durum üzerine İstanbul gazeteleri sahiplerinin başbakanla temasa geçtikleri, duruma çare aradıkları fakat çok cüzi bir indirim sağlayabildikleri anlaşılmış bulunuyor. Çıkan haberlere bakılırsa, hususi ve resmi ilan fiyatları da yeniden tespit edilecek ve bu arada ancak iktidar partisinin beğendiği, hiç değilse fazla kızmadığı, gazetelere hayat hakkı tanıyan yeni bazı gelişmeler husule gelecekmiş. Vaktiyle DP’nin bütün kusurlarını örterek, muhalefetteki demagojik, geriliğe taviz verici tutumuna, tenakuzlarına ve zaaflarına göz yumarak DP’yi iktidara yükselten hür basın, aynı DP’den darbe üstüne darbe yedi. 1950’yi değil, 1864 nizamnamesini bile geride bırakan cezai hükümler, çeşitli iktisadi ve idari baskılar birbirini kovaladı.”172 1958 Aralık’ta ‘Karanlıkta Vuruşanlar’ başlıklı başyazısında Forum şöyle demekteydi: “Son yıllarda Türkiye’de bir defa daha görüldüğü gibi tam bir hürriyet rejimine kavuşmamış olan toplumlarda gerçek düşünürler için hürriyet meselesinden başka meseleler hakkında kafa yormak adeta bir lüks halini almaktadır. Her türlü fikri gelişmenin kaynağı olan hürriyet davası halledilmedikçe, başka konular üzerinde durmak sanki tamamen suni bir gayretmiş gibi karşılanmakta, bu gayreti gösterebilenler bile kendi iç dünyalarında bir rahatsızlık hissetmektedirler. Hürriyetsiz çevrenin bu iç ve dış baskıları, şuurlu kalemlerin ister istemez hürriyet konusuna kaymalarına, öbür sahaları daha sonraki aydınlık günlere bırakmalarına 170 Gizli Komünistlikle Mücadele, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:89, 1 Aralık 1957. Gizli Sansür, Başyazı, Forum, sayı: 92, 15 Ocak 1958. 172 Basın ve Fikir Hayatımızın Uğradığı Darbeler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:107, 1 Eylül 1958. 171 173 sebep olmaktadır. Batı dünyasındaki kafalar bugünlerde yeni teknik buluşların insan hayatı ve insan toplulukları üzerinde meydana getirebileceği sonuçları düşünmekte, yeryüzünün kaderinde açılan yeni ufukların imkanlarını incelemektedirler. Temel davalarını çoktan halletmiş toplumların bu fikir erginliği karşısında biz hala hürriyeti veya hürriyetsizliği tartışmakla meşgulüz. İşin asıl acıklı tarafı, önümüzdeki günlerin içinde yüzdüğümüz fikri kısırlığı gidermek bakımından hiç de aydınlık olmayışıdır. Alınması tasarlanan susturucu ve bastırıcı şiddet tedbirlerinden sonra Türkiye’deki kalemlerin temel hürriyetler davası yolundaki uğraşmaları çok daha güçleşecek, belki bir iki ümitsiz çabayı takiben Türkiye’nin fikir hayatı ağır perdelerin ardında sönüp gidecektir. Basının vereceği bu son artçı muharebeleri, ne yazık ki, muhteva bakımından pek de zengin olmayacaktır, zira artık sıra en basit hürriyetlerin savunulmasına gelmiştir. Avrupa’da daha 19. yüzyıl ortalarında bile demode olmuş hürriyet sloganlarını maalesef Türkiye’de hala tekrarlamak gerekmektedir.”173 1959 yılında iktidar ülkedeki iktisadi, siyasi ve toplumsal krizi gizlemek için gazete ve dergi toplatmalarına hız vermişti. Özellikle CHP’nin 12 Ocak-15 Ocak 1959 tarihinde gerçekleştirdiği 14. Kurultayının sonunda ilan edilen ‘İlk Hedefler Beyannamesi’nin basına yansımasından sonra, bu toplatma kararlarının yoğunlaştığının altını çizmek gerekir. Nitekim bu hedefler arasında, DP’nin izlediği politikaların tam aksi istikametinde hedefler belirlenmiştir. Mesela partizanlığın kaldırılması, basın hürriyetlerinin anayasal güvenceye bağlanması gibi. 1959 yılı ortalarında Forum’da sık sık İnönü’nün basın özgürlüğüne dair beyanlarına yer verilmeye başlanmıştı. Mesela bir yazıda İnönü’nün beyanı şu şekilde aktarılmaktadır: “Sayın İnönü’nün gayet açık olarak belirttiği gibi, neşir yasağı vatandaşın öğrenme hakkını iptal maksadı için kullanılamaz. Bu, vatandaşın tabii haklarının ihlalidir. Vatandaşın öğrenme hürriyeti, demokratik düzenin ana prensiplerindendir. Söz, yazı, toplanma, yazma, haber alma, öğrenme hürriyetleri gerçekte birbirine sıkıca bağlıdır. Birisinin ihlali ister istemez diğerinin de ihlalini doğurur.”174 Şunun altını çizmek gerekir ki bütün despot idarelerin temeli toplumun korku ve sinmesidir. İnsanı haysiyetli kılan ne varsa yok eden böyle bir düzen, toplumu korkutmak, yıldırmak, sindirmek ve onun korkularının istismarı üzerine kurulur. Toplumun karşı durmasını kırmak için hürriyetleri yok etmekle işe girişir. Bunun için de önce bütün hürriyetlerin kalesi olan basın hürriyetini yok eder. Hiçbir demokratik düzende, kanun hakimiyetinin var olduğu iddia edilen ülkede, polisin matbaalara girip yazı kazıttığı görülmemiştir. Bu fiili sansürü de aşan çok ağır bir mahiyet taşır ki DP iktidarı bunu yapmaktan imtina etmemiştir. Türkiye Cumhuriyetin muhtevası hürriyetlerdir, bunları tahrip bizzat cumhuriyet rejimini tahriptir. Nitekim Cumhuriyet tarihinde ilk kez beyaz sütunla çıkmak zorunda kalan gazeteler, demokratik cumhuriyetin ağır tahrip altında olduğunu göstermekteydi. Haksız neşir yasaklarına karşı yalnız basının veya bir grup aydının 173 174 Karanlıkta Vuruşanlar, Başyazı, Forum, sayı:114, 15 Aralık 1958. Neşir Yasağı ve Toplanma Kararları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959. 174 değil, bütün vatandaşların mücadele etmesi beklenir. Ancak kuşkusuz bu, gelişmiş bir memleket için söz konusudur. Devrim sürecinin kesintiye uğradığı, demokrasinin ağır darbeler aldığı ve hatta yok olma ile karşı karşıya kaldığı bir ortamda; uygulanan iktisadi politikaların cehaleti beslediği, din istismarcılığının ayyuka çıktığı, toplumsal yapının feodal özellikler göstermeye devam ettiği, dolayısıyla büyük çoğunluktaki yurttaşların yurttaşlığı bilmediği bir Türkiye tablosunda, bunu beklemek olası değildi. Dolayısıyla Türk ulusu adına aydınlar bu mücadeleyi vermekteydiler. Forum’da da sık sık neşir yasaklarına karşı gazetelerin ve dergilerin, muhalefet parti liderlerinin izleyebilecekleri yollar gösterilmekteydi. Forum şu üç yönteme işaret etmekteydi: “Birinci yöntem olarak; basın toplantısı veya beyanat büyük manşetler altında, yer yer suç teşkil etmediği aşikar olan cümleler alınmak ve diğer kısımlar bir sansür havası içinde beyaz boşluklar bırakılmak suretiyle neşredilebilir. İkinci yöntem olarak; muhalefet liderleri aynı konularda değişik ifadelerle her gün bir basın toplantısı yapabilirler, yapmalıdırlar. Her seferinde tekrarlanacak ve gazetelere geçecek olan yasak kararları, bu müesseseyi suiistimal edenleri kısa bir zamanda şüphesiz derin düşüncelere sevk edecek ya neşir yasaklarında ısrar edip umumi efkar tamamen kaybedilecek ya da yasaktan vazgeçilecektir. Üçüncü yöntem olarak; muhalefet liderleri neşir yasağı tehlikesine karşı basın toplantısında söyleyecekleri sözleri bir makale halinde ve başlığı altında yazabilirler ve yalnız bağımsız gazetelere idari makamlardan gizli olarak gece geç vakit göndermek suretiyle yayınlanmasını sağlayabilirler.”175 DP iktidarının yaymakta olduğu görüş şudur: ‘Memleketimizde basın hürriyeti tam olarak mevcuttur, herkes kendi dilediği şekilde fikirlerini ifade etmekte serbesttir. Kanun ile men edilmiş olan yegane husus, şahıslara hakaret etmek, namus ve şereflere tecavüz etmektir.’ Nitekim Menderes yurt dışı gezilerinde Türk basınına uygulanmakta olan baskıya dair hep şu mealde ifadeler kullanmıştır: ‘Türkiye’de basın hürriyeti rejimi normaldir… Fikirlerin ifadesi serbesttir … Fikir hayatının inkişafı için şartlar mevcuttur…Sadece hakaret ve şahsi tecavüzler men edilmiştir…’ Forum, 1960 yılında Türkiye’de basın hürriyeti mevzuundaki şartların başbakanın iddia ettiği şekilde normal olmadığını belirten yazılar sıklıkla yayınlamıştır. Örneğin bir yazıda şöyle denilmektedir: “Hakiki durum acaba iktidarca iddia edildiği gibi midir? DP iktidarının muhasebesi yapıldığı zaman bu iktidara yüklenecek mesuliyetlerin en ağırlarından biri Türkiye’de fikir hayatına vurduğu darbe olacaktır. Cumhuriyetin ilanından beri tedricen gelişmekte olan ve bilhassa 1946’dan sonra inkişaf etmiş olan fikir hayatımız beş altı yıldır DP tarafından adeta ölüme mahkum edilmiştir.”176 Forum’da askeri müdahaleden sonra çıkan bir yazıdaki şu sözler ise ilginçtir: “1950 ile 60 arasında yüzlerce gazeteci, sadece yazdıklarından dolayı sorguya çekildi, yüzlercesi zindan köşelerinde çile çekti, anasız bacısız bayramlar baharlar geçti. Ne farkı var bugünkü Ortaçağın dünkü ortaçağdan? Teknik ilerlemeler kafa 175 176 Neşir Yasaklarına Karşı Tedbir, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:131, 1 Eylül 1959. İktidarın Basın Hürriyeti Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:144, 15 Mart 1960. 175 hareketlerinde bir ilerleme sağlamadıktan sonra neye yarar?”177 Şunu altını çizmek gerekir ki Forumcular arasından özellikle 1958’in ikinci yarısından sonra sıklıkla Savcılığa çağrılıp, sorguya çekilenler olmuştur. Bununla beraber, 1957 seçimlerine kadar bu gibi olaylara pek maruz kalmamışlardır. Aslında 1957 genel seçimlerine giden süreçte Hürriyet Partisine Derginin açıktan destek vermiş olduğu hatırlandığında, iktidarın bu konuda Forumculara müsamahalı davranmış olduğu söylenebilir. Bu müsamahayı, iktidar sahiplerinin, Hürriyet Partisinin, CHP oylarını böleceğine dair düşüncesinde aramak yerinde olur. Dolayısıyla, 1958’in ikinci yarısındaki bu soruşturmaları, Derginin CHP’ye verdiği örtülü destekte aramak yanlış olmaz. Kaldı ki bu tarihten itibaren Dergi, iktidarın icraatlarına dair eleştiri dozunu yoğunlaştırmıştır. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki, iktidar sahipleri, Dergi merkezini polisler tarafından ansızın ve sıklıkla aratmış olmalarına rağmen, Dergi ile CHP arasında bir bağlantı olduğuna dair herhangi bir delile rastlanmamıştır. Bu da ortaya koymaktadır ki Dergi, demokrasi adına DP zihniyeti ile mücadele edecek tek kurum olarak bu partiyi gördüğü için sayfalarında ona daha fazla yer vermiştir. 2.Sosyal ve İktisadi Hak ve Özgürlükler Forum, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler içinde en çok sendika kurma, grev ve kolektif müzakere hakları ile sosyal güvenlik ve adil ücret haklarına vurgu yapmaktadır. Ancak Forum’daki bu bahisteki yazılarda en çok öne çıkan konu grev hakkıdır. Forum, grev hakkı olmaksızın sendikaların birer yardımlaşma derneği olmaktan öteye gidemeyeceğini sıklıkla dile getirmiştir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, Forum’un grev hakkına vurgusunun altında yatan sebep, grev hakkının kullanımının, işverenleri işçi sendikaları ile kolektif mukaveleler akdine sevk etmekte etkin bir araç olduğunu düşünmesidir. Kolektif müzakere ise işçi kesiminin elini kuvvetlendireceğinden, adil ücret talebinin karşılanması muhtemel olacaktır. Gerçekten de, sendika kurma özgürlüğü, eğer grev hakkı mevcut değilse, pek bir mana ifade etmez. Hemen belirtmek gerekir ki, aslında Demokrat Parti 1950 genel seçimlerinden önce, eğer iktidara gelirse, grev hakkını tanıyacağını beyan etmiştir. Ancak 1950’de iktidara gelen DP, seçim öncesi vermiş olduğu bu vaadi yerine getirmemiştir. İlginç olan, iktidarda kaldığı dört yıl boyunca yerine getirmemiş olduğu vaadi, sanki bir muhalefet partisiymiş gibi, 1954 seçimlerinden önce programına yeniden almış ve seçim vaatleri arasına grev hakkının tanınacağını saymıştır. 1950 li yıllar için henüz tam manasıyla, bir diğer ifadeyle, Batı ülkelerinde olduğu gibi bir işçi sınıfının yokluğu düşünüldüğünde, grev hakkının tanınmasının pek de gerekli olmadığı iddia edilebilir. Eğer, bu iddiadaki mantık kabul edilirse, 1930 lu yıllarda kadınlara tanınan hakların erken olduğu veya Türk Devrim sürecinde çeşitli kesimlere tanınmış olan hak ve özgürlüklerin de erken tanınmış olduğu gibi bir mantık yürütülebilir, ki bu Batı demokrasilerini önüne hedef koymuş bir ülke için tartışılır bir iddialar silsilesi değildir. Bu bağlamda Forum’un, 1954 yılı için 177 Fikir Suçu, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:153, 15 Ağustos 1960. 176 Türkiye’deki grev tahdidi meselesine dair ne söylediğine bakmak uygun olur: “Grev tahdidi bahis mevzuu olmadığına göre sendikaların hakiki rollerini ifade etmelerine imkan yoktur. Binaenaleyh işçi ve işveren münasebetleri ferdi mukaveleler üzerine istinat etmektedir ki bu 19. yüzyılın başlarında birçok Batı memleketlerindeki durumun aynıdır.” 178 Forumcuların arzu ettiği, Batı demokrasilerinde olduğu gibi Türkiye’de de işçi sendikaları ile ücretleri ve diğer çalışma şartlarını tanzim edecek kolektif mukaveleler akdine mecbur kılacak kanuni tedbirlerin alınmasıydı. Forum, 1954 seçimlerinden önce işçi kesiminden olup milletvekili adaylığı için başvuranların desteklenmesine yönelik oluşturulmuş olan ‘işçi mebus namzetlerini destekleme komitesi’nin çalışmalarını takdirle karşılamıştır. Bununla beraber Forum, böyle bir komite kurmak yerine sendikaların siyasi faaliyette bulunmalarının serbest bırakılmasının daha yararlı olacağını savunmaktadır. Forum yabancı ülkelerden şu örnekleri vermektedir: “Bir kısım memleketler başlangıçta sendika kurma hak ve hürriyetini tanzim eden kanunlarına sendikaların siyasi faaliyetlerini men eden hükümler koymuşlardı. Fakat bugün demokratik memleketlerin ekserisinde bu yasağın tamamıyla bertaraf edilmiş olduğuna şahit olmaktayız. İngiltere’de, Birleşik Amerika’da, İsviçre’de, İskandinavya memleketlerinde ve İtalya’da sendikaların siyasi faaliyette bulunmalarına hiçbir mani yoktur. Bu memleketlerde sendikalar ekonomik, siyasi, mali ve alelumum iç politika ve hatta dış politika işlerinde söz söylemek hakkını haizdirler.” 179 Aynı yazıda ücret politikasına seçim vaatleri arasında yer verilmemesini eleştiren Forum, şöyle demektedir: “Bugünkü konjonktür seyri ve enflasyonist tazyik karşısında ayarlayıcı bir ücret politikası işçiler için hususi bir ehemmiyet arz eylemektedir.” 1954 seçimlerinden iktidar partisi olarak çıkan DP, şaşırtmayacak şekilde seçim öncesi vermiş olduğu vaatleri gerçekleştirme eğilimi içerisinde olmamıştır. Forum’un 7. sayısındaki şu sözlerini iktidara bir hatırlatma olarak değerlendirmek yerindedir: “Son zamanlarda, işçi çevrelerinde grev hakkının tanınması lehinde bazı hareketler görülmektedir. İşçi çevreleri üzerinde gereken dikkat ile durmak lazımdır. Çünkü Türkiye’nin gerek özel sektörde gerekse amme sektöründe olsun, gittikçe genişleyen bir sanayi hareketi vardır. Bu gelişen sanayi, ekonomik verimlilik ve kalkınma planında ne önem gösterirse göstersin, sosyal planda bir iş-işçilik meselesi olarak ortaya çıkacaktır. Ayrıca makine ziraatının gelişmesi, büyük toprak işletmeciliğinin gelişmesi, önce, bir toprak işçiliği meydana getirmektedir. Öte yandan elektrikleşme gibi enerji kaynaklarının artırılması ve yabancı sermayenin de elverişli zeminler bulması ile geleceğin Türkiye’sinde sanayi işçiliği önemli bir yer tutma istidadındadır. Hülasa, bir kelime ile iş ve işçi meselesi, bugün bir önem kazanmıştır, geleceğin Türkiye’sinde de bu önem gittikçe artacaktır.”180 Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Günlük geçici politika dalgalanmalarının üstüne çıkarak, bu meseleyi, bütün sosyal vüsatı ile mütalaa etmemiz gerekir. Bu, 178 Seçim ve Sosyal Politika, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:3, 27 Nisan 1954. Seçim ve Sosyal Politika, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:3, 27 Nisan 1954. 180 Grev Hakkının Tanınması Hakkında, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:7, 1 Temmuz 1954. 179 177 türlü kategoriler arasındaki münasebetleri ayarlamak, sosyal sulhun kurulması davası ile ilgilidir. Bugünün ve yarının medeni Türkiye’sinde kafasının ve vücudunun gücü ile çalışanların, gerek ekonomik, gerek sosyal bakımdan en himayesiz ve en zayıf bir şekilde tutulmalarına imkan yoktur. Türk zihniyeti, hayat görüşü ve ahlak inançları, çalışma gücü olanlara saha, çalışanlara emeklerinin haklı karşılığını verme, elinde olmayan sebeplerle çalışamayacak olanlara da sefaletin pençesine düşmeden bir himaye sağlama esasını hazma elverişlidir. Binaenaleyh, DP iktidarı zaten parti programında yer almış bulunan bu meseleyi elbette ilmi bir şekilde ele alacaktır.” Genel seçimlerin üzerinden iki ay geçmesine rağmen grev hakkına dair iktidar bir düzenlemeye gitmemiştir. Ancak tam da bu evrede, İzmir liman işçilerinin greve gittikleri haberi ülke gündeminde bomba etkisi yaratmıştır. Burada önemli olan, grev hakkının yasayla tanınmamış olmasına rağmen işçilerin greve gitmeleridir. Hadise özetle şöyledir: ‘İzmir liman işçileri ücretlerinin artırılması için yaptıkları talebin yerine getirilmediğini görünce toplu olarak çalışmayı bırakmışlardır. Yerlerine alınmak istenen yeni işçiler de mevcut ücret seviyesini yetersiz bulmuşlar ve onlar da grevcilere katılmışlardır. Neticede işçilerin talebi kabul edilmiş ve işçiler çalışmaya başlamışlardır.’ Forum bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Grev hakkı Batı demokrasilerinde işçi sınıfının en temel haklarından biri telakki edilmekte ve ancak Harp zamanı gibi olağanüstü hallerde tamamen olmamakla beraber bazı kayıt ve şartlarla tahdit edilmektedir. İşçi meseleleri üzerinde ihtisası olanlar, grev müessesinin işçi teşkilatı ve sendika hareketinin en mühim bir unsuru olduğunda müttefiklerdir. Grev serbestisi olmadan hiçbir işçi hareketinin gelişmesi mümkün görülmemektedir. İzmir işçisi demokratik nizamın en mühim temellerinden birini veren teşkilatlı iş müessesesinin inkişafını önleyen grev yasağına, bu son hareketiyle önemli bir darbe indirmiş ve devlet adamlarına, iş ve işçi meseleleri ile ilgili kimselere üzerinde ciddi bir surette düşünülecek bir mesele bulunduğunu hatırlatmıştır.”181 DP iktidarının grev hakkını tanımaması yönünde önerilere yaklaşımı ‘CHP iktidarı döneminde de işçilerin bu haktan yoksun oldukları’ şeklindedir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki 1939 yılına kadar Devrim felsefesinin kurumsallaştırılması süreci vardı ki bu dönemde grev hakkının tanınması beklenemezdi. Sonra ise altı yıl sürecek olan İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Savaş zamanında Batı demokrasileri de grev yasağı koymuşlardı ki bu savaşın olağanüstü koşullarından kaynaklanmaktaydı. Savaşın bitiminde çok partili yaşama geçtikten sonra bu hakkın tanınması beklenebilirdi, ancak o zaman da CHP yöneticileri işverenleri karşılarına almak istememiş olabilirlerdi. Tüm bunların yanı sıra, savaştan kaynaklı iktisadi sıkıntıların olduğu bir dönemde, bu hakkın tanınmasında CHP’nin çekimser kalmış olması, 1950 sonrasında, DP’nin bu hakkı tanımamasına meşruiyet sağlamamaktadır. 181 Türkiye’de İlk Grev, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 9, 1 Ağustos 1954. 178 Her nerede olursa olsun sermayenin her zaman ‘istismarcılık’ temayülüne karşı, grev hakkı, işçilerin menfaatlerini korumak için müracaat edecekleri belli başlı vasıtadır. Bununla beraber şunu belirtmek gerekir ki yasalarla garanti altına alınmış olsa dahi, işverenlerin zihniyetinde değişiklik sağlanmadığı sürece, yasayla tanınmış sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler işlevsel olmayabilir. Dolayısıyla sosyal politika alanındaki alınacak tedbirlerin bir yasal ayağı vardır, bir de bu tedbirlerin uygulanmasını temin edecek zihni hazırlığın sağlanması ayağı vardır. Mesela eğer işverenler, sendikaları işçilerin hak ve menfaatlerini kolektif mukavele akit eylemek suretiyle koruyan ve geliştiren birer müessese olduklarını kabul etmez ve onları bu sıfatla tanımaz ve sendikalarla kolektif müzakerelere girişmekten imtina ederlerse, işçilere tanınmış olan hak ve özgürlükler temelinden sarsılmış olur. Ancak, eğer işçilere hakları tanınmaz ise de işçilerin aşırı sol cereyanların etkisine girme ihtimali olabilir ki, bu da demokratik rejim için tehdit oluşturur. Forum 10. sayısındaki başyazısını grev meselesine ayırmıştır. Bu başyazıda şöyle denilmektedir: “Türk işçisinin derdi ekonomik ve sosyaldir. Bütün sebepler ücret kifayetsizliği ile çalışma şartlarının ağırlığı içinde toplanmaktadır. Esasen bütün memleketlerin işçi hareketlerinin tarihi tetkik olunduğu zaman, işçilerin mücadelelerinin üç ana hedef etrafında toplandığı görülür. Bu hedefler ücret seviyeleri, sendika, grev hak ve hürriyetidir. Ücretle birlikte diğer çalışma şartlarının ıslahı ancak son iki hak ve hürriyetin mevcudiyeti ile mümkün olmuştur. Bugün iktidarda bulunan parti grev hakkını ana programında kabul eylemiştir. Millete karşı bir vaat teşkil eden bu taahhüdün ne zaman yerine getirileceği İzmir grevi dolayısıyla yeniden zihinlere gelmiştir. Grev olmayan yerde Batı demokrasisinde anlaşılan manada sendika olmaz. Zaten bütün mesele de Batı demokrasisindeki sendikalar gibi sendika isteyip istemediğimizdedir. Sendika ve grev hak ve hürriyeti meselesinde hükümetlerin şu hususu daima hatırda bulundurmaları lazımdır. Bütün memleketlerde görülmüştür ki hükümetler bu haklara ve hürriyetlere mukavim bir cephe aldığı müddetçe sendikalar siyasi bir mahiyet iktisap etmişler, hakiki gayelerinden uzaklaşmışlardır. Eğer Türk sendikalizminin hakikaten işçilerin ekonomik ve sosyal menfaatlerini koruyabilecek bir müessese olarak gelişmesini arzu ediyorsak sendika hak ve hürriyetinin bütün icaplarını yerine getirmek gerekir. Şüphesiz grev hakkı bu icapların başında gelir.”182 Forum, totaliter rejimler ile grev hakkının tanınmaması arasında paralellik kuran yazılara özellikle 1955 yılından itibaren ağırlık vermeye başlar. Bu çerçevede yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Grev hürriyetini yasak eden memleketler yalnız Sovyet Rusya ve peykleri ile İspanya ve Portekiz’dir. Avustralya’da da yasaktır ama orada işçi-işveren münasebetlerini tanzim eden hususi ve çok müessir bir tahkim mekanizması vardır. Türkiye’nin bu yasakçı memleketler arasında yer almış bulunması üzücü bir hadisedir.”183 Forum’un grev hakkının DP iktidarı tarafından tanınabileceğine dair ümidini korumakta olduğunu 1955 yılında çıkan sayılarda görmek mümkündür. Zaten bu sebepledir ki, sosyal 182 183 Grev ve Sendika, Başyazı, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954. Grev Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:20, 15 Ocak 1955. 179 politika alanında alınması gereken tedbirler bağlamında, DP’ye kendi programı hatırlatılmakta ve bunun yanı sıra da yabancı memleketlerdeki uygulamalardan misaller verilmektedir. 24 Ocak 1955 tarihinde Zonguldak kömür ocaklarında vuku bulan bir grizu patlaması 61 işçinin ölümü ve 19 işçinin de ağır surette yaralanması ile neticelendi. Bu kazadan beş on gün önce de İzmir’de bir yağ fabrikasında bir kazan patlaması sonunda beş işçi ölmüş sekiz işçi de gene ağır surette yaralanmıştı. Bu felaketler iş emniyeti meselesini ülkenin gündemine taşımıştı. Forum’un bu husustaki değerlendirmesi şöyle olmuştur: “Hayatlarını kazanmak için en ağır şartlar altında çalışan insanların kazalardan masun bulundurulması bugün devletin ve işverenin başlıca vazifeleri arasında yer almaktadır. Ölenlerin arkasından güzel sözler söylemek ve ağlamak can kayıplarını, derece derece sakatlıkları telafi edemeyeceği gibi kazaların bir memleketin umumi ekonomisi üzerinde icra ettiği menfi tesiri telafi edemez. Genel olarak ekseri memleketlerdeki standart teamüle göre ölümle neticelenen bir kaza 6000 iş günlük bir zaman kaybı diye kabul edilmektedir. Binaenaleyh Zonguldak grizusu neticesinde yalnız ölen 61 işçi nazarı itibara alınırsa memleket ekonomisinin kaybı 366.000 iş günüdür. Bu rakam hak sahiplerine malul kalanlar dolayısıyla uğranılacak iş günü kaybıyla arkada kalan hak sahiplerine ödenmesi lazım gelen sigorta ödeneklerini de katacak olursak umumi maddi zarar hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Binaenaleyh devlet ve işveren işyerlerinde iş emniyetini temin eylemek için lüzumlu parayı harcamaktan çekinmemek mevkiindedirler. Zira bugün hemen her tarafta kabul edilmiştir ki önleyici tedbirlerin masrafları kazaların tevlit ettikleri maddi kayıplara nazaran cüzi bir nispet arz etmektedir.”184 Bu satırlardan Forum’un iş emniyeti bahsinde meselenin sadece ekonomik boyutunu önemsediği, insani ve toplumsal boyunu ihmal ettiği düşünülmemelidir. Forum, bu meselenin iktisadi boyutuna dikkat çekmek suretiyle, iktidarın ve tabii işverenlerin dikkatini bu meseleye kaydırmak istemektedir. Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Böyle büyük can kaybına sebebiyet veren kazalar tekerrür ederse kömür işçisi bulmak güçleşir ve meslekten kaçış başlar. Bu insan psikolojisine bağlı tabii bir olaydır. Ve önlenmesi ancak maddi bakımdan mesleği çok cazip kılmakla ve kazaların vukuuna mani olmakla imkan dahiline girer. Ekonomik tepki ise işçi randımanının düşmesi şeklinde tezahür eder. Kömür kifayetsizliği içinde bulunan ve işçisinin randımanı zaten düşük olan bir memlekette büyük ve hususiyle ihmal ve malzeme noksanlıklarına atfedilebilecek kazaların önlenmesi bu bakımdan hususi bir emniyet arz eder. Binaenaleyh Türkiye’nin ekonomik hayatı için ana ehemmiyeti haiz bulunan bir istihsal sektöründe iş emniyetinin temini için sarf edilecek para hiçbir zaman çok görülmemelidir. Zira iş kazaları hem maddi hem de mesleki bakımdan cemiyete çok pahalıya mal olmaktadır.” 20 Şubat 1955 tarihinde İstanbul İşçi Sendikaları Birliğinde, Birliğe dahil bütün sendikaların temsilcilerinden ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu genel 184 Bir Grizu Patlaması ve İş Emniyeti Meselesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:22, 15 Şubat 1955. 180 sekreterinin iştirakiyle yapılan bir toplantıda, grev hak ve hürriyetinin tanınması için bir kampanya açılmasına ittifakla karar verilmişti. Bu karar, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından da kurumsal olarak benimsenmişti. Ankara İşçi Sendikaları Birliğinin 27 Şubat tarihinde yapılan genel kongresinde, aynı fikir ve kampanya kararı kabul edilmişti. Forum, bu girişimi takdirle karşılamış ve girişimi desteklediğini beyan etmiştir. Forumcular kendileri tarafından bu kampanyaya verilecek olan desteğin, bu kararın diğer sendika, birlik ve federasyonlar tarafından geniş ölçüde benimseneceğine katkı sağlayacağını düşünmüştür. Forum, kampanyaya dair görüşlerini ise şu şekilde ifade etmektedir: “Yapılması lazım gelen husus işçilere grev hakkını tanıyarak sendikalara işverenler karşısında eşit müzakere kudreti sağlamaktır. Hürriyetlerden kime zarar gelmiştir? Gözlerimizi biraz hür dünyaya çevirelim. Onlarda göreceğimiz şeyi umumi refahın ve iktisadi gelişmelerin en geniş bir surette tanınmış grev hak ve hürriyeti içinde süratle artmakta olduğu hadisesidir. Ne İngiltere ve Almanya ne Fransa ve İtalya ne İskandinavya memleketlerinde ve İsviçre’de ne Birleşik Amerika Devletleri’nde ne Hindistan ve komşumuz Yunanistan’da işçiler grev hakkına malik bulundukları için ekonomik gelişme ve kalkınma sekteye uğramamış ve milli refah seviyesinin yükselmesinde duraklama olmamıştır.”185 Yazı devamla şöyledir: “O halde realist ve samimi olalım. Bir takım evhamların arkasına sığınarak demokrasimizin noksan taraflarını görmezlikten gelmeyelim. Hür ve hakiki sendikalar demokratik rejimlerin tabii müesseselerindendir. Sendikaların hakikaten fonksiyonlarını ifa edebilmeleri, başka bir deyimle işgücünün milli gelir içindeki payının adil bir şekilde teşekkülünü sağlamak için grev hakkını tanımak lazımdır. Bu mevzuda sükut etmek duyulan huzursuzluğu halletmeyecek, bilakis memnuniyetsizliği artıracaktır. Hürriyetlerin noksan olduğu yerlerde ekonomik gelişmeler de kifayetsizdir. İktisaden az gelişmiş memleketlerde bazı ana haklar ve hürriyetler şu veya bu şekilde tahdit edilmiş veya noksan kalmıştır. Fakat bu tahditler iktisadi gelişmeyi hızlandırmamış, milli ekonominin verimini artırmamış, istihsal maliyeti yüksek kalmış veya kalitesi fevkalade düşük olmuştur. Bu yol kalkınma yolu değildir. Ortalama işçi ücretinin beş lira civarında olduğu bir memlekette işçi verimi düşük olur. İşçinin beslenmesi kifayetsiz kalır. Mesken şartları aileyi tecezziye uğratır. İşçi-işveren münasebetlerinde ahenk ve karşılıklı anlayış yerine huzursuzluk hakim olur. Fabrikalar kurmak, yatırımları artırmak şüphesiz lüzumludur. Fakat fabrikalarda çalışacak beşeri unsuru ihmal edersek ne memleketimizin o kadar muhtaç olduğu kalifiye işgücüne ne de yüksek işçi verimine malik olabiliriz. Verimi artırmaya matuf gayret saf etmesi için işçinin, artan veriminden kendinin de faydalanacağına inanması lazımdır. Grev hakkına malik işçilerden böyle bir gayret istenebilir. Zira bu hak işçiye ücret olarak alabileceğinin azamisini sağlar. Daha fazla alabilmesi için daha fazla istihsal etmesi lazım geldiğini ona anlatır. Daha fazla istihsalden ise gayet tabii olarak yalnız işçi değil işveren ve bütün cemiyet istifade eder.” 185 Grev Hakkı Kampanyası, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:24, 15 Mart 1955. 181 Forum’un sosyal hak ve özgürlükler bağlamında önemsediği konulardan bir tanesi de ücretli yıllık izindir. Forumcular bu konuda görüşlerini şöyle ortaya koymaktadırlar: “Kanunlarla veya kolektif iş mukaveleleri yoluyla işçilerine yıllık ücretli izin hakkını tanımayan pek az memleket kalmıştır. 1952 yılında işçi ve müstahdemlere ücretli yıllık izin hakkını tanıyan memleketlerin adedi 52’yi bulmuştu. İşçi, çalışma kudretini ve hevesini muhafaza edebilmek için zaman zaman dinlenmeye muhtaçtır. Bu, milli bir servet olan işgücünün zamanından önce yıpranmamasının ve verimli olmasının şartlarından biridir. Sosyal bakımdan buna ihtiyaç vardır. Zira herkes için tabii sayılan bazı hakların işçiler bakımından bir hal şekline bağlanmamış olması sosyal huzursuzluklar yaratır. Nihayet ahlaki bakımdan da buna lüzum vardır.”186 Aslında, 1954 seçimlerinden hemen önce iktidar tarafından bir kanun tasarısı hazırlanmış ve Meclise sunulmuşu. Komisyonlarda görüşüldükten sonra Genel Kurula sevki yapılmıştı. Ancak genel seçimlerin araya girmesiyle tasarı kadük olmuştu. Şunu hemen belirtmek gerekir ki genel seçimler öncesinde, diğer birçok tasarının hızlıca Meclisten geçirildiği gibi, bu tasarı da kanunlaştırabilirdi. Hatta, DP iktidarı bu konuda kararlı olmuş olsaydı, tasarıyı genel seçimlerden hemen sonra tekrar işleme koyabilirdi. Oysaki böyle bir çalışmaya girilmemiştir. Buradan anlaşılan şudur ki:‘DP, söz konusu tasarıyı ücretli kesimlerin oyunu almak için bir araç olarak kullanmıştır.’ İzmir liman işçilerinin grev yasağına rağmen, önceki yılda öne sürdükleri gerekçelerle Temmuz 1955’te ikinci kez greve gitmişlerdi. Forum bu bağlamda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “İzmir’deki yükleme ve boşaltma işçileri hapis tehdidine rağmen ne için bir yıl içinde ikinci bir grev ilanı zaruretini duymuşlardır? Ana sebep hiç şüphesiz memleketimizdeki ücretlerin son derecede kifayetsizliğidir. Filhakika bu işçiler haftada ancak 25-30 lira civarında bir kazanç sağlayabilmektedirler. Bugünkü geçim şartları içinde bu gülünç bir rakamdır ve bir ailenin en basit fizyolojik ihtiyaçlarını dahi karşılayabilmekten uzaktır. Artık kimsenin inkar edemeyeceği enflasyon halinin neticelerinin en adaletsiz bir şekilde ücret erbabının geçim imkanlarını ciddi olarak tehdit ettiğini görmezlikten gelmek mümkün değildir. Dünyanın hiçbir memleketinde hatta grev hakkının mevcudiyetine rağmen işçi ücretleri enflasyon devrelerinde fiyatların seyrini takip edememiştir. Bu herkesçe bilinen bir hakikattir. Hal böyle olunca grev hakkının yasak olduğu ve devletin herhangi bir ücret politikası bulunmadığı memleketimizde ücretlerin fiyatlara kendiliğinden uymasını ummak veyahut kabili münakaşa bazı rakamlarla bunu ispata çalışmak beyhude bir gayret olur. Bugün insan hak ve hürriyetlerine hakikaten sadık bulunan ve inanan, sosyal adalet prensiplerine arka çevirmeyen ve binaenaleyh büyük halk kütlelerinin iktisaden istismar olunmasını reddeden bütün hür ve demokratik memleketlerde grev hak ve hürriyeti en geniş ölçüde tanınmıştır.”187 Forum’da grev hakkı bahsinde uluslararası örgütlerin raporlarına da yer verilmiştir. Örneğin Milletlerarası Çalışma Teşkilatının sendika hürriyeti mevzuunda hazırlamış olduğu ve Mc Nair Raporu adıyla tanınan rapordan şunları aktarmaktadır: 186 187 Ücretli Yıllık İzinler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955. Gene Grev Hakkına Dair, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:33, 1 Ağustos 1955. 182 “Umumi grevler: Bu nevi grevlerin mevzuları bir iş uyuşmazlığından ziyade bir memleketin bazen hukuki, siyasi ve iktisadi sistemini değiştirmek bazen de hükümetleri istifaya zorlamaktır. Bolivya, Kolombiya ve Tayland’da bu nevi grevler gayri kanunidir. Sempati veya tesanüt grevleri: Bu nevi gervlerin mevzuları bir iş uyuşmazlığı değildir. Daha önce grev ilan eylemiş bulunan işçilere karşı duyulan sempatiyi izhar ve onlara tesanüt halinde bulunulduğunu ifade etmek maksadıyla sempati veya tesanüt grevleri ilan olunur. Bir kısım memleketler grev hakkını tanımış olmakla beraber sempati veya tesanüt grevlerini yasak etmişlerdir. Bunlar arasında Bolivya, Kanada, Dominik Cumhuriyeti, Tayland, Venezüella sayılabilir. Mevzuları iktisadi ve içtimai olmayan grevler: Grevlerin muhtelif sebepleri vardır. Bu sebeplerin başında şüphesiz iktisadi ve içtimai menfaatler gelir. Bir kısım memleketlerde mevzuları çalışma şartlarının ıslahı dışında kalan ve işçilerin ekonomik ve sosyal menfaatlerini korumakla ilgili olmayan grevleri men etmektedirler. Birmanya, Irak, Dominik Cumhuriyeti, Haiti, Panama. Kolektif mukavelelere bağlı grevler: Grev hakkı bazen kolektif mukavelelerin mevcudiyeti dolayısıyla tahdide uğrar. Kolektif mukavelenin yürürlükte bulunduğu müddet içinde greve müracaat olunmadığı gibi bu mukavelenin tefsirinden veya tatbik altından hasıl olacak bir ihtilaftan dolayı grev ilanı da kabul olunmamaktadır. Aşağıdaki memleketler bu kategori içinde yer almaktadırlar: Arjantin, Kanada, Seylan, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Haiti, İsviçre. Amme hizmetleri ile ilgili grevler: Bir kısım memleketlerde amme hizmetlerinde milli savunmayı yahut toplum için zaruri mal ve hizmetleri temin eden sanayide grev ilanı ya tahdit veya yasak edilmiştir. Arjantin, Avustralya, Belçika, Bolivya, Kanada (yalnız Kebek eyaleti), Seylan, Çin, Küba, Dominik Cumhuriyeti, Mısır, Finlandiya, Yunanistan, Haiti, Hindistan, İrlanda, Japonya, Lübnan, Libya (yalnız Trablus), Yeni Zelanda, Pakistan, Panama, Peru, Filipinler, İsviçre, Suriye, İngiltere, ABD (yalnız bazı eyaletlerinde), Uruguay’da durum böyledir. Hususi statülü personelle ilgili grevler: Genel olarak hususi statüye malik personelin yani memurların grev hakkı birçok memleketlerde ta tahdit veya tamamen men edilmiştir. Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Finlandiya, Fransa, federal Almanya, Yunanistan, Haiti, İzlanda, Japonya, Hollanda, Norveç, Peru, Filipinler, İsviçre, Tayland, İngiltere, ABD, Uruguay, İsrail (yalnız zabıta kuvvetleri için grev yasağı) Tasnif dışı kalan grevler: Bazı memleketlerde alelumum klasik tasnifler içine girmeyen grevler yasak edilmiştir. Mesela Danimarka’da rakip bir teşekkülü (sendikayı) yıkmak için ilan olunan grev kanuna aykırı sayılır. ABD’de de federal mevzuata veya kolektif iş mukavelelerine aykırı veya işverene muhik olmayan güçlükler ihdas eden veya haksız olarak işletmenin faaliyetinin tatilini mucip olan veya bir işverene boykotu tazammun eden veya yalnız muayyen bir işçi grubuna bazı çalışma şartlarını tatbike icbar kılan grevler yasaktır.”188 188 Grev Hakkı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 70, 15 Şubat 1957. 183 Hemen belirtmek gerekir ki Forumcular uluslararası örgütlerin yayınladıkları raporları kendileri tercüme etmekteydiler. O zaman, bugünkü gibi Dergicilik yapanlarla eşgüdüm içinde çalışan tercüme büroları yoktu. Gerçi Türk bürokrasisi bu raporları takip etmekteydi, ancak raporların hepsi tercüme edilmemekte, genellikle ilgili uzmanlarca okunmakta, birer sayfalık bilgi notu yazılmakta ve rapor bu bilgi notu ile birlikte dosyalanmaktaydı. Ancak herhangi bir suretle herhangi bir rapor gündeme geldiğinde, ilgili raporun tercümesinin yapılması söz konusu olabilmekteydi. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, yukarıda yer alan Milletlerarası Çalışma Teşkilatının hazırlamış olduğu Mc Nair Raporu’nun tercümesinin, Dergide yayımlanmasının değeri açıktır. Kolektif iş mukaveleleri, ilk iş kanunları gibi İngiltere’de doğan ve 19. yüzyıldan sonra gelişmeye başlayan, bir işçi sendikası yahut sendikaları ile bir işveren sendikası yahut sendikaları yahut bir veya birkaç işveren ile bir işçi sendikası arasında akdolunan ve bir işyerinde belirli bir meslekte veya bölgede çalışma şartlarının normlarını koyan ve tarafların ve mukaveleye sonradan katılanların iş ilişiklerini tayin eden anlaşmalardır. Bu mukaveleler, iş ile sermaye arasındaki ilişkilerde taraflar arasında iktisadi bir denge tesis etmek gayesinden doğmuştur. Bireysel iş mukaveleleri sistemi içinde işveren karşısında iktisaden daima zayıf vaziyette bulunan işçinin, ekseriyetle istismar tehlikesi karşısında bulunması ve mevcut iş mevzuatının ekonomik hayatın bilhassa kriz ve enflasyon devrelerinde devamlı olarak artan fiyatlara ayak uydurmaması işçi ve işveren münasebetlerinde kolektif iş mukaveleleri sisteminin önemini artırmıştır. Batı demokrasilerindeki sosyal politika alanındaki gelişmelere hakim olan Forumcular, bu sistemin Türkiye’de de yasayla düzenlenmesini istemekteydiler. Nitekim Dergide, bu hususta Cahit Talas’ın çok sayıda yazısı bulunmaktadır. Cahit Talas’ın incelemelerinde tıpkı diğer Forum yazarları gibi yabancı memleketlerdeki benzer uygulamalardan örnekler vermeyi ihmal etmemiştir. Yazar bir incelemesinde kolektif iş mukaveleleri meselesine dair şunları söylemektedir: “Birleşik Amerika Devletleri’nde, Kanada’da, bazı İskandinav memleketlerinde mevzuat, temsil kabiliyetini haiz sendikalar talep ettikleri takdirde, işverenleri kolektif müzakerelerde bulunmaya ve kolektif mukaveleler akdine mecbur tutmaktadır. Memleketimizde işverenleri böyle bir yola sevk eden herhangi bir kanun mevcut değildir ve işverenler kendiliklerinden işçi sendikaları ile muhtelif sebeplerden ötürü karşı karşıya gelerek müzakerelerde bulunmak suretiyle iş mukaveleleri akdini arzulamamaktadırlar. Sebeplerin başlıcaları, kolektif iş mukavelelerinin işverenlere yeni bazı maddi külfetler tahmil edebilmeleri imkanı ve hasıl olabilecek rekabet eşitsizliğidir. Filhakika bilindiği üzere birçok hallerde mevzuat çalışma şartlarının asgari normlarını kor. İşçiler bakımından bu normların üstüne çıkmak, çalışma şartlarının ıslahını ve geliştirilmesini sağlamak ancak kolektif iş mukaveleleri akdi ile mümkün olabilir.”189 189 Cahit Talas, Kolektif İş Mukaveleleri ve Memleketimizdeki Durum, İncelemeler, Forum, sayı:36, 15 Eylül 1955. 184 İnceleme şöyle devam etmektedir: “ İşverenler nadir hallerde kendiliklerinden bu nevi külfetleri kabul ederler. Zira çalışma şartlarının ıslahı, ücretlerin artırılması tabiatıyla maliyet üzerine tesir edecek ve bir nispet dahilinde kar payını daraltabilecektir. Diğer taraftan bir kısım işverenler, kendiliklerinden ve uzak görüşle hareket etmelerinden ötürü böyle bir neticeye kabule mütemayil olsalar dahi ekonomik rekabet eşitsizliği endişesi onları böyle bir yola girmekten alıkoyar. Gerçekten sosyal bir anlayış göstererek işçileriyle kolektif iş mukaveleleri akdeylemiş bulunan bir işverenin böyle bir akitte yalnız kaldığı takdirde aynı iş kolundaki diğer işverenlere karşı rekabet bakımından daha az avantajlı bir durumda kalacaktır. Eğer işverenler muayyen bir bölgede bir mesleğin bütününe şamil bir kolektif iş mukavelesine taraf teşkil etselerdi ve mevzuat onları böyle bir akit yapmaya zorlasa idi şüphesiz işçi sendikaları için kolektif iş mukaveleleri akdi daha kolaylıkla imkan dahiline girerdi. Mevzuat kifayetsizliği karşısında bu mevzuda devlet sektörü öncülük yapabilir ve iktisadi devlet teşekkülleri devlet otoritesinden sıyrılıp sendikalara üstten bakmaktan vazgeçerek kolektif iş mukaveleleri yoluna gidebilirler. Çalışma Bakanlığı ile İşletmeler Bakanlığının bu maksada matuf olarak yapabilecekleri işbirliği ve teşvik ilk adımların atılmasına geniş ölçüde hizmet edebilir.” Cahit Talas kolektif müzakere sistemine dair bir başka yazıda şunları söylemektedir: “Kolektif müzakere sistemi, demokratik hak ve hürriyetlerin gelişmiş olduğu kapitalist memleketlerde yayılma zemini bulmaktadır. Hürriyetin kısık, grev hakkının yasak olduğu ve sendikaların tam olarak taazzuv etmediği memleketlerde en iyi kanunlar bile kolektif müzakere sisteminin gelişmesinde fazla müessir olamazlar.”190 Sosyal hak ve özgürlükler bahsinde Forum’un önemsediği bir diğer husus eğitim meselesidir. Forum, sadece okul çağındaki çocukların değil, yetişkinlerin de eğitilmesi gerektiğine vurgu yapar ve bunun devletin bir görevi olduğunu savunur. Bu bağlamda Forum’un birçok sayısında köy enstitüleri mevzusu işlenir. Forum’da köy enstitülerinin yıldönümüne atfen yazılmış olan şu sözler çok anlamlıdır: “17 Nisan köy enstitülerinin kuruluş yıldönümü günüdür. Birkaç yıl önceye kadar bu gün yurdun 21 köşesinde bir bayram havası içinde kutlanırdı. Artık öyle değil!”191 Köy enstitülerinin başlıca davası şu idi: ‘Memleketin büyük çoğunluğunu teşkil eden köylüyü eğiterek kalkındırmak.’ Bunun ötesinde maksat aramak yalnız memlekete zarar vermiştir. Nitekim Forum, aynı yazıda, köy enstitülerinin kaldırılması ile ne kazanılmış olduğunu sorgular. Yazıda şöyle denilmektedir: “Köy enstitülerinin kaldırılması ile memleket ne kazanmıştır? Şimdi daha mı çok köy öğretmeni yetiştiriliyor? Köylerde okul yapma faaliyeti daha mı geniş tutuluyor? İlköğretim istatistiklerimize bakarsak 1940-50 devresinde okul sayısı 10.596’dan 17.428’e çıkmış yani yedi bine yakın yeni okul açılmıştır. Buna mukabil 1950’den 1955’e kadar bu sayı ancak 18.789’a çıkmıştır. Başka bir deyimle beş yıl içinde ancak 1.300’e yakın yeni okul açılmıştır. Diğer taraftan öğrenci sayısı 1940-50 devresinde 955.957’den 1.616.626’ya çıkmış, 1955 190 191 Cahit Talas, Nasıl Bir Kolektif Müzakere Sistemi?, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959. Köy Enstitülerinin Yıldönümü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:50, 15 Nisan 1956. 185 yılında ise bu 1.877.145’i bulmuştur. Beş yılda harp vs. gibi bir durum mevcut olmadığı halde öğrenci sayısındaki artış 250 bini biraz geçmektedir. Diğer taraftan bilhassa öğretmenli köy okullarında 1940 yılında erkek öğrenci adedi 313.627, kız öğrenci 107.987 iken, 1950 yılında bu 681.119 ve 371.229 olmuştur. Yani 1940’da köyde okula devam eden kız çocukları erkeklerin üçte biri kadarken, 1950’de yarısını aşmıştır. Halbuki 1950’den sonra bu nispet gene bozulmaya, köylü kız çocuğunu okula göndermemeye başlamıştır. 1955’de durumun ne olduğunu gösteren muta elimizde mevcut olmamakla beraber, durumun bu istikamette geliştiği bilinmektedir.” Yazıdaki şu sözler ise ilginç ve bir o kadar da dokunaklıdır: “Bir İngiliz atasözü ‘Bir oğlan çocuğunu yetiştirmekle bir vatandaş kazanırsınız, fakat bir kız çocuğu hem vatandaş hem de anne olacaktır’ der. Bu gerçeğin bizim için bir manası yok mu? Bazı yabancı milletlerin bile örnek tutmak istedikleri köy enstitüsü sisteminin bizce gerici bir politikacı tekmesiyle yıkılmasına göz yumduk, ama hiç değilse bize öğrettiklerinden faydalanmama günahını işlemeyelim. Köy enstitülerine temel olan ana fikir, kanaatimizce bugün elan hayatiyetini muhafaza etmektedir. Müessese olarak enstitülerde tatminkar görülmeyen noktaları ıslah etmek daima mümkündü. Bunları ıslah edecek yerde baltalamanın çok ağır bir hata olduğuna bugün her zamandan fazla kaniiyiz.” Bu bağlamda Fay Kirby’nin ‘Türkiye’de Köy Enstitüleri’ isimli Colombia Üniversitesi’nde yapılmış doktora tezinden şu değerlendirmeyi aktarmak uygun olur: “İncelememiz bize göstermiştir ki Köy Enstitüleri, Türkiye’nin 19. yüzyılın ilk yarısından beri giriştiği modern uygarlık davası yolunda yaptığı savaşlar içinde, en büyük davalardan biri olan eğitim davasının en verimli, en makul, en ekonomik ve en orijinal çözümlenmesi olarak meydana gelmiştir. Kısa hayatı yüzünden verdiği sonuçlarla Köy Enstitüleri hareketi, Türkiye’nin köy eğitimi davasının ‘her köye bir okul, her okula bir öğretmen’ gibi dar çerçeveli bir görüşten çok daha geniş bir görüş içinde modern bir ulus yaratmak amacını gerçekleştirmenin yolu olduğunu göstermiştir. Onun temelinde yepyeni bir eğitim görüşü vardı ve bütün yapılanlar ancak bu görüşün doğruluğunu göstermiştir. Onun temelinde yepyeni bir eğitim görüşü vardı ve bütün yapılanlar ancak bu görüşün çerçevesi içinde anlam taşıyordu. Büyük zorluklar içinde yürütüldüğü halde müspet başarılar vermesi, görüşün doğruluğunu göstermiştir. Türkiye harp sonunda yeni bir ilerleme safhasına geçerken bu görüşü yalnız köy eğitiminin değil, bütün Türk eğitiminin temeli yapmak en doğru yol olacaktı. Bu tezin doğruluğunun en kuvvetli delili, Köy enstitüleri hareketini yıkanların Türk eğitimini daha ileriye götürecek başka yollar bildikleri iddiaları ile harekete geçtikleri zaman yalnız Köy enstitülerinin başarılarını değil, bütün Türk eğitimini de baltalamış olmalarıdır. 1950-1960 arasında Türk eğitiminin ne kadar gerilediği, Demokratların rejiminin yıkılışından önce bile artık herkesin bildiği bir gerçek haline gelmiştir.”192 192 Fay Kirby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, Ankara:İmece Yayınları, 1962, s.380. 186 Köy enstitüleri bahsindeki bir başka yazıda ise Forum, DP’nin enstitülerin coğrafi mekandan aldıkları isimlerini dahi hatırlamaya tahammülü olmadığını şu şekilde ifade etmektedir: “Bugün Türkiye’de köy enstitüleri mevcut değildir. Üç yıldan beri ‘İlköğretmen Okulu’ adı ile birlikte kuruluş yerlerinden gelen Aksu, Kepirtepe, Hasanoğlan, Ortaklar..gibi adlarını taşımış olan bu eğitim kurumlarımız, yakında yürürlüğe konulacağını sandığımız genel bir plan gereğince kuruluş yeri olarak taşıdıkları adları da kaybedeceklerdir. Ankara’nın 34 km doğusundaki Hasanoğlan köyü yanında kurulduğu için Hasanoğlan Köy Enstitüsü adı verilmiş olan kurum, 1954 yılında Hasanoğlan Erkek İlköğretmen Okulu adını almıştı. Birkaç aydan beri de Atatürk Erkek İlköğretmen Okulu adını taşımaktadır. Böylece köy enstitüsü sözünden sonra, kuruluş yerlerinden gelen şatafatsız adların da hafızalardan silinmesine çalışılıyor.”193 Köy enstitüsü denemesi yeni bir eğitimci neslinin okulu olmuştur. Bu okulda ders verenlerle yöneticiler de, öğrencileri ile birlikte, iş içinde yetişerek ‘yeni okul, iş okulu, vatandaşlık eğitimi, aktif metot..’ gibi kavramların hangi anlama geldiğini, milletçe kalkınmada eğitimin payını ve yolunu öğrenmişlerdir. Tercümeci pedagojinin yaşanmış pedagojiye yer verişi, gözlem ve denemelerden eğitim ilkelerine varış, bu okul içinden gelenlerin başarısı olmuştur. Köy enstitüsü denemesi, eğitim hayatına 1956 yılı itibariyle 21 öğretmen okulu armağan etmiştir. Köy enstitülerinin sonuncusu olan Ernis Köy Enstitüsünün açılış tarihi 18 Kasım 1948’dir. Dokuz yıla sığan 21 köy enstitüsü 1956 yılındaki her derecedeki 44 öğretmen okulunun yarısından bir eksiktir. Öte yandan Yüksek Öğretmen Okulunun çekirdeği olan ilk öğretmen okulunun açılış yılı 1848’dir. 1848’den 1956’ya yani 109 yıla karşılık olan 44 öğretmen okulundan 21’inin dokuz yıla sığdırılmış olduğunu düşünmek hamlenin genişliği hakkında bir fikir verebilir. Forum’un sosyal politika tedbirleri arasında işaret ettiği bir husus da özellikle dar gelirli yurttaşların barınma sıkıntısına çözüm bulunması gerekliliğidir. Forum’un bu bahisteki görüşü şöyledir: “Uzun yıllardan beri memleketimizde devam etmekte olan mesken buhranı yeniden had bir dereceye yükselmiştir. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi kalabalık nüfuzlu şehirlerimizde mütevazı gelirli halkın mesken ihtiyacı karşılanamamaktadır. Bu yüzden sosyal, sıhhi ve ahlak tesirleri derhal görünmeyen, satha çıkmayan fakat nispeten uzunca devreler içinde mütalaa olundukları zaman sosyal bünyede tahripler yapabilecek mahiyet taşıyan derin bir mesken sefaleti doğmuştur. Geniş ve müessir tedbirler alınmadığı takdirde, bu sefalet müzminleşme ve halli de o nispette müşkül bir iktisadi ve içtimai dava olma istidadı taşımaktadır. Memleketimizde ve bilhassa büyük şehirlerimizdeki mesken buhranının muhtelif sebepleri mevcuttur. Bunları şöyle hülasa etmek mümkündür: Nüfus süratle artmaktadır. Bu artış seyrine muvazi ve bilhassa mütevazı şehirli halk kütlelerine hitap eden inşaat çok kifayetsizdir. Memleketimizde mesken meselesini tetkik eden bütün uzmanlar bu son nokta üzerinde aynı kanaate varmış bulunmaktadırlar. İnşaat kifayetsizliğinden ötürü ihtiyaçlar birikmiştir. Milli gelirin kifayetsizliği ve dağılışındaki adaletsizlik halkın büyük bir kısmına kendi imkanları ile mesken sahibi 193 Milli Eğitimimizin Köy Enstitüleri Denemesinin Kazançları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:58, 15 Ağustos 1956. 187 olma imkanı vermemektedir. Enflasyon geniş ölçüde arsa spekülasyonu doğurmuştur, inşaat malzemesi fiyatları devamlı bir yükselme içindedir. Bu hal sabit ve mütevazı gelirli halkın mesken edinmesine ayrıca engel olmuş veya mesken kiralarını tahdit ve kontrollere rağmen yükseltmiştir. Ve nihayet devlet mesken davasını gerektiği gibi benimsememiş, bu davayı uzun vadeli bir ekonomik ve sosyal politika olarak ve programlı bir şekilde ele almamış ve bazı geçici derde hakikaten deva olmayacak tedbirlerle yetinmiştir. Bu konuda hususile Türkiye Emlak Kredi Bankasının tutumu üzerinde durmak lazımdır.”194 Yazı devamla şöyledir: “Bilindiği üzere mezkur banka, bilhassa meskeni olmayan yurttaşlara ucuz mesken yaptırmak için ikazlarda bulunmak ve krediler açmakla görevlidir. Fakat tatbikat bu şekilde cereyan etmemektedir. Filhakika bugün görülen şudur: Emlak Kredi Bankasının ikaz ve kredileri geniş ölçüde ucuz mesken inşaatına müteveccih değildir. Daha ziyade muayyen bir gelir seviyesine erişmiş vatandaşlar bu kredilerden faydalanabilmekte ve kaynaklarının bir kısmında ticari maksatlar taşıyan inşaata tahsis edilmiş bulunmaktadır. Banka halen ana kuruluş gayesinden geniş ölçüde inhiraf etmiş durumdadır. Halbuki her yıl bütçeden kendisine ayrılan fonlarla beslenmektedir. İşçi Sigortaları Kurumunun vadeli mevduatından en büyük kısmı oraya (halen 41 milyon kadar) yatırılmıştır. Bu nevi kaynakların ana tahsis yerleri lüks veya ona yakın mesken inşasına değil, mesken sefaleti içinde yaşayan halkın ihtiyaçlarını karşılamak için ucuz ve sıhhi mesken inşası olmak gerekir. Sosyal gayesini bir tarafa bırakarak modern şehirler kurmak Emlak Kredi Bankasının vazifeleri arasında yer almamaktadır. Dar ve mütevazı gelirli halkın mesken sıkıntısı, Bankanın esas gayesine dönmesi ile muayyen bir nispet dahilinde hafifletilebilir. Emlak Kredi Bankası kuruluş gayesine dönmeli, sosyal bir görüş ve anlayışa sahip olmalıdır.” Toplumun, mali bakımdan değişik imkanlara sahip olan zümrelerin konut şartları her zaman imkanlarıyla orantılı değildir. Fakat en fakir zümrenin ihtiyacının en büyük problem olduğu da şüphesizdir. Yani diğer zümrelerin meselesi, iyi bir şehircilik, iyi bir yapı politikası ile yoluna girebilecekken; fakir ve çoğunlukta olan zümrenin ciddi yatırım ve gerçekleştirme programına ihtiyacı vardır. İşte Forum, bu meselenin kararlı iktidar sahipleri tarafından çözülebileceğini öne sürmektedir. Ayrıca şunu da hemen belirtmek gerekir ki, Derginin, mesken politikası anlayışının bir toplum düzeni anlayışından ayrılamayacağına dair yaklaşımı, bu sorunun çözümünü de demokratik rejimle ilişkilendirmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Forum’a göre, artan göçle, kalabalıklaşan kent merkezleri, çoğalan nüfusu taşımakta güçlük çekecek, devletin sorunla ilgilenmemesi durumunda da bu kişiler marjinalleşecek ve aşırı cereyanlara kayıp, kendilerine yeni aidiyetler bulmaya çalışacaklardır. Bu ise siyasi alanda temsil sorununu beraberinde getirebilecek ve Türk demokrasisi bundan zarar görebilecektir. Son tahlilde, Forum’a göre, mesken politikasının çözümünün ertelenmesinin Türk demokrasisine sirayet edecek kadar tesirli sonuçları olabilecektir. 194 Emlak Kredi Bankası Modern Şehirler Kuruyor, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 65, 1 Aralık 1956. 188 Forum’un, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler alanında, klasik hak ve özgürlükler alanı ile mukayese edildiğinde, iktidarı eleştiri-iktidara öneri dengesinde ikincinse ağırlık vermiş olduğu söylenebilir. Kuşkusuz hiçbir hak ve özgürlük biri birinden üstün değildir, kaldı ki tüm hak ve özgürlükler birbirine bağlıdır. Öte yandan şu da bir gerçektir ki, Forum, tüm yurttaşları ilgilendiren klasik hak ve özgürlükler alanındaki sorunların giderilmesini, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler alanındaki sorunlara göre biraz daha ön planda tutmuştur. Çünkü Forumculara göre, klasik hak ve özgürlüklerin sağlanamadığı bir ortamda ikinci kuşak hak ve özgürlük mücadelesi, DP zihniyeti göz önüne alındığında oldukça güç gözükmekteydi. Dolayısıyla Forumcular, önce birinci kuşak hak ve özgürlükler sorununun çözülmesi gerektiğini düşünmekteydiler. Bunu açıkça ortaya koyan şu sözleri nakletmek yerinde olacaktır: “İşçiler şunu anlamalıdırlar. Demokrasinin gerilere doğru götürüldüğü bir toplum içinde grev gibi, hakiki sendika hürriyeti gibi davaların gerçekleşmesi mümkün değildir. Demokrasi her şeyden önce bir inanç meselesidir. Demokrasiye inanmayanlardan demokrasi müesseselerinin kurulmasını istemek beyhude emek ve gayrettir.”195 3.Siyasal Hak ve Özgürlükler Demokratik bir rejimden bahsedebilmek için seçimlerin yapılması yeter bir ölçüt değildir. Seçimlerin serbest yapılması, basın organların seçim sürecinde baskı altında olmaması ve bu sayede kamuoyunun memleket meselelerine dair bilgilendirilmesine sınırlama getirilmemesi, bir diğer deyişle seçmenlerin seçim sürecinde kendilerini, içinde bulundukları sosyal zümreyi veya sınıflarını ve tüm ülkeyi ilgilendiren konularla tam olarak aydınlanmış olmaları, iktidar tarafından seçim sürecinde iktidar olanaklarının kullanılmaması ve bu sayede iktidar partisi ile muhalefet partisinin seçimlere eşit koşullarda girmesinin temin edilmesi, seçmenlerin vaatlerle kandırılmaması, aynı şekilde seçmenlerin özel kişiler veya gruplar tarafından yönlendirilmemesi, oyların gizli verilmesi, bu gizliliğe gölge düşürecek her türlü davranıştan kaçınılmasının sağlanması, sandıktan çıkan oyların açık sayımının yapılması ve seçim sonuçlarının tahrif edilmemesi ki bu sayede sandıktan girdiği şekilde oyların çıkmasının garanti altına alınması, seçim sonuçlarının yargı denetiminde olması, demokratik rejimin diğer ölçütleridir. Kuşkusuz bunlardan kamuoyunun tam aydınlanmış olması gibi ölçütler yasa ile düzenlenmemiş olabilir. Ancak demokratik bir rejimde ahlaki olan bu gibi unsurlara riayet esastır. Şu halde, Türkiye’nin geçirmiş olduğu 1954 ve 1957 genel seçimlerinin ‘demokratik rejimin gerektirdiği ölçütlerden yoksun’ olarak gerçekleşmiş olduğunu iddia etmek mümkündür. Bu ölçütlerin yokluğu halinde, demokrasi ‘şekli’ bir diğer deyişle ‘sandık demokrasisi’ olmaktan öteye gidemez. Kaldı ki bu çeşit bir seçim, totaliter rejimlerde de görülür, yani demokrasi için seçim başlı başına karine teşkil etmez. İlaveten demokratik rejimde temsilin de adaletli olması esastır. Daha açık bir ifadeyle, partiler aldıkları oylara paralel şekilde parlamentoda temsil edilmelidirler. Dolayısıyla seçim sistemi de demokratik rejim ölçütlerinden biri olarak sayılmalıdır. Ayrıca, seçim sonuçlarına dair tüm partilerin saygı göstermesi, çoğunluk oylarını 195 Beyhude Emek, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:122, 15 Nisan 1959. 189 alan partinin kendini her şeyi yapmaya muktedir görmemesi, daha az oy almış olan partilerin de demokratik bir ortamda seçime gidilmiş olduğunun bilinciyle, seçim sonuçlarından ümitsizlik çıkarmadan, hükümeti denetleme görevini layıkıyla yerine getirmede istekli olması demokrasinin gereklerindendir. Mesela Forum’da iktidar partisinin çoğunluk ve muhalefet partisinin aldığı azınlık oyları ile demokrasi arasındaki ilişki, İngiltere örneği üzerinden şöyle değerlendirilmektedir: “Hükümet, devleti ve milleti temsil eden bir organdır. Yalnız devlet, hükümet ve onu destekleyen ekseriyet partisinden ibaret değildir. Muhalefet, ekalliyet ve hususi vatandaşın da devlet içinde özel bir statüsü vardır. Bu mevki, muhalefet ve vatandaşa hükümet tarafından verilmemiştir. Bu yüzdendir ki mesele İngiltere’de hükümet ‘majestenin hükümeti’, muhalefet de gene ‘majestenin muhalefeti’dir. Binaenaleyh muhalefet de devletin bir parçasıdır ve onu temsil eden unsurlardan biridir. Aynı sebepten dolayı, bir demokraside hükümet inhisarı yoktur. Bir tarafta ekseriyet partisinin kurduğu, mesul, karar ve icra makamında bir hükümet vardır. Öte tarafta ise idare mesuliyeti olmamakla beraber karar alan, tetkik eden, soruşturan, tenkit eden muhalefet partisinin kurduğu ‘gölge hükümet’ vardır.”196 Buradan hareketle şunu belirtmek gerekir ki: ‘Demokrasi şahıslar rejimi değildir.’ Dolayısıyla seçimlerde parti liderleri yarışmaz, liderin karizmatik olup olmaması değil partinin programında neyin yer alıp neyin almadığı yurttaş tercihlerinin belirleyicisidir. Bu çerçevede, seçim sürecinde, başta parti liderleri olmak üzere tüm partililerin, şahıslar üzerinden münakaşadan kaçınması esastır. O halde demokratik bir rejim bahsinde siyaset adamlarının tüm demokratik ilkeleri özümsemiş olmalarının önem arz ettiği söylenebilir. Yani demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için siyaset adamlarının zihniyeti de bir ölçüttür, ki rejimin demokrasi olarak tasnif edilebilmesi için milletvekili seçilecek adayların demokrat olup olmadığına dair en ufak bir şüphe olmamalıdır. Tüm bu hususlar ışığında bir kez daha 1954 ve 1957 seçimleri gözden geçirildiğinde, pek çok DP li milletvekilinin demokratik ilkeleri benimsemekten uzak olması bakımından, bu iki seçimde, demokratik rejimin işlemiş olduğunu iddia etmek bir hayli güçleşmektedir. Forum’un siyasal hak ve özgürlükler bağlamında üzerinde önemle durduğu haklar arasında seçilme hakkı ve siyasal parti kurma ve siyasal partilerde çalışma hakkıdır. Bu çerçevede Forum özellikle memurların siyaset yapması meselesine sayfalarında geniş yer verir. Forum 1954 seçimleri arifesinde memurların muhalefet partilerinden aday olmalarına iktidar partisinin şiddetle karşı çıkması hususunda şöyle demektedir: “Kanunlarımız memurlara aday olma hakkını tanımıştır. Seçim propagandasına çıkmış bir memurun herhangi bir aday vatandaştan farklı olmaması için hiçbir sebep yoktur. Bu bakımdan memurla siyasi amir arasındaki mücadeleyi tabii karşılamak icap eder. Şüphe yok ki bir memur mesleğine ait sırları vatandaşlar önünde, hatta istifa etmiş bile olsa açıklayamaz. Bunun müeyyideleri idari mevzuatta gösterilmiştir. Fakat bu yasak ve müeyyidelerin bir partinin menfaati için 196 Bir Demokraside Vatandaşın ve Muhalefetin Hakları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:69, 1 Şubat 1957. 190 değil, amme hizmetlerinin icabı olarak konulduğunu da unutmamak lazımdır. Demokrasi rejimlerinin umumi temayülü devlet sırrı ve hikmeti hükümet mefhumlarını hukuk dışı etmek yolundadır. Devlet Şurasının nihai olarak halledeceği birkaç memuriyet sıfatını suiistimal hadisesinin memurlarımızı adaylıktan men ve tasfiye kanunları çıkarmak gibi neticelere varması, genç demokrasimiz için pek üzücü olacaktır. Bu gidişin bir ‘spoils system’e gitmesinden ve memurları işbaşındaki partinin korkak hizmetkarları haline getirmesinden korkmamak elden gelmiyor.”197 Memurların siyasetle uğraşmaları meselesinin 1954 seçimlerinin hemen öncesinde siyasi gündemi işgal etmesinin altında iki sebep mevcuttur: Birincisi DP’nin, memur zümresinin Cumhuriyet kadrosunca Devrimin orta sınıfı kabul edilmiş olmasından hareketle memurların Türk Devrim sürecindeki sorumluluklarının ifadesi olarak CHP’ye yakın olduklarını varsayması; ikincisi ise DP zihniyetinin devlet memurlarını hükümet memurları zannetmesi ve memurların hükümetin politikalarından ayrı kanaatlere sahip olmalarına karşı tahammülsüzlüğüdür. DP’nin bu tutumunun sebebini, Devrim sürecinde tamamen silinememiş olan Osmanlı zihniyet bakiyesinde aramak yanlış olmayacaktır. DP’nin söz konusu tutumuna dair Forum’daki şu sözler ilginçtir: “Milli Eğitim Bakanı, DP iktidarı zamanında henüz teknik üniversite rektörüyken DP’nin Taksim ocağına kayıtlı bulunuyormuş. Halen İstanbul Belediye Meclisinde de İstanbul Üniversitesine mensup şahıslar varmış. Nihayet son günlerin gazeteleri de İstanbul Üniversitesinden bir doçentin DP kongrelerine iştirak ettiğini ve bir üst kongreye delege seçildiğini ve bir toplantıya başkanlık ettiğini yazdılar.”198 Forum burada, DP’yi destekledikleri müddetçe memurların siyaset ile uğraşmasının memuriyet açısından, DP iktidarı tarafından yanlış telakki edilmediğine dikkat çekmektedir. Forum’da memur ve siyasi alan ilişkilerinde yazıların büyük çoğunluğunun Bahri Savcı tarafından yazılmış olduğu göze çarpmaktadır. Bahri Savcı’nın incelemelerinde ise hakim üslup, meseleyi değerlendirmeden önce hangi kavramlardan neyi kastettiğine dair geniş bir izahat vermesidir. 1954 genel seçimlerinden üç ay sonra yazdığı incelemesinde memur-siyasi alan ilişkilerine dair Bahri Savcı şunları söylemektedir: “Siyaset, bugünkü şartlara göre en yüksek emretme ve tanzim etme iktidarını ele geçirmek veya muhafaza etmek için, bu iktidarı ele geçirmenin demokratik yolu olan çoğunluğun rızasını kazanabilme veya muhafaza edebilme hususunda belli fikirleri bildirme, onları ikna yoluyla kabul ettirme ve nihayet bu fikirleri icra etme yetkisini kazanma veya muhafaza etme hususlarında bir teşkilat ve kadronun herhangi bir kademesinde yer alındığı zaman, bu teşkilat ne kadronun iktidarı ele geçirme veya muhafaza etme faaliyetine katılmış olunur, yani siyaset yapılmış olur ve bu siyaset de faal surette siyaset olarak tavsif edilmek gerekir. Zaten bundan başkasına da faal surette siyaset denemez.” 197 198 Memurlar ve Siyaset, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1955. Partili Profesör ve Siyaset, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:67, 1 Ocak 1957. 191 Savcı açıklamalarını şöyle sürdürmektedir: “Binaenaleyh bir memurun içine giremeyeceği politik alan ancak ve ancak budur yani memura yasak olması gereken alan, iktidarı ele geçirmek veya muhafaza etmek için ortaya çıkmış bir teşkilat ve kadronun kademelerinde yer almak, iktidarı ele geçirmeye veya muhafaza etmeye müteveccih fikirleri bildirme, kabul ettirme ve icra faaliyetlerinin alanıdır. Burada, ‘fikir hürriyeti hatta siyasi de olsa, insanın fikirlerini serbestçe izhar etmesini de istilzam eder, herkesin siyasi mahiyeti ve rengi dahi olsa, fikirlerini bildirme, izhar etme, muzaffer kılma faaliyetine girmesi tabii ve mukaddes haktır’ diyerek, memurun da politik alana girebilmesini nazari olarak savunmak mümkündür. Fakat realiteyi müşahede ettiğimiz zaman, amme hizmetlerinin teknik zarureti ile iktidarı ele geçirme veya muhafaza etme gayretinin istilzam ettiği zaruretleri ahenkli götürme güçlüğünü görürüz. Filhakika, memur, memur kaldığı müddetçe kendisine seçim kazanmak suretiyle amme hizmetlerine istikamet ve prensip göstermek hakkını kazanmış olanların göstereceği istikamet ve prensip dahilinde olarak, hizmeti işletir. Bu işi yaparken aynı zamanda bir iktidar mücadelesi teşkilat ve kadrosunda yer alırsa, o zaman, hizmeti, mensup olduğu teşkilat ve kadronun temayüllerine göre saptırabilir. Saptırmayacak şekilde bir kemale varıncaya kadar memuru bu politik alandan uzak tutmada içtimai fayda mülahaza edenlerin görüşü şimdilik galip durumdadır.”199 Bahri Savcı, bu açıklamalardan sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Memur, politik alana girmediği halde yani iktidar mücadelesi yapan bir teşkilat ve kadro içinde, iktidarın kazanılmasına veya muhafaza edilmesine müteveccih bir faaliyette bulunmadığı halde, elindeki amme hizmetini, hizmetin zaruretlerine göre değil herhangi bir teşkilatın veya herhangi bir görüşün hedeflerine göre idare etmeye kalkarsa, bu da, hizmetin saptırılmasıdır, fakat memurun faal şekilde politika ile uğraşması değildir. Bir siyasi teşkilat ve kadro içinde yer alamayan ve o teşkilatın iktidarı ele geçirmeye veya muhafaza etmeye müteveccih fikirlerini bildirme, kabul ettirme, icra etme faaliyetinde bulunmayan bir memur, elindeki amme hizmetini gene de bir teşkilatın veya mücerret bir görüşün hedeflerine göre işletebilir, yetkilerini ona göre kullanabilir. O zaman teknik zaruretlere uymayarak hizmeti saptıran memurun bu hizmeti saptırma fiili, memurun statüsüne dahil olan usullerle tespit edilirse ve ona göre müeyyidelendirilir. Bu hukuki yolu ihmal ederek başka yol ve mekanizmalar aramaya esaslı bir sebep mevcut değildir.” İnceleme devamla şöyledir: “Bir siyasi teşekkül dışında olarak ve doğrudan doğruya iktidarı kazanmaya veya muhafazaya müteveccih olmayacak, eşyanın tabiatına ve umumun dilek ve temayüllerine en fazla yaklaşan hareket tarzının belirmesine müteveccih fikir beyanları, teşvik ve tahliller, çözüm yolları gösterme ise bir siyaset hele faal bir siyaset değildir, sadece ve sadece bir fikir ve ifade hürriyetidir. Bunda ne iktidarın kazanılmasına veya muhafazasına müteveccih bir faaliyet mahiyeti vardır ne de hükümet icraatını bozma, onu başarısızlığa sürükleme mahiyeti vardır. Bunun siyasetle ilgisi sadece bu fikir beyanlarının, teşrih ve tahlillerinin, çözüm yolu göstermelerin, sonunda, muhtevası bakımından ele aldığımız siyaseti tayin ve tespitte birer yapıcı unsur olarak kullanılabilmeleri ihtimalidir. Fakat bizatihi 199 Bahri Savcı, Memur-Politik Alan Münasebetleri, İncelemeler, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954. 192 mahiyetleri bakımından bunlar fikir hürriyetinin ta kendisini teşkil etmektedirler ve bunlara bir başka mahiyet atfı da mümkün değildir.” Burada Savcı memuriyet ve siyaset alanı arasındaki ilişkiyi hem klasik hak ve özgürlüklerden olan düşünce ve ifade hürriyeti hem de siyasal hak ve özgürlüklerden olan seçilme hakkı çerçevesinde değerlendirmektedir. Kuşkusuz memur bir yurttaş olarak siyasi bir kanaate sahip olabilir. Öte yandan buradaki hassas olan mevzu, memurun bu kanaatinin vermekte olduğu hizmete yansımamasıdır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, siyasi bir parti içerisinde çalışmalara katılan bir memurun ister istemez memuriyet hizmeti bundan etkilenecektir. Dolayısıyla idari yapının bundan zarar görme ihtimali, nihayetinde de memurun aktif siyasetle uğraşması kamu yararı açısından tartışmalı hale gelecektir. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki tüm memurların hukuki durumu aynı değildir. Örneğin üniversite mensupları ile subayların aynı hukuki durumda olduğu iddia edilemez. Hukuki durumları farklı memurların siyasi alanla ilişkisi aynı olmayacağından, üniversite mensuplarının aktif siyasetle uğraşmasının kamu yararı açısından sorun teşkil etmeyeceği öte yandan subayların siyasi alandan uzak durması gerektiği öne sürülebilir. Aslında dönemin siyasi konjonktürü hatırlandığında memuriyet-siyasi alan ilişkilerinde iktidarın yaklaşımı tarafsız olmadığından mesele büyümüştür. Şöyle ki, iktidar sahipleri, memurun DP’de aktif olarak siyaset yapması halinde bunu normal karşılıyor, ancak memurun değil aktif olarak siyaset yapması muhalif partilere siyasi kanaat düzeyinde bir yakınlık şüphesi uyandırmasını hırçınlıkla karşılıyordu. Örneğin Haziran 1954’te, genel seçimlerden hemen sonra çıkartılan milletvekili seçim yasasında, memurların aday olabilmeleri için seçimlerden altı öncesinden istifa etmeleri hüküm altına alınmıştı. Bu yasa ile DP’nin amacı, memura, iktidar partisinden aday olması halinde seçilmese de eski görevine dönebileceği, ancak muhalif partiden aday olması halinde, seçilememiş ise işsiz kalmayı göze alması gerektiği mesajını vermesidir. Kuşkusuz bu yaklaşım devlet idaresindeki yozlaşmaya kapı aralaması bakımından çok tehlikeli bir durum arz etmekteydi. Forum, siyasi hak ve özgürlüklerin korunmasında, bu hak ve özgürlüklerin kullanılmasının ehemmiyetine dikkat çekildiği çok sayıda yazıya, sayfalarında yer vermiştir. Bunlardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Lütfen politikayla uğraşınız, icap ederse işinizi bırakarak lütfen politika ile uğraşınız. Çünkü her işiniz, hürriyetlerinizi kurmanın, korumanın ilk şartı, önce, hürriyetlerinize sahip çıkmaktır. Hürriyetlerinizin baş düşmanı da bizzat sizin, hürriyetlerinize ilgisizliğinizdir. Hürriyetlere sahip çıkmanın hürriyetlerle ilgilenmenin tek yolu politikayla uğraşmaktır. Politika ile uğraşmak da yalnız dört yılda bir seçim sandığı başına gitmek değildir. Bu, politika ile uğraşması, amme intizamı mülahazaları ile yasaklanmış olan yurttaşlar da dahil herkesin bir hakkıdır. Burada, hürriyetleri kurma, koruma hususunda söz konusu ettiğimiz politika, faal, dinamik bir ilgi isteyen hareket politikasıdır. Lütfen politika ile uğraşınız derken de kanunun böyle 193 bir hareket politikasına atılmaktan yasaklamadığı bütün yurttaşların bu politikaya katılmalarını kastediyoruz.”200 Aslında siyasetle uğraşmak sadece siyasi hak kullanımının ve siyasal özgürlük alanının gelişmesine katkı sağlamaz, aynı zamanda diğer kuşak hakların da gelişimine tesir eder. Nitekim aynı yazıda Forum şöyle demektedir: “Memleketin kaderini cumhura bağlamalı, cumhurca tedbirler almalıyız. Eğer kanunların yasakladığı kişilerden başka herkes, faal, dinamik bir politika ile uğraşmazsa, politika, kitlelerin malı olmazsa birkaç zümrenin bir iktidar oyunu haline gelir. Bu iktidar oyunu ise zarını, seçim sandıklarının sükun atmosferi içine atmaktan ibaret kalır.” Türk siyasal yaşamında Forumculara yönelik ‘seçkinci’ yakıştırmasının mesnetsiz olduğu bu cümlelerde bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Çünkü Forum, siyasetin profesyonellerce değil yurttaşlarca yapılmasını savunmaktadır. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki, az gelişmiş bir ülkede, geniş kalabalıkların yurttaş olduğunun dahi farkında olmadığı ve bu geniş kütleyi oy deposu olarak gören bir zihniyetin iktidar olanaklarından sınırsızca faydalanabildiği bir ortamda, kuşkusuz aydınlar geniş kütleye yol göstericilik yapmalıdırlar. Bu durum ulusal egemenliğe gölge düşürmek söyle olsun, bizzat ulusal egemenliğin tesisi için zaruridir. Öte yandan eğer Türkiye gelişmiş bir ülke olsaydı veya bir başka deyişle rejim Batı demokrasilerindeki durumun bir benzerini arz etmiş olsaydı, aydınların rehberliğine ulusun egemenliğini sağlamada ihtiyaç duyulmazdı. Nitekim Forumcuların da sıklıkla ifade ettiği üzere, gelişmiş demokrasilerde, yurttaşlar partilerin programlarını okuyarak oylarını kullanmaktadırlar. Buna mukabil Türk demokrasisinin cılızlığı düşünüldüğünde, DP iktidarının, aydınların rehberliğini antidemokratik sayıp, aydınlar ile geniş halk kütlesi arasındaki bağları koparma gayreti hatırlandığında, Türkiye koşullarında aydınların kılavuzluğundan istifade etmek cumhurun takdirini sağlıklı hale getirecek bir etken olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, burada, ‘aydınlar’ ile kastedilen; öznel çıkarları yerine kamunun yani halkın çıkarını öne alan, kişisel hırslarına yenik düşmemiş, bilim alanındaki otoritesini başka alanlara ithal edip bundan kişisel fayda arama gayreti içinde olmayan, aşırı sol veya aşırı sağ cereyanların tesiri altında olmayan, ideolojisine destekçi bulmak amacıyla bu rehberlik görevini suiistimal etmeyen, halkoyuna yol göstericilik yapmayı ulusa hizmet sayan, son tahlilde ‘demokrat aydınlar’ dır. Bu hususta Bahri savcının bilim insanlarının siyasi alanla ilişkisini değerlendirdiği incelemesinden şu sözleri nakletmek yerinde olur: “İlim, tefekkür, tecrübe, prensip adamlarının yoğurduğu, geliştirdiği siyaset, iktidar savaşı dışında bir araştırma, yorumlama, karşılaştırma çözüm yolları arama faaliyetidir. İktidarın da, muhalefetin de üstünde kalarak, meselelere bir ilmi aydınlık getirme faaliyetidir. Bu anlamdaki siyaset tarifine gelince: Bu, eşyanın tabiatına, cemiyet gerçeklerinin icaplarına, umumun dilek ve temayüllerine en fazla yaklaşan, bilim verilerine en geniş ölçüde uygun olan hareket tarzını tespittir. Bu manada siyaset ile uğraşan ilim 200 Lütfen Politikayla Uğraşın, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:31, 1 Temmuz 1955. 194 adamları, prensip adamları, şu tarafın iktidarı nasıl elde edeceği, bu tarafın iktidarı nasıl muhafaza edeceği endişesi ile ilgili değildir. Siyasi iktidarı icra ederken tespit edilecek hareket tarzını, eşyanın tabiatından, umumun dilek ve temayüllerinden, bilim verilerinden çıkartma, bunlara dayatma endişesiyle ilgilidir. Bunun içindir ki iktidar savaşı yapan iktidarın da muhalefetin de üstündedir.”201 Aynı incelemede devamla şöyle denilmektedir: “Türk cemiyeti için eşyanın tabiatı, gerçeklerin icabı şunları ifade eder: Türkiye’nin insan şahsına değer veren bir anlayışı vardır. Burada kişi, bizatihi bir değerdir. Kendi kaderini kendi istediği yönde arar, gerçekleştirir. Bu, kendi kaderini, kendi sorumluluğu altında çizmektir. İşte Türk cemiyetindeki hareket tarzını tespit ederken, dikkat edeceğimiz unsurlardan ilki budur. Bunun da iktidar savaşı ile doğrudan doğruya bir ilişiği yoktur. İkinci unsura gelelim. Bu, cemiyette tespit edeceğimiz hareket tarzını umumun dilek ve temayüllerine dayatmak idi. Bu da şunu ifade eder: Türkiye, Batı demokrasisine yönelmiştir. Batı demokrasisinin, kendisine mahsus bir siyasi ve hukuki çerçevesi, mekanizması vardır ki bütün siyasi, iktisadi, kültürel, sosyal münasebetler ve olaylar, bu siyasi ve hukuki mekanizmanın şartlarına göre düzenlenecektir. Umumi dilek ve temayülleri Batı demokrasisinin siyasi ve hukuki şartları içersinde gelişecek, belirecek, gerçekleşecektir. Bir başka ifadeyle, seçeceğimiz hareket tarzları, Batı demokrasisinin siyasi ve hukuki şartlarına daha doğrusu ilkelerine ne kadar uygunsa umumun dilek ve temayüllerine de o kadar uygun demektir. Cemiyetçe seçtiğimiz hareket tarzlarının Batı demokrasisinin siyasi ve hukuki ilkelerinin ölçülerine, idraklerine göre tahlili, yorumlanması, yönlerinin araştırılması bir siyasettir ama iktidar savaşı siyaseti değildir. Nihayet bilim verileri ile anlatmak istediğimiz unsura gelelim. Cemiyetçe seçeceğimiz hareket tarzı, bilhassa siyasi, hukuki ve iktisadi olayların düzenlenmesini ifade eder. Bu düzenlemeyi yaparken siyaset, hukuk, iktisat bilimlerinin verilerinden faydalanmamız gerekir. Ele aldığımız siyasi, hukuki, iktisadi olayları nasıl sevk ve idare edeceğimiz hakkında bir hareket tarzı seçerken siyaset, hukuk, iktisat ilimlerinin tahlillerinden, yorumlamalarından faydalanma da bir siyasettir. Fakat, gene doğrudan doğruya iktidarı elde etmeye veya muhafaza etmeye müteveccih bir günlük faal politika değildir.” Ekim 1955’teki DP kongresi şu temenni ile kapanmıştı: ‘Partilerinden ayrılan milletvekilleri Meclisten ayrılmalıdırlar.’ DP genel başkanına göre ‘bir parti kisvesi altında vatandaşların karşısına çıkarak onların reylerini aldıktan sonra partiyi terk etmek siyasi ahlaka tamamıyla aykırı bir hareket tarzıdır ve seçmenlerini aldatan bu şahıslar mebusluktan da atılmalıdırlar.’ Kuşkusuz bu görüşün demokratik rejim anlayışıyla bağdaştığını iddia etmek imkan dahilinde değildir. Forum bu bahiste şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır: “Iskat kanunu adı verilen kanun tasarısının Anayasaya aykırı olacağında bütün hukukçular müttefiktirler. Bugünkü temsili demokrasinin dayandığı en mühim temel milletvekillerinin siyasi kanaatlerinde tam bir istiklalle hareket etmesidir. Medeni 201 Bahri Savcı, İktidar Savaşı Yapmadan Siyaset, İncelemeler, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955. 195 alemin bütün Anayasalarında bu esas açıkça vazedilmiş bulunmaktadır. Bizim Anayasamız da bunu birçok maddesinde göstermiş bulunmaktadır. Bu kaidenin mucip sebebini izaha bile lüzum yoktur. Hürriyet esasına dayanan bir rejimde bu hürriyet milli iradeyi, hür milli iradeyi, izhar edecek olan mebuslarda bulunmayacak olursa, o memlekette müstakil düşünceyi aramak beyhude olacaktır. Anayasaların seçmenleri karşısında bile müstakil kılmaya çalıştığı milletvekillerini bir partinin neferi haline getirmeye imkan var mıdır? Zamanımızın en mühim esas teşkilat meselesi parti tüzüklerinin ağır veya hafif müeyyideleri karşısında milletvekiline milli hakimiyet prensibinin gerektirdiği muhtariyet ve istiklali temin için tedbirler aramaktır. Başka memleketlerde partiden çıkarılmak tehdidi bile milletvekilinin istiklaline ve milli hakimiyete ağır bir darbe telakki edilirken, bizim milletvekilini partisi tarafından herhangi bir memurdan daha kolay azledebilir hale getirmeye çalışmamız demokratik bir rejimi samimiyetle arzu ettiğimizden şüphe ettirecek bir husustur. Kaldı ki son parti kongresi partinin ali menfaatleri sebebiyle tüzüğün bir tarafa bırakılmasında mahzur görülmediğini açıkça göstermiştir. O halde milletvekili, vazifesinin ifasında ve haklarının kullanılmasında en az garantiye sahip yahut hiç garantisi olmayan vatandaş haline geliyor demektir. Böyle bir vatandaşın ‘barikai hakikat için mücadele efkar’da bulunacağını zannetmek bir hayalden ileri geçmez.”202 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Partileriyle ilgisini kesen milletvekillerinin ıskatının bizim sistemimizle ne derece bağdaşmayacağının en bariz bir misalini Çekoslovak 1920 Anayasasında görmek mümkündür. Filhakika bu Anayasa birçok kayıtlar ve kontroller altında olmak şartıyla partiden ayrılan bir mebusun temsil sıfatını da kaldırıyordu. Fakat nispi temsili en koyu bir şekilde tatbik eden bu memlekette seçmenler reylerini sarahaten partilere vermekte ve hakikatte partiler kazandıkları mebuslukları kendi azaları arasında taksim etmekteydiler. Halbuki bizim bütün esas teşkilat sistemimiz milletvekillerinin şahsiyeti etrafında kurulmuştur. Kaldı ki bizim siyasi partilerimizin de Avrupa’dakilere benzer bir tarafı mevcut değildir. Batı dünyasında siyasi partiler muayyen fikirler ve programlar etrafında toplanmışlardır. Seçimlerde vatandaşlar önüne sarih bir seçim beyannamesiyle çıkarak, kazandıkları takdirde neler yapacaklarını tafsilatıyla ve insicamla bildirirler. Halbuki bizde mesela DP 1954 seçimlerinde seçim beyannamesi bile neşretmemiştir.” Mebusluktan ıskat meselesine dair Forum’da çok sayıda yazı yer almaktadır. Bu meseleye dair bir başka yazıda şöyle denilmektedir: “Anayasa rejimi mebusluğun ne zaman zail veya sakıt olacağını göstermiştir. Mebusluk, hep, suç ve suçluluk teşkil eden durumların ayıpların hasıl olması ile veya hacir altına alınma gibi beşeri şahsiyete dokunan noksanların ortaya çıkması ile zail veya sakıt olur. Şimdi, fikirlerindeki hürriyet, şahsiyetindeki serbestlik, inançlarındaki gelişmeler yüzünden partiden çıkan veya atılanları da suçlulukla veya beşeri şahsiyet noksanlığı ile tavsif edilenler arasına katmak akıl alır şey değildir. Mebusluktan ıskat teklifine dair olan 50 imzalı takrir ile onun kongrede kabulü parti başkanınca da benimsenip savunulması, siyasi rejim tarihimizde müstesna bir olay olarak yer alacaktır. Bu 202 Sıra Milletin Vekillerinde mi?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 196 olay, belli bir devrede siyasi fikir karşılaşmalarında içine düştüğümüz müsamahasızlığın delili, içtihat ve hareket tarzı ayrılığı göstererek direnenleri topyekun ezme arzumuzun bir ifadesi olarak siyaset tarihimize geçecektir.”203 Gerçekten de burada ilginç olan, DP içindeki 19 ların basın özgürlüğü taleplerini yüksek sesle dile getirmiş olmalarının ve basına ispat hakkı tanınmasını istemiş olmalarının akabinde, bu milletvekillerinin partiden ihracının istenmesi, hak ve özgürlüklere dair en ufak bir isteği büyük bir husumetle karşılayan DP yönetici kadrosunun kızgınlığını kontrol edememesi, yanlışın farkına varmak ve yanlıştan geri dönmek şöyle dursun, antidemokratik yaklaşımlarını meşrulaştırma gayreti içerisinde olmaları, dolayısıyla milletvekillerini örgütlemeleri ve 50 kadar milletvekilinin milletvekilliğinden ıskat teklifinde bulunması dünyada, demokratik rejim olma iddiasında olan bir memlekette görülecek bir hadise değildir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, bir parti kongresinde demokratik zihniyetten uzak bir kimse, partiden ayrılanların milletvekilliğinin de düşürülmesi yönünde bir dileğini diğer partililerle paylaşabilir, daha ötesi bu dilek, anayasa prensiplerini bilmeyen kimi diğer partililerce de desteklenebilir, hatta bu kişiler bir araya gelebilir ve bir teklif hazırlayabilirler de, ancak bu kimselerin sayısının 50’yi bulması Türk demokrasisi açısından endişe verici bir durum arz etmiştir. Kaldı ki bu teklif, 50 kişinin teklifi olarak da kalmamış, Kongrede kabul edilmiştir. Demokratik zihniyete sahip olduğu iddiasında olan siyaset insanlarının bu meselenin, bütün kadroları ve bütün programı ile bir siyasi partinin gücünü, sahasını aşan bir mahiyet arz ettiğini bilmemesi ve görememesi olası değildir. Bu ancak totaliter bir zihniyetin ifadesi olarak değerlendirebilir. Şunu da belirtmek gerekir ki, böyle bir mesele herhangi bir Anayasa değişikliği ile çözülecek bir mesele değildir, ancak bir kurucu meclis kararı ile böyle bir değişikliğe gidilebilir. Nitekim, Forum’da, 50 milletvekilinin takririnin kabulündeki usulsüzlük şu şekilde yorumlanmaktadır: “50 li takrir hiç münakaşa yapılmadan kabul edilmiştir. Bu ise, usule aykırıdır.” Bilindiği üzere DP’den ayrılan 19 lar, 1955 Kasım’ında Hürriyet Partisini kurmuşlardır. Forum da bu partiye açık destek vermiştir. Kuşkusuz bunda Hürriyet Partisinde aktif siyaset yapan Forumcuların tesiri büyüktür. Forum’un Hürriyet Partisine açık destek vereceğine dair ilk işareti Aralık 1955’de Muammer Aksoy’un şu sözlerinde bulmak mümkündür: “Parti, millet ve devlet; şef parti olunca; devlet ve millet şeften ibaret olacaktır. O halde şef gibi düşünmeyen, onun istediği gibi hareket etmeyen yani ‘ona ihanet eden’ bir faninin, ne partide ne teşri organında ne de devlet teşkilatındaki herhangi bir makamda ve hatta ne de cemiyette kalmaya hakkı yoktur. Bu gibi ‘bozguncular, hainler, muhterisler, sapıklar’ şefin veya yakınlarının arzusuna göre partiden, Meclisten, memurluktan atılır ve hatta (bu aşağı mantık sistemine tamamen uygun olarak) temerküz kamplarına, gaz hücrelerine veya insan fırınlarına nakledilirler. Tatbikat da böyle olmuştur. Hitler ve Stalin gibi düşünmeyenler yani ‘onları arkadan hançerlemeye yeltenenler’ partinin en ileri safında yer almış bile olsalar, kendilerini müdafaa imkanına dahi 203 Ezme Politikası: Mebusluktan Iskat, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 197 sahip olmaksızın bir gün içinde partiden atılmış ve bütün makamlarından tecrit edilmişlerdir. Böyle rejimlerde, partiden atılan şahsın mebusluk sıfatının dahi sona ermesi bir bedahittir. Parti şefi gibi düşünmeyen bir üyenin partiden atılması ve partiden atılan bir şahsın da milletvekilliği sıfatını kaybetmesi acaba bir demokraside dahi bu rejimin mantığına ve hareket noktasına uygun düşebilir mi?”204 Muammer Aksoy’un Bayar ve Menderes ile Hitler ve Stalin gibi diktatörlerin tutumları arasında paralellik kurduğu bu incelemesinde, Aksoy, partiden ayrılmanın mebusluk sıfatının kaybedilmesi ile neticelenip neticelenmeyeceğini şu şekilde açıklanmaktadır: “Mebusluğun hukuki mahiyeti nedir? Mebus, partinin mi mümessilidir yoksa milletin mi? Partiler milli iradenin teşekkül ve icrasında devlet hukuku bakımından ne dereceye kadar teşri organın hukuken tanınmış bir parçası telakki edilebilirler? Milletvekillerinin, partilerinin kuklası haline gelmesi demokrasi rejiminin hakikaten halk hakimiyetini gerçekleştirmesi ve nihayet dejenere olmadan iyi bir surette işleyebilmesi için müspet mi yoksa menfi mi neticeler doğurur? Mebuslar partinin değil milletin vekilleridir. Biricik doğru ve yüksek hükümet şekli olan demokrasi rejiminde, hakimiyet bir şahıs, bir sınıf veya partinin değil, ancak halkındır. Fakat gelişmiş her cemiyette icra ve kaza fonksiyonunun, millet namına yalnız bu işlerle meşgul organlar tarafından görülmesinde zaruret vardır. Milyonlara, on milyonlara varan geniş insan topluluğunda, kanun koyma vazifesinin dahi doğrudan doğruya siyasi haklara sahip vatandaşlar tarafından beraberce görülmesi pek zordur. Bunun için millet, teşri vazifesini kendi yerine görecek mümessilleri seçmekle iktifa etmektedir. Bu vekiller onun namına ve aynı salahiyetlere sahip olarak, kanun koyma işini görür. İntihap müddetleri bitinceye kadar da aynen milletin kendisi gibi hakimiyeti serbestçe kullanırlar. Milletin vekilleri, anayasanın ve hukuk devleti mefhumunun hudutları içinde kalmak şartıyla, doğru buldukları hal suretlerini kanunlaştırırlar ve millet namına icra organını kontrol ederler. Görülüyor ki mebuslar sadece hakimiyete sahip olan organın yani milletin mümessilleridir.” Aynı yazı devamla şöyledir: “Partiler milli iradenin teşekkülüne doğrudan doğruya iştirak etmezler, devletin bir organı değildirler. Demokratik devlet hukukunda halk devletin bir organıdır. Temsili sistemlerde, kanun koyan organı seçmek suretiyle asli kurucu organ olarak, doğrudan doğruya demokrasilerde veya yarı doğrudan demokrasilerde ise kanun koyucu organın bizzat kendisi veya bir parçası olarak. Partilerin ise demokrasi temeline dayanan devlet hukukunda, bir organ olarak yerleri yoktur. Onların demokrasi tatbikatında çok mühim rol oynadıkları ve bir memlekette en aşağı iki parti mevcut olmadan demokrasiden bahsedilemeyeceği şüphesiz bulunmakla beraber, partiler, milli iradenin teşekkül ve temsiline hukuken doğrudan doğruya yani müstakil varlıklar olarak iştirak edemezler. Rolleri, fiilidir veya vasıtalıdır. Partiler ne hakimiyetin sahibidirler ve ne de bu hakimiyeti millet namına kullanacak olan mümessillerdir. Hakimiyetin sahibi millet onun 204 Muammer Aksoy, Partiden Ayrılma Mebusluk Sıfatını Kaybettirir mi?, İncelemeler, Forum, sayı:41, 1 Aralık 1955. 198 mümessilleri de mebuslardır. Partiler ancak bu mümessillerin seçilmesinde aracı rolü görürler. Aksoy partilerin demokratik rejimdeki işlevine dair şunları söylemektedir: “Partiler, seçimin milletin hakiki iradesini ortaya çıkarmasını ve nispi seçim usulünü kabul etmeyen memleketlerde ayrıca halkın muhtelif görüşler bakımından arz ettiği tablonun, kanun koyan organa dahi aksettirilebilmesini temine hizmet eden vasıtalardan ibarettirler. Seçimlerde fiili bakımdan ne kadar büyük tesirler olursa olsun, rolleri hukuken bizzat seçimi millet namına icra etmek değildir. Seçim daima halk tarafından yapılmaktadır. Yoksa demokrasi mantığında ‘millet partiyi seçiyor, parti de mebusları seçiyor’ demeye imkan yoktur. Değil bizim gibi ekseriyet sistemini, hatta nispi seçim sistemini kabul etmiş olan memleketlerde bile, tenakuza düşmeksizin ve demokrasi prensiplerinden ayrılmaksızın böyle bir iddiada bulunulamaz. Nispi seçim sistemini kabul eden memleketlerde, milletvekilleri en çok rey almış olma esasına göre değil sandıktan çıkan parti listelerinin sayısına göre, her partinin aldığı reyle mütenasip ve çok kere partilerin tespit ettiği sıraya uygun olarak seçilmiş sayılmaktadırlar. Partilere, mebusların seçiminde en ileri derecede yer vermiş olan bu demokrasilerde bile mebusların partinin mümessili olduğu görüşü reddedilmektedir. Hatta yeni Federal Almanya Cumhuriyetinde sadece nispi seçim sisteminin kabulü ile de kalınmayarak, partiler bizzat anayasada ‘millet iradesinin teşekkülüne hizmet eden’ varlıklar olarak zikredildikleri halde, orada bile milletvekilinin partinin mümessili olmadığı bilhassa belirtilmektedir.” Muammer Aksoy’un sözü getirmeye çalıştığı yer şurasıdır: “Mebuslar, partinin değil milletin vekili olunca, onların parti değiştirmeleri veya partiden çıkarılmaları, milletvekilliği sıfatına asla tesir etmez. Diktatörlüklerin aksine olarak demokrasilerde, egemenlik doğrudan doğruya millete ait bulunduğu, seçim hakkına sahip seçmen, parti değil milletin fertleri olduğu içindir ki, milletvekili partisini değiştirince milletvekili olmak sıfatını da kaybetmesi, demokrasinin ne prensiplerine ve ne de mantığına sığmayacak bir durumdur. Bu netice, Anayasada hiçbir hüküm bulunmasa bile, demokrasinin prensiplerinden zaruri olarak çıkarılması gereken bir sonuçtur. Kaldı ki birçok memleketlerin anayasasında ‘milletvekili, bütün milletin vekilidir’ kaidesi yer almaktadır. Türk anayasasında da mevcut olan bu hükme rağmen, parti değiştirme yüzünden milletvekilliği sıfatının sona ereceğini bir kanunla kabul etmek, bir hukuk devletinde rastlanmayacak hadisedir.” Forum, partilerin artan gücü bağlamında demokratik irade oluşumunun tehlikeye düştüğünü dair Prof. Forsthoff’un sözlerini şöyle nakletmektedir: “Mebusun durumunu kuvvetlendirmek neticesine ulaştıran hiçbir fırsat kaçırılmamalıdır. Meclis grubu disiplininin hududunu, serbest vekalet mefhumu teşkil eder, Meclis grubu herhangi bir azasını atabilir, fakat ondan milletvekilliği sıfatını gasp edemez. Bugünkü parlamento sistemi, grup disiplininden tamamen feragat etmeyi imkansızlaştırmaktadır. Duyulan endişeler grup disiplinin bizatihi kendisine değil, onun suiistimaline karşıdır.” 199 Benzer şekilde, Forum, İsviçreli kamu hukukçusu Prof. Werner Kaegi’nin öne sürdüğü şu fikirleri de sayfasına taşımıştır: “Siyasi hakimiyet, siyasi iradenin fiilen ancak siyasi partiler tarafından tesis ve icra edilebilmesi neticesini doğuracak kadar siyasi partiler elinde temerküz ederse, halk artık hakim olmaktan çıkar ve demokrasi sadece bir zevarih haline gelir. Siyasi partilerin hizmet eden unsurlar olmaktan çıkarak hükmeden unsurlar haline geldiği bir yerde, hakimiyetin bünyesi esaslı surette değişmiş olur. Millet ile vekilleri arasındaki teşekküllerin yani parti veya birliklerin üstün kudreti amme idaresinin vücut bulmasını imkansızlaştırır. Fikirleri ortaya koyabilme hürriyeti parti ve birlik devleti temayüllerine karşı müdafaa edilmek mecburiyetindedir. Demokrasinin dayandığı temel, ferdin vicdanında yer alır. Yalnız bu temel üzerinedir ki bir amme iradesi vücut bulabilir. Ve bir mebus yalnız bir partinin veya bir grubun mümessili değil bilakis bütün milletin mümessili olduğu takdirde ve ancak bu müddetçe, parlamentonun ve parlamentodaki münakaşaların herhangi bir manası olabilir. Vatandaşı iradeden mahrum bir tabii adam menzilesine düşüren bir parti disiplininin ve keza milletin mümessillerini, partinin kuklaları menzilesine düşüren bir meclis grubu disiplininin demokrasilerde yeri yoktur.”205 Forum, siyasal hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi bağlamında ‘vatandaşlık eğitimi’ni önermektedir. Aslında bu fikir Forumcuların özgün önerisi değil, kimi Batı demokrasilerde gördükleri bir uygulamaydı ve onlar bunun Türk demokrasisinin kurumsallaştırılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteydiler. Mesele bir yazıda şöyle denilmektedir: “Bugün, birçok Amerikan eğitimcisi, vatandaşlık öğretim ve eğitiminde sade bilginin verilmesi ve öğretilmesinden öteye geçmek lüzumuna ve vatandaşlık eğitimi davasının ‘yaparak eğitim’ metodu ile çözülebileceğine inanmaktadır. Yaparak öğretmek ve öğrenmek veya yaparak eğitim usulünün vatandaşlık eğitiminde kullanımını gerçekleştirmek şu şekilde olacaktır: Günün meselelerini müzakere ve münakaşa eden gençlik parlamentoları kurmak, öğrencilerin mühim politika adamlarıyla mülakatlar yapmaları, öğrenciler arasında muhtelif seçimler yapılması vs. gibi çalışmalar yapmak. Vatandaşlık eğitimindeki bu yeni istikametin daha tesirli ve şümullü olarak memleketimizde de tatbiki çok müspet neticeler vereceği düşünülmektedir.”206 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Bir demokraside halkın irade izharına sayısız ferdi kanaatlerin izharı yoluyla ulaşılamaz. Milyonlarca ferdin görüş ve telakkilerinin muayyen fikirler ve programlar etrafında toplanması lazımdır. Bu ise yalnız vatandaşların partilere, sendikalara, derneklere, aksiyon gruplarına vs. dahil olmaları ile mümkündür. Gençliğin bu mevzuda demokrasinin kötüye kullanılma imkanlarının yok edilmesi bakımından eğitime tabi tutulması gerekmektedir. Gençlerin faaliyet komiteleri, grupları, teşkil etmeleri, dilekçeler vermeleri, diğer gruplarla müzakere ve münakaşa etmeleri, meselelerin halli için uzlaşma çareleri aramaları ve bütün bunları yaparken demokratik oyunun kaidelerine riayet etmeleri ve gazete, risale, duvar ilanları, nutuk vs. den faydalanmaları lazımdır. Ancak bu 205 206 Demokratik İrade, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:41, 1 Aralık 1955. Vatandaşlık Eğitiminde Yeni Yol, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:48, 15 Mart 1956. 200 suretle gençlik, cemiyetin yani okulun, memleketin, milletin hizmetine girmeye hazırlanabilir.” Forum’un vatandaşlık eğitimine dair yayınladığı yazılar, okurlar tarafından kuvvetle tasvip edilmiş, hatta bu konuya dair birçok okur görüşlerini mektupla beyan etmiştir. Mektuplar incelendiğinde görülen şudur ki; okurlar, vatandaşlık eğitimi mevzusunun üniversite gençlerinin siyasete ilgisinin sıcak tutulmasını sağlayacak olması bakımından önemsemektedirler. Okurlar, üniversite gençlerinin siyasetle ilgilenmesinin, Türk Devriminin 1923’te öngördüğü yurttaş yaratılması amacına hizmet etmesi bakımından ve bunun bir sonucu olarak da Türk siyasal yaşamındaki köhne zihniyeti tamamen silip atması bakımından ehemmiyet arz ettiğini düşünmektedirler. Mesela bir okur bu mevzuda şöyle demektedir: “Üniversite talebesi her şeyden evvel kendini çalışmaya, bilgi edinmeye vermelidir, bunun dışında siyasetle uğraşmaya ne vakti ne de enerjisi kalır. Onun için, talebe bu iki faaliyetten birisini seçmek zorundadır, şeklindeki düşünce, bir bakıma yerinde bir düşünce ise de aslında yersiz bir görüşe dayanıyor. Çünkü eğitim ve bilhassa üniversite eğitimi muhakkak ki sadece akademik bilgi edinmekten ibaret değildir. Üniversiteye gitmekle her üniversite talebesinin gayesi ne ileride bir üniversite profesörü olmak hatta ne de ileride tutacağı mesleği tam olarak öğrenmek olabilir. Üniversite bir insan hayatının herhangi bir safhasında öğrenmek istediği bir şeyi kendi kendine nasıl öğreneceğini öğreten bir müessesedir. Umumiyetle üniversite tahsilinin gayesi bunun ötesine geçerse üniversiteden layıkıyla istifade edileceği şüphelidir. Üniversitede geçen yılların gayesi bir genci kendi kendine düşünmesini, muhakeme etmesini bilen bir kimse olduğu kadar fiiliyat sahasında iş yapabilir bir aksiyon adamı olarak hayata hazırlamak olmalıdır. Diğer taraftan siyaset gerek ferdi gerek içtimai satıhlarda faaliyetlerin en önemlisi ve hayatisi değilse bile en önemli ve hayati olanlarından biridir. Bu yüzden üniversiteli gençler siyasetin pratik bir faaliyet olarak mahiyetini, aslını, esasını gerek hakiki bir siyasi şuura sahip gençlik teşekkülleri içersinde gerekse memleket çapında siyasi faaliyetlere katılaraktan yakından görüp hazırlanmalıdırlar.”207 Aynı mektupta şunlar belirtilmektedir: “Bir diğer iddia şudur: ‘Üniversite talebesinin gençliği ve tecrübesizliği dolayısıyla demagogların, oportünistlerin elinde oyuncak olması ihtimali’ Bu fikrinde zayıflığı realist bir görüşe dayanmamasındadır. 21 yaşına varan genci ona seçimlerde oy hakkı verecek kadar olgun addeden kanun veya umumi politika bu görüşle tezat halinde değil midir? Yaşları 21’den aşağı olan talebelere gelince, mülahaza gene aynı yaşlarda olan fakat üniversiteye devam etmeyen gençlik kütlesi içinde aynen varit değil midir? Kaldı ki üniversite gençliğinin oportünistlerin elinde alet olması ihtimali gençliğin siyasetle alenen ve fiilen meşgul olmasıyla artmak değil bilakis azalmak yolunu tutacaktır.” 207 Gençlik ve Siyaset, Okurların Forumu, Forum, sayı:55, 1 Temmuz 1956. 201 Forum, siyasal hak ve özgürlüklerin DP iktidarı tarafından kısıtlanması bahsinde bir dönüm noktası teşkil eden muhalif partilerin kongre ve toplantılarının yasaklanması kararını şiddetle eleştirmiştir. Bu kararın alındığı Mayıs 1959’dan itibaren, Forum’daki pek çok yazıda, DP iktidarının hukuk düzenini bozduğu ve DP grubunun da bu duruma göz yumduğu, iktidarı yanlışlarından döndürme mesuliyeti göstermediği gibi, iktidara mutlak destek vermek suretiyle iktidarın aşırı uygulamalarının suçuna Grubun da dahil olduğu belirtilmiştir. Bu çerçevedeki yazıların birinde şöyle denilmektedir: “Asayişi temin bahanesi altında Anayasa hükümlerine muhalif olarak muhalif partilerin kongre ve toplantıları yasak olunmuştur. Neşir yasakları birbirini takip etmiş ve fiili bir sansür hali ihdas edilmiştir. Bütün bu hadiseler içinde yaşadığımız siyasi buhranı vahim bir şekilde artırmış bulunuyor. Fakat DP grubunun tutumu bu durumu daha da ağırlaştırmak istidadındadır. Zira hükümete daha doğrusu hükümet başkanına açık bono vermişe benziyor. Son hadiseler karşısında hükümetin mesuliyeti münakaşa kabul etmez derecede barizdir. Hukuk düzenini bozan tehlikeli yollara sapmıştır. Bu tutum ve sebep olduğu hadiseler aynı zamanda amme vicdanını derin bir şekilde yaralamış bulunuyor. Fakat DP grubu uykusundan uyanmıyor. Son kararı ile mesuliyetini artık tamamıyla unutmuşa benzemektedir. Öyle görünüyor ki bütün gaye, iktidarda kalmak etrafında toplanmaktadır. Bu sebepten ötürüdür ki, kendilerinden çok kuvvetli olduğunu kendilerinin de anlamış bulundukları başlıca muhalefet partisinin faaliyetlerini men etmekten, muhtelif vesilelerle muhalefeti felce uğratmaktan başka bir şey düşünemez olmuşlardır. Bu yol, demokrasiye veda yoludur. Bu soğukluk, tayin olunan bir müddet için halkı, memleketi idareye çağrılır. Bu çoğunluğun idaresinin demokratik prensiplere uygun olması için adaleti kaide olarak kabul etmesi gerekir. Adaletten uzaklaştıkça seviyesiz bir idare doğar ve çoğunluk diktatoryası teşekkül eder. Bir memleket için en büyük talihsizlik ise yalnız görünüşte demokratik olan bir çoğunluk tarafından idare olunmaktır.”208 Forum, siyasal hak ve özgürlükler alanında, bu hakların kullanımındaki suiistimallere de yer yer değinmiştir. Bu minvalde birçok DP milletvekilinin, milletvekilliği sürerken, kendi işini de yapmaya devam etmesinin mahsurlarının altını çizmiştir. Özellikle inşaat işleri uğraşısı olan ve avukatlık mesleğine sahip olan DP li milletvekillerinin bu tutumlarından vazgeçmeleri gerektiğini, bunun bir teamül olduğunu, bu teamüle uymak istemeyenlerin sözlü uyarıları dikkate almamaları durumunda, ki Forum DP li milletvekillerinden bunu beklemediğini özellikle 1958 yılı ikinci yarısından sonraki birçok yazıda belirtmiştir, bu hususta bir prensip kararı alınmasının çözüm olacağını 1959 yılından itibaren savunmaya başlamıştır. Avukatlığa devam etmenin diğer işlere nazaran daha da tehlikeli bir vaziyet arz ettiği görüşünde olan Forum, bunu şöyle açıklamaktadır: “Bir milletvekilinin avukat olarak iş kabul etmesi, hele parti erkanından milletvekili avukatların siyasi mahiyetteki davalarda duruşmaya çıkmaları mahkeme üzerinde doğrudan doğruya veya dolayısıyla bir baskı vasıtası olabilir, avukat milletvekili siyasi veya diğer 208 Tezahüratlı Karar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959. 202 maksatlarla mahkemedeki avukat sıfatını bırakarak milletvekili sıfatıyla adliye vekaletine müessir olma yollarını arayabilir.”209 Aslında, milletvekili avukatların avukatlık yapmamaları hakkındaki bir teklif CHP li milletvekillerince Meclise getirilmişse de, bu teklif, TBMM Genel Kurulunda, görüşmeye dahi gerek görülmeden, ilgili komisyonda reddedilmiştir. Ticaret yapan milletvekilleri hakkında ise bu mahiyette bir teklif yapılmamıştır. Forum’un siyasal hak ve özgürlükler alanında, bu hakların kullanımındaki suiistimallere dair sayfalarında öne çıkardığı bir diğer konu da DP li milletvekillerinin Türk siyasetinde Osmanlı zihniyetindeki bir tutumu hortlatmış olmasıdır: ‘Memurların nakil ve tayinlerinde aracılık.’ Forum, bu tutumun ahlaki değerlendirmesini bir yana bırakıp, daha çok bu tutumun toplum hayatında yaratacağı aksaklıklara değinmeyi yeğlemiştir. Örneğin bir yazıda şöyle denilmektedir: “Bunun sonucudur ki, bugün köylerimiz öğretmen bulamazken bazı şehirlerimizde ihtiyacından fazla öğretmeni olan ve bu yüzden küçük sınıfları bile bölüp yeni gelen torpilli öğretmene küçük bir sınıf hazırlayan okullar da mevcuttur. Vekilliğin tasarrufuyla sağda solda, bir ilkokul mezunu katibin yapabileceği iş tutan mühendisler…Ya doktorsuz köyler…Hemşire yerine türeyen sıhhiyeciler…”210 Bu, Türk siyasal yaşamında kanayan bir yaraya dönüşecektir, ancak ilginç olan Forum’un bunu daha o yıllarda görebilmiş olmasıdır. Forum’un siyasal haklar ve özgürlükleri, klasik hak ve özgürlükler kadar hayati bulduğunu, öte yandan sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükleri de önemli bulmakla beraber, bu iki kuşak özgürlüğün biraz altında bir yere yerleştirdiğini söylemek mümkündür. Ayrıca, diğer iki hak ve özgürlükler alanında 1954’ten itibaren artan yoğunlukta iktidara dair eleştiriler getirirken, bu alanda üslubunun sertleştiğini, öte yandan aynı durumun sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler için söylenemeyeceğini belirtmek gerekir. Forumcuların bu yaklaşımının sebebini, onların sosyal ve iktisadi hak ve özgürlüklerin, diğer iki kuşak hak ve özgürlüklerin geliştirilmesinin doğal bir sonucu olarak gelişeceğini düşünmesinde aramak gerekir. 209 210 Milletvekilliği ve Memurluk, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:144, 15 Mart 1960. Memur ve Milletvekili, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:144, 15 Mart 1960. 203 IV.BÖLÜM FORUM:ULUS-TEMSİL 1.Seçimler ve Seçim Sistemleri Serbest seçimler demokratik rejimin ölçütlerinden biridir. Demokratik bir rejimde seçimlerin dayandığı esaslar vardır. Seçimlere dair esaslar maddi ve manevi esaslar olmak üzere iki bağlamda tasnif edilebilir. Maddi esaslar, seçimlere dair ilkelerin yasayla düzenlenmiş olmasını gerektirir. Örneğin gizli oy, açık sayım, yurttaşın oyunu kullanırken baskıya maruz kalmaması, sandığa giren oy ile sandıktan çıkan oyun aynı olması gibi. Manevi esaslar ise, yasayla yapılan bu düzenlemelerin uygulanmasında şekilci değil özcü olmayı gerektirir. Bir diğer ifadeyle tüm bu uygulamalar kerhen değil, samimiyetle yerine getirilmelidir. Çünkü seçim sürecinin herhangi bir safhasında oluşacak en ufak bir şüphe, sadece seçimin şaibeli olabileceğine delalet etmez, aynı zamanda seçim sonrasında oluşacak hükümetin meşruiyetinin sorgulanmasına kadar vardırılabilecek argümanlar oluşturur, bizzat demokrasi için yapılmış olan seçim, demokratik rejimin aleyhine çalışacak bir hale dönüşür. İşte bu esaslar, demokratik bir rejim için asgari esaslardır. Sadece bu asgari esasların gerçekleştirilmiş olması, rejimin ‘cılız demokrasi’ özelliği gösterdiğine delil teşkil eder. Kuşkusuz demokratik zihniyet sahipleri cılız demokrasinin güçlü bir demokrasiye dönüşmesini isterler. Bunun için ise dört esasın gerçekleşmesi gerekir. Bunlar adaletli bir seçim sistemi, seçimlerin yargı denetiminde gerçekleştirilmesi, seçime girecek olanların hepsinin eşit koşullarda yarışması ve seçim sonuçlarına saygıdır. Adaletli bir seçim sistemi için mucizevi bir tek model yoktur. Ülkeler, kendi toplumsal ve siyasal yapılarını göz önünde bulundurarak bir sistem oluştururlar. Bunu yaparken kuşkusuz iyi işleyen seçim sistemlerinden örneklere bakabilirler ama burada dikkat edilmesi gereken, başka bir memlekette çok iyi neticeler veren bir sistemin her zaman her yerde aynı sonucu vermeyebilecek olmasının hesaplanmasıdır. Seçimlerin yargı denetiminde olması bahsinde ise, kastedilen, yasayla bunun hüküm altına alınması değildir. Seçim sürecinin yargı denetiminde olacağı kanunla düzenlenmiş bile olsa, eğer ülkede yargı bağımsızlığı mevcut değil ise, hakimler üzerinde dolaylı bir tesir ihtimalinin dahi doğması, seçimlerin serbestliğine gölge düşürür. Seçim eşitliği ise adayların ve partilerin kendilerini seçmenlere tanıtmakta ve kabul ettirmede, beğendirmede, eşit şartlar içinde hareket edebilmelerinin temin edilmesidir. Kuşkusuz bu basın ve yayın organlarından eşit şekilde istifade edebilmeyi gerektirir. Düşünce ve ifade, toplanma, gösteri, yürüyüş gibi hak ve özgürlükler üzerinde en ufak bir baskı veya müdahalenin olmaması şarttır. Seçim sonuçlarına saygı ise, zaten diğer esasların temin edildiği bir seçimin kendiliğinden sonucu olacaktır. Seçim sonuçlarının ilanından sonra, geriye dönük olarak suç isnatlarının olmaması bunun temin edildiğinin açık göstergesidir. Kuşkusuz burada geriye dönük her suçlama muteber değildir. Her şey kamuoyunun önünde açıkça cereyan ettiği için bir diğer ifadeyle seçim sürecinde herkes her şeyden haberdar 204 olduğu için, olası kötü niyetli kimselerin muhtemel iddiaları halkoyunda itibar görmeyecektir. Forumcular demokrasisinin güçlendirilmesi için adaletli bir seçim sistemin kabul edilmesi gerekliliğini vurgularlar. Forumcuların büyük çoğunluğu çoğunluk sisteminin, demokratik zihniyetin yerleşmemiş olduğu Türkiye gibi bir memlekette, tehlikeli neticeler doğurabileceğini iddia ederler. Forum’un Nisan 1954’te çıkmaya başladığı hatırlandığında, Forumcular, yaklaşan Mayıs 1954 seçimlerine yönelik olarak, seçim sisteminde bir değişiklik yapılması için geç kalınmış olduğunu belirtirler, ancak genel seçimlerden hemen sonra hangi parti iktidara gelirse gelsin, seçim sisteminin değiştirilmesi gerektiğine dikkat çekmeyi ihmal etmezler. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum’da 1954 seçimlerinden sonra ülkede nasıl bir sistem uygulanması gerektiğine dair çok sayıda inceleme yayınlanmıştır. Bu incelemelere bakıldığında, İlhan Arsel dışındaki tüm Forumcular, nispi temsil sistemini savunmaktadırlar. Hatta bu mevzuda nispi temsil sistemini savunan Turhan Feyzioğlu ve İlhan Arsel arasında ilmi tartışmalara rastlamak mümkündür. Forum, seçim serbestliğinin temin edilmediği bir ortamda seçimlerin kumara dönüşeceğinin altını çizer. Kaldı ki Forumcular pek çok kereler, Türk toplum yapısındaki gerilik unsurlarına işaret ederek, siyasi partilerin ve adaylarının ülkenin temel değerlerini seçim malzemesi yapmaması gerektiğinin altını çizerler. Öyle ki Forum, böyle bir tutumun kurucu zemini, dolayısıyla da demokratik rejimi tamamen silip atacağını açıkça söyler ve siyasetçileri duyarlı olmaya çağırır. Seçim kampanyalarında ilk ve son sözler, hemen daima, ‘milletin hakemliğine müracaat ediyoruz!’ şeklindedir. Ayrıca bir seçim döneminin normal sona erişi de ‘milletin hakemliğine müracaat vakti geldi’ şeklinde ifade olunur ya da erken seçim kararı alınırken de aynı ifadenin kullanıldığına rastlanır. Gerçekten hakemliğe müracaatın en güzel örneklerinden birisi, İngiltere’de, 1950 seçimlerinde, İşçi Partisinin daha altı ay iktidarda kalabileceği halde, birinci beş yıllık kalkınma programını dört buçuk yılda bitirdiğinden, iktidardaki kanuni süresinin altı ay sonra dolacağını düşünüp, uygulanmaya başlanması halinde yurttaşlara kimi yükler getireceği tahmin edilen ikinci beş yıllık programın uygulamasına girişmeden, bu işe girişip girişmemek hususunda ‘milletin hakemliğine müracaatı’dır. Ancak cılız demokrasilerde bu gibi dürüst hareketlere rastlamak oldukça zordur. Yine bu noktada hatırlatmak gerekir ki Batı demokrasilerinde seçimlerden önce gerçekleştirilemeyecek vaatlerde bulunulmaz, bulunulan vaatler gerçekleştirilir. Kaldı ki zaten yurttaş partilerin programına bakarak seçme hakkını kullanır. Böyle bir seçmen davranışı ise, 1950 li yıllar için, Türkiye gerçeğinden çok uzaktır. Bugün dahi, Türkiye’de böyle bir seçmen davranışına rastlamak güçtür. Forum ikinci sayısında yabancı basında Türkiye’nin yaklaşan seçimlerine dair değerlendirmelerin tercümelerine yer verir. Örneğin The Economist’in 6 Mart 1954 tarihli sayısında şöyle denilmektedir: “Gelecek hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi 2 Mayıstaki genel seçimlerden sonra yeniden toplanmak üzere dağılacaktır. İktidar 205 için mücadele eden iki esas parti, yani Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında büyük prensip ayrılıkları bulunmamakla birlikte, seçim kampanyasının çok canlı ve çetin olacağı anlaşılmaktadır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Halk Partisi, dört yıl önce Türkiye’de yapılan ilk gerçek serbest seçimlerde iktidarı kaybettiğinden bu yana, Türk politikasında hüküm süren gerginliği bu kampanya geniş ölçüde aksettirecektir. Başbakan Adnan Menderes bu seçimlerin de 1950’deki kadar serbest olacağına dair teminat vermiştir. Muhalifler buna inanmak hususunda biraz mütereddit görünmekte ve henüz yayınlanmamış olan basın kanununa işaret etmektedirler. Onların nazarında bu kanunun bazı kısımları, seçim kampanyası sırasında muhalefet basınının ağzına gem vuracak şekilde tefsire müsaittir. Muhalefeti en çok galeyana getiren husus hükümetin geçen Aralık ayında Halk Partisinin uzun iktidar devresinde eline geçmiş olan bütün malların gayri meşru yollarla iktisap edildiğini ileri sürerek bu mallara el koymuş olmasıdır. Muhalifler tabiatıyla bu kanunu, Halk Partisinin tam ve geniş bir seçim mücadelesine girişme kabiliyetini baltalamak amacıyla yapılan bir teşebbüs olarak görmektedirler.”211 Bu sözlerden dikkat çekici olanı, kuşkusuz, DP ve CHP arasında bir ayrım görülmemesidir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki DP, 1950 seçimlerine girerken liberal demokrasi ideolojisine, CHP ise cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine sahipti. Bu minvalde ikisi arasında bir farkın olmadığını söylemek isabetli değildir. Kaldı ki birincisi merkez sağ bir parti, ikincisi ise merkez sol bir partiydi. Her ikisinin de sağ veya sol da olsa merkeze yakın durması ve demokrasi ideolojilerini benimsemiş olmasından hareketle böyle bir değerlendirme yapılmış ise, bu da bilimsellikten uzaktır. İki partinin aynı ilkelere sahip olması iddiasından kasıt, her ikisinin de Türk Devrim ilkelerine sahip çıkması veya kurucu düşünce üzerinde mutabık oldukları varsayımı ise, bu da, yüzeysel bir bakışın ifadesidir ki 1950-1954 arası yıllarda DP’nin ne siyasi, ne iktisadi ne de toplumsal alandaki icraatları Türk Devrim sürecinin tamamlanmasına yönelik olmadığından, DP’nin Devrim ilkelerine CHP gibi aynı derecede sahip çıktığını söylemek hatalıdır. Forumcular, Batıda eğitim alıp yurda döndükten sonra siyasi alanın iki partinin rekabeti üzerine kurulu olduğunu görmekten memnun olmuşlardır. Nitekim bu, ilk başlarda, onlara Anglosakson ülkelerdeki durumun bir benzeri gibi görünmüştü. Anglosakson ülkelerde, iki ana parti mevcuttur ve esas rekabet bunlar arasında cereyan eder. Her iki partinin kemik oyu diyebileceğimiz belirli bir seçmen kütlesi vardır, ancak bir de, her iki partiden hangisinin tarafına geçeceği belli olmayan yüzen oylar mevcuttur. Seçimin sonucunu belirleyen de bu yüzen oylardır. Seçim kampanyaları da aslında yüzen oylara yönelik yapılır, yoksa partilerin kendi seçmen kitlesinin fikirleri sabittir.212 Forumcular Dergiyi çıkarmadan önce, Türkiye’de de bu tablonun varlığı varsayımı üzerinden düşünmekteydiler. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, bu varsayım, bazı Forumcuların seçim sürecini gözlemlemek için Anadolu’ya gitmeleri ile ortadan kalkmıştır. Çünkü Forumcular, Anadolu’daki seçim sürecinin, Ankara’daki ile aynı saiklerle işlemediğini fark etmişlerdir. Forum’un 3. sayısında bu izlenimlerin yer aldığı yazılar yayınlanmıştır. 211 212 Türkiye Seçimlere Hazırlanıyor, Ne Diyorlar, Forum, sayı:2, 15 Nisan 1954. Yüzen Oylar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954. 206 Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denmektedir: “Görülen şudur: Seçim bölgelerini tatmin etmek, seçim bölgelerindeki yurttaşların, grupların şahsi, mesleki moral çıkarlarının savunucusu görünmek, nihayet, o bölgenin mahalli menfaatlerini gerçekleştirmek için milletin yapıcı güçlerinin ve imkanlarının o bölgede kullanılacağına o bölge halkını inandırmak. Bir kelime ile bu, seçimi tamamıyla mahalli menfaatler planına indirmektir, şahsen meclis üyeliği nimetlerine kavuşabilmek için ya da grupça, zümrece iktidarı elde tutmanın imkanlarından yararlanabilmek için mahalli seçmenin gözünü boyama tekniğidir. Ve hiçbir zaman da gerçek Batılı temsili demokrasinin seçimi değildir. İşte bunun için bütün dikkat ve teyakkuzları, bu noktada uyanık bulunmaya, bütün aydın seçmenleri çevrelerindeki saf halka seçimin bu demek olmadığını açıklamaya davet ediyoruz. Hakimiyet, 1919 Mondros Mütarekesinin karanlık günlerini takip eden destanlık kuruluş savaşını ancak kendi azim ve kararı ile kendi maddi ve moral imkanları ile başaran millete aittir. Fakat şahısların, grupların, bölgelerin şahsi, mahalli kaderleri değildir. Seçilen de milletin genel menfaatleri için isteyecek, emredecek, hareket edecek meclisi kurucu şahıslardır, fakat belli seçmenlerin, belli bir bölgenin özel, mahalli menfaatleri için Mecliste savaşacak, Bakan odalarında yüzsuyu dökecek aracılar değildir. Modern siyaset bilimlerince, seçmen, kendisini seçen bölgeyi değil, bütün halkı temsil eder. ”213 Bu sözler, Forumcuların kitaplardan öğrendikleri, daha ötesi Batı demokrasilerinde gördükleri tablo ile Türkiye gerçeğinin nasıl bir zıtlık içerisinde olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu görünen Türkiye tablosu ise onlarda Türk Devrim sürecinin tamamlanmamış olduğu gerçeğini uyandırmıştır. Daha ötesi, bu uyanış, Türk siyasal yaşamında bir türlü anlamlandırılamayan liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokratların nasıl olup da Forum çatısı altında güç birliği içinde yedi yıl demokrasi mücadelesi verebildiklerini açıklamaktadır. Kuşkusuz bu demek değildir ki Forumcular, bu tabloyu gördükten sonra, birbirlerinden farklı düşünmeyi bırakmışlardır. Onlar farklı ideolojileri savunmaktan vazgeçmemekle birlikte, kurucu düşüncenin sağlamlaştırılmasını sağlayacak ve tüm demokrasi ideolojilerinin yaşaması için gerekli olduğu düşünülen kurum ve mekanizmaların oluşturulmasında, meşruiyetini kurucu düşünceden alan ideolojilerin birlikte demokrasi mücadelesi verebileceğini düşünmüşlerdir. Ayrıca, Anadolu’daki seçim sürecinin gözlemlenmesi tecrübesi, Forumculara, Türk toplumuna ışık tutma sorumluluklarının kendilerinin tahmin ettiklerinden çok daha aciliyet ve ehemmiyet arz ettiğini fark ettirmiştir. Forum, 1954 genel seçimlerinden sonraki ilk sayıda, uygulanmakta olan çoğunluk seçim sisteminin sakatlıklarını tek tek saymıştır. Mukbil Özyörük’ün incelemesi bu bahisteki yazılardan bir tanesidir. Özyörük şöyle demekteydi: “Seçmen sayısının on milyon olduğu bildiriliyor. İştirak nispeti bir hayli yüksektir, iktidar takriben dört buçuk, muhalefet de üç buçuk milyon rey toplamış durumdadır. Alınan reylerin yekunu ile çıkarılan mebus sayıları arasındaki aşikar nispetsizlik göze çarpmaktadır.Dergimiz bundan sonra, ‘ekseriyet usulü-nispi temsil’ meselesini, bundan sonra iç siyasetimizin belli başlı tartışma ve mücadele mevzularından biri 213 Seçim Mahalli Planda Kalmamalıdır, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:3, 27 Nisan 1954. 207 haline koyacaktır. Bugün geniş seçim çevreleri usulüyle memleketimizde tatbik edilmekte bulunan ekseriyet sisteminin milli temsilin mümkün mertebe sahih ve mükemmel bir şekilde tahakkukuna engel olduğu aşikardır. Dört buçuk milyon oyla Meclisin 11’de 10’u ele geçirilmiş, üç buçuk milyon oyla ancak 11’de 1’i temin edilebilmiş ve iki muhalefet partisi arasında paylaşılmıştır.”214 Yazı devamla şöyledir: “Ekseriyet usulü dünya demokrasilerinin tanıyıp tatbik ettikleri yegane usul değildir. Deniliyor ki ‘ekseriyet usulünün bizdeki tatbik şekli, belki seçim çevreleri daraltılmak, tek isme, iki isme indirilmek suretiyle daha adil bir yola sokulabilir; fakat bu usul mahalli hizipleri canlandıracak hatta doğuracak ve kuvvetlendirecektir, Meclisi birbiriyle bağdaşmayacak çok sayıda gruplara ayıracak, hükümette istikrarı sarsacaktır.’ Hele nispi temsil müstakar hükümet prensibiyle büsbütün zıt bir sistem telakki ediliyor. Bu sistem kabul edilirse partilerin çok artacağından, oyların çok bölüneceğinden, Mecliste hiçbir partinin sağlam ve devamlı, istikrarlı bir hükümet kurabilecek bir ekseriyete sahip olamayacağından, memleketin kabine buhranları içinde kıvranacağından bahsediliyor. Nispi temsil sistemiyle hükümet istikrarsızlığı arasında zaruri bir illiyet bağı mevcut mudur? Mevcutsa bu, seçim sistemimiz bakımından bizim milli temsil prensibinden büyük ölçüde fedakarlığa katlanmamızı icap ettirecek kadar kuvvetli midir?” Gerçekten de çoğunluk sisteminden kaynaklı adaletsizlik, DP’nin totaliter eğilimler göstermesinde tesirli bir amil olmuştur. Öyle ki zaten demokratik zihniyete sahip olmayan DP kadrosu, 1954 seçim sonuçlarına göre Meclisteki çoğunluğu öne sürerek, her icraatının meşruluğunu iddia etmiştir. Bu çoğunluğa dayanarak, muhalefet partilerini siyaset alanından silmek için kısıtlar ve yasaklar düzeni tesis etmiştir. Bu bağlamda, eğer 1954 seçimlerinde nispi temsil sistemi uygulanmış olsaydı, 1954 sonrası Türk siyasal yaşamı demokratik ilkelerden pek uzaklaşılmadığı bir tecrübe yaşayabilirdi, demek yanlış olmayacaktır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, nispi temsil sistemine karşı, bu sistemin istikrarsızlık getireceği iddia edilebilirdi, ki o dönem çoğunluk sistemine taraf kimi aydınların iddiası buydu. Ancak mesele sadece hükümetin istikrarı değil, demokratik rejim içinde hükümetin istikrarı temin etme meselesiydi. Yoksa biri birine tercih söz konusu olamazdı. 1954 seçim neticelerinin Adalet Bakanlığı tarafından ilanından sonra, neticelerin esas alınması suretiyle nispi temsil sistemine göre Forumcular bir hesaplama yapmışlar ve şöyle bir milletvekili dağılımı ortaya çıkmıştır: “Çok partili rejime girmemizden bu yana demokrasi hayatımızda zaman zaman ortaya atılan meselelerden biri 1954 seçimlerinde partilerin aldıkları rey nispetine nazaran Meclisteki temsilin anormal bir şekilde tezahür etmesinden sonra ciddiyetle üzerinde düşünülmesi gereken seçim sistemi meselesi olmuştur. Ekseriyet usulü ile yapılan 2 Mayıs seçimlerinde DP oy adedinde %58.42 gibi bir ekseriyet temin etmek suretiyle parlamentodaki 541 yerden 503 tanesini alarak, çok üstün bir çoğunluk sağlamış bulunmaktadır. Buna mukabil ana muhalefet partisi olan CHP %35.11 214 Mukbil Özyörük, Seçim Sistemimizin 15 Mayıs 1954. Değeri Hakkında, İncelemeler, Forum, sayı:4, 208 gibi bir nispette oy aldığı halde Meclisteki temsilci adedi 31 tanedir. DP ile aralarındaki fark, oy nispeti bakımından %23.31 olduğu halde, Meclisteki mebus adetleri bakımından fark 472 yani %6’dır. CMP yönünden de mesele başka türlü değildir. %5.28 kadar bir seçmen topluluğunu peşinde toplamış olan bu parti, Mecliste ancak milletvekillerinin %1’ine sahip bulunmaktadır. Halbuki nispi sistemde bu partinin mebus sayısının daha yüksek olması iktiza ederdi.” 215 Yazıda devamla şöyle denilmektedir: “1954 milletvekili seçimlerinde memleketimizde seçmen olarak 10.262.063 kişi vardı. Bunlardan 9.095.617 kişi seçime katılmıştır. Buna göre umumi iştirak nispeti %88.63’tür. Adliye Vekaletinin neşretmiş olduğu bu rakamları nazarı itibara alarak 1954 seçimlerinin bir de nispi usule göre tetkikini yapacak olursak, neticenin çok alaka çekici olduğunu görürüz. Seçime iştirak eden partilerin ve müstakil adayların almış oldukları reylerin mecmuunu 541’e taksim edecek olursak, mebus seçilebilmek için bir adayın alması icap eden rey miktarı ortaya çıkacaktır. Bu rakam 16.812’dir. Her partinin almış olduğu rey adedini 16.812’ye bölecek olursak, bu partinin nispi usulde Meclise gönderebileceği temsilci adedi meydana çıkacaktır. Bu şekilde elde edilen mebus yekununu (539) hakiki mebus adedine (541) inkılap ettirmek için, en çok reyi artan partilere birer ilave yapılır. Şimdi vaziyet şöyle olmaktadır: DP 316, CHP 190, CMP 29, TKP 3, bağımsız 3 milletvekili çıkarır.” Forum, aynı şekilde 1950 seçim sonuçlarını da nispi temsil sistemini esas alarak hazırlamıştır: “Adliye vekaletinin neşrettiği neticelere göre 1950’de oyunu kullanan seçmen adedi 7.953.085’dir. Partilerin ve bağımsızların almış oldukları rey miktarı da şöyledir: DP 4.391.694, CHP 3.148.626, MP 368.537 ve bağımsız 44.537’dir. Burada bir noktayı işaret edelim. 1954 seçimlerinde siyasi partilerle müstakil adayların almış oldukları reylerin mecmuu, seçime katılanların adedine tamamen uyduğu halde, 1950 seçimlerinde siyasi parti ve bağımsızların aldıkları rey yekunu 7.953.394 olduğu halde, rey verenlerin sayısı 7.953.085 olarak gözükmektedir. Hesaplarımıza esas olarak 7.953.394 rakamını almayı doğru addettik. Buna göre eğer nispi temsil sistemi 1950 seçimlerinde tatbik edilmiş olsaydı, Meclisteki durum şöyle olurdu: DP 269, CHP 192, CMP 23, bağımsız 3 olmak üzere toplam 487 milletvekili. Bu rakamlar ve seçim neticeleri göz önüne getirilecek olursa, görülür ki bugün memleketimizde hakikaten bir seçim sistemi meselesi bahis mevzuudur.” 1954 genel seçimleri sonucunda DP 503 yerine 316 milletvekiline, CHP de 31 yerine 190 milletvekiline sahip olsa idi 1954 sonrası Türk siyasi sahnesinde yaşananlar kuşkusuz daha farklı olurdu. Bahri Savcı nispi sistem sisteminde hesaplamaların nasıl yapıldığını şöyle açıklamaktadır: “Nispi temsil sisteminin türlü tatbik şekilleri vardır. Fakat hesabı esas itibariyle şöyledir: Bir bölgede 100 bin seçmen veya ifade edilmiş oy var. 10 tane de temsilci çıkacak. Bu 100 bini 10’a böleriz. 10 bin çıkar. Bu emsaldir. Şimdi seçim sonunda her partinin kazandığı oy sayısına bakarız. Diyelim ki A partisi 50 bin oy kazandı. Bunu emsal ile böleriz. Öyle ise 50 bin/10 bin=5, A partisi beş milletvekilliği kazanmış demektir. Öyle ise A 215 Seçim Neticeleri ve Nispi Usul, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 5, 1 Haziran 1954. 209 partisinin listesinin başından itibaren ilk 5 kişi seçimi kazanmıştır. B partisi de 30 bin, C partisi de 20 bin oy almışsa, 30 bin/10 bin=3, B partisinin listesinin başından itibaren 3 kişi; 20 bin/10 bin=2, C partisinin listesinin başından itibaren de 2 kişi kazanmıştır. Hesaplar her zaman misaldeki gibi denk düşmeyebilir, buçuklu sandalye kazanmak mümkün değildir. Ancak bu anlattığımız şekil, sistemin esasını teşkil eder. Aslında daimi prensip şudur; partilere, adedi kuvvetlerine sandalye vermek. Bunun hesabında ise türlü nispi temsil usulleri vardır.”216 Bahri Savcı açıklamalarına şöyle devam etmektedir: “Nispi sistemin taraftarları diyorlar ki, bu sistemde Meclis, bütün milleti aksettirir. İrili, ufaklı bütün temayüller, bütün fikirler, Mecliste sandalye kazanacağından, bu sistem Meclisi, milleti olduğu gibi aksettiren bir ayna haline sokar. Böylece her temayül Mecliste sesini dinletebilir. Bu suretle de Mecliste iyi bir tartışma mümkün olur. İşte taraftarları böyle söylüyorlar. Fakat nispi sistemi beğenmeyenler hemen şu cevabı veriyorlar. Kanun koyucu meclislerin rolü, sadece bir tartışma yapmak ve bu tartışma içinde her temayülün sesini işittirmek değildir. Kanun koyucu Meclisin esas görevi karar vermektir. Karar vermek içinde bir nokta üzerinde birleşmek gerekir. Halbuki ancak çoğunluk bir nokta üzerinde birleşip karar verebilir. Gene nispi sistemin taraftarları derler ki, nispi temsil partilerin birleşmesine yol açar. Nispi temsilde partiler, adedi kuvvetlerine göre sandalye kazanacaklardır. Öyle ise aralarında az fark olan partiler birleşirlerse, yekun halinde adedi kuvvetleri ve binaenaleyh sandalye sayıları artar. Onun için birleşirler. Böylece parti sayısı da azalır, bu da hükümet istikrarını sağlar. Fakat nispi sistemi beğenmeyenler şu cevabı verirler. Asıl nispi çoğunluk sistemi partilerin birleşmesine yol açar, nispi temsil ise ufalanıp parçalanmalarına. Çünkü nispi temsil usulü muhafaza edilirse, her temayül az çok birkaç sandalye kazanacağından, diğerleri ile birleşmeye lüzum kalmaz. Hele parti içinde kuvvetli olanlar daima liste başı olacaklarından, nasıl olsa kazanacaklarını bildiklerinden, partilerini başka partilerle birleştirip müşterek liste içinde eritmek istemezler. Halbuki, nispi çoğunluk sistemi güdülürse, ufak partiler, nasıl olsa ekseriyeti kazanamayacaklarından, kendilerine benzer temayülü olan diğer partilerle birleşip, büyümeye ve bu yol ile çoğunluğu kazanmaya uğraşırlar.” İnceleme devamla şöyledir: “Nispi temsil muarızları diyorlar ki, nispi temsil kanunların yapılması işini güçleştirir. Kanun belli bir program etrafında birleşerek seçimi kazanan çoğunluğun bu programının gerçekleşme formülleridir. Temsili parlamenter hükümet bu sonucu verir. Seçimi kazanan program, umumun tasvibini kazanmış demektir. Bu suretle, kanunlaşmak hakkını almış demektir. Nispi temsil usulü güdülürse, ortaya umumi tasvibi kazanmış, belli ve müşahhas bir program çıkmayacaktır. Program telifleri yapılmaya uğraşılacaktır. Bu ise hem güçtür, hem de bu telif programlarının kanunlaşması için yapılacak tartışmaların boyuna uzamasına yol açar. Bir mesele kanun halinde tartışılırken, her grup, her temayül boyuna tadil teklifleri getirir, belli noktalar üzerinde anlaşma zorlaşır. Ancak bütün bu düşüncelere rağmen nispi temsil, birçok yerlerde kabul edilmiştir. Bizde kabul edilir mi bilmem. Ama nispi çoğunluk veya nispi temsil tartışması yapılırken ve elverişli bir seçim sistemi ararken şu iki zarureti gözden uzak tutmamak gerekir: 216 Bahri Savcı, Seçim Sistemi Üzerine Bir Diyalog, İncelemeler, Forum, sayı: 5, 1 Haziran 1954. 210 Birincisi, Mecliste, daima ve daima istikrarlı bir hükümet kuracak bir parti çoğunluğu bulundurmak. İkincisi ise, aynı zamanda, azlıklara verilen oyları da yanmaktan kurtarmak” Forumcular arasında çoğunluk sistemine taraftar olan tek yazar İlhan Arsel’dir. Bu meseleye dair bir incelemesinde şöyle demektedir: “Nispi temsile taraftar görünenlerin büyük bir kısmı, muhalefetin adetçe üstünlüğünü hakikaten memleket hayrına yoran samimi vatandaşlardır, fakat bunlar kendilerine bu kadar cazip görünen veya gösterilmek istenen nispi temsil sisteminin memleket bünyesinde ne dereceye kadar elverişli olabileceği hususunda kafi bilgi ve malumata sahip değillerdir, yegane temennileri 2 Mayıs seçimlerinin hakkaniyete yer vermez telakki edilen neticelerinin bir daha tekerrür etmemesidir. Ekseriyet sisteminin adaletsizliğini alınan oylarla çıkarılan mebus sayıları arasındaki nispetsizlikte bulan ve bütün felaketin burada başladığını kabul eden zihniyetle, sandık başında oyunu kullanırken iktidarın bütün icraat ve siyasetini ıspanağın manavdaki rayiç fiyatına göre takdir eden zihniyet arasında hiçbir fark yoktur ve her ikisi de cemiyet için aynı tehlikeyi arz eder.”217 İlhan Arsel sözlerine şöyle devam etmektedir: “Ekseriyet sistemi adaletsiz bir sistemdir, diyerek işin içinden çıkmak mantıki bir hal çaresi olamaz. Unutmamak lazımdır ki nispi temsil sisteminin ortaya çıkmasına ve birçok Garp demokrasilerinde kabul edilmesine muhalefetin çok sayıda temsilci çıkarması ve teşri murakabenin daha iyi yapılması gayesi sebep olmamıştır. Nispi temsil sistemi 18. asırda meydana çıkmış bir sistemdir ve meydana çıkmasında sebep de 18. asırdan itibaren başlayan iktisadi ve içtimai gelişmelerin doğurduğu sınıf ayrılıklarıdır. Memleketimizde henüz Garp anlamında bir sınıf ayrılığı mevcut olmadığına yani henüz bir işçi sınıfı veya bir burjuva sınıfı teessüs etmediğine göre, nispi temsil sistemini kabul etmekle her şeyden evvel adeta suni bir sınıf ayrılığının yaratılmasına ve aynı zamanda sayıları şimdiden kestirilemeyerek kadar çok sayıda partilerin mantar gibi bitmelerine sebebiyet verilmiş olunacaktır. Siyasi partiler adedinin bu şekilde artmış olmasını makul karşılayacak kimseler bulunabilir, zira nispi temsil, bütün bu partilerin Mecliste az çok temsilci çıkarmalarını sağlar. Fakat şunu da hatırdan çıkarmamak icap eder ki bu şekilde kurulmuş bir teşri Mecliste memleketi ne ekseriyet partisi ve ne de ana muhalefet partisi idare edebilecektir, böyle bir Mecliste hükümetin umumi siyasetini ve dolayısıyla milletin mukadderatını, bu iki büyük parti arasında yer alan ve umumi seçimler esnasında ehemmiyetsiz nispette oy kazanmış bulunan mutavassıt küçük partiler tayin edeceklerdir. Çünkü bunlar, iki ana muhalefet partisi arasında Meclis ekseriyetinin oynamasına, yani bu ekseriyetin birinden diğerine geçmesine amil olacaklardır. İktidarda bulunan bir parti, mevkiini ancak bu mutavassıt partilerin desteklemesi sayesinde muhafaza edebileceğinden, onların arzu ve keyfine uygun bir siyaset takip etmek mecburiyetinde kalacaktır, zira aksi takdirde bu mutavassıt partilerin ana muhalefet partisine iltihak ederek Mecliste onun ekseriyet ve iktidarı elde etmesine vesile olmaları işten bile değildir.” 217 İlhan Arsel, Ekseriyet Sistemini terk Etmek Doğru Olur mu?, İncelemeler, Forum, sayı:7, 1 Temmuz 1954. 211 İlhan Arsel, nispi temsil sistemine karşı çıkarken, 1954 seçim sonuçlarında DP’nin aldığı yüksek oyun sebebini çoğunluk sisteminde bulmanın yanlış olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca muhalefetin iyi çalışması halinde iktidarı elde edebileceğine inanmaktadır. Nitekim İngiliz demokrasisinden bu çerçevede misaller vermektedir. Arsel’in düşüncelerine, hak ve özgürlüklerin herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadığı toplumlarda hak vermek mümkündür. Kuşkusuz nispi temsil sisteminin tarihsel gelişimi sınıf farklılıklarına dayanmaktadır, bu da inkar edilecek değildir. Ancak Türkiye örneği için dönemin koşulları düşünüldüğünde nispi temsil sistemi, totaliter eğilimleri baskı altında tutması bakımından işlevsel gözükmekteydi. Elbette tersinden düşünmek de mümkündür. Şöyle ki, eğer 1950 ve 1954 seçimlerinde CHP iktidara gelmiş olsaydı, Meclisteki çoğunluktan istifade edip, tarihsel sorumluluğunun bir gereği olarak Devrim sürecini tamamlayabilirdi. Dolayısıyla Türk toplum yapısı DP dönemi politikalarıyla can bulmuş arızalarından kurtulabilirdi. Ondan sonra da, zaten seçim sisteminin değiştirilmesine dair bir tartışmaya gerek kalmayabilirdi veya sınıflar teşekkül etmiş olacağından yine nispi temsil sistemi savunulabilirdi, ancak farklı gerekçeyle savunulabilirdi. İlhan Arsel’in çoğunluk sistemini savunduğu yazısına dair Turhan Feyzioğlu karşı düşüncesini şu şekilde açıklamıştır: “Mesele en büyük faydayı sağlayan ve memleketimizin şartları bakımından en zararsız, en az fedakarlığa yol açan sistemi bulmaktadır. Seçim sistemleri birer vasıtadır, vasıtalar arasında seçim tercih bazı gayeler arasında tercih yapılmasını gerektirir. Seçim sistemleri arasında tercihin çok düşündürücü olması şu iki sebepten ileri geliyor sanırım: Birincisi, bir seçim sisteminin belli bir memleketin siyasi hayatı üzerinde nasıl bir tesir yaratacağını önceden kestirmedeki güçlük. İkincisi ise, çeşitli seçim sistemlerinin siyasi hayatta husule getirecekleri neticeler açıkça bilinse bile, bu neticeler arasında yani muhtelif gayeler arasında tercih yapmaktaki güçlüktür. Böyle olunca, ‘Türkiye için en uygun seçim sistemi hangisidir?’ konusu üzerinde planlı bir şekilde düşünmek için meselenin bu iki cephesi ele alınmalıdır.”218 Turhan Feyzioğlu, aynı yazıda, Türkiye için doğru seçim sistemi bulmada öncelikle şu soruların sorulması gerektiğini belirtmektedir: “Çeşitli seçim sistemlerinin partilerin sayısı üzerinde, dolayısıyla hükümetlerin bünyesi ve istikrarı üzerindeki tesirleri ne olabilir? Bu muhtelif sistemlerin partilerin insicamı ve disiplini üzerinde, milletvekillerinin seçmenleriyle ve parti liderleriyle münasebetleri üzerinde muhtemel tesirleri nelerdir? Memleket içindeki çeşitli fikir cereyanları Meclise sadakatle aksettirmek, halk oyunun temsilini mümkün kılmak, memleket işlerinin halkın tercihlerine göre yürütülmesini sağlamak bakımından birbirlerine nispetle kıymetleri nedir? Buna benzer meseleler hakkında yeter derecede açık bir fikir edindikten sonra, Türkiye’nin özel şartlarına göre hangi gayelere en önde yer verilmesi gerektiği meselesinin halli gerekir. Muhalefetin sesini boğmayan adaletli temsil gayesi mi yoksa istikrarlı ve kuvvetli hükümete mi ön planda kıymet vereceğiz? Partilerin daha disiplinli ve insicamlı olmasına mı, milletvekillerinin daha şahsiyetli ve müstakil olmalarına mı en çok muhtacız? Muhtelif gayelerin uzlaştırılmasını mümkün kılan bir sistem memleketimizde tatbik edilebilir mi? Buna 218 Turhan Feyzioğlu, Seçim Sistemine Dair, İncelemeler, Forum, sayı:8, 15 Temmuz 1954. 212 benzer birçok sual üzerinde durularak seçim sistemleri arasında makul bir tercihe ulaşılabilir.” Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Seçim sistemleri üzerindeki münakaşaları güçleştiren noktalardan biri, siyasi partilerin bu meseleye tabii olarak kendi menfaatleri açısından bakmaya temayül etmeleridir. Bunu yaparken kısa görüşle hareket ettikleri ve hasımları için kazdıkları kuyuya bir müddet sonra kendilerinin düştükleri de oldukça sık görülen hadiselerdendir. Bu konudaki tartışmaları kısırlaştıran hallerden biri de, bazen bir seçim sisteminin bir tek faydasına veya mahzuruna bakılarak yapılan peşin tercihlerdir. Bu gibi tercihler madalyonun tersini görmeye ve muhtelif delillerin gerçek değerini vermeye engel olur. Nihayet seçim sistemleri konusunda dar anlamda hukuki açıdan ve sadece milli hakimiyet ve temsili hükümet gibi nazariyeler çerçevesinden bakılması da hiç doğru olmaz. Böyle yapılırsa seçim sistemlerinin bazı fayda ve mahzurları izam edilir, bazıları karanlıkta kalır.” Feyzioğlu sözlerini şöyle sürdürür: “Ekseriyet sistemi ile nispi temsil sisteminin partilerin sayısı üzerinde zıt tesirlerinden bahsedildiği zaman kastedilen sistem ‘tek turlu çoğunluk sistemi’ veya bir diğer ifadeyle ‘nispi çoğunluk sistemi’dir. Yani İngiltere’de ve Türkiye’de uygulanan sistemdir. Oysaki bir de ‘iki turlu çoğunluk sistemi’ veya bir diğer ifadeyle ‘mutlak çoğunluk sistemi’ vardır ki, bu çoğunluk sistemi de tıpkı nispi temsil sistemi gibi partilerin sayısını çoğaltmaktadır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, birinci turda küçük partilere verilen oylar heba olmayabilir, çünkü seçim birinci turda bitmezse ki genellikle bitmemektedir, ikinci tur başlamadan önce partiler arasında pazarlıklar, anlaşmalar yapılır. Karşılıklı vazgeçmeler sayesinde anlaşan partilerden biri bir seçim bölgesinde, öteki başka seçim bölgesinde kazanma imkanına kavuşabilir. Örneğin Fransa’da uygulanmakta olan sistem budur.” Bu noktada şunu da kabul etmek gerekir ki, tek turlu çoğunluk sistemi, seçim bölgelerinin hiçbirinde en kuvvetli parti durumuna geçemeyen veya pek azında geçebilen partilerin aldığı oyların yanmasına yol açar. Temsilde adaletsizlik doğurur. Örneğin Cemal Aygen bu hususta Forum’daki incelemesinde şunları yazmıştır: “1950 ve 1954 seçimlerinde partilerin aldığı reyler ve bunların nispetleri, umumi olarak denilebilir ki DP reylerin gittikçe daha fazlasını kazanmakta, buna mukabil CHP’nin aldığı reylerin adedi ve nispeti azalmaktadır. Diğer taraftan ise 1950 seçimlerinde Millet Partisi ve 1954 seçimlerinde de Cumhuriyetçi Millet Partisi adıyla giren partinin gerek aldığı rey ve gerekse bu reylerin nispeti yükselmektedir. Seçimleri seçim adaleti bakımından tetkik etmek mümkündür. Seçim adaletinden kastedilen nokta, partilerin almış oldukları rey yekunu nispetinde Mecliste temsil edilip edilmediğidir. Gerek 1950 ve gerekse 1954 seçimlerine bu zaviyeden bakılacak olursa, bugünkü seçim kanunumuzda seçim adaletinin temin edilmediği bir hakikattir. Mesela hakiki oy miktarına göre 1954 seçimlerinde, DP 103.494 reyle bir temsilci kazandığı halde, CHP 1.192.101 ve CMP de 1.074.587 rey karşılığı birer temsilciyi Meclise sokabilmektedirler. Diğer taraftan TKP’nin kazanmış olduğu 537.136 rey tamamen temsilcisiz kalmaktadır. Şu halde bugünkü seçim 213 sistemimizin Mecliste hakiki temsili yani partilerin asıl kuvvetlerine göre temsil edilmelerini temin etmekten uzak olduğu görülmektedir.”219 Tek turlu çoğunluk sisteminde küçük partiler büyümeyi başarmak ve silinip gitmek gibi iki uçtan birine yerleşmek durumunda kalırlar. Şöyle ki eğer bu partiler büyümeyi başaramazlarsa, üst üste gelen seçim başarısızlıkları bu partileri gittikçe zayıflatır ve bu partiler eğer başka bir partiyle birleşmezlerse, silinir giderler. Gerçi, kimi gönüllüler bu partileri ayakta tutmak isteyebilirler ve onlara mali destekte bulunabilirler, ancak bir müddet sonra gönüllü destekçiler bulmak güçleşir, nasıl olsa kazanmayacağı bilinen bir parti değerli aday bulmakta da güçlük çekmeye başlar; yine aynı sebeple seçim masraflarını kendileri ödemeye razı adaylar bulmak güçleşir. İngiltere’de köklü bir geleneği olan Liberal Partinin başına gelenler bu duruma dair verilebilecek bir örnektir. Tüm bunlara ilaveten, tek turlu çoğunluk sisteminde, iki büyük parti dışındaki zayıf partilere verilen oyların nasıl olsa yanacağı düşüncesiyle, bu partilerin seçmenleri, iktidara geçmesine mani olmak istedikleri başlıca partinin en kuvvetli rakibi hangisi ise oylarını ona aktarmaya yönelirler. Türkiye’de aslında Millet Partisine taraftar olan birçok seçmenin, oylarını boşa harcamamak ve CHP’yi iktidardan uzaklaştırmak için 1950’de DP’ye oy verdikleri bilinmektedir. Nitekim 1945-1954 arası yıllardaki parti sayısı kağıt üzerinde çok olmasına rağmen, büyük partilerin sayısı artmamıştır. Şu halde, tek turlu çoğunluk sisteminin üçüncü partilerin doğup büyümesini güçleştirdiğini söylemek mümkündür. Fakat İngiliz İşçi Partisi örneğinin gösterdiği üzere, üçüncü parti kuvvetli bir temele dayanıyorsa, gerçek ve devamlı bir ihtiyaca cevap veriyorsa, seçim sisteminin başlangıçtaki köstekleyici tesirine rağmen üçüncü parti yavaş yavaş gelişebilir. Ancak bu kez de üçüncü parti eski iki büyük partiden biri aleyhine genişler ve ikinci parti halini alır. Yani sistem tekrar iki parti arası rekabete dönüşür. Her zaman üçüncü partinin akıbeti bu olmayabilir, nitekim,üçüncü partinin siyasal hayattan silinmesi daha beklenir bir durumdur. Dergide, Turhan Feyzioğlu ile İlhan Arsel arasında seçim sistemi tartışmaları 1954 yılı sonuna kadar aralıklarla sürmüştür. Her ikisinin de cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine bağlı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu tartışma, Forumcuların dogmatik düşünmediklerinin göstergesi olması bakımından önemlidir. Bir yazısında Arsel’in nispi temsil sisteminin seçim işlemlerini ve hesaplarını da güçleştiren bir usul olduğunu, ilaveten nispi temsilin liste usulünü ve geniş seçim bölgelerini gerektirdiği, seçmenle milletvekilleri arasındaki teması azalttığı, milletvekillerinin akıbetini parti liderlerinin takdirine terk ettiği, bağımsız adaylığı imkansız kıldığı yolundaki iddialarına cevaben Feyzioğlu bunların sisteme yüz çevirmek için yeter sebep olmadığını yazmıştır. Ayrıca şöyle demiştir: “Asıl güçlüğü seçmen değil, tasnif heyetleri çekecektir ve nispi temsilin basit, hesaplanması kolay şekilleri de vardır. Karışık usuller için de hesapları son derece basitleştiren cetveller kolayca yapılabilir. Bizdeki gibi esasen liste usulüne ve geniş seçim bölgelerine dayanan bir 219 Cemal Aygen, 1950 ve 1954 Seçimleri, İncelemeler, Forum, sayı:26, 15 Nisan 1955. 214 ekseriyet sistemi ile kıyas edilince, seçim kanunumuzda yapılan son tadiller, nispi temsil aleyhinde ileri sürülen klasik delillerden bir kısmını büsbütün değerden düşürmüştür. Kaldı ki bazı nispi temsil çeşitleri, mesela devredilebilen tek oy sistemi, milletvekilinin şahsi değerinin seçmenlerce göz önünde tutulabilmesini de, bağımsız adaylığı da pekala mümkün kılar.”220 Yazı şöyle devam etmektedir: “Bizim sistemimizde, tek turlu ekseriyet usulünün adaletsizliğini katmerleştiren bir hususiyet vardır. Muhtelif seçim bölgelerindeki seçmen sayıları arasında muazzam farklar bulunması. Bu yüzden İstanbul’daki seçmen Ahmet’in veya Apostol’ün oyu ile yalnız iki veya üç milletvekili çıkaran bir seçim bölgesindeki seçmen Mehmet’in oyu arasında büyük bir değer farkı doğmaktadır. Buna bir de İstanbul’daki 150 bine yakın oy aldığı halde seçilmeyen aday ile küçük bir seçim bölgesinde birkaç bin oyla seçilen aday arasındaki tezadı eklerseniz, bizim sistemimizin ekseriyet usulünü tatbik eden başlıca memleketlerdekinden çok ağır adaletsizliklere yol açtığı anlaşılır.” Aynı sayıda İlhan Arsel’in şu sözleri ilginçtir: “Demek istemiyoruz ki ekseriyet sistemi kusursuz bir sistemdir ve tatbik etmekte olduğumuz listeli ekseriyet sistemi kusursuz bir sistemdir ve listeli ekseriyet sisteminin tadil ve tashihe ihtiyacı yoktur. Hayır! Bütün dava, ekseriyet sisteminin mahzurlarını bertaraf edecek çareleri arayıp bulmaktadır, zira bütün avantajlarına rağmen ekseriyet sisteminin tehlikeli olan cihetleri yok değildir. Mesela bir parti umumi seçimler sonunda, memlekette ve Mecliste hakikaten büyük bir ekseriyete malik olabilir ve azınlığın temsilcisi rolünü deruhte eden muhalefet bu ezici kuvvet karşısında hiç bir şey yapmamak durumuna düşebilir, yani memleketteki çoğunluğu temsil eden iktidar partisinin, karşı tarafın hukukunu tanımazlıktan geleceği tutabilir.”221 Turhan Feyzioğlu da, nispi temsil sisteminin olası olumsuz neticelerini yabancı ülkelerden örnek vererek işaret etmeyi ihmal etmez: “Geçenlerdeki Belçika seçimlerinde, partilerden hiçbiri çoğunluğu kazanamamıştır. Bu seçimlerin sonucuna göre Belçika meclisinde üç türlü hükümet koalisyonu kurulabilirdi: Liberal ve Katoliklerin, Katolik ve Sosyalistlerin, Sosyalist ve Liberallerin birleşmesi suretiyle. Fiiliyatta liberaller ile sosyalistler birleşmişler ve bir koalisyon hükümeti kurmuşlardır. İktisadi görüşleri birbirine zıt olan bu iki partiyi birleştiren bağ daha ziyade menfi bir bağdır: Katolik partisine husumetleridir. Yoksa, iktisadi görüş bakımından Katolikler liberaller ile sosyalistler arasındadır. Seçim propagandalarında sosyalistler amme masraflarını artıracak birçok vaatte bulunmuşlar, liberaller ise tam aksine vergilerde pek büyük indirimler vaat etmişlerdir. Liberal parti, parlamentodaki sandalye adedi nispeten az olduğu halde, hangi tarafa meylederse o tarafı iktidara geçirebileceği için, ittifakını pahalıya satmış ve en mühim bazı bakanlıkları ele geçirmiştir. Başlıca masraf bakanlıkları sosyalistler elinde, başlıca gelir bakanlıkları liberaller elindedir. Belçika’da önümüzdeki yıllarda kabine istikrarsızlığı görülmesi muhtemel değildir, fakat bu 220 Turhan Feyzioğlu, Seçim Sistemine Dair, İncelemeler, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954. İlhan Arsel, Çoğunluğun Hakimiyeti Karşısında Ferdin ve Azınlığın Teminatı, İncelemeler, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954. 221 215 şekilde kurulan bir hükümetin herhangi bir yapıcı politika güdebileceği oldukça şüphelidir.” 222 Turhan Feyzioğlu’nun nispi temsil sistemini savunurken, bilimselliği elden bırakmayarak, bu sistemin sorunlu yanlarına işaret etmesi, aynı şekilde İlhan Arsel’in de çoğunluk sisteminin de uygulamadan kaynaklanan sorunlarına dikkat çekmesi, Forumcuların, ‘doğruyu bulma arayışının’ ifadesi olarak sayılabilir. Nitekim Forum’da pek çok konuda, aynı ideolojiye veya farklı ideolojiye sahip yazarların bilimsel tartışmalarına rastlanmak mümkündür. Şunu belirtmek gerekir ki, Forum’da seçim sistemine dair bu yazılar yayınlanırken, DP iktidarının tek turlu çoğunluk sistemini değiştirmeyeceği açıkça görülmekteydi. Oysaki ‘Milletvekilleri Seçim Kanunu’ tek dereceli seçim esasına göre değiştirilirken 31 Mayıs 1946’da Menderes’in DP grubu adına söylediği şu sözler DP’nin nispi temsil sistemini savunduğunun açık delilidir: ‘...iktidar partisinden başka diğer partilerin vaziyetleri üzerinde hiç durulmamış olması, tasarının aleyhine kaydolunacak esaslı noktalardır. Azlıkta kalacak partilere teminat olmak üzere bir nispi temsil prensibinin hiç düşünülmemiş olması da ayrıca üzerinde ehemmiyetle durulacak bir meseledir.’ Turhan Feyzioğlu, seçim sisteminin demokrasiyi geliştirmeye tek başına yeterli olmadığına işaret ettiği bir yazısında şunları söylemektedir: “Yabancı memleketlerin tecrübelerinden faydalanmazsak, partiler arası münasebetleri karşılıklı itimat ve insaf mecralarına dökecek usulleri benimsemezsek, partiler dışı, bağımsız, muhtar müesseseler kurmaz ve yaşatmazsak, hangi usulü kabul edersek edelim parlak neticeler bekleyemeyiz. Birbirleriyle ilgili olan bütün bu meseleler, memleketin uzun vadeli menfaatleri bakımından, yetkili heyetlerce, tarafsız teşekküllerce tetkik edilirse, yarınki gelişmelerin sağlam temellere dayanması kabil olur. Yurdumuzda istikrarlı hükümetler kurulmasını mümkün kılan verimli bir demokrasi rejiminin kök salabileceğine kaniiyiz. Bugünkü durumda, partilerin kesin ve sert sınıf çizgileri ile ayrılmamış olması, iki parti sisteminin işlemesini güçleştiren değil, belki kolaylaştıran bir amildir. Partilerimiz birbirleriyle bağdaşması ve uzlaşması imkansız nazariyelere taassupla sarılmış birer doktrin partisi değildir. Demokrasinin yerleşme devrinde, bu durumun zararlı olmadığını sanıyoruz. Türkiye’de ana partilerin irtica ve komünizme karşı koymak hususunda müşterek bir görüşe sahip olmaları, aralarında demokratça bir mücadeleyi mümkün kılabilecek bir hususiyettir. Yeter ki milliyetçi ve inkılapçı partiler arasında karşılıklı bir itimat havası kurulabilsin.”223 Eylül 1956’da DP iktidarı muhtar seçimleri ile ara seçimlerin ertelendiğini açıkladı. Gerekçeler şunlardı: “Birincisi; muhtarların iki senede bir seçilmesi vazife ve salahiyetlerinin icaplarını yerine getirmeye mütevakkıf olan bilgiyi elde etmek için çok zaman geçmesi icap ettiği halde, sık sık seçimle bunun temin edilmediğidir. 222 223 Turhan Feyzioğlu, Seçim Sistemine Dair, İncelemeler, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954. Turhan Feyzioğlu, Ekseriyet Sistemi, İncelemeler, Forum, sayı:14, 15 Ekim 1954. 216 İkinci sebep; milletvekilliği ve mahalli idare kurulu üyeliği seçimlerinin mevzuatımızda dört yıllık devrelerde yapılmasını amir bulunmasıdır. Üçüncü sebep; sık seçimin mali külfet teşkil ettiğidir.”224 Bu durumun ilginç yanı, Forumcular sıklıkla demokrasinin kurumsallaşması için seçimlerin başlı başına yeter ölçüt olmadığına işaret ederlerken, DP iktidarının, muhtar ve ara seçimlerin dahi yapılmaması yönünde karar almak suretiyle iktidar icraatlarını büsbütün kontrolsüz bırakmaya çalışıyor olmasıydı. Forumcular demokrasinin niteliği üzerinde kafa yorarken, iktidar sahipleri demokratik rejimler için asgari bir esas olan seçimlerin geriye bırakılması kararı almaktan imtina etmemişlerdir. İktidarın öne sürdüğü gerekçeleri ise, sınırlı bir muhakemenin veya kötü niyetin ürünü olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Şöyle ki, seçimin görev tecrübesini biriktirmeye engel olduğu iddiası demokratik zihniyetle bağdaşmayacak bir iddiadır. Eğer kişiler seçildikten sonra yurttaşlara layıkıyla hizmet vermişlerse, bir kez daha seçilmemeleri için sebep yoktur. Bu durumda da seçim hangi sıklıkla yapılırsa yapılsın, yurttaşın takdirini kazanan kişiler tekrar seçilebileceğine göre, görev tecrübesi biriktirememe söz konusu olmayacaktır. Ayrıca, hep aynı kişilerin iş başında kalması, bu kişilerde demokratik rejime bağlılıktan uzaklaşma eğilimini doğurabilecektir. Seçim ise hizmete gönüllü yeni insanlara olanak sağlayacaktır. Ayrıca muhtarlık seçimlerinin iki yılda bir olması ile milletvekilliği ve mahalli idare kurulu üyeliği seçimlerinin dört yılda bir olması arasında nasıl bir ilişki kurulmuş olduğu anlaşılamamaktadır. Yalnız, iktidar sahipleri, muhtar seçimlerini genel seçimlere denk getirip, bir sonraki seçimde oy avcılığı için muhtarlardan istifade etmeyi düşünmüşlerse, buna ihtimal vermek üzücüdür. Seçimlerin masraflı olduğuna gelince, buna itiraz edilecek değildir. Fakat seçimler yaparak girişilen masraf, kötü, kabiliyetsiz ve bilgisiz bir ekibin tesadüfen başa geçmesi yüzünden, memleketin maruz kalacağı zararların tamirinden daha ekonomiktir. Şunu da hatırlatmak gerekir ki seçimlerin masraflı olduğu gerekçesiyle sürekli ertelenmesi, diktatörlüklerde yaygın kullanılan bir argümandır. 1957 yılında Forumcular, iktidarın mevcut siyasi sistemi, 1950’deki haline dönüştürmesini dahi iktidarın demokratik bir adımı olarak görmeye hazırdılar. Şu sözler ilginçtir: “Türkiye’nin hakiki demokrasiler arasında yer alabilmesi için DP iktidarı, siyasi rejimimizi hiç değilse 1950’de devraldığı duruma getirmelidir. 1950 seçimlerinden sonra kurulan ilk Menderes hükümetinin programındaki açık taahhütleri hatırlayacak olursak, bu isteğin çok kanaatkarane bir istek olduğu derhal anlaşılır. İktidara geçtikten bir ay sonra bütün antidemokratik kanunları tadil edeceğini vaat eden bir parti, altı buçuk yıldan beri iktidardadır. 1950’de kurulan ‘antidemokratik kanunlar komisyonu’ nun parmak bastığı antidemokratik hükümlere, birçok yenileri eklenmiş bulunuyor. Komisyon raporu ise anılmaz oldu. Hatta başbakan şunları söyledi: ‘Anayasayı Meclis tadil eder. Hükümet değişiklik teklif edemez. Programımıza böyle bir şey girmiş ise hata etmişiz’ Ancak bir yıl kadar önce, DP grubunun ağır töhmetleri altında kalan bazı bakanları birer birer 224 Seçimler Lüzumsuz mu?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956. 217 istifaya zorlaması üzerine, 3. Menderes kabinesi düşüp 4. Menderes kabinesi kurulunca, Anayasanın 1958’e kadar mutlaka değiştirileceği vaadi tekrar hükümet programında yer aldı. Dördüncü Menderes hükümetinin programında, 1954’ten sonra seçim kanununda yapılan değişikliklerin kaldırılacağı vaat ediliyordu.”225 Forum, 1957 seçimlerine doğru giden süreçte, DP dışındaki partilerin seçim için işbirliği yapmalarının gerekleri arasında mevcut çoğunluk sistemini de göstermekteydi. Partilere, gayelerine erişinceye kadar karşılıklı fedakarlık pahasına da olsa işbirliği yapmalarının zaruri olduğunu sıklıkla anımsatırken, mevcut seçim sisteminin aşırı adaletsizliği karşısında parçalara ayrılmış bir muhalefete verilen oyların boşa gidebileceğini vurgulamaktaydı. İktidar ise, karma listeyi aşağı yukarı men eden ve dolayısıyla muhalif partilerin seçimde işbirliği yapmalarını son derece güçleştiren hükümleri içeren seçim kanunu değişiklikleri yapmış olduğundan işbirliğini tehlikeli bulmuyordu. Bu noktada Forum’dan şu alıntıyı yapmak yerinde olacaktır: “Charles Beudant şöyle demiştir: Bir cemiyet dahilinde fiziki ilimler sahasında fahiş hatalar düşülmüş dahi olsa, o cemiyet büyük ve zengin kalabilir; mesela uzun bir müddet güneşin dünyanın etrafında döndüğü zannolunmuştu. Buna mukabil bir memleket siyasi sahada bir hataya düşerse büyük zararlara duçar olur.”226 Forum 1957 seçimlerinden umutluydu. Bu hususta şöyle denilmekteydi: “Seçimlerin, memleketimizin kaderinde mühim değişiklikler yapacak bir hadise olacağına herkes müttefiktir. Bu derece mühim milli bir karar arifesinde, siyasi liderlerimizin, milletin benimsemek veya reddetmek durumunda olduğu muhtelif noktaları, kafi bir vuzuh ve açıklıkla millete arz ettiğini iddia etmek zordur. Bugün birçok mesele elan müphem bir his halindedir. Henüz bu hisler vuzuhlu bir şekilde ifadesini bulmamıştır. Memleket gayri memnundur, fakat halkın neyi reddedip neyi benimsemesi gerektiği hususunda, halk elan aydın bir siyasi liderliğin ihtiyacını duymaktadır. Bazı siyasi muhitlerin hesaplarını dayandırdığı gibi, 1946-50 devresinde memleketin ümit bağladığı bir siyasi hareketin tam iflası karşısında ‘bu iş tutmadı, en iyisi eskiye dönelim, denenmiş ve haddi zatında şimdilerden daha kötü olmadığı bugün anlaşılmış olan ekibi yeniden işbaşına getirelim’ tarzında bir karar mı alacaktır? Yoksa, memleket yeni bir seçme mi yapacaktır?”227 Bu sözler Forum’un Hürriyet partisini desteklediğini açıkça ortaya koymaktadır. Öyle ki Forum, ‘ne DP ne CHP’ mesajı vermekte ve yurttaşın yeni bir seçmen davranışı gösterebileceğine dair umudunu ifade etmektedir. İlginç olan nokta ise, DP’nin ‘kötü’, CHP’nin ise ‘kötünün iyisi’ olarak nitelendirilmesidir. Şöyle denilmektedir: “Mevcut iktidardan ve tecrübe edilmiş eski iktidar partisinden farklı bir üçüncü yolun başarı şansları her şeyden önce, ortaya yeni ve kuvvetli bir fikrin ve ekibin atılması, diğer taraftan Türk halkının buna temayülde göstereceği elastikiyet ve yeni fikirlere açık olma kabiliyeti ile ölçülebilir. Önümüzdeki günler, şimdiki iktidar partisi, eski iktidar partisi ve üçüncü yolu temsil eden diğer bir 225 Turhan Feyzioğlu, İlk İhtiyaç:Serbest ve Adil Seçim, İncelemeler, Forum, sayı:67, 1 Ocak 1957. Seçim Kanunu, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957. 227 Seçim Sathı Maili, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957. 226 218 muhalefet partisinin halkı farklı şeylere ikna faaliyetiyle geçecektir. İktidar partisi daima yaptığı gibi gene eski günleri hatırlatacak, eski iktidar partisine dönmekle memleketin hiç bir şey kazanmayacağına belki de şimdi elde ettiklerinden bazılarını bile kaybedebileceğine halkı ikna etmeye çalışacaktır. Eski iktidar partisi, şimdikilerin uyandırdığı hayal kırıklığı üzerinde durarak, kendilerinin tercihe şayan olduklarını ifadeye çalışacaktır. Eskinin müdafaasını yapmamakla beraber, durumun bugünkünden kötü olmadığını anlatmak isteyecek ve istikbal hakkında garanti verecektir. Üçüncü yolu savunan diğer parti, kendilerinin 1946’da başlayan yeni siyasi hareketin bir devamı olduğunu, aynı idealizmi temsil ettiklerini, son sekiz yıldır alınan dersler ve geçirilen tecrübeler muvacehesinde içtimai hayatımıza temelli bazı fikirler getirdiklerini, arzulanıp da kavuşulamayan hedefleri, ancak kendilerinin tahakkuk ettirebileceğini anlatmaya çalışacaktır.” Forum, 76. sayısındaki başyazı ile çizgisini Hür. Partiden yana koyduğunu şu sözlerle ifade etmekteydi: “1950’de büyük ümitler ve vaatlerle işbaşına gelen zümrenin derin bir hayal kırıklığı yarattığını artık herkes açık bir şekilde müşahede etme imkanına kavuşmuştur. 1954’de böyle bir imkanın mevcut olduğu iddia edilemezdi, çünkü vakit çok erkendi ve hadiseler herkesi vuzuha eriştirecek bir şekilde durulmamıştı.” Hemen belirtmek gerekir ki, Forum, bu yazıda, çıkmaya başladığı 1954 yılından 1957 yılına kadar olan dönemin üstü örtülü bir muhasebesini yapmaktadır. Çünkü ancak bu şekilde Hür. Partiye desteğini okurları gözünde haklı kılabileceğini düşünmüştür. DP iktidarının icraatlarının özellikle 1954 sonrasında kötüleştiği vurgusu, 1955 sonunda DP’den ayrılan milletvekillerinin başlattığı demokratik hareketi meşrulaştıracak, bu meşruiyet algısı, liberal demokrat olamayan DP’nin karşısına liberal demokrat bir parti olarak Hür. Partinin çıkmasını anlamlı hale getirecek, böylece de okurlar Hür. Partiyi muhalefetin oyunu bölen bir parti olarak görmeyeceklerdir. Başyazı şöyle devam etmekteydi: “1954’den sonra rejim bahsinde siyasi hürriyetler konusunda girişilen işler artık herkeste nereye gidildiği hususunda açık bir kanaatin hasıl olmasına hizmet etmiştir. Rejimin temelini sarsan, seri halinde şuurlu ve planlı bir tarzda girişilen bazı tertipler artık rejim bahsinde mevcut hükümetin niyet ve tasavvurlarını gün gibi açığa vurmuştur. Bu bahiste hükümet icraatlarının mahiyeti hakkında, halkın kafi bir kanaate sahip olarak yeni seçimlere gireceği söylenebilir. İktidar partisinin niyetleri ve yapılan işlerin manası hakkında ikaz ve yorumların devamı zaruri olmakla beraber seçmenin bu hususta şimdiden bir kanaate sahip olduğu bilinmektedir. Binaenaleyh seçim arifesinde, mevcut iktidar partisinin rejim meselelerindeki tutumu üzerinde en çok durulacak konulardan biri olmayacaktır kanaatindeyiz. Diğer taraftan iktisadi gelişmenin duraklaması ve birkaç yıl evveline nispetle iktisadi sıkıntının büsbütün artışı seçmene durmadan anlatılması gereken bir konu olmaktan da çıkmıştır. Bugün üç yıldır arka arkaya devam eden iktisadi sıkıntılar ‘süratle kalkınıyoruz’ sözünün ve propagandasının ikna gücünü artık çok azaltmıştır. Fert başına isabet eden hakiki gelir 1953 yılına nispetle önemli bir şekilde düşmüştür. Hatta bugün hayat seviyemiz 1952 yılına nispetle de gerilemiştir. Bunu şehirli ve köylü, her vatandaş kendi şahsi hayatında, o kadar açık hissetmektedir ki onun karşısına geçip ‘yüzleriniz gülüyor, her gün daha iyisiniz’ tarzında yapılan resmi propaganda ancak aksi tesir yaratabilir. Bu vakıanın 219 yarattığı tesir ve akisler o kadar yaygındır ki bunu buğday fiyatlarına ilave yahut seçim arifesinde vaat ve kredi dağıtma gibi ufak taktik oyunlar hiçbir surette silmeye kadir değildir. Şu halde seçmen karşısında söylenecek sözler ve konuşulacak konular arasında işte hayat pahalılığı arttı, yahut iktisadi kalkınma ters çıktı gibi sözlerin fazla bir yer tutmasına lüzum kalmamıştır. Artık seçmen şahsi tecrübeleriyle ve ferdi idrakiyle mevcut iktidarın milli hayatı bir çıkmaza götürdüğünü sezmiş bulunmaktadır.”228 Forum’un bu yazısının Aydın Yalçın tarafından kaleme alınmış olduğu düşünülmektedir. Çünkü yazar kadrosu içinde liberal demokratların başını Aydın Yalçın çekmekteydi. Forum’un Hür. Partiye desteği konusunda Turhan Feyzioğlu, Bülent Ecevit gibi cumhuriyetçi demokrat yazarlar huzursuzluklarını dile getirmişlerse de, Hür. Partiye kimi cumhuriyetçi demokrat Forumcuların da katılması, üstelik bu partinin CHP karşısında ‘liberal demokrasi’ savunuculuğu yapmakta olması, dolayısıyla, aslında her iki partinin farklı seçmen tabanına hitap edeceği düşünülmesi sebepleriyle; cumhuriyetçi demokrat Forumcular, Derginin bu partiye desteğini, Forumcuların birliğini bozacak noktaya vardıracak tartışmalara konu etmemişlerdir. Bu tutumu, cumhuriyetçi demokratların, farklı görüşlere hoşgörü ile yaklaşmaları, kurucu düşünce üzerinde mutabakat zarar görmediği sürece, herkesin her ideolojiyi savunabilmesini hazmetmiş olmaları bağlamında açıklamak mümkündür. Cumhuriyetçi demokrat Forumcuların, Derginin Hür. Partiyi desteklenmesi konusunda gösterdiği mesafeli, isteksiz ama kabullenir tutumlarının bir örneği de, 1958 yılı ortasından itibaren liberal demokrat Forumcularda görülecektir. Liberal demokrat Forumcular, bir yıl önce cumhuriyetçi demokrat Forumcuların, Derginin Hür. Partiyi desteklemede gösterdiği hoşgörüyü, Derginin CHP’ye örtülü destek vermesinde göstereceklerdir. Zaten bunu takip eden süreçte de, Hür. Partinin CHP’ye katılması gündeme gelmiş ve Kasım 1958’de Hür. Parti kendini feshetmiştir. Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, 1957 seçimlerine giden süreçte, DP iktidar uygulamalarından muzdarip olan insanların sayısı artmış olmakla birlikte, DP hala arkasında geniş kalabalıkları tutabiliyordu. Forum’un iddia ettiği gibi yurttaş bilinçlenmiş değildi. Tabi bir yayın organının bir partiye açıktan destek vermesi durumunda hayal edilen bir tablonun var olarak sunulmasında da şaşılacak bir şey yoktur. Ayrıca bu ifadeler, bütün muhalefet partili okurların duygularına tercüman olmaktaydı. Forum’da, 1957 seçimleri yaklaştıkça Hür. Partinin farkını ortaya koymak için CHP’nin ‘bir ölçü olarak’ daha sık kullanıldığını görmek mümkündür. Örneğin bir başyazıda şöyle denilmektedir: “Bugün iktisadi bakımdan vasati olarak halkımızın 1950’den evvelki devreye nispetle daha fazla imkanlara kavuştuğuna şüphe yoktur. 228 Yapıcı Tekliflere Muhtacız, Başyazı, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957. 220 Mukayese 1950 ile değil 1953 yılı ile yapılırsa ancak o zaman, netice bugünkü durum aleyhine çıkabilir. Binaenaleyh bazı partilerin yaptığı gibi halk 1950’den evvelki hayat standardını, refah seviyesini aramaktadır, tarzında bir propaganda hakiki duruma uymayan bir teze dayanmaktadır. Diğer taraftan siyasi hürriyetler bakımından bugün şahit olduğumuz çeşitli suiistimaller, asap bozucu tutuma rağmen kimsenin, 1946’dan evvelki devreyi bugüne tercih edeceğini sanmıyoruz. 1946-1950 arasında, intikal devresinde kavuşulan daha geniş hürriyetlere rağmen itiraf etmek gerekir ki Batı ölçülerine uygun, ileri bir demokrasinin gerektirdiği birçok müessese ve hükümlerden 1950 senesinde dahi mahrumduk. Zaten onun için değil midir ki hürriyetleri kısma ve hukuk devleti esaslarını zedeleme hususunda 1946-50 iktidarını haklı olarak aratan DP, mevcut antidemokratik kanunları gidermek parolası sayesinde iktidara gelebildi. Bu gerçek dahi halkımızın amme hürriyetleri alanında çok daha ileriye gitmek istediğinin açık bir delilidir. Bugün memleket battı, batıyor yahut batacak tarzında feryatlarla, memleket zindana çevrildi, eski devirde mevcut hürriyetler imha edildi yakınmalarıyla halkı bugünkü rejimden dünkü rejime çevirmek imkanı yoktur. Halkı bugünkü rejimden yüz çevirtecek amil, ancak ve ancak mevcut şartlarla kaybedilen fırsatların mukayesesi, ufak bir gayretle istikbalde elde edilmesi mümkün kazançların karşılaştırılmasıdır.”229 1955 nüfus sayımına göre, 24 küsur milyon olan nüfusun %71’i, köylerde oturmaktaydı. Gene bu sayıya göre çalışan, faal nüfusun %66.64’ü bilfiil ziraatla uğraşmaktaydı. Bu durum, göstermekteydi ki Türkiye’nin iç politikasında en etkili söz sahibi zümre bir müddet daha köylüler olacaktı. Bu tablo ortadayken, Forumcuların Hür. Partinin seçimlerden başarılı çıkacağına dair inançlarını korumaları kendilerini kandırmalarından öte bir anlam taşımıyordu. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan köylü zümrenin oylarının nereye gideceğini tahmin etmek güç değildi. Seçimlerden önce Forum yurttaşın ne ile ne arasında seçim yapacağını şöyle ifade etmiştir: “Bugün karşımızda ne hürriyetlerimize mukabil, daha süratli kalkınma ve iktisadi refah ve ne de adil ve ahenkli bir cemiyet düzeni vadi mevcuttur. Yapacağımız seçme, karanlık kuvvetlerin, karanlık ve vuzuhsuz bir şekilde geveledikleri bugünkü gibi bir keşmekeş hali ile hür insanların yaşayacağı, adil ve müreffeh ve korkudan azade bir düzen arasında olacaktır. Hayale kapılmayalım, önümüzde tercih edeceğimiz yollar bu kadar açık ve aydınlıktır. Bir millet yaşama ve mesut olma şanslarını kaybetmek istemiyorsa, basireti kör kuvvetler tarafından tamamen bağlanmamışsa, mutlaka aydın bir yola doğru yönelecektir.”230 Seçim kanununda yapılan değişikliklerle vatandaşın sadece seçme hürriyeti değil aynı zamanda seçilme hakkı da Anayasaya aykırı olarak kısılmıştı. Anayasanın milletvekilliğine seçilmeye mani olan hallerine seçim kanundaki değişiklikle DP buna bir yenisini eklemişti: ‘Muayyen bir zaman içinde bir siyasi partiden istifa etmiş olmak hali.’ Böylece, herhangi bir sebeple bir siyasi partiden istifa etmiş olmak, mesela hırsızlık suçundan mahkum olmak veya hacir altında bulunmak veya da medeni haklardan ıskat edilmiş olmak gibi milletvekili seçilmeye mani bir hal 229 230 Niçin Sabırsızlanmayalım?, Başyazı, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957. Neyin Seçimini Yapıyoruz, Başyazı, Forum, sayı:84, 15 Eylül 1957. 221 sayılmıştı. Hiçbir demokraside benzeri bulunmayan bu tedbirin alelacele kanuna sıkıştırılmasındaki gaye herkesçe bilinmekteyken, bunu, DP’nin, siyasi ahlaksızlığı önlemek için yapılmış gibi gösterme gayreti, DP’nin zihniyetini ortaya koyması bakımından anlamlıdır. Partiler arasında seçim eşitliğinin kaldırılmış olduğu bir ortamda 1957 seçimleri yapılacaktı. Ayrıca, muhalefet partilerinin iktidar partisi ile propaganda gibi bir çok konuda eşit imkanlara sahip olmadığı koşullarda, örneğin muhalefete radyodan istifade veya basın organları aracılığıyla seçmenlere ulaşma yollarının tıkandığı antidemokratik bir seçim sürecine girilmişti. Seçim güvenliği söz konusu değildi. Nitekim hakimlerin üzerindeki baskıyı artıran ‘görülen lüzum üzerine’ emekliye sevk hükmü, 1954 seçimlerinden daha da zor bir döneme girileceğinin işaretlerini vermekteydi. Yüksek Seçim Kurulu üyeleri kanuni teminatlarını kaybetmişlerdi. Bu bağlamda sandıktan çıkacak olan neticelerin ‘ulusun iradesi’ olarak nitelendirilmesi mümkün değildi. Özetle, DP, her ne pahasına olursa olsun kendisinin iktidarda kalmasını sağlayarak ve muhalif partilerin kazanmasını önleyecek her türlü tedbiri almış olarak seçimlere gitmekteydi ve bunu da iktidar partisi olarak kendisinin en doğal hakkı görmekteydi. DP’nin bu tutumu, rakibinin elini kolunu sımsıkı bağladıktan sonra ‘haydi şimdi gel güreşelim’ diyen bir pehlivanın haline benzetmek yanlış olmayacaktır. Kaldı ki tarikatların ve bilhassa Nurcuların DP için oy toplama faaliyetleri göz önünde bulundurulduğunda seçimlerin adaletinden kuşku duymamak pek mümkün değildir. Nitekim bizzat Saidi Nursi’nin kendisine özel bir otomobil tahsis edilmiş ve DP lehine seçim kampanyasına katılmıştır. Bu bahiste Forum’da şöyle denilmektedir: “Yeşil şemsiyesi, kıyafet kanununa aykırı giyinişi, her şehirdeki mürteci mensuplarının himayesinde dolaşan Saidi Nursi, Meşrutiyet’ten bu yana memleket içerisindeki hareket ve faaliyetlerinden dolayı müteaddit takiplere maruz kalmış, fikir ve neşriyatından dolayı da Cumhuriyet devrinde mahkum edilerek eserleri toplatılmış ve kendisi Isparta’da ikamete mecbur edilmiştir. Ancak Demokrat Parti hükümetleri döneminde, öteden beri takip eder göründüğü faaliyetlerine, yeniden başlamış; 1957 seçimleri yaklaşırken de faaliyetlerini genişletmiştir. Kendisine Eskişehir Şoförler Cemiyeti tarafından hediye edilmiş olan hususi bir otomobil ile 1957 seçimleri esnasında Isparta ve civarında faaliyette bulunmuş ve gerici muhitlerde seçimlerin DP lehine tecelli etmesine çalışmıştır. Ankara, İstanbul, tekrar Ankara, Konya ve Eskişehir taraflarında seyahatlerde bulunmuş ve ziyaretler kabul etmiştir. Saidi Nursi, halk efkarını tenvir vazifesini deruhte etmiş olan gazetecilerden ve suallerinden kaçmaktadır. Talebeleri ve yakınlarının beyanlarına göre, bütün memlekette 600 bin müridi vardır. Müritlerinin sayısı bu kadar sarih bir şekilde belirtildiğine göre, ortada bir teşkilat mevcut demektir. Merkezi Isparta olduğu kuvvetle tahmin edilen bu teşkilatın büyük şehirlerde, ezcümle, Ankara, Samsun, Diyarbakır, Konya, Eskişehir ve muhtemelen İstanbul’da da şubeleri bulunduğu kanaati hakimdir.”231 231 Saidi Nursi Meselesi, Başyazı, Forum, sayı:140, 15 Ocak 1960. 222 Aynı yazıda Saidi Nursi’nin propaganda faaliyetleri yürütmesinin cezalandırılması gerekirken teşvik edilmesi ise şu şekilde eleştirilmektedir: “Eğer bu peygamberlik iddiasında bulunan şahıs, birçok kanunu hiçe sayarak yani Kıyafet Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Milli Selamet Kanunu, Ceza Kanunu gibi, serbestçe dolaşabiliyorsa, mevcut iktidar tarafından himaye görüyor demektir. Çünkü aynı iktidar, muhalefet mensuplarını, kanunların kendisine tanıdığı toplantı ve seyahat hürriyetlerinden, hem de dini siyasete alet etmedikleri yani suç işlemedikleri halde mahrum etmiştir. Saidi Nursi, ‘Nur Meyvaları’ isimli risalesine hiçbir serveti bulunmadığını ve halkın yardımı ile yaşadığını beyan ettiği halde, Konya’da tevkif edilen Nurcu bir hocanın üzerinde 43 bin liranın mevcut olması, üzerinde dikkatle durulacak bir noktadır. Yine, Ankara’da kendisi için tutulan evin iki aylık kirasının müritlerince ödendiği hadisesi üzerinde durulacak olursa, Saidi Kürdi’nin taraftarlarının kuvvetli ve mali bakımdan kaynağı meçhul yardımlar gören bir teşkilata bağlı olduklarına kuvvetli bir delildir. Saidi Nursi’nin yakınları daimi surette kendisini gazetecilerden kaçırmışlar, mülakat taleplerini de reddetmişlerdir. Yegane tavsiyeleri ‘Nur Meyvalarını okuyun’ olmuştur. Gazetecileri kabul edemeyecek kadar hasta olduğu, hasta olduğu halde doktora ihtiyacı olmadan kendi kendisini tedavi edebilecek kadar da ‘ilmi tıbba aşina bulunduğu’ söylenen 93 yaşındaki bu adamın Ankara’da bulunduğu zaman zarfında, DP’nin Şark vilayetleri mebuslarını kabul etmesi ve onlarla saatlerce görüşmesi ve fakat CHP li bir milletvekilini de kabul etmemesi üzerinde dikkatle durulacak ve Saidi Kürdi’nin esas maksadının ne olduğunu ortaya çıkarmaya yarayacak bir ipucudur.” Saidi Nursi’nin Demokrat Parti ile ilişkisini ortaya koyan şu sözler ise dikkat çekicidir: “Saidi Kürdi’nin ‘Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları DP cephesine topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risaleyi Nurlarla komünizm ve masonlukla savaşacağız. Müslüman demokratların göstereceği yardıma inanıyorum. Bundan ötürü birkaç kere Ankara’ya gittim. Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa sayın Adnan Bey ve Tevfik İleri ve sayın Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim’ şeklindeki sözleri, kendisini Millet Meclisi’nin üstünde gördüğünün ve daha ötesi açıkça Demokrat Parti için din propagandası yaptığının ispatıdır. Nur Meyvaları isimli risale Atatürk inkılaplarına aykırıdır. Senelerce elde etmek için uğraştığımız yeni sosyal nizamın fikren benimsemeye çalıştığımız Batı medeniyeti, böyle bir hareket karşısında ciddi olarak zedelenmez mi? Laik bir devlet nizamı içinde dini ibadet serbest olduğuna göre, din ile bir ilgisi olamayan bu hareketin kanunlarımızın müeyyidesi altında takibata maruz kalması icap ederken, bir de Demokrat Parti iktidarınca himaye görür bir şekilde tezahür etmesi ciddi bir endişe mevzuu olmaktadır.” 27 Ekim 1957 seçimleri yapılmış ve sandıktan DP iktidar partisi olarak çıkmıştı. Forum, seçimlerden hemen sonraki sayısında seçim sonuçlarının değerlendirildiği bir başyazı kaleme almıştır. Başyazıda şöyle denilmekteydi: “Seçimlerin neticesinden hiçbir partinin tam olarak memnun olduğu söylenemez. İktidar partisi oldukça büyük bir ekseriyetle işbalında kalmaya muvaffak olsa da, aldığı oyların adedinde ve nispetindeki önemli düşmeler, bu Mecliste daha az temsilciyle gelme durumuna intaç etmiştir. Bu seçimler CHP’yi de tam olarak tatmin etmemiştir. Bu parti işbirliğinden çekilip seçimlere yalnız olarak girme kararını verdiği zaman 223 millete karşı iktidarı yalnız başına devirme vecibesinin manevi mesuliyetini de yüklenmiş oluyordu. İşte bu sorumluluğu hissederek, seçim propagandasını ayarlamış ve iktidarı devirebilmek için altı ay sonra nispi seçim esasından seçimleri yenileme vaadinde bulunmuştu. Bu suretle kendi partisine mensup olmayan, taraflı tarafsız birçok vatandaşın da oylarını alarak 1954 yılına nispetle oy miktarını 650 bin kadar artırmış oluyordu. Fakat bütün bu gayretlere rağmen büyük bir rey kayması meydana gelmemiş ve iktidarı ele geçirmemiş olması, bu seçimlerden CHP’nin de tam olarak tatmin edilmediğini ifade eder.”232 Seçimlerde Hür. Partinin başarısız olmasını Dergi şöyle değerlendirmekteydi: “Daha önceki sayılarımızda demiştik ki, memlekette seçmen karşısına ‘CHP mi DP mi?’ tarzında bir seçme şıkkı koyarsak, netice hiç de parlak olmayacaktır. Çünkü bu takdirde seçmen 1950 ile 1957 devresini, CHP devresiyle mukayese edecek ve neticede de DP lehine reyini kullanmaya temayül edecektir, demiştik. Hakikaten CHP’nin takip ettiği seçim mücadelesi taktiği ve bunun basın tarafından da benimsenişi, halkı DP ile CHP arasında bir seçim yapmaya zorlamıştır. Seçmenin büyük bir kısmı DP’den memnun olmadığı halde reyini gene de DP lehine vermiş ve DP liderlerinin muarız olarak CHP ile karşılaşmaktan fazla çekinmedikleri seçim kampanyası esnasında söyledikleri nutuklardan açıkça anlaşılmıştır. Memleketin zengin mıntıkaları sayılan Batı Anadolu iktisadi sıkıntılar ve rejim buhranına rağmen, DP’nin iktidarda kalmasını CHP’ye tercih etmiştir. Rejim meseleleri bahsinde daha hassas olması gereken zengin ve şehirleşmiş bölgelerde DP’nin elan CHP’den daha fazla rey alışı hadisesi üzerinde ciddiyetle düşünmek lazımdır. CHP, Orta ve Doğu Anadolu gibi bazı fakir bölgelerde son yıllarda artan iktisadi sıkıntılar yüzünden oy almış görünmektedir. CHP’nin tek başına DP ile karşılaşmasında iktidarı alamayacağı yolundaki tahminimiz tahakkuk etmiştir. Tahminlerimiz arasında tahakkuk etmeyen yegane nokta Hür Partinin reylerinin bu kadar dağılmasıdır. Bu seçimlerde müşahede ettiğimiz diğer bir hususiyet, işbirliğinin tahakkuk ettirilemeyişi yüzünden halkın DP iktidarına karşı heyecanlı bir mücadele yoluna sevk edilmeyişidir. Seçimlere düşük iştirakin sebeplerinden biri de bu olsa gerekir.” 233 Forum, ayrıca, 1957 seçimlerinde nispi temsil sisteminin uygulanmış olması halinde, siyasi tablonun daha farklı olabileceğine işaret eder. Bununla beraber, iktidar partisinin oylarındaki gerilemelerin iktidar partisinin totaliter eğilimlerinde bir gerileme ile sonuçlanabileceğine dair tahminde bulunur. Şöyle denilmektedir: “1954 seçimlerinden sonra DP hükümetleri hürriyetleri tahrip yoluna sevk eden amillerden biri de seçimlerde muhalefetin zayıflamış olarak çıkmasıydı. Bugün durum tam tersidir. Bu bakımdan hükümet, Meclisteki adedi ekseriyetine güvense de bir evvelki devrede olduğu kadar muhalefetin haklarına tecavüz etme cesaretine sahip olamayacaktır.”234 Ancak Forum’un atladığı bir nokta vardı, DP li yöneticiler, oylarının düştüğü ve TBMM’de temsilci sayısının azaldığı gerçeğini dışarıda bırakarak, partisinin üç seçim üst üstüne halkın takdirini kazanmış olduğu savını ileri sürebilirlerdi, ki DP liler bunu yapmışlardır. 232 Seçimin Düşürdükleri, Başyazı, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957. Seçimin Düşürdükleri, Başyazı, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957. 234 Seçim Sonunda Türkiye, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957. 233 224 Forum, seçimlerden sonra bir müddet Hür. Partinin başarısızlığının değerlendirildiği yazılarda CHP’ye yüklenmişse de, bu, 1958 yılı başından itibaren azalmaya başlamış, yerini DP’ye yönelik yoğun eleştiri yapma eğilimine bırakmıştır. Zaten 24 Kasım 1958 tarihinde Hür. Parti de CHP’ye katılma kararı vermiştir. Bu noktada şunu hemen belirtmek gerekir ki Hür. Partinin bu tercihini etkileyen faktörlerden bir tanesi de seçim sistemidir. Çünkü Hür. Parti iki parti arasında süren rekabete bir üçüncü parti olarak iştirak etmiş, ancak DP’nin yerine geçememiş, bu başarısızlık sonrasında eriyerek yok olma ve bir parti ile birleşme seçeneklerinden ikincisini tercih etmiştir. Aslında, eğer Hür. Parti, DP’nin yerini alabilmiş olsaydı, Türk demokrasisi bundan çok karlı çıkabilirdi, demek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu kez rekabet kurucu düşünce üzerinde mutabık olan iki ideoloji arasında gerçekleşebilecek, DP üçüncü parti durumuna düşmüş olacağından eriyecek, nihayetinde Türk demokrasisi demokrat iki partinin rekabeti düzenine kavuşacak, bunun bir sonucu olarak veya buna eşlik eder şekilde, ülkenin kalkınmasına dair sorunlar gündemin baş maddesi olacak, tüm ülke iktisadi kalkınma için seferber edilebilecek ve az gelişmişlik tarihe gömülebilecek, Türk toplum yapısı değişecek, tüm bunların neticesinde de geri unsurlar marjinalleşecek ve Türk siyasetindeki etkilerini kaybedebileceklerdi. Öte yandan, bu varsayımlar, böyle olsaydı, Türk demokrasisi ilelebet korunaklı olacağı şeklinde yorumlanmamalıdır. Fakat bunlar gerçekleşmiş olsaydı, Türk demokrasinin bağışıklık sistemi güçlenmiş olacağından, her türlü totaliter eğilimle mücadele etmek, sonraki yıllarda daha kolay olabilecekti, bir diğer deyişle demokratik rejim kurumsallaşabilecek, Türk demokrasisi güçlenebilecekti. Aralık 1958’de köy, kasaba ve şehirlerde muhtar seçimlerinin bir yıl sonraya tehiri kararı alındı. CHP sözcüsü, 1957 seçimlerindeki aksaklıklar üzerinde ısrarlı şekilde durarak, muhtar seçimlerini bir kere daha tehir etmenin zararlarını belirtti ve teklifin reddini istediyse, de CHP’nin istemi reddedildi. DP, 1957 seçimlerinden önceki iktidar döneminde; muhtarlar ve ihtiyar heyetleri seçimlerinin ertelenmesi kararı almış, ancak ikinci bir erteleme kararı alacakken, bu kez seçilme yılını iki yıldan dört yıla çıkarmış, yani kanun değişikliğine gitmiştir. Ancak kanunda öngörülen dört yıllık sürenin de dolmasına yakın, seçimlerin yeniden tehir edilmesi kararı almayı uygun bulmuştur. Daha açık bir ifadeyle 1957 seçimlerinde oy oranını düşürmüş olmasına rağmen iktidar partisi, 1954 devresindeki uygulamalarından geri atmadığı gibi, artan oranda daha da radikal kararlar almaya devam etti. Meclisteki DP grubu iktidara açık çek vermiş olduğundan, Mecliste muhalefet milletvekillerinin itirazları pek anlam taşımamaktaydı. Forum, DP grubunun bu tavrını ‘memleketçi ölçülerden uzaklaşmak’ olarak nitelendirmiştir.235 235 Geri Bırakılan Seçimler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:113, 1 Aralık 1958. 225 Forum, seçim bölgelerinin yeniden tanzim edilmesi hususunda da yazılara sayfalarında yer vermiştir. Bununla beraber bu konudaki yazıların sayısının az olduğunu belirtmek gerekir. Bunun sebebini, seçim bölgeleri meselesinin seçim sisteminden bağımsız görülmediğinde aramak yanlış olmayacaktır. Ancak şunun da altını çizmek gerekir ki seçim sistemine dair yazılarda da seçim bölgeleri bahsine geniş ölçüde yer verilmemiş, birkaç cümle ile böyle bir sorunun da var olduğuna değinmekle yetinilmiştir. Örneğin Cemal Aygen bir yazıda bu konuya şöyle bir paragraf ayırmıştır: “Bazı kazaların nüfusu diğer bazı vilayetlerin nüfusunun iki veya üç misli olduğu halde, bir mebus çıkarmaktadır. Bu, adaletli değildir. Gerek nüfus gerekse seçmen sayısı itibariyle birbirine eşit seçim bölgeleri kurmak, birkaç ilçeyi birleştirerek bir tek seçim bölgesi ittihaz etmek, nüfusu çok fazla olan illeri bölerek yeni seçim bölgesi teşkil etmek…üzerinde uzun çalışmayı gerektiren bir meseledir. Henüz dört seçim geçirmiş olan memleketimizde bu hususta gidilecek olan değişikliklerde azami özen gerekmektedir. Aksi halde çıkabilecek olan karışıklıklar seçim sisteminden sağlanacak faydayı da asgariye indirir.”236 1951’den beri ara seçimi yapmamış olan DP iktidarı, 1959’da da ara seçimleri geri bırakmıştı. 1954’te iki yıl için seçilmiş olan köy muhtarları ve ihtiyar meclisleri ile şehir ve kasabalardaki muhtar ve ihtiyar heyetleri, üçüncü defa süreleri uzatılmak suretiyle, seçmenden almadıkları bir yetkiyi DP li milletvekillerinin bir bağışı olarak almışlardı. Kanunun açık hükmüne göre 1959 yılında yenilenmesi gereken il genel meclisleri ile belediye meclisleri seçimleri de 1960 sonbaharına bırakılmıştı Forum bu hususta şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Seçim yapmama kararlarının hukuki bakımdan milli hakimiyet ve Anayasa prensiplerine aykırılığı ve siyasi manası açıktır. Anayasamızın ve seçim kanunumuzun açık, amir hükümleri boşalan milletvekilleri için ara seçimi yapılmasını emrettiği halde, bir takım tefsir oyunlarına ve hukukla ilgisi olmayan mütalaalara sığınarak, Anayasa ve kanun dışı tatbikat savunulmak istenmişti. Hakikatte, siyasi mülahazalarla ve partizan hesaplarla, milli hükümranlığın temel müesseselerinden biri olan ‘seçim müessesesi’ feda edilmiştir. Hakikatte, seçimlerin yapılmamasının sebebi DP’nin bugünkü şartlar içinde bir seçim kampanyasının hararetli ve hareketli havasını göze alamamasıdır; seçimlerin sonucuna güvenememesidir. Seçimler yapılsa idi, bugünkü heyetler, geniş ölçüde, yerlerini muhalif parti mensuplarına terk edeceklerdi. Milletçe bu tehlikeli tutumu teşhis edip haklarımızı korumakta titiz olmalıyız.”237 27 Mayıs askeri müdahalesinin gerekçelerinden bir de DP’nin seçimlerden kaçmasıdır. Ara seçimler ve muhtar seçimlerindeki kaçış genel seçimlerden de kaçma eğilimine varmıştı. Normal şartlarda 1960 baharında yapılması beklenilen genel seçimlerin yapılmayacağına dair kanaat oluşmaya başlamıştı. Forum, bu çerçevede şöyle demektedir: “İktidar partisi kendisini 1960 baharında, genel seçimler yapılacağı beyanı ile açıkça bağlamak istemediği anlaşılıyor. Bununla beraber iktidar partisi kesif bir yer altı faaliyetine girmiştir. Saidi Kürdi ve benzerlerinin eteği altında, memleket bir baştan diğer başa taranmakta, iktidara 236 237 Cemal Aygen, Mutlaka Nispi Temsil, İncelemeler, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959. Seçim Korkusu, Başyazı, Forum, sayı:129, 1 Ağustos 1959. 226 yürek verecek bir ön hava hazırlamaya gayret edilmektedir. Bu yeni propaganda biçiminde milli kurtuluş günleri kullanılmaktadır. Günün karakterinden doğan, coşkun his ve duyguların izharı, iktidar partisinin liderine karşı taşınan duyguların tezahürü intibaını uyandıracak biçimde, radyo ile bütün yurda duyurulmaya çalışılıyor.”238 Forum, 1957 seçim sonuçlarından sonra, aydınların seçim neticelerini tahmin etmede başarısızlığının nedenlerini araştıran yazılara da yer vermeye başlamıştır. Bu, askeri müdahaleye kadar sürmüştür. Çıkan bu yazıları, Forum’un Hür. Partiye verdiği desteğin muhasebesi çerçevesinde değerlendirmek yerinde olur. Öte yandan, Forum, aslında aydınların Anadolu insanının seçim davranışlarını tespit etmedeki güçlüğüne vurgu yaparken, kendi hatasını kabul etmekle birlikte, bu gibi hataların Cumhuriyet sonrası Türk aydınlarının genelinde görüldüğüne işaret etmekte ve böylece Forum’un hatasının bir ölçüde mazur görülebileceği kanısını okurlarında uyandırmaya çalışmaktadır. Forumcuların kendi kendilerine sordukları sorular ise şöyledir: “Niçin sık sık yanılıyoruz? Bu yanılmalarımız yurdumuzu bütünüyle tanımamamızdan mı ileri geliyor?” Bu bahiste Forum’da yayınlanan Aziz Nesin’in incelemesindeki şu sözler dikkat çekicidir: “Birçok iller, ilçeler gördüm; oralarda bir partinin seçimi kazanmasının o partinin programı ile tutumu ile hatta adı ile hiçbir ilgisi yoktu. Oralarda seçimi, politika, parti kazanmıyor, herhangi bir adam kazanıyordu. Bir parti için, orada seçimi kazanmak, falan kişiyi aday olarak elde edip edememesine bağlı. Seçim şansını, aday listesine girdikleri parti lehine değiştirebilen kimseler olduğu içindir ki partiden partiye ayartmalar, aktarmalar da sık görülüyor. Şimdi siz, bir büyük kentte oturan bir aydınsanız, herhangi bir partinin seçimi kazanmasında, hürriyetleri, demokratik hakları, iktisadi meseleleri ilk plana alır, buna göre bir yargıya varırsınız. Ama hiçbir zaman bunların dışında Bay filancanın şu ilçede bir partiye seçimi kazandırabileceğini düşünemezsiniz. Bu yüzden Türkiye’de bir TürkGürcü meselesi çıkarılmıştır, bir Alevi-Sünni ayrılığı yaratılmıştır. Bunlar gazetelere bile geçmez, kamuya duyurulmaz, ama vardır ve var edilmiştir. Gizli gizli, bu ayrılık duyguları şişirilmiş, seçimlerde bundan yararlanma yolları aranıp bulunmuştur. Bütün bu bölge özelliklerini bilmeyen bir büyük kent aydını, elbette sanılarında yanılacaktır.”239 Yazı şöyle devam etmektedir: “Bir örnek vereyim. Burası bir Karadeniz ilçesidir. Bu zengin Karadeniz ilçesinde 1960 Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına karşı, gerçekte derebeylik düzeni yürürlüktedir. Yüzde yüz bir Ortaçağ derebeylik düzeni olmasa bile, yine de bir derebeylik kırması..O ilçenin başta ekonomik, sonra da buna bağlı bütün toplumsal düzeni üç büyük derebeyi ailesinin elinde. Şimdi durumun gülünçlüğünü şöylece gözünüzün önüne getiriniz. Bu üç derebeyi ailesi de ‘demokrasi!...’ diye bağırıyorlar. Bağırarak istedikleri demokrasi gerçekten gelirse, önce kendi derebeylikleri ortadan kalkmaz mı? Yani dayanaklarının temellerini sarsıyorlar. Ama onların demokrasi diye istedikleri, o ilçede kendi nüfuzlarının daha 238 239 Yeni Propaganda Örneği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:140, 15 Ocak 1960. Aziz Nesin, Seçimin Kazanılması, , İncelemeler, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960. 227 da genişlemesidir. Daha güçlü, daha sağlam duruma gelmek istiyorlar. Böyle olunca onlar için partinin adı hiç de önemli değil, bugün işlerine öyle geldiği için şu parti içinde ‘demokrasi’ diye bağırırlarken, yarın yine işlerine öyle geldiği için bir başka parti bayrağı altında ‘demokrasi’ diye bağırabilirler. Şimdi, bir büyük kentin içindeki aydın, hangi hesaplara dayanarak yanılmayacağı bir yargıya varabilir?” Yazı çarpıcı örneklerle şöyle dürmektedir: “Bir bölgede seçim öncesi tütüne verilen prim, başka bir bölgede fındığa verilen prim seçimi etkileyebiliyor. Bakınız, çay ekim bölgesinde, bir ‘iki buçuk yaprak’ işi var ki çay bölgesi dışında bunu bilen pek yoktur, sanırım. İşte bu ‘iki buçuk yaprak’ bile seçimler için önem kazanabilir. Çay, yerden 60 santim kadar yükselen bir bitkidir. Bu bitkinin dallarının ucundaki iki yapracıkla, en uçtaki filize ‘iki buçuk yaprak’ adı veriliyor. Çay fabrikalarının çay için, ekiciden aldığı işte bu iki buçuk yapraktır. Daha aşağıdaki yapraklarda tein maddesinin oranı düşüyor. Ekici, çok para kazanmak için, daha aşağıdaki yaprakları da satmak ister, fabrika almak istemez. Tekel’in seçimden önce iki buçuk yaprağı beş yaprağa çıkarması, çayın alış fiyatını artırması, yapma gübrenin bol ve daha ucuz verilmesi, o bölgedeki seçimlerde rol oynayabilir. Fındık kabuğunun bile seçimlerle ilgili olduğunu düşünebilir miydiniz? Fındık, iki milyon insanı ilgilendiren bir üründür. Fındık kabuğunun, bir bölgede halkın en başta gelen kış yakacağı olduğunu, bu yurt gezisine çıkmadan önce bilmiyordum. Fındık bölgenin çok yerinde belediyelerin dağıttığı fındık kabuğunun DP kartı ile, Vatan cephesi kartı ile alınabildiğini hesaplarsanız, fındık kabuğunun seçimlerdeki rolünü de anlamış oluruz. İlçelerin il yapılması için verilen sözler de artık herkesin bildiği bir seçim propagandasıdır. İl olacakları umuduyla muhaliflerin sustuğu ilçeler vardır. Samsun ile Bafra arasındaki sık ormandan bugün tek ağaç kalmamışsa, bu büyük ormanın ulu ağaçları, seçim kazanma uğruna şehit edilmişlerdir. Adapazarı ormanları, yarıdan çok azalmışsa, bu ağaçlar da seçim kurbanlarıdır. Herşey yine dönüp dolaşıp eğitime dayanıyor. Bizim de tahminlerimizde, yargılarımızda yanılmalarımız, dar çevremiz içinde sıkışıp kalmamızdan, yurdumuzu iyice tanımamamızdan ileri geliyor, sanırım.” DP’nin erkene alması beklenen, bir diğer deyişle 1960 Mayıs’ında yapılacağı sanılan genel seçimleri ertelemesi, Forum tarafından Nisan 1960’ta çıkan iki sayıda şiddetle eleştirilmiştir. 146. sayısında Forum şöyle demektedir: “Seçimin öne alınmak istendiğini gösteren ve son zamanlarda şahit olduğumuz başlıca olay ve faaliyetler şunlardı: Yeni bütçe çok kabarık bir masraf yekununa göre hazırlanmış ve istikrar programı bakımından zaruri olan bütçe denkliği esası tamamen unutulmuştu. Yeni masrafların bilhassa köy yolları, suları ve okulları ilgilendirmesi, tabiatıyla köylülere vaat edilen bu hizmetler ile oyların kazanılmak istendiği tahminine yol açmıştı. Fındığa ödenmekte olan ihracat primi 620 kuruşa yükseltildikten sonra, son olarak tütünün ihracat primi de 620 kuruşa çıkarılmıştır. Prim değişikliklerinin başlıca sebebi, büyük sayıda müstahsili ilgilendiren bu iki mühim maddenin dahili fiyatlarını yükseltmek ve bu suretle müstahsilleri seçim arifesinde memnun etmekti. Bütçenin kabulünden sonra Meclise beş haftalık uzun bir tatil verilmiştir. Bunda maksat, vekillerle DP’ye mensup mebusların memleket dahilinde propaganda ve nabız yoklaması seyahatlerine çıkmaları ve İstanbul’da başvekilin çeşitli zümrelerle temas etmesini sağlamaktı. İktidar, radyoda ve kendine tabi gazetelerde son 228 haftalarda memlekette DP’ye katılmaların fevkalade yükseldiği intibaını yaratmak istemiştir. İşadamları ve münevverler üzerinde tazyikler yapılmış ve bu tazyikler neticesinde DP’ye iltihak edenlerin isimleri zafer teranesi ile radyoda ve DP gazetelerinde ilan edilmiştir. Bu suretle DP lilerin maneviyatı yükseltilmek istenmiştir. Bayram sırasında İzmir’e giden başvekil yardımcısı, başvekile en yakın icra vekili sıfatıyla konuştuğunu ilan ederek seçimlerin ilkbaharda yapılacağını söylemiştir. Bu işaretler, başvekilin seçimleri 1960 ilkbaharında yapmak niyetinde olduğunu göstermekteydi.”240 Aslında bu beklentinin temel sebebi, 1961 yılından itibaren baş göstereceği tahmin edilen iktisadi sorunlar öncesinde başbakanın genel seçimlere gideceği varsayımıydı. Nitekim Ağustos 1958’de elde edilen dış krediler sayesinde ithalat yapılarak senelerdir mal kıtlığından kırılan piyasalara yeniden mal arz edilmiş olması, diğer yandan 1960’dan itibaren borç taksitlerinin ödenmesi mükellefiyeti dolayısıyla, ileride ve bilhassa 1961’de ithalat imkanlarının yeniden daralması ve mal buhranlarının belirmesi tehlikesi mevcuttu ve bu tehlike sonrasında Menderes’in genel seçimlere gitmesi halinde iktisadi buhranın ağır sonuçlarından kaynaklı tekrar iktidara gelemeyecek olması muhtemeldi. İşte bu noktadan hareketle, aydınlar ve tabii Forumcular 1960 yılı içinde bir erken seçim beklemekteydiler. Ancak 1960 Mart’ından itibaren DP’nin seçimlere gitmeyeceğine dair işaretler görülmeye başlamıştı ve nihayetinde Nisan 1960’da iktidar, genel seçimlerin geriye bırakıldığını ilan etti. Forum bu hususta şöyle demekteydi: “DP’nin kazanma şansları bakımından öne alınması icap eden bir seçimi tehir etmeye sevk eden husus nedir? Bu karar, seçimler öne alınsa dahi, seçimin kaybedileceği korkusunun kuvvetlendiğini gösteriyor.” DP’nin normalde 1961 yılında yapılacak olan seçimleri, olası iktisadi buhranının etkisi ile seçimlerde oy kaybetmemek için seçimleri öne çekmeye niyetlenmiş, Kayseri hadisesinden sonra da 1960 Mayıs’ında genel seçimlere gitmekten geri adım atmıştı. Bilindiği üzere 3 Nisan 1960 tarihinde yapılacak olan Kayseri İl Kongresi’ne katılmak için CHP genel başkanı Kayseri’ye gitmeye karar vermiş, Kayseri valisi İnönü’ye gelmemesi yönünde uyarıda bulunmuş, İnönü ise gitmekte kararlı olduğunu ifade etmiş, İnönü tren ile yola çıkmış ancak vali treni Kayseri yakınlarında durdurmuş, İnönü trenden inip Kayseri yönünde arabayla devam etmeye koyulmuş, bunun üzerine Yeşilhisar’da askeri kuvvetlere vali barikat kurdurmuş, İnönü ise arabadan inip yürüyerek barikatı aşmaya yönelmiş, askerler de valinin emirlerine karşı çıkarak barikatı açmışlar ve İnönü’ye sevgi gösterisinde bulunmuşlardı.241 İşte Menderes’i bu olay çok etkilemiş ve seçimleri 1960 Mayıs’ında yapmama yönünde karar almaya sevk etmişti. Kayseri hadisesi DP’nin sonunun başlangıcı olmuştu. Çünkü Menderes bu olaydan sonra CHP’nin kapatılması için tahkikat komisyonu kurulması kararını almıştı. Aslında CHP’nin kapatılması düşüncesi CHP’nin mallarına el konulmasından itibaren DP gündeminden düşmemiş bir plandır. 21 Eylül 1958 tarihinde İzmir’de 240 241 Seçimler Geri Bırakılıyor, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:146, 15 Nisan 1960. Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, cilt III, İstanbul:Remzi Kitabevi, 1980, s.386-390. 229 yaptığı konuşmada Menderes, bu planı gerçekleştirmeye dair isteğini açıkça ifade de etmişti. Ancak DP yöneticilerinin bu hayalleri gerçekleşemeyecektir. Tahkikat komisyonunun göreve başlaması ile, büyük kentlerde asker ve sivil, öğrenci, meslekli tüm aydınlar sokaklara dökülecektir. Burada Demokrat Parti Meclis grubunun tahkikat komisyonu kurulmasına giden yolda nasıl bir anlayış içerisinde olduğunu göstermek bakımından 21 Nisan 1960 tarihinde parti grubu toplantısından ilginç bazı sözleri nakletmek yerinde olur. Grupta konuşan milletvekilleri birbiriyle yarışır şekilde demokrasi ile bağdaşmaz sözler etmişlerdir. Mesela Ahmet Hamdi Sancar şöyle demiştir: “Demokrat Parti grubunun ekseriyette olması itibariyle TBMM’nin hüviyetini taşıdığını, Türkiye’nin ve milletin bütün mukadderatına hakim bulunduğunu ilan etmek ve kabul ettirmek lazımdır……Şimdi artık tahkikat yapma için değil, meydanda gezen suçluyu muhakeme etmek için mahkeme kuracaksınız. Yapılacak iş budur. Suçlu meydandadır.” Sancar’ın işaret ettiği suçlu CHP’dir. Şu halde bütün CHP liler suçlu olarak idam edilebilirlerdi. Nitekim Nusret Kirişçioğlu şöyle demekteydi: “….Memlekette hakiki sükunun kurulması için bir an evvel bir hususi mahkemenin kurulması zaruridir.” Bahadır Dülger’in şu sözleri ise Türk siyasal yaşamında Demokrat Parti’yi ‘demokrasinin simgesi’ konumuna getirmeye çalışanlara bir hatırlatma olması bakımından önemlidir: “İsmet Paşa ölür ama leşi ortada kalır. Tefessüh etmiş leşi zihniyeti kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. Başvekilimiz, başımız ve büyüğümüz olarak, mahkemelere intikal edecek davalar yolu ile bu işin halledilemeyeceğini söyledi…..Anayasaya muhalefet var, yok. Teknik komisyon onu tetkik etsin. Fakat kurduğumuz tahkikat komisyonuna acil ve müessir müeyyidelerle salahiyetlerin verilmesi zaruridir. Hareketleri takip ve tahkik edecek ve hükme bağlayacak hususi salahiyetli mahkemelerin kurulması bugün bir mecburiyet halindedir.”242 Zeki Erataman ise şöyle demiştir: “….ne pahasına olursa olsun CHP lilerin teşri masuniyetlerini kaldırmak zaruretindeyiz. Mebusu tevkif edeceğiz. Kanunda yeri varmış, yokmuş, tıkarız içeriye. Kanunu da, sonra çıkartırız. Başta Sıdık Sami Onar içeri girecek.” 243 Bu sözleri söyleyen kimselerle ilgili olarak Yasssıada mahkemesinde Demokrat Parti liderlerinden Celal Bayar’ın şu sözleri ilginçtir: “Bu kanunu hazırlayanlar, menfaat saiki ile memleketi zarara sokacak insanlar değildiler.” Hatırlatmak gerekir ki DP liler, tahkikat komisyonunun kurulması hakkındaki kanun tasarısını Meclis Genel Kuruluna ‘İstiklal Mahkemelerinin bir benzeri olduğunu’ beyan ettiler. Nitekim Hadi Tan ile Reşat Akşemsettinoğlu’nun tahkikat komisyonu ile istiklal mahkemesi arasında paralellik kurduğu konuşmalarının akabinde CHP milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata şunları söylemiştir: “Arkadaşlar…Açık ve cesur 242 Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisinin Mevkii II, Ankara:Ayyıldız Matbaası, 1965, s.34. 243 Fahir Giritlioğlu, 1965, a.g.e., s.35. 230 olunuz, tasarının başlığını şöyle yazınız: ‘CHP ve Basın aleyhine tahkikat yapmak için kurulan DP encümenine, Anayasa dışı fevkalade salahiyetler verilmesi hakkında kanun teklifi’ Böyle deyiniz ki perde tam açılsın!” 244 Perde açılmış ve perdenin açılışıyla Türk ulusu sevince boğulmuştu: Türk Silahlı Kuvvetleri, ulus adına, antidemokratik DP iktidarını düşürmüştü. Nadir Nadi 27 Nisan 1960 tarihinde Cumhuriyet’teki ‘Nasıl Bir Rejime Gidiyoruz?’ başlıklı yazısında tahkikat komisyonu bahsinde şunları yazar: “Bugün Büyük Millet Meclisinde görüşülecek olan kanun teklifi kabul edildiği takdirde, artık Türkiye’de hürriyet rejiminin göstermelik kabilinden olsun yürürlükte bulunduğunu, ne içeride ne de dışarıda kimseye kabul ettiremeyeceğiz. Büyük Millet Meclisi tarafından Soruşturma Komisyonuna tanınması istenen yetkiler, Anayasanın vatandaşlara sağladığı hak ve hürriyetleri tamamen ortadan kaldıracak kuvvettedir. Komisyon dilediği kimseyi, dilediği gibi sorguya çekecek, evlerde, bürolarda araştırmalar yapacak, her türlü evrak, vesika veya eşyayı zapt edebilecek, vatandaşlara ceza verebilecek, gazeteleri toplatabilecek, matbaaları kapatabilecektir. Komisyonun bu tasarruflarına karşı vatandaşa hiçbir itiraz hakkı tanınmamaktadır. Bu şartlar altında bir hukuk rejiminin himayesi altında yaşadığımızı iddia etmek güç olacaktır. Ama buna rağmen iktidar sorumluları ne kendilerini, ne de yurdumuzu, özlenen huzura kavuşturamayacaklardır. Hukuka ve adalete sırt çevirenleri bekleyen akıbet, eninde sonunda hüsrandır. Hukukun olmadığı yerde orman rejimi hüküm sürer. Haklı haksızı değil, kuvvetli zayıfı yener. Böyle bir idare anlayışı ise insan tabiatına aykırıdır, uzun zaman payidar olamaz.”245 2.Siyasi Partiler Türkiye’de partiler arasındaki mücadeleyi 1908’den itibaren başlatmak yerinde olur. Abdülhamit’in istibdat rejimini devirmek için Jön Türklerin birleşmesiyle oluşturulan İttihat Terakki, içinde farklı gayelere sahip kimseleri bulundurduğundan, istibdat rejiminin devrilmesinden sonra parçalanmış ve ortaya yeni partiler çıkmıştır.Ancak İttihat Terakki içinden kopan bu partiler, İttihat Terakki’nin güçlenmesiyle, siyasi alandan silinmişlerdir. İttihat Terakki, 1918 yılına kadar yedi yıl tek parti olarak kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve Osmanlı’nın bu savaştan ağır kayıplarla çıkmasının faturası İttihatçılara kesilmiş ve bu da, İttihat Terakki’nin sonunu hazırlamıştır. Kurtuluş Mücadelesi sırasındaki müdafaa-ı hukuk hareketleri particiliği reddetmiş olmakla birlikte, önceleri Halk Fırkası olarak anılacak olan CHP’nin bu hareket içinden çıkmış olduğunu söylemek mümkündür. Cumhuriyetin ilanından sonra Devrimin yerleştirilmesi sorumluluğu bu partinin omuzlarına yüklenmiştir. 1923 senesinden 1945 senesine kadar, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tecrübeleri hariç olmak üzere, 1923-1945 arasında CHP siyasal yaşamdaki tek parti olmuştur. Bu dönemde çok partili yaşama geçme girişimlerinde 244 Fahir Giritlioğlu, 1965, a.g.e., s.36. Nadir Nadi, Atatürk İlkeleri Işığında Uyarmalar-Bir İflasın Kronolojisi 1950-1960, İstanbul: Cumhuriyet Yayınları, 1961, s.312. 245 231 bulunulmuş olması itibariyle, dönem için ‘tek parti rejimi’ ifadesini kullanmanın uygun olmadığı düşünülmektedir. Zaten, eğer bu yıllarda tek parti rejimi hakim olmuş olsaydı, çok partili yaşama, tecrübe edildiği şekilde sorunsuz geçmek mümkün olmazdı. Çok partili yaşama geçtikten sonra, geniş bir parti içi koalisyona sahip CHP’nin içinden bir grup ayrılarak Demokrat Partiyi kurmuş ve böylece 1946 seçimleri çok partili ilk seçim olmuştur. Cumhuriyetçi demokrat ideolojiye sahip CHP karşısında, liberal demokrasi ideolojisini savunan Demokrat Parti 1946-1950 devresinde özellikle aydın kesimden destek almıştır. 14 Mayıs 1950 seçimleri yapılmış ve bu seçimlerden DP birinci parti çıkmış, CHP kendini muhalefette bulmuştur. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki CHP içindeki cumhuriyet kadrosunun sağduyulu tavrı sayesinde 1950 seçimlerindeki iktidar değişikliği sakin ve sarsıntısız gerçekleşmiştir. DP kurulduğu ilk zamanlarda homojen bir parti değildir. Farklı eğilimler, CHP karşıtlığı üzerinden bu partide yer almıştır. Mesela 1946 seçimlerinde CHP’nin iktidara seçilmesinden sonra, DP içinde Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Cami Baykurt gibi isimler CHP ile demokratik yolla mücadele etmenin mümkün olmadığını iddia etmişlerse de Celal Bayar tarafından bu doğru bulunmamıştır.246 Bu hareketten başka, 12 Temmuz Beyannamesinin yayınlanmasından sonra İnönü karşıtlığı ile bilinen Yusuf Hikmet Bayur önderliğinde DP içinde ikinci bir hareket oluşmuştur. Bu grup da, İnönü’nün bu beyannameyi yayınlamaktaki amacının demokratlıkla ilgisi olmadığını, İnönü’nün CHP ile mesafeli durmasının olanaksız olacağını iddia etmiş ve bu beyannameyi ‘Demokrat Parti ruhunu’ öldürmek için hazırlanmış bir tertip olarak değerlendirmiştir. Ancak DP yöneticileri bu grubun iddiasını da doğru bulmamışlar, aksine beyannameyi olumlu karşıladıklarını belirtmişlerdir. Bu iki grubun ortak tarafı DP yöneticilerinin CHP ve İnönü’ye karşı partinin etkin bir mücadele vermediği iddiasıydı. Onların bu ortak iddiası DP’nin Birinci Büyük Kongresinde ciddi tartışmalara sebebiyet vermişti. Bayar, Kongrede şöyle konuşmuştur: “Pekala arkadaşlar siz kestirmeden gitmek istiyorsanız kılıcınız keskin olsun. Biz hukuk yollarından ayrılmayacağız. Sırtımız teneşire deyinceye kadar biz hukuk yolu ile mücadele edeceğiz. Bize inananlar kalır, size inananlar sizinle gider.”247 DP içi mücadelenin kamuoyuna yansımasından sonra 1948’de, yöneticileri komünistlere alet olmakla suçlayan Kenan Öner, partisinden istifa etmiştir. Nitekim Kenan Öner’in kimi asılsız iddialarıdır ki, sonraki yıllarda, DP’nin başlarda CHP’nin denetiminde bir parti olduğu ve hatta DP yöneticilerinin gerçek muhalefet yapmak istemedikleri yönünde şüpheler uyandırmış, kimi Devrim karşıtları ise bu şüpheleri olgunlaştırmaya çalışmışlardır. Aslında 1950 seçimlerinden DP’nin birinci parti 246 Ağaoğlu, 1992, a.g.e., s. 414. Mehmet Ali Birand, Demirkırat:Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul: Doğan Yayıncılık, 2001, s.46. 247 232 olarak çıkması, bu şüpheleri tamamen silecektir, ancak 1947 yılında bu şüphe varlığını sürdürmüştür. Öner’in istifasından sonra muhalif bir grup milletvekili de DP’den ihraç edilir. Bu isimler bir araya gelir ve 20 Temmuz 1948 tarihinde Millet Partisini kurarlar.248 Bu partinin kurulmasıyla Mecliste üç partili bir düzen oluşur. Bu üç parti dışında bir de DP kurultayının haklarında vereceği kararı bekleyen on milletvekili vardır ki bunlara ‘Müstakil Demokratlar’ denilmektedir. Müstakil Demokratlar, ihraç kararının onanmasından sonra bir müddet beklerler ve 5 Temmuz 1949 tarihinde Millet Partisine girerler.249 Gerici unsurlarca desteklenen Millet Partisi 1950 seçimlerinde bir milletvekili çıkarabilmiştir. DP içinden muhalif grupların temizlenmesinden sonradır ki DP’nin homojen bir parti özelliği göstermeye başladığı söylenebilir. Bu bağlamda şunun hemen altının çizilmesi gerekir ki DP içinden ayrılan grupların gerici unsurlar oluşu ve onların aşırı niyetleri, onların bu niyetlerinin DP yöneticileri tarafından tasvip görmemesi, kamuoyunda DP’nin bir liberal demokrat parti olduğuna dair düşünceleri güçlendirmiştir. Özellikle Anglosakson memleketlerdeki basın organlarında DP’nin seçimleri kazanması Türk demokrasisi için bir merhale olarak görülmüştür. Ayrıca, 1950 seçimleri her ne kadar CHP için sürpriz olmuşsa da cumhuriyetçi demokratlar Devrim sürecinin tamamlanmasında liberal demokrat bir yaklaşımın elverişli olmadığını düşünseler de, DP’nin iktidara geçtikten sonra, Devrim sürecini geriye götüreceğini, kurucu düşünce zeminine zarar vereceğini kestirememişlerdi. Aslında bunu dönemin hiçbir aydını kestirememiştir. Bu noktada şunu söylemek gerekir ki, Devrim sürecinin yerleştirilmesinde, cumhuriyetçi demokrat ideoloji ile liberal demokrat ideoloji farklı yöntemler kullanılmasını savunmaktaydılar. DP kuruluncaya kadar bu farklı yöntem kullanılması konusu CHP içinde de çok zaman tartışmalara neden olmuş ve hatta tek parti döneminde CHP farklı grupların ve düşüncelerin bir koalisyonu görünümü vermiştir. Kuşkusuz bu koalisyonu birbirine bağlayan Devrim ilkeleridir. Bununla beraber farklı görüşlerin ortaya çıkması da tam da bu ilkelerin farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktaydı. Ancak hemen belirtmek gerekir ki CHP içinde asli iki cephe vardı: Liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat cepheler. Atatürk’ün ölümünden sonra cumhuriyetçi demokrat cephenin parti içindeki etkinliği artmıştır. Bu ise genellikle Türk siyasal yaşamında Atatürk’ün liberal demokrat olduğu varsayımına delil olarak gösterilir. Oysa ki Atatürk hayattayken sadece her iki cephe arasında dengeleyici rol oynamış, liberal demokratların zayıf olması sebebiyle, kimi zaman onlardan yana ağırlığını koymuştur. Atatürk’ün ölümünden sonra CHP içinde güç ağırlığının cumhuriyetçi demokrat cepheye geçmesi, liberal demokratlar tarafından o vakit ve sonraki dönemde çokça 248 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara:Türk Tarih Kurumu, 2000, s.307. 249 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1998, s.67. 233 eleştirilmiştir. 1946-1950 arasında aydınların DP’yi desteklemesinin sebebini de burada aramak gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonunda, Avrupa’ya kurtarıcı olarak giren ABD’de liberal demokrasi ideolojinin hakim olduğu, ilaveten, ABD’nin savaşın yaralarını sarmak için Avrupa’ya desteği ve bu destekle beraber Avrupa’ya tesir eden liberal demokrasi ideoloji, Türkiye’nin yerini dar anlamda Avrupa’da geniş anlamda Batıda tayin etmesi, savaş esnasında ise Avrupa’da totaliter eğilimlerin hakimiyeti ve bunların işlediği insanlık suçları, bu insanlık suçlarının hesabını soran ideolojinin liberal demokrasi olması gibi saikler bir arada düşünüldüğünde, Türkiye’de liberal demokrasiyi savunmak üzere kurulmuş olan Demokrat Partiye verilen desteği anlamlandırmak güç değildir. Dolayısıyla cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin Türk siyasetinde ivme kaybetmesini dünyadaki gelişmelerden bağımsız değerlendirmek pek olası değildi. Kaldı ki Savaş sonrası dönemde ABD’nin dünya iktisadi, siyasi ve toplumsal yaşamına olan etkisiyle, aydınların ve pek tabi Türk aydınlarının da kıta Avrupa’sı yerine ABD’de eğitime gitmeye başlamasıyla, doğal olarak ABD’den bir değerler ithalatı süreci yaşanmıştı. Aslında Türk aydınlarının tanıdığı ilk Anglosakson memleket ABD değildi, İngiltere’yi tanıyorlardı. Ancak İngiliz demokrasisinin tarihi gelişimi Amerikan demokrasisi ile mukayese edildiğinde, Türkiye’de tatbik edilebilmesi açısından Amerikan demokrasi modeli daha uygun gözüküyordu. Yine bununla ilişkili olarak, Fransız demokrasi modelinin de, Türk ve Fransız tarihleri mukayese edildiğinde, Türkiye için pek de uygun bir model olmayacağı düşüncesi gelişmeye başlamıştı. Gerçi Amerikan tarihi ile Türk tarihi arasında da paralellik kurmak zordu, nitekim Fransız Devrimi özelliklerinin Türk Devrim özelliklerine daha yakın olduğu da ortadaydı. Ancak İkinci Dünya Savaşını kazanan ABD ve ABD’nin liberal demokrasi ideolojisiydi. Bunun bir sonucu olarak da zaten Türkiye’de özellikle 1950 li yıllarla birlikte, Amerikan yardımının artması ve savaş sonrası Türkiye ekonomisinin düzlüğe çıkmasının nimetlerini 1950’den sonra göstermesi, DP politikaları ile yaratılan ekonomideki suni bolluk, bunun ülkede 1953 yılına kadar göreceli bir iktisadi rahatlık sağlaması gibi hadiseler bir arada düşünüldüğünde, Türk siyasetinde ve fikir hayatında cumhuriyetçi demokrasi ideolojisini savunmanın ‘arkaik bir ideolojiyi’ savunmak şeklinde algılanmasını anlamlandırmak kolaylaşmaktadır. Öte yandan bir gerçek vardı ki, o da, Türkiye’nin kendine özgü iktisadi ve toplumsal yapısı, siyasal kültür düzeyi düşünüldüğünde ve hatta Osmanlı zihniyetinin tamamen silinememiş olduğu hatırlandığında, Devrim sürecinin tamamlanması, ki bu, demokratik rejimin kurumsallaşması ve ekonomik ve toplumsal olarak gelişmenin/kalkınmanın temin edilmesi demekti, liberal demokrasi ile gerçekleşmesi oldukça güçtü. Güç olmaktan öte, bu ideoloji, başarının zamana yayılacak hamlelerle sağlanmasını gerektirmekteydi. Öte yandan cumhuriyetçi demokrasi, söz konusu amaca ulaşmada daha elverişli gözükmekteydi. 234 Bu iki demokrasi ideolojisine sahip iki parti ele alındığında, görülür ki; liberal demokrat bir parti seçimlerde aldığı oylara dair niceliksel, oysaki cumhuriyetçi demokrat parti ise niteliksel bir değerlendirme yapar. Seçim sürecinde işbirliği, liberal demokrat partilerde salt çıkar mutabakatları ile gerçekleştirilir; cumhuriyetçi demokrat partilerde ise partilerin birbirlerinin haklarını gözettiği bir anlaşma biçiminde gerçekleşir. Hemen belirtmek gerekir ki bu tasnifler birer modeldir, siyasal yaşamda partilerin bu modele birebir oturması beklenmez ancak şu da var ki pratikte partiler modelin esas unsurlarını taşırlar. Liberal demokrat bir parti oy girdisi ve güç çıktısı hesabı yapar, çünkü onun için tek dava yönetim gücünü ele geçirmektir; cumhuriyetçi demokrat parti ise seçim başarısını hükümet kuracak çoğunluğa sahip olmak şeklinde tanımlamaz, çünkü yöneten toplumun bizatihi kendisidir ve hükümet bir encümen olarak, programı yürütür. Her iki partinin seçim sürecinde yürüttükleri kampanyalar da birbirinden farklıdır. Liberal demokrat parti bireysel mutlulukların doyurulacağı mesajını verirken, cumhuriyetçi demokrat parti ise yurttaşa bütünün veya ulusun kuruluş felsefesini hatırlatmayı yeğler. Mesela 1954 seçimlerine giderken CHP’nin ekonomik politikalar ekseninde, özellikle Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanununu eleştirmesi ve bu kanunlar ile Osmanlı’nın son dönemindeki Düyun-u Umumiye arasında paralellik kurması, Türk ulusunun yabancılarla iktisadi kurtuluş savaşı da yapmış olduğunu hatırlatması bu çerçevede değerlendirilebilir. Öte yandan 1957 seçimlerinde Hürriyet Partisinin ekonomik politikalar ekseninde, iktidara geldiğinde, Milli Koruma Kanununu kaldıracağı vaadi onun bir liberal demokrat parti olduğunun göstergesidir. Şunun altını çizmek gerekir ki, liberal demokrat parti iyidir veya kötüdür, ya da cumhuriyetçi demokrat parti iyidir veya kötüdür şeklinde genel bir iddiada bulunmak bilimsellikten uzak olur. Çünkü her ülkenin kendine özgü iktisadi ve toplumsal yapısı vardır. Bununla beraber Türkiye’nin 1950-1960 arasında modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreçlerinin yani Devrim sürecinin tamamlanmasında, cumhuriyetçi demokrat bir parti iktidarı daha yararlı olabilirdi. Çünkü başka memleketlerin yüzyıllar sonucunda ulaşmış olduğu bir hedefe otuz-kırk yılda ulaşma gayesi güden az gelişmiş bir memleket, ancak cumhuriyetçi demokrat bir ideoloji ile hızlıca hedefine erişebilirdi. Öte yandan şunu da hatırlatmak gerekir ki DP, eğer on yıllık iktidarı boyunca, 1946-1950 arası savunuculuğunu yaptığı liberal demokrasi ideolojisini pratikte uygulasaydı, yine modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreci tamamlanabilirdi. Bununla beraber, liberal demokrasinin kurama içkin sorunlarının, bu sürecin tamamlanmasında, sisteme olduğu gibi nakil olabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Son tahlilde, kurucu düşüncenin sağlamlaştırılması ve demokrasi ideolojilerinin yaşam alanı bulabilmesi açısından, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin daha elverişli olduğu varsayılmaktadır. DP, 1954 seçimlerine hazırlanırken siyasi ortam üzerindeki baskılarını daha da artırmaya başlamıştı. 16 Temmuz 1953 tarihinde Meclisi olağanüstü toplantıya 235 çağıran DP meclis grubu, antidemokratik kanun tasarılarını Meclisten geçirmeden Meclisin tatile çıkmamasına karar vermişti.250 Bu kanunlar, üniversite öğretim üyelerinin politika yapmasını yasaklayan 21.07.1953 tarihli üniversite kanununda değişiklik yapan kanun ile vicdan özgürlüğünü koruma kanunu, basının verdiği isimle ‘milli selamet kanunu’ idi. Kanunla dinin siyasi amaçlar için kullanılması önlenecekti.251 Kuşkusuz bu önlemi, DP’nin siyasi amaçlar için dini kullanmasını kendi tekeline alması şeklinde yorumlamak yerinde olacaktır. Çünkü DP, milli selamet kanunu ile aslında Millet Partisinin faaliyet alanını daraltmıştı, ancak aynı alanı kendine açmıştı. Nitekim bu kanunlarla ilgili olarak Kasım Gülek’in şu ifadesi ilginçtir: ‘DP dolambaçlı yollardan seçimi kazanmak istiyor.’252 Ekim 1953’te iktidar muhalefet ilişkileri iyice gerginleşmiştir. CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesine dair Menderes, ‘Moskova radyosunun yayınlar kadar iğrenç’ ifadesini kullanmıştır, yani DP kurmaylarına göre bu gazete ‘yıkıcılık ve bozgunculuk’ yapmaktadır.253 Bu ifade, DP’nin 1950 öncesinden çok farklılaştığını ortaya koymaktaydı. Nitekim Aralık 1953’te çıkartılan ‘CHP Malları Kanunu’ ile DP, demokrasi yolundan ayrıldığını açıkça gösterecektir. Bununla beraber Menderes, Ocak 1954’te, basın mensuplarıyla yenilen bir yemekte siyasal tabloyu liberalleştireceğini, buna dair reformlar yapacağını, 1950-1954 döneminin bir geçiş dönemi olarak değerlendirilmesi gerektiğini, 1954 seçimlerinden sonra yepyeni bir Türkiye tablosu yaratılacağını söyler.254 Basın mensuplarını umutlandıran bu konuşma aslında pek masum bir konuşma değildir. Kaldı ki Türk demokrasisi için sevindirici bir beyanat hiç değildir. Çünkü Menderes, liberalleşme yönünde taahhütte bulunurken, aslında CHP’yi Türk siyasal yaşamdan silmek ile demokrasinin kurumsallaştırılması arasında paralellik kurmaktaydı. Bu tarz bir düşünce ise demokratlıkla bağdaşan bir düşünce değildir. Zaten Menderes, 1950-1960 arası icraatlarıyla, liberal demokratik bir rejim tesis etme kisvesi altında, kurucu düşünce zeminini yurttaşların altından çekmiştir. Şubat 1954’te Millet Partisi kapatılmıştır. Ancak kapatılan bu partinin yerine Cumhuriyetçi Millet Partisi kurulmuştur. Bu yeni kurulan parti de gerici oyları almaya aday olmuştur. Bu dönemde İnönü’nün bu partiye destek vermesi Türk siyasal yaşamında çokça tartışılan konulardan birisini teşkil etmiştir. Nitekim kimi aydınlar, İnönü’yü gerici unsurlarla işbirliği yapmakla suçlamışlardır. Hadisenin aslı şöyleydi: ‘CMP, 13 Mart 1954 tarihinde yayınladığı bir beyanname ile muhalefet partiler ile yaklaşan genel seçimlerde işbirliğine gitmek istediğini ilan etmişti. CHP genel idare kurulu, işbirliği çağrısına cevabını 14 Mart 1954’de bir tebliğ yayınlayarak vermişti.’ CHP şöyle diyordu: “Hukuk devletinin teminatlarını biran önce tamamlamak zoru vardır. Bunu yapacak bir idarenin kurulmasına çalışmak gerekir. Bu, her türlü 250 Cumhuriyet, 17 Temmuz 1954. Cumhuriyet, 21-25 Temmuz 1953. 252 Cumhuriyet, 7 Ağustos 1953. 253 Cumhuriyet, 24 Ekim 1953. 254 Cihat Baban, Politika Galerisi (Büstler ve Portreler), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970, s.151-152. 251 236 ayırıcı parti menfaat ve mülahazalarının üstündedir. Bunun için, illerdeki teşkilatlar, laik Cumhuriyet ve inkılap umdelerini programlarında kabul etmiş olan ve bu umdeleri de seçim beyannamesinde ilan edecek olan partilerle elbirliği yapabilir.”255 Hatırlatmak gerekir ki o zamanki CHP tüzüğü, partili olmayanlarla seçim işbirliği yapmayı il teşkilatına bırakmaktaydı. CHP genel başkanı, partinin 14 Mart’taki tebliğinden beş gün sonra CMP ile ittifakın söz konusu olmadığını ifade etmiştir. Bu hadiseyi, CHP’nin siyasi bir manevrası olarak değerlendirmek uygun olur. Nitekim, İnönü’nün yapmaya çalıştığı CMP’yi, kurucu düşünce zeminine çekmekti. Bu ise, kimi aydınlar tarafından CHP-CMP ittifakı şeklinde algılanmıştır. Tabii bu noktada, İnönü’nün CMP’deki gelişmelere dolaylı olarak sirayet etmek istemesi, demokratik ilkelerle bağdaşmaz, denilebilir. Hatta bu tutumun, CHP’nin kendini tüm diğer partilerin üzerinde görme eğiliminin bir ifadesi olarak da yorumlamak mümkündür. Ancak liberal demokrat ile cumhuriyetçi demokrat arasındaki bakış farkı burada da kendini göstermektedir. Şöyle ki, İnönü, bir cumhuriyetçi demokrat olarak, bütünün iyiliğini gözetme algısına sahiptir, CMP’nin gerici unsurlarla yolunu ayırması bütün için yararlıdır. İnönü de, gerici unsurlarla işbirliği yapmak niyetiyle değil, bütün için yararlı olanı temin etmek için, CMP’nin çağrısına kayıtsız kalmamıştır. CHP, kendini diğer partilerden üstün görmemekteydi. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi bütünden sorumlu olma üzerine kurulu olduğu için, bütün içinde yer alan her kurum ve her birey için cumhuriyetçi demokrat bir kişinin kendini sorumlu görmesi beklenir bir durumdu. Bütün içinde, DP de CMP de ve diğer partiler de yer aldığından, CHP li yöneticilerin, bu partilere de aynı sorumluluk anlayışıyla yaklaşmalarını anlamlandırmak güç değildir. Bununla beraber, CHP li yöneticilerin bu tutumu, liberal demokrasi ideoloji penceresinden ‘CHP’nin kendini tüm diğer partilerin üzerinde görme eğiliminin bir ifadesi olarak’ hatta demokrasi karşıtlığı şeklinde yorumlanabilir. Tersinden, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi penceresinden bu sorumluluk duygusundan yoksun siyasetçilerin anti-demokrat olarak yorumlanabileceğinin altını çizmek gerekir. 1954 seçimleri gerçekleşmişti. CHP’nin ülkede özgürlük ve güvenliğin olmadığına dair yurttaşlara yaptığı uyarı, seçmenler üzerinde tesirli olmamıştır. DP’nin propaganda olarak CHP’nin din özgürlüğünü kısıtlayabileceğini, yurttaşlaşamamış geniş kalabalıklara CHP’nin iktidara gelmesi halinde ülkeyi dinsizleştireceğini söylemesi, ayrıca 1950-1953 arası tarım sektöründeki hasadın artmış olmasına vurgu yapması, yüksek hasat ile İkinci Dünya Savaşı koşulları arasında tezatlık kurarak, kendi iktidarı dönemindeki refaha işaret etmesi, her ne kadar bu refah suni de olsa geniş halk kütlesinin bunun idrakinde olmaması, artan Amerikan kredileri ile tarım sektörü ile ilintili yatırımlar yapması ve bu yatırımları 1950 seçimlerinde DP’yi desteklemiş seçim bölgelerinde yoğunlaştırması gibi faktörler bir arada düşünüldüğünde, DP’nin oyların büyük çoğunluğunu alması anlaşılır hale gelmektedir. DP iktidarının ilk yıllarındaki göreli refaha dair, Fethi Naci, 1950-1954 255 Partilerin Seçim İttifakı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954. 237 döneminin bolluk içinde geçmesinde dış yardımın ve Türkiye’yi bir erzak deposu yapma çabalarının payı olduğu görüşünü savunur. Fethi Naci, bu çabaya, uygun hava koşulları da eklenince, halk kitlelerinde, bu dönemin, unutulmaz bir ‘ilk aşk’ halini aldığını ve tıpkı insanların ilk aşkını durmadan büyütüp güzelleştirmesi gibi bir durumun, toplum hayatına egemen olduğunu belirtir.256 Fethi Naci’nin bu betimlemesi, DP’ye gösterilen teveccühün en iyi betimlemesini teşkil etmektedir. Forum, 1954 seçimlerinden ezici bir çoğunlukla çıkan Demokrat Partinin sorumluluğunun önceki iktidar döneminden daha fazla olduğunu, 5. sayısında şöyle dile getirmiştir: “Onuncu devre milletvekilleri 14 Mayıs 1954’te Büyük Millet Meclisinde ant içtiler. Bu suretle de ancak vatan ve milletin saadeti, selameti, milletin hakimiyeti, Cumhuriyet esaslarının gerçekleşmesi için çalışma taahhüdü altına girdiler. Görülüyor ki taahhütleri çok şümullüdür. Bunu gerçekleştirmeye yürek ve kafa ister, medeni ve sosyal cesaret ile enerji ister.”257 Forum aynı sayıda yeni dönemde milletvekillerinin öncekinden daha fazla olması gereken bir duyarlılığa sahip olmaları gerektiğine işaret etmiştir. Derginin duyarlılıktan kastettiği, milletvekillerinin Mecliste, DP yöneticilerinin telkinlerinden bağımsız olarak, ülke menfaatleri lehinde çalışmalarıdır. Forum, milletvekillerinden parti disiplinini bozmama ve bağımsız düşünme ile davranma arasında dengeyi tesis etmelerini bekler. Forum şöyle demektedir: “Milletvekili, parlamento içindeki bütün çalışmalarında partisinin birleşik fikrine, bu fikrin disiplinine bağlı kalmaya mecburdur. Siyasal partinin manası, iktidarı ele geçirmek ve uzun zaman muhafaza etmektir. Bunun için de milletvekili olan partililerin de partilerini, partilerinin şeflerini takip etmeleri gerekir. Ama bütün bu yorumlar, milletvekilinin mutlak bağımsızlığı baltalamamalıdır. Bağımsızlığını, biraz savunmaya kalkışan milletvekilinin karşısına, derhal parti disiplini, bir sorumluluk mekanizması çıkarırsa, milletvekilinin bütün çalışmaları sorumluluk korkusu ile felce uğrar. Bir müddet sonra karşımızda iktidar için savaşan birleşik hareket tarzı yerine, bir kişinin veya dar bir oligarşinin fikrini, emrettiği hareket tarzını görürüz. Bu ise hem millet kürsüsünde içilen andın manevi borcu ile hem de bizzat demokrasi ile bağdaşmaz.Aynı parti içinde bile bir serbest tartışma olmazsa o parti sıhhatli bir birleşik fikre, birleşik karara nasıl ulaşabilir? Böyle yapılmazsa demokrasi nerede kalır?”258 Forum, parti içi demokrasinin geliştirilmesinin Türk demokrasisinin kurumsallaşmasına ciddi katkı sağlayacağını düşünmektedir. Bu konuda Dergide yayınlanmış bir çok yazı bulunmaktadır. Mesela İlhan Arsel’in bir incelemesinde şöyle denilmektedir: “Parti sistemi bugün her memlekette o derece inkişaf göstermiş ve o derece mutlak bir ehemmiyet kesbetmiştir ki fert, ister aza ister aday olarak parti muvacehesinde hiçe sayılmakta ve seçmen vatandaş ister istemez oyunu muayyen bir parti adına kullanmayı itiyat edinmektedir. Öyle ki siyasi bir partiye 256 Hikmet Özdemir, Kalkınmada Strateji Arayışı Yön Hareketi, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1986, s.90. Ant İçme, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1954. 258 Parti Disiplini, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1954. 257 238 mensup olmadan seçimlerde kazanmak şansı fert için ne kadar azalmışsa kazandıktan sonra fikri hürriyetini ve şahsiyetini muhafaza etmek de o kadar imkansızlaşmıştır. Gerek seçimler dolayısıyla ve gerek bir fikrin mücadelesinde parti ile ferdin karşı karşıya geldiği her defasında galebe çalan parti teşkilatı olmaktadır.”259 Forum’un ülkedeki partilerin dış basında nasıl tasnif edildiğine dair yaptığı tercümeler bir hayli fazladır. Mesele 5. sayısında, 1954 seçimlerinden hemen sonra, The Economist’teki şu değerlendirmeye yer vermiştir: “Türkiye’de bugün ne matbuatta ne de açıkça Mecliste tezahür etmeyen hakiki bir doktrin ayrılığı mevcuttur. Bu ihtilaf memleketin şimdiki liberal Batılılaşma yolunda devamını isteyenlerle Atatürk’ün reformlarını hiçbir zaman benimsememiş olanlar arasındadır. Fakat bu ikinci grubun mücadeleyi kaybetmekte oldukları gittikçe daha fazla göze çarpmaktadır. Cumhuriyetçi Millet Partisinin çok az oy almış olması, halkın bu partide hala aşırı muhafazakarlığın kalıntılarının mevcudiyetine kani bulunduğunu gösterir.”260 1954 seçimlerinden sonra, dört yıllık DP iktidarının uygulamış olduğu yanlış politikaların neticeleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Temmuz 1954’de fiyatlar ve enflasyon çok yükselir. Mal kıtlığı ve karaborsacılık görülmeye başlar. Hükümet ekonomideki kötü gidişi kabul ettiğini ortaya koyan bir açıklama yapar, bu açıklamada ‘vurguncularla savaşılacağı’ ilan edilir. Olumsuz gidişatın karşısında hükümet tedbir olarak döviz kontrolü uygulamalarına gider ve liberal dış ticaret yönetmeliğini değiştirir.261 Ancak bütün bunlar büyüyen krizi önlemeye yeterli olmaz, tarım durgunluk işaretleri vermeye başlar. DP, liberal iktisadi politikalardan uzaklaşmaya başlar. DP ikilem içindedir. Bir yandan iktisadi buhran büyümektedir ve buna dair tedbirler alınmaya çalışılmaktadır, öte yandan da iktisadi duruma dair muhalif yazarlara tarafından çizilen tablonun gerçeği yansıtmadığını iddia etmektedir. Hatta Menderes, iktisadi buhrana dair eleştiriler artmaya başlayınca, bunu yapanların ülkeyi karanlık göstermek isteyen kötü niyetli kimseler olduğunu söyleyecektir.262 Ekonomik alandaki sıkıntılar giderilemediği için DP, çareyi basını susturmakta bulur. DP, iktisadi liberalizmi terk ettiği gibi, artık siyasi liberalizmi de tamamen terk etme yolunda hızla ilerler. Menderes, hak ve özgürlükler alanından hızla uzaklaşmaya başlar. Feroz Ahmad’ın ifadesiyle ‘Menderes, bir ülkenin rejimini liberalleştirmek ile onu liberal bir rejime dönüştürmenin aynı şey olmadığını’263 görmeye başlar. Aslında bu, başka ve daha esaslı bir gerçeği ortaya koyar. Türkiye örneğinde, ülkede liberal demokratik bir rejim kurmak da ancak uzun süreli 259 İlhan Arsel, Parti Disiplini Karşısında Ferdin Fikri Hürriyeti ve Şahsiyeti, İncelemeler, Forum, sayı:26, 15 Nisan 1955. 260 Batılılaşma Yolunda Türkiye, Ne Diyorlar, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1954. 261 Cumhuriyet, 22 Eylül 1954. 262 Cumhuriyet, 19 Ocak 1955. 263 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Hil Yayınları, 1992, s.65. 239 cumhuriyetçi demokrat bir rejim sürecinden geçtikten sonra mümkündür. CHP yöneticileri 1950’den itibaren savundukları görüşlerinde haklı çıkmışlardır. Ancak onların bu haklılığının geniş halk kütlesi tarafından anlaşılmasına imkan olmadığını da hatırlatmak gerekir. Forum, 1954 seçimleri sonrası döneme dair CHP’ye şu tavsiyede bulunur: “Memleketin son yıllardaki siyasi, içtimai ve iktisadi gelişmeleri, yepyeni meseleler ortaya koymuştur. İktisadi gelişmenin ve politikanın ağır yükünü çeken, şehirli, işçi ve küçük çiftçi huzursuzluğunu gizlememektedir. İktidar partisinin muhafazacı kitlelerin itibarına dayanmak ve zengin şehirli ve köylünün menfaatlerini ve temayüllerine daha çok uyan bir yol takip etmek temayülü sezilmektedir. CHP siyasi geleneğine daha çok uyan küçük sınıfların davasına tercümanlığı başarabilirse, kendine siyasi bir istikbal hazırlamak şansı çıkabilir. Filhakika plansız ve programsız bir iktisadi ve içtimai gelişmenin mümkün olmayacağı, günlük tecrübelerimizle büsbütün meydana çıkmaktadır. CHP iktisadi gelişmeyi hızlandırma ve aynı zamanda Batıda içtimai refah veya sosyal refah devleti diye tercüme edebileceğimiz ‘welfare state’ ideallerini de tahakkuk ettirme yolunda, umdesinde esasen mevcut fakat henüz işlenmemiş hedefleri geliştirebilir.”264 Forum CHP’nin bünyesini şöyle tahlil etmektedir: “İnönü çok partili yaşama geçme kararını verdiği zaman partinin ikiye ayrıldığı söylenir. Halbuki üçe ayrıldığını söylemek daha doğrudur. Küçük bir grup, İnönü’yü giriştiği demokrasi hareketinde destekliyor, teşvik ediyordu. Bu grubun küçüklüğüne rağmen kuvvetli ve nüfuzlu oluşu İnönü’nün kendilerini korumasındandı. İkinci grup Türkiye’nin henüz demokrasiye hazır olmadığı, bu demokrasi denemesinin de öncekiler gibi başarısızlığa uğrayacağı hatta memleketi felakete sürükleyebileceği düşüncesindeydi. Bu gruba dahil olanlardan birçoğu yaşlı kimseler olmalarına rağmen, devrimleri candan benimsemişlerdi. Devrimleri tehlikeye düşürebilecek herhangi bir teşebbüs onların görüşünce Türkiye’ye ancak zarar getirebilirdi. Üçüncü grup, şahsiyetsiz ve menfaatperest insanların grubu idi.”265 Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum’un bu üçlü tasnifi isabetli değildir. Çünkü çıkarcı kimseler her partide görülür, dolayısıyla bu kimselerin ayrı bir grup oluşturduğunu söylemek, bu kişilerin mevcudiyetini abartmak anlamına gelir. Öte yandan altını çizmek gerekir ki, bu gibi kimseler çıkarcı olduklarından zaten ya birinci ya da ikinci grup içinde yer almayı seçerler, ayrı bir grup oluşturmak bizzat çıkarcılıklarını ifşa edeceği için, bu yolu seçmezler. Kaldı ki zaten çıkarcı diye nitelendirilebilecek kimselerin hemen hemen tamamı, 1950 seçimlerinden sonra ya saf değiştirmiş ve DP’yi desteklemişlerdir ya da aktif siyaseti bırakmışlardır. Bu bağlamda CHP’de iki grup olduğunu söylemek mümkündür. Birinci grup Devrim sürecinde radikal tutumlardan kaçınmaktan yana olanlardan müteşekkildi. İkinci grup ise radikal kararlar alınmadığı sürece, Devrim 264 265 CHP Kurultayı, Başyazı, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954. CHP’deki Buhran, Başyazı, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954. 240 kazanımlarının tehlikeye düşeceğine inanan kişilerden oluşmaktaydı. Hemen belirtmek gerekir, CHP’nin bu ikili grup yapısı, CHP’de parti içi demokrasinin oldukça gelişmiş olduğunun bir göstergesidir. İlaveten, işaret etmek gerekir ki, bu iki grup arasında cumhuriyetçi demokrasiye bağlılık konusunda bir fark mevcut değildir, iki grup arasındaki fark, savundukları yöntem farklılığıdır. Nitekim özellikle 1946 sonrasında ve devam eden süreçte birinci grubun parti içinde daha etkin olduğu, buna rağmen ikinci gruptan kişilerin bundan rahatsızlık duymayıp, parti teşkilatı içinde daha alt görevlerde çalışmaya devam ettikleri hatırlandığında, farklılığın yöntemden kaynaklandığı, daha ötesi birinci grubun demokrat da ikinci grubun totaliter zihniyete sahip olduğu şeklinde bir yargıya varmanın yanlış olacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Forum, CHP içindeki bu gruplaşmalar bahsinde şöyle demektedir: “Her halükarda CHP süratle tek bir vücut haline gelebilmelidir. Aksi takdirde bugünkü iktidarın ağır baskısı karşısında gereken tahammül ve mukavemeti gösterememesinden ve demokrasimizin son teminatı olan ana muhalefet partisinin de böylece silinip gitmesinden korkulabilir.” Her ne kadar, o dönemde CHP’nin 11. Kurultayından çıkan sonucun tek vücut idealini gerçekleşmekten uzak olduğunu yönünde iddiada bulunanlar olmuşsa da, zaman içindeki gelişmeler bu iddiayı yanlışlamıştır. Kurultayda Türk siyasi sisteminde kimi değişiklikler yapılmasına dair kararlar da alınmıştır. Örneğin çift meclislilik, nispi temsilin kabulü gibi. Ayrıca, seçme ve seçilme hakkı, hakim teminatı, ilim ve üniversite muhtariyeti, siyasi parti, sendika ve meslek teşekkülleri kurmak hürriyeti, memurların sendika kurması, basın hürriyetlerinin daraltılmasına yol açan tedbirlerin yasak edilmesi gibi hususlarda da görüş alışverişinde bulunulmuş, bu hakların teminat altına alınması için hazırlanması gereken hukuki düzenlemelerin neler olabileceği yönünde bilimsel çalışmalar yapılmasına karar verilmiştir.266 1954 yılı Ekim ortasında CHP genel sekreteri Kasım Gülek, iktidara, partiler üstü bir iktisadi istişare yapmasını önermiştir. Çünkü CHP, iktisadi krizin elbirliği ile çözülebileceğine inanmaktaydı. Buna karşılık DP yöneticileri ‘Gülek, kurnazca bir tehlikeli iktisadi buhranın mevcudiyetini bize kabul ettirmek istiyor’ diyerek öneriyi geri çevirdiler.267 Forum, DP’nin bu tutumuna dair şöyle bir değerlendirme yapmıştır:“CHP tecrübeli bir partimiz olmak itibariyle hükümetin yardımına koşmaya hazırdır. Bu alicenap teklif iktidar partisi sözcüleri tarafından şiddetle reddedildi. Muhalefet liderinin zannettiği gibi bir vahamet bahis mevzuu olmadığı gibi bilakis daimi bir inkişafın mevcut olduğu iddia edildi. Bize öyle geliyor ki henüz partilerimiz muhalefetin nasıl çalışması lazım geldiğini sarahatle bilmemektedirler. İki partili rejimlerde muhalefet istikbalin muhtemel iktidar partisidir ve kendisini buna göre hazırlaması gerekir. İngiltere’de muhalefet partisinin bütün devlet faaliyetlerini yakından takip eden ve iktidara geldiği zaman işleri vukufla ele alacak bir gölge kabinesi ‘shadow cabinet’ mevcuttur.”268 266 CHP Kurultayının Tahlili, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954. Cumhuriyet, 24 Ekim 1954. 268 Partiler Arası İşbirliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:16, 15 Kasım 1954. 267 241 Forum, genel kongreler kadar partilerin il kongrelerinin de önemsenmesi gerekliliğine birçok yazıda işaret eder. Öyle ki Forumculara göre, il kongreleri sadece yerel plandaki çekişmeleri nihayetlendirme amacına hizmet etmemeli, bundan öte, partinin yaptıklarını ve yapacaklarını mütalaa eden bir tartışma platformu olarak görülmelidir. Örneğin Forum DP İzmir kongresini bu minvalde şöyle eleştirir: “Demokrasimiz DP iktidarı altında bir takım siyasi problemlerle karşılaşmıştır. Bunları yaygın ve kontrollü halk hakimiyetinden, mütemerkiz ve kontrolden kaçan parti oligarşisi hakimiyetine doğru gidişin meseleleri diye genel bir bakışla adlandırabiliriz. Keza, memleketimizin iktisadi ve sosyal hayatı da günlük sıkıntıların ve ileriye ait ümitlerin arasında dalgalanıp durmaktadır. Bunlara da iktisadi kalkınma ve istihsal hayatı meselesi diyebiliriz. İşte DP İzmir kongresi, bu mühim ve hatta cari meselelerde, parti tabanını teşkil eden kademelerin görüşlerini aksettirecek bir fikri muhtevaya yükselebilirdi. Oysa ki bu kongre, bunların hiçbirini yapmamıştır. Bu kongre, mahalli planda kalan bazı meselelerin tartışılmasından artan geniş zamanını, ileriki büyük kongrede, mevcut merkez organlarının destekleyecek hizipleri meydana getirme kombinezonları uğruna harcamıştır. Bu gibi kongreler, büyük merkezi liderlerin şahsi prestijleri için savaşan mahalli liderlerin bu gibi verimsiz tesirlerinden kurtulup bir nefis murakabesi ve partinin kendi kendini kontrolü anlamında bir çalışma yapmazlarsa, bir parti oligarşisini önleme umutları azalır.”269 Bir parti disiplini olmazsa her partili aklına geleni söyler ve davranışlarını, oylarını ona göre ayarlarsa, bir partiden bahsedilemez. Fakat partinin hayata bakışını sağlayan genel esasların içinde serbest düşünmeye, konuşmaya, oya müsaade edilmezse, bu sefer de bir demokratik partiden söz edilemez. Parti kademeleri ve partililer, partinin ilkelerine bağlıdırlar. Fakat bu ilkelerin sağladığı bir geniş alan vardır ki orada, düşünme-tartışma-oy verme hususlarında partililer serbesttirler. Bu bağlamda DP örneğinde parti içi demokrasinin olduğunu söylemek çok zordur. Nitekim DP içinden bir grup milletvekilinin ispat hakkının basına tanınması yönündeki talepleri DP yöneticileri tarafından çok sert karşılanmıştır. Bu hadise dahi parti içi demokrasinin yokluğunun açık bir delilidir. Öte yandan aynı iddiayı CHP örneği için öne sürmek neredeyse olanaksızdır. CHP, kurulduğu tarihten itibaren hep tartışmaların partisi olmuştur. CHP kurultayları ise bilimsel tartışmaların yapıldığı toplantılar dizisi olma özelliğini taşımıştır. Ayrıca ilave etmek gerekir ki, CHP il kongreleri, kişisel hesaplaşmalardan veya mahalli düzeydeki gerginliklerin çözüme kavuşturulması özelliği ile değil, memleket meselelerinin etraflıca konuşulduğu, parti yöneticilerinin izlediği politikalara dair lehte veya aleyhte değerlendirmeler yapıldığı birer münazara toplantısı özelliği ile öne çıkmıştır. Kuşkusuz bunun sebebini, tek parti döneminde, CHP’nin birçok eğilimi içinde barındırması, dolayısıyla da şeklen tek parti olmakla birlikte, tek çatı altında çok partili bir yapı arz etmesinde aramak yanlış olmayacaktır. Ayrıca, hemen belirtmek gerekir ki bunda İnönü’nün gruplar arasında denge siyaseti kurmada kişisel becerisi ve ihtisasını da Mustafa Kemal’in yanında yapmasının ve Mustafa Kemal’den öğrendiklerini uygulamadaki istek ve kararlılığında, daha da ötesi 269 DP İzmir Kongresi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955. 242 cumhuriyetçi demokrat yaklaşımın kişi ve kurumlarla değil düşünceleri esas alması ve İnönü’nün cumhuriyetçi demokrat bir kimliğe sahip olmasında aramak yerinde olacaktır. CHP ve DP arasındaki farkı görmek açısından, bir diğer ifadeyle DP içinde demokrasi olmadığını tespit etmek açısından Forum’da yer alan şu değerlendirme ilginçtir: “Meclis yaz tatiline girmeden önce on bir DP li milletvekili basın mensupları için ispat hakkının tekrar tanınmasını istemişler. İsteyebilirler mi? Tabii. On bir milletvekili, partisinin geniş esasları içinde, demokrasinin şartlarından biri olan ispat hakkını düşünmede, tartışmada ve istemede serbesttir. Hatta bunu istemeye mecburdur. Ancak bu on bir milletvekili, tekliflerini geri almaları yönünde parti genel idare kurulunda bir çeşit moral telkine uğratılmışlardır, adeta sorguya çekilmişlerdir, adeta teklif haklarını kullanmaktan yasaklanmışlardır. DP genel idare kurulu bunu yapabilir mi? Yapamaz. Çünkü bu on bir millet temsilcisi, önce, anayasanın kendilerine tanıdığı bir hakkı kullanmaktan, bir anayasa dışı organ tarafından yasaklanamaz. Sonra, genel idare kurulu, bu on bir milletvekili hakkında parti içi inzibati karar alamaz çünkü teklif parti programına uygundur. Genel idare kurulu, on birleri böyle bir moral telkine maruz bırakmakla olsa bir siyasi maksat gütmüş olabilir. Başkalarının da hele Meclis müzakereleri sırasında on birlere katılmasını önlemek...Evet ama o zaman da parti içi demokrasi ne oluyor?”270 CHP, tarihsel süreç içerisinde ‘hizipler partisi’ olmuştur. Çünkü serbest tartışma ortamını değil yasaklamak, tartışmalar bilakis teşvik edilmiştir. Çünkü ancak tartışılırsa, bu tartışmalarda öne çıkan görüşler bilimsel olarak incelenir ve daha sonra bunlar bir programa dönüştürülürse, bundan bütün, yani toplum yani ulus faydalı çıkar diye düşünülmüştür. Ancak aynı şeyi DP için iddia etmek olası değildir. Tabi bunu, DP’nin kuruluşunda benimsediği, 1946-1950 arasında savunduğu, iktidara geldikten sonra ise uzaklaştığı liberal demokrasi ideolojisinde aramak gerekir. Meseleye bu noktadan bakınca, DP’nin kongrelerinin de kişisel çıkar çatışmalarından öteye gidememesi doğaldır. Kişisel çıkarlar birbirleriyle örtüştüğü müddetçe parti birliğini koruyabilir, aksi durumda ise birileri partiden ihraç edilir veya parti disiplinin baskısı altında, parti yöneticilerinin kölesi haline gelir. Bu çerçevede Forum’un DP’nin Büyük Kongresine dair şu sözlerine yer vermek uygun olur: “İktidar partisinin yıllardan beri beklenen Büyük Kongresi nihayet toplanıyor. Bu kongreye DP’nin türlü hizip temayülleri, belirtileri, kıpırdanışları içinde gireceği anlaşılıyor. Şimdi beklenen şudur: Bir parti içinde hizipleri yani bazı noktalarda ayrı düşünüp bilgi ve enerjilerini bu farklı düşünce uğrunda kullanmak isteyenleri, günahkar sayan liderlerin etkisi altında kalan bir çoğunluk kararı ile hizipleşme istidatları mahkumiyete mi uğrayacak, tasfiye mi edilecek? Yoksa DP, umumi heyeti içinde, gerçek bir parti içi demokrasinin parti içi hürriyet havası hakim olarak, iktidar partisi, içinde hizipler de barındıran, modern bir parti olmaya doğru mu gidecek? Biz çok partili rejime gösteriş olsun diye girmedik, siyasi 270 Demokrat Parti İçinde Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:33, 1 Ağustos 1955. 243 iktidarın icrasını kontrol etmek, frenlemek, siyasi iktidarı bugün için halk tercihlerinin baş dileği olan Batı demokrasine göre işletmek için girdik. Bunun için Batı demokrasisi müesseselerini, onların kontrol ve fren mekanizmalarını, demokrasiyi geliştirecek tertipleri aramaya mecburuz. Bunlardan birisi de, ki bu tertiplerin başında geleni de, partilerin içinde türlü hiziplerin bulunmasıdır. Onun için, DP’nin büyük kongresinin, hizip belirtilerini bir günah sayıp mahkum etmesi yerine, bu temayüllerin ne dediğine, hangi doğruyu göstermeye uğraştığına bakmasını dileriz.”271 Forum, DP kongresine dair değerlendirmesini başyazıya da taşımıştır. Söz konusu kongre bağlamında DP lilere uyarılarda bulunulan yazıda şöyle denilmektedir: “Bu parti, hem memleketin siyasi istikbali hem de kendi hayatiyetinin idamesi için temel şart olan, demokratik müesseselerin son yıllardaki tahribatını, en ön planda bir konu olarak ele almalıdır. Hakikaten herşey buna bağlıdır. Demokrat liderlerin siyasi istikballerini bağlamış göründükleri, iktisadi gelişme de buna bağlıdır. Dergimizde hürriyet ve serbest tartışma havası olmadan hiçbir teknik meselenin halline imkan bulunmadığını defalarca belirttik. Kaldı ki millet halinde toplu ve kolektif bir hareketi ifade eden, demokratik usul, partilerin millete serbestçe alternatif yollar teklif etmelerini icap ettirir. Muayyen bir devre için, bir fikir ve planın tatbiki hususunda siyasi vekalet talep etmek demek olan seçimler, ancak siyasi partilerde fikirlerin hazırlanıp olgun bir hale getirilmesine ve milli tartışmaya arz edilmesine bağlıdır. Seçim devreleri arasında bu daimi tartışma ve fikir hazırlığında bulunmadan seçim, hiçbir kıymet ifade etmez. İşte bu açıdan, fikir ortaya koyma, bunları başkalarıyla karşılaştırma ve tartışma faaliyetlerini köstekleyen her hareket, hem memleketin istikbali hem de siyasi partilerin canlı ve hayatiyet dolu merkezler halinde devamı bakımından son derece zararlıdır.”272 Aynı yazı devamla şöyledir: “Geç kalmış hem de çok geç kalmış bir kongreye gelen DP delegelerinin, milletvekili aday yoklamalarının daha dar bir zümreye inhisar ettirilmesi, parti teşkilatının daha da daraltılması, genel kongrenin daha uzun fasılalarla yapılması gibi demokratik organizasyon ve ruhla taban tabana zıt tekliflere iltifat etmemesi beklenir. Bundan başka geçen yıllarda, partinin icra organı olan genel idare kurulu ve hükümet gibi organların, ne dereceye kadar parti murakabesi altında hareket ettiğinin de gözden geçirilmesi gerekir. Bütün bu ana davalar bir kenara atılır, partiye yeni fikir ve yollar telkin etmeye çalışanlara karşı, idare ve sorumluluğu elden bırakmamak için kaba ve çıplak bir iktidar mücadelesine başvurulursa, bu yüzde yüz bir kendini aldatma olur. Gitgide içtimai bünyeden ve onun hakiki ihtiyaçlarını tatmine yarayacak kanallardan ilgisini koparan bir organizmanın sonu şiddet ve yıkılma olur.” DP’nin Büyük Kongresi toplanmış ve memleket meseleleri üzerinde konuşmadan dağılmıştır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Kongreye katılanların ülke meselelerini konuşmak hususunda bir hazırlıkları olmadığı da bir gerçektir. Bunu DP lilerin ağırlıklı olarak dar görüşlü ve bilime karşı şüpheci bakan, tam da 271 272 Hizip Günah mı?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:37, 1 Ekim 1955. Tarihi Sorumluluğu Olan Bir Kongre, Başyazı, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955. 244 gelişmenin önünde engel teşkil eden ‘köylülüğe’ kutsiyet atfeden kimseler olmasında bulmak mümkün olduğu gibi, seçmen tabanı olarak geniş eğitimsiz bir kütleyi görmesi ve dolayısıyla gerekli bilimsel hazırlığı yapmaya lüzum görmemesinde de aramak mümkündür. Forum, kongrenin verimsiz geçtiğinin altını çizer, ayrıca hükümet politikalarının iyileştirilmesi için büyük bir fırsatın kaçırılmış olduğunu belirtir ve Kongreye dair değerlendirmesini bir sonraki sayıda da başyazıya taşır. Forum aynı konu ile ilgili ikinci başyazısında şunları söyler: “Bütün kongre, istikbali ümit, emniyet ve fikir dolu bir şekilde karşılamaya hazırlanan bir topluluk olmaktan uzak, cansız ve pasif bir yığın manzarası arz ediyordu. Bütün endişeler, konuşmalar, nutuklar, perde arkası faaliyetleri, çiğ ve aşikar bir iktidar inhisarı ve mücadelesi gayretlerinden öteye geçemedi. Meseleleri açıkça konuşma, karşı tarafın noktayı nazarını da dinleme, adalet ve insaf hudutları içinde oyun kaidelerine riayet ederek, halkın hakemliğini kabul etme zihniyetinden eser yoktu. Hatta açıkça kaidelerin çiğnendiği ifade edildi, muhtelif vesilelerle söylenen nutuklarda, mahiyeti iyice açıklanmayan bir siyasi istikrar projesi için, icabında kanunların da ötesine geçileceği tarzında beyanlara yer verildi. Memlekette basın, adliye, üniversite, sendika vs. olarak ne kadar müstakil müessese varsa, hepsi bir fırsatla sille yemiş oldukları halde, siyasi inhisar zihniyeti elan tatmin olmamış görünüyordu.”273 Yazı şöyle devam etmektedir: “Siyasi cihazın, millet topluluğunun neresinde bir farklı ve müstakil görüş varsa ikinci hedef orası oluyordu. Milletvekilini bir intihap dairesinin vekili, yahut mensup olduğu partinin delegesi şeklinde tasavvur etmek yanlıştır ve bizi demokrasiyle telifi mümkün olmayan neticelere götürür. Bunlar şöyle özetlenebilir: Birincisi; müstakil karakterli kimseler parlamentoya girmekten men edilmiş olur. İkincisi; partisinin delegesi olan ve onun tesiri halinde gelen mebuslar yüzünden, parlamentonun asıl fonksiyonu olan tartışma ve müzakerelerin kıymeti olmaz. Üçüncüsü; mahalli parti komitelerinin kontrol ve murakabesi çok artmış olur. Dördüncüsü; hükümetin, onu murakabe edecek milletvekilleri üzerindeki baskısı çok daha fazla artar. Bu suretle, tartışan, müzakere eden ve fikir karşılaştırmasıyla yeni yollar arayan parlamento faaliyeti, el kaldırılan ve rey verilen bir ‘oy makinesi’ haline sokulmuş olur.” DP’nin Büyük Kongresi 15-18 Ekim 1955 tarihinde yani iki yıl gecikmeli olarak yapılmıştı. Dolayısıyla Forum’un kongreye dair değerlendirmelerini iki sayı ardı ardına başyazıya taşımış olması anlaşılır bir durum arz etmekteydi. DP Büyük Kongresinin, iki yıl ertelenmiş olması başlı başına parti içinde demokrasi olmadığının bir göstergesi sayılabilir. Parti içi demokrasinin yokluğuna dair en bariz delil ise, ispatçı milletvekillerinden dokuzunun Kongrenin başlamasına birkaç saat kala partiden ihraç edilmiş olmasıdır. Zaten bunun üzerine ispatçı diğer on milletvekili de Kongreye katılmamış ve Kongrenin son günü partiden istifa etmişlerdir. Bu hususta Forum şöyle der: “Bir parti içindeki ahenk ve tesanüt, liderin ve lider organın şahsi telakkilerine körü körüne uymaktan gelmez. 273 Yol Ayrımındayız, Başyazı, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 245 Programdan gelir. Bir programın insicamlı hükümlerine uymaktan gelir. Liderlerin ve lider organların programı ihmal eden şahsi telakkilerine uymamak bir ahenksizlik yaratmaz. Nereden gelirse gelsin programa, programın insicamlı prensiplerine uymayan düşünce ve hareket tarzları ahenksizlik yaratır. İspat hakkı isteği ise DP programının esasına, prensibine, ruhuna uygundur. O halde onu istemek, mücerret, DP içinde ahenk ve tesanütü bozucu fiil teşkil edemez.”274 DP kongresindeki gelişmelerin bu kadarı dahi demokratik bir iklimle bağdaşmazken, ayrıca bir partiden milletvekili seçilen kimsenin o partiden ayrılması ile milletvekilliğinin de düşürülmesi gerektiği görüşünün savunulması, şaşkınlık vericiydi. Bu hususta Menderes’in şu sözlerini ise üsluptaki ölçüsüzlük mü yoksa içerikteki ilkellik açısından mı incelemek gerektiği konusunda insan şüpheye düşmektedir: “Partiden çıkarılan milletvekillerinin aramızda kuyrukları vardır. Bu kuyrukların da kesilmesi lazım gelmektedir.”275 DP kongresi gerçek ödevinin dışına çıkmıştır. Murakabe, sorumlu tutma görevini yerine getirecek yerde; parti içinde iktidar birikmesine engel olup bir parti içi demokrasi hareketini geliştirecek yerde, liderlerin kuvvet gösterilerine sahne olmaktan ileri gidememiş hatta onların oligarşik egemenliğini meşrulaştırmaya çalışmıştır. Kongrenin görevinin ne olması gerektiği bağlamında Forum’dan şu sözleri nakletmek uygun olur: “Büyük kongre bir partinin en büyük organıdır. Büyük kongre birleşik fikre ulaşmada, kontrol etmede, mesul etmede en büyük organdır. Onun gerçek görevi de bu tariften çıkar. Bir kere parti, bir birleşik fikirdir. Parti içindeki en büyük birleşik fikir de en büyük organ olan kongrede meydana çıkar. Birleşik fikre tartışma yolu ile ve türlü temayülleri uzlaştırmak sureti ile varılır. Onun için, bir kongrenin ilk görevi, bir tartışma sahnesi içinde, program etrafındaki türlü cereyanları ve fikirleri, programın içinde uzlaştırmadır. Kongrenin ikinci görevi, parti icraatını kontroldür. Bu kontrol, bir raporu dinlemek, sonra, birkaç ağız vasıtası ile onu övmek, nihayet hitabet gösterileri içinde onu tasvip etmek değildir. Her meseleyi, künhüne varıncaya kadar didiklemektir, belagatları mantıkla, güzel edebiyatları matematikle karşılayarak değirmenin suyunu araştırmaktır. Kongrenin üçüncü görevi de, mantıktan, matematikten, dikkat edelim rakamdan demiyoruz, geçerek künhüne varılan hesaplar sonunda, beraat ettirmek veya mesul etmektir.”276 DP’nin kongresini takip eden iki ay içinde ispatçılar partileşme süreci içerisine girmişlerdir. Bu dönemde Forum’da çıkan yazılar daha çok bir siyasi partinin demokratik rejimdeki işlevi ve Türkiye’de yeni kurulacak bir partinin benimsemesi gereken ilkeler üzerine yoğunlaşmıştır. Forum siyasi partilere dair şöyle bir tasnif yapar: “Partiler devlet idaresinde farklı görüş, davranış ve vaziyet alış ifade eden siyasi gruplaşmalardır. Siyasi gruplaşmaya asıl karakterini veren fikir, doktrin, iman ve sınıf menfaati olabileceği gibi şuurlu olarak ifadesi zor olan bazı davranış 274 Genel İdare Kurulu ve Müşterek Haysiyet Divanına Bakış, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 275 Rıfkı Salim Burçak, 10 Yılın Anıları (1950-1960), Ankara: Nurol Matbaacılık, 1998, s.350. 276 Bir Siyasi Parti Kongresinin Asıl Görevi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 246 ve vaziyet alışlar da olabilir. Birinci grup, liberal, muhafazakar, sosyalist, Katolik, işçi vs. gibi adlarla tefrik edilen fikir, din, doktrin ifade eden, sınıf ve zümre menfaatlerini temsil eden partilerdir. İkinci grup partiler mesela Amerika’daki Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerinde olduğu gibi vazıh ve şuurlu bir fikri farklılığa dayanmayıp, umumi bir davranış ve vaziyet alış ifade eden siyasi topluluklardır. Bunlar daha çok şahıs ve ekip partileridir. Bu ekipleri dolduran şahsiyetlerin kültür seviyesi, siyasi gelenek ve göreneklerinin başkalığı, mizaç ve zihniyetleri, partiler arasındaki farkı yaratan en mühim amillerden biridir.”277 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Yeni bir partinin başarısı, mevcut iktidar partisine karşı halkın güveninin tamamen kaybolması ve güvenini kaybeden bu kütlenin ihtiyaçlarına mevcut muhalefet partilerinin cevap veremeyecek durumda olmalarına bağlıdır. Bu şartlar içinde parti kurma, hiç şüphe yok halkı ve memleketi iyi tanıyan, eski partilerin hatalarını tekrarlamayacağı hususunda bilgi ve karakterleriyle garanti teşkil eden, yeni siyasi liderlerin verebilecekleri bir kararla mümkün olabilir. Böyle bir parti artık siyasi rejimimizin temel faraziyeleri olan ve tartışma dışı tutulması gereken, inkılap prensiplerine hürmetkar, memleketi Batı zihniyet ve müesseseleri ile, hürriyet ve ilerleme yolunda hakikaten idare etmeye istekli ve kararlı bir yeni ekip tarafından kurulabilir. İç ve dışta bir müddettir şekillenen hayal kırıklıkları, sabırsızlanmalar, medeni, bilgili ve karakterli bir ekibin Türk siyasi ve içtimai hayatına bir düzen ve kararlılık getirmesini arzu ettirmektedir. İktidar partisi, hürriyet mücadelesine atıldığı yıllarda kendine beslenen ümitleri bugün tamamen boşa çıkarmıştır. Yapılan vaatler, verilen sözler artık tamamen unutulmuştur. Milletin yaratıcı kabiliyetlerinin ortaya dökülmesi, ilerleme yolunda adımların köstekleyici bağlardan kurtulabilmesi için, hür siyasi rejimin kurulabilmesi davası her şeyden önce gelmektedir. Hürriyete susayan ve aldatılmaktan bıkmış olan bu millet, kendine emniyet, güven ve hürmet telkin eden bir siyasi hareketin hasretini çekmektedir.” Forum, 41. sayısında ispatçıların yeni parti kurma hareketini başyazısına taşımıştır. Yazıda şöyle denilmektedir: “Yeni partiyi kurmaya hazırlananlar, bu niyetlerini açıklayan demeçlerinde, tasavvurları hakkında bazı işaretler verdiler. Biz şüphesiz kurucuların niyetlerinin ve görüşlerinin mühim olduğunu bilmekle beraber, Türk iç politikasının bugünkü gelişme safhasında, yeni bir siyasi hareketin üzerinde dikkatle durması gereken bazı meselelere işaret etmek istiyoruz. Kanaatimizce bu meseleler dört grup etrafında toplanabilir:Demokratik düzen ve siyasi rejime istikrar verilmesi;İnkılapların geliştirilmesi ve kökleştirilmesiyle dünya düzeninde Batı alemine mensup bir toplum oluşumuzun belirtilmesi; iktisadi gelişmemizin hızlandırılması ve kesintisiz devamı için şartların ve çarelerin aranması; iktisadi gelişmenin içtimai intibaksızlıklar ve muvazenesizlikler yaratmasının önlenmesi. Adını ‘hürriyet’ partisi koymak suretiyle niyetlerini daha iyi açıklamak isteyen bu yeni siyasi hareketin müteşebbislerinin, siyasi rejim bahsinde mevcut diğer partilerden daha avantajlı bir mevkide bulunduklarını inkar etmek zordur. 277 Yeni Bir Parti Kurulması, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955. 247 Gerçekten hemen hemen hepsi, her devirde hürriyet rejimine karşı gelmek isteyenlere direnmiş şahsiyetlerdir.”278 Şunu da hatırlatmak gerekir ki, 19 milletvekilinin DP’den ayrılarak ayrı bir parti kurmasına giden yol sadece ispat hakkına indirilemeyecek kadar önemlidir. İktisadi buhran, bununla mücadelede iktidarın yetersizliği, bu yetersizliğe dair eleştirilere tahammülsüzlük, bu tahammülsüzlüğün bir sonucu olarak antidemokratik bir dizi yasa çıkarılması, buna karşı çıkan az sayıdaki partilinin uyarılarına kulak verilmemesi, daha ötesi bu eleştirilerin bastırılmaya çalışılması, bir kısım milletvekilinin yolunu DP ile ayırması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla üzerinde düşünülmesi gereken husus, DP’den kaç kişinin ayrılmış olduğu veya bunların kuracağı partinin Türk siyasal yaşamındaki geleceğinin ne olacağı değil, DP hareketine emek vermiş kimselerin demokrasiye bağlı olduklarından DP içinde siyaset yapmaya devam edemez hale gelmeleridir. Nitekim Forum bu hususta şöyle demektedir: “İktidar partisi içinde seçim serbestliği yoktur. Partinin hemen her kademesinin idarecileri, bir demokratik serbest seçimle gösterilmektedir ancak DP kademeleri içindeki seçimler üst kademelerin empoze ettiği adayların sıkı bir disiplini ve kombinezonları mihrakı üzerinde cereyan eden bir plebisit yolu ile tasvibi şeklinde icra edilmektedir. Parti idarecileri adeta demokratik bir seçimden değil, mutlakıyetçi bir plebisitten çıkmaktadır. Oylar, her kademenin parti işlerini, o kademe içinde serbestçe tartışarak tespit edecek ve yürütecek hür organları göstermeye yaramıyor; her kademede bir üst kademenin ve en sonunda merkezi en yüksek organın görüşünü tasvibe memur tabi makam ve peykleri meydana getirmeye yarıyor.”279 Forum’un ıspatçılara sempatiyle bakması ve DP’ye dair eleştirilerini artırmaya başlamasının altında Forumcu Turan Güneş’in bu ekip içinde yer almasının yanı sıra, Forum aydınlarının cumhuriyetçi demokrat CHP karşısında liberal demokrat bir parti modeli görmek istemeleridir. Bu sayede Türk demokrasisinin kurumsallaşacağına inanmaktaydılar. Bu inancı, liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat, istisnasız tüm Forumcular taşımaktaydılar. Ayrıca Forumcular, her türlü demokrasi karşıtı yaklaşıma şiddetle itiraz etmekteydiler. Yine DP’ye dair şu sözler Forumcuların partileşme sürecindeki hareketi desteklemelerini anlaşılır kılmaktadır: “Muhalif görüş müessir olmaktan mahrum bırakılmıştır. Böyle bir otoriter zihniyet ve dar bir silsileler düzeni kurmuş olan bu siyasi teşekkül, kendi içinde tartışmaya ve karşı fikre imkan vermediği gibi kendi dışında da imkan vermiyor.” 19 Aralık 1955 tarihinde Hürriyet Partisi kurulmuştur. Genel başkanlığa F. Lütfi Karaosmanoğlu, ikinci başkanlığa Enver Güreli, genel sekreterliğe Dr. İbrahim Öktem getirilirken, genel idare kurulu üyeleri E.Hayri Üstündağ, Turan Güneş, Safaeddin Karanakçı, İsmail Hakkı Akyüz, Şeref Kamil Mengü, Ekrem Alican, Zeyyad Ebüzziya, Feridun Ergin, Mustafa Ekinci, şekip İnal, Muhlis Ete, İhsan 278 279 Değişen Türkiye’de Yeni Adımlar, Başyazı, Forum, sayı:41, 1 Aralık 1955. Parti Mutlakıyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955. 248 Hamit Tiğrel ve Raif Aybar’dan oluşur. Demokrat Partinin yayın organı olan Zafer gazetesi, DP’nin Hür. Partiyi ‘doğar doğmaz hareketsizliğe mahkum olması mukadder bir sakat çocuğa benzettiğini’ yazmıştır.280 Hürriyet Partisinin kurucularından birçoğu DP içinde önemli görevlerde yer almışlardı, aralarında bakanlık yapmış isimler vardı. Dolayısıyla kuruluş aşamasında bu parti yöneticilerinin samimiyeti, kamuoyunda biraz kuşku yaratmıştı. Bu kuşku ise iktidarı destekleyen besleme basın organları tarafından özellikle işlenmekteydi. Forum, bu kuşkuyu bertaraf etmede kendini sorumlu hissetmiş ve belli nispette de bunu başarmıştır. Bu çerçevede kaleme alınmış yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Hürriyet Partisi kurucularına Türk milleti çok şey borçludur. Memleketi totaliter bir nizamın karanlık ufuklarına doğru dolu düzgün götürenlerin karşısına bu bir avuç idealist çıkmamış olsaydı, 1956 yılı başlarında yeniden beliren ümit ve iyimserlik havasına kavuşmamız belki de mümkün olmazdı. Hürriyet Partisi kurucuları ‘artık yeter!’ deyinceye kadar DP oligarşisine hakim olan bir avuç muhteris, bu memlekette hürriyet diye sayıklayan insanları dehşet içinde bırakan niyetlerini artık gizlemek lüzumunu dahi görmemeye başlamışlardır. Yakın siyasi tarihimiz yazılırken, Türk milletinin siyasi hürriyetlerine yeniden kavuşmasında memleket içinde her an daralan diktatörlük çemberini kıran hareket ‘19 lar hareketi’ne neler borçlu olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Hürriyet Partisi, vicdanlarının derinliğinde isyan alevini duyanların, teker teker verdikleri ferdi kararlar neticesinde doğmuş bir siyasi harekettir. Kuvveti ve kıymeti asıl buradadır.”281 Forum, Hür. Partiyi 15 Mayıs 1957 tarihli 76. sayısından itibaren açıkça desteklemeye başlamıştır. Bu sayıdaki ‘Yapıcı Tekliflere Muhtacız’ başlıklı başyazıyı, verilecek olan açık desteğin kamuoyuna ilanı olarak saymak yanlış olmaz. Dergi partiye desteğini, 1957 genel seçimlerine kadar sürdürmüştür. Destek vermede izlediği yol, özellikle iktidar partisine yönelik eleştirilerini yoğunlaştırmak olmuştur. Bu arada ifade etmek gerekir ki CHP’yi de eleştirmiş ancak bu eleştiriler oldukça sınırlı kalmıştır. Çünkü Hür. Partinin DP’nin tabanına, liberal demokrat bir parti olarak oturacağı düşünülmüştür. İlaveten, CHP’ye yönelik eleştirilerin CHP yönetimince husumetle karşılanmadığının altını çizmek gerekir, çünkü CHP zaten parti içinde eleştiri mekanizmasını sürekli işler kılan bir partiydi, dolayısıyla bu parti DP’den farklı olarak her türlü uyarıyı istifade edilebilecek bir öneri olarak görmekteydi. Kaldı ki CHP, Hür. Partinin gelişmesini ve liberal demokrat bir parti olarak DP’nin yerine geçmesini toplum için yararlı görmekteydi. İlginç olan ise, DP iktidarı, her ne kadar icraatlarına yönelik Forum’un yaptığı eleştirilerden rahatsız olmakta ise de, Derginin Hür. Partiyi desteklediği dönemde, DP iktidarının, Dergiye, diğer muhalif basın organlarına uyguladığı şiddette baskı uygulamamış olmasıdır. Çünkü DP yöneticileri, kendi tabanlarından değil Hür. Partinin CHP tabanından oy alacağını düşünmekteydiler. Hür. Parti, CHP ve DP yöneticilerinin 280 Zafer, 23 Aralık 1955. (Gazete Demokrat Parti iktidarından finansal destek aldığından ücretsiz de dağıtılmaktaydı. Şu halde bugün, ‘Zaman’ gazetesinin veya ‘Bugün’ gazetesinin ücretsiz dağıtımı usulünün köklerini, Demokrat Partili yıllarda bulmak mümkündür.) 281 Yeni Parti ve Hürriyet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:43, 1 Ocak 1956. 249 seçmen tabanına dair birbirinden farklı ve kimi kez birbirini desteklemeyen bu varsayımlarının sebebini, o dönem için ülkede henüz tam bir sınıflaşmanın olmadığında aramak yanlış olmayacaktır. Mesela Hürriyet Partisi kendini liberal demokrat parti olarak sunuyordu ama ortada bir sorun vardı. Devrim süreci tamamlanmamıştı. DP iktidarının 1950-1954 arası tecrübesi, az gelişmiş bir ülkede liberal demokratik bir rejimin liberal demokrasi ile kurulamayacağı ortaya koymuştu. Nitekim DP’nin 1946-1950 arasındaki vaatlerini 1950 sonrasında gerçekleştirememiş olmasını, sadece ve sadece DP li yöneticilerinin demokrasiyi sindirememiş olmalarına bağlamak eksik bir tespit olurdu. Dolayısıyla sorunu liberal demokrasi ideolojinin kuramında da aramak gerekmekteydi. Oysaki liberal demokrat Forumcular, dönemin diğer birçok aydını gibi, bunu, 1957 seçim sonuçları açıklanıncaya kadar görememişlerdi. Şunun altını çizmek gerekir ki Hür. Partinin programı yazılı bir metin olarak çok iyiydi ancak uygulamada iyi sonuçlar vereceği şüpheliydi. Şöyle ki, programında demokrasi ‘amme işlerinin müzakere, münakaşa ve tam bir murakabe serbestliği içinde bütün vatandaşların iştirakiyle yürütüldüğü rejimdir’282 şeklinde tanımlanmaktaydı. Yazı düzeyinde itiraz edilmeyecek bu tanımın uygulamada tehlikeleri çağıracağı açıktı. Yurttaşlaştırılamamış kişilerle yapılacak olan istişarenin nereye varacağını kestirmek güçtü. Birileri çıkıp Devrim ilkelerinin de murakabeye açılmasını isteyebilirdi, şu halde kendini liberal demokrat olarak sunan bu parti bu talebi reddederse kendi baktığı zaviyeden demokrat olamaz, cumhuriyetçi demokrat zaviyeden bakacaksa, kendini neden cumhuriyetçi demokrat ideolojinin karşısında bir konuma yerleştirmişti, ki bu gibi cevabı olmayan çok soru vardı. Yinelemek gerekirse, sorun Hür. Partinin liberal demokrat ideolojiyi benimsemesindeydi, yani program üzerinde çok ideal gözüken sözler, pratik ihtiyaca cevap vermekten uzaktı. Forum’un 1957 yılının ortalarından itibaren iktidara yönelik eleştirilerinin daha da arttığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz bunda, Hür. Partiye verilen destek ile yaklaşan seçimlerin tesiri büyüktür. Mesela 1 Temmuz 1957 tarihli 79. sayısında Forum, başyazısında DP için şu ifadeler kullanmaktadır: “Bugün fikri muhtevasını kaybetmiş, manevi bakımdan boşalmış bir uzviyet olarak DP Türk siyasi hayatında menfaat, korku ve küçük kombinezonlarla ayakta durmaya çalışan bir ucube durumuna sokulmuştur.”283 Muhalif partilerin 1957 seçimleri için işbirliği yapması meselesi de bu dönemde Forum sayfalarında ağırlıklı olarak yer almaktaydı. Forum, işbirliğine dair, muhalif partilerin birbiriyle ilgili her türlü anlaşmazlığı bir kenara bırakıp, muhalif tüm partilerin programları bağlamındaki kan uyuşmazlıklarını askıya alıp sadece ülkeyi iktisadi, siyasi ve toplumsal buhrandan kurtarmak için işbirliği yapmaları gerektiğini savunuyordu. Bu savını bir başyazıda şu sözlerle ifade etmekteydi: “Gaye, her şeyden evvel, devletin bekasını sağlayacak bir hukuk nizamı 282 Hürriyet Partisi, Hürriyet Partisi Ana Nizamnamesi ve Parti Programı, Ankara: Hürriyet Partisi Yayınları, 1956, s.29. 283 Güven Nasıl Kurulabilir, Başyazı, Forum, sayı:79, 1 Temmuz 1957. 250 kurmaktır. İşte bu cihet, işbirliği davasına partiler üstünde ve millet çapında bir mahiyet vermektedir.”284 Şunu hatırlatmak gerekir ki CHP, işbirliği için pek istekli olmamıştır. Çünkü CHP yöneticileri, Hür. Partinin geniş halk kütlesi tarafından desteklenmeyeceğini, Hür. Partinin ancak evvelden DP’ye ümit bağlamış bununla beraber 1954 seçimlerinden sonra bu ümidini kaybetmiş bir avuç liberal demokrat aydınların oylarını alabileceğini düşünmekteydiler. Öte yandan CMP bahsinde ise CHP yöneticilerinin, bu partinin Devrim ilkelerini benimsemiş olduğuna dair şüpheleri çok kuvvetliydi. Kaldı ki CHP, DP meselesine, Hür. Parti yöneticilerinden biraz farklı yaklaşmaktaydı, yani iktidardan indirilmesi gerekenin bir kurum veya kişiler değil, zihniyet olduğunu düşünmekteydi. Üstelik, sadece seçime yönelik bir işbirliği yapmak, cumhuriyetçi demokrat ideoloji ile bağdaşmamaktaydı. Nitekim CHP seçimleri, oy girdisi güç çıktısı olarak görmüyordu. Aslında Forum Dergisi de sadece DP’nin iktidardan indirilmesine odaklı bir seçim işbirliğinin sakat yanlarını okurları ile paylaşmaktan imtina etmiyordu. Öte yandan da günden güne ağırlaşan memleket koşulları vardı ve liberal demokrat Forumcular çok sabırsızlardı. CHP’nin işbirliğini etraflıca değerlendirmesini, bir diğer deyişle temkinli siyaset anlayışını liberal demokrat Forumcuların bazısı yavaşlık, bazısı da tek başına iktidar isteğinin bir ifadesi olarak yorumluyordu. İki yorum da gerçeği yansıtmamaktaydı. 1957 seçimlerinden hemen önce Derginin hem DP hem de CHP’ye yönelik şu değerlendirmesi ilginçtir. Şöyle denilmektedir: “Bugün daha iyi gördüğümüz gibi, Demokrat Parti iktidara ciddi bir hazırlık safhasından geçmeden geldi. Gerek harpten evvel gerekse bilhassa harp içinde memlekette hüküm süren totaliter düzen ve hürriyetsizlik havası, bir demokraside yedek hükümet olarak yetişen ve gelişen muhalefetin fikri hazırlığına imkan vermedi ki memleket kendine yeni fikirlerin temsilcisi olarak, totaliter düzen içinde yetişmiş kimseleri seçmekten başka çare görmedi. Bu kimseler yeni hedef ve ihtiyaçların parolası olan fikirleri ve sözleri birer eğreti yafta olarak bir müddet için ustaca kullandılar. Halk ancak hür tenkit ve serbest muhalefet muhiti içinde yetişebilen liderlerden, fikri önderlerden, cemiyetin manevi sembolleri olan şahsiyetlerden ve devlet adamlarından mahrum bırakılmıştı. İşte bu tarzda kurulmuş olan bir partinin halk kütlelerini bir arada tutan manevi tesanüt çimentosu çok geçmeden eridi ve dağıldı. Demokrat Partinin bugün ancak devlet otoritesine dayanan, tehdit ve menfaatle bir arada tutulmaya çalışılan, aslında manevi harcı yok olmuş bir bina manzarası arz edişini başka türlü izaha imkan yoktur. Bu hadise yakın Türk siyasi tarihinin en ibret verici derslerinden birini teşkil etmektedir. Bugün yedek hükümet olarak hazırlanmakta olan muhalefet partilerinin bundan gereken dersi almaya çalışmaları lazımdır.”285 Yazının Aydın Yalçın tarafından kaleme alındığı düşünülmektedir. Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “CHP siyasi rekabetin hüküm sürmediği bir devrede yerleşmiş olan usul ve geleneklerini, personel kadrosunu, mensuplarını bir arada tutulacak manevi hedefleri dikkatli bir şekilde gözden geçirmek 284 285 Muhalif Partiler ve İşbirliği, Başyazı, Forum, sayı:81, 1 Ağustos 1957. Fikir Partisi İmkanları, Başyazı, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957. 251 zorundadır. CHP eskiden olduğu gibi, artık devlet otoritesinin tesiriyle katılınan, devlet desteği ile faaliyet gösteren bir içtimai topluluk olamaz.” Burada Forum’un CHP’ye yaptığı bu eleştirinin haksız olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Çünkü bu yazı Hür. Partinin propagandası mahiyetinde bir yazıdır, diğer bir deyişle, seçimlerin yaklaştığı dönemde, Hür. Partinin siyaset alanında kendine bir türlü hareket alanı oluşturamadığını gören liberal demokrat Forumcuların Hür. Partiyi, DP ve CHP’den farklılaştırmaya çalışarak ona hareket alanı açma gayretinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilecek yazılardan bir tanesidir. Nitekim yazının sonunda, Hür. Partinin bir fikir partisi olduğuna işaret edilmektedir. Hürriyet Partisinin birinci büyük kongresi 1957 yılı Eylül ortasında Ankara’da yapıldı, kongre üç gün sürdü. Seçimlerin öne alınması dolayısıyla alelacele Ankara’da toplanmasına karar verilen büyük kongreye dair Forum’da şu değerlendirme yapılmıştır: “Kongrenin en göze çarpan hususiyeti, delegelerin genç nesle mensup, seçkin ve seviyeli bir kütle manzarası göstermesiydi. Kongrenin diğer bir hususiyeti, kongrenin canlı ve aynı zamanda düzenli ve ahenkli bir hava içerisinde geçmesiydi. Bilhassa bu hususiyeti bakımından, birinci kongre Hürriyet Partisinin Batı anlamında hakiki bir parti yapan vasıflarını ortaya koymuş oluyordu. Kongrenin bir başka hususiyeti de demagojik cazibesi fazla olan nutuk ve tekliflerin, kongrenin büyük kütlesi tarafından fazla itibar görmemesi idi. Delegelerin büyük bir kısmı, muhtevası boş, his ve heyecan hamulesi yüksek hitaplardan çok müspet, soğukkanlı ve rasyonel tekliflere, söz ve kanaatlere daha çok temayül gösteriyordu. Hülasa, partinin bu ilk kongresi, Türk siyasi hayatında yüksek seviyede politika geleneklerinin teessüsüne yardım eden bir misal vermiş oluyordu.”286 Forum, Hürriyet Partisinin Kongrede ifade edilen iktisadi alandaki görüşlerini naklederken, Hürriyet Partisinin diğer partilerden çok farklı olduğunu belirtir ve şöyle der: “Hür dünyada birikmiş ve hazırlanmış olan bazı fikirlerin Türkiye’de ilk defa bir siyasi cereyan tarafından benimsendiği görülmektedir. Köy kalkınması, umumi iktisadi gelişme vetiresinin bir parçası olarak ele alınmaktadır. İktisadi gelişme politikasında bir sistem ve felsefenin bulunduğu açıkça görülmektedir.”287 Forum’a bu değerlendirmeyi yaptıran ise Hür. Partinin şu sözleridir: “ İktisadi kalkınmamızın, istihsalatımızı, iklim şartlarının tesirlerinden mümkün mertebe uzak tutacak olan ve ziraat sektöründe mevcut gizli işsizliğin, peyderpey daha verimli sahalarda kullanılmasını sağlamak suretiyle ve adam başına düşen milli gelirimizin artış hızını devamlı surette çoğaltacak olan sanayi sektörüne aktarılmasını mümkün kılacak tedbirlere dayanacağına inanmaktayız.....Aynı zamanda ziraatımızın ve köy iktisadiyatımızın bir zirai gelişme ve reform hareketiyle takviye edilmesi gerektiğine kaniiyiz. Köy kalkınmamız ve zirai reformda, teknik bilgi ve sermaye vasıtalarının daha tam ve yaygın bir şekilde kullanılması mühim bir yer işgal etmelidir....Sanayileşme ve onun tabii neticesi olan şehirlerimizde ahenkli ve süratli bir iktisadi gelişmeyi sağlayacak şekilde yatırımlar yapılacaktır. Sanayileşmemizin dış ticaretimizdeki muvazeneyi bozmaması, bilakis bu muvazenenin tesisine yardım etmesi lazımdır.... En büyük sermayemiz olan insan gücümüzü israf etmemek ve 286 Hürriyet Partisi Kongresinden Notlar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85, 1 Ekim1957. İktisadi Meselelerimizde Müşahhas Fikirlere Sahip Parti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85, 1 Ekim 1957. 287 252 kabiliyetli Türk halkını modern medeniyet seviyesine ulaştırmak için, bunu mümkün kılacak olan yatırım hamlelerimizi daha rasyonel bir şekilde teşkilatlandırmamız lazımdır. Halihazırda yapılan yatırımların imkanlarımızı tam olarak seferber etmediği, israflı ve yanlış yollara yöneldiği görülmektedir. Geri kalmış her memlekette olduğu gibi Türkiye’de de devletin, kalkınma bakımından elzem bazı yatırımların yapılabilmesi için lüzumlu bazı tasarrufları sağlamasında, para ve maliye politikası yoluyla çok mühim bir rol oynayacağına inanıyoruz...” 288 27 Ekim 1957’de genel seçimler yapıldı, bu seçimlerde Hür. Parti liberal demokrat Forumcuların beklediği başarıyı gösteremedi. Seçimlerden hemen sonra çıkan ilk sayıda şu değerlendirme yapıldı: “27 Ekim seçimleri H.P.’nin Meclisteki temsilcilerini 30 küsur milletvekilinden 4’e indirmiştir. Bu suretle geçen devre esnasında en mümtaz muhalefet sözcüleri sayılan bazı şahsiyetler Meclise girememişlerdir. Bu seçimler, partiler arasında kalite ve mahiyet farklarına göre yapılan normal bir seçim olmamıştır. Seçim arifesinde ve bizzat seçim esnasında memlekette esen hava, ne pahasına olursa olsun memleketi istibdat dairesine doğru sürüklemeye, memleket iktisadını iflasa sevk etmeye azmetmiş görünen iktidar partisinin devrilmesi arzusunu her şeye hakim kılmıştır. Bu hava, işbirliği müzakereleri esnasında bilhassa kuvvetlenmiş, işbirliği CHP’nin kararıyla yapılamayınca halk büyük üzüntüye kapılmış, bunun müsebbibini tecziye etmek gibi hissi bir arzuya kapılmamış bilakis işbirliğini reddeden partiyi desteklemenin bir vazife olduğu hissi etrafa yayılmıştır. Bunda ‘en kuvvetli muhalefet partisine rey verilmesi’ düsturu büyük rol oynamıştır. H.P. bütün memlekette teşkilatını tamamlamadığı için, genç ve yeni bir parti olması dolayısıyla teşkilat kurduğu mıntıkalarda tam manasıyla yerleşemediği için, seçmen kütlesini ‘en kuvvetli muhalefet partisi’ olduğu hususunda ikna edememiştir. Bu sebeple birçok ilde kayıtlı azalarının adedi kadar bile rey alamamıştır. Birçok sandıklardaki müşahitler bile CHP’nin bu seçimlerde desteklenmesi gerektiğine hükmederek reylerini kendi partilerine vermemişlerdir.”289 Yazı şöyle devam etmektedir: “CHP’nin seçimleri altı ay sonra yenilemek, nispi temsil esasını kabul ederek H.P. gibi iç politika sahnesine yeni atılan bir siyasi cereyana gelişme imkanı sağlamak vaadi H.P. taraftarlarının mühim bir kısmına da mülayim gelmiştir. CHP’nin bu seçimlerde almış olduğu reylerin mühim bir kısmı H.P. azalarından ve taraftarlarından gelmiştir. H.P.’ye verilmiş oylar bu partinin hakiki kuvvetini göstermekten çok uzaktır. H.P., güzide kadrosuyla ve Türk politikasına getirmek istediği yeni fikirler ve usullerle seçmen için üçüncü bir yol olduğunu anlatabilirse, parlamentoda zayıf temsil edilmeden doğacak maniaları aşabilirdi. Siyaset nihayet bazı fikirlerin ve tekliflerin geniş halk kütlelerine satılabilmesi, benimsetilmesi sanatıdır. Seçimlerden önce ve seçimler boyunca HP’nin bütün fikir ve teklifleri seçmene satarken büyük bir ustalık gösteremeyişi, üzerinde durulacak eksikliklerden biridir. Teşkilatın seçimler için tam olarak hazır olmayışı, bu fikir ve teklifleri halkın ayağına kadar götürecek nakil vasıtalarının iyi işleyememesi demektir. Bundan başka halka ulaştırılmak istenilen fikir ve tekliflerin 288 İktisadi Meselelerimizde Müşahhas Fikirlere Sahip Parti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85, 1 Ekim 1957. 289 Seçimler ve Hürriyet Partisi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957. 253 bir propaganda koordinasyonu ile idare edilemeyişi seçim boyunca müşahede edilen zaaflardan biri olmuştur. Seçimlerin bilhassa H.P.’yi istihdat eden bir baskın şeklinde öne alınmış olması, parti teşkilatı ve mekanizmasını, partinin halka yapacağı teklifleri süratle memlekete yayacak şekilde hazırlanmasına imkan vermemiştir. İlk defa seçime giren ve teşkilatı çok defa seçim tecrübesi olmayan personelden ibaret olan Hürriyet Partisinin bu seçimlerden kıymetli dersler aldığını şüphe yoktur.” Bu yazı, henüz seçimin üzerinden çok zaman geçmemiş olduğu için Derginin Hür. Partiyi desteklemekle ilgili bir öz eleştiriye başlamadığını göstermektedir. Hemen belirtmek gerekir ki bu durum seçimlerden sonraki birkaç sayıda da devam etmektedir. Yine seçim sonuçlarının değerlendirildiği bir başka yazıda şöyle denilmektedir: “Son seçim kampanyası esnasında sadece iktidar partisi ve muhalefet partileri arasında mücadele olmamış aynı zamanda muhalefet partileri arasında da tali bir mücadele ve rekabet cereyan etmiştir. Hemen hemen her seçim bölgesinde CHP liler, kendilerinin en büyük ve kuvvetli muhalif parti olmak itibariyle diğer muhalefet partileri ve onların mensuplarınca desteklenmesi gerektiği düşüncesiyle diğerlerini rey bölmekle itham etmişler, buna mukabil H.P. ve CMP mensupları ise istisnasız her seçim bölgesinde CHP’nin en kuvvetli muhalefet partisi olamayacağını ileri sürmüşlerdir. CMP liderlerinin H.P.’nin belli başlı idarecilerinin aksine seçim kampanyası esnasında CHP’ye daimi surette hücum etmeleri bu rivayetin doğruluk ihtimalini kuvvetlendirmektedir. CHP’nin işbirliğindeki çekimserliğine dair görüşlerimiz sürmekle beraber H.P. ve CMP’nin, kimi yerlerde, memleketin çok yüksek menfaatleri düşünülerek tek taraflı da olsa fedakarlık yoluna sapmaları ve seçimlerden çekilmek suretiyle CHP’yi desteklemeleri gerektiği, bu iki partiye karşı bir tenkit olarak ileri sürülebilir.”290 Seçimlerden sonraki ikinci sayıda Dergi, yavaş yavaş Hür. Partinin seçim mağlubiyetine farklı partilerin gözünden bakmaya başlar, gerçi Hür. Partiye verilen destek henüz sorgulanmamaktadır, hatta CHP’nin, muhalefet partileri arasında işbirliğini bozan taraf olarak nitelendirilmesi sona ermemiştir, ancak CHP lehine kimi seçim bölgelerinde diğer muhalefet partilerinin de fedakarlık yapmamasının hata olduğuna işaret edilmektedir. Belirtmek gerekir ki, 1958 yılı başlarından itibaren Forum sayfalarında CHP’nin görüşlerine artan oranda yer verilmeye başlandığı görülür. Kaldı ki 1958 yılındaki ilk sayıdan itibaren artık Hür. Partiye dair pek az söz edilir. Bunun sebebini, bu süre zarfında Forumcuların öz eleştiri yapmalarında aramak mümkündür. Nitekim 1 Nisan 1958 tarihli sayısında Forum, Hür. Partiyi desteklemekle Derginin hata yapmış olduğunu okurlarıyla paylaşır. Bu yazıda ayrıca Hürriyet Partisinin Türk siyasal yaşamında bir işlevi kalmadığı da belirtilir ve şöyle denir: “Hürriyet Partisi için bundan sonra tutulacak yol, bizzat mensup olduğu muhalefet cephesini zayıflatmamaktır.”291 290 Muhalefet partileri Arasındaki Münasebetler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:89, 1 Aralık 1957. 291 Hürriyet Partisinin İstişari Kongresi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:97, 1 Nisan 1958. 254 Bu iç muhasebe sonrasında, yazı kurulunda liberal demokratların ağırlığı yerini cumhuriyetçi demokratlara bırakır. Çünkü liberal demokrat Forumcular kendilerini başarısız görürler ama mücadele etmeyi de bırakmak istemezler, bu kez, kendileri cumhuriyetçi demokratların ‘eşitlerin ilki’ pozisyonunu kabul ederler. Bu bir bayrak devri değildir, sadece görevlerin yeniden dağıtımıdır. Şöyle ki, Derginin çizgisini öne çıkaran yazılar başyazılar ve onbeş günün notlarıdır. Hür. Parti desteklendiği dönemde bu yazılar liberal demokratlar tarafından yazılmıştır. Bununla beraber söz konusu yazılara cumhuriyetçi demokratlar, eleştiri düzeyinde katkı sağlamışlardır. Bu destek süresince, cumhuriyetçi demokratlar daha çok incelemeler kaleme almışlardır. Dolayısıyla, bu süre zarfında, Dergi, liberal demokrat ideoloji savunuculuğu yapar bir görünüm arz etmiştir. Bu, Forum Dergisine dair yüzeysel inceleme yapan araştırmacıları da yanıltmıştır. Dergi, Hür. Partiye verilen açık destek ve CHP’ye verilen örtülü destek müddetince aynı aydınlar tarafından çıkarılmaktaydı. Fakat Hür. Partiye verilen destek sırasında başyazı ve onbeş günün notları liberal demokrat Forumcular, CHP’ye verilen destek sırasında da başyazı ve onbeş günün notları cumhuriyetçi demokrat Forumcular, tarafından yazılmış olduğundan, Forum ‘önce liberal demokratların dergisiyken, sonradan cumhuriyetçi demokratların eline geçmiş bir dergi’ sanılmıştır. Oysaki Forum’a dair bir nitelendirme yapılacaksa bu ‘liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokratların dergisi’ veya ‘demokratların dergisi’ veya ‘demokrasi ideolojilerini savunanların dergisi’ olabilirdi. İlave etmek gerekir ki, CHP’ye verilen destek sırasında, liberal demokrat Forumcular da başyazı ve onbeş günün notlarının yazımına katkı sağlamışlardır. Ancak, son kertede, söz konusu yazılar cumhuriyetçi demokratların kaleminden çıkmıştır. Bununla beraber, 1958 yılı başından itibaren Forumcuların ideolojik farklılıkları bir kenara bırakıp, kurucu düşünce zeminini tamir edecek kurum ve mekanizmaların kurulması önerilerine ağırlık verdikleri görülmektedir. Ancak bu tamir de, bir ideolojiyi eyleyen olarak seçmeyi zorunlu kıldığından, tüm Forumcular, cumhuriyetçi demokrasinin aktant olması gerektiğini düşünmüş ve savunmuşlardır. Bu sebeple de, Forum Dergisi, özellikle 1958 yılı ikinci yatsısından itibaren ‘cumhuriyetçi demokrat bir dergi’ görünümü arz etmiş, hatta DP li yöneticiler tarafından CHP’nin yayın organı olarak telakki edilmiştir. Oysaki bu bir yanılgıdır. 1958 yılı ortalarından itibaren Dergi üzerinde hükümetin baskıyı artırmasını da bu yanılgının bir ifadesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Forum, 1958 yılı ortalarından itibaren Hürriyet partisinin CHP’ye katılmasının faydaları üzerine yazılar yayınlar. Bu yazılarda birleşmenin gerekçelerini belirtir. Nitekim bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Muhalefet, 1957 seçimlerinde DP’den çok daha fazla rey aldığı halde DP iktidarda kalmıştır. Oyların %47’si ile mebuslukların 2/3’ünden fazlasını elde etmiştir. Muhalefetin reyleri dağınık kaldığı müddetçe bugünkü seçim sistemiyle bir azınlık partisinin Mecliste büyük çoğunluğa sahip olması önlenemez. Muhalif partiler arasında Batıda benzerleri görülen bir seçim ittifakı kurmaya hukuken imkan bırakılmamış, seçim sonuçları da elverişli bir işbirliği yolu bulmak hususunda hayale kapılmamak 255 gerektiğini göstermiştir. Yalnız bir muhalif partinin seçime katılması ve diğer muhalefet partilerinin onu desteklemesi, birleşme yapılmadıkça, gerçekleştirilmesi güç ve başarılsa bile ameli mahzurları aşikar olan bir usuldür. İktidara bugün nispi temsili kabul ettirmek kabil değildir. Başlıca muhalif partiler, programlarıyla ve taahhütleriyle aynı ideallere bağlı partilerdir. CHP programında seçim sistemi, iki meclis, anayasa mahkemesi, mahkemelerin istiklali ve bir Yüksek Hakimler Şurası kurulması, basın hürriyeti, idarenin tarafsızlığı, radyonun tarafsızlığı, ilim hürriyeti, toplantı hürriyeti gibi temel konularda mevcut sarih hükümler ve taahhütler çoğu zaman pek önemsiz farklarla, Hürriyet Partisinin programında da mevcuttur.”292 Forum’un telkinleri netice vermiş olacak ki 24 Kasım 1958 tarihinde Hür. Parti CHP’ye katılır. Bu katılım öncesinde çıkan başyazıda ise Forum’un CHP’ye dair şu sözleri dikkat çekicidir: “CHP çatısı ve adı altında H.P. ve CHP birleşmesi fikri hızla ilerliyor. 35 yıllık zinde bir çınarı söküp yerine bir fidan dikmek zamanı değildir. Memleket bu birleşmenin hiçbir pazarlık konusu ortaya atılmadan karşılıklı sevgi ve saygı havası içinde gerçekleşmesini sabırsızlıkla bekliyor.”293 Altını çizmek gerekir ki, Hür. Parti yöneticilerinin birleşme kararına varmaları tam bir yılı bulmuştur. Forum 1959 yılından itibaren DP’ye yönelik eleştirilerini daha da yoğunlaştırır ve CHP’ye örtülü destek verir. Örneğin CHP’nin ‘İlk Hedefler Beyannamesi’ bir anayasa formülü olarak okurlara takdim edilir.294 Aslında bu beyannamede yer alan partizanlığın kaldırılması, seçim güvenliğinin sağlanması, anayasa mahkemesi, yüksek hakimler heyeti kurulması, memurların iş güvenliğinin sağlanması, basın hürriyeti, üniversite özerkliği, sosyal adalet ilkesinin anayasaya girmesi şeklindeki tüm hedeflerin, Forum’un çıkmaya başladığı ilk günden itibaren savunduğu hedefler olması bakımından, söz konusu hedeflerin, Forumcular tarafından takdirle karşılanması şaşılacak bir durum arz etmemekteydi. Forum, bu beyannamenin oluşturulduğu 14. Kurultayı siyasi olgunluğun açık bir ifadesi olarak nitelendirmiştir. Ayrıca şöyle demiştir: “Ana hedefler Beyannamesinin kabul edilmiş olması hakikaten inşirah vericidir. Kongre hususi bir ağırbaşlılık havası içinde cereyan etmiştir.”295 CHP’nin beyannamesi Forumcuları çok heyecanlandırmıştır. Forum, bu hedeflere binaen oluşturulacak ihtisas komisyonlarının bir an evvel çalışmaya başlatılması gerekliliğine işaret etmiş ve bu bahiste aynı yazıda CHP’ye şöyle seslenmiştir: “Halk Partisi dayandığı akademik elemanlar sayesinde bu ihtiyacı karşılayacak durumdadır. Fazla vakit kaybetmeden komisyonların çalışmaya başlamasından doğacak faydalar sonsuz olacaktır.” 292 Muhalefet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:109, 1Ekim 1958. Muhalefet Cephesi, Başyazı, Forum, sayı:110, 15 Ekim 1958. 294 CHP ilk Hedefler Beyannamesi ve İhtisas Komisyonları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:118, 15 Şubat 1959. 295 Ana Hedefler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:120, 15 Mart 1959. 293 256 Beyannamenin kabul edildiği bu kurultay öncesi Türkiye tablosu 1 Şubat 1959 tarihli Dergide başyazıya taşınmıştır. Başyazıda şöyle denilmektedir: “CHP’nin 14. Kurultayı siyasi gelişmemizin dönüm noktasına tesadüf eden bir zamanda toplanmıştır. Memleketin demokrasi yolunda ilerlemesi bir müddettir durmuş bulunuyordu. Siyasi münakaşalarda ve Meclis müzakerelerinde, memleket problemleri karşılıklı bir saygı ve anlayış havası içinde bir türlü ele alınamıyor, dikkatlerin esas davalara teksif edilmesi lazım gelirken, siyaset adamlarımız maalesef kıymetli zamanlarını karşılıklı ithamlar ve hücumlarla israf ediyorlardı. DP iktidarı meselelerimizin parlamentoda ve efkarı umumiyede açıkça görüşülmesini istememiş gerek parlamentoda gerek basında fikir ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesine mani olmak istemiştir. Bu maksatla DP iktidarı demokratik nizamın esas müesseselerini, türlü baskılar altında bulundurmuş, faaliyetini tahdit etmiş, hür basını, adaleti, üniversite ve sendikaları sıkı kontrole tabi tutmuştur. Demokratik gelişmemizi baltalama teşebbüsünün en ağır ve vahim devresi 1958 yazına rastlar. O tarihte muhalefete ve bilhassa CHP’ye türlü isnat yağdırılmış, ihtilal hazırlıklarından bahsedilmiş ve muhalefeti vatan hıyanetiyle suçlamak kadar ileriye gidilmiştir. Akabinde toplanan CHP meclis grubu bu korkunç isnatları kemali sükunetle reddetmiştir. Bu iklim dahilinde ve bu şartlar altında demokrasi müesseselerinin memleketin hayrına işlemesi mümkün olabilir mi?”296 Aynı yazı şöyle devam etmekteydi: “Şüphe ve ithamlarla dolu bir hava içinde mebusların memleket meseleleri üzerinde serinkanlılıkla düşünmeleri ve konuşmaları kabil midir? 1958 sonbaharına doğru, muhalefet aleyhindeki şiddet kampanyası büsbütün arttı. DP genel başkanı çeşitli vilayet ve kazaları dolaşarak muhalefet lideri İsmet İnönü’ye görülmemiş derecede ağır şahsi hücumlarda bulundu. Muhalefeti idare ettiği iddia edilen küçük bir zümreyi türlü suçlarla suçlandırdı. CHP genel başkanı ise yaptığı memleket gezilerinde bu şahsi ve hissi hücumları sükunetle reddederek yorulmadan rejim davasının ehemmiyetini izah etmeye devam etti. Ziyaret ettiği her yerde, halkın İnönü’ye karşı gösterdiği candan sevgi ve alaka halk oyunun temayülünü açıkça belli etti. 1958 sonunda memleket artık bariz şu hakikati anlamıştı: DP iktidarının arzuladığı ve memlekette yerleştirmek istediği demokrasi anlayışı ve tatbikatı halk oyu tarafından kabul edilmemektedir. Siyasi partileri ortadan kaldırmaya veya bunları gölge haline getirmeye kadar giden bu görüş, icranın çabuk hareket edebilmesi için murakabenin asgariye indirilmesi lüzumunu savunmaktadır. Kısaca, mazinin kötü usullerine avdet şeklinde hülasa edilebilen DP iktidarının demokrasi görüşü halkoyu tarafından reddedilmiş, memleketin demokrasi yolunda ilerlemesini, demokratik müesseselerin geliştirilmesini savunan muhalefet görüşü galip gelmiştir.” CHP, bu kurultayla Türk aydınlarının beklediğini gerçekleştirmişti. Kurultay, diğer CHP kurultaylarında olduğu gibi, ancak öncekilerden daha ağır bir sorumlulukla Türkiye’nin ilerleyeceği istikametteki merhalelerin neler olması gerektiğini tek tek belirlemişti. 296 Demokratik Gelişmemiz ve Kurultay, Başyazı, Forum, sayı:117, 1 Şubat 1959. 257 Forum, bu hususta şöyle der: “CHP’nin 14. Kurultayı vazifesini başarmıştır, çetin imtihanı muvaffakiyetle vermiştir. Bir kere, ihtilaflı mevzular müzakere edildiği zamanlarda dahi Kurultayın çalışmaları olgunluk ve karşılıklı saygı içinde cereyan etmiştir. Bu bakımdan hakim vasıfları itidal ve sükunet olan Kurultayın cereyan tarzı memnuniyet verici olmuştur. Böylece Türk milletinin demokratik usullere intibak edebilen bir millet olduğu bir kere daha teyit edilmiştir. Kurultayın aldığı kararlara gelince, başta gelen mevzu Tek Hedefler Beyannamesidir. Bu beyanname yeni bir insan hakları misakı mahiyetindedir. Beyannamenin başlıca noktaları hukuk devleti rejimini Türkiye’de tesisine vasıta olacak müesseselere mütealliktir. Başta ırk, mezhep ve din farkı olmaksızın bütün Türk vatandaşlarının ana hak ve hürriyetlerinin Anayasada yer alacağı ve Anayasanın bu tarzda tadil edileceği beyan ediliyor. Teşkil edilecek olan Anayasa mahkemesi bu hakları teminat altına alacaktır. Devlet reisinin tarafsızlığı sağlanacaktır. Kanun vazında ahenk ve muvazenenin temini için ikinci bir meclis kurulacaktır. Bağımsız mahkeme ve hakimlerin istiklalini sağlamak üzere Yüksek Hakimler Şurası kurulacaktır. Bu esas hükümlerden maada, demokratik nizamın verimli bir tarzda işlemesini sağlamak üzere, şu değişikliklerin de yapılması kabul edilmiştir: Milli bünyemize uygun, nispi temsil esasına dayanan bir seçim sistemi tatbik edilecek, Meclis Riyaset Divanının tarafsızlığı sağlanacak, ispat hakkı ve mal beyanı kabul edilecektir. Beyannamenin bugünkü rejimimizin bazı esaslı boşluklarını doldurduğunu söylemek lazımdır. Demokratik inkişafımızın bir dönüm noktasında toplanan 14. Kurultayı, memleketin ve halkın büyük bir kısmının CHP’ye bağladığı ümidinin yerinde olduğunu göstermiştir.” Forum, CHP kurultayının önemine dair 1959 yılı ortasına kadar birçok yazıya sayfalarında yer verir. Yine bir başka yazıda kurultaya dair şöyle denilmektedir: “Senelerden beri süren tereddütlerin dağılmasında, demokratik nizamın Türkiye’de yerleşip yerleşmeyeceği hususundaki şüphelerin izalesinde Kurultayın hissesi büyük olmuştur. İstikbale ait ana istikametler çizilmiştir. Bundan sonra CHP’yi bekleyen vazife henüz umumi düşünce ve temenni mahiyetinde olan bu istikametleri işlemek, bunları gözle görülür, elle tutulur şekle getirmektir.”297 Bu arada İnönü’nün de Türk demokrasisindeki rolü vurgulanır. Örneğin Necat Erder’in bir incelemesinde şöyle denilmektedir: “Siyasi olaylardaki son gelişmeler önümüzdeki yıllarda bir iktidar değişmesinin muhtemel olduğunu gösteriyor. Bunun için, yakın zamana kadar daha çok mücadele taktikleri ile meşgul olan muhalefet partisinin, artık iktidara geçtiği takdirde yapılacak işler üzerinde dikkatle durması gerekmektedir. Nitekim bu yönde kuvvetli bir temayül belirmiştir. Toplum yapısındaki çatışmaların şiddetli ve bundan doğan hoşnutsuzluğun büyük olduğu devrelerde kütlelerin düşünce ve hareketlerine istikamet vermekte liderlerin rolü çok büyük önem kazanır. Böyle hallerde toplumdaki gerginliğe sebep olan unsurların tahlili, meselelerin hallini sağlayacak tedbirlerin tespiti ve bunu gerçekleştirmek için baş vurulacak mücadele usullerinin seçilmesi çok geniş ölçüde liderlerin şahsiyet ve kabiliyetine bağlı olur.”298 297 CHP Kurultayı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:118, 15 Şubat 1959. Necat Erder, Muhalefetin Siyasi Görüşleri Üzerine Bazı Düşünceler, İncelemeler, Forum, sayı:120, 15 Mart 1959. 298 258 Bu arada, Forum, aynı dönemde CHP genel başkanının kamuoyuna yönelik açıklamalarının tamamını da sayfalarına taşımaya özen gösterir. Bu dönemdeki yazılarda öne çıkan bir diğer özellik de İnönü’nün geçmişten o güne kadar çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlere atıflar yapılmasıdır. Örneğin İnönü’nün şu sözleri en çok kullanılan sözlerdendir: “Demokrat Partinin sorumlu idarecileri, millet hayatının her sahasında yarattıkları büyük ıstıraplara rağmen, mevkilerini ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek için her vasıtayı mubah sayan tehlikeli bir zihniyete saplanmış görünüyorlar.” Bu söz, İnönü’nün 16 Mayıs 1959 tarihindeki yazılı açıklamasında yer alıyordu. Özellikle 1959 yılı sonuna doğru, Dergide DP yöneticileri için “idealsizlik, menfaatçilik”299 ifadelerini sıklıkla kullanılır. İnönü için yapılan bir değerlendirmedeki şu sözler dikkat çekicidir: “Türkiye’de siyasi hayat normal bir parti rekabetinin hudutlarını aşan bir gerginlik, bir buhran devresi geçirmektedir. Bu devrede mücadele usullerinin seçilmesi bakımından CHP genel başkanının gösterdiği başarı büyüktür. Kendileri bu hususta olgun ve sorumluluklarını bilen yol gösterici olmuşlardır.”300 1959 yılı ortalarından itibaren, iktidar partisinde idealsizlik had safhaya varmıştır. Nitekim bu durum, parti genel başkanı tarafından da sezilmiş olacak ki ‘Vatan Cephesi’ kurulması ihtiyacı duyulmuştur. Forum bu bahiste şöyle der: “DP’nin çoğunluk partisi olduğu intibaını yaratmak için Vatan Cephesine iltihaklar propagandası süratle sürdürülmektedir. Normal olmayan bu durum memlekette huzursuzluğu gittikçe tırmandırmaktadır. CHP’den kütle halinde istifalar olduğu ve istifa edenlerin Vatan Cephesine katıldığı haberlerini muntazaman radyoda okutma yolunu tutan hükümetin örtmeye çalıştığı hakikat, vatandaş çoğunluğunun DP’nin düşünce ve fikirlerine muhalif olduğu hususudur.”301 1959 yılı ortalarında, iktidar sahiplerinin sinirlerinin çok gergin olduğu CHP genel başkanına yönelik ağırlaştırılmış baskıdan anlaşılmaktaydı. Forum bu bahiste şöyle demekteydi: “CHP lideri bir siyasi geziye mi çıkıyor! Evhamlar başlıyor ve bir hukuk düzeni içinde anlaşılması ve tasvibi mümkün olmayan kararlar alınıyor. Siyasi vazifelerini yapmakta olan muhalif parti mensupları, haber alma ve haber vermeye çalışan basın üyeleri kanunsuzluklara karşı korunmuyor, mütecavizlere emniyet kuvvetleri önünde her türlü küfür ve tecavüz hürriyeti tanınıyor. Kanunsuzluk himaye görüyor. İktidar mevkiinde olanlar, bu memleketin kaderinde hepimizin sözü olduğunu daima düşünmek mecburiyetindedirler. DP liler 1946-1950 yılları arasında durmadan dolaştılar, mitingler yaptılar, engellenmediler.”302 Forum’un, DP’nin hukuki varlığının şüpheli olduğuna dair kaleme aldığı ‘Ey Ruh Geldinse’ başlıklı şu yazı ise oldukça ilginçtir: “Ruhun mevcudiyetine inananlar ve inanmayanlar ve bu meselenin münakaşasını bir farazi sayanlar daima cemiyet 299 İktidar Partisindeki Hizip Mücadeleleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:130, 15 Ağustos 1959. Siyasi Mücadele,Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 122, 15 Nisan 1959. 301 Vatan Cephesi ve Muhalefet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959. 302 Yersiz İmalar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959. 300 259 içerisinde mevcuttur. Ruh çağırmanın başlıca iki şartından biri ruh çağıranların buna inanmış olmaları, ikincisi de ruhu çağrılacak kimsenin ölmüş bulunmasıdır. Şimdi gazetelerde okuyoruz. Demokrat Parti büyük kongresini toplayacakmış. Diğer taraftan da bu partinin içerisinde mevcut hizipleri yenmek ve eski cevvaliyetine kavuşmak için 1946 ruhuna avdet etmek gerektiği ileri sürülmektedir. Demek oluyor ki Demokrat Parti içerisinde ruh çağırmanın birinci şartı olan ruha inanlar mevcuttur. Peki ruhu çağrılacak olan Demokrat Parti ölü müdür? Hakikat halde ve mevcut mevzuatımız muvacehesinde bu parti ölmüştür. Çünkü parti tüzüğünün 12. maddesinde şöyle bir hüküm vardır: ‘Büyük kongre iki yılda bir genel idare kurulunun tespit edeceği yer ve zamanda toplanır. Genel idare kurulu zaruri gördüğü hallerde bu müddeti altı aya kadar uzatabilir.’ Şimdi hadiseye geri dönelim. 1956 senesinde toplanan DP büyük kongresinden bu yana çok fazla bir zaman geçmiştir. Yani parti, kendi hukuki mevcudiyetinin esası ve temeli olan tüzüğünde mevcut belirli zamanda büyük kongresini toplamadığına göre, hukuki bir varlık olmak vasfını kaybetmiştir. Yani diğer bir tabirle söylemek gerekirse, hukuken ölmüştür. Şu halde ruhu çağırabilir. Büyük masanın başına oturanlar ‘ey ruh geldinse, Demokrat Partinin tüzük ve programını eline alarak, buna inanmayanların veya bunu rafa koyanların başına üç defa vur’ demesi lazımdır.”303 Forum, İnönü’nün Bursa Nutkunu tıpkı CHP’nin 14. Kurultayı ve İlk Hedefler Beyannamesi gibi çok önemsemiştir. Bu nutka Dergide yer verilirken, İnönü’nün vatandaşlara hitap ederken büyük nimetler vaat etmediğinin altını çizilmiş, CHP genel başkanı için “rey endişesinden uzak devlet adamı mesuliyetini müdrik konuştu”304 denilmiştir. Ayrıca söz konusu nutukta İnönü’nün “Hastalığın tedavisi her şeyden önce dertlerin açıkça teşhisine bağlıdır. DP iktidarı, kendini bir hayal alemine ve sahte bir nikbinliğe kaptırmıştır. Hakikatlere sırt çevirenlerin müspet adımlar atmalarına imkan yoktur” şeklindeki ifadesi Aydınlanmış bir aklın değerlendirmesi olarak nitelendirilmiş, İnönü’nün Türk siyasal yaşamı için bir şans olduğunun altı çizilmiştir. Kuşkusuz bu sözler, Derginin CHP’ye verdiği desteğin had safhasını oluşturmuştur. DP, hukuki olarak, aslında, 1956 yılından itibaren yaşamıyordu. Forum, askeri müdahaleden sonra DP’nin kapatılıp katılmayacağı tartışmalarına ‘DP ölüdür’ diye girer. Bu ise farklı bir açılımdır. Çünkü birçok kişi partinin kapatılmasını siyasi gerekçelere dayandırırken, Forum, DP’nin hukuki durumuna dikkati çeker: “Demokrat Parti yaşamaya devam edebilir mi ve etmeli midir? Bunda fayda ve zarar var mıdır? Bize kalırsa ortaya atılmış olan mülahazalar henüz biraz nazari görünmektedir. DP beş seneden beri, vilayet ve memleket seviyelerinde nizami kongrelerini akdetmemiştir. Binaenaleyh, kanun nazarında varlığı şüpheli olduğu gibi halihazırdaki idarecilerinin genel başkan ve genel idare kurulu azaları durumu tamamen kanuna ve partinin kendi nizamnamesine aykırıdır. Oysa ki seçime iştirak edebilmek için parti bir idareye muhtaçtır. Şu halde DP’nin seçime iştirak edebilmesi, vilayet çapında kongrelerin yapılmasına ve bu kongrelerde Büyük Kongre için delegelerin seçilmesine ve nihayet Büyük Kongrenin toplanıp yeni 303 304 Ey Ruh Geldinse, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:134, 15 Ekim 1959. Bursa Nutku, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:140, 15 Ocak 1960. 260 başkan ve genel idare kurulunu seçmesine bağlıdır. Demokrat Partinin meşru idaresi ancak bu şekilde teşekkül edebilir.”305 DP kapatılmıştır. Ancak bu partinin seçmen tabanının duruyor olması sebebiyle, partinin kapatılması, umulan faydayı sağlamamıştır. Daha ötesi, parti kapatıldıktan sonra 1950-1960 arasında parti içinde ikinci sınıf yönetici olanlar, DP tabanı üzerine kurulan Adalet Partisinde birinci sınıf yöneticiler haline gelmişlerdir. Bir diğer ifadeyle Demokrat Partinin ‘ayakları’ Adalet Partisinin ‘başı’ olmuşlardır. Forum’un bu kişilere dair değerlendirmesi ise ilginçtir: “27 Mayıs’ın neden ve nasıl olduğunu kavrayamamış ve artık kendisine hayat hakkı olmaması gereken bu yeni safhada, gene asli temeli olan heyecan, kıskançlık, kin dolu metafizik imanına güvenerek, silahlı kuvvetlerin bırakacağı ilk gedikten rakipleri üzerine çullanma ihtirasını açığa vuran idraksizler…’306 Adalet Partisi idarecileri vatandaşın Anayasaya ‘hayır’ demesi için aleni ve gizli olarak ellerinden geleni yapmışlardır. Adalet Partisinin planı şu idi: ‘Anayasa halk tarafından reddedilirse, 27 Mayıs idaresiyle ve ona dayanak olan demokratik cephenin memlekette azınlıkta olduğu meydana çıkacak ve Adalet Partisi de bundan istifade edecekti.’ İşte bu plana yönelik olarak, Adalet Partisi idarecileri, anayasa oylamasından önce, halk arasında sosyal adaletin Bolşevik adaleti olduğu, Anayasaya beyaz oy verenlerin komünist olduğu propagandasını yapmışlardır.307 Onların bu propagandası geniş kütle üzerinde tesirli olmuştur. Bu tesir ise, Demokrat Partinin kapatılmış olmasının, zihniyet değişimi olmadıkça, sonuç vermeyeceğinin açık delili olmuştur. 3.İktidar-Muhalefet İlişkileri Forum, güçlü bir demokratik rejim için serbest seçimle işbaşına gelen iktidarın karşısında serbestçe faaliyette bululabilen örgütlü bir muhalefetin olması gerekliliğine işaret eder ve muhalefeti siyasi düzenin esaslı ve faydalı bir unsuru olarak kabul etmeyen bir görüşün demokratik olmayacağını vurgular. Yayın hayatına girdiği ilk sayısında muhalefet ve iktidar arasındaki ilişkilerin eşitlik esasına oturmadığı bir rejimin demokratik olup olmadığının sorgulanabileceğinin altını çizerek, DP iktidarının demokratik olduğuna dair şüphesini okurları ile paylaşır. İlk sayıda Turhan Feyzioğlu’nun bu çerçevedeki şu sözleri ilginçtir: “Demokrasi en iyi iktidarın bile tenkit ve murakabeden uzak kalınca, havadan ve güneşten mahrum nebat gibi, tereddi ve tefessüh edeceği hakikatine dayanır. Demokrasi insanoğlunun hatadan münezzeh olmadığı ve fikirlerin serbestçe münakaşa edilmesi sayesinde birçok vahim hataların önlenebileceği inancına dayanır. Bunun içindir ki gerçek demokrasinin özünü, idarenin halkın rızasına müstenit olması keyfiyetinden ziyade, serbest münakaşa ve murakabe aramalıdır. Zaten teşkilatlı bir muhalefet ve münakaşa olmayan yerde rıza icap ederse 305 DP’nin İstikbali, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960. Rejimin Şimdiki Çıkmazı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:168, 1 Nisan 1961. 307 Halkoyu ve Gericilik, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:178, 1 Eylül 1961. 306 261 yaratılabilir. Napolyon, Hitler, Stalin ve bunların çömezleri, plebisitten değil serbest münakaşadan kaçmışlardır.”308 Gerçekten de Hitler halkoyu ile iktidara gelmiş ve daima halkın tasvibine dayandığını ileri sürmüştür. Totaliter rejimlerde iktidarın halk oyuna ve çoğunluğun arzusuna uygun olduğu iddia edilir ve böylece örgütlü muhalefet olmama hali meşrulaştırılır. Nitekim bu rejimlerde örgütlü muhalefete ihtiyaç olmadığı, halkın tamamının iktidarda temsil edildiği iddia edilir. Thomas Paine’in şu düşüncesini nakletmek yerinde olacaktır: “Hükümet organlarının seçimle işbaşına gelmeleri, seçilen kimseler sonradan hudutsuz bir salahiyete malik olacak iseler, istibdadı ortadan kaldırmaz.”309 Forum, yayın hayatına girdiği ilk sayısında, demokrasinin ne olduğuna dair ülkede birçok kimsenin kafasının karışık olduğunu, Forum’un bu karışıklıkları gidermeyi kendine görev bildiğini de ifade etmektedir. Forum’da çıkan birçok yazıda da zaten, demokrasinin bir takım ölçütleri olduğunu, bu ölçütlerin mevcut olmadığı rejimlerin demokratik sayılamayacağı, demokrasiye herkes taraftar gözükmekle birlikte herkesin demokrasiden anladığının birbirinden çok farklı olduğunu, kurucu düşünce üzerinde bir mutabakat sağlanmadığı sürece Türk demokrasinin gelişmesinin olanaklı olmadığı belirtilmiştir. Forum, şekli demokrasi ile gerçek demokrasinin farkını ortaya koymaya çalışır. Bu çabasında, tek kişinin istibdadı ile çoğunluk istibdadı arasında fark olmadığını kanıtlamaya çalıştığı görülür. Şöyle ki, Forum şüphesiz seçimleri demokrasinin asgari bir ölçütü görür, ama seçimlerin yapılmasını yeterli bulmaz. Seçimlerden sonra kurulacak olan düzende, hükümetin karşısında örgütlü bir muhalefetin mevcut olmaması durumunda hükümetin aldığı çoğunluk oylara güvenerek her istediğini yapma eğilimi gösterebileceğini, hükümetin bu tutumu ile mücadele edecek bir muhalefetin olmaması halinde ise, azınlıktakilerin çoğunluk altında ezilebileceğini, bunun ise demokrasi ile bağdaşmaz olduğunu ifade eder. Forum, demokrasinin şekli olarak var olduğu memleketlerde, gerçek demokrasinin gelişemeyişini de buraya, yani iktidar-muhalefet ilişkilerine bağlar. Şekli demokrasilerin belirgin özelliğini Forum, seçimlerle belirlenmiş çoğunluğun yönetimi ve bu yönetimin azınlığı siyaset alanından silmeye çalışması olarak tespit eder. Forum’da yer alan şu söz ilginçtir: “İki yüz başlı bir sezarizm tek başlı bir istibdattan daha korkunçtur”. 310 Forum, 1950-1954 arası dönemde yaşanan olayların en önemlisinin Cumhuriyet Halk Partisinin mallarına el konulması olduğunu belirtir. Bu hususta şöyle der: “İktisabın haksızlığına karar verecek makam neresidir? ‘CHP, bu haksız iktisaplarını siyasi yollarla yapmıştır, siyasi yollarla yapılan haksız iktisap, siyasi yollarla geri alınabilir. CP vaktiyle, meşruiyet dışına çıkarak iktisaplar yapmıştır. Bu tarzda yapılan iktisaplar meselesini çözmek, hakimiyet hakkını kullanan Meclisin hükümranlık hakkına girer’ dendi. Siyasi yol ile telafi yoluna gidildi, hukuki yola gidilmedi. Haksız iktisabın iadesinde normal hukuk yollarına gidilmediğine göre, bu görüşün altında acaba, ‘Türkiye’nin demokratik hayata 308 Turhan Feyzioğlu, Gerçek Demokrasinin Temel Taşı, İncelemeler, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954. Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954. 310 Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954. 309 262 intibakı, bir çeşit ihtilal ile vaki olmuştur; demokrat iktidar, 1950’den önceki hayatımızla ilgisi olmayan bir yeni hürriyet rejimini ifade eder. Bu yeni rejimin icaplarını yerleştirmek için, ihtilal prensiplerine dayanarak harekete geçmesi mazur görülür ve böyle hareket etmesi yeni rejimin hakkıdır. Yeni rejim, kendisinden önce var olan ve demokratik görüşe ve hayat şartlarına uymayan eski rejimi tasfiyede haklıdır, hiç olmazsa onun, yeni rejimin icaplarına uymayan yönlerini tasfiyede haklıdır. Bu hususta normal hukuk yolları kendisine imkan sağlamıyor ise, bu sonuca, siyasi yollara ulaşılabilir’ tezi mi yatıyor?”311 Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “İhtilal prensiplerine dayanabilmek için ortada gerçekten bir ihtilalin, bir ihtilal ile vaki olan ve bizzat bir ihtilal ifade eden bir rejimin bulunması gerekir. İhtilalin şeraitini, elbette hukuki formüllerle tespit edemeyiz. Fakat işe, bir nevi siyaset felsefesi bakımından bakarsak, ihtilalin şeraitini şöyle gösterebiliriz: Öteden beri yerleşmiş bulunan bir iktidar ve düzenin yeni bir siyasal kuvvet unsuru tarafından; kuvvet ve şiddet yoluyla, ani ve genel bir hareketle, kendi istememesine rağmen değiştirilmesine ihtilal denilmektedir. 1950’de ihtilal olmuş mudur? Buna müspet cevap vermek imkansızdır. İktidarı ele alışında bir ihtilal mahiyeti yoksa, kendinden önceki rejim ve müesseseleri veya onların bir yönünü, siyasal yollarla tasfiye hakkı da doğmaz.” Forum’un CHP malları meselesinde üzerinde durduğu husus, CHP’nin malları hukuk dışı veya hukuka uygun elde etmiş olup olmadığı değildir. Forum, malların elde ediliş biçimi her ne olursa olsun, bu mallara elle koymak suretiyle adaleti tesis etme girişiminin demokratik rejimle bağdaşmayacağını belirtmektedir. Nitekim DP, 1950’de iktidara ihtilal yaparak gelmemiştir, seçimlerle iktidara değişikliği olmuştur. Dolayısıyla siyasi yolla muhalefet partisinin mallarına el konulması iktidarın hukuk dışına çıkmış olduğunun bir ifadesidir. Bu bahiste Forum bir başka yazıda şöyle demektedir: “Türkiye’de demokratik rejimin kök salıp tutunmasının ana şartlarından biri muhalefet partilerinin ve mensuplarının kendilerini emniyette hissetmeleridir. Bir muhalefet partisinin vazifesini hakkıyla yapabilmesi ve gelişebilmesi, hükmi şahıs olarak bütün partinin ve en küçük kademelere kadar bütün mensuplarının tehdit ve baskıdan masun olmalarıyla geniş ölçüde ilgilidir.”312 Forum, 1954 seçimlerine dair değerlendirmesinde, az gelişmiş bir ülkede seçim sonuçlarının gelişmiş bir ülkede seçim sonuçlarını gibi yorumlanmasının sakatlığına işaret eder. Forum, ‘Halk Partisi 1950’den itibaren halk nazarında itibarını tedrici bir şekilde kaybetmeye devam etmektedir’ şeklinde bir yorumun isabetli olmadığını belirtir. Gerçekten de az gelişmiş bir ülkedeki iktidar-muhalefet ilişkileri farklı özellikler arz eder. Bu noktada Forum, DP’nin 1954 seçimlerinde aldığı yüksek oyun, iktidarda kaldığı sürece memleket için çok başarılı icraatlar yapmış olduğuna delil olarak gösterilemeyeceğini söyler. Bunu şöyle açıklar: “Partiler muayyen sınıf ve zümrelere dayanmak zorundadır. İngiltere’de İşçi Partisi, amele ve orta sınıfa dayanır. Amerika’da Demokrat Parti işçi ve çiftçi sınıfına, Cumhuriyetçiler ise tüccar ve sanayicilere dayanır. DP ve 311 312 CHP Malları Meselesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:2, 15 Nisan 1954. Kader Birliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957. 263 CHP hangi sınıflara dayanmaktadır? İlaveten, istihsal ve kalkınma hayatına hakim meselelerin muhtevalarını gerçekçi ve bilimsel açıdan tartışmadan, laiklik prensibinin mutlaka dinsizlik veya din düşmanlığı manasına alınmaması gerektiğinin izahı yapılmadan seçmen oy sandığı başına çağrıldı. Böyle yarı karanlık içinde bir seçime girişten de ana muhalefet partisi ziyanlı çıktı.”313 Forum, muhalefetin kendini anlatamadığı bir seçimin sonucunda, halk ‘DP’ye iktidar görevi, CHP’ye muhalefet görevi vermiştir’ şeklinde değerlendirme yapmanın eksikliğini vurgular. Kaldı ki çoğunluk seçim sisteminin etkisini de göz ardı edilmemesi gerektiğinin altını çizer. Aynı yazıda DP’ye Forum şu uyarılarda bulunmaktadır: “Meclise ezici bir çoğunlukla dönen iktidar partisinin, meydana gelen yeni şartlar içinde ciddi bazı meseleler beklemektedir. İktidar partisi parlamento içinde gayet zayıf bir muhalefet karşısında bulunacağından, murakabe vazifesini bizzat kendi içinde yapmak zorunda kalacaktır. Bu devrede bilhassa gizli parti grubu toplantılarında meseleleri konuşup, Meclise el kaldırmak için gelme usulüne artık hiç yer yoktur. Parlamento milli meselelerin halkın gözü önünde açık olarak konuşulduğu bir yer olma vasfını kaybettiği andan itibaren, o memlekette demokrasi yalnız sözde kalmış olur. DP, Meclisi mizansen için kullanmamalıdır. Gizli parti grubu toplantıları usulüne ve parti disiplinine lüzumundan fazla müracaat edilmemelidir. Millet bizi nasıl olsa tasvip ediyor şeklinde düşünerek, tenkitsiz tartışmasız kolay devlet idaresi usullerine kapılmamak lazım gelir.” Forum, CHP’nin Mecliste az sayıda temsilcisi olmasına ilişkin şu ifadeyi kullanır: “Parlamento muhalefetsiz kalmıştır.” İktidar ve muhalefet arasındaki ilişkilerde, iktidarın rolü ile muhalefetin rolünü şu şekilde ayrıştırır: “Milletin bir şimdiki hükümeti vardır. Bu hükümet, kendisine seçim zaferi zaferini sağlayan parti programının esaslarını muhtevi bir çalışma programı ile teşri mekanizmayı harekete geçirir, kanun teklifleri yaparak, kanun tasarı ve taslaklarının parlamentodaki müzakeresinde yer alarak teşri faaliyeti sevk ve idare eder. Onun karşısında milletin, bir de alternatif hükümeti vardır. Bütün parlamento çalışmaları da, milletin şimdiki hükümeti ile alternatif hükümeti arasında bir çatışma, tartışma faaliyetinden ibarettir. Şimdiki hükümet, seçim zaferine dayanan programını uygulama hakkına sahiptir. Alternatif hükümet de bu programın ve onun tatbikatının karşısına alternatif getirmek, bu alternatifi izah ve ispat etmek, böylece, onun ileride bir çoğunluk kazanmasını sağlayacak faaliyette bulunmak hakkına sahiptir. İşte böyle bir çalışma yolu iledir ki her ikisi, beraberce, Anayasa makinesinin işlemesini sağlarlar. Bu rükünlerden, millete ait muhalefet yani alternatif hükümet mevcut olmazsa, millete ait hükümetten, yani şimdiki iktidar hükümetinin faaliyetinden de söz açılamaz. Daha doğrusu, bir milli hükümet, bir de milli muhalefet beraberce var olmazlarsa ve meseleleri karşılıklı şıklar çerçevesi içinde tartışmazlarsa hürriyetler de var olamaz.”314 313 314 2 Mayısın Manası, Başyazı, Forum, sayı:4, 15 Mayıs 1954. Muhalefetsiz Parlamento, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:4, 15 Mayıs 1954. 264 Meclis içinde ulusun muhalefeti, ulusun hükümetini tamamlar, onun yanında ve bizzat onun faaliyetinin yani hükümet faaliyetinin geniş çerçevesi içinde yer alır. Bir çoğunluğa dayanan hükümet elbette dayandığı çoğunluğun programını uygulayacaktır. Bu onun seçim zaferinden doğan hakkıdır. Azınlığın teşkil ettiği muhalefetin bu programa müdahalesi mümkün değildir, seçimi kaybedenin, seçimi kazananın programına karışma hakkı yoktur. Fakat demokraside, bütün parlamento çalışmaları, ulusa ait hükümet ile gene ulusa ait muhalefet arasındaki tartışmadan, tartışmanın sevk ve idaresi üzerinde şekillenir. Ancak bariz bir şekilde 1954 seçimlerinden sonra, DP iktidarı, Meclisteki çoğunluğuna dayanarak parlamentoda meseleleri tartışmaya gerek olmadığı fikriyle hareket etmiştir. Bu arada CHP’nin meseleleri tartışma talebini ise ‘ulusun işine karışma’ olarak değerlendirmiştir. Çünkü DP yöneticileri ulusu çoğunluk oyları olarak tanımlamaktaydılar. Geniş halk kütlesinde DP’nin bu tutumu ise tasvip görmekteydi. Aydınlar tarafından ise CHP, bir yandan Milli Kurtuluş Savaşından beri Türkiye’deki bütün müspet başarıların yaratıcısı olarak nitelendirilmekte; öte yandan da bütün sıkıntıların, her alanda yeter derecede gelişememenin sorumluluğu CHP’ye yüklenmekteydi. Bununla beraber şunu belirtmek gerekir ki CHP’nin 1954 seçimlerinde aldığı oyu ‘mutlak yenilgi’ olarak değerlendirmek doğru olmaz. CHP’nin kazandığı %35, geniş kitleler içinde onun hala bir fonksiyonu olduğunu göstermekteydi. Çünkü Türk toplumunun o zamanki yapısı hatırlandığında bu alınan oyun sadece eğitimli kesimden geldiğini iddia etmek güçtü, çünkü eğitimli kişilerin sayısı CHP’nin oyları ile mukayese edilmeyecek kadar düşüktü. Öte yandan CHP açısından bir zaruret doğmuştu. CHP, kendinin sabit seçmen kitlesinin kimlerden müteşekkil olduğunu belirlemeli, buna göre hareket etmeliydi. Nitekim Forum, CHP’yi, ‘DP’nin yanlış iktisadi politikalarının olumsuz neticelerinin halk kütlesi üzerinde hissedilmesi ve bunun sonucunda iktidar partisinin yıpranması, DP oylarının da tepki oyları olarak CHP’ye dönmesi’ üzerinden bir tutum belirlemenin yanlışlığı bağlamında uyarır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki CHP’nin zaten böyle bir niyeti yoktur, öte yandan halk ile temasının özellikle iktidarın baskı uygulamaları ile kesildiği de bir gerçekti. DP iktidarının 1954 sonrasında muhalefeti siyaset alanından silme niyetinin bir göstergesi Haziran 1954’te ‘Kırşehir Vilayetinin Kaldırılması ve Nevşehir Kazasında Nevşehir Adıyla Yeniden Bir Vilayet Kurulmasına Dair Kanun’un çıkartılmasıdır. Kanun, CMP’ye verdiği oylar sebebiyle Kırşehir seçmenlerinin cezalandırılmasına yönelik kabul edilmiştir. Forum’un bu bahisteki değerlendirmesi şöyledir: “İktidarın görüşüne göre, ‘Kırşehir beş muhalif milletvekili çıkarma cezasını çekecektir.’ İdari mevzuatımız, idari taksimatın nasıl ve hangi zorunlar altında değiştirileceğini göstermiştir. ‘Bana iki satırlık herhangi bir yazınızı verin, onu, idam hükmünüze dayanak olacak bir delil haline getireyim’ diyen zihniyet, bu mevzuat arasında, Kırşehir’i haritadan silecek deliller bulabilir. Vatandaşın, muhalefet safında bile bulunsa, dokunulmaz haklara sahip bir muhterem vatandaş olmakta devam etmesini emreden medeni hürriyet anlayışını ve hoşgörürlüğü kaybedersek, böyle deliller bulmakta güçlük çekmeyiz. Gerçekten bu anlayışı 265 kaybedince Kırşehir’i bir seçim çevresi olarak tarumar ettikten sonra henüz bir kulak dedikodu halinde bile olsa, ‘madem ki Kırşehir ili ve seçim çevresi yoktur, öyle ise milletvekilleri de olmamak gerekir. Binaenaleyh onların seçimleri de batıldır’ diyecek kadar pervasızlığa da çıkarız.”315 O günkü şartlar içinde Kırşehir’e böyle bir ceza verilmesi, daha açık bir dille, DP’nin aldığı çoğunluk oylarına rağmen hala muhalefetin aldığı oylara karşı kıskançlık göstermesi, ancak, bu yüksek oranı tesadüfi görmesi ile açıklanabilir. Yani, DP’nin bu tutumu, bu oyların bir defaya mahsus olabileceğini düşünmesi, dolayısıyla hazır kendi çoğunluğa sahipken, muhalifleri yıldırıp yok ederek, bir sonraki seçimde iktidarı garantilemek istemesinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bununla beraber, DP’nin gerekçesi böyle bir kanun çıkarmada her ne olursa olsun, kendisine oy vermediği için bir seçim bölgesini cezalandırmak, demokratik ilkelere bağlı bir yönetim anlayışı değildir. İlaveten, CMP’nin gerici unsurlara dayandığı, DP’nin de rejimi korumak için böyle bir karar almış olduğunu iddia etmek mümkünse de, mesnetsizdir. Kaldı ki liberal demokrat bir parti böyle bir kararın liberal demokrat ideolojiyle çeliştiğini bilir. Öte yandan, DP’nin CHP’yi tasfiye niyeti hatırlandığında, DP’nin gerici unsurlarla mücadele etme gibi bir derdi olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu bağlamda Forum’un DP’nin CHP’yi tasfiye niyetine bakışına yer vermek uygun olacaktır. Forum şöyle demektedir: “Geri fikirlere karşı mukavemet etmiş olan ve doktrin itibariyle milli bünyemize yabancı ve kökü dışarıda cereyanlarla ilgisi olmayan ve vatanperverliğinden şüphe edilmeyen bir partinin tasfiyesini arzu etmek, iktidarı elinde bulunduran vatanperver bir parti için kendi kendinin kuyusunu kazmak olur. Türkiye’de Halk Partisinin ortadan kalkmasını arzu edenler, hasıl olacak boşluğu, diğer Ortadoğu memleketlerindeki gibi aşırı sağcı ve mürteci gruplarla, aşırı solcu zümrelerin almayacağını temin edebilir mi? Bugün iç politikamızda her zamandan fazla itidale ihtiyaç vardır. Birbirinin canına kasteder tarzda hissiyata mağlup olmak, ileride kendi kuyusunu kazmak ve memleket menfaatlerine karşı gelmek olur. Türkiye’de de demokrasinin geleceği, mutedil bir zihniyet ve nizamı temsil eden iki ana partimizin centilmence faaliyet göstermelerine bağlıdır. Yoksa birinin diğerini ortadan kaldırması veya bunu arzu etmesi Türkiye’de demokrasinin sona ermesini istemek olur”316 CHP’nin tasfiye edilmesi planı DP lilerce gündemden hiç dürülmemiştir. Bu minvalde DP’nin tek parti rejimi ihdas edeceği düşünülmemelidir. DP li yöneticiler, ana muhalefet partisini siyasi alandan sildikten sonra, rejimin şeklen demokratik olduğunu gösterecek, DP’den direktif alacak bir parti kurulmasını öngörmekteydiler. Hatta bu parti için, sonradan Hürriyet Partisi kurucularından olacak olan isimlerin adı geçmekteydi. Gerçi Feyzi Lütfi Karaosmanoğlu bunu yalanlamıştır ancak burada önemli olan böyle bir arzunun hayata geçme imkanının olup olmadığı değildir. Burada dikkati çeken, DP’nin muhalefete tahammülsüzlüğünün kontrol edilmez noktalara doğru tırmanmakta olduğudur. 315 316 Kırşehir’e Ceza, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:6, 15 Haziran 1954. Halk Partisinin Tasfiyesi Ne Demektir?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:7, 1 Temmuz 1954. 266 Forum’un bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: “Ortaya bir ‘güdümlü muhalefet’ kurma meselesi çıktı. Manisa milletvekili Karaosmanoğlu, böyle bir güdümlü muhalefet partisi kurulması işinden haberi olmadığını zaten kendisinin ne gütme niyeti olduğunu ne de güdülmeye istidadı bulunduğunu ifade etti. Türk milleti sürü değildir, güdülmez, siyasi parti liderliklerinden sorumlu devlet adamlığı mevkilerine getirdiği hükümet üyeleri de çoban değildir, gütmezler. Türk milleti kendi manevi şahsiyetinde mündemiç iktidarı, ellerine emanet edeceği şahısları demokratik yollarla ve sırf kendi iradesi ile gösterir ve sonra amme işlerini onların sevk ve idaresine bırakır. Hükümetler de arkalarında böyle bir güvenlik desteği, amme işlerinde hukukilik ve meşruluk gereklerine göre yürütürler. Türk siyasi hayatında bir gütme-güdülme keyfiyeti olmadığı için, bir güdümlü muhalefet de bahis konusu olamaz.”317 Forum, iktidar partisinin, muhalefetin önerilerinden istifade etmesinin, ülkenin gelişmesine katkı sağlayacağını, iktidar sahiplerine hatırlatmayı kendine görev bilmiştir. Bu bağlamda Forum, bünyesinde yetişmiş uzman ve akademisyenleri bulundurması bakımından DP’ye CHP’nin araştırmalarından faydalanmasının bir düşüklük olmadığını, demokratik zihniyette, karşılıklı fikir alışverişlerinin lüzumlu olduğunu sıklıkla belirtir. Örneğin benzeri bir yaklaşımda bir sayıda CHP’nin bir tebliğine dikkat çekerek, DP’nin, tebliğde yer alan hususlar üzerinde düşünüp, buna göre bir yol tayin etmesinin yararlı olacağının altını çizer. Tebliğde, mesela eşit muamele, mahkeme bağımsızlığı, basın rejimi, seçim kanunu, muhtar üniversite, partizan olmayan radyo konuları gibi herkesi ilgilendiren ve herkes tarafından benimsenen, iç politikada huzurun şartları olarak görülen davalara yer verilmiştir.318 Hemen belirtmek gerekir ki CHP’nin bu önerileri yeni değildir, öneriler bir yineleme kabul edilebilir, ancak Forum’un işaret ettiği, önerinin eskiliği veya yeniliği değil, iktidarın muhalefetin çalışmalarından faydalanmasının memleket menfaatine olduğunu idrak etmesi gerekliliğidir. İktidar ve muhalefet ilişkileri bahsinde, Forum’un üzerinde durduğu bir diğer nokta da, DP yöneticilerinin muhalefet ile ilişkilerinde şahsiliği öne çıkarmalarıdır. Bunun sebebini DP zihniyetinde aramak gerekir. Öte yandan CHP’nin düşünce merkezli yaklaşımının iktidarda DP gibi bir parti olması hasebiyle yıprandığını belirtmek gerekir. Çünkü CHP liler düşünceler üzerinden muhalefet yaptıklarında, her defasında DP lilerin onların konuşmalarına şahısları hedef alan değerlendirmelerle cevap vermeleri, daha ötesi hakaret içeren ve çoğu zaman tehditkar bir üslup kullanmaları, CHP lileri düşünceler üzerinden muhalefet yapma mecrasından belki koparmamış ancak bu mecrada mevzi kaybettirmiştir. Forum bu bağlamda şöyle demektedir: “Şahsilik siyasette daha çok tatmin verebilir, ancak demokrasi geliştikçe şahsilik yerini düşüncelerin mücadelesine bırakmalıdır.”319 317 Gütme ve Güdülme Üzerine, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:13, 1 Ekim 1954. CHP Meclis Tebliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:24, 15 Mart 1955. 319 Son Parti Çalışmaları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:27, 1 Mayıs 1955. 318 267 Forum, önceleri DP’nin etkin bir muhalefet ile demokrasi yoluna çekilebileceğini düşündüğünden CHP’ye de nasıl bir muhalefet rolü oynaması gerektiği konusunda hatırlatmalarda bulunmaktaydı. Mesela bir yazıda şöyle denilmektedir: “İktisadi sahada tesirini her gün artıran sıkıntılar, büyük bir halk kütlesinde maişet ve geçim güçlüklerini şiddetlendirmiştir. İç politika sahasında hürriyetleri her gün biraz daha kısan kanun ve tatbikat, siyasi huzurun büsbütün kaçmasına sebep olmaktadır. Uyanık amme efkarı, hükümetin bilhassa son seçimlerden beri icraatından rahatsızlık duymaktadır. Bütün bu gelişmelerden muhalefet partilerinin istifade etmesi, ortaya atılarak halkın endişe ve düşüncelerine tercüman olması beklenmektedir. Hükümetle şahsi çekişmelere girip vakit kaybetmemeleri gerekir. Muhalefet için bu devre içinde yapılacak hareket, kötüye doğru gidişi frenlemeye çalışacak iç mukavemeti takviye etmek olmalıdır.”320 Forum, DP’nin, ülkede iktisadi, siyasi ve toplumsal buhran varsa, bunun sebebinin muhalefet olduğu iddiasını sürdürmesini ise birçok yazısında eleştirmiştir. Bir yazıda şöyle denilmektedir: “Hükümetin, ağırlaşan duruma, muhalefetin tahriklerinin sebep olduğu yolunda ithamlarda bulunması endişe vericidir. İktisadi buhran ile muhalefet arasında münasebetin nasıl kurulduğunu anlamak büsbütün güçtür. Hükümet yayınladığı bir tebliğde şunu söylemektedir: ‘Muhalefet iktidarı devirmek istiyor.’ İktisat tarihinde hiçbir memlekette muhalefeti itham ve susturma kampanyası ile kıtlık buhranlarının önüne geçildiği kaydedilmemiştir. Yine dünyanın hiçbir yerinde demokrasi olduğunu iddia eden bir idarenin muhalefeti iktidarı devirmek isteme suçuyla itham ettiği de görülmemiştir. memleketi hükümet mi yoksa muhalefet mi idare ediyor? Muhalefet istediği şu anda maddeyi, istediği anda bu maddeyi piyasadan yok etmek iktidarını nereden alıyor? Elinde her türlü ikna imkanlarına sahip bulunan bir hükümetin, ortada hakiki sebepler olmasa, halkı aksi istikamette inandırması daha kolay olmaz mıydı? Durumu soğukkanlılıkla mütalaa eden herkes bugün biliyor ki birçok istihlak mallarında baş gösteren darlık ve kıtlık reeldir ve umumidir. Bu hal müzmin bir hale gelen enflasyonun dünyanın her yerinde aynı şekilde tecelli eden tipik bir belirtisidir.”321 Muhalefetin alınan kararları memleket menfaati için baltalamamasını istemek ve işbirliği beklemek haklı bir taleptir. Bunu yapmayan bir muhalefet hem memlekete hem de kendisine kötülük etmiş olur. Yalnız muhalefetin işbirliği yapması ve milli meseleler karşısında devlet idaresi sorumluluğuna katılabilmesi için haklı taleplerinin iktidar tarafından karşılanması şarttır. Görüşleri dikkate alınmayan bir muhalefetten, yalnız başı sıkışınca yardım ve işbirliği talep etmek, demokratik devlet idaresi ile bağdaşmaz. DP iktidarı hem kendi bildiğince hareket etmiş, kendi partisine ve Meclise dahi danışmak, istişare etmek lüzumunu duymamış, sonra da buhranlardan muhalefeti sorumlu tutmuştur. Bu noktada buhrandan kastedilenin ne olduğunu belirtmek uygun olacaktır. Buhranın tanımını Bahri Savcı Forum’daki bir incelemesinde söyle yapmaktadır: “Siyasi edebiyatta buhran kelimesi, siyasi hayatın akışında olaylarla, onları yöneten 320 321 Türkiye’de Siyasi Buhran, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:30, 15 Haziran 1955. Seçimler ve Muhalefetin Boykotu, Başyazı, Forum, sayı:34, 15 Ağustos 1955. 268 kurallar, bu kurallara uyularak alınacak tedbirler arasında açık bir çatışmanın varlığını ve bu yüzden meselelerin çözülmezliğini ifade eder. Evet, bir yanda siyasi hayatın türlü olayları vardır. Öte yandan da bu olayları sevk ve idare eden siyasi ve hukuki kurallar, idari ve siyasi tedbirler vardır. Siyasi olaylar, bu kurallar ve tedbirler yoluyla yönetilerek, onların açtığı kanal içinde gelişecektir. Fakat bir devre olabilir ki, mevcut siyasi ve hukuki kurallar, alınan siyasi ve idari tedbirler, siyasi hayatın olaylarını çevirip yönetmede yetersiz bir duruma düşebilirler. Gün geçtikçe bu yetersizlik artar. En sonunda olaylarla onları yönetecek kurallar ve tedbirler arasında açık bir çatışma ortaya çıkar. Bu çatışma sonucu mevcut siyasi ve hatta idari müesseseler, normal işleme imkanlarını kaybederler. Bu yüzden siyasetçilerin ve siyasi müesseselerin yani partilerin arasındaki münasebetler muvazenesi de bozulur. Meseleler bir çözülmezlik halkası içine düşer ve işte ‘buhran’ budur.”322 Aynı yazıda Bahri Savcı buhranı önlemenin yollarını şöyle gösterir: “Demokrasinin iyi işleyebilmesi için gerek iktidar, gerekse muhalefet safında çalışanların birbirlerine karşı müsamahalı olmaları gerekir. İnsan şahsına değer veren bir zihniyet, o insanın fiillerini de müsamaha ile karşılar. Böyle bir müsamaha mevcut olmazsa, demokrasi işlemez hale gelir. İşte bugün içinde bulunduğumuz buhran belirir. Öyle ise tedbirler kendiliğinden ortaya çıkıyor: İnsan şahsına değer veren zihniyet ile demokratik müsamaha idrakini hem halkımızın gem de idarecilerimizin siyasi tabiatı haline getirmek.” Siyaset alanı, fikirden ve ilmi esaslardan uzak bir boğuşma manzarası arz ettiğinde, bu dönemi buhran olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Temmuz 1955’te, iktidar; belediye ve genel meclis seçimlerin yapılacağını ilan etmiştir. Ancak mevcut buhran koşullarında CHP ve CMP, 1955 yerel seçimlerine girmemeye karar vermişlerdir. Onların bu tutumu, buhran koşulları bağlamında anlaşılır bir durum arz etmektedir. Demokratik rejimlerde seçimler partiler arasında hayat mücadelesi şeklinde değil, halka hizmet mücadelesi şeklinde olur. Oysaki Türkiye örneğinde dönemin koşullarında, muhalefet partileri iktidarın ezici uygulamaları karşısında var olma mücadelesi vermekle karşı karşıya kalmışlardır. Her ideoloji bir zihniyet ve hayat tarzı öngörür. Demokrasi ideolojileri de kendilerine özgü birer zihniyet ve hayat tarzı öngörürler. Ancak tüm demokrasi ideolojilerinin ortak özelliği, meselelerin çeşitli açılardan tartışılması ve tahlil edilmesi esasına dayanmalarıdır. Kuşkusuz tartışma ve tahlilin, muhalefetin, başı ezilecek bir düşman olarak görüldüğü bir düzende gerçekleşmesi beklenemez. Bu hususta Forum şöyle demektedir: “Muhalefeti ne pahasına olursa olsun başı ezilecek bir düşman olarak görmek, iktidardan düşmeyi bir kabus haline getirecek olan işler yapmak, baskı yollarına sapmak, sonunda ne iktidar mensuplarına ne de memlekete hayır getirecektir. Murakabesiz, münakaşasız bir rejimin, frensiz bir hükümetin memleketin başına muazzam dertler açabileceğinden şüphemiz olmasın. Memleketin dayandığı temel müesseseler sarsılırken, içtimai ve iktisadi bünyemizde 322 Bahri Savcı, Buhran İstidatları ve Önleme Yolları, İncelemeler, Forum, sayı:35, 1 Eylül 1955. 269 rahneler açılırken, dışarıda itibarımız, içeride yarının ileri, müreffeh, hür Türkiye’sine olan inancımız zayıflarken, bu ters gidişe ‘dur’ demesi icap eden samimi, imanlı siyaset adamlarına büyük mesuliyet düşmektedir.”323 Burada Forum, DP Meclis grubundaki siyasetçileri sağduyuya çağırmaktadır, onlara particiliği bir kenara bırakıp hükümetin dizginlerini ellerine almaları için sorumluluk düştüğünün altını çizmektedir. Forumcuların, partizanlığın iktidar ve muhalefet ilişkilerini zora soktuğunu yazılarında çeşitli vesilelerle belirttikleri görülür. Dergi, iktidar sahiplerinin bu tutumunu eleştirir. Mesela bir yazıda şöyle denilmektedir: “Zirai krediyi dağıtırken geniş bir seçmen kitlesinin elde edilmesi, irtica ve geriliğe taviz veren tedbirlere başvurulurken çok sayıda olduğu tahmin edilen cahil halka hoş görünmek istendiği anlaşılmaktadır. Bu tarz bir siyasi mücadele bir bütün olan milli menfaatlerin parti menfaatlerine feda edilmesi ve demokrasinin dejenere olması neticesini vermektedir. Son günlerde Hürriyet Partisi’nin esnaf kredisinin artırılması ve turist dövizi ihdası gibi konular hakkında hükümete sözlü soru verdiğini gazeteler yazdı. Umumi kredi hacmi artırılmadan, esnaf kredisinin hacminin yükseltilmesini istemenin mesnedi nedir bilmeliyiz. İktidar partisinin köylüyü tutması karşısında H.P. bu talebiyle esnafı mı elde etmek istiyor? Enflasyondan acı bir dille şikayet eden bu parti, kredi hacminin artırılmasını hedef tutan bu teklifi ile ne kazanmayı bekliyor?”324 Görüldüğü üzere, Forum, ülke menfaatlerinin önüne parti menfaatlerini koyan her türlü yaklaşımı şiddetle eleştirmektedir. DP’nin partizan tutumunun değerlendirildiği bir yazıda şöyle denilmektedir: “Fabrikaların ve sondaj kuyularının açılış merasimleri, her taraftan devlet vasıtaları ve propagandası ile toplanmaya çalışılan kalabalıklar, memlekete bir şeyi daha anlatmaya yaramıştır. Bu da halk topluluklarına hitap etmek suretiyle yapılacak siyasi propaganda bahsinde, hükümetin hiçbir müşküle rastlamayacağı, buna mukabil radyoda olduğu gibi, sözle geniş kütlelere hitap etmede, muhalefete bu imkanların tanınmamasıdır. Bir taraftan bütün emniyet teşkilatı, muhalefet mensuplarının alelade hususi seyahatlerini bile takip ederken, kahvede, lokantada nasıl konuşacaklarını, nasıl yemek yiyeceklerini tanzime kadar işi ileri götürürken, hükümetin sorumlu şahsiyetlerinin meydan nutukları çekebilmesi için bütün devlet vasıtalarının seferber edilmesi arasındaki tezat, en basit halkın bile gözünden kaçmamaktadır. Hükümetin kendine tanıdığı bu salahiyetleri ve imkanları, muhaliflerden esirgemesi, çıkarılan son kanunların hakiki hedefleri hakkında, halkı çok iyi aydınlatmaya yaramaktadır. Bu gibi hadiseler rejimin nasıl çürük bir temele dayandığını göstermektedir, amme efkarına tesir edebilme ve hitap edebilme, totaliter devletlerde tipik tezahürlerine şahit olduğumuz, siyasi propaganda inhisarına doğru temayülün tehlikelerine işaret etmek yerinde olur. Muhaliflere müsavi haklar tanımayan, onlara eşit şartlar içinde mücadele imkanı vermeyen bir rejimin adına demokrasi denemez.”325 323 DP Grubu Nerede?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:51, 1 Mayıs 1956. Demokrasi ve Sorumlu Muhalefet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:55, 1 Temmuz 1956. 325 Tek Taraflı Siyasi propaganda, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:62, 15 Ekim 1956. 324 270 Forum, muhalefet partilerinin birbirleriyle rekabet edebilmeleri için, dönemin koşullarının uygun olmadığını, muhalefet parti liderlerine sıklıkla anımsatır. Bu bahiste şu sözler ilginçtir: “Nerede demokratik prensiplere bağlı olan muhalefet partileri, aralarındaki farkları mübalağa etmişse, Bolşevik ihtilalinde, Nazi ve Peron tecrübelerinde olduğu gibi demokratik düzen fazla mukavemet göstermeden kolayca yıkılıvermiştir. Demokratik müesseslerimizin idamesi ve hürriyetlerimizin büsbütün kaybolmaması için herkese düşen vazife, aşırı ve marazi ferdiyetçilikten kurtulmaktır.”326 Forum ayrıca, iktidarın baskıcı tedbirler aldığı bir ortamda, muhalefet partilerinin ellerindeki halka ulaşma araçlarını, örneğin varsa gazete ve dergi gibi, birbirlerine kullandırmalarının arzu edilir olduğunu ifade eder. Örneğin şöyle denilmektedir: “Film, afiş, ilan vs. yapıştırılması; cip, otomobil gibi, konuşma ile halka erişme işini mümkün kılacak vasıtalara her parti şiddetle muhtaçtır. En nihayet gerek daimi çalışma mekanları, gerekse toplantı yerlerinin kirası gibi mühim maddi vasıtaların temini müşterek gayretle çok daha tatminkar olacaktır.”327 Forum, iktidar sahiplerinin, muhalefet arasındaki dayanışmayı bozmak isteyebileceklerini, bu suretle de kimi partilere propaganda faaliyetinde daha müsamahalı davranabilineceğini, ancak muhalefet partilerinin bu oyuna gelmemeleri gerektiğini de zaman zaman yazmıştır. Şunu belirtmek gerekir ki CHP, Hür. Parti ve CMP arasında 1956 yılı sonlarına doğru, iktidarın baskısına en az maruz kalan CMP olmuştur. Bu bahiste Forum şöyle der: “CMP, faaliyetini fikir ve parlamento çalışmasından çok halk hatibi seviyesindeki birkaç liderinin, hicivli hikayeli kahve ve meydan toplantısında yaptığı için, iktidar organları kendilerine daha çok müsamahalı bir muamele gösteriyorlar. Bu suretle karşılarında kalabalık bulan ve esasen yegane faaliyet tarzları resmi makamların müsamahalı muamelesiyle karşılaşan bu parti ileri gelenleri, son zamanlarda kendilerini Anglosaksonların tabiriyle ‘saf insanlar cennetinde’ hissetmeye başlamış görünüyorlar. Bunlara göre artık demokratların %60’ı, CHP lilerin %20’si, H.P. lilerin pişmanlık duyan yeni mensupları CMP’ye iltihak etmişlerdir.”328 Forum’un birçok sayısında iktidar-muhalefet ilişkilerine dair Batı demokrasilerinden örnekler yer almaktadır. Bu örneklerden bir tanesi şöyledir: “Başkan Eisenhower, Amerika’da muhalefet partisi lideri olan ve önümüzdeki Kasım ayında Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisine rakip olarak çıkacak olan Demokrat Parti adayı Mr. Stevenson’a dış siyasete ait Merkez Haberalma Dairesi tarafından hazırlanan gizli devlet raporlarının verilmesi teklifinde bulunmuştur. Mr. Stevenson tarafından kabul edilen bu teklif, Amerika’da demokratik idare tarzının normal ve tabii bir tezahürü olarak karşılanmıştır. Nitekim 1948 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde o zamanki başkan, Mr. Truman, rakibi Cumhuriyetçi adayı Mr. Dewey’e de aynı teklifi yaparak kendisini devlet sırları hakkında haberdar etmişti. 1952 seçimlerinde de Mr. Truman aynı şeyi iki rakip partinin adayları olan General Eisenhower ve Mr. Stevenson için tekrar etmişti. Muhalefeti ‘fesatçı, bozguncu, hain, zalim, ihtilalci’ gibi vasıflarla itham eden bugünkü iktidarın zihniyeti ile, modern bir demokraside, kendini ve karşısındakini aynı derecede 326 İşbirliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:56, 15 Temmuz 1956. Zaman Kaybının Sırrı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:57, 1 Ağustos 1956. 328 Rejim Buhranı ve Muhalefet Buhranı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:59, 1 Eylül 1956. 327 271 muteber, aynı haklara sahip iki rakip kuvvet olarak gören Amerika misali, üzerinde uzun uzun durulacak bir tezattır. Bu bizde, muhalefeti nerde karşılaşırsa, ne vesile ile temas ederse, daima yıkmak, ezmek ve baskı altında tutmak isteyen totaliter zihniyetle, onu müsavi şartlarla mücadele edeceği bir rakip olarak kabul eden demokratik gelenek arasındaki uçurumu ifade etmektedir.”329 Örneğin ardından çıkarılacak ders ise şöyle özetlenmektedir: “Bununla başlıca iki hedef güdüldüğü anlaşılmaktadır. Birincisi, gerek seçim devresinde gerekse seçimi takip eden intikal devresinde, seçimde kazanma ihtimali olan rakip parti adayına, devletin mühim sırlarını vererek, demokratik devlet idaresinde devamlılık unsurunu takviye etmek ve gerçekleştirmektir. Bu suretle, muhalefet partisi adayı, en mühim konular hakkında devlet teşkilatının topladığı bazı bilgilere sahip olarak seçime girerken, milli menfaatlerin parti mücadelesi yüzünden zarar görmesi de önlenmektedir. Çünkü işin esasına dair tam bilgisi olmadan, eksik mutalarla seçim kampanyasına girilmesi, lüzumsuz bazı tartışmalara meydan vererek milli menfaatleri incitebilirlerdi. Bu usul, hem devlet hizmetinde ekip değişmesine rağmen devamlılık ve istikrarı temin etme hem de bazı konular üzerinde daha iyi aydınlanarak milli menfaate dokunan noktaları, tartışma konusu dışında tutma noktasından çok faydalı neticeler vermektedir.” Forum, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki, iktidarın tutumundan kaynaklanan sorunlu duruma ilişkin, iktidar sahiplerine hitaben şu sözü sıklıkla yineler: ‘İhtilafa taraf olan hakem olamaz’. Daha sonra da, ihtilafa taraf olanın hakem olmak istemesinin Şark zihniyetinin bir tezahürü olarak görülmesi gerektiğini belirtir.330 Gerçekten de DP’nin eleştiriye tahammülsüzlüğünü Şark zihniyetine bağlamak isabetli olur. Çünkü Batı demokrasilerinde eleştiri hakaret olarak görülmez ancak Doğuda eleştiri hoş görülmez, daha ötesi eleştiriye muhatap olan kişi, bunu şahsileştirme eğilimi içinde olur. DP yöneticilerinin bu zihniyetinin bir başka ifadesi de gürültülü patırtılı karşılama törenleridir. Forum’da bir yazıda şöyle denilmektedir: “Bir hükümet gittikçe amme efkarının salim ve olgunlaştırıcı temas ve ikazlarından kendi isteğiyle irtibatını keserse, halkın sevgi ve itimadının devam ettiği intibaını yaratacak kütle tezahürlerine şiddetle ihtiyaç duyar. Bu sayede hem kendisinde, hem de etrafta sarsılan güveni tamir etmek imkanlarına kavuştuğunu sanır. Bu yola hürriyet rejimini planlı bir şekilde ortadan kaldırmayı aklına koyan birçok şahsiyetler müracaat etmiştir. Üçüncü Napolyon, imparatorluğu ilan etmeyi aklına koyduğu zaman Fransa içinde yaptığı seyahatlerde kendini büyük merasimlerle ve tezahüratla karşılatmış, nihayet halk beni tasvip ediyor diyerek cumhuriyet idaresini ortadan kaldırmıştır.”331 DP yöneticilerinin zihniyetini, özellikle de Menderes’in demokrasi anlayışını göstermek açısından Forum’dan başbakanın şu sözlerini de aynen nakletmek yerinde 329 Demokrasi ve Muhalefet Saygı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956. Muhalefet Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957. 331 Davullar Kimin İçin Çalıyor?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957. 330 272 olacaktır: “Başbakan, Bursa’da, bir parti kongresinde ilgi çekici bazı itiraflarda bulunmuştur. Mesela son yıllarda DP iktidarının rejimle ilgili olarak aldığı antidemokratik tedbirlerin ‘vatan hayrına’ sayılamayacağını açıklamış, ancak iktidarı bu tedbirleri almaya muhalefetin zorladığını ileri sürmüştür. Muhalefetin çalışabilmesini, görüşlerini yayabilmesini güçleştirici antidemokratik tedbirler almaya iktidarı zorlama ihtiyacını duyacak kadar mazoşist bir muhalefet tasavvur olunamayacağına göre, başbakanın vatan hayrına sayılamayacak tedbirler alındığına dair itirafı pek yerinde olmakla beraber, ileri sürdüğü mazereti ciddiye almak imkansızdır. Başbakanın Bursa konuşmasında rejim meseleleriyle ilgili başka bir itirafı ise büsbütün kaygı vericidir. Konuşmanın sonlarında, başbakan, son seçimlerde CHP’nin iktidarı kazanmasına ramak kaldığını hatırlatarak şöyle demektedir: ‘O seçim gecesini Allah bir daha göstermesin, Türk milletini bir faciadan kurtardı...’ Başbakanın ‘facia’ dediği şey, bir muhalefet partisinin vatandaş oyuyla iktidara gelmesi ihtimalinden ibarettir. Böyle bir ihtimali facia sayabilmek için DP genel başkanı, partisinin ‘kuruluşunun temelini teşkil eden prensiplerden’ artık bu prensipleri hiç hatırlamayacak kadar uzaklaşmış olmalıdır.”332 Demokratik rejim yalnız bir hukuki düzen değildir, bunun yanında demokratik rejime yaşama gücü veren, rejimin kendine has gelenekleridir. Bu bakımdan demokratik düzeni gerçekleştirme amacını taşıyan her kişi, bu geleneklerin yerleşmesinde kitleye öncü olmak zorundadır. Demokratik bir düzende toplumun meseleleri hakkında farklı düşünüş ve kanaatte bulunanların mevcudiyeti doğaldır. Düşünüş ve kanaat ayrılığı medeni ilişkilere zarar vermez. DP yöneticileri ise iktidarda bulundukları süre zarfında muhalefeti sürekli ezmişler, hatta muhalefeti siyasi alandan silmeye çalışmışlardır. Bunun için iktidar olanaklarını kullanmaktan bir an olsun geri durmamışlardır. Muhalefet partisi liderlerinin basın konferansları yapabilmelerini izne bağlı tutmak üzere kanun çıkarmayı dahi zaman zaman ciddi olarak düşünen iktidar, böyle acayip bir kanuna diktatörlüklerde bile rastlanmayacağı hatırlatıldığı için olsa gerek, bu düşünceden vazgeçmiş, fakat daha kötü bir yola saparak, hoşuna gitmeyen basın konferanslarının yayınlanmasını yayın yasakları yoluyla önleme yoluna gitmiştir. Bu bağlamda Forum şöyle demektedir: “İktidar, halk tarafından duyulmasını kendisi için siyasi bakımdan mahzurlu gördüğü Meclis konuşmaları hakkında, Anayasa ve İçtüzüğe aykırı olarak ‘zabıttan çıkarma’ kararları almakta, öylece zabıttan çıkarılan konuşmaların, içlerinde en küçük bir suç unsuru bulunmasa bile yayınlanmasını önlemek için, gazetelerin gözünü korkutmaya çalışmaktadır. Üstelik bununla yetinmeyip, muhalif milletvekillerinin zabıttan çıkarılan sözlerini, devlet radyosu ve başta iktidar vasıtasıyla, o milletvekillerine karşı husumet uyandıracağını umduğu bir şekilde halkoyuna aksettirmektedir. Bir yazı, demeç veya bildiri hakkında yayın yasağı konulabilmesi, o yazı, demeç veya bildir hakkında kanuni takibata geçilmesi şartına bağlı bulunduğu halde, muhalefet partilerinin haklarında dava açılması imkansız bulunan meclis gruplarınca yayınlanmış bildirileri için bile yayın yasakları konulmaktadır. Bütün bu tertiplerin sonucu 332 Başbakanın itirafları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:95, 1 Mart 1958. 273 olarak gazetelerde sık sık rastlanan beyaz sütunlar, rejimin yeni bir yüz karası olmuştur.”333 Forum, 1959 yılında cereyan eden Geyikli hadisesinden sonra bir an evvel genel seçimlere gidilmesini gündeme taşır. Geyikli hadisesini başyazısına taşıyan Forum şöyle demektedir: “Geyikli ve Çanakkale olayları gibi bir sürü hadise, memleketimizde mühim bir hukuk, nizam ve hükümet otoritesi buhranı yaratmış bulunuyor. Geyikli’de önceden hazırlanmış bir tertip ile CHP genel sekreterine, refakatindeki milletvekillerine ve basın mensuplarına tecavüz olunmuştur. Fakat bu tecavüz Demokrat Partililer tarafından yapıldığı için bu memleketin kanunları işleyememiştir. Olayı yerinde incelemek için ve icabında Büyük Millet Meclisine intikal ettirmek üzere iki CHP milletvekili Geyikli’ye gönderilmek istenmiştir. Zira müşahede olunan odur ki, hükümet mütecavizleri, suçluları cezalandırmak için herhangi bir harekete tevessül etmemektedir. Fakat Çanakkale’de gece iskelede toplanmış olan Demokrat Partililer, Cumhuriyet Halk Partili milletvekillerinin dışarıya çıkmalarına mani olmuşlardır. Vali, hükümet otoritesini, kanunları dinlemeyen kalabalığı dağıtmakta acz göstermiş ve görevini yapamamıştır. Halbuki emri altında nizam ve sükunu sağlayacak yeter ölçüde kuvvet bulunmaktaydı. Diğer taraftan yalnız muhaliflere tatbik olunan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu da müdahaleyi gerektirmekteydi. Mesele hukuki ve siyasi düzen bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken vahamet arz etmektedir.”334 Yazı şöyle devam eder: “DP’nin kendi taraftarlarını milis kuvvetleri halinde toplayıp dövme, sövme ve cana kastetme gibi kanunlar muvacehesinde mutlaka suç konusu olan hareketlere baş vurması, kendi iddialarında haklı olmadığının bir delili kabul olunabileceği gibi memlekete, hiçbir zaman arzu olunmayan bir siyasi mücadele taktiğini sokma teşebbüsü olarak da mütalaa edilebilir. DP kendi hoşuna gitmeyen fakat esasında suç da teşkil etmeyen her harekete karşı Uşak, İzmir, Geyikli ve Çanakkale’de yaptığı gibi gayri mesul topluluklarla karşı koymaya kalktığı takdirde, halkın kanunlara, hükümete, idareye karşı duyması gereken itimat derin bir surette sarsılmış olur. Bir memlekette böyle bir itimatsızlık havası esmeye başlayınca hem o memleket hem de hükümet edenler için en büyük talihsizliklerden biri doğar. Son hadiseler bir defa daha göstermiştir ki hükümet mesnetsiz, yersiz ihtilal vahimlerine kendini kaptırmaktadır. Bu kompleks hükümet etmeye mani olmaktadır. Binaenaleyh bir hükümet değişmesine kati ihtiyaç vardır. Bu yalnız memleketin değil, bizzat DP’nin de menfaatine olacaktır.” Forum, Gedikli hadisesinden sonra hemen hemen her sayısında iktidar değişikliğinin gereği ve erken genel seçimlere gidilmesinin ülke menfaatine olduğunu yineler. Öte yandan DP yöneticileri ise ‘seçimleri kaybetsek dahi iktidarı bırakmayacağız’ şeklinde bir propaganda yayarlar. Şunun altını çizmek gerekir ki, geniş halk kütlesi arasında yayılmaya çalışılan bu ifadenin propaganda olduğu da şüphelidir. Nitekim Türk aydınları bunun iktidar sahiplerinin gerçek düşüncesi olduğunu düşünmekteydiler, zaten, 1960 yılı Mayıs’ında yapılması beklenen genel seçimlerin 333 334 Sansür, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:129, 1 Ağustos 1959. Uşak’tan Geyikli’ye, Başyazı, Forum, sayı:133, 1 Ekim 1959. 274 geriye bırakılması ve tahkikat komisyonunun kurulması ve faaliyete başlaması, bu ifadenin propaganda olmaktan daha ziyade bir nabız yoklama olduğu fikrini güçlendirmekteydi. Aslında CHP yöneticileri de böyle düşünmekteydiler, fakat bunun bir propaganda olduğuna ısrarla vurgu yapmayı tercih etmişlerdir. Çünkü aksi bir yaklaşımın, kaynamakta olan toplumu büyük felaketlere sürükleyebileceğini öngörmekteydiler. Mesela Bursa Nutkunda İnönü’nün, ulusun iradesine karşı gelindiği takdirde, bu yola sapanlar için neticenin vahim olacağını hatırlatması anlamlıdır.335 Çok geçmeden, iktidar sahipleri, tahkikat komisyonunu kurup demokratik rejimi tasfiye etmekte tereddüt etmeyeceklerini açık olarak ilan etmişlerdir. Bunu takiben de, 27 Mayıs askeri müdahalesi ile Demokrat Parti yöneticileri tasfiye olmuşlardır. 335 İnönü’nün Bursa Nutku, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 140, 15 Ocak 1960. 275 V.BÖLÜM FORUM:DEVLET-İKTİDAR 1.Devletin Nitelikleri 1.1.Milli Devlet Forum’da doğrudan ‘milli devlet’i konu alan yazıya rastlanmaz. Bununla beraber, Türk Devriminin yerleştirilmesi sürecini konu alan yazılarda, milli devletten ne anlaşılması gerektiğine yer verilir. Bu bahiste Türk milliyetçiliğinin tarihsel kökeni olarak Meşrutiyet dönemi Türkçülük akımı gösterilmekle birlikte, Kurtuluş Savaşı koşullarında ve sonraki süreçte Türk milliyetçiliğinin Türkçülükten tamamen ayrıldığı belirtilir. Türk milliyetçiliği ile Türkçülük, Tutancılık gibi ideolojiler arasında bir ilişki kurulmasının gayri makul olduğu ifade edilir. Forum, Turancılığı ve Türkçülüğü, “memleketimizde içte ani-demokratik ve dışta da saldırgan bir siyasi düzene ısrarla varmaya çalışan ideolojiler” şeklinde tarif ederek bu ideolojilerin gericiliğine vurgu yapar. Özellikle Kıbrıs meselesinden kaynaklı olarak bu gibi ideolojilerin can bulduklarına da işaret eder. Irkçı ve Turancıların, Türkçülük kelimesini bir yana bırakıp kendilerini milliyetçi olarak takdim etmelerini ise eleştirir. Bunun geniş halk kütlesinin eğitimsiz olduğu bir ülkede tehlikeli sonuçlara varabileceğini söyler. Forum, İmparatorluktan ulus-devlete geçiş döneminde, konuşulan dilin Türkçe olması esasına göre vatandaşlığa kabul politikasının uygulanmasını ve Cumhuriyetin erken döneminde ulus-devlet yaratmanın bir gereği olarak yapılan dil devriminde, Arapça ve Farsça kelimelerden Türkçe’yi arındırmak için, Orta Asya menşeinin öne çıkartılmasının geri çevrelerce Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını tahrip etmek için kullanılmış olduğunu belirtir. Devletin kuruluş aşamasında dünyanın başka coğrafyalarındaki Türkler ile Anadolu Türkleri arasında akrabalık olabileceğini, ancak bunun özel bir siyasi programın esasını teşkil edemeyeceğini, bunun sadece kültür birliği çerçevesinde değerlendirilebileceğini vurgular. Forum, Cumhuriyetin milli devlet anlayışının, etnik veya ırki ölçüyü açıkça reddettiğinin altını çizer. Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan, Türkçe konuşan, Türk kültürü ile yetişen ve kendisini Türklük ideali ile bağlı sayan herkesin Türk olduğunu; Türklüğün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yurttaşı olmak şeklinde tanımlandığına işaret eder. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin ‘sözleşme’ üzerine oturmadığını, bunu reddettiğini, ‘birleşme/kabul’ üzerine oturduğunu söyleyen Forum, buradan hareketle birleşmenin bizatihi kendisinin taraf kavramını tasfiye ettiğinden; tüm etnik grupların birer taraf olmasının ortadan katlığını, Türklüğün yurttaşlık bağının adı haline dönüştüğünü belirtir. Bu noktada, Forumcuların, ulusdevletin inşasında, cumhuriyetçi demokrasinin aktant olarak seçilmiş olduğunu tespit etmiş olduklarına dikkat çekmek gerekir. 276 Forum, Türkçe konuşan ve Devrimi benimseyen herkesin Türk siyasi toplumunun asıl üyesi sıfatını kazandığını; bunun herhangi bir istisnası olmadığını; Rum, Ermeni ve Yahudilerin de Türk olduklarını vurgular. Cumhuriyet öncesinde, Osmanlı döneminde Çerkez, Laz, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Yahudi vb. olan Osmanlı tebaası, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Türk yurttaşlarıdır. Bir diğer ifadeyle Türk milli devleti veya Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk yurttaşların devletidir. Hemen belirtmek gerekir ki, Forum’un milli devlet algısının cumhuriyetçi demokrat ideolojinin milli devlet algısı ile taban tabana oturması, liberal demokrat ideolojiyi savunan Forumcular açısından kuramsal bir sorun yaratmamaktadır. Nitekim, hem cumhuriyetçi demokrat hem de liberal demokrat ideolojiler, kurucu düşünceden meşruiyetlerini almaktadırlar. Kurucu düşünceden meşruiyetini alan ideolojiler de, kurucu düşüncenin eyleyeninin cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi olduğunu bildiklerinden, devletin nitelikleri bahsinde, ideolojiler arasında bir farklılık görülmesi beklenmez. Kurucu düşüncede, milli devlet bir bütün olarak görülmekte, sözleşme ile devletin tesisi reddedilmektedir. Kaldı ki eğer sözleşme esası kabul edilmiş olsaydı, sözleşmeye taraf olan etnik gruplar, devlet kurulduktan sonra da etnik kimlikleri ile taraf olarak kalmaya devam edeceklerdi ve herhangi bir zamanda sözleşmenin tarafı olmaktan çekilebileceklerdi. Ancak devlet birleşme esası ile kurulduğunda, milli devlet birleşik Türk yurttaşlığı ile eşitlenmekte ve tek varlık olarak Türk yurttaşlığı kendini göstermektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, milli devlet tek başına düşünüldüğünde havada kalmaktadır. Ancak bunu, diğer Devrim ilkeleri ile birlikte ve bu ilkelerin devlet yapısında somutlaştığı mekanizmalar ile birlikte düşünmek gerekir. Mesela, milli devletin yanına Devrimin diğer kabullerinden birisini, yöneten ile yönetilenin özdeşliği eklendiğinde, milli devlet amacının gerçekçiliği ortaya çıkar. Çünkü yöneten ile yönetilenin özdeşliğinden hareketle, yabancı irade Türk yurttaşı dışındakiler olarak kabul edilmekte, bu da birleşme sonrasında ayrılma niyeti vuku bulduğunda dahi yurttaşların ayrılamamasını temin etmektedir. Şöyle ki, her ne kadar, Devrim yerleştikten sonra bu beklenen bir hal olmasa da, böyle bir niyetin örneğin dış çevrelerce tahrik vb. şekilde oluştuğu varsayılsa, bu niyet sahipleri ayrılamazlar, çünkü yapı tümden çöker, bir diğer ifadeyle parçalara ayrılma değil, eriyip yok olma gerçekleşir. Ki bu bilindiği için de, zaten bu niyet oluşturulmaya çalışılsa dahi, gerçekleşmesi olanaksızdır. Kuşkusuz, siyasi birliğin nasıl tanımlandığı da milli devlet algısını şekillendiren bir unsurdur. Kurucu düşünce, cumhuriyetçi demokrasiyi eyleyen olarak seçtiğinden, bu seçimin bir sonucu olarak da, devlet, liberal demokrat ideolojideki gibi toplumsal kurumlardan biri durumuna indirgenmediğinden, devlet organize olmuş halk olarak görüldüğünden, politik birlik de tek tek bireylerin toplamı olmaktan çıkmakta, halkın bilinç sahibi olarak ulaşacağı bir durum haline gelmektedir. Şu halde, bu birliğin dışındaki herkes yabancı olmakta ve birliğin korunması yabancılara karşı dikkatli olmayı gerektirmektedir. Ulus-devletin kuruluş aşamasında, cumhuriyetçi demokrat ideolojinin ne kadar işlevsel olduğunu, burada görmek mümkündür. 277 Hemen belirtmek gerekir ki, ulus-devletin kuruluşu aşamasında yabancıların düşman olarak kabulü, ulus-devletin kökleşmesi sürecinde, yerini, yabancıların düşmanlık edebileceği ihtimali kabulüne bırakacaktır. Ulus-devletin kökleşmesinden sonra ise, ki bu, modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreçlerinin tamamlanması ile doğrudan doğruya ilişkilidir, ‘yabancıların düşmanlık edebileceği ihtimali kabulü’ de, kendiliğinden silinecektir. Ancak, ulus-devletin kuruluş ve kökleşmesi süreçlerinde, birliğini korumada dikkatli olmayan halk, düşmanını fark edemeyebilir, bu ise birleşik iradeye veya politik birliğin iradesine zarar verir ve ulus-devletin çöküşüyle sonuçlanır. Bu çöküş birden olmaz, önce Mecliste yani politik birliğin temsil edildiği yerde yozlaşma başlar. Bu yozlaşma, Meclisi politik birliğin temsil edildiği bir yer olmaktan çıkartır, onu çıkar gruplarının arenasına dönüştürür, temsil artık basit bir vekaletle eşdeğer sayılmaya başlar, yöneten ve yönetilen özdeşliği yerini yönetilen aleyhine hiyerarşiye bırakır, başta birliğin dışladığı yabancı iradeler tanınmamaya başlarlar, devletin kurumları ki bu yurttaşın kurumlarıdır aslında, artık farklı çıkarların hizmetinde polemikselleşmiş yapılara dönüşürler, kimi partiler bu birliği tekrar sağlamak için öne çıkarlar, ancak birlik bir kez delinmiş olduğu için, bunlar da diğer çıkarların temsilcisi partilerle eşdeğer görülürler, ulus devletin savunulması hukuki bir savunmaya indirgenir, politik korumadan söz edilmez ve ulus-devletin sonu böylece gelir. Forum, Türk milliyetçiliğinin veya Atatürk milliyetçiliğinin, Türkçülük veya Turancılıktan farklılığını vurgularken harf inkılabı üzerinden, bu kesimlerin ‘Yazı ve dil değişikliği dolayısıyla yeni neslin eski eserleri okuma imkanından mahrum bırakılması suretiyle dini ve milli kültürün sükutu temin edilmiştir’336 şeklindeki ifadelerle, ayrıca medeni kanun tercüme olduğu için milli bünye, örf ve adetlere uymadığını iddia ederek ve kıyafet inkılabını Avrupa’yı şekli ve sathi olarak taklit etme biçiminde eleştirmek suretiyle örtülü bir Devrim karşıtlığı yaparak, aslında İslamcılar ile aynı safta yer aldıklarını ve bu kesimlerin de demokrasi için tehdit oluşturduklarına dikkat çeker. Forum şöyle der: “Atatürk hiçbir zaman Türk halkının taassup yeri olduğunu kabul etmemiştir. Halkımızın modern bir millet olmak kabiliyetine fıtri bir şekilde haiz olduğu inancı, Atatürk devrimlerinin temelini teşkil eder.”337 Bu bağlamda Bülent Daver’in şu değerlendirmesine yer vermek uygun olur: “Atatürk siyasal rejim konusunda, demokratik rejimi benimsemektedir. Bu rejimin üstünlüğüne ve değerine yürekten inanmaktadır. Türk milletinin doğuştan niteliklerinin de demokratik rejimi kabul etmeyi kolaylaştırdığını ileri sürmektedir. Onun demokratik cumhuriyet kurmayı daha Kurtuluş Savaşı başında hatta belki daha önceleri kararlaştırmış olması çok olasıdır ve bunu doğrulayan belirtiler az değildir. Bununla birlikte o, bu görüşünü başlangıçta pek açığa vurmamış, ülkedeki çeşitli siyasal eğilimleri ve Meclis’teki grupları göz önünde tutarak oldukça kapalı ve 336 337 Doktrinler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:146, 1 Nisan 1960. İnkılapların Felsefesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:59, 1Eylül 1956. 278 ölçülü konuşma yolunu tutmuştur. Bunalımlı savaş yıllarında demokrasi ve cumhuriyet sözcüklerini Mustafa Kemal Meclis’te ya da kamusal yaşamında kullanmamıştı. Ancak zaferden sonradır ki, önce ‘halk yönetimi’ diye andığı rejimin aslında bir cumhuriyet, hem de Batılı demokratik bir cumhuriyet olduğunu gitgide büyük bir kesinlik ve açıklıkla ortaya koymuştur.”338 Forum, ırkçı totaliter akımları, Devrim felsefesini anlamamakla eleştirir. Forum’a göre, bu totaliter akımların aslında söylediği şudur: ‘Devrimler sebebiyle, milli anlayış sarsıntı geçirmiş, milli kültür kısırlaşmış ve ahlak buhran içine girmiştir.’ Forum, bu düşüncenin tehlikesine işaret ederek, bu akımların milli ahlaktan kastının köylü ahlakı olduğunu ifade eder. Forum, bu tespitinde haklıdır. Nitekim 6/7 Eylül olayları hatırlandığında Forum’un bu değerlendirmesinin isabeti kendiliğinden ortaya çıkar. Gerçekten de bu olaylar, basit bir köylü-şehirli karşıtlığı olsaydı, köylüler karışıklık çıkarttıktan sonra malları talan ederler ve dağılırlardı; ilaveten eğer bu olaylar Kıbrıs davasına dair bir duyarlılıktan kaynaklanmış olsaydı, aydınların ve üniversite öğrencilerinin Kıbrıs davasına dair yaptıkları gösterilerin özelliklerini ihtiva ederdi. Oysa bariz bir şekilde, iktisadi sıkıntılar içinde kıvranan kalabalıklar, ırkçı bir ideolojinin aracı haline dönüşmüşlerdir. Bu bağlamda 6/7 Eylül olaylarında İstanbul’daki karışıklıklarda, gayri Müslim Türk yurttaşların can güvenliğinin kalabalık köylü kütlesi tarafından tehdit edildiği olaylara dair Forum’daki şu sözler dikkat çekicidir: “Türklerin Türk olmayanlar tarafından istismar edilmekte olduğu şeklindeki ilkel fikirler basit dimağlarda öfkeleri tahrik ederek hisleri izhar fırsatını verdi.”339 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra Turancıların, Atatürkçü aydınlara dair şu değerlendirmeleri ilginçtir: “Bir inkılap sarhoşluğu, mistisizmi, bir ihtilal sadizmi ve yıkıcılığı içinde kıvranan...eskiden kalma ne varsa, iyi olsun, kötü olsun, yanlış olsun, doğru olsun, hepsini silip süpürmek, yeni bir dünya yaratmak sevdasında olan kimseler Atatürkçüdürler. Sözde ilim, asrilik, modernlik, inkılapçılık perdesi arkasında oynanan bu oyunlar, sart edilen fikirler, yapılan bu telkinler hakikatte ruh gibi, iman gibi, şeref, haysiyet gibi, bütün insani varlığımız, seciyemizi aşağılara doğru çeken, menfi, yıkıcı propagandaları yapanlar, Allah’ı ebediyeti bir anlık nefese, bir yığın gübreye tercih edenler inkılapçıdırlar. Neslimizi mahvedenler bunlardır. İnkılapçıların bunu anlamaması bizzat inkılap fikrine zıttır. İşte bu inkılapçılar yüzünden din, aile, adet ve örf gibi bizi ayakta tutan başlıca içtimai müesseselerin sarsılması neticesi bu millet, mazisini, kendini kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır.”340 Bu noktada Atatürk’ün şu sözlerini hatırlamak yerinde olur: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün mana ve şekliyle olgun bir topluluk haline getirmektir, inkılaplarımızın esas gayesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri perişan 338 Bülent Daver, ‘Atatürk ve Sosyo-Politik Sistem Görüşü’, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul:Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 1983, s. 252. 339 6 Eylül, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956. 340 Atatürkçülük, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:159, 15 Kasım 1960. 279 etmek zaruridir. Memleket mutlaka asri, medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün fedakarlığımızın semere vermesi buna bağlıdır.” Forum, Türk milliyetçiliğinin totaliter akımlara alet edilmesinin demokrasiye zarar vermekten de önce milli devlet yapısını tahrip edeceğine işaret etmeyi ihmal etmez. Hemen belirtmek gerekir ki, milli devlete zarar verebilecek olan bu gibi akımların, 1950 li yılların ortasında tekrar canlanmasının müsebbibi olarak Demokrat Parti idarecilerini görür. Forum, DP’nin bu gibi faaliyetleri arasında 6/7 Eylül olayları, köylülüğün yüceltilmesine dair izlediği politikalar, Türk ocaklarının açılmasını sağlaması sayılır. Nitekim Forum, 1950-1960 DP iktidarını, milli devlete zarar verdiği iddiasıyla da eleştirmiştir. 1.2.Demokratik Devlet Forum demokratik devletin, Demokrat Parti iktidarı ile tehlikeye girdiğini çeşitli yazılarında belirtmiştir. Hatta bu konuda Forum’un şu benzetmesi ilginçtir: “Almanların ‘banyo suyu ile beraber çocuğu da kubura dökmek’ diye güzel bir deyimleri vardır. Biz de demokratik devlet suyu ile inkılaplarımızı kubura dökmek tehlikesi içindeyiz.”341 Forum’u demokratik devletin tehlikeye girdiğini düşündüren, iktidar partisinin 1954 seçimlerinden sonra sağladığı çoğunluk ile her şeyi yapabilme gücünü elde ettiğine dair iddiasıdır. Bu bağlamda Forum şöyle demektedir: “Demagojinin hakim olduğu memleketlerde, küçük bir politikacı zümresinin her ne pahasına olursa olsun ‘ekseriyet kazanmak’ için kullandığı bütün ‘oy avlama vasıtaları’ halkın istediğiymiş gibi göstermek hünerinin demokratik devlet idaresi ile hiçbir ilgisi yoktur. Ekseriyetin istediği gibi görünen şey, hakikatte küçük bir politikacı zümrenin iktidarı ele geçirmek için yarattıkları suni bir vasıtadır.” 342 Yazı devamla şöyledir: “Milli kurtuluş savaşını, kongrelerde, meclislerde daima inandırma gücünü kullanarak kazanmadı mı? Şapkayı halka yurdumuzun en mutaassıp sanılan bir kasabasında ‘çuşu huruş’ içinde kabule ettirmedi mi? Milleti Arap harfleri belasından kurtarmak için, memleketi bir havasri gibi şehir şehir, meydan meydan, köy köy, mektep mektep dolaşan ve konuşan o değil miydi? Tarih ve dil çalışmalarını da hep cemiyetler kurarak, kongreler toplayarak yürütmek yolunu tutmadı mı? Hatta Serbest Fırka denemesi bile onun tahriki ile yapılmadı mı? Atatürk, demokrasinin değil, halkın menfaatleri zararına işleyen demagojinin düşmanıydı. Atatürk, halkın cehaletini kendi hırsları hesabına sömüren, ayaklandıran küçük politikacıların düşmanıydı. Serbest Fırka liderleri, inkılaplarımızın, yani halkın yüksek menfaatleri aleyhine işlemeyen bir demokratik gelişmeyi hedef tutsalardı, siyasi hayatımız bugünkü inkılap-irtica çıkmazına düşmezdi. Aydınlarımız da, Serbest Fırka denemesinden ibret alarak, inkılaplarımızı geniş halk yığınlarına şöyle dursun, kendi içlerine bile sindirmesini bilemedi. Siyasi hayat çok partili yaşama açılınca da partiler arasında inkılapçı fütuhatımızı bir açık eksiltme konusu haline koyma yarışı başladı.” 341 342 İnkılaplarımız ve Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954. İnkılaplarımız ve Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954. 280 Yazı şöyle sürmektedir: “Gerçek demokrasi, inkılaplarımızı geriye döndürmek değil, tamamlamak yolunda ileri adımlar atmayı emreder. Mesela şu ‘Arapça ezan’ işini ele alalım. Basit gibi görünen bu hadise gerçekte çok tipik ve çok manalıdır. Atatürk birden dirilse, Arapça’yı din dili diye Türkçe’ye tercih eden zihniyetin inkılaplarımıza şöyle dursun, hatta gerçek demokrasi ile olan münasebetini kendisine nasıl izah edebiliriz? Osmanlı cemiyetindeki hakim idareciler sınıfının bir imtiyazı olan o Arap-Acem kırması dil, milli şuuruna ermiş, gerçek demokratik bir Türkiye’nin kanun dili nasıl olabilir? Halbuki şimdi cenaze törenlerinde, ölülerin tabutu önünde yapılan duaları, camilerde söylenen vaazları, radyoda okunan dini mevizeleri bile Arap kırması bir şive ile okumak günün modası olmuştur. Milletin dil terbiyesinde mühim bir rolü olan radyodan okunan haberler bile Osmanlı devrinin resmi kitabet dili ile yazılmaya başlandı. Konuşma dilimizden tamamen kovulmuş olan bir sürü Arap, Acem kelimler yine diriltildi. Türk diline benliğini kazandırmak için yaşayan köklerden yapılan üretmeleri bile ‘uydurma dil’ diye alaya alan zihniyet, 1908 Osmanlıcasını hortlattı. Bütün bu hazin hadiseler karşısında suçlu aramanın hiçbir faydası yoktur. Suçlu olan ne halktır, ne de demokrasidir. Demokrasiyi bir kalabalık ve çoğunluk rejimi olarak kabul eden demagojik anlayıştır.” Türk milletinin seviyesini ve itibarını düşürecek hareketlerin ilerleme sayılması mümkün olmadığı gibi, bu gibi hareketlerin demokratik devlet anlayışının bir ifadesi olduğu iddiası büsbütün yanlıştır. Yurttaşın geriye doğru gitme talebinin oy temini maksadıyla yerine getirilmesini, ‘demokratik devlet anlayışı’ şeklinde yorumlamak demokratik ilkelerle çelişir. Hattı zatında geriye gitme talebinde olan kişiler yurttaşlaştırılamamış kimselerdir. Demokratik devletin kökeni, felsefi bakımdan aydınlanma devrimine dayanır. Aydınlanmış akıl ise Türkiye örneğinde Devrim ilkeleriyle bağdaşmayacak taleplerde bulunmaz. Kaldı ki ilkelerin hepsi eşit değerdedir. Hiçbir kimsenin ne iktisadi, ne siyasi ne de toplumsal yaşamda; demokrasiden istifade ederek ‘madem demokrasi var, ben geriye gitme hakkımı kullanıyorum’ demesi kabul edilemez. Çünkü bu birinin çıkıp ‘köle olmak istiyorum’ demesinden farklı değildir. Forum’a göre, demokratik devlette idarecilerin sahip olması beklenilen temel ilke ‘laik umdeye sadakat’ tir.343 Forum’un bu bahisteki şu sözleri anlamlıdır: “İktidardaki siyasi kuvvet tarafından henüz, demokratik hayat prensipleri, bütün vuzuhu ile idrak edilmemiştir. Sonra, belli bir siyasi gücü ifade ederek iktidara gelmiş olan partinin türlü icra ve kontrol kademelerinde yer alanlar demokratik hayat prensiplerine uyma suplesini de tam gösterememişlerdir. İşte bu boşluklar yüzünden, bazı parti kademelerini işgal edenlerin veya bunlara dayananların hareket notlarında, demokratik rejimin ana kurallarına, bu kurallardan çıkan ana meşruluk prensiplerine, alelumum ileri ahlakın gereklerine uymayan hareketlere rastlanmıştır.”344 Her insan topluluğunda, boyuna ilerici ya da gerici kuvvetler arasında sürekli bir savaş görülür. Batı medeniyetine uymaya uğraşan ülkelerde ilerici kuvvetlerin sürekli alan kazanması gerekir. Sosyal alanda kazanılan her 343 344 Demokratik Devlet Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:20, 15 Ocak 1955. Bütün Suiistimallerle Savaş, Onbeş Günün notları, Forum, sayı:26, 15 Nisan 1955. 281 adımın memleketin idari ve siyasi teşkilatında ve bu teşkilatın ruhunda da bir yer elde etmesi gerekir. Ancak bu şekilde demokrasi geliştirilebilir. Öte yandan bir ülkede iktidar sahipleri, ilerici güçlere baskı uygular, gerici güçlere destek verirse, orada demokrasinin gelişmesine imkan yoktur. Forum, demokratik devlet anlayışına sahip olan DP yöneticilerini bu hususta kimi zaman uyarıp kimi zaman da eleştirirken Menderes’in şu sözünün hatalı olduğunu çeşitli yazılarda dile getirmiş ve bir yanlış örnek olarak yazılarda bu söze yer vermiştir: “Tek dereceli seçim yapan, tek dereceli ve serbest seçimle bir partiyi işbaşına getiren bir memlekette idare demokratiktir. Hür ve serbest seçim istibdadı nef eder, seçimin olduğu yerde istibdat, istibdadın olduğu yerde seçim olmaz.” Forum, demokratik devlette olmazsa olmazları ise sıklıkla şöyle sıralar: “Serbest tartışma, başka ve karşı fikre yer verme, azınlıkta kalanların haklarına saygı”. Forum pek çok yazıda demokratik devlete dair şu tanımı yapar: “Demokratik devlette iktidar her şeyi yapamaz. Vakıa, seçim zaferi iktidara büyük bir hareket serbestliği verir. Fakat bu ancak, belli şartlara göre kendi dileklerini gerçekleştirme anlamındadır. Bu belli şartlar ise; birincisi, anayasa rejiminin temel müessese ve kanunlarına riayet; ikincisi ise kendi parti tüzüğü, seçim programı ve beyanlarına uygun harekettir. İşte iktidar, ancak bu şartlara uygun olanları yapabilir, aykırı olanları ise katiyen yapamaz. Hükümetin bir oligarşi haline girmemesini bunun için isteriz. Çünkü hükümet bir oligarşi haline gelirse, bu oligarşi, bir müddet sonra, hatta iyi niyetlerine rağmen, Anayasa rejiminin temel müessese ve kanunları ile bağlı kalmamaya başlar. Aynı zamanda kendi programı, seçim programı ve beyanlarına da sadık kalmaktan gittikçe uzaklaşır. O zaman ‘her şeyi yapmaya’ kalkar ki burada bir demokratik devlet mevzubahis değildir.”345 Forum, bir devlete ‘demokratik devlet’ denilebilmesi için yurttaşlarının kendini güvende hissetmesi gerekliliğine de sıklıkla pek çok yazıda işaret eder. Değil iktidarın karşısında taraf tutmayı, tarafsız olmanın dahi güvenli olmadığı bir yerde demokratik devletin var olmayacağını belirtir. Forum ayrıca demokratik bir devletin her faaliyetinin, ülkenin yüksek çıkarlarını gerektiren kimi meseleler hariç olmak üzere, aleni olmasının şart olduğunun altını çizer. Bu bahiste şöyle der: “Demokrasi aleniyet cereyanıdır, mahkemede itham ve müdafaanın, parlamentoda fikir ve karşı fikrin, hükümet işlerinde alınan kararların, yapılan icraların, halk oyunun gözleri ve idraki önünde geçmesi cereyanıdır. Çünkü bu işler, bu icralar, halkın ya canına ya malına ya şerefine dokunabilecektir.”346 Forum, ayrıca demokratik devlet ile ekonomik gelişmenin telifinin zor olarak sunulmasını da antidemokratik bir yaklaşım olarak değerlendirir. Nitekim şöyle demektedir: “Türkiye’miz, demokrasi içinde, sosyal ve ekonomik meselelerin çözüm yollarını arayacaktır.”347 Gerçekten de siyasi rejim sorununu çoktan halletmiş ülkelerde başlıca ilgilenilen mesele ekonomik ve toplumsal meselelerdir. 345 Yapmak Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:30, 15 Haziran 1955. Vuzuh Lazım, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:35, 1 Ekim 1955. 347 Batılı Demokrasinin Kavramları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:47, 1 Mart 1957. 346 282 Forum’un şu sözleri ise ilginçtir: “Demokrasi zor bir rejimdir. Ona ayak uydurmayı, onun prensiplerini samimi olarak benimsemeyi herkes beceremez.”348 Forum, aynı yazıda, Demokrat Partinin adı ile mütenasip bir parti olmadığını da belirtmeyi ihmal etmemiştir. 1.3.Laik Devlet Forum, laiklik ilkesini demokratik rejimin esası olarak görmektedir. Bu hususta şöyle denilmektedir: “Laiklik prensibi günümüzün ve geleceğimizin bütün sosyal ve siyasal meselelerini kucaklayan bir ana dava olarak ortada durmaktadır. Bu prensip, zaman içinde birbirinden aralıklı tek tek olaylarla kuvvet kazanması lazım gelirken boyuna kuvvet kaybetmektedir. Çok partili siyasi hayat çağı, bize, boyuna gerici eğilimlerle uzlaşmalar yapan partiler hediye etmiştir. Bu uzlaşmalardan cesaret alan gericilik eğilimi, cemiyetimizi, şeriat temellerine dayanan ve bunun kati sonucu olan bir İslamcı otokrasiye kadar gidecek bir bünyeye kaydırma istidadı göstermeye başlamıştır.”349 Forum, laik bir devleti sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı devlet olarak görmez. Forum’a göre laik bir devlette, demokratik rejimin kurumsallaşabilmesi için, din istismarcılığına karşı tedbirler alınır ve din istismarcılığı engellenir. Forum, modern bir devlette, siyasi iktidarın, bu engellemeyi bir kamu hizmeti olarak görmesi ve gerçekleştirmesi gerektiğini vurgular. Bir yazıda şöyle denilmektedir: “Laiklik, yalnız din ile siyasetin arasında bir alaka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münasebet kurulmamasıdır. Binaenaleyh, laiklik, sosyal hayatın her yönünü din ölçülerinden ayırmaya, sosyal hayatın her yönünü zamanın, hayatın, müspet bilimin verilerine uydurmayı tazammun eder.”350 Bahri Savcı SBF Dergisinde 1964 yılında yayımlanan makalesinde bu bahiste şöyle demektedir: “Siyasal hayatın laisize edilmesi, bir laik siyasal yapıya ve laik siyasal iktidar olayına ulaşılması; siyasal hayatın her safhasında ve siyasal teşkilatın her kademesinde dini tesirlerin, dini mutlakıyetin bertaraf edilmesi, bunların yerine beşeri teşkilat esaslarının ve şemasının getirilmesi ile birlikte; dinin, camiin, diğer dini merkezlerin karşısında, bunların eğitim hayatını, sosyal dayanışma hayatını, iktisat hayatını, bir kelime ile modern siyasi hayatı kendi mutlakıyetlerine tabi kılmalarına pasif kalınmaması demektir. Laik devlet, din ve dinci müesseseler karşısında, pasif bir durumun kabulü değil, tersine reddidir. Laik devlet, din ve dinci müesseselerin, devlet yapısını, siyasal iktidar olayını, sosyal ve kişisel yaşayış tarzını kendi tesirine tabi kılma istidatları karşısında önleyici, durdurucu, bertaraf edici bir aktif durumun kabulüdür. Aksi halde, Anayasa yapısı olarak din ile devlet birbirinden ayrıldığı halde, siyasal iktidarı dinilik idraki içinde tutan, dini temele 348 Yeni Tedbirlere Doğru, Başyazı, Forum, sayı:142, 15 Şubat 1960. Demokrasi ve Laiklik, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:20, 15 Ocak 1955. 350 Laikliği Noksan Anlama, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1955. 349 283 dayanan müesseseler getirecekleri dinci etki ile toplumsal ilerleme yönünde yürümeyi, yani akıl ve bilim yolunu uygulamayı imkansız kılarlar.”351 Forum’un laik bir devlette görülmemesi gerekenler arasında dini sembolleri de sayması anlamlıdır. Bu bahiste kara çarşafa dair şöyle denilmektedir: “Kara çarşaf, dinlerin, ahlakların, üzerinde titrediği bir ‘ismet’ ve ‘nezahat’ koruyucusu değildir. Çarşafı kadınlarımızın omuzlarından kaldırıp yere çaldığımız zaman ortaya çıkacak olan, ne azgın bir şehvet, ne de utanma bilmeyen bir ahlaksızlıktır, sadece medeni insanların medeni yüzüdür.”352 Forum, camilerdeki, din istismarcılığına dair tedbir almaması sebebiyle iktidarı birçok yazıda eleştirmiştir. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Bilindiği üzere bugün halk yığınlarının en çok toplandıkları yerler camilerdir. Buna bir diyeceğimiz yok. Laik Türkiye’de herkes tanrısıyla olan münasebetlerini dilediği gibi düzenlemekte hürdür. Yalnız, camilerde toplanan halka yapılmakta olan telkinler, Atatürkçü Türkiye’nin idealleri ile çatışırlarsa, o vakit üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir millet ve rejim davası karşısındayız. Halbuki, camilerde hiçbir kontrole tabi olmadan, halka yapılan telkinler, çokluk tamamıyla kara taassubun ve kızıl cehaletin zararlı safsataları ve zehirlerdir. Mesela, radyo dinlemenin, hele kadın sesi dinlemenin en büyük cehennemlik günahlardan biri olduğunu; roman okuyanların, erkek çocuklarını çıplak yıkayan annelerin, plajlarda denize girenlerin, fotoğraf çektirenlerin kafir olacaklarını, önündeki kara kitaplardan birini göstere göstere ve bağıra bağıra anlatan kara çember sakallı, kara beyinli softaları memleketin her yanındaki camilerde dinlemek mümkündür. Bütün Türkiye’nin en küçük köylerine bile dağılmış bulunan bu kara sakallı, kara beyinli softalar ordusunun zavallı halkın tanrı ile olan münasebetlerini kim bilir daha ne menfi istikametlere çevirdikleri kolayca düşünülebilir.” 353 Yazı devamla şöyledir: “Bu nasıl bir din hürriyetidir? Ve İslam dini bu mudur? İslam dini, geriliğin, cehaletin, sefaletin, pisliğin, iptidailiğin, medeniyet düşmanlığının müdafii nasıl olabilir? İnkılapçı Atatürkçü Türkiye’nin Maarif Vekaleti, Dahiliye Vekaleti ve bilhassa Diyanet İşleri Riyaseti, bu gerçek İslamlıkla hiç alakası olmayan ve aynı zamanda Türkiye’nin ideallerine aykırı düşen telkinlere nasıl müsaade ediyor? Camilerde kıyafet kanununa ve şapka kanununa aykırı olarak ibadet edildiği de malumdur. Hatta birçok camilerde şaşılacak kadar çok fesli göze çarpmaktadır. Yine sokaklarımızda bilhassa kadınlarımız kıyafet kanununa aykırı bir kıyafetle dolaşıp duruyorlar. Ve umumiyetle kadına kıymet vermeyen, onu yeniden taassubun baskısı altına sokmak isteyen zihniyet bütün vahşetiyle hortlamıştır. Sözün kısası, Atatürk inkılaplarının hayat üslubuna ve hayat anlayışına tamamen zıt ve düşman bir cemiyet kurulmak üzeredir.” 351 Bahri Savcı, Laiklik Prensibinin Türkiye Şartları İçinde Mütalaası (1), SBF Dergisi, cilt:19, 1964, s.150. 352 Çarşafa Hücum, Onbeş Günün notları, Forum, sayı:11, 1 Eylül 1954. 353 Diyanet İşleri Reisliği Neden Harekete Geçmiyor?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:18, 15 Aralık 1954. 284 DP iktidarının atadığı Diyanet İşleri Başkanının Batı Trakya’daki ‘Sebat’ gazetesine Ekim 1958’te verdiği demeçte, Kuran’ın Latin alfabesiyle yazılmasının uygun olmadığını belirtmesinin akabinde çıkan bir yazıda laiklik ilkesine dair şunlar söylenmektedir: “Kuran’da yeri bulunsun, bulunmasın, surelerin Arap harfleriyle yazılması şeklindeki inanç da yeni hayat tarzının unsurlarından biri yani Latin alfabesi önünde boyun eğmek zorundadır. Bunu böylece toplumsal bir vakıa olarak kabul edecek yerde, metafiziğin ve teolojinin karanlıklarında deliller aramak, çok karılı evliliği yasaklamak için yine dinden yardım ummaya benzer ki düpedüz tenakuzdur. Mesela şu veya bu şahsın ‘Kuran’ı Latin alfabesiyle yazmak caiz değildir’ demiş olması değil, aynı sözleri laik Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Diyanet İşleri Başkanının sarf etmiş olmasıdır. Bu ise, insanı, Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi mahiyeti üzerinde tekrar düşünmeye sevk ediyor. Her şeyden önce şurasını unutmamak gerekir ki, Türkiye Cumhuriyetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı Osmanlı Devletindeki şeyhülislamlıkla aynı mahiyeti taşımamaktadır. Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanı, ‘Kuran’ın Latin alfabesiyle yazılması caizdir’ dediği takdirde de yine istifaya davet edilmelidir. Çünkü bir ruhani şef sıfatıyla hareket etmiştir ve adeta bir fetva vermiştir. Halbuki, Başbakanlığa bağlı bir devlet dairesi olan Diyanet İşleri Başkanlığının en üst makamını işgal eden zatın görevleri tamamen idari mahiyettedir. Türk devlet nazariyesi, Diyanet İşleri Başkanlığını, muayyen bir cemaatin en yüksek uzvu veya muayyen bir inanışın icazet makamı olarak tanımamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, aslında, laik bir toplumun gelişmesi sırasında güçlük çıkarabilecek kuvvetleri yine laik devlet eliyle kontrol edebilmek üzere kurulmuş bir vasıtadır ve mutlak laikliğin gerektirdiği din hürriyeti ile çabuk ilerleme zarureti arasında Atatürk’ün bulduğu dahiyane bir hal çaresi sayılmalıdır.”354 Burada altını çizmek gerekir ki Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanının dahi laik devlet anlayışını benimsemediği bir ortamda, Saidi Nursi veya diğer tarikatlara bağlılıklarını ifade eden kalabalıkları yadırgamak, buz dağının suyun üzerindeki kısmı ile ilgilenmek anlamına gelmekteydi. Nitekim bir Forum okuru Forum’u dinsizlikle suçlayan tarikat mensubu kişilerin eleştirilerine cevap olarak şunları yazmıştır: “Atam başını kaldır da kulak ver. Kimimiz komünist oldu. Kimimiz mason, kimimiz de kafir! Müslüman kala kala Sait ile etrafındakiler kaldı. Evde yapılan ibadetin de kalmadı kıymeti. Ya cami ya da Filistin’e. Atam, yolumu şaşırmak üzereyim. Bugün sana dünden fazla ihtiyacım var.”355 Bu gibi okur mektuplarının 1959 yılından itibaren daha da arttığını Forum sayfalarında tespit etmek mümkündür. Bunun sebebini her gün laik devlet anlayışından uzaklaşıldığına delil teşkil edecek yeni bir olayın vuku bulmasında aramak gerekir. Nitekim Demokrat Parti hükümetleri döneminde atanan müftülerin her vaazı laiklik ilkesi ile bağdaşmaz bir yığın ifadeyi içermekteydi. Mesela bu bahiste Forum’dan şu hadiseyi nakletmek yerinde olur: “İstanbul gazetelerinin birinde şöyle bir havadis çıktı: ‘Kayseri camilerinden birinde vaaz veren ve Nurcu olması çok muhtemel bir hoca, diş doldurmanın ve krom taktırmanın İslam dini ile 354 355 Teoloji Tartışmaları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:110, 15 Ekim 1958. Risale-i Nur Talebeleri, Okurların Forumu, Forum, sayı:111, 1 Kasım 1958. 285 bağdaşmayacağını vaaz etmiş. Bunun üzerine dişçilerin müşterileri birden bire azalmış. Dişçiler bu vaziyetin sebebini anlayınca, kendilerini dindar zanneden birçok hastanın, hocanın bu vaazını dinlemiş olduklarını ve bundan dolayı da, dişlerini doldurmaktan vazgeçtiklerini tespit etmişlerdir. Hep bir araya gelip Müftülüğe giderek durumu anlatmışlar. Müftü Efendi düşünmüş ve taşınmış, fetvasını vermiş. Fetvası şu; doktorun lüzum göreceği hallerde diş doldurmak ve krom taktırmak dine aykırı değildir.”356 Bu hadiseye dair Forum’un yorumu ise şöyledir: “Bütün dişçiler de, derhal bu fetvayı alarak, bir zamanlar gene fetvalarda gavur icadı diye memlekete sokulmayan matbaalara gitmişler ve fetvayı bastırarak muayenehanelerine birer tane asmışlar. Gazete yazmıyor ama belki mutat ilan vasıtaları olan mahalli gazete ve davullarla halka duyurmuşlardır ve hatta belki de bugünkü rejim ve anlayış içerisinde bu fetvadan ümit bekleyen hekimler, keyfiyetin devlet radyosundan da neşrini istemişlerdir. Böyle yerinde (!) bir fetvayı Sıhhat Bakanlığının radyodan yayınlamasını temin etmek, herhalde mümin ve fakat dişleri hasta olan vatandaşların sıhhati bakımından faydalı da olacaktır! Zannedersek 20. asırda, inkılaplar gerçekleştirmiş, Batı medeniyeti seviyesine ulaşmayı şiar edinmiş bir memlekette yaşıyoruz. Ve bu memlekette, tıbbi bir müdahale bir imam tarafından dine aykırı addediliyor ve aykırılığın olmadığını ispat için de münevver dişçilerimiz, müftülerden fetva almak zaruretini hissediyorlar. Bu hadisede suçlu arıyoruz: Böyle bir vaaz veren imamı işinden etmeyen Diyanet İşleri nerede? İnkılapları korumak vazifesini deruhte etmiş mesul makamlar ne yapıyor? Hiç. Ve ekmek parası çıkartmak için çalışan tahsil görmüş münevver dişçiler de, böyle bir hareketi önlemek için ancak müftülükten imdat umuyorlar. Böyle bir vaziyet ancak tek temennide bahis mevzuudur: Çürük dişleri doldurmanın dine aykırı olduğunu söyleyen imamın dişleri çürüsün ve ağrısından inim inim inlesin de, dişlerini tedavi ettirecek bir tek dişçi bulamasın.” Bir başka okur ise ‘Korkmayın ben de sizdenim’ dedikten sonra gerici kesimlerin arzu ettiği tabloyu şöyle çizmektedir: “Cuma günleri akşamlara kadar tatil edilip her tarikat ayinine devam edecek, jandarma kuvvetleri gönderilecek, herkes mecburen abdestini alacak, namazını kılacak, Ramazan gelmeden hazırlıklarına başlanıp, Ramazan boyunca gündüz hatta gece oruç tutulacak ve tutmayanlar ters eşeği dahi aratan cezalara çarptırılacak, hatta sallandırılacak, çünkü üç cumayı arka arkaya kılmayanın katli vacipmiş. Namazı terk edeni attıracaksın içeri, seni zındık, seni dinsiz seni…Haç mevsimi geldi değil mi? Dolduracaksın vatandaşları kamyonlara, öyle ya, bu 20. asırda hacca yaya gidilir mi? İlimde olduğu gibi dinde de terakki var. Hocalar öyle emrediyor. Kamyonlarla hatta otobüslerle ve hususi tahsisatlarla sevk edeceksin doğru Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep teşhir edeceksin, Türk vatandaşlarını Arap ülkelerinde bizlerin keselerine, onların ekmeğine yağ süreceksin. Sonra dönüp merasimle şeyhlerin ellerini öpüp dualarını alacaksın, türbeler ve sakalı şerifler ziyaret edilecek, hafızlar okuyacak, sen dinleyeceksin, amin diyeceksin.”357 356 357 Müftünün Emri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:141, 1 Şubat 1960. Korkmayın Ben de Sizdenim, Okurların Forumu, Forum, sayı:113, 1 Aralık 1958. 286 Okur sözlerine şöyle devam eder: “Nazar ayetleri asılacak duvarlara, muskalar yazılacak, evlerin köşe bucağı böylece nurlarla dolacak, şeytandan eser kalmayacak. Sabah dinleyeceksin, akşam dinleyeceksin, ondan sonra ortalık güllük gülistanlık, Rahmetullah vatanı tamamen saracak, bolluk haddini aşacak, radyolar harıl harıl Kuranlar, mevlitler, dini nasihatler yayınlayacak. Adam mı öldürdün bir kere ‘Ya Rabbi sen bilirsin’ de affolunur, hırsızlık mı ettin ‘affet ya Rabbi’ de hepsi affolunur. Gavurların bin bir gürültü patırtılarla uçtukları yerlerde biz dualarımız sayesinde seccadelerimize binip göklere yükseleceğiz, uçacağız. ‘Ya Rabbi sen bilirsin acıktım’ diyeceksin, bir de bakmışsın ki önüne aklına dahi getiremeyeceğin türlü yemekler gelmiş, okuyacaksın karınca duasını ve diğer bildiğin bütün duaları ve onlar sayesinde her istediğin derhal yerine gelecek. Nasıl gelmesin ki bu kadar dua okundu. Çalışmayı ne yapacaksın, nasıl olsa bütün millet 7’den 70’e abdestini alıyor, namazını kılıyor, orucunu tutuyor, gece gündüz harıl harıl Kuran okuyor, medreselerde genç nesillere gırtlak terbiyesi veriliyor, hafız kursları köylere varıncaya kadar harıl harıl çalışıyorlar, tarikatlar ayinlerini muntazam yapıyorlar. Şeyhler, pirin aşkı için, keyif için, gösteriş için şiş sokanlar, alevli ateş yutanlar, ayinlere devam…Geride bolluk, bereket olmasın da ne olsun!” Şerif Mardin ise ‘Din İptidailiği’ başlıklı incelemesinde şöyle demektedir: “İslam’da bir kiliseye benzer bir teşekkül kurmak yasak olduğu halde Osmanlı İmparatorluğu’nda kulla Allah arasında mutavassıt vazifesini gören birçok teşekküller teessüs etmişti. Osmanlı ahalisinin bu zaafını bildiği ve Yeniçerilerin ‘İslam’ dedikleri anda Bektaşi tarikatını kastettiklerini anladığı içindir ki Sultan Mahmut, bundan yüz otuz sene evvel Bektaşi tarikatını dağıtmış ve tarikat mensuplarını gayet şiddetli bir şekilde takip ettirmişti. Türkiye’de bu gibi mutavassıt teşekküllerin mevcudiyeti mahalli hurafelerin kıymet bulması ve din kisvesine bürünmesiyle neticelenmiştir. Başka bir deyimle, bizde gayri İslami hurafelerin rağbet bulması ile mutavassıt teşekküllerin mevcudiyeti umumiyetle birbirini tamamlar mahiyette iki unsur olarak çalışmıştır. Atatürk inkılaplarındaki laiklikten maksat, basit görüşlülerin ileri sürdükleri gibi ‘dini yıkmak’ olmamıştır. Bu hareketin bir cephesi Allah ile kul arasına girmiş ve İslam’ı birtakım gayri İslami kisvelere büründürmüş olan unsurların ortadan kaldırılmasıdır. Binaenaleyh bugün memleketimizde birkaç seneden beri dinle ilgili olarak yapılan icraat tenkit edildiği zaman, bundan kastedilen konunun siyasi cephesi olduğu kadar, diğer bir cephesidir: Hiç İslami olmayan bir din anlayışının gittikçe kuvvet kazanması..Bu cereyanın mahiyeti, en kolay bir şekilde piyasaya binlerle sürülen küçük din risalelerinden anlaşılabilir. Bugün işportada satılan bu kitapların en rağbette olanları, hakikatte dinimizin esasları ile ilgili olmayıp primitif zihniyeti ve inançları istismar eden eserlerdir. Mesela birden fazla kadınla evlenmek İslam’ın temel şartlarından veya vecibelerinden değil iken, fazilet, temizlik ve ilme hürmet gibi mevzuları bir tarafa bırakıp şu veya bu şekilde taaddüdü zevcatı teşvik eden birçok kitapçıklar neşredilmektedir. Medeni kanunumuzu hiçe saymaları bir tarafa, bu eserler, tercümanı oldukları iptidai bir zihniyetin bir ifadesi olarak bizatihi İslam inançlarını baltalayan tehlikeli birer neşriyattır.”358 358 Şerif Mardin, Din İptidailiği, İncelemeler, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1956. 287 Mardin sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Çocuklar için hazırlanmış bir metne bakalım. Salih Yeşil’in ‘Türk Yavrusunun Din ve Ahlak Bilgisi’ başlıklı kitabında; kader, kaza, alın yazısına inanmak hususunda şöyle bir izahata rastlanmaktadır: ‘...Dünyanın Ulu Tanrının kader ve kazasından başka bir şey olmayacağına inanmak Müslümanlıktır. Hatta elimize aldığımız bir bardak suyu içmemiz, ağzımıza soktuğumuz bir lokma ekmeği dahi yememiz, yine Cenabı Allah’ın kader ve kazası iledir. Cenabı Hak dilemese ağzımızdaki lokma bile boğazımızdan geçmez, yere düşer zayi olur.’ Herhalde gayet muğlak teolojik bir meseleyi bu kadar basite irca etmiş olmanın çocuklarda doğuracağı aksülameli tahmin etmesinden olacak, müellif, hemen arkasından ilave ediyor: ‘Bize lazım olan çalışmakta kusur etmemek ve tembellik yapmamaktır.’ Fakat hususi neşriyatın yanında milli eğitim programında kabul edilen din kitaplarında hiç de aydın bir İslami düşünceye dayanmayan kısımların bulunması hakikaten teessüfe şayandır. Mesela ilkokul kitaplarından ‘Din Dersleri’ ismini taşıyan bir esere bakalım. Bu kitap ilkokullarda verilen din derslerinde kullanılmakta ve mektep çocuğunun dinle olan ilk temasını sağlamaktadır. Kitabın başlangıcında şu sözler vardır: ‘Allah’a çok şükür ben Müslümanım, Müslüman doğdum, Müslüman yaşayacağım. Anam babam Müslümandır, dedem atam Müslümandır. Soyum sopum Müslüman gelmişler, Müslüman yaşamışlar, Müslüman gitmişlerdir.’ Bilhassa genç dimağların bu takım mugalatalarla dinlerine bağlılıklarını temin etmeye çalışmak, hüsnü niyetle hareket edilmediğini göstermeye kafidir.” Bu bahiste bir Forum okuru ise şunları dile getirmektedir: “Din sadece ibadet değildir. Dindar insanın dünya görüşüdür. Kişi, her cins davranışında olduğu kadar, topluma etkili olmak için yaptığı çabada da bu görüşün icaplarını gerçekleştirmeye çalışacaktır. Kendi kaderini tayinde günden güne daha fazla söz sahibi olan kişi, sosyal hayatın her yönünü, kendi görüşüne göre biçimleyecektir. Kendi oyu ile işbaşına gelerek toplumu yönetenlere yön verecektir. Böylece toplum hayatının her yönü ve gidişi, bilimsel olmayan kuvvetli bir akımın etkisi içine girecektir. İşbaşına gelecek memleket aydını da, işbaşına gelmek ve tutunmak için, bilimsel olmayan dogmatik dünya görüşüne çanak tutmak zorundadır. Böyle olmadı mı? Böyle olmuyor mu? ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ diyen büyük insan laiklik ilkesinin belli toplum şartları içinde, bu konuda olabilecek en ileri ilke olarak koymuştu. Eninde sonunda bilim düşüncesinin zaferine inanıyordu. İnkılabımızdan bu yana geçen hiç de azımsanmayacak bu kadar yıl sonra laiklik ilkesi, bu sonucu sağlamış mıdır? Bakalım. Genç Cumhuriyet kuşakları bilimsel düşüncenin öncülüğünü yapabiliyorlar mı? Memleketimize ait her türlü problemde, çözüme varan yolun bilimsel düşünce yolu olduğuna inanıyor ve bu yoldan gidiyorlar mı? Dogmaya ve peşin yargılara karşı, bilimin savunmasını üzerlerine alıyorlar mı? Çelişmeler içinde bocalamayan bilimsel bir dünya görüşüne ulaşmışlar mı? Aydınlığa bilim yolundan çıkılacağına inanıyorlar mı? Hangi iyi niyet ve sağduyu sahibi bu sorulara korkmadan ve güvenle ‘evet’ diyebilir? Her türlü baskıya, töhmete, kara çalmaya rağmen bilimi savunmakta direnen bir avuç aydınımızın, bütün gençliğimize maya olmasını dileyelim.”359 359 Laiklik ve Din, Okurların Forumu, Forum, sayı:45, 1 Şubat 1956. 288 Din meselesinin bilimsel bir metotla incelenmesinin laik bir toplum düzeni için önem arz ettiğini belirten Necat Erder ‘Din Meselesi’ başlıklı yazısında şunları söylemektedir: “Din, insanın dış çevresi ile münasebetlerinin bir şekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten din, insanın gerek tabii ve kozmik gerek sosyal çevresini izah ve bu çevreyle münasebetini tanzim için yaptığı teşebbüslerin bir şeklidir. Bu şekliyle dinin değişik fonksiyonları olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında insan tabiatının dış alemi bir bütün olarak izah etme ve tabiatı değişmez unsurlardan mürekkep farz etme temayülünü tatmin; tabii ve beşeri çevresi ile iyi münasebetler tesis etme arzusunu gerçekleştirme fonksiyonlarını ön planda saymak mümkündür. Bunların ifasında dini ayıran unsur bunun irrasyonel ve hissi temellere dayanmasıdır. İşte dinlerin tarihi gelişmesinde sosyal bünyeden doğan amiller (kabileden siteye ve milli gruplara kadar gelişen cemiyet şekillerinin dinler üzerinde yaptığı tesir gibi) yanında, insanın çevresi hakkındaki bilgisinin büyük bir rol oynadığını görüyoruz.”360 Erder sözlerini şöyle sürdürmektedir: “İlksel topluluklarda tabii çevrenin en basit ve en müşahhas olaylarını izah din yoluyla yapılıyor ve hemen hemen bütün sosyal münasebetlerin izahında ve tanziminde din başlıca unsur oluyordu. Fakat insanların çevreleri hakkındaki bilgileri yani bu hususta rasyonel izahta bulunma imkanları arttıkça dinin tesir sahasının daraldığını ve müşahhas meselelerden, insanın henüz izah edemediği olaylara geçtiğini ve daha genel, daha mücerret fiksiyonlara başvurduğunu görüyoruz. Dinin tarih içindeki başlıca temayülü olan manevileşmenin bu şekilde anlatılması doğru olur, Batı aleminde rasyonel düşüncenin sistemleşmesi olan bilim metotlarının bulunması ile, insanın çevresini ve bu çevre üzerinde tesir etme imkanları muazzam gelişmeler kaydetmiştir. Tabii ve sosyal çevreyi izahta ve bunlara tesirde insanın artan imkanları, dini davranışların sosyal düzendeki rolünü gittikçe azaltma temayülünü doğurmuştur. Bugün din kainatın menşe ve yaradılışını izah eden bir temel prensip ve hümanist düşüncenin kendisine yüklediği büyük sorumluluklar altında ezilen modern insana melce olan bir ferdi vicdan meselesi haline gelmiştir. Bu bakımdan bugünkü Hıristiyanlık ile ortaçağ Hıristiyanlığı arasında temelli bir fark ve hatta bir mahiyet farkı olduğunu söylemek doğru olur.” Erder meseleyi Türkiye örneğine şöyle bağlamaktadır: “Fakat dünyanın gelişmemiş bölgelerinde durum tamamen farklı bir mahiyet arz etmektedir. Memleketimiz de bunlar arasında saymak gerekiyor. Türkiye’de bilgi seviyesi çok düşüktür. Bunun neticesi olarak dini davranışların, irrasyonel izah şekillerinin sosyal düzendeki rolü büyüktür. Fakat biz cemiyetin gelişmesini tabii tekamüle bırakmak istemiyoruz. Gelişmeyi süratlendirmek için sosyal düzene müdahalede bulunuyoruz. İnkılaplarla, kalkınma ile ifade etmek istediğimiz şey bu hızlandırma arzusu ve gayesidir. Kalkınma felsefesinin temeli hümanist-rasyonel-bilimsel bir dünya görüşüne dayanmaktadır. Bu görüş, insanın kendi mukadderatı üzerinde tesirli olabileceği, ilmi metotlarla sosyal düzeni arzu ettiği istikamette geliştirebileceği, yani tabiatı kontrol edebileceği hakkındaki temel fikre dayanmaktadır. Tespit edilen gayeye ulaşabilmek için ilmi metotlar kullanılmaktadır ve bunun gerçekleşmesi ilmi 360 Necat Erder, Din Meselesi, İncelemeler, Forum, sayı:52, 15 Mayıs 1956. 289 davranışın sosyal düzene hakim olmasına bağlıdır. Bu bakımdan dini davranışın sosyal düzendeki tezahürlerinin kalkınma felsefesi ile bir tezat teşkil ettiğini ve buna engel olduğunu kabul etmek gerekiyor. Gerçi Müslümanlığın ideal şekli ile bunları bağdaştırabileceği iddia edilebilir. Fakat bizi ilgilendiren dinin ideal felsefesi değil, bugünkü şartlar içinde toplumda yaşayan şeklidir, Türkiye’deki durum vardığımız hükümleri teyit eder mahiyettedir. Dini, bir ferdi vicdan meselesi olarak kabul etmek ve bunun sosyal düzende ve müesseselerdeki tezahürlerini bertaraf etmek şeklinde bir müdahale yapmak zorundayız. İnkılap umdelerinden başlıcası olan laiklik prensibinin bu şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesi icap eder. Bu konuda Batı ile yapılacak mukayesede dikkatli olmak lazımdır. Zira durumlar tamamen farklıdır. Batıda din tabii bir tekamül neticesi olarak toplumun düzenlenmesindeki rolünü kaybetmiş ve bir ferdi vicdan meselesi haline gelmiştir. Bizde ise dini davranış, bugünkü şekliyle, sosyal düzendeki gelişmeye mukavemet eden bir kuvvettir.” Forum’a göre, Devrimin, laiklik uygulamasında, din ile halk arasına çektiği sınır ve bu sınırda dinsel alanı daraltmak adına alınan kararlar, ülke rejim sorununu hallettikten sonra sıradanlaşacaktır. Forum, iktidarın gerici unsurlara verdiği tavizlere rağmen bu iyimserliğini hiç kaybetmemiştir. Forum’un laikliğe dair şu tanımına birçok sayıda rastlamak mümkündür: “Laiklik, Türk milleti için medeni, hür ve mesut bir toplum haline gelme cehtinin dayandığı ana temeldir.”361 Bilimde ilerleme ile laik devlet anlayışı arasındaki bağlantıya işaret edilen pek çok yazıya Dergi sayfalarında rastlamak mümkündür. Bunlardan bir tanesinde bu ilişkiye dair şunlar söylenmektedir: “Batı medeniyeti, ilim sayesinde dış alemi son derece mudil hale sokulan beşeri varlıkların yaşama kabiliyetleri bakımından, ortaya şaşmaz bazı kıstaslar koymuştur. Bu kıstas dış aleme intibakta, seyyal halde bulunmak, her istikamete yönelmeye açık ve hazır olmaktır. Atatürk, gelenekler, hurafeler, batıl inançlarla, seyyaliyeti kaybolmuş, yeni istikametlere açılma kabiliyeti ortadan kalkmış bir cemiyetin, süratle değişen karışık bir dünyada yaşama şansından mahrum olduğunu gayet açık bir şekilde görmüş ve bu umdeyi Türk milletine kılavuz seçmiştir. Ananevi cemiyet düzenimiz, hayat tarzımız, dünya görüşü ve zihniyetimize sarılmakla, karşımıza çıkan girift ve çeşitli meseleleri halletmemize imkan olmadığını asırlık tecrübelerden sonra görmüş bulunuyoruz. Motor sesi duyunca paniğe kapılan Afrika yerlilerine benzemek istemeyen her toplum, ilmin ve Batı medeniyetinin ortaya sürdüğü meseleleri halletmek için, manevi cesaret ve hazırlığa sahip olmalıdır. İşte laik devlet, Türk milletine böyle bir güven ve manevi hazırlık imkanı vermektedir.”362 Forum, DP iktidar sahiplerinin din ve vicdan hürriyetini suiistimal etmek için halka, halkın yanlış anlam çıkartacağı beyanatlar vermekle eleştirir. Mesela bir yazıda Menderes’in laik devlet anlayışındaki noksanlığa dair şöyle der: “Başbakan, ‘Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabii bir haktan mahrum edilmeyecektir’ diyor. Laikliği, kendilerinin beyanına göre, yalnız din ile siyasetin birbirinden ayrılması diye tavsif etmek noksanıdır. Ve bu noksan, yanlış anlamalara 361 362 Aydınlıktan Kaçma Politikası, Başyazı, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1956. Bilimde İlerleme, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1956. 290 yol açar. Kendilerine göre laiklik, vicdan hürriyetidir. Vicdan hürriyeti de bizde: ‘Türk Müslümandır, ebediyen Müslüman kalacaktır, ebediyen Müslüman kalmanın şartları da, evlada ve gelecek nesillere Müslüman dini telkini yapılması, dini kaide ve esasların öğretilmesi gibi bir mana ifade etmektedir.’ Bir kere laiklik eşittir vicdan hürriyeti sözü, gene doğru esasların hepsini ihtiva etmez. İşin doğrusu şudur: ‘Laik devletin gerçekleşmesi için, bazı hakların esas haklar sayılması gerekir. Din hürriyeti bunlardan biridir. Din hürriyeti de iki husustan mürekkeptir, vicdan hürriyeti ve ibadet hürriyeti. Vicdan hürriyeti, bir dine inanmak veya inanmamak hürriyetidir. İbadet hürriyeti ise vicdan hürriyetinin tabii sonucu olarak inandığı dinini ve dini kanaatini dış belirtileri ile ve birtakım törenlerle izhar etme veya etmeme hürriyetidir.’ Vicdan hürriyeti ile onun tabii sonucu olan ibadet hürriyeti ve her iki hususu ifade eden din hürriyeti ancak ve ancak bundan ibarettir. Fakat böyle saymayıp da vicdan hürriyetini, ‘Türk milletinin Müslüman kalmasının şartı evlatlarına ve gelecek nesillere din telkin etmesi’ şeklinde anlamak ve bunun içinde de, devlete, din öğretimi alanında hizmet görme zorunu yükseltmek yanlış ve tehlikelidir. bu yolun, mantıki sonucu, bizi, topyekun bir teokratik topluluğun şartlarına götürür.”363 Forum, DP iktidarını, laik devleti tahrip ettiği için şiddetli eleştirilerde bulunur ve iktidar sahiplerini ortaçağ zihniyetini canlandırmakla suçlar. Çünkü Forum, Türk ulusunun ümit bağladığı gelecek nesillerin irtica hareketinin kurbanı olmasından endişelenir. Bu hususta şöyle der: “Altı asır evvel Avrupa’da tasfiyesine başlanan orta zaman zihniyetini, memleketimizde de aynı ameliyeye tabi tutma teşebbüsü ancak Atatürk inkılabına nasip olmuştur. Hayata karşı laik bir vaziyet alma, hadiseleri öğrenme ve izah etme hususunda ilimden istifade, bu konuda merak ve tecessüs, Türk inkılabının manevi temellerini teşkil etmektedir. İlmi düşünceyi frenleyecek manevi unsurların ve sosyal müesseselerin tasfiyesi, Türk inkılabının ana hedeflerinden biri olmuştur. Laiklikle birlikte, Batı kültürü ve zihniyetini benimseme yolunda atılan adımların son zamanlarda umumi bir gerilemeye maruz kalması düşündürücüdür. Biz münferit birçok misallerle, sorumlu devlet adamlarının ilme, bilgiye, ihtisasa ve rasyonel düşünceye nasıl yüz çevirmiş olduklarını, bu dergide daima belirttik. Modern bir devlette, ilim adamının ve ilmi tahlillerin hizmetinden istifade etmeyi beceremeyen bir siyasi şahsiyet, hakikaten yerine layık değildir. Türk milleti, müstesna devlet adamı Atatürk’ün koyduğu standartlara uygun, ilim ve bilgiye, rasyonel düşünceye kıymet veren siyasi liderler tercih ve tasvip ettiğini daima göstermiştir. Bütün temennimiz bu gerileme devresinin, müteakip ileri hamle için bir hazırlığa yol açmasıdır.”364 Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: ‘Türk milleti Müslüman kalacaktır!’ sloganı altında, inkılabımızın temeli olan laikliğin parça parça ortadan kalkmasına göz yumamayız. Aynı esastan hareket edersek, kısa bir müddet evvel kabul ettiği anayasa ile teokratik bir devlet kuran Pakistan’ın yaptığını aynen kabul etmek icap eder. ‘Başka ileri memleketlerde din tedrisatı yok mu? İşte biz de aynı şeyi yapıyoruz!’ demek suretiyle de, inkılabımızın temel faraziyelerini inkar etmiş oluruz. 363 364 Laiklik ve Başvekilin Sözleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1955. İlme Verdiğimiz Kıymet, Başyazı, Forum, sayı:48, 15 Mart 1956. 291 Türk inkılabı Türkiye’ye mahsus bir içtimai ve kültürel tecrübedir. Asırlardır modern ilim ve düşüncenin tesiri altında dini müesseselerine şekil vermiş memleketlerin usulleriyle, kendimizinkileri mukayeseye kalkmak inkılabın tahakkuk ettirmeye çalıştığı hedefler hakkında tam bir bilgisizlik ifade eder.” Forum ayrıca İslam’ı Hıristiyanlıkla mukayese ederek, İslam’ın teşkilatlanmış bir din olmadığını, dolayısıyla, Türkiye’de laiklik uygulamasının daha kolay olabileceğine işaret eder. Forum, birçok yazıda, siyasi partilerin laik devlet anlayışını benimsemiş siyasetçilerden teşekkül etmesi gerekliliğinin de altını çizer. İlaveten Forum, Türkiye’deki laik devlet anlayışı ile Batı demokrasilerindeki anlayışın aynı olmasını beklemenin yanlışlığını vurgular. Şu tespite sıklıkla yer verilir: “Batıda din tabii bir tekamül neticesi olarak toplumun düzenlenmesindeki rolünü kaybetmiş ve bir ferdi vicdan meselesi haline gelmiştir. Bizde ise dini davranış, bugünkü şekliyle, sosyal düzendeki gelişmeye mukavemet eden bir kuvvettir.”365 Bu bahiste bir Forum okuru ise mektubunda şunları söylemektedir: “Bugün İslam memleketlerinin geri, tembel, uyuşuk kalışında iklimle beraber dini mistisizmin rolü büyüktür. Bu din teşekkül etmiş, dinamik bir ruhla gelişmiş, zamanına göre ileri bir medeniyet kurmuş, devrini tamamlamıştır. Eski haliyle katı bir haldedir. Felsefesi, içine sonradan dondurulmuş birçok Batıl inançları ve dünya işlerini tanzim eden büyük kısmından temizlemek zamanı gelmiştir. Dini Tanrı ile insanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden daha ziyade ahlakın konusuna giren kısımları hariç bir ayrıma tabi tutmak, müphemiyeti kaldırmak için Türkçe’ye tercüme etmek, içindeki aslında mevcut olmayan batıl inançları atmak, müspet bilimle çelişen kısımlarını ayıklamak, kısa yoldan saf ve temiz haline getirmek en çıkar yoldur.”366 DP iktidarı laik devleti tahrip etmiştir. Bu iktidar döneminde, aydın zannedilen birçok kimse, gerici temayüller göstermiştir. 1950 lerde medeni kanunu eleştiren ve hatta bu kanuna açıkça cephe alan akademisyenlerin varlığı ise kaygı verici olmuştur. Mesela Profesör Ali Fuat Başgil’in 1951 senesindeki şu ifadesi çok ilginçtir: “Medeni kanunun milli hayatımıza, hususiyle aile yuvamıza indirdiği darbeler inkar kabul eder şeyler midir? Bu kanunun evlenme ve miras sistemlerinin bu memleketin aile ocağını bombaladığı bir hakikattir. Millet varlığımızın temeli olan bu ocak, gözlerimizin önünde her gün biraz daha çökmektedir. Komünizmin aile düşmanlığından bahsolunuyor. Fakat Türk ailesi için bu düşmanlığı evvelemirde medeni kanunda aramak lazımdır. Bu kanunu memleketin tarihi realitelerine, içtimai mutalarına, ruhi ve örfi temayüllerine intibak ettirmek üzere yeniden gözden geçirmek kanaatimce acil bir milli zarurettir. Fakat sorarım, bunu görüp söylemek irtica mıdır?”367 Bu ifadeyi asıl ilginç kılan ise aynı profesörün 1942 yılında medeni kanunu öven şu sözleridir: “Bir memlekette kanunların iki nevi rolü vardır ve birbirinden farklı iki maksatla yapılır. Biri hayatta mevcut olan ihtiyaçları ve bunların birer ifadesi olan hakiki münasebetleri tanzim etmektir ki, bu türlü kanunlar mevcut olan ihtiyaçlar ve 365 Din Problemi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:54, 15 Haziran 1956. Din Problemine Dair, Okurların Forumu, Forum, sayı:54, 15 Haziran 1954. 367 Medeni Kanun Devrimi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957. 366 292 münasebetlerin arkasından gider. Kanunların bir diğer rolü de, yetiştirme, seviyeyi muayyen bir dereceye çıkarma, hayatı ve münasebetleri rasyonel bir surette ahlakileştirmedir. Bu türlü kanunlar, münasebet ve ihtiyaçların önünde yürür, bunların yolunu aydınlatır, bunları yüksek bir ideale doğru çeker ve sürükler. İşte medeni kanunumuz ve bu kanunun hususiyle aile ahkamı, bu çeşit kanunlardandır. Devlet, Avrupa milletleri aile ahkamını kabul etmekle, Türk camiasına modern bir aile teşkilatı vermek, asrın aile ahlakiyatı emperatiflerine uygun bir aile nizamı kurmak ve aile seviyesini yükseltmek istemiştir. Medeni kanunun aile ahkamında, yerleşmiş itiyatlara ve telakkilere göre rötuşlar yapmak, kanunu bu rolünden ve maksadından çevirmek ve hukuki inkılabı yarıda bırakmak demek olurdu. Bu düşünce iledir ki, bu ahkam olduğu gibi kabul ve tatbik edilmiştir.” “Aydın” kavramı “Aydınlanma’dan gelir. Aydın laiktir. Sadece devletin laik olabileceği iddiası ya gericilikle ya da gericiliğe alet olmakla açıklanabilir. Şu halde Türkiye’nin aydınları Aydınlanamamış iken, ya da 1950’ye kadar Aydınlanmışlık takiyyesi yapmış iken, geniş köylü kütlesinin Aydınlanmasını ve onlardan laik devlete sahip çıkmalarını beklemek saflık olacaktır. Kaldı ki halkevlerinin 1951’de, köy enstitülerinin de 1954 yılında kapatılmış olduğu hatırlandığında, 1959 yılında başbakanın geçirdiği uçak kazası sonrasında yayılmaya çalışılan başbakanın ‘Allah’ın sevgili kulu’ simsarcılığının geniş halk kütlesinde karşılık bulmasını yadırgamamak gerekir. Bununla beraber, üzücü olan, mahiyeti bakımından nihayet bir uçak kazasından öteye geçmeyen bir olayın, 20.yüzyılın ikinci yarısında Ortaçağa taş çıkartacak bir anlayış içinde yorumlanmış, Ortaçağ anlayışının tipik illiyet bağlantıları kurulmuş, başbakanın kazadan kurtuluşu ile takip ettiği siyaset arasında bir münasebetin varlığı ortaya konulmaya çalışılmış olmasıdır. Rasyonel bir kafanın kabul edemeyeceği veya üzerinde düşünmek ihtiyacını bile duymayacağı böyle bir münasebet ülkeyi tehlikeli sonuçlara gebe bırakmıştır. Bunun yabancı basın tarafından da tespit edildiğini The Economist’in 4 Nisan 1959 tarihli sayısındaki bir yazısında şu sözlerden çıkarmak mümkündür: “Ortadoğu rahatsız edici bir belirsizliğe doğru kayarken, Türkiye’deki politikacılar demokrasinin büyüleyici oyunlarına kendilerini tamamen kaptırmış durumdalar. Son günlerin meselesi Atatürk’ün Müslüman imparatorluğu laik cumhuriyet haline soktuğu günden beri nezaketini muhafaza eden din meselesidir. Aslında zaten şiddetli olan fırtına, bir de tam Ramazan ayının ortasında patlak veren olaylar dolayısıyla büsbütün büyümüştür. Geçen hafta, Ankara’daki bir ajansın vitrininde garip bir fotoğraf görülüyordu. Resmin birinci planında, henüz kurban edilmiş bir devenin işlek bir yol ağzında trafiği durdurduğu göze çarpıyordu. Koskoca hayvanın etrafında kalabalık toplanmıştı ve kalabalığın başları üzerinde iktidardaki DP’yi öven dövizler vardı. Devenin ve onun gibi bir sürü deveyle birlikte binlerce koyun, dana ve öküzün öldürülüşüne sebep, Menderes’in Gatwick yakınlarındaki Surey ormanlarında mucizevi bir şekilde ölümden kurtuluşu üzerine halkın sevinmesiydi. Hayvanlar caddelerde kesilmişti ve başbakanın korteji geçtikçe heyecan son haddini buluyordu. Yepyeni resmi arabaların lastiklerine kurban kanını bulaşmış görmek hayli tiksinti uyandırıyordu. Tam Kıbrıs anlaşmasının arifesinde, seçkin on dört Türk vatandaşının ölümüne sebep olan facia, Menderes’i 1950’de iktidara geçtiği günden beri ender eriştiği bir popülerlik mertebesine yükseltmiştir. Dinine düşkün 293 Türk halkının olayda kendi liderleri lehine bir ilahi müdahale vuku bulduğuna inanmasına şaşmamak lazım gelir. Türkiye’ye dönüşünden beri, Menderes efsanesi iç siyasetin belli başlı amili haline gelmiştir. Başbakan kutsal bir adam, bir gazi ve adeta bir aziz gibi göklere yükselmiştir. Demokrat Parti idarecileri, talihin bu tuhaf ihsanından faydalanmak hususunda pek azizce hareket etmemişlerdir. Demokratlar Atatürk’ün kurduğu Halk Partisi’ne üye olanların gavur ve dinsiz sayılacakları yolundaki yıkıcı isnatlarını yenilemişlerdir.”368 Yazı devamla şöyledir: “Toplanma ve hapis kararlarıyla dolu karanlık bir mazisi olan ‘Büyük Doğu’ adında haftalık bir gazete, birdenbire tekrar ortaya çıkmış, Atatürk’ü ve onun devrimlerini kötüleyen bir baş makale yayınlamıştır. Büyük Doğu’ya karşı hiç bir şey yapmayan hükümet tecavüzkar gazeteye göz yumar gibidir. Hükümet bir çıkmaza girmiş gibidir. Sofular arasında hayli satılan Büyük Doğu’yu kapatmak halkın düşmanlığını çekebilir. Fakat derginin yazdıklarını tasvip etmek de Atatürk’e karşı gelmektir. İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik dikkatle ayarlanmış bir beyanat verdi. Bakana göre, irtica tehlikesi gayet hafiftir ve Atatürk devrimleri mevcut kanunlarla gereği gibi muhafaza altındadır. Bakan, laikliği korumak bahanesiyle kimsenin vicdan hürriyetine müdahale edilmesine göz yummayacağını bildirdi. Geniş çerçeveden bakıldığı zaman, meseleyi Atatürk’ün büyük hamlelerini yavaşlatacak veya ortadan kaldıracak mahiyette gören Türkiye’deki öncülerin bütün aşırı korkuları tekrar uyanmıştır. Bu Ramazan, camiler yine dolup boşalmaktadır ve her sınıftan daha fazla kimse oruç tutar görünmektedir. İnanılır kaynaklardan bildirilen malumata göre bugün Türkiye’de okuldan çok cami inşa edilmektedir. Bu gibi olaylar Türkiye’de tartışılırken, ekseriya takınılan tavır şudur: ‘Dinin tekrar uyanmasında bir mahzur yoktur.’ Fakat Kemal Atatürk’e candan inanarak onu takip edenler için durum hiç de böyle değildir.” Forum, laik devlet ile gelişmişlik arasında pozitif korelasyon kurar. Şöyle ki: “İptidai, geri bir toplumda işler taksim olunmamıştır. İleri, medeni bir toplumdaysa her işin ayrı bir adamı vardır. Böyle toplumlarda din adamları ile teknik elemanlar teknikle, politikacılar ancak ve ancak devlet sevk ve idaresiyle meşgul olurlar. Aralarında karşılıklı anlayış ve saygı havası hakimdir. Kimse kimsenin işine burnunu sokmaz. Ve böyle medeni bir toplumda, gayesi mukaddese yaklaşmak olan din, politik emellerin tasallutundan masun bir halde en muhterem mevkiini almış olur. Tabiatın içinde ve onunla sürekli bir temas halinde bulunan insanlık, başlıca gayesini bir mukaddese yaklaşmakta bulmuştur. Din, mahiyet itibariyle kutsiyet mefhumundan ibaret olduğu halde, din adamlarımızın nüfuzu altında bu gayeden inhirafa duçar olmuş ve gerçek ilmin teşekkül etmediği yerde ilmin yerini, filozofik düşüncenin bulunmadığı yerde felsefenin yerini, iktisadi müesseselerin inkişaf etmediği yerlerde bu müesseselerin yerini, ahlakın ahlak müessesi olarak taazzuv etmediği yerlerde ahlakın yerini almıştır. İşbölümü ilerledikçe hukuki, iktisadi, politik müesseselerin, kutsiyet mefhumuna halel getirmeden din hududundan ayrılmaları insana has olgun bir şuurla tekevvün etmiş olur. İptidai cemiyetlerde birçok ağır kayıtlarla yüklü, birçok ayinleri ihtiva eden ve aynı zamanda kainatı izah 368 Ramazanda Siyaset, Ne Diyorlar, Forum, sayı:122, 14 Nisan 1959. 294 eden bir felsefe ve bilim yerine kaim olan din, laikliğin hüsnüniyetle tatbikine tevessül edilen bir ülkede, beşeri ve maşeri hayatta sırf kutsiyete intikal ettirilmek suretiyle en muhterem mevkii işgal eder.”369 Laikliği korumak için iktidarın elinde bulunan imkanlar, hiç şüphesiz, muhalefetin elindeki imkanlardan çok daha etkili olduğu halde, Demokrat Parti iktidarı bu sorumluluğu CHP’den devralmamış, daha çok, muhalefetteki CHP’nin ve başka muhalefet partileri içindeki devrimci unsurlarla, laik eğitim almış aydın gençliğin omuzlarında bırakmıştır. 1950-60 arası Türk toplum tablosu göz önüne getirildiğinde, DP iktidarınca laiklikten verilen tavizlerin ölçüsünü ve etkisini tespit edebilmek güç değildir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, DP iktidarının olumsuz tutumuna, mesela ilahiyat enstitüleri açılması şeklindeki dahiyane(!) fikirlerin tatbikata geçirilmesi gibi veya ‘isteyenlere verilen’ resmi din eğitiminin ‘istemeyenlere verilmeyen’ bir eğitim haline sokulması gibi hadiselere rağmen, laik dünya görüşü, o dönemdeki genç kesimlerde kökleşmeye devam etmiştir. Bunda kuşkusuz, bu gençlerin demokrasiyi benimsemiş anne ve babalarının etkisi büyüktür. Ancak, özellikle 1954’ten sonra bariz bir şekilde olmak üzere, bu kökleşmenin yavaşlaması da bir başka gerçektir. Nitekim Forum Dergisi aydınlarını kaygılandıran da bu olmuştur. Çünkü bu yavaşlama, Türk toplumunun bütün alanlardaki Batılılaşma ve kalkınma hareketlerini de yavaşlatmış, durma noktasına getirmiştir. Laik devlet çerçevesi dışında demokrasinin yaşayamayacağına inanan Forumcuların, 1959 yılından itibaren Demokrat Parti iktidarına bir an önce erken genel seçimlere gidilmesi çağrısı yapmasını ve bu çağrıyı yinelemesini, laiklik kaygısı bağlamında da düşünmek mümkündür. Demokrat Parti iktidarı irticayı açıkça himaye etmiştir. Bu yöndeki eleştirileri ise ‘memlekette irtica yoktur, sadece birkaç mürteci vardır’ diye yapılan resmi beyanlarla adeta Türk aydınlarıyla dalga geçilmiştir. Kendilerine ‘Nur Talebeleri’ sıfatını yakıştıran ve maalesef Atatürk inkılaplarından uzak kalmış olanlar, açık açık faaliyette bulunur, beyannameler dağıtırlarken, Atatürkçü ve inkılapçı olan Türk gençliğine, Türk inkılabını korumak için miting yapma müsaadesi verilmemiştir. Nitekim bu bahiste Forum’daki şu sözler çok anlamlıdır: “Bugün yüz amelenin eline kazma ve küreği vererek ve vatan müdafaası için kullanılacak askeri malzeme ve personeli çalıştırmak suretiyle, Süleymaniye Camisini bir hafta içerisinde yıkmak mümkündür. Fakat bir de yapmak icap etti mi, bir Süleyman’a ve bir de Sinan’a ihtiyaç vardır. Bu memleketi ve bu memleket evlatlarını Atatürk’ün yaptığı inkılapları bir daha yeniden yapmaya sevk etmeye kimsenin hakkı yoktur.”370 1.4.Sosyal Devlet Bir toplum cemiyet içinde sefalet ile refah yan yana yaşar ve hayatta kaybedecek hiçbir şeye sahip olmayan büyük halk kütleleri teşekkül ederse, en tabii özgürlükler 369 370 Fanatizmin Çeşitleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:95, 1 Mart 1958. Din ve Siyaset, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:121, 1 Nisan 1959. 295 ve hatta memleketlerin bekaları tehlikelere maruz kalır. Eşitlik ile özgürlük birbiriyle bağdaştırılmadığında, toplumda erdem yerini erdemsizliğe, ahlak ahlaksızlığa, adalet, adaletsizliğe, tüm bunlar ise devletin çöküşünü hazırlar. Çünkü sadece yasalar önünde eşit olmak tek başına özgürlüğü getiremez. İşte bunun için devletin sosyal devlet olması mecburiyeti vardır. Bilindiği üzere sanayi inkılabı ilk olarak İngiltere’de ve devrin hakim iktisadi doktrini liberalizmin etkisi altında gerçekleşmiştir. Liberalizm, ticari kapitalizme ve ticari kapitalizmin ekonomi politiği olan merkantilizme tepki olarak doğmuştur. Dolayısıyla ticari kapitalizm, sanayi kapitalizmine evirildikten sonra, devlet iktisadi ve sosyal hayata her ne şekilde olursa olsun müdahaleden çekilmiştir. Bu dönemde, devlet, doğmakta ve gelişmekte olan sanayi kapitalizminin işgücünü alabildiğine istismar yolunu tutmasına ses çıkarmamıştır. Ancak devletin, böyle bir dönemde tarafsız kalması daha sonraki dönemde sosyal politikanın gerekliliğini ortaya çıkaracaktır. Nitekim, kimi insanlar ağır çalışma koşulları altında, devletin ‘tarafsız kaldığı’ bir ortamda, daha da yoksullaşmış, ki işçi sınıfının doğuş sürecidir bu aynı zamanda, diğer taraftan kimi insanlar da iktisadi gelişmeden büyük paylar almışlardır, ki böylece sermayedar sınıfı teşekkül etmiştir. Böylece bir tarafta sefalet içinde işçi sınıfı, diğer tarafta refah içinde sermayedar sınıfı ikiliği oluşmuştur. Ancak bu ikilik keskinleştikçe sefalet içindekilerin yaşam koşulları daha da ağırlaşmıştır. Çocuklar küçük yaşlarına rağmen fabrikalarda çalışmaya başlamışlar, kadınlar asgari biyolojik ihtiyaçları karşılamak için çalışma hayatına girmek durumunda kalmışlardır. Tüm işçiler gayri insani koşullarda çalıştırılmışlardır. Bu süreç ise, işçi sınıfını düzeni değiştirme hareketine sevk etmiştir. İşçi sınıfının, bu sömürü karşısında, şiddet yoluyla düzeni değiştirmek dışında bir seçeneği kalmamıştır. Bu seçeneksizliğin bir diğer ifadesi de, sosyal barışın, özgürlük ve demokrasinin tehlikeye düşmesidir. İşte böyle bir tehlikeyi önlemek için ilk önce İngiltere’de başlayan sosyal politika hareketleri yavaş yavaş gelişmiş, bütün Batı demokrasilerine yayılmıştır. 1950 li yıllar Türkiye’sine bakıldığında, sanayileşmenin yüksek, sömürünün fazla olduğu bir tablo göze çarpmaz. Forum bu dönemdeki sınıflaşmaya dair şöyle bir değerlendirme yapar: “Memleketimizde sosyal sınıflar belirli bir şekilde teşekkül ve taazzuv etmiş, muayyen bir şuur kazanmış olmamakla beraber bir köylü, memur, işçi ve işveren sınıfından bahsedilmektedir. Hattı zatında köylü sınıfı da iktisadi kıstaslar itibariyle ekseriya ırgat denilen ziraat işçisi, müstakil küçük çiftçi ve büyük çiftlik sahipleri diye tabakalara bölünebilir. Bu takdirde ecir sınıfına ziraat işçilerini de katmak icap eder.”371 Bir sınıftan bahsedebilmek için bir grup insanın, gelir miktarı ve kaynaklarının aynı olması bakımından, aynı gruba mensubiyet duygusu duymaları, bu duyguya binaen grubun çıkarlarının en iyi gerçekleştirme yolunun bir araya gelmek olduğunu anlamaları, ortak duruma karşı kolektif davranışa sahip olmaları, teşkilatlanmaları veya en azından grubun çıkarlarını savunan teşkilatları desteklemeleri, diğer gruplara karşı çıkarlarının korunmasında kıskanç olmaları gerekir. Kuşkusuz aynı 371 Ücretler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955. 296 sınıf içerisindeki insanlar birbirlerinden hayat hikayelerinden kaynaklı farklılaşırlar, ancak bu farklılaşma onların aynı sınıftan olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü sınıflaşmanın olduğu yerde, sınıfa mensup kişiler hangi dine inanır veya inanmazlarsa, hangi zevke sahip olurlarsa olsunlar, belirleyici olan o sınıf yapısının toplum içindeki durumudur. Çünkü sınıfın kazanımını artırması, mensuplarının çıkarlarını en çoklaşması anlamına gelmektedir. Oysaki 1950 li yıllarda Türk toplum yapısında bu manada bir sınıflaşmaya rastlamak mümkün değildir. Bununla beraber, bu dönemde, alt gelir grupları diyebileceğimiz kişilerin sayısı bir hayli fazladır ve bunların ücretleri 1950-54 arası DP iktidarının iktisaden altın yılları sayılabilecek dönemde dahi neredeyse yerinde saymıştır. Şu rakamlar ilginçtir: “1950-1954 yılları arasında milli gelirimiz, 1948 fiyatlarıyla, nüfus başına 416,1 liradan 501,3 liraya çıkmak suretiyle %20 nispetinde arttığı halde reel ücretlerin aynı kalması veya %14 nispetinde azalması, ecir sınıfının sosyal hasıladaki payının aynı kalmayıp azaldığına delalet etmektedir.” 372 Bunun sebepleri ise şu şekilde gösterilmektedir: “Ücret piyasasının başıboş bırakılmış ve tanzim edilmemiş bulunması, işçilerin teşkilatsız bulunuşu, pazarlık kudretlerinin zayıf oluşu hasebiyle akdi müdahalelerin tesirsiz oluşu, devletin makul ve iktisadi inkişafımızla tevem bir ücret siyaseti takip etmeyişi, kanuni müdahalelerin kısır ve mahdut oluşu, mevcut tek mekanizma olan kazai müdahale organlarının (tahkim mekanizmasının) çeşitli bünyevi amiller hasebiyle geç ve güç işleyişi, ücretlerin seyyaliyetini büsbütün güçleştirmiş ve kalkların uzamasına amil olmuştur. Milli gelir, gelir tevezzüündeki aksaklıklar yüzünden, muayyen zümrelere dağılmış, bu arada ecir sınıfı, iktisadi inkişaftan nasibedar olamamış, binnetice sosyal hasıladaki payı azalmıştır.” Forum, sosyal politikasızlığın demokrasiyi tehdit edebileceğini çeşitli yazılarda işaret etmiştir. Sosyal devlet anlayışı ile hareket edilmediğinde, demokratik yollardan haklarını sağlayamayan kesimlerin, totaliter cereyanların tesirinde kalabilecekleri konusunda iktidar sahiplerini uyarmıştır. Bir yazıda şöyle demiştir: “İnsan hak ve hürriyetlerine kıymet veren cemiyetler, iktisaden zayıf durumda bulunan nüfuz kategorilerinin sosyal ve gelir durumları ile yakından ve devamlı olarak meşgul olmak vecibesinden kendilerini azade tutmazlar. Zira bu ilgisizlik bir gün bağlı oldukları ve kıymet verdikleri ana insan haklarının ihlaline imkan veren toplum hareketlerinin tomurcuklarını taşıyabilir.”373 DP iktidarı ise, zirai kazançları vergilendirmeyerek köylü kütlesini gözetmeyi sürdürmüş; ziraat ve sanayi işçileri için önem arz eden asgari ücretin tespiti ve yasal bir zemine oturtulması mevzusunu ihmal etmiş, arsa spekülasyonlarına göz yummuş, daha ötesi bunları vergilendirmekten kaçınmış, öte yandan alt gelir gruplarına yönelik mesken politikası izlemeye gerek görmemiş, sosyal güvenlik sistemi dar alanda dondurulmuş, ancak milletvekili maaşlarının ve ödeneklerinin enflasyonun üzerinde artışı sürdürülmüş, ihtiyarlık sigortası çerçevesi içinde bağlanan aylıklar iştira kudretlerini günden güne kaybetmiş, işçiler örgütlenme haklarından mahrum edilmişler, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay’da görev yapan kamu görevlileri 372 373 Sabahattin Zaim, Enflasyon ve Ücretler, İncelemeler, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955. Sosyal Barış, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955. 297 yoksullaştırılmış, akademisyen maaşları düşük tutulmuş ve iş güvencesinden yoksun hale getirilmişler ve tüm bunlar toplumsal barışa zarar vermiştir. DP’nin sosyal politikasızlığı bağlamında özellikle işçilerin gözetilmemesinin tehlikelerine işaret edilen bir yazıda da şöyle denilmektedir: “Bir memleket içinde iktidarda bulunan partiler, müessir bir sosyal politikanın yerleşmesine imkan verecek tedbirleri almaktan kaçınır, bazı ana hakları tanımakta tereddüde düşer ve milli gelirin bütün istihsal faktörleri arasında adil bir şekilde dağılması için gerekli tedbirleri almaktan istinkaf eder, aşırı israf ve lüks karşısında geçim darlıklarının had bir dereceye varmasına ve yaygın bir hal almasına müsaade ederlerse, işçiler ve onların teşekkülleri ister istemez nazarlarını siyaset ve hukuk dışı yollara çevirirler.” 374 DP’nin sosyal devlet anlayışından uzak tutumu Forumculara şu soruyu sordurmuştur: ‘Nedir bu! Maddiyat her şey, insanlar hiç bir şey midir?’ diye feryat mı lazım?’ Bu bağlamda Forum’un ‘Bir Baş Soğan ve Yarım Ekmek’ başlıklı yazısından şu sözleri nakletmek yerinde olur: “İstanbul Tekstil ve Örme Sanayi İşçileri Sendikasının iki hafta kadar önce yapılan Genel Kurul toplantısında, işçilerin bugün içinde bulundukları, hayat şartlarının bir ifadesi olmak üzere işçi milletvekillerine birer torba içinde bir baş soğan ile yarım ekmek gönderilmesinin karar altına alındığını hemen bütün günlük gazetelerde okuduk ve sonra düşündük. Bilmiyoruz ilgili makamlar da, daha doğrusu hükümet de bu kararın ifade ettiği durum üzerinde biraz olsun durmak lüzum ve ihtiyacını duydu mu? Yoksa ‘mucizevi kalkınmamızdan işçiler de paylarını almaktadırlar; bu bir mübalağa ve muhalefetin tahriklerinin bir neticesidir; hayat pahalılığı yoktur. Gerçi mebusların maaşları 2800 liraya çıkarıldı ama o başka şey, onun sebebini sizler anlamazsınız’ diyerek sosyal meseleler bahsinde derin ve anlaşılmaz sükutuna devama mı karar verdi?”375 Yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Biz memleketin geleceği bakımından bu ‘soğan ve yarım ekmek’ hadisesinin ifade ettiği mana üzerinde ehemmiyetle durulması lüzumuna kani bulunuyoruz. Forum, başlangıçtan beri, bütün hür ve demokratik memleketlerde ekonomik gelişmelerin ana gayelerinin bütün halkın refahını sağlamak olduğu üzerinde ısrarla durmuştur. Bunu temin için de memleketler bir taraftan iktisaden zayıf sınıfların meşru iktisadi ve içtimai menfaatlerini korumayı mümkün kılan lüzumlu hürriyetleri garanti ederken, diğer taraftan da milli gelirin adil bir şekilde dağılışına matuf bir sosyal ve ekonomik politikayı tatbik sahasına koymuşlardır. Demokratik hürriyetlere sadık ve bu hürriyetleri korumak isteyen her memleket, refahın –şayet varsa- en geniş bir şekilde bütün halk kategorilerine yayılmasına matuf tedbirleri almayı hiçbir zaman ihmal etmez. Zira bu hürriyetler için en büyük tehlikenin ekonomik ve sosyal müsavatsızlıkların yaratacağı ayrılıklardan geleceğini bilmektedirler. Bugün memleketimizde ortalama gayri safi ücret 6 lira civarındadır. Birçok iş kollarında ve mesela en ağır ve tehlikeli işlerden olan maden işçilerinde ortalama 5 lirayı biraz 374 375 Başlayan Bir Hareketin Düşündürdükleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:47, 1 Mart 1957. Bir Baş Soğan ve Yarım Ekmek, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:33, 1 Ağustos 1955. 298 geçmektedir. Bugünkü geçinme şartları içinde ayda vasati 150 lira ile bir ailenin normal fizyolojik ihtiyaçlarını dahi temin edebilmesi mümkün değildir.” İktisaden zayıf olan geniş bir kütlenin hayat şartlarının ağırlaşmasına izin vermek, daha ötesi bu kesimlerin geçim sıkıntısı çektiklerini görmezlikten gelmek sosyal devlet anlayışı ile bağdaşmadığı gibi tüm toplumun huzurunu da tehdit eder. Nitekim sosyal devletin görevi, olabildiğince geniş kütlenin ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak, milli geliri adaletli dağıtmak, geniş kesimlerin hayat seviyesini olabildiğince yüksek tutmak ve tüm bunları yaparken de demokratik ilkelere bağlı kalmaktır. Kuşkusuz az gelişmiş bir memleketin sosyal devlet uygulamaları gelişmiş bir devletten farklı olacaktır, bu inkar edilecek değildir. Ancak az gelişmiş memleketlerde güçleri nispetinde sosyal politikalar uygulamalıdırlar. Bu bahiste Cahit Talas şöyle der: “Geri kalmış memleketlerde sosyal güvenlik sistemlerinin kifayetsizliği üzerinde müessir amil yalnız fakirlik ve milli gelir yetersizliği değil, fakat belki birinci derecede sosyal politikanın yokluğu ve müessir bir sosyal güvenlik sisteminin iktisadi ve içtimai zaruretinin anlaşılmamış olmasıdır. Filhakika az gelişmiş memleketlerde insan unsuru boldur. Bu bolluk ona daha az kıymet atfını, onun sağlığının, mesleki eğitiminin, verimliliğinin iktisadi ve içtimai gelişme ve kalkınma içindeki yerinin ehemmiyetini iyice ölçmeyerek ihmalini mucip olmaktadır.”376 Şunu hemen belirtmek gerekir ki sosyal politika, etkili bir iktisat politikası ile de desteklenmelidir. Kaldı ki hiçbir iktisat politikası toplumsal sonuçları düşünülmeden uygulamaya konulmaz. Forum bu bağlamda şöyle der: “İktisadi tedbirlerin bir memleket hayatı üzerindeki sosyal tepkilerini düşünmemek mümkün değildir. İktisadi davaların halli sosyal sonuçları hesaba katılmaksızın başarılmak istenildiği takdirde bir memleket içinde arzu olunmayan, sosyal barış ve adaleti rencide eden neticeler hasıl olabilir. Dertlerin söylenmemesi, tazyik altında tutulmaları onların mevcut olmadığına delalet etmez. Demokratik hak ve hürriyetleri benimsemiş bütün cemiyetlerde bütün iktisadi gelişme ve kalkınma gayretlerinin hedefi, halkın bütününün refahını sağlamak etrafında toplanabilir. Eğer kalkınma gayretleri böyle bir istikamet almaz, kalkınmanın yükü yanlış tedbirler veya tedbirsizliklerle bizatihi himayeye muhtaç sınıflara tahmil olunur, başka bir deyimle sosyal politika tedbirleri ihmal edilerek, bu tedbirlerin önemi azımsanarak hareket olunursa, hedeften uzaklaşılmış ve zamanla sosyal huzursuzluklara zemin hazırlanmış olur.”377 Siyasi iktidarlar, ‘nerde olursa olsun fakirlik umumun refahı için bir tehlikedir’ kaidesini göz ardı ettikleri vakit, hem ülkeyi hem de kendi iktidarlarını zora sokarlar ve sonradan telafisi güç meselelerle uğraşmak durumunda kalırlar. Örneğin gecekondulaşma, bu soruna vaktinde tedbir alınmaması durumunda, siyasal alana tazyik yapacak bir faktör haline gelebilir. Bugün gecekondulaşma, Türk siyasal yaşamında, seçmen davranışları bağlamında ele alınacak en hassas konulardan birisi 376 Cahit Talas, Az Gelişmiş Memleketlerde Sosyal Politika, İncelemeler, Forum, sayı:55, 1 Temmuz 1956. 377 İktisadi Tedbirler ve İçtimai Sonuçlar, Başyazı, Forum, sayı:58, 15 Ağustos 1956. 299 haline gelmiştir. Oysaki bu, 1950 li yılların ortalarında çözülmeyen mesken sorununun uzak sonucundan başka bir şey değildir. O yıllardaki mesken sorununa dair Forum şöyle der: “Ankara ve İstanbul gibi çok süratli bir nüfus artışına sahne olan büyük şehirlerimizde zaten çoktan beri sefalet mahalleleri teessüs etmiştir ve nüfusun büyük bir çoğunluğu çok anormal ve gayri sıhhi şartlar içinde ikamet etmek mecburiyeti içinde bunalmaktadır. Yalnız başına bir memleketin nüfusunun artması çok sevinilecek bir hadise değildir. Eğer artan nüfus iyi beslenme imkanlarına sahip değilse, iyi mesken şartları içinde ikamet edememek durumunda kalmışsa nesiller cılız, mukavemetsiz, hastalıklarla malul olurlar. Bunların yanında mesken sefaletlerinin doğurduğu manevi ve sosyal bozukluklar cemiyetlerin temellerini yavaş yavaş kemirir. Bir memleketin istikbali ile ekonomik ve sosyal gelişmesi ile çok yakından alakası bulunan mesken işinin hallini kendi haline bırakmak ihtiyatlı bir yol değildir. Bu mevzuda diğer memleketlerin yaptıkları üzerinde durmak ve mesken meselesine niçin o kadar ehemmiyet verildiğinin sebeplerini araştırmak mesuliyet mevkiinde bulunanlar için çok faydalı olabilir. Hatta zaman zaman gecekondu mahallelerindeki mesken sefaletini görmek ve birkaç gözlü evimsi barakalarda on onbeş kişinin yaşamakta olduğunu müşahede etmek bizi belki uykumuzdan uyandırabilir”378 Forum, birçok yazıda başbakanın sosyal devlet anlayışını eleştirir, daha doğru bir ifadeyle sosyal devlet anlayışının olmamasına işaret eder. Mesela bir yazıda şöyle denilmektedir: “Başbakan Adnan Menderes çok konuşur. Ancak Menderes’in pek az hatta hiç temas etmediği bir mesele, sosyal adalettir. 25 Mayıs’ta Sivas’ta şöyle demiştir: ‘İçtimai devlet, bizim kanaatimizce Türkiye’de çiftçi ve köylü davasıdır. Bizim için sosyal adalet ve sosyal inkılabın asıl manası köylümüzün ve çiftçimizin yaşama seviyesinin yükselmesinden ibarettir.’ Şüphesiz nüfusunun %72’si köylü olan bir memlekette çiftçinin hayat seviyesini yükseltmek ana meselelerden biridir. Ancak başbakana hatırlatmak istiyoruz: Memleketimizde köylü ve çiftçi ile birlikte ekonomik ve sosyal adalete muhtaç başka nüfus kategorileri de bulunmaktadır. Sosyal adalet, ister köyde ister şehirde yaşayan bütün fakir sınıflar, başka bir deyişle hatalı iktisat politikasından ve müessir bir sosyal politika yokluğundan ötürü milli gelirden yeter derecede hisse alamayanlar için bahis mevzuu olur. Bugün memleketimizde her meslekten işçi şiddetli geçim sıkıntısı içindedir. Memur ve emekliler durmadan artan fiyatların tazyiki altında her gün biraz daha bunalmaktadırlar. Öyle anlaşılıyor ki başbakan asıl korunmaya, sosyal adalete ihtiyacı olan bu sınıfları hiç düşünmemektedir. Şu halde bu kategori halk, hayat seviyelerini ıslah edebilmek için bütün ümitlerini muhalif partilerin iktidara gelmesine bağlamak zorundadırlar.”379 Demokrat Partinin belirli bir sosyal politikasının olmadığını Forum birçok defalar belirtmiştir. Devlet ve hükümet idaresinde herhangi bir program ve prensibe bağlı kalmayarak gelişigüzel ve ileriyi düşünmeden idare eden, CHP’den devraldığı ve sosyal ve iktisadi haklar ve hürriyetler bakımından gerilere doğru getirdiği sosyal 378 379 Mesken Sefaleti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955. Başbakanın Sosyal Adalet Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957. 300 politikayı garip şekillerde finanse etmek yollarına yönelmiştir. Bu garipliklerden birine dair Forum’un değerlendirmesi şöyledir: “Sosyal sigortalar, işçi ve işverenlerden alınan primlerle finanse edilmektedir. Bu sigortaların finansmanında, milli gelirin bir kısmının yeniden tevzii gibi bir gaye taşıyan ve sosyal adaletin sağlanmasında bir vasıta olan finansmana devletin iştiraki primleri hiçbir zaman düşünceler arasında yer almamaktadır. Buna mukabil İşçi sigortalarının müstakbel vecibeleri karşılığı olarak birikmiş fonları, birçok defalar ve tamamıyla politik maksatlarla kullanılmakta, yersiz, manasız, sırasız ve bugünkü iktisadi konjonktür şartları altında izahı mümkün olmayan yıkım ve sözüm ona imar hareketlerine tahsis olunmaktadır. Bu fonların yatırım işletmelerinde riayeti gereken prensipler tamamıyla bir tarafa bırakılmaktadır. Devlet bu entitüsyonel tasarrufları esas gayeleri dışında kullanmak itiyadını edinmeye başlamıştır. Enflasyonist iktisat politikasından, tabii olarak en fazla ücretler müteessir olmuştur. Şimdi, enflasyonun en fazla ıstırabına maruz kalan insanlar, işçiler sigorta primi olarak ödedikleri paralarla büyük şehirlerin, belediye faaliyetlerini finanse eder bir duruma getirilmişlerdir. Bu herkesin kolay kolay anlamayacağı bir sosyal politikadır.”380 DP, oy toplama kaygısıyla köylünün üzerinden gelir vergisini, yol vergisini, imece ve salmayı ve bu arada onun kendine okul yapma yükümünü kaldırmıştır. Ancak köylünün yükünü alıp, başkalarını sırtına koymuştur. Ekonomik kalkınmanın yükü herkesin sırtına aynı ölçüde, eşit olarak binmemiştir. Sıkıntıları herkes eşit çekmemiştir. On yıllık DP iktidarı, gerek dışarıya, gerekse içeriye karşı lüksten, gösterişten hoşlanır, biraz övülmek için yorgandaki deliği büyütmekten çekinmez bir tutum benimsemiştir. Dolayısıyla on yıl boyunca, köylünün desteğini almak için birçok kesimin sırtına kocaman bir borç yükü bindirmiş ve sosyal devlete dair şu tanıma hep sahip çıkmıştır: “İçtimai devlet, Türkiye’de çiftçi ve köylü davasıdır.” Forum sorar: “Ekmek mi özgürlük mü? Mide mi kafa mı?”381 Böyle bir sorunun en kesin ve kestirme karşılığı, ‘hem o hem öbürü’ olmalıdır. İnsanoğluna düşünceyi verip de elinden ekmeğini almak ya da önüne ekmek atıp ondan düşünceyi esirgemek hiçbir mantığa sığmaz. Fabrikalar, barajlar, yollar, limanlar..her şey ve her şey insan içindir. Beslenmek, barınmak, çiftleşmekten gayrı amacı olmayan, makinenin bir parçası durumuna giren insan için değil; bunlar düşünen ve duyan insan içindir. Bu açıdan bakılınca, en ileri teknik gereçlerle donanmış, kurdelesi yeni kesilmiş bir hastanenin yanı başında, hastalıkları üfürükle iyileştireceğine duyuran adamla ona koşanların yan yana, burun buruna yaşadıkları bir ülkede, o örnek hastane bir süs olmaktan ileri gidemez. Yerine oturmamış, amacını bulamamış bir iğretilik, özenilmişlik taşır. İşte DP’nin sosyal devlet anlayışı en somut ifadesini bu özenilmişlikte bulmuştur. 1.5.Hukuk Devleti Forum, ‘hukuk devleti’ kavramını siyasi iktidara karşı hukukun baskın olması bir diğer ifadeyle hükümetin keyfi uygulamalarının sınırlandırılması manasında 380 381 Sosyal Politikanın Yükü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:129, 1 Ağustos 1959. İçtimai Devlet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960. 301 kullanır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Forum’daki pek çok yazıdan anlaşıldığı üzere, bu kavram teknik bir kavram olmaktan öte bir anlama işaret eder, daha açık bir dille hukuk devleti, siyasi ve ahlaki bir içerik de taşımaktadır. Çünkü eğer Forum’un hukuk devleti anlayışı, siyasi iktidarın uygulamalarının yasallığından ibaret olsaydı, Forum, DP iktidarını hukuk dışına çıkmakla eleştirmezdi. Nitekim DP, tıpkı Hitler Almanya’sında görüldüğü gibi her uygulamasına dair bir kanun çıkarmıştır. Burada hukukilik, demokratik ilkelerin ihlal edilmeyeceğine dair güvence vermez. Dolayısıyla Forum’un hukukilik tanımının bu olduğunu iddia etmek isabetli olmaz. Forum’un hukukilik tanımı, siyasi iradenin uygulamalarından etkilenen kişi veya kurumların, bu uygulamaların yasallığını bağımsız mahkemeler aracılığıyla sorgulayabilmesini gerektirir. Nitekim hukuk devletine dair yazılarda ülkedeki tüm yurttaşların yasalar önünde eşit olmaları gerekliliğine vurgu yapılır. Çünkü hukuk devleti, demokratik rejimin bir ifadesi olarak görülür. Forum, hukuk devleti ile demokratik devleti birbiriyle sürekli ilişkilendirir. Dergi hukuk devletine dair şöyle bir tanım yapar: “Devlet kudretini müşterek adalet hissi ve hukuk kaidesiyle bağlamak için, bulunan yegane çare, hukuk devleti fikri olmuştur. Bu üç beş alimin, masa başında hazırladıkları bir fikir değil, içtimai bünyenin zaruretlerinden doğan bir gerçektir. Hukuk devletinin tahakkuk ettirilmesi uğruna Fransa kanını akıtmış ve ondan ilham alan diğer devletler de kendi bünyeleri içinde, zaman zaman ıslahat yaparak, hukuk devletinin tahakkukuna çalışmışlardır. Hukuk üstatları, hukuk devletinde iki şartın mevcudiyetini ararlar: Seçilmiş bir parlamento ve devlet karşısında vatandaşların haklarını koruyacak ve icabında devleti mahkum edecek müstakil bir idari kaza.”382 Bir başka yazıda demokrasi ve hukukilik ilişkisine şöyle değinilmektedir: “Başbakan ‘halk, bize oyunu vermekle yaptığımız işleri tasvip ettiğini göstermektedir’ diyor. Halk tasviplerini almak, demokrasinin vazgeçilmez bir prensibidir. Hatta bu demokrasinin meşruiyet prensibidir. Fakat halk tasviplerini almak, Türkiye’de bizi nerelere kadar götürür, bunu da bilmemiz gerekir. Başbakan ‘hürriyet isteyenler, evvela hürriyeti kullanmasını bilmelidirler’ diyor. İşte hürriyeti kısıcı bütün rejimler bu noktadan hareket etmişlerdir. İyi kullanmadığımız takdirde hürriyet istemek hakkımız olmadığını ileri süren zihniyet, aynı zamanda kendini halktan ayıran, kendini halka üstün gören bir zihniyettir.”383 Bu bağlamda Forum’un ‘meşruiyet’ kavramını nasıl algıladığına değinmek yerinde olur. Forum’a göre iktidarın meşruiyetini sağlayan sadece alınan oy miktarı değildir. Forum, bir iktidarın meşru sayılabilmesi için, iktidar uygulamalarının da, kabul edilmiş değerler ile bağdaşır olması gerekliliğine işaret eder. Forum’a göre, meşruiyet, neyin uygun olduğuna ilişkin paylaşılan bir duygu ve bu duygunun kaynağı olarak da normlara uymak değildir. Nitekim bu tanımın kabulü, totaliter partilerin hükümet etmesini de meşru kılacak bir anlayışı beraberinde getirir. Forum’a göre meşruiyet, neyin uygun/haklı olduğuna dair paylaşılan bir duygu ve bu duygunun kaynağı olarak da devletin kuruluş felsefesinden beslenen akılcı denetimin süzgecinden geçmiş normlara uygun davranmak demektir. Böyle bir 382 383 Hukuk Devleti Hasreti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:8, 15 Temmuz 1954. İç Politika Alanında Hükümetin Görüşleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:24, 15 Mart 1955. 302 tanımda ise hiçbir totaliter akımın temsilcisi olan parti, meşruiyet iddiasında bulunamaz. Görüldüğü üzere Forum, iktidarın meşru sayılabilmesi için, hukuki bağlayıcılığın yanına ahlaki bağlayıcılığı da yerleştirmektedir. Burada belirtmek gerekir ki Forum, ‘otoriterizm, despotizm, totalitarizm’ kavramlarının birbirinden farklı tanımlarını ihmal eder ve çoğunlukla bunları birbiri yerine kullanır. Bu üç kavramın birbiri ile neredeyse eşanlamlı olarak kullanılmasının nedenini, üçünün ortak yanının ‘temelde hiçbir kısıtlamaya tabi olmayan yönetim biçimleri’ olmasında aramak gerekir. Dolayısıyla Forum, bu terimleri DP hükümetleri için kullanırken ‘keyfi ve kısıtsız yönetim’e işaret etmektedir, demek yanlış olmaz. Öte yandan, bu terimlerin kullanım yerleri incelendiğinde, Dergi sayfalarında kullanım açısından nüans farkı olduğunu tespit etmek de mümkündür. Mesela ‘totalitarizm’in daha çok, DP hükümetlerinin devlet gücünü kullanma tarzı ve yöntemini küçümsemek amacıyla ve özellikle de İtalyan faşizmi ve Nazizm ile Menderes hükümetleri arasındaki benzerliklere dikkat çekmek için; ‘despot’ ifadesinin Menderes için 1959 yılından itibaren daha sık olarak ‘kendi isteklerini topluma dayatması, bu dayatmayı yaparken de kendisine tanrısal bir nitelik atfetmesi’ bağlamında; ‘otoriterizm’in ise ‘Menderes’in egemenliği ulustan alıp kendi elinde toplaması ve bu duruma karşı herhangi bir eleştiri veya başkaldırıya izin vermemesi, özellikle de basın özgürlüğünün ortadan kaldırılması’ çerçevesinde kullanıldığını belirtmek gerekir. Fakat kimi yazılarda da, özellikle 1959 ortalarından itibaren başbakan Menderes’in yasama, yürütme ve yargı yani tüm erkler ve üniversite, basın, sendika gibi toplumsal denetim mekanizmaları üzerinde bütüncül bir denetim uygulaması ve Türk yurttaşlarını ‘teba’ olarak görmesi bağlamında, öz bir ifadeyle iki dünya savaşı arasındaki diktatörlüklere atıfla Menderes hükümetlerinin arkaik özellik göstermesi çerçevesinde, rejimin ‘totaliter’ bir rejim olduğunun altı çizilir. Forum, DP iktidarının hukuk devleti anlayışını eleştirdiği bir yazıda şöyle demektedir: “DP iktidara geldikten kısa bir zaman sonra ancak bir oligarşinin hakimiyetine elveren bir bünye arazı göstermeye başladı. İkinci defa iktidarı elde ettikten sonra, milli hakimiyet prensibinin gerektirdiği ‘tartışma ve danışmadan sızan birleşik fikir’ kaidesini büsbütün ihmal etti. ‘Kanun ötesi tedbirlerde’ bir meşruluk bulma anlayışının, kanunilik, hukukilik rejimi olan demokraside hiç yeri olamaz. DP icra kademeleri, münakaşa ve murakabeye paydos anlamında bir siyasi istikrar rejimi kurmakta ısrar ederlerse, bu rejim, merkeziyetçi, mutlakıyetçi, dar hürriyetli totaliter bir rejim olacaktır.”384 Bir başka yazıda şöyle denilmektedir: “Anayasa düzenimizin bıraktığı bazı boşluklar ve müsamaha gösterdiği bazı sahalar, tamamıyla indi teamüllerle doldurulmak 384 Tartışma ve Denetlemeye Karşı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955. 303 üzeredir: Bakanların son istifalarının hemen Meclise gelmemesi; başbakanın istifasının ve onun devlet başkanınca kabulünden önce şifahi cereyan etmesi ve formalitelerin tamamlanmasının da Meclise geç gelmesi; kabine buhranı sekiz on günü bulduğu halde başbakan namzedinin kabinesini kurmaktan vazgeçtiğinin veya kabineyi kurma şansının hala devam ettiğinin bir türlü açıklanmaması; ortada bir hükümet olmadığı halde Meclisin hükümeti kontrol vasıtalarının fuzuli ve tesirsiz olarak kullanmaya sevk edilmesi..vb. Bir demokrasi ve onun parlamentosunu mu kuruyoruz? Öyle ise, onun esprisine, mantığına açıkça kendini belirten kaidelerine aykırı, indi hukuklar ve teamüller kurmaya paydos! İndi hukuk ve teamül koyma merakının en son örneğini yeni kabinenin teşkil tarzında görüyoruz. Başbakanın aynı zamanda ve asli görevi halinde bir diğer bakanlığı da uhdesine alması. Tekrar edelim, anayasamız, hükümeti her bakanlığın ayrı bir vekil tarafından sevk ve idaresi şartı altında bir heyet olarak tesir etmiştir. Birkaç bakanlığın bir bakan elinde toplanmasını kabul edersek, bu işin mantığı bir gün bütün bakanlıkların bir tek şahsın elinde temerküzü sonucunu davet eder. Bu, totaliter ve diktatoryal rejimlerin temerküz kanunudur.”385 Forum, birçok yazıda DP iktidarının hukuk devletini tasfiye etmeye yönelik eğilimler içinde olduğuna işaret eder. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Şahsi ve mahalli menfaatlerin öne alınması, demokratik bir düzende siyasi hürriyetlerden fedakarlığın felaketli neticelerini kafi vuzuhla tasavvur edemeyiş, diktatörlüğe sürüklenen her memlekette olduğu gibi bizim için de bu en büyük zaaf noktalarından biridir. Bir kasabaya veya vilayete fabrika ve köprü yaptırabilmek için, milli davalar ve mülahazaları ikinci plana atan mahalli menfaatperestlik; haksız muamele, zulüm ve baskı kendi yakın menfaatlerine dokunmadıkça karşısında reaksiyonsuz kalma itiyadı, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de diktatörlüğe götüren köprü başlarıdır. Bu gidişi durdurmamız mutlaka lazımdır. Otoriter idareye niyet edenlerin memelerinde muvaffak olamayacaklarını son bir defa artık kedilerine milletçe gösterme zamanı gelmiş ve hatta geçmek üzeredir.”386 Bir başka yazıda ise şu sözlere yer verilmektedir: “1954 seçimlerinden sonra bir çırpıda çıkarılan Kırşehir Kanunu, Seçim Kanunu tadilatı, Memur teminatı ve Üniversite muhtariyetini yok edici meşhur 6435 sayılı Kanun gibi muhtelif antidemokratik kanunlara asrında belki en tehlikeli olan Emekli Sandığı Kanununun 39. maddesini değiştiren 6422 sayılı Kanun idi. Bu kanunla 25 yıl hizmet etmiş herhangi bir hakimi, yaşı ne olursa olsun, emekliye ayırabilmek salahiyeti Adliye Vekiline veriliyordu. Temyiz mahkemesine üye ve başkan seçilen hakimler umumiyetle 25 yılı dolduran kimseler olduğuna göre, hakim teminatı en lüzumlu bulunduğu hallerde, tamamen yok ediliyordu. Bu hükmün ve buna benzer hükümlerin memleketimizde mahkemelerin bağımsızlığını nasıl tehdit ettiği, bu durumun adliyemiz ve demokrasimiz için ne büyük tehlikeler gizlediği geçen iki yıl içinde gerek bu dergide, gerek bütün Türk basınında teferruatıyla incelenmiş ve belirtilmişti. O zaman, bu çeşit tenkit ve tahlillere cevap olarak ‘teminat hakimin 385 386 İndi Hukuk ve Teamül Koyma, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955. İmtihan Zamanı, Başyazı, Forum, sayı:50, 15 Nisan 1956. 304 vicdanıdır’ diyen bir Adliye Vekili vardı. Elbette, bir memlekette hürriyetin de adaletin de son sığınağı, en son teminatı, hakimin, gazetecinin, milletvekilinin, üniversite hocasının hülasa her aydının ve hatta her vatandaşın yüreğindeki adalet ve hürriyet aşkıdır. Fakat unutmayalım ki tüm medeni ve demokrat milletlerin anayasalarında hakim teminatı bir prensip olarak yer almaktadır.”387 Hükümet etmekte olanlar, kanunların kendilerine tanıdıkları hakları kullanırlarken, kamuoyunun reaksiyonlarını düşünmek durumundadırlar. Bir davranış, kanunlara uygun olsa bile, o davranışın, adalet prensipleri ile bağdaşıp bağdaşmayacağı üzerinde düşünülmelidir. Kuşkusuz böyle bir muhasebe hukuk devlet anlayışına sahip iktidar sahiplerinden beklenilebilir. DP yöneticileri ise on yıllık iktidarları boyunca bu şekilde nitelendirilmekten uzak tutum sergilemişlerdir. Şunu da belirtmek gerekir ki, hukuk devleti anlayışında, ülkeyi yönetenler yurttaşlara açık davranırlar ve hesap vermekten kaçınmazlar. Ülkedeki menfi veya müspet hadiseler hakkında kamuoyunu bilgilendirirler. Kaldı ki ülkede herhangi bir alanda bir kriz baş göstermişse, bu krizin çözülmesine dair izlenecek yol yine yurttaşlarla paylaşılır. Yoksa DP iktidarının yaptığı gibi krizler yok sayılmaz. Bir incelemesinde Bülent Ecevit, özgürlük-güvenlik-hukuk devleti ilişkisini şöyle açıklar: “Vatan insanın yatağında korkusuz uyuyabildiği toprak olmalıdır. Biz istediğimiz kadar hürriyet ve demokrasiden, ispat hakkı, yargıç teminatı, üniversite bağımsızlığından söz edelim, Türkiye bir polis devleti zihniyetiyle yönetilmektedir. Acı gerçek, tatsız, kötü gerçek budur. Bugün değişmesi gereken, güvenliğimizle ilgili bir teşkilatın tutumundan, çalışma tarzından önce, sorumlu siyaset adamlarımızın milli güvenlik zihniyetidir. Çünkü aslında gerçek bir ihtiyacı karşılaması gereken güvenlik teşkilatının çalışma tarzındaki kusurlar, bu zihniyetin tabii sonuçlarından, belirtilerinden başka bir şey olamaz. Sorumlu mevkilere gelmiş siyaset adamlarındaki düşünene karşı bir korku, bir güvensizlik vardır. Bu, Osmanlı çağından, Abdülhamit zamanından kalmış, kötü, zararlı bir mirastır. Bu mirasın izleri tamamen silinmedikçe, Türkiye’de demokrasi de hürriyet de boş sözlerden ibaret kalacak ve Türk milleti hiçbir zaman Batı dünyasının fikir hayatına katılamayacaktır. Ergin bir millet güvenlikle hürriyet arasında bir seçme yapmak zorunda değildir. Ergin bir millet, güvenliği ile hürriyeti arasında bir denge kurabilir. Bu denge kurulmadıkça, güvenlik kaygısının fikir hürriyeti zararına gelişmesi durdurulamaz.”388 Ecevit, devamla şunları söyler: “Mesele, milli güvenliğimiz ile ilgili teşkilatın çalışma tarzına, kullandığı usullere hakim olan zihniyettedir. Bu zihniyet değişmedikçe, o teşkilat parasını ve zamanını yanlış yollarda, faydasız yollarda harcamış olacağı gibi, Türkiye’de bir fikir hayatı doğmasına da engel olmakta devam edecek, bunun sonucu olarak da demokrasimiz, içi boş, işe yaramaz, doğru dürüst işlemez bir kalıptan, bir süsten ibaret kalacaktır. Milli güvenliğimizden sorumlu teşkilat, bugün iktidardaki kimselerin kendi siyasi güvenlikleri için kullanılmakta, Türkiye’de demokrasi büsbütün yapmacık bir hale, bir polis 387 388 Adalete Vurulan Darbe, Başyazı, Forum, sayı:52, 15 Mayıs 1956. Bülent Ecevit, Güvenlik, Hürriyet ve Kültür, İncelemeler, Forum, sayı:50, 15 Nisan 1956. 305 devletinin yüzüne takılı bir maske haline gelmiş olmaktadır. Dürüst yollardan yenilemeyecek, yıkılamayacak, susturulamayacak kadar lekesiz, suçsuz ve korkusuz siyasi rakiplere veya tenkitçilere leke vurmanın en kolay fakat en çirkin bir yolu, onlar hakkında, lekeli veya şüpheli insanlarmış gibi ‘gizli’ tahkikatı bir yandan siyasi rakibe veya tenkitçiye, bir yandan da onun dost veya seçmen çevresine duyurmaktır. Böylelikle hem hakkında tahkikata ‘lüzum görülen’ kimseye gözdağı verilmiş, hem de o kimsenin çevresine, kendisi hakkında şüphe tohumları ekilmiş olacaktır.” Forum, Demokrat Parti iktidarı ile hukuk devleti görünümündeki polis devleti anlayışının hakim kılınmaya çalışılmasını, Demokrat Partili yöneticilerin, devlet gücünü sınırlandıran hukuki tahditler gibi ahlaki tahdidi de yok saymalarına bağlar. Bu çerçevede Münci Kapani şöyle demektedir: “Ahlaki tahdit, devlet kudretini istimal edenlerin haiz olabilecekleri, yüksek bir adalet ve hakkaniyet duygusu, ferdi haklara ve hürriyetlere hürmet, hakikate bağlılık gibi bir takım moral vasıf ve inançların temin ettiği bir tahdit, bir nevi ahlaki kendi kendini tahdittir. Ahlaki mahiyette bu tahdidin kıymet ve ehemmiyeti hiçbir zaman küçümsenemez. Hukuki tahditlerin noksanlığı halinde, ahlaki tahdidin bu noksanı tamamladığı ve idare edenleri keyfi bir şekilde hareket etmekten alıkoyduğu, medeni topluluklarda daima müşahede edilen bir vakıadır.”389 Forum’a göre, bir memlekette hukuk devletinin düzeninin kurulması bütün milletin, bilhassa bütün aydınlar beraberce ulaşmaları gereken bir hedeftir. Eğer topluluk henüz hukuk devleti anlayışına kavuşamamış, topluluk üzerinde keyfi ve mutlak idarenin zulmü hakim ise, bundan birinci derecede Forum, aydınları sorumlu tutar. Bu bağlamda Forumcular, kendilerinin görevlerini yerine getirdiklerini düşünürler. Nitekim Forumcular, iktidar sahiplerine hitaben zaman zaman mektup kaleme alırlar ve bu mektupta onları demokratik yola davet ederler. Bu çerçevede Muammer Aksoy’un yazdığı mektuptaki şu sözlere yer vermek uygun olur: “Türkiye içinde biricik doğru idare tarzının demokratik bir hukuk devlet olduğu hakikatini, DP’nin artık samimi olarak kabul etmesi zamanı çoktan gelmiştir. Esasen DP, bu gerçeği ilan ederek ortaya çıkmıştı. DP liderleri, iktidara gelmeden önce, bunun müdafaasını yapmışlar, demokratik hukuk devlet düzenine methiyeler söylemişler, kasideler yazmışlardı. Bu nizamın gerçekleştirilmesi, DP’nin doğuş sebebi olduğuna göre demokrasiye zıt istikamette yol alan bir Demokrat Parti, kendi kendisini inkar etmiş duruma düşmektedir. Eğer DP gereken kudreti göstererek 1950 mevzuatına dönmek suretiyle demokrasi ve hukuk yolunu tutmazsa, totaliter devlet istikametindeki bu gidiş, gerek memleket gerekse DP için çok zararlı ve tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. İktidar partisinin önünde duran iki yoldan biri ne kadar karanlıksa, diğeri de o derece aydınlıktır. Biri çıkmaza, diğeri muasır medeniyetin üstün seviyesine ulaştırmaktadır.”390 389 390 Münci Kapani, Devlet Kudretinin Tahdidi, İncelemeler, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957. Muammer Aksoy, Açık Mektup, Forum, sayı:88, 15 Kasım 1957. 306 Mektup şöyle devam etmektedir: “Asla şüphe edilmesin ki, şiddet yolu, hem memleketi zulmete götürecek ve hem de milletin sevgisini süratle kaybetmeye başlamış olan Demokrat Partiyi tam bir hezimete uğratmaktan asla kurtaramayacaktır. Antidemokratik kanunların yarattığı aldatıcı zırha, para veya devlet radyosunun tek taraflı uyuşturucu yahut sindirici yayınlarına ve diğer her türlü vasıtalara rağmen Demokrat Parti hezimete uğramaktan kurtulamayacaktır. Çünkü milletin sevgisini kaybeden bir partiyi, bu sevginin azalmasına sebep olacak böyle yanlış tedbirler sayesinde iktidarda tutabilmenin sırrı, insanlık tarihinde keşfedilmemiştir ve asla edilemeyecektir. Daima her türlü parti mülahazalarının dışında kalmış ve bugüne kadar hiçbir partiye intisap etmemiş bir şahıs olarak, en samimi temennimiz DP’nin 1946-1950 ruhuna yeniden sahip olması ve o yolda hareket etmeye başlamasıdır. Aksi halde millet, DP’nin mukavemetine rağmen, muhalefet vasıtasıyla rejim davasını halledecektir.” Forum, iktidarı, yok ettiği hukukiliğe bir gün kendisinin de ihtiyaç duyabileceğini düşünmesi gerekliliğine işaret eden yazılara özellikle 1958 yılı ikinci yarısından itibaren çok yer verir. Bu minvalde bir başyazı da kaleme alınmıştır. Yazıda şöyle denilmektedir: “DP lilere şu iki sosyal gerçeği hatırlatmak isteriz. Birincisi; çok partili rejime girmiş bir memlekette demokrasi yolundan ayrılmış olan bir iktidar partisi, ne kadar antidemokratik tedbirler alırsa alsın, günün birinde ve bu totaliter tedbirlerin arz ettiği şiddetle mütenasip bir sürat ve vüsatta tam bir mağlubiyete uğramaya ve iktidarı terk etmeye mecbur kalır. İkincisi ise; hürriyeti bir kere tatmış bir milleti, totaliter bir rejime sürüklemeye, bu durumu uzunca bir zaman muhafaza etmeye asla imkan yoktur. Bu yoldaki safdilce teşebbüsler, sonunda feci bir şekilde iflas etmeye mahkumdurlar.”391 Forum, Irak’taki darbeyi, darbe öncesi iktidarın hukuk devletini tasfiye edişinin bir sonucu olarak yorumlar. Aslında bu yorum ile DP iktidarına bir mesaj verme kaygısı güdülür. Forum’un yorumu şöyledir: “Türkiye’nin kaderini ellerinde bulunduranlar ve bulunduracak olanlar, Irak olaylarının sebepleri, cereyan tarzları ve sonuçları üzerine dikkatle eğilmelidirler. Bağdat’ta bir defa daha görülmüştür ki, memlekette düşünce ve ifade hürriyeti ortadan kaldırılırsa, muhalefet partileri yok edilir, muhalifler zindanlara atılırsa, basın mensupları hürriyetsizlik içinde bunaltılırsa, halk efkarı baskı altında tutulursa, insanların içindeki kırgınlıklar, haksızlık duygularını ortaya çıkartacak emniyet supapları tıkanırsa, yani hukuk devleti tasfiye edilirse, buna tepkiler de son derece şiddetli olmaktadır. Meclislerinde kendi aleyhlerine cümleler sarf edilmesine tahammül göstermeyenler, gazetelerde sadece kendilerini alkışlayan yazılara müsaade verenler, bu tahammülsüzlüklerinin cezasını, aynı derecede tahammülsüz ve müsamahasız kalabalıkların elinde ölmekle çekmişlerdir.”392 Şu sözler ise ilginçtir: “İktidara meşru yollardan gelmiş bile olsa, sonradan anayasaya ve insan hak ve hürriyetlerine aykırı hareket ederek hukuk dışına çıkan bir iktidarın mümessillerini öldürmek caiz midir? Ta Eflatun ve Çiçeron devirlerinden beri kah müspet kah menfi cevap veren birçok fikir adamına ve 391 392 Muhalefetin Üstündeki Ağır Baskı, Başyazı, Forum, sayı:100, 15 Mayıs 1958. Irak’tan Alınacak Ders, Başyazı, Forum, sayı:105, 1 Ağustos 1958. 307 hukukçuya rastlamaktayız. Müstebitleri öldürmenin sadece mazur görülecek bir hareket değil, aynı zamanda bir hak hatta vazife olduğu görüşünü savunan hukukçular hiçbir devirde eksik olmamıştır. Biz şahsen bir zalimi bile öldürmenin hak teşkil edemeyeceği kanaatindeyiz. Müstebit bir kere alaşağı edildiyse, o dahi ancak ve ancak tamamen müstakil mahkemelerce ve aleni olarak yapılan bir muhakemeden sonra cezalandırılmak gerekir.”393 Demokratik rejimin hukukilikten uzak olmayacağının altını çizen Forumcular, iktidarın demokratik hukuk devleti anlayışının sürdürülmekte olduğu izlenimi vermesinin yanlışlığını şiddetle eleştirmişlerdir. Bu şiddetli eleştirilerini başyazıya da taşımışlardır. Başyazıda şöyle denilmektedir: “İktidarın gayesi bir taraftan demokratik hukuk devletinin esas kaidelerini hiçe saymak ve muhalefeti sımsıkı bağlamak, diğer taraftan Türkiye’de demokratik hukuk devlet düzeni devam ediyormuş intibaını vererek iktidarda kalmaktır. İddialarına göre, kendileri Türkiye’de rejim eğrisini daima yükseltmek için çalışmaktadırlar ve eğer bu eğride bir alçalma var ise kabahati muhalefetin demokrasiye aleyhtar tutumunda aramak gerekir. Başka bir deyimle bugünkü iktidar mensupları çizdikleri yolun, evvelden düşünülmüş ve hesaplanmış bir yol olmadığını, her ne pahasına olursa olsun hatta rejimin özünü değiştirerek iktidarda kalmak gibi bir şeyin akıllarından geçmediğini göstermek istemektedirler.” 394 Yazı şöyle devam etmektedir: “Demokrasi belli ve riayet edilmesi mecburi kaidelere dayanan bir oyundur. Bu kaidelerin iki tarafça kabul edilmesi, hakemin, cezaların ve yasakların müşterek rızaya dayanması şartıdır. Oyun kaidelerini tek taraflı zorlamaya başladığımız anda, rejimin adını da değiştirmeye hazırlanmalıyız. Türkiye’de kaidelerin değiştirilmesi hareketine yol açan adım, oyunu devam ettirebilmek endişesinden değil, oyun içinde kurulmuş olan hakimiyeti biraz daha sürdürebilmek arzusundan doğmuştur. Kaideleri çiğnenen demokrasi oyunları ve mahiyeti belli olmayan bir rejim içinde her geçen gün, milletin sağduyusunu ve karakterini için için kemirmektedir. Kaidelerin değişmesine rağmen, oyunun hala eski oyun olduğu söylenmekte, fertler mahiyetini iyice kestiremedikleri bir havanın içinde yaşamaya zorlanmaktadırlar. Bu yüzden kütlelerin dalgalanması, zayıf karakterlerin tamamen yıkılması ve sahte fikirlerin piyasayı kaplaması çok kolaylaşmaktadır. Bu durum millet içinde değer olarak bilinen şeyleri yıpratmaktadır. Vicdan, karakter üstünlüğü, dürüstlük gibi vasıflar, iki yüzlü gidişin temposuna ayak uydurmuşlardır. Milletin daha fazla için için kemirilmesine müsaade edilmemeli, rejimin adı açıkça söylenmelidir” Forum, 1959 yılından itibaren ülkede hukuk devleti düzeninin kalktığını, bunun yerine anarşi ve çatışma ortamının bizzat iktidar sahipleri tarafından yaratıldığını ifade eder. Bu noktada muhalefeti ise, daha açık bir ifadeyle CHP’yi, hukuk devleti anlayışının temsilcisi olarak nitelendirir. 393 394 Muammer Aksoy, Milletlerin İsyan Hakkı, İncelemeler, Forum, sayı:107, 1 Eylül 1958. Rejimin Adı, Başyazı, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959. 308 2.Egemenliği Kullanma Biçimleri 2.1.Yasama Türkiye’nin kurulduğu tarihten itibaren ulusal istikametinin belirleyicisi parlamento olmuştur. Bu, modern devletin tesisi sürecinde bir kamu hukuku ilkesi haline de getirilmiştir. İlkenin siyasi kökenini, Birinci Dünya Savaşının arkasından gelen felaketleri bertaraf etme gayretlerinin belirdiği günlerde aramak gerekir. 1919’da Osmanlı Mebusan Meclisinin Türk milletinin kaderini kurtaramayacağı anlaşıldıktan sonra, Anadolu’da milleti gene bizzat milletin azim ve kararı ile kurtarmak için yeni bir Meclis kurulmuştur. İşte o tarihlerden itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi, bütün milli plandaki işlerin sevkinde, idaresinde ve kontrolünde en hakim mevkii elde etmiştir. Daha sonra bu siyasi ilke hukuki bir ilke haline getirilmiştir. Bu durumu ifade eden bir anayasa hukuku ve siyaset geleneği oluşturulmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra da parlamenter sistemin ruhuna uygun olan bu ilkeye bağlılık sürdürülmüştür. Nitekim, demokratik rejimin başlangıcı TBMM’nin kurulmasıyla başlatılabilse de, demokrasinin yetkinleşmesi cumhuriyetin ilanı ile gerçekleşmiştir. Bu minvalde cumhuriyeti de, demokrasinin en yetkin biçimi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Cumhuriyetin ilanından sonra Meclis, üç işlevi görmeye başlamıştır. Bunlar Türk ulusunu temsil etmek, Türk ulusu adına kanun yapmak, yaptığı kanunları Türk ulusu adına uygulamak üzere kendi içinden çıkarttığı yürütmeyi denetlemektir. Ancak bu üç işlevi veya özelliğinin yanında; Meclis, tarihsel olarak üstün organ olma özelliğini muhafaza etmiştir. Nitekim, Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca Meclis, ulus adına tek yetkili organ olma vazifesini görmüş, bu vazifeyi icra ederken de tüm yetkeleri yani yasama yanında, yürütme ve yargı yetkelerini de elinde toplamıştır. Zaten 1921 Anayasası Meclisin bu yapısının somut bir ifadesidir. Cumhuriyetin ilanından sonra bu yetkelerin birbirinden ayrılması durumu hasıl olunca da, Meclis hukuken üstünlüğünü sürdürmüştür. Kaldı ki 1924 Anayasası ile Meclisin bu üstünlüğü hukuken teminat altına alınmıştır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki modern devletin inşası sürecinde, Meclis fiili üstünlüğünü kaybetmeye başlamıştır. Devrim sürecinin yerleştirilmesinin bir gereği olarak yürütme organının etkinleşmesi sebebiyle, yasama-yürütme arasında önce bir denge hali görülmeye başlamış, bu ise yerini yürütmenin üstünlüğüne bırakmıştır. Altını çizmek gerekir ki Cumhuriyet rejiminin kurucuları, tek parti döneminde milli istikametin sevk ve idaresinde en etkili noktayı teşkil ettikleri ve bu şartlar içinde hükümetler de fiilen Meclisten kuvvetli duruma geldikleri halde, Meclis üstünlüğü anlayışını, saf bir inanç ve romantizm halinde sürdürmüşlerdir. Aslında Cumhuriyet rejiminin kurucuları, Meclisin üstünlüğünü koruma gayreti içerisinde olmuş olsalar da, bir diğer ifadeyle hem hukuken hem de siyaseten bunu muhafaza etmeye çalışmış olsalar da, fiili durum buna pek imkan vermemiştir. Çok partili yaşama geçildikten sonra ise, hükümetin Meclis karşısında üstünlüğü büsbütün hissedilir hale gelmiştir. Çünkü genel seçimlerde en yüksek oyu alan parti, 309 yani CHP, Meclisteki çoğunluğa sahip olmuş, dolayısıyla hükümeti kurma görevi CHP’nin olmuştur. Meclis de CHP hükümetinin çıkarılmasını istediği yasaları çıkartan bir organ halini almıştır. Gerçi hemen belirtmek gerekir ki, buna rağmen, CHP kadrosu, Meclisin üstünlüğü fikrini bir romantizm içinde sürdürme gayretini bırakmamıştır. Öte yandan bu dönemde DP liler, CHP’yi Meclisin üstünlüğü ilkesine riayet etmemekle eleştirmişlerdir. Kuşkusuz DP’nin bu eleştirisi haklı değildir. Her ne kadar Meclisin üstünlüğü fikren arzu edilse bile, fiilen bu tam anlamıyla gerçekleşememiştir, ki bu parlamenter rejimin doğasına içkin bir durumdur. Şu halde, 1946-1950 arası dönemde, Meclis Türk ulusunun temsil etmeye devam etmekle birlikte, yürütmenin etkinliği, temsilin yürütme organında biriktiği izlenimini vermiştir. Meclis Türk ulusu adına kanun yapmayı sürdürmekle birlikte, daha çok yürütmenin önerdiği kanunları çıkarma eğilimi içine girmiş, yürütmeyi denetlemek görevi de kendiliğinden yürütmenin geçirmek istediği yasaları kabul veya reddetmek şeklinde cereyan eder bir durum arz etmiştir. 1950 yılında iktidar değişimi gerçekleştikten sonra yani DP, hükümeti kurduktan ve Mecliste çoğunluğa sahip olduktan sonra da, Cumhuriyet rejiminin kurucularının Meclisin üstünlüğünü, fiilen olmasa da, tarihsel özelliği sebebiyle siyasi erdemin bir gereği olarak muhafaza ettikleri gibi, DP lilerin de bunu sürdüreceklerinden kimse kuşku duymamıştır. Gerçi CHP yöneticileri arasında bu kuşkuyu taşıyanlar yok değildi ancak, Meclisin üstünlüğünü kabul erdeminin canlı tutulduğu bir siyasi ortamda yetişmiş olan DP lilerden kimse aksini beklememekteydi. Ancak bunu onlardan beklememek bir yanılgı olacaktı. Çünkü bu erdem cumhuriyetçi demokrat ideolojiye ait bir erdemdi. Liberal demokrasi özü itibariyle erdemin yerine özgürlüğü koymaktaydı. Cumhuriyetçi demokrasi ise erdemin ve özgürlüğün bir arada olması esasına dayanmaktaydı. Kuşkusuz bu, yasaları yaratanın ne veya kim olduğuna dair tanımla ilgiliydi. Cumhuriyetçi demokrat, yasaları bütünün, liberal demokrat ise çıkar gruplarının yarattığını kabul etmekteydi. Şu halde liberal demokratik ideoloji çerçevesinde Meclisin üstünlünü savunmak, hükümetin meşruiyetini teminden öte bir anlam taşımamaktaydı. Altını çizmek gerekir ki cumhuriyetçi demokrasinin erdem ile özgürlük arasında bir tercih yerine her ikisinin birlikteliği kabulü, modernist düşüncenin bir ifadesidir. Çünkü modernizm de özgürleşme sürecini, disiplin altına almak suretiyle işleyen bir süreç olarak görür. Öte yandan liberal demokrasi, erdemi tasfiye edip yerine özgürlük koymak suretiyle, aslında modernizmin özgürleşme sürecindeki disiplin altına alma unsurunu dışlar, böylece modernizmin bir ürünü olmasına rağmen modernizmin eleştirilmesine kapı açan bir ideolojiye evrilir. Aslında bunun bir benzerini, bugünün tartışma konularından biri olan yeniİslamcılık - buradaki yenilik sadece, İslamcılığın kendine siyasi alanda daha geniş 310 yer bulmak için araçlarını değiştirmiş olması bağlamında kullanılmaktadır- ve postmodernizm arasındaki ilişkide de görmek mümkündür. Şöyle ki yeni-İslamcılık; demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayan ahlaki mutlakıyete sahip bir ideoloji olmasına rağmen; postmodermizmin bir ürünü olarak gelişmiş, ancak bir kez olgunlaştıktan sonra, postmodernizin ahlaki göreliliğinin karşısına dikilmiştir. Bu hatırlatmadan sonra tekrar 1950 li yıllardaki Türk siyasal yaşamına dönersek, DP, beklenilenin aksine Meclisin üstünlüğünü siyasi erdemin bir gereği olarak dahi muhafaza etme lüzumu görmemiştir. Ancak bunu, DP li yöneticilerin ahlaki zafiyet içerisinde olmaları ile açıklamaya imkan yoktur. Bu, çok açıktır ki, DP li yöneticilerin, liberal demokrat olma gayretinden başka bir şey değildir. Daha açık bir ifadeyle, burada DP li yöneticiler örneğinde görülen, hem liberal demokrasi hem de cumhuriyetçi demokrasinin ortak kabullerinden uzak bir yaklaşıma sahip olan bu yöneticilerin, liberal demokrat ideolojiye temayül etmeleri ve bunun bir sonucu olarak da anti-demokratik bir anlayışın belirmesidir. 1950-1954 arası dönem değerlendirildiğinde, CHP liler bakımından belirtilmesi gereken husus ise, DP’nin Meclis üstünlüğüne kendini bağlı görmemesine dikkat çekmek için CHP’nin, 1924 Anayasasını savunmasıdır. Bu ilk muhalefet döneminde CHP, mevcut anayasanın iyileştirilmeyecek olması durumunda, en azından o zamana kadar edinilmiş kazanımları korumayı başarı saymıştır. Bu da, 1950-1954 arasında CHP’ye dair statükoculuk iddiasının öne sürülmesine zemin hazırlamış ve söz konusu nitelendirme Türk siyasal yaşamında CHP’ye yapıştırılmış olarak öylece kalmıştır. Dolayısıyla CHP’nin bu dört yıllık süreçteki en belirgin hatası 1924 Anayasasını eksikleri ile birlikte savunmak olmuştur. Gerçi bunu, CHP, 1954 seçimlerinden sonra fark etmiş ve buna binaen adımlar atmış, hatta 1961 Anayasasının özünü teşkil eden demokratik kurum ve kuruluşların savunucusu olmuşsa da, bir kez bu dört yıllık dönemdeki tutumu, liberal demokratların da yaygın savlarının etkisiyle hafızalara kazınmıştır. Özellikle 1954 seçimlerinden sonra, Meclisin üstünlüğü, düşünsel olarak dahi iktidar sahipleri tarafından benimsenmediğinden, daha ötesi Meclisin üstünlüğünün Anayasada yazılı olması hasebiyle, DP’nin bunu, icraatlarını meşrulaştıran bir ilke olarak görmesinden, 1954 genel seçimleri sonrasında, rejim, bir temsil krizi ile karşı karşıya kalmıştır. Yürütmenin, Meclis aleyhine gücü kuvvetlendikçe, yönetenyönetilen aynılığı fiili olarak bozulmuştur. Bu bozulmanın bir ifadesi olarak da Meclis, Türk ulusunun kendisi olmaktan çıkmış, Demokrat Partinin Meclisi haline dönüşmüştür. Kuşkusuz bunda seçim sisteminin de etkisini göz ardı etmemek gerekir. Bu bağlamda Burdeau’nün, Fransız Devrimi ile halkın iradesi ile yasama iktidarının eşitlenmesi hususundaki şu sözlerine yer vermek uygun olur: “Demokrasinin Fransız nazariyecilerinin eserlerinde mütemadiyen tekrar edilen tabirle, ‘temsil, bir irade devri meydana getirmeyip, irade beyanı sağlar.’ Temsile verilen bu mananın önemli sonucu halkın iktidarının bütünü ile temsili organ içinde olduğudur. Millet ile 311 temsilcileri arasındaki bu ayniyet Fransız ihtilali prensiplerinde kusursuz bir akli ispat bulmuştur. İngiltere ve Amerika gibi yerlerde ise, halk iktidarı seçilmiş meclisler tarafından ele geçirilmiştir. Fakat pratik netice her ikisinde de aynı olmuştur.”395 Burdeau, bu bahiste her iki durumda da özgürlüğün tehdit altına girdiğini savunur ve halkın iktidarının ancak ‘halkçı demokraside’ olabileceğini söylemekle Marksizm’in farklı bir yorumunu ortaya koyar. Burada dikkat çekilmeye çalışılan husus düşünürün görüşleri değil, düşünürün Fransız Devrimi’nden kaynağını alan ‘cumhuriyetçi demokrasi’nin ulus ile temsilcilerin aynılığı iddiasına değinmesidir. Dolayısıyla bu noktadan tekrar CHP ve DP dönemlerinde farklılaşan ulus-temsil ilişkisi bahsine dönülürse, DP döneminde ‘Türk halkının iktidarının seçilmiş DP li milletvekilleri tarafından ele geçirilmiş’ olduğunu, bunun ise ‘halkın iradesi ile yasama iktidarının eşitlenmesi’nin aksi bir durum teşkil ettiğini söylemek yanlış olmaz. Aslında bu bahiste Burdeau’ye kadar gitmenin gereksiz olduğu iddia edilebilir. Nitekim ‘halkın iradesi ile yasama iktidarının eşitlenmesi’ meselesini demokrasi ile ilişkilendirerek açıklayan kapsamlı bir çalışmaya Bahri Savcı’nın eserleri arasında da rastlamak mümkündür. Bahri Savcı, ‘Demokrasi Üzerine Düşünceler’ isimli bu çalışmasını 1963 yılında kaleme almıştır. Savcı şöyle demektedir: “Sadece siyasi ve hukuki olarak Meclis-halk ayniyeti ile yetinmeyip, bu ayniyeti bir sosyo-politik fenomen olarak kurmanın yolu, genel oyu, muhafazacı merkezlerin tekelinden kurtarıp, onu reformcu akımların etkisini de almaya istidatlı kılmak gerekir. Bunun da yolu, yani, reformcu akımların da genel oya etkisini getirebilmenin de yolu, demokratik hürriyetleri Anayasa içi imkanlara göre geliştirerek, bu reformcu akımların yaşamasına, şahsiyet bulmasına imkan hazırlamaktır. Ancak demokratik hürriyetlerin gelişmiş bulunduğu bir ortam içindedir ki, demokratik reformcu akımlar, Anayasa içi yani Anayasa himayesinde birer müessese olma imkanına kavuşur ve halka, Batılı olan içtimai terakki istikametimizin gerçekleşmesinin şartı olan yeni aspirasyonlar, dilekler, operasyonlar teklif edip, bu hususlarda onun rızasını alır ve bu rıza da, Meclise intikal ettiği zamandır ki, Meclis-Halk ayniyeti, aynı zamanda bir sosyal realite ayniyeti haline gelebilir ve demokrasimizin sıhhati de bu ayniyet içinde kendisini bulur.”396 Forum, Meclisin üstünlüğü ilkesine dair, yayın hayatına girdiği tarihten itibaren pek çok yazıya sayfalarında yer vermiştir. Dergi, 1954 yılı yasama döneminin açılışına denk gelen günlerde çıkan sayısında Meclis üstünlüğüne dair şunları söylemektedir: “Bugün bütün siyasi kuvvet ve nüfuz Anayasa metnine göre, şeklen bir numaralı devlet organı olan parlamento elindedir. Fakat, gerçekte, bütün siyasi kuvvet ve nüfuz, gittikçe partililere, partilerin merkez organlarına geçmektedir. Bu, önüne geçilmez bir akımdır. Fakat bu akım yumuşatılmazsa parlamento bir gün bütün iktidarlarından soyunmaya ve devlet gücünü bir avuç parti oligarşisinin eline bırakmaya mecbur kalır. O zaman, parti merkez organlarının eline geçen siyasi iktidar gücü, kontrolsüz bir kuvvet olarak, bütün vatandaşların ve türlü içtimai kategorilerin hürriyetleri ile onlara bunu vermeye uğraşan demokratik müesseseleri 395 Georges Burdeau, Demokrasi Sentetik Deneme, çev.B.N. Esen, Ankara:A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, 1964, s. 22-23. 396 Bahri Savcı, Demokrasimiz Üzerine Düşünceler, Ankara:A.Ü. S.B.F. Yayınları, 1963, s.45. 312 zeval buldurur. Buna engel olmak için bizzat parlamentonun kendi imkanları ile müspet çalışma yapması gerekir.”397 Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Biliyoruz ki, Türk parlamentosu, önce bir karar verme organıdır, sonra da hükümet icralarının kontrol sahnesidir. O halde, bu iki alanda, kendisine Anayasa hukukunun ve modern parlamentarizmin verdiği siyasi imkan ve vasıtaları hakkı ile kullanırsa, hükümet-parlamento münasebetlerinin mesut bir muvazene içinde kurulmasına ve bu yol ile de hak ve hürriyetlerin gerçekleşmesine yol açar. Evet, Türkiye Büyük Millet Meclisi, bir karar verme organıdır; ya meselelere bizzat el atarak karar verir ya da hükümet eli kendisine getirilen meseleleri teemmül ederek karar verir. Çokluk, bu ikinci yolu kullanır. Bu, modern parlamentarizmin bir icabıdır. Fakat bir parti oligarşisinin tesiri de bu noktada ve bu yol ile gözükmeye başlayabilir. Meclisimiz, Meclise parti kanalı ile tesir edecek olan hükümetin kendisine getirdiği meselelerin içinde, günün dar siyasi menfaat icaplarına göre ayarlanmış olanları ayırmayıp, o meselelerde de hükümetin telkin istikametinde karar verme yoluna girebilir. Bu suretle de yavaş yavaş, ancak gücünün ilcalarından, kabine menfaatlerinin icaplarından ilham alan fakat devlet hayatının dayanması gereken prensiplere uymayan icralar adet olmaya ve terazinin kefesinde ağır basmaya başlayabilir. Oysa ki Meclisimiz, karar verirken bazı prensipleri kendisine ölçü yaparsa, hükümetin günlük ilca ve basit menfaat icaplarına dayanan telkinlerini seçebilir, ayıklayabilir, ıslah edebilir. En iyi niyetli hükümetler bile, karışık hayat şartları içindeki mücadele hissiyatı dolayısıyla böyle telkinlerde bulunurlar. Bu itibarla, Meclisin kendini bunlar karşısında koruması, onları ıslaha çalışması gerekir. Bu hususta kendisine yarayacak prensip ve ölçüler ise bizzat Anayasa, parti programı nihayet demokratik espriye sadakat duygusudur.” Yazıda Meclisin hükümeti denetleme görevine dair ise şu sözlere yer verilmektedir: “Kontrol meselesine gelince, Meclisimiz hükümeti kontrol sahasıdır. Fakat bugün kontrol hususunda da Meclisin faaliyetine gene Meclisteki parti çoğunluğu hakim ve müessirdir. O halde, iktidar, bizzat kendini kontrol edecek demektir. Çoğunluk, Mecliste bu işi yaparken, liderin ve onun kabinesinin karşısında çekingen davranırsa, bu bizzat hükümetin de aleyhinde olacaktır. Çünkü kontrol mekanizmasının türlü işlemleri, daima, hükümete hangi noktada olduğunu hatırlatan ve onu Anayasaya, parti programına, demokratik espriye sadakate sevk eden birer uyarıcı vazifesi görür. Böyle bir kontrol işlemlerinden uzakta kalan hükümet, kendisini uyaran bir samimi vasıtadan mahrum kalacak demektir.” Forum, Mecliste milletvekillerinin seviyesiz hal ve tavırlardan kaçınmalarını demokratik zihniyetin gereği olarak görmektedir. Oysaki hatırlanacağı üzere, DP iktidarı döneminde Mecliste DP li milletvekillerinin CHP lilere karşı yakışıksız saldırılarına tanık olunmuştur. Bu hadiselerden birini başyazıya taşıyan Forum şöyle demektedir: “Bir muhalif milletvekilinin Büyük Millet Meclisi kürsüsünde konuştuğu sırada iktidar partisine mensup bir milletvekili tarafından kucaklanıp indirilmesi ve 397 Meclisin Açılışı ve Ümitlerimiz, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:15, 15 Kasım 1954. 313 hırpalanması parlamento adabı ile ilgili bazı meseleleri ön plana geçirmiş bulunuyor. Hadisenin üzücü olduğuna şüphe yok. Bu, demokrasi anlayışının ve terbiyesinin yeter derecede yaygın olmadığını gösteren bir alamettir. Türkiye’de parlamentonun itibarını zedelemekten fayda umabilecek bir parti mevcut olmadığı sanılmaktadır. O halde, Meclis içinde ahenkli ve nizamlı bir siyasi mücadelenin gerçekleştirilmesi için zemin müsaittir.”398 Forum, Mecliste, ahenkli çalışmayı temin edecek düzenlemelerin eksikliğini de dile getirir. Burada Forum’un referans noktası İngiliz parlamentosudur. Şöyle denilmektedir: “Meclis içinde ahenkli ve nizamlı bir siyasi mücadelenin gerçekleştirilmesi için her şeyden önce başkanlık makamının prestij ve otoritesini ve partiler üstü durumunu titizlikle korumak lazımdır. Usulleri ve gelenekleri bütün dünya parlamentolarına örnek teşkil etmiş olan ‘parlamentoların anası’ diye isimlendirilen İngiliz parlamentosu, başkanlık müessesesi bakımından ilham kaynağı teşkil edebilir. Avam Kamarası başkanının (speaker) parti çatışmalarının dışında kalması ve mutlak tarafsızlıktan ayrılmaması, İngiliz demokrasisinin kilit taşlarından biridir. Çoğunluk partileri Avam Kamarası başkanlığına siyasi bir renk vermekten kaçınırlar ve başkan adayını muhalif partilerle konuşup anlaşarak tespit etmenin faydasına inanırlar. Başkanlığa daima aşırı partizanlıktan uzak kalmış ve itidali ile tanınmış kimseler getirilir. Bizde olduğu gibi İngiltere’de de speaker parlamento üyeleri arasından, yani umumiyetle bir partiye intisap etmek suretiyle siyasi hayata girmiş kimseler arasından seçilir. Fakat bir kere başkanlığa seçildikten sonra speaker’ın tamamıyla tarafsız ve partiler üstü kalması icap eder. Başkanın gelecek seçimleri düşünerek bir tarafı kayırmasını ve seçimler sırasında da siyasi mücadele sahnesine inip taraf tutmasını önlemek için İngiliz siyasi aklıselimi basit bir hal çaresi bulmuştur: Speaker’ın aday olduğu seçim bölgesinde hiçbir siyasi partinin ona rakip çıkarmaması.” Forum, , Meclis çalışmalarının adaba uygun ve demokratik ülkelerde benzer şekilde çalışabilmesi için, Meclis başkanının tarafsızlığının sağlanması önerisini getirmektedir. Yazıda, Meclis başkanının partiler üstü kalması zaruretinin yanı sıra parlamentodaki oturma düzeni ile parlamenterlerin özenli ve saygılı tutumları da Meclisin düzgün işleyişine etki eden birer unsur olarak belirtilmiştir. Şöyle denilmektedir: “İngiliz parlamentosunda sert münakaşalar cereyan eder, bazı ölçüleri aşmamak şartıyla karşılıklı ithamlar savrulur, fakat bir hatibin konuşma imkanını ortadan kaldıracak derecede gürültü ve nümayiş yapılması pek nadirdir ve bu gibi hadiseler ilmi eserlerde parlamento tarihi bakımından bir leke olarak zikredilir. Avam Kamarasında üyelerin birbirlerine hitap etmeleri yasaktır, daima başkana hitap ederek konuşulur. Mantıki bakımdan sağlam olmayan, fakat parlak ve süslü hitabete özenen nutuklar hoş karşılanmaz. Bazı iddialara göre, iktidar ve muhalefet partilerinin karşı karşıya oturmaları ve üyelerin yerlerinde ayağa kalkarak konuşmaları coşturucu hitabete müsait değildir. Hatipler, karşılarında alkışlamaya mütemayil taraftarlar görerek değil, tenkitçi nazarlar altında konuşmaya mecburdurlar. Her iki tarafta da en öndeki sırayı liderler işgal ederler. Ayağa kalktığı zaman hatibin ayağı yerdeki bir çizgiyi hafifçe aşarsa, derhal sözü kesilir. 398 Parlamento Adabına Dair, Başyazı, Forum, sayı:17, 1 Aralık 1954. 314 Böylece iki taraf mensupları arasında fiziki bir çatışmayı önleyen bir nevi yasak bölge yaratılmıştır. Bir başka üyeden bahsedilirken, mensup olduğu partiye göre ‘pek sayın dostum’ veya ‘pek sayın centilmen’ gibi tabirlerin kullanılması şarttır. Meclisin gündemi, dış ve iç politika üzerinde müzakereler açılması gibi hususlar iktidar ve muhalefet temsilcileri arasındaki temas ve anlaşmalarla tanzim edilir. Bazen yabancılara garip görünen buna benzer usul ve merasimlerin Meclis müzakerelerine hakikaten vakarlı bir hava getirmeye yardım ettiği şüphesizdir.” Bu bağlamda şunu hatırlatmak gerekir ki, İngiliz parlamentosunun sakin oturumlarına karşılık, Fransız parlamentosunun da tarihsel olarak patırtılı, gürültülü oturumları meşhurdur. Dolayısıyla parlamentoda oturumların sakin geçmesinden ziyade, Meclis çalışmalarının düzenli olmasında esas mesele parlamenterlerin medeni davranış ölçülerine sahip olmalarıdır. Yoksa, medeni insan ses çıkarmaz veya bağırmaz diye bir varsayımda bulunmak yanlıştır. Meclis tartışma yeridir ve bu tartışmalarda gürültü de olabilir, sataşma da olabilir, karşı iddia da olabilir, hepsi mümkündür, öte yandan sözlü veya fiziki tecavüzde bulunmak bütün bunların dışında bir tutumdur ve ancak gayri medenilik ile açıklanabilir. Batı demokrasilerinde, seçmenin uzun aralıklarla seçim sandığına gitmesi ve bu sayede hükümetin icraatlarının denetiminin yeterince sağlanamaması öngörüsüyle, seçimler dışında, halkın da yürütülmekte olan politikalara kabul veya reddetmesine imkan verecek araçlar tahsis edilmiştir. Bu araçlardan bir tanesi de referandumdur. İşte Forum, Türk demokrasisinde de, hükümetin siyasetinin halk iradesi tarafından tasdik edilip edilmediğini görmek açısından referandumu önermektedir. Referandum, Meclisin halkı tam temsil edememesinden kaynaklı sorunları gidermek için elverişli bir araçtır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, referandumun amacına erişmesi için, referanduma katılacak seçmenlerin iradelerini belirtmeden önce ülke meseleleri hakkında tam olarak bilgilenmiş olmaları gerekliliğidir. Aksi halde referandum bir kumara dönüşebilir ki demokratik rejim ‘zar atma rejimi’ değildir. Bir de gelir durumu meselesi vardır ki, bu da, seçmenin davranışını etkileyecektir. Şu halde Forum’un bu önerisinin o günkü koşullarda Türkiye’de uygulanması halinde pek de beklenen neticeyi vermeyeceği açıktır. Daha ötesi, kimse o zaman için DP iktidarının kurucu düşünceyi referanduma götürmeyeceğinin garantisini veremeyeceğinden, referandum önerisinin umulan amaca hizmet etmeyeceği açıktı. Fakat altını çizmek gerekir ki, bu öneri, Meclisin Türk ulusunu temsil etmediği düşüncesini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bu bağlamda Forum’un referandum önerisini getirdiği şu sözlerini nakletmek yerinde olacaktır: “Muhtelif memleketler, halk iradesinin daima taze bir şekilde tesir icra edebilmesini temin zımnında muhtelif usuller kabul etmişlerdir ki bu usullerden en ehemmiyetlisi kanaatimizce referandumdur. Referandum sayesinde halk gerek teşri meclisler ve gerek hükümet tarafından alınmış veya alınacak olan kararlar hakkında fikrini ve iradesini beyan eder. Bu suretle referandum bilhassa garp 315 memleketlerinde her şeyden evvel parlamentonun ve nihayet hükümetin suiistimale kaçan icraatını önleyecek vasıfta bir mekanizma işini görür.”399 Demokratik memleketlerde parlamentoya başkanlık eden kimselerin tarafsızlığı rejimin garantilerinden birini teşkil eder. Meclis başkanı çoğunluk tarafından seçildiğine göre, bu seçimde şahsiyetinden başka siyasi kanaatlerinin de rol oynaması mümkündür. Fakat bir defa seçildikten sonra, kendisini bütün Meclisin temsilcisi ve içtüzük hükümlerinin koruyucusu olarak görmeye mecburdur. Kendini bir partinin temsilcisi olarak görmemelidir. Bu bahiste Forum Fransa’dan şu örneği vermektedir: “Fransa’da Meclis başkanları büyük bir otoriteye sahiptirler ve müzakereleri tarafsızlıkla idare etmeye her şeyden fazla önem verirler. Mecliste başkanlık etmek şerefine nail olan güpegündüz frak giyen milletvekili, ihtiraslarını, peşin hükümlerini, dostluklarını ve kinlerini vestiyerde bırakır. Kürsüye çıktığı zaman, karşısında göreceği milletvekilleri ve gruplar birbirine eşittir. Kürsüdeki milletvekili kim olursa olsun, hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, başkanın vazifesi bütün öteki milletvekillerini susturmak ve dinlemelerini sağlamaktır. Sağ cenahın ateşli hatipleri konuşurken soldaki müfritleri, sol taraftan coşkun sözcüleri kürsüde iken sağdaki müfritleri susturacaktır. Başkanın tarafsızlığı her türlü şüphenin üstünde olmalıdır. Meclis başkanının bir siyasi lider haline gelmesi çok tehlikeli bir hata olur, bu hata işlenirse herkesin haklarını korumakla mükellef bir makam bir siyasi kanaatin veya partinin emrine verilmiş, kürsü hürriyeti ortadan kaldırılmış, münakaşa ve murakabe rejimine öldürücü bir darbe indirilmiş olur.”400 Aynı yazıda Türkiye’deki durum ise şöyle anlatılmaktadır: “TBMM başkanı aynı zamanda iktidar partisinin genel idare kurulu üyesidir. Parti kongrelerinde bulunur hatta genel idare kurulu adına konuşur. Propaganda seyahatlerine çıkar, seçimlerde en faal siyasi liderler gibi mücadeleye karışır. Meclis başkanı seçimi o derece bir siyasi parti meselesi haline getirilmiştir ki, aday tespiti bir partinin meclis grubunda yapılır. Halbuki parti disiplininin hiç mi hiç bahis konusu olmayacağı bir mesele varsa, o da meclis başkanı seçimidir. İçtüzük, başkanın seçimini gizli oyla yapılacağını belirtmekle, bu seçimde herkesin şahsi ve vicdani kanaatine göre oy kullanmasını sağlamak istemiştir. Başkan olacak kimse hangi partiye mensup hangi milletvekilinin kendi aleyhinde oy kullandığını bilmemelidir. Hülasa, körpe demokrasimizin yaralarından biri de budur.” Meclis başkanının tarafsızlığı bahsinde bir başka yazıda ise şöyle denilmektedir: “Meclise riyaset eden kimseler, hükümetin Meclise ve Meclisin bir rüknü olan muhalefete karşı müdafii değildirler. Aksine TBMM’nin murakabe imkanlarını, milletvekillerinin haklarını icra uzvuna ve herkese karşı titizlikle korumak vazifesini omuzlarında taşırlar. Meclis Riyaset Divanı, bir Meclis organıdır, hükümetin bir parçası, hükümetin bir devamı değildir. TBMM başkanı, parti kavgalarının üstünde kalmalıdır. Meclis başkanlığı partiler üstünde ve siyasi mücadeleler dışında bir mevki haline gelmediği takdirde, bu makama Meclisin muvafık-muhalif bütün üyelerinin beslemeleri gereken mutlak saygı sarsılır. Hakemin tarafsız hareket 399 400 Efkarı Umumiyeyi Hakim Kılmak, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955. Meclis Başkanı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955. 316 etmediği veya tarafsızlığı hususunda iki taraftan birinde ciddi şüpheler uyandırdığı bir futbol maçı nasıl çığırından çıkarsa, başkanın tarafsızlığına herkesin tam manasıyla inanmadığı bir parlamento da müzakereler öylece normal mecrasından çıkar, sertleşir.”401 Forum, Meclis başkanlığının tarafsızlığının korunmasını için bazı öneriler getirmeyi ihmal etmez. Forum, Meclis başkanlarının her yıl için seçilmeleri usulü yerine, dört yıllık bir seçim müddeti kabul etmenin daha uygun olacağını söyler. Böylece Meclis başkanlarını ve başkan vekillerini bir yıl veya birkaç ay sonraki başkanlık seçimlerini düşünerek çoğunluğa karşı hoş görünmek endişelerinden kurtarmanın mümkün olabileceğinin altını çizer. Bunun yanı sıra, çoğunluk partisi arasından başkan adayı seçilirken, muhtelif parti liderleriyle ve Meclis grupları ileri gelenl
Similar documents
Untitled - Marmara Üniversitesi Bilişim Merkezi
Teknolojileri Sempozyumuna katıldığınız için hepinize gönülden teşekkür ederiz. Türkiye’de öğretim teknolojileri alanında en temel sempozyum olan bu bilimsel organizasyonda Fatih projesinden mobil ...
More information