forum dergisi:1954-1960 - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi

Transcription

forum dergisi:1954-1960 - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ
ANABİLİM DALI
(SİYASET BİLİMİ)
FORUM DERGİSİ:1954-1960
Doktora Tezi
Diren ÇAKMAK
Ankara- 2007
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ
ANABİLİM DALI
(SİYASET BİLİMİ)
FORUM DERGİSİ:1954-1960
Doktora Tezi
Diren ÇAKMAK
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Türker ALKAN
Ankara- 2007
iii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ.................................................................................1
I.BÖLÜM
FORUM HAKKINDA BİLGİLER
1.Forum’un Kuruluşu, Mali Kaynakları ve Tirajı........39
2.Forum Yazarları ve İşledikleri Konular......................60
3.Forumcuların Forum’u Anlayışları.............................73
II.BÖLÜM
FORUM’UN TÜRK SİYASAL YAŞAMINA BAKIŞI
1.Cumhuriyet Öncesi Dönem..........................................87
2.1923-1946 Arası Dönem................................................95
3.Çok Partili Rejim Dönemi...........................................115
4. 27 Mayıs Müdahalesi..................................................135
III. BÖLÜM
FORUM:BİREY-TOPLUM
1.Klasik Hak ve Özgürlükler.........................................152
2.Sosyal ve İktisadi Hak ve Özgürlükler......................176
3.Siyasal Hak ve Özgürlükler........................................189
IV.BÖLÜM
FORUM:ULUS-TEMSİL
1.Seçimler ve Seçim Sistemleri......................................204
2.Siyasi Partiler...............................................................231
3.İktidar-Muhalefet İlişkileri ........................................261
V.BÖLÜM
FORUM:DEVLET-İKTİDAR
iv
1.Devletin Nitelikleri
1.1.Milli Devlet..................................................276
1.2.Demokratik Devlet......................................280
1.3.Laik Devlet..................................................283
1.4.Sosyal Devlet................................................295
1.5.Hukuk Devleti..............................................301
2.Egemenliği Kullanma Biçimleri
2.1.Yasama.........................................................309
2.2.Yürütme
2.2.1.Cumhurbaşkanlığı........................328
2.2.2. Bakanlar Kurulu..........................330
2.2.3. Askeri Bürokrasi..........................336
2.2.4. Sivil Bürokrasi
2.2.4.1.Genel Yönetim............342
2.2.4.2.Yerel Yönetim.............349
2.3.Yasama-Yürütme İlişkileri..........................355
VI.BÖLÜM
FORUM:İKTİDARIN SINIRLANDIRILMASI/ DENETLENMESİ
1.Yargısal Denetim........................................................369
2.Toplumsal ve Siyasal Denetim
2.1.Muhalefet Partilerinin Faaliyetleri............382
2.2. Bağımsız Güç Odakları
2.2.1.Aydınlar..........................................391
2.2.2.Sendikalar / İşçi Örgütleri............408
2.2.3.Özerk Kuruluşlar
2.2.3.1.Radyo...........................419
2.2.3.2.Üniversiteler................430
VII.BÖLÜM
FORUM:EKONOMİ POLİTİKALARINA BAKIŞ
1.Azgelişmişlik ve Kapitalizm ............................................447
2.Devletçilik ve Özel Teşebbüs............................................497
3.Kalkınmada Planlamacılık...............................................519
v
VIII.BÖLÜM
FORUM:DIŞ POLİTİKAYA BAKIŞ
1.Türkiye-ABD İlişkileri.......................................................541
2.NATO ve Türkiye...............................................................560
3.Türkiye-Avrupa İlişkileri..................................................574
4.Türkiye-Sovyet Rusya İlişkileri........................................584
5.Türkiye ve Ortadoğu..........................................................597
6.Kıbrıs Meselesi....................................................................613
SONUÇ
1.Forum Dergisi ve 1961 Anayasa Sistemi...........................645
2.Türk Siyasal Yaşamında 1961 Anayasa Sisteminin
Uygulandığı 1960 lı ve 1970 li Yılların
Genel Değerlendirmesi..........................................................681
3.İdeolojisini Değiştiren ve Değiştirmeyen Forumcular.....690
4.Çalışmaya Dair Son Söz......................................................699
ÖZET......................................................................................701
İNGİLİZCE ÖZET................................................................702
EKLER...................................................................................703
KAYNAKÇA..........................................................................722
vi
ÖNSÖZ
‘Forum Dergisi’ üzerine bir çalışma yapma fikri, doktora programında ders
aşamasında, bir ödev hazırlarken Prof. Dr. Cem Eroğul’un ‘Demokrat Parti Tarihi
ve İdeolojisi’ kitabından istifade etmem sırasında doğdu. O zamanlar Kültür ve
Turizm Bakanlığında çalışıyordum. Cem Eroğul’un kitabını bir ödev için
karıştırırken, dipnotların birinde ‘Forum Dergisi’ karşıma çıktı. Forum Dergisi
benim tez konum olabilir mi diye düşündüm. Pek çok öğrencinin tez konusu
belirlemeden önce yaptığı üzere, ilk işim, YÖK’ten bu konu ile ilgili daha evvel bir
çalışma yapılıp yapılmadığına bakmak oldu. Bu alanda üç tane yüksek lisans tezine
rastladım.
İlki 1990 yılında Boğaziçi Üniversitesinden Binnaz Toprak danışmanlığında Nursel
Sağıroğlu’nun; ikincisi 1993 yılında Gazi Üniversitesinden Kadir Cangızbay
danışmanlığında İsmet Can’ın; üçüncüsü 1998 yılında İstanbul Üniversitesinden
M. Şükrü Hanioğlu’nun danışmanlığında Birol Şal’ın hazırladıkları tezlerdi. Üç
tezin ortak paydası Forum Dergisini ‘muhaliflerin dergisi’ olarak tanımlamalarıydı.
Tezleri edindim ve okudum. Dergiyi anlamak için Dergi sayılarını karıştırmalıydım.
SBF kütüphanesine gittim, Derginin kimi sayılarının eksik olduğunu gördüm. Ancak
mevcut sayılar, fikir edinmem için kafiydi: ‘Okuduğum tezlerdeki iddialar haklı
değildi.’ Çünkü tezler, açık olarak değilse bile, üstü örtülü bir şekilde Forumcuları
‘aydın despotlar’ olarak tanıtmaktaydı.
Forum Dergisini Türk siyasal yaşamında yanlış konumlandırma haksızlığını giderme
amacı ile yola koyuldum. Tez danışmanımı belirledim. Tez danışmanım ‘ışıklar
içinde yatsın’ Prof. Dr. Yavuz Sabuncu oldu. Sahaftan Dergi sayılarını edindim.
Sahaf bana Derginin her bir sayısını 2.500 liraya sattı. O zaman daha YTL’ye
geçilmemişti. Sahaftan aldığım Forum Dergisi sayılarının sarı ve tozlu yapraklarını
dokunmak hayatta aldığım nadir zevklerden biri oldu.
Şubat 2005’ten itibaren Kültür ve Turizm Bakanlığı sayfası kapanmış, Çankaya
Üniversitesi dönemi başlamıştı. Çankaya Üniversitesi araştırma görevliliği yazılı
sınavından sonra girdiğim sözlü sınavda bana tez konumun neden ‘Forum Dergisi’
olduğu sorulmuştu. Benim cevabım açıktı: ‘Forumcular örnek aldığım aydınlardı’.
Üniversiteye geçtikten sonra, tez danışmamı değiştirdim. Tez danışmanımın
Prof. Dr. Türker Alkan oldu.
Bu tezi yazarken, çok insanlar sevdim, çok insandan da nefret ettim. Sevdiklerim
arasında kaybettiklerim oldu. İşte o sevdiklerimden birisi Prof. Dr. Yavuz Sabuncu
idi. Farklı düşünceye hoşgörüyü ben Yavuz Hocadan öğrendim. Bu tezi
Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya armağan ediyorum.
Teze en çok emeği geçen isim hiç kuşkusuz Prof. Türker Alkan’dır. Türker Hocaya
benim en sık sorduğum sorulardan bir tanesi, ‘hocam benden siyasetçi olur mu?’dur.
vii
Onun yanıtı ise hep aynıdır: ‘Olmaz, çünkü dürüstsün.’ Tez süresince Türker Hocayı
sadece tezle ilgili bunaltmadığımı da belirtmek isterim. Ona ‘bugün neden Radikal
Gazetesindeki köşenizde şunu yazmadınız da bunu yazdınız?’ dediğim çok olmuştur.
Türker Hoca, bir gün dayanamadı ve dedi ki ‘Sen yaz, köşemde senin adınla
yayınlayayım.’ Ancak bu olmadı. Çünkü Türker Hoca, metni ‘sert’ buldu. ‘Üslubunu
yumuşat, yeniden bakalım’ dedi, ama üslubum ikincisinde daha da sertleşmişti.
Türker Hoca yakın zamanlarda benden ‘iyi bir ideolog’ olacağını söyledi. Ben de
‘bilim insanı olmaz mı?’ dedim, Türker Hoca, ‘iyi bir ideolog olmak, bilim insanı
olmaya engel değildir’ dedi. Prof. Dr. Türker Alkan’a teşekkür ederim.
Üniversitelerde bugün ‘asistanlık’ kurumunun işlediğini söylemek çok zor. Ancak
bana
sorsalar
‘kimin
asistanı
olmak
isterdin?’,
vereceğim
isim:
‘Prof. Dr. Bilsay Kuruç’ olur. Bilsay Hocayı tanıdıktan sonra ‘iktisat’ öğrendim.
Bilsay Hocayı hep doğruyu gösteren bir pusula olarak gördüm. Onun beni
‘mümessil’ olarak çağırmasından, hep çok keyif aldım. Onun derslerini alırken
yazdığım iki ödevin de makale olarak basılmasında, Bilsay Hocanın emeği büyüktür.
Eğer Bilsay Hoca, ödevleri dikkatle okuyup, düzeltmemiş olsaydı, ben o ödevleri
makale haline getiremezdim. Ben ondan ‘makale yazmayı’ da öğrendim. Tez
süresince de katkısından istifade etmeyi bir şans bildim. Prof. Dr. Bilsay Kuruç’a
teşekkür ederim.
Ankara Üniversitesi SBF’de benim ilk tanıdığım hoca ‘Prof. Dr. Ömür Sezgin’di.
Ondan kimi zaman korktum, kimi zaman çekindim, ama hep onu sevdim. Ben
hayatımın hiç bir döneminde ‘ne kısa konuşabildim, ne de kısa yazabildim’. Ömür
Hoca ise aksine, her zaman, en karışık ve teferruatlı konuyu en kısa, öz ve anlaşılır
şekilde anlatmayı ve yazmayı becermiştir. Bu sebeple onu hep kıskandım. Daha
ötesi, onunla her konuşmaya gittiğimde, onu hep sıktığımı düşündüm. Bir gün bana,
‘sana kimin zeki demesi seni mutlu eder?’ diye sorsalar, cevabım:
‘Prof. Dr. Ömür Sezgin’ olur. Ben hayatımın sonuna kadar Ömür Hocaya karşı bir
‘onaylanma kompleksi’ duyacağımı düşünüyorum. Tez yazım sürecinde katkı
sağlamasının yanı sıra bu kompleksimle başa çıkmamda da bana yardımcı oldu.
Prof. Dr. Ömür Sezgin’e teşekkür ederim.
1957 genel seçimlerinde CHP Adana milletvekili ve 1961 Anayasası Kurucu Meclis
üyesi olan Prof. Dr. Hamza Eroğlu’nun anılarından tezde çok fazla istifade ettim.
Hamza Hocama, ilerlemiş yaşına rağmen bana vakit ayırdığı için teşekkür ederim.
Ayrıca, beni, İngiltere’deki üç askeri darbe girişiminden haberdar eden ve bu konuda
bana kaynak gösteren Prof. Dr. Ahmet Yalnız hocama teşekkür ederim.
Sabahlara kadar memleket meseleleri konuştuğumuz, benim Türkiye’nin
Türkiye’den idare edileceği hayalimi gerçekleştirme isteğime sürekli kan veren
dostlarım Ezgi Ören, Ahmet Cenk Demirel ve Deniz Toprak’a teşekkür ederim.
Birbirimizden çok farklı düşünmemize rağmen bir arada olabilmemizden gurur
viii
duyuyorum. Üstelik, benim, düşüncelerimi onlara empoze etmeye çalışmama
rağmen onların bana sabır göstermelerinin ise değerinin farkındayım.
Annem Ganime Tunçay ve kız kardeşim Mihriban Akkan’a, tez yazım sürecindeki
huysuzluklarıma tahammül edebildikleri ve beni pek çok kez pek çok konuda hoş
gördükleri için teşekkür ederim.
Tez, uzun oldu. Tezin uzun olmasının en temel sebebi Dergiyi, Türk siyasal
yaşamında konumlandırmaya çalışırken, hiçbir ayrıntıyı atlamamak kaygısıydı.
Nitekim tezde sekiz bölüm açılmasının sebebi buydu. Tez uzun olmakla birlikte,
‘çok şey yazıp hiç bir şey söylememe’ tehlikesine düşülmediği düşünülmektedir.
Forum Dergisi üzerine bir çalışma yapmak çok keyifli ve öğretici bir süreçti. Böyle
bir
süreci
yaşayabilmemi
sağlayan
kuşkusuz
en
önemli
isim
Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bir Türk kadını olarak bu satırları yazabilmemi
sağlayan Kurucuya minnetimi O’nun izinden giderek ödeyebileceğimi
düşünüyorum. Üstelik tez savunma sınavının 5 Aralık’ta, Türk kadınının seçilme
hakkını kazanmasının yıldönümünde gerçekleştirilmiş olması ise benim için özel bir
önem taşımaktadır. Bu hoş tesadüfü hep keyifle hatırlayacağım.
ix
GİRİŞ
Forum Dergisi 1 Nisan 1954 tarihinde yayın hayatına giren, ayda iki kez çıkan,
Batı-Doğu kutuplaşmasında Türkiye’nin yerinin Batı bloğu içinde olduğunu
savunan, akademisyen dergiciliğinin istisnai bir örneğidir. Derginin istisnai olarak
nitelendirilmesindeki sebep, savunduğu görüşler ile sunduğu önerilerin hayata
geçmiş olmasındandır. Derginin, 1954-1960 yılları sayılarındaki yazılarda yer alan
ülkenin siyasi, iktisadi ve toplumsal sorunlarına dair getirilmiş olan çözüm önerileri
1961 Anayasasının öngördüğü Türkiye tasarımına kaynaklık etmiştir. Dolayısıyla
Derginin, 1961 Anayasa sisteminin hakim olduğu 1960 lı ve 1970 li yıllarda,
Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve toplumsal sisteminin işleyişine etkide bulunduğu
düşünülmektedir.
Dergi yazarları arasında, incelenen dönem için, kuvvetli bir bağın olduğunu
belirtmek gerekir. Bu sebeple Dergi yazarlarını ‘Forumcu’ olarak nitelendirmenin
isabetli olacağı düşünülmektedir. Burada ‘kuvvetli bağın’ ne olduğu sorusu akla
gelebilir. Bu bağın adı ‘Atatürkçülük/Kemalizm’dir. Forumcular, Atatürkçülük ve
Kemalizmi eşanlamı olarak kullanmışlardır. Onlar, Atatürkçülüğün bir ideoloji
olmadığını düşünmüşlerdir. İdeolojiyi ifade eden kelime yapısı olarak ‘izm’den
hareketle, ‘Kemalizm’in ideoloji sanılmaması gerektiğine dikkat çekmişlerdir.
Forumcuların kimileri liberal demokrat ve kimileri cumhuriyetçi demokrattır, ancak
hepsi Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşabilmesi için zeminin Türk Devrim
ilkelerine bağlılık olduğunu düşünmüştür. Onlar, Türk Devrim ilkelerinin silinmesi
durumunda demokratik rejimin de beraberinde tasfiye olacağını savunmuşlardır.
Onların bu yaklaşımının Atatürk’ün düşünceleri ile paralellik arz ettiğini söylemek
yanlış olmayacaktır. Nitekim Atatürk, Türk ulusu için en uygun siyasi rejimin
demokrasi olduğunu düşünmüştür. Ancak Kurucu, demokrasinin herhangi bir
renginden yana tarafgir durmamıştır. Buna delil olarak, onun, liberal demokrat Celal
Bayar ile cumhuriyetçi demokrat İsmet İnönü arasında hep dengeyi gözetmiş olması
gösterilebilir.
Bununla beraber, onun ölümünden sonra, cumhuriyetçi demokratlar Atatürk’ün
cumhuriyetçi demokrat, liberal demokratlar onun liberal demokrat, sosyal
demokratlar da onun sosyal demokrat olduğunu iddia edeceklerdir. Onun milli
sosyalist olduğunu söyleyenler dahi çıkacaktır. Kuşkusuz bunlar iddia olarak
kalmaya devam edecektir, çünkü Atatürk’ün demokrat olduğuna dair kuşku
olmamakla beraber, ‘cumhuriyetçi/liberal/sosyal’ demokrasiden hangisinden yana
olduğu ispatlanamayacaktır. Ancak görüşleri ve eylemleri bir arada incelendiğinde,
onun cumhuriyetçi demokrasiye daha yakın durduğu varsayımını güçlendirmektedir.
Öte yandan, O, düşüncelerinin kalıplaştırılmasından imtina ettiği için bu yönde kesin
bir tespit yapmanın yanlış olacağının da altını çizmek gerekir. Nitekim onun asıl
kaygısı, öncelikli olarak her türlü fikrin yaşayabileceği bir zemin kurmaktır.
Dolayısıyla ulus-devletin kuruluşu gerçekleştikten ve devletin gelişme çizgisi Batı
Avrupa devletleri ile aynı ölçüyü tutturduktan sonrası için, onun hangi demokrasiden
1
yana tavır koyacağını kestirmek spekülasyon olacaktır. Ancak kuruluş aşaması için
bir yandan liberal demokratik eğilimin gelişmesi için çaba gösterirken, diğer yandan
da bu kuruluş sürecinin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmiş olduğunun
altını çizmek gerekir.
Bu bağlamda önce liberal demokrasi ve cumhuriyetçi demokrasi ideolojilerinin
esaslarını özetlemek, daha sonra da Atatürk’ün aktant olarak cumhuriyetçi
demokrasiyi seçmiş olduğu varsayımı ile neyin kastedildiğini açıklamak uygun
olacaktır.
Liberal demokrasi negatif özgürlüğü, cumhuriyetçi demokrasi pozitif özgürlüğü esas
almaktadır. Şöyle ki, liberal demokrasi hak ve özgürlüklerin kullanımında bireyin
hiçbir gerekçeyle karışma, engelleme ve zorlama ile karşılaşmadığı oranda;
cumhuriyetçi demokrasi ise bireyin kendi içinde bölünmüşlüklerinin olduğu
varsayımıyla, hak ve özgürlüklerin kullanımında bireyin bu bölünmüşlükler üzerinde
kurduğu hakimiyet oranında bireyi özgür kabul eder. Şunun altını çizmek gerekir ki
her iki demokrasi ideolojisi de hak ve özgürlüklerin neler olduğu bakımından
farklılaşmaz, farklılaşma kendini bu hak ve özgürlüklerin kullanımında gösterir.
Burada farklılaşmanın kullanımdan kaynaklandığını söylerken, bir indirgemeciliğe
de düşmemek gerekir. Şöyle ki, liberal demokrasi, klasik hak ve özgürlüklerden kimi
hakların, örneğin mülkiyet hakkı gibi, devlet düzenine geçildikten sonra da devlet
gücünün üzerinde yer aldığını, bir başka deyişle kimi hakların devletin yasasından
daha üst bir yasadan kaynaklandığını, dolayısıyla, bu hakların devlet gücü ile
sınırlandırılamayacağını iddia eder. Öte yandan cumhuriyetçi demokrasi, klasik hak
ve özgürlüklerin ve diğer tüm hak ve özgürlükler kategorilerinin siyasi iradenin
belirlediği hak ve özgürlükler olarak görülür. Cumhuriyetçi demokrasi, hukuku,
siyasi iradenin bir ifadesi olarak kabul eder. Bunu bir hakkın anayasada
düzenlenmesi bağlamındaki bir örnek üzerinden açıklamak gerekirse, liberal
demokrat bir anayasa ‘mülkiyet hakkını’ klasik hak ve özgürlükler başlığı altında
düzenler. Ancak cumhuriyetçi demokrat bir anayasa, bu hakkı, ülkenin koşullarına
göre, gerektiğinde sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler başlığı altında
düzenleyebilir. Çünkü liberal demokrasi tabii hukuk okuluna, cumhuriyetçi
demokrasi de pozitivist hukuk okuluna bağlıdır.
Hemen belirtmek gerekir ki tabii hukuk anlayışı ile pozitivist hukuk anlayışının
birbirini tamamladığı varsayımı liberal demokrasinin savunusudur. Her iki ekolün
birbirini tamamladığı durumlar inkar edilecek değildir. Ancak bu iki ekol esasen
birbirini tamamlamaz, birbiri ile çatışır. Bu çatışmayı göstermek açısından
anayasada temel hak ve özgürlüklerin tanziminin dışında bir örnek vermek daha
açıklayıcı olacaktır. Örneğin uluslararası ceza hukukunun konusu olan ‘soykırım
suçu’ ele alınsın. Tabii hukuk okuluna bağlı hukukçu da pozitivist hukuk okuluna
bağlı hukukçu da soykırım eylemini olumlamayacaktır. Fakat ikisi arasındaki fark
şuradan doğacaktır: Tabii hukuk okuluna bağlı hukukçu, yasalarla düzenlenmiş
olmasa da bu eylemin cezalandırılacağını, bir diğer deyişle suç sayılacağını;
2
pozitivist hukuk okuluna bağlı bir hukukçu ise normlaştırılmamış olması durumunda
bu eylemden dolayı kimsenin cezalandırılamayacağını savunacaktır. Soykırım suçu
1948 yılında imzalanan ve 1951 yılında yürürlüğe giren Soykırım Suçunun
Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile tanımlandığından, pozitivist hukuk
anlayışı, bu tarihten önceki eylemlerin cezalandırılamayacağını öngörecektir. Öte
yandan tabii hukuk anlayışı, hangi yılda bulunulursa bulunsun, geriye dönük
yargılama yapılabileceğini savunacaktır. Çünkü tabii hukuk anlayışı, bazı hakların
doğal bir yasadan geldiğini kabul etmektedir.Teorideki bu varsayım çok cazip
gözükmektedir, fakat uygulamada bu varsayımın işlemediği tecrübelerle sabittir.
Liberal demokrasinin dayandığı tabii hukuk anlayışının teori ve pratiği arasındaki
farklılaşmayı en bariz olarak ‘vatansızlık’ halinde görmek mümkündür. Eğer haklar
doğal bir yasadan yani yasa üstü bir yasadan kaynaklanıyor ise, bu durumda,
vatansızların vatansızlık statüsünde iken mülteci olarak başvurdukları ülkelerde
klasik hak ve özgürlüklerini kullanabilmeleri beklenir. Oysaki fiilen bu böyle
olmamaktadır. Vatansızlar, mülteci statüsü kazanıncaya kadar klasik hak ve
özgürlüklerinden mahrum olmaktadırlar. Bu noktada İran İslam Devrimi
karşıtlarının, tabii hukuk okuluna bağlı hazırlanmış anayasalara sahip Batı Avrupa
devletlerinden sığınma hakkı istediklerinde, sığınma statüsü verilinceye kadar, bu
kişilerin klasik hak ve özgürlüklerini kullanamamış oldukları gerçeği
hatırlanmalıdır. Vatansız Filistinliler sorununu da bu çerçevede değerlendirmek
mümkündür. Vatansız Filistinlilerin, sığınma talep ettikleri ülkeler tarafından, onlara
mülteci statüsü verilinceye kadar, klasik hak ve özgürlüklerini kullanamadıkları
bilinmektedir. Şu halde tabii hukuk okulunun yasaların üzerinde var olduğunu
saydığı hak ve özgürlüklerin, normlaştırılmadığı müddetçe kullanılamadığı ortaya
çıkmış bulunmaktadır.
Bu bağlamda, tabii hukuk anlayışında teoride bir takım hakların doğal bir yasadan
kaynaklandığı varsayılsa dahi, bu varsayımın pratikte uygulanamadığı göz önünde
bulundurulduğunda, normlaştırmada doğal yasa kabulünün muhafaza edilmesine
atfedilen kutsallık da mesnetsiz kalmaktadır. Dolayısıyla bir anayasa koyucu hak ve
özgürlükleri, herhangi bir hak ve özgürlük kategorisi altında düzenleyebilir. Buradan
tekrar mülkiyet hakkının anayasada klasik hak ve özgürlükler başlığı altında mı
yoksa sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler başlığı altında mı düzenleneceği bahsine
dönülürse, liberal demokrasi ideolojisinin mülkiyet hakkının klasik hak ve
özgürlükler arasında sayılmamasının hakkın özüne aykırı olduğu varsayımı boşa
çıkmaktadır. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin de bu hakkı anayasada sosyal ve
iktisadi hak ve özgürlükler başlığı altında düzenlemesi anlaşılır hale gelmektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, aynı hakkın, her iki siyasi ideoloji tarafından kabul
edilmesinde bir farklılık olmamakla beraber, aynı hakkın klasik hak mı sosyal ve
iktisadi hak mı olarak kullanılacağının anayasa ile belirlenmesi, iki farklı toplum
yapısını doğurur.
Bu iki toplum yapısını, Türk anayasa hukuku tarihinden, 1961 Anayasa sistemi ve
1981 Anayasa sisteminin uygulandığı dönemlere bakarak görmek mümkündür.
Türk anayasa tarihinde pozitivist okula bağlı anayasacılar tarafından hazırlanmış
3
olan 1961 Anayasa sistemi ile mülkiyet hakkı sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler
kategorisinde düzenlenmiş, bu ise devletin sosyal olması sonucunu doğurmuştur.
Öte yandan tabii hukuk okuluna bağlı anayasacılar tarafından hazırlanmış olan 1982
anayasa sistemi ile mülkiyet hakkı klasik hak ve özgürlükler kategorisinde
düzenlenmiş, bu ise devletin sosyal değil liberal olması sonucunu doğurmuştur.
Aslında 1982 Anayasasında ‘sosyal devlet ilkesi’ düzenlenmiştir fakat bu ilkenin
düzenlenmiş olması devletin sosyal devlet olduğuna delil teşkil etmemektedir.
Çünkü bu ilkenin toplum hayatında var kılınması için gerekli araçlar anayasada
mevcut değildir.
Tabii hukuk okulu ile pozitivist hukuk okulunun birbirini tamamlamaması, aksine
birbiri ile çatışması üzerinden de liberal demokrasi ve cumhuriyetçi demokrasi
ayrışmasının tespit edilebileceği ortaya konulduktan sonra, her iki demokrasi
ideolojisinin farklarını sıralamaya devam etmek uygun olacaktır.
Liberal demokrasi, sınıfların oluştuğu, her sınıfın kendi sınıfının çıkarlarını takip
ettiği bir düzende yaşayabilir, nitekim bu düzende bireysel çıkarlar sınıf çıkarında
toplanır ve bu çıkarların devlet mekanizması tarafından gerçekleştirilmesi beklenir.
Ancak şu bir gerçektir ki sınıfların birbirleriyle çatışan çıkarları olabilir. Devlet,
hangi sınıfın çıkarına politikalar izlerse o sınıfı temsil etmiş olur. Kuramda, siyasi
irade oluşumunun temelini, üretken vatandaşların kişisel mutluluklarının
doyurulması teşkil eder, üretkenlik ise üst sınıfa atfedilen bir özellik olarak kabul
edilir. Daha açık bir dille liberal demokraside avantajlı sınıfın üst sınıf olması
beklenir. Ancak ve ancak, üst sınıfın çıkarları, orta ve alt sınıfın çıkarı ile
çatışmadığı müddetçe, orta ve alt sınıfın çıkarları gerçekleştirilebilecektir.
Çatışmanın olmayacağı bir durum ise teoride mümkünse de pratikte zordur, şu halde
siyasi irade temsil ettiği üst sınıf aleyhine, alt ve orta sınıf lehine bir tasarrufta
bulunduğunda, pratikte mümkün olmaz da olduğu varsayılsa, üst sınıf, devletin de
üzerinde olan ve siyasi iradenin de üzerinde olan bir takım doğal hakları olduğunu
iddia edecek ve siyasi iradenin alt ve orta sınıf çıkarına olan tasarrufunun hukuka
aykırı olduğunu iddia edebilecektir. Dolayısıyla, liberal demokrasinin farklı ve
çatışan çıkarların, çoğulcu bir bakış açısıyla mümkün olduğunca tatmin edilmesini,
kuramda, toplumun hedefi olarak kabul ettiği, ancak pratikte, sadece üst sınıfın
çıkarlarının gerçekleştirilebildiği görülür. Bu bağlamda liberal demokrasinin kuramı
ile pratiği arasında açık çelişki belirdiğinin altını çizmek gerekir.
Bununla beraber cumhuriyetçi demokrasi, hukukun yani haklar sisteminin siyasi
irade tarafından belirlendiği kabulüne dayandığı ve ayrıca toplumun hedefini, tüm
toplumun koşullarına ve yapısına en uygun yasaları yapma ve bütünün devamlılığını
sağlama olarak belirlediği için; tüm yurttaşların, sınıflaşmış toplumlardaki
ifadesiyle; alt, orta ve üst tüm sınıfların avantajına bir düzen öngörmektedir.
Devletin veya toplumun üzerinde bir hak veya haklar yoktur, tüm haklar dizisini
siyasi irade belirler. Şu halde mülkiyet hakkı veya bir başka hakkın istisnai durumu
söz konusu değildir, bütünün çıkarı için bir hak veya haklar üzerinde gerektiğinde
kısıtlamaya gidilebilir. Fakat şunun kuvvetle altını çizmek gerekir ki bu kısıtlama
ancak ve ancak toplumun bütün çıkarı için yapılabilir. Bütünü oluşturan alt, orta ve
üst tüm sınıflardır yani toplumdur yani ulustur, yani devletin ta kendisidir.
4
İşte bu birbirine eşitleme varsayımı nedeniyledir ki cumhuriyetçi demokrasi
kimilerince ‘totaliter’ bir rejim olarak sunulmaya çalışılmıştır ve çalışılmaktadır.
Kuşkusuz bu nitelendirme mesnetsizdir. Çünkü her bir yurttaşın bir diğerinin hak
elde etmesinde çıkarının olması düzeni, daha ötesi her yurttaşın bir diğerinin hakkına
sahip çıkmasını tesis etmek isteyen bir rejime dair böyle bir nitelendirmede
bulunmak bilimsel bir yargı olmaktan öte bir anlam taşır. Cumhuriyetçi demokrasiye
yöneltilebilecek bir eleştiri varsa, o da, orta sınıf açısından avantajlı bir rejim
öngörmesidir. Kuramda her ne kadar bütünlük, toplum demek olsa da, sınıflaşmış bir
toplumda da bütünlük alt, orta ve üst tüm sınıflar olarak tanımlanmış olsa da,
pratikte, cumhuriyetçi demokratik bir rejimde, avantajlı sınıf orta sınıf olacaktır.
Çünkü kuramda da, orta sınıfın en kalabalık sınıf olması üzerinden demokrasinin iyi
işleyeceği varsayılır. Dolayısıyla, avantajlar hiyerarşisinde, orta sınıfı, alt sınıf ve
sonra üst sınıf takip edecektir.
Böyle bir genel çerçeve çizdikten sonra, her iki demokrasi ideolojisinin birbirinden
farkının ortaya konulması için, temel hak ve özgürlüklerin kullanımında bu iki
demokratik rejimin nasıl bir tutum içinde olacağını örnekler üzerinden açıklamak
uygun olacaktır. Bu bağlamda, klasik hak ve özgürlükler kategorisinden din ve
vicdan özgürlüğü, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler kategorisinden grev hakkı,
siyasal hak ve özgürlükler kategorisinden de seçilme hakkı ele alınıp, bu hakların
kullanımına dair örnek olay verilmesinin, iki demokrasi ideolojisinin farkının
gösterilmesi bakımından işlevsel olacağı düşünülmektedir.
Klasik hak ve özgürlükler kategorisinden din ve vicdan özgürlüğü ele alındığında,
liberal demokrasi ideolojisine göre; Müslüman bir adam takke takmak istiyorsa,
takabilir, hiç kimse hiçbir alanda bu kişi takkeyi takmamaya zorlayamaz. Bu kişi
istediği her yerde takkesini takamıyorsa, bu kişi özgür kabul edilmez. Burada bireyin
çıkarı korunmalıdır ve bireyin çıkarı bu takkenin takılması olduğuna göre, bu kişi
takkesini dilediği yerde, özel veya kamusal alanda taktığı sürece özgürdür. Ortak
iyiliğin söz konusu hareketin icrası ile zarar görüp görmeyeceği önemli değildir,
önemli olan bireysel iyiliğin savunulmasıdır.
Eğer bu kişinin herhangi bir yerde takke takması yasaklanır ise, kişi bunu kendine
karşı baskı olarak tanımlar, çünkü yasağı koyan irade kendisi değildir. Egemenliğin
oluşturulması sürecine oy vermek suretiyle kendisi de katılmışsa da, egemenlik
halkın oylarıyla iş başına gelen iradenin devlet gücünü yasama, yürütme ve yargı
organları aracılığıyla uygulaması olarak tanımlandığından, kişi, egemeni kendi
dışında ve çıkarının gerçekleşmemesi durumunda da kendine karşı olarak tanımlar.
Hatırlatmak gerekir ki, liberal demokrasi ideolojisinde kamusal alan ile özel alan
arasındaki ayrım birey üzerinden yapılır. Bireyin girdiği her alan özel alandır, yani
burada kamusal alanın sınırını özel alan tayin eder. Bu ise kuramda ideal gözükse de
yaşam pratiğinde pek öyle olmamaktadır. Çünkü birey her alandadır ve dolayısıyla
aslında iki alan arasında bir ayrımdan söz etmek pratikte olanaksızlaşmaktadır.
Tekrar örneğe dönülürse, liberal demokratik bir düzende, takkesini her alanda
takabilen bu kişi, siyasi haklardan olan seçilme hakkını da kullanarak başbakan
olabilir veya cumhurbaşkanı olabilir. Onun takkesi ile başbakan veya cumhurbaşkanı
5
olamayacağını iddia etmek, liberal demokrasi kuramında ‘antidemokratik’ bir
hareket olarak sayılır.
Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde ise farklılığa vurgu, özgür ve eşit hak
sahipleri ortaklığının sunduğu güvenceye zarar verebileceğinden takke takmaya
kamusal alanda kısıt getirilebilir. Şu halde, takke takmak isteyen ancak takkenin
kamusal alanda takılmasına dair yasak dolayısıyla takkesini takmaktan vazgeçen bu
kişi seçilme hakkını da kullanarak başbakan veya cumhurbaşkanı olmak isterse, bu
kişinin seçilme hakkını kullanması üzerinde kısıtlama yapılabilir. Çünkü bu kişi
toplumun ortak iyiliğine zarar vereceğini bildiği bir davranışı gerçekleştirmek
istemiş, böylece toplumda onun ortak iyiliği savunmada istekli olmadığına dair
şüphe uyanmıştır. Dolayısıyla toplumun huzuru için bu kişinin seçilmemesi yönünde
sınırlamalar yapmak mümkündür.
Elbette belirtmekte yarar var ki cumhuriyetçi demokratik bir düzende, demokrasiye
bağlı hiçbir yurttaş zaten toplum çıkarına olmayan bir talepte bulunmaz. Çünkü
cumhuriyetçi demokrat rejimde yurttaşların erdemli oldukları varsayılır, bu erdem
ise yurttaşın büyük aktör ile yani bütün ile kendisini özdeş görmesini sağlar. Kaldı
ki, egemenlik birleşmiş yurttaşların iradesi olduğundan yani egemenlik ulusta
somutlaştığından, yurttaş yasağı kendisine karşı olarak görmez, yasağı koyanın
bizzat kendisi olduğunu düşünür. Bununla beraber özel alanda kişinin takke
takmasına kimse karışamaz.
Şunu hemen söylemek gerekir ki cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde özel alanın
sınırını çizen ortak uygulamaya katılımdır, bunun bir sonucu olarak da kamusal
alanın dışında kalan her yer özel alandır. Bir diğer ifadeyle özel alanın sınırını bir
bütün olarak toplumun çıkarı çizer. Burada öncelikle korunması gereken toplumun
çıkarı olduğundan, eğer toplumun çıkarı ile bireyin çıkarı çatışıyorsa, ki ancak
yurttaşlaştırılamamış kişilerle ilgili olarak bu sorun doğabilir, toplum çıkarı lehinde
uygulama yapılır. Burada yurttaşlaştırılamamış kişi ile kastedilen, bütünün çıkarının
korunması bilincinde olmayan kişi olarak varsayılmaktadır. Cumhuriyetçi
demokratik rejimde, yurttaştan, bütünün çıkarının fazlalaştırılması ile kendi çıkarının
da doğal olarak fazlalaşacağını düşünmesi beklenir.
Sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler kategorisinden grev hakkı ele alındığında,
liberal demokrasi ideolojisine göre bu hak her koşulda kullanılabilir ve hakkın
kullanımına hiçbir suretle kısıt getirilemez. Ancak cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisinde, örneğin savaş koşullarında, grev hakkının askıya alınması
mümkündür. Öte yandan cumhuriyetçi demokrasi ideolojisini benimsemiş olan
yurttaşların yaşadığı bir toplumda zaten hiç kimse olağanüstü koşullarda bütünün
çıkarının yani ulusun çıkarının önüne bireysel çıkarını koymaz. Liberal demokrasi
ideolojisinde ise her durum ve koşulda esas olan bireyin çıkarıdır. Çünkü liberal
demokrasi bireyci, cumhuriyetçi demokrasi ise toplumcudur. Dolayısıyla bütünün
iyiliği için herhangi bir hakkın kullanımına sınırlandırma getirme, cumhuriyetçi
demokrata göre antidemokratik değildir, çünkü demokratik süreç yurttaşların
6
erdemlerine bağlıdır. Nitekim antidemokratik olan, bireyin çıkarının toplumun
çıkarının önüne konulmasıdır. Oysaki liberal demokrata göre, böyle bir
sınırlandırma, antidemokratiktir, çünkü demokratik süreç yurttaşların özel
çıkarlarına bağlıdır.
Hemen belirtmek gerekir ki, her ideoloji kendi varsayımlarının doğru olduğunu
savunur ve buna insanları inandırmaya çalışır. Şu halde, her iki demokrasi
ideolojisinin de, kendi dışındakileri antidemokratik olmakla yargılaması beklenir bir
durumdur. Nitekim hiçbir ideoloji hakimiyet alanında ortak istemez. Ancak
demokrasi ideolojilerinin diğerlerinden farkı, totaliter ideolojilerin, kendi varlığını
tehdit etmemesi koşuluyla yaşamasına izin vermesidir. Öte yandan totaliter
ideolojiler, kendi dışındaki görüşler için böyle hoşgörülü değildir. Altını çizmek
gerekir ki, demokratik ideolojilerin de hoşgörüsünün bir sınırı vardır. Nitekim liberal
demokrasi içinden ‘mücadeleci’ veya ‘korumacı’ veya ‘militan’ demokrasinin, ki
sıfatlandırma yine ideolojik görüşe göre değişecektir, doğmasını bu çerçevede
değerlendirmek gerekir.
Siyasal hak ve özgürlükler kategorisinden seçilme hakkı ele alındığında, liberal
demokrasi ideolojisine göre her yurttaş asgari şartları taşımak suretiyle milletvekili
de olabilir, cumhurbaşkanı da, kimse bunu engelleyemez, dolayısıyla bir engelleme
halinde kişi özgür kabul edilmez. Fakat cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde, asgari
şartları taşımak, seçilme hakkını kullanmak için yeterli değildir. Örneğin kişinin
cumhurbaşkanı olabilmesi için erdemli olduğuna dair en ufak bir şüphenin olmaması
gerekir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür; liberal demokrasi de cumhuriyetçi
demokrasi de yurttaşın siyasete katılımını destekler. Buraya kadar ikisi arasında bir
fark mevcut değildir. İkisi arasındaki fark, katılımın istenme gerekçesinden
doğmaktadır. Liberal demokrasi ideolojisine göre katılım kendiliğinden iyi değildir,
katılım, bireyin çıkarlarının gözetilmesine hizmet etmesi bağlamında iyidir. Oysaki
cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine göre katılım kendiliğinden iyidir, çünkü katılım
toplumun bir bütün olarak korunmasına hizmet eder. Bir diğer deyişle liberal
demokraside bireyin çıkarı ulusun çıkarının önünde; cumhuriyetçi demokraside ise
ulusun çıkarı bireyin çıkarının önündedir.
Haklar ve özgürlüklerin kullanımındaki bu farklılık devletin varlık sebebini
tanımlamadan ve hukuk düzeninin yapılandığı hak kategorisinden kaynaklanır.
Şöyle ki, liberal demokrasi ideolojisinde devletin varlığı, özel çıkarların korunması
ve gerçekleştirilmesine; cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde ise devletin varlığı,
toplumun ortak çıkarının güvence altına alınmasına dayandırılmaktadır. Yani bir
cumhuriyetçi demokrattan kendi çıkarının takipçisi olmaktan daha fazlası beklenir:
‘Ulusun çıkarının korunması.’ Nitekim liberal demokratların cumhuriyetçi
demokratları eleştirdikleri nokta burasıdır, ulusun çıkarının korunmasının öncelikli
olması durumunda, yurttaşın devlet aygıtı altında ezileceğini iddia ederler. Oysaki
bir cumhuriyetçi demokrata göre, ulusun ta kendisi devlet aygıtında somutlaşır,
yurttaş ulusla vardır, yurttaş ve devlet arasında karşıtlık yoktur, dolayısıyla ezilme
de gerçekleşemez. Yani yurttaş devleti kendi dışında görmez, devletle vardır ve
devlet olmadığında bilir ki kendisi de olmayacaktır. Bu varsayım, vatansızların hak
7
ve özgürlükleri kullanım kısıtlığında açık anlamını tam olarak bulur. Hiçbir devletin
yurttaşı olmayan bu kişiler, vatansızlık müddetince, değil sosyal, iktisadi ve siyasal
hakları kullanmak, klasik hak ve özgürlüklerden dahi mahrum kalırlar.
Hukuk düzeninin yapılanması bahsine gelince, liberal demokrasi ideolojisinde,
hukuk düzenini öznel haklar yapılandırır. Öznel haklar bireysel olaylarda, hangi
bireylerin hangi haklara sahip olacağını belirlemeye izin verir. Ancak cumhuriyetçi
demokrasi ideolojisinde, öncelik veya üstünlük nesnel haklarda olmak üzere, hukuk
düzenini hem nesnel haklar hem de öznel haklar yapılandırır. Nesnel haklar,
eşitlikçi, karşılıklı saygıya, birbirini gözetme ve korumaya dayanan toplum
yaşamının dokunulmazlığını, bu yaşamın devamı için toplum çıkarına tedbirler
almayı sağlayan haklardır. Yani liberal demokraside, tek tek kişilerin
dokunulmazlıkları teminat altına alınırken, cumhuriyetçi demokraside hem kişilerin
tek tek dokunulmazlığı hem de aynı zamanda toplumun dokunulmazlığı teminat
altına alınır. Cumhuriyetçi demokratik rejimde, yurttaşlar nesnel hakları öznel
hakların karşısına koymazlar, aksine nesnel hakların mevcudiyeti öznel hakların
garantisidir. Hukuk düzenini yapılandıran, birinde sadece öznel haklar, diğerinde
hem nesnel hem de öznel haklar olunca, demokratik sürecin işlevi de iki anlayışta
birbirinden farklılaşmaktadır.
Nitekim liberal demokrat ideolojide, demokratik sürecin işlevi, devleti özel çıkarlar
doğrultusunda programlamaktır. Daha açık bir ifadeyle, demokratik sürecin işlevi,
özel çıkarların birleşik hedefler haline dönüştürülerek devlet mekanizmasına kabul
ettirilmesidir. Cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde demokratik sürecin işlevi
topyekun toplumsallaştırmadır. Bir diğer deyişle, demokratik sürecin işlevi, tüm
yurttaşların birbirlerine bağlılıklarını devamlı kılmak, aralarında var olan birbirini
kabullenme ilişkilerini bilinçli ve iradeli bir şekilde geliştirmektir. Dolayısıyla
liberal demokrasi çıkar odaklı bir demokrasi ideolojisine, cumhuriyetçi demokrasi de
değer odaklı bir demokrasi ideolojisine sahip, denilebilir.
Bu bağlamda, demokratik rejimin yeni benimsendiği ve hatta zayıf olduğu süreçte,
demokratik rejimin kurumsallaşması açısından cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisinin, liberal demokrasi ideolojisine göre daha işlevsel olduğunu belirtmek
gerekir. Bir kez demokratik rejim kurumsallaştıktan sonra, liberal veya diğer
demokrasi ideolojilerinin iktidara gelmesi, rejim için tehlike arz etmeyecektir. Fakat
zayıf bir demokratik rejimde cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi dışındaki demokrasi
ideolojilerinin iktidara gelmesi, rejimde sorunların doğmasına neden olacaktır.
Her iki demokrasi ideolojisinin esaslarını bu şekilde özetlendikten sonra, Atatürk’ün
ulus-devletin kuruluş sürecinin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmiş
olması varsayımı ile neyin kastedildiğini açıklamak uygun olur. Ancak bu
açıklamayı yapabilmek için öncelikle Atatürkçülüğün/Kemalizmin ideoloji-bilim
ilişkisi bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
8
Bilim de ideoloji dünyayı anlamlandırmayı amaçlar. Ancak bilim, açık uçlu ve
devrime uğratılabilir bir yapı; ideoloji ise kapalı, döngüsel ve kendi kendini
onaylayıcı bir yapı arz eder. Şu halde bilim düşünce formu ya da bilinç biçimine,
ideoloji ise değerler kümesine karşılık gelir. Bilim; olgusal, rasyonel, objektif,
eleştirici ve genelleyicidir. İdeoloji ise tarihsel, irrasyonel, sübjektif, dogmatik ve
seçicidir. Böyle bir tasnif ‘bilimsel gerçek’ veya ‘ideolojik dogmatizm’ ifadelerini
de anlamsız kılmaktadır. Çünkü gerçek zaten bilimseldir, dogmatik olan da
ideolojiktir. Fakat bu ideolojilerin olmaması gerekliliği gibi bir yargıya
vardırılmamalıdır. Bilakis ideolojiler gereklidir. Kaldı ki insanın çevresinde olup
bitenleri anlamlandırmaktan uzak kalması beklenemez. İnsan çevresinde olup
bitenleri anlamlandırmaya devam ettiği müddetçe de ideolojiler var olmaya devam
edecektir.
Burada, ideolojilerin bilimsel düşünce için tehlike oluşturup oluşturmadığı sorusu
akla gelebilir. Aydınlanmış bir akıl için ideoloji tehlike oluşturmaz. Aksine, ideoloji,
aklın aydınlatıcı ışığına katkı sağlar. Bununla beraber aydınlanmamış bir aklın
ideolojik bağlılığı bilimsel düşünce için tehlike oluşturur. Kaldı ki bilim, insan için
olduğuna göre, aydınlanmamış bir aklın ideolojik bağlılığı, tüm insanlık için tehlike
yaratır. Öte yandan aydınlanmış bir aklın ideolojik bağlılığı; ideoloji; tutku ve
önyargıları düzenleyip sistematik hale getirdiğinden, akıl ile tutku/önyargı
arasındaki mesafenin açılmasına neden olacaktır. Böylece akıl, bilimsel olan ile
ideolojik olanı ayırabilecektir. Bu ayrışma ise akla, çevresinde olup bitenleri
anlamlandırmada kolaylık sağlayacaktır. Dolayısıyla tercihlerini ve adımlarını bu
anlamlandırma üzerinden yapabilecektir. Bu ise ona öngörebilirlik ve dolayısıyla da
güven duygusu verecektir. Bu güven duygusu ise toplumda barış ve istikrarın
garantisi olacaktır.
Bu açıklamalardan sonra Atatürkçülük/Kemalizm ideoloji-bilim ilişkisi bağlamında
değerlendirilmesi bahsine gelinirse; Atatürkçülük/Kemalizm bilimsel olan ile
ideolojik olan arasındaki mesafenin ulus-devletin üyelerince okunmasını sağlayan
kurucu düşüncedir, demek doğru olur. Diğer bir deyişle Atatürkçülük, hem bilimin
hem de ideolojilerin oluşabilmesi için bir zemindir. Kurucu düşünce, gerçekliğe
ulaşma ve onu yasalar ile belirleme çabasının altyapısını hazırlamayı amaçlar,
yurttaşlara ‘kanıtlama’ ile ‘inandırma’ eylemleri arasındaki mesafeyi gösterir. Şu
halde Atatürkçülüğü/Kemalizmi bir ideoloji olarak nitelendirmenin yanlış olduğunu
söylemek mümkündür. Kabul etmek gerekir ki Atatürkçülüğün ‘duygusal’ bir tarafı
vardır, bunun ise Milli Mücadeleden kaynaklandığı açıktır. Fakat bu duygusallık onu
ideoloji yapmaz. Atatürkçülük ideolojilerin var olabilmesi için bir zemin oluşturur.
Bu zemin ise Batı Avrupa devletlerinde var olan ve yüzyıllar sonucunda kanlı savaş
ve mücadeleler ile erişilmiş zeminden başkası değildir. Atatürk, Batı Avrupa
devletlerindeki bu zeminin ‘olgunlaşmış’ halini Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
zemini olarak benimsemiştir. Böylece yüzyıllar sonucunda erişilmiş olan bu zemin,
Türk Devrimi ile bir çırpıda kabul edilmiştir.
Bundan Atatürkçülüğün bir bilim olduğu anlamı çıkartılmamalıdır. Tekrar etmek
gerekirse, Atatürkçülük bilimin de zeminini oluşturan kurucu düşüncedir. Öte
9
yandan Atatürkçülüğün bir felsefe olduğu da düşünülmemelidir. Çünkü
Atatürkçülük, her cevabın yeni bir soruya meydan verdiği durmak bilmeyen bir
sorgulama sürdürülmesinin de zeminini oluşturmaktadır. Burada varılmaya çalışılan
sonuç şudur: ‘Atatürkçülük, bilim-felsefe ve ideolojinin üstünde değil, ya da
bunlardan birisi değil, hepsinin en altındaki kurucu düşüncedir.’ Bu kurucu düşünce,
Batı Avrupa devletlerinin zemininin bir benzeri olarak, Türk Devrimi ile Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin altyapısını oluşturmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, kurucu düşüncenin kullandığı kavramlar ve yöntemler,
bilimi/felsefeyi/ideolojiyi çağrıştırabilir. Ancak bu çağrışım, Atatürkçülüğün
bunlardan biri olduğundan değil, Atatürkçülüğün bunların doğması ve yaşaması
zeminini oluşturmasındandır. Burada, bu kurucu düşüncenin bir doktrin olup
olmadığı sorusu akla gelebilir. Atatürkçülük bir doktrin değildir. Atatürkçülük, tüm
öğretilerin doğması ve yaşamasının güvencesidir. Burada dikkati çekmek gerekir ki,
kurucu düşünce, zemini; modern, kapitalist, demokratik bir devlet olarak
belirlemiştir. Şu halde, kendisi ideoloji olmamakla birlikte, kurucu düşüncenin
öngördüğü bu zeminin belli bir toplumsal, belli bir iktisadi ve belli bir siyasi
ideolojiye karşılık gelmesinden hareketle, onun bir ideoloji olduğunu varsaymak
zorlama bir yaklaşım olur.
Kurucu düşüncenin belirlediği zeminin toplumsal, iktisadi ve siyasi ayakları birer
ideolojidir. Daha açık bir dille Türkiye Cumhuriyeti Devleti yaratılırken; toplumsal
sistemin Aydınlanma ideolojisi, siyasi sistemin demokrasi ideolojisi, iktisadi
sistemin kapitalizm ideolojisi ile kurulması öngörülmüştür. Hemen belirtmek gerekir
ki siyasi sistemde demokrasi bir ideoloji olarak kabul edilirken, bunun cumhuriyetçi
demokrasi olması gerektiği düşünülmemiş, ama ulus-inşa sürecinde cumhuriyetçi
demokrasinin işlevsel olduğu düşünüldüğünden, bu demokrasi ideolojisi
benimsenmiştir. Yoksa liberal veya sosyal demokrasi veya diğer demokrasi
ideolojileri reddedilmiş değildir. Demokrasi ideolojilerinin ise ancak kapitalist bir
iktisadi sistemin türevi olabileceği öngörülmüştür. Ayrıca, kurucu düşünce,
toplumsal sistem için Aydınlanma ideolojisinin kabul ederken, Aydınlanma
ideolojisini, demokrasi ideolojilerinin yaşamasının bir garantisi olarak görmüştür.
Kurucu düşünce, İslam dini yerine aklı kutsallaştırmıştır. Dindeki ilahi varlık olan
tanrının yerini, modernleşme süreci tamamlandığında, yurttaşın alacağı
öngörülmüştür. Dinin alanı, aklın ve bilginin sınırlarının ötesinde olduğundan, bu
alanın daraltılması suretiyle yurttaşın aşkın olarak kendini göreceği, dolayısıyla
kutsal söze dayalı değil, kendi aklına yani kendi sözüne dayalı bir anlamlandırma
yapması öngörülmüştür. Bu bir kez sağlandıktan sonra ise bu zemin üzerinden
dünyevi olmayan ideolojilerin sınırlandırılması söz konusu olmayacaktır. Çünkü
modernleşme tamamlandıktan sonra zaten dünyevi olmayan hiçbir ideoloji yaratılan
zemin üzerinden yükselemeyecektir.
Hemen belirtmek gerekir ki bugünlerde aşırı sağ hareketleri meşrulaştırmak için
kullanılan ‘muhafazakar modernleşme’ veya ‘İslami modernleşme’ şeklindeki
10
ifadeler zorlama tamlamalardır. Birbiri ile zıt özlere sahip iki kavramdan yeni bir
kavram yaratmak kuşkusuz yaratıcıdır. Ancak bu yaratıcı edim(!), Batı Avrupa
devletlerinin zemini ile bağdaşmazlık arz etmektedir. Üstelik bu yaratıcı edim(!),
tam da kurucu düşüncenin kurmaya ve sağlamlaştırmaya çalıştığı zemindeki taşların
yerinden oynatılmasının hem bir nedeni hem de bir sonucudur. Kuşkusuz eğer
zeminin taşları yerlerinden oynatılmasaydı, bu sağlam zemin üzerinden bu gibi
ifadeler ya hiç doğmayacak, doğsa da bugünkü kadar popüler ve kabul edilir
olmayacaktı. Çünkü aydınlanmış bir toplumda, bu gibi varsayımlar bilimsel bilgi ile
sorgulanabilecek ve kavramlar üzerinden yapılan bu gibi tahrifatlar reddedilecektir.
Daha ötesi toplum, bilimsel bilgi ile değer yargısı arasındaki mesafeyi okuyabilecek
yetkinliği ulaşmış olacaktır. Oysaki bugün, kurucu düşüncenin kurmaya ve
sağlamlaştırmaya çalıştığı zemindeki taşların yerinden oynatılmasının hem bir
nedeni hem de bir sonucu olarak, Türk siyasal yaşamı zorlama tamlamalarla
açıklanmaya çalışılmakta, bu açıklamalar üzerinden de aşırı sağ hareketler
meşrulaştırılmakta, daha ötesi İslamcılık gibi totaliter hareketlerin demokrasi ile
bağdaşırlık arz ettiğine dair varsayımlarda bulunulmaktadır.
Yinelemek gerekirse, Atatürkçülüğün veya Kemalizmin bir ideoloji olduğu görüşüne
varmak olanaksızdır. Zaten Türk Devrim ilkelerinin tanımlanmamış olması da bunun
açık delilidir. Daha ötesi kimi aydınlarca ‘Gaullecülük yıkıldı, Bolivarizm yıkıldı,
Nasırizm yıkıldı, Leninizm yıkıldı, Stalinizm yıkıldı….da Kemalizm niye ayakta
hala?’
şeklindeki
sorunun
cevabı
tam
da
burada
yatmaktadır.
Kemalizm/Atatürkçülük
yıkılmamıştır
ve
yıkılmayacaktır
çünkü
Kemalizm/Atatürkçülük bir ideoloji değil, tüm ideolojilerin zemini olan kurucu
düşüncedir. Bir diğer deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılırsa
Kemalizm/Atatürkçülük de ancak o zaman yıkılabilecektir. İlave etmek gerekir ki,
bu kurucu düşünce gücünü anayasadan veya herhangi başka bir yazılı kanundan
veya metinden almamaktadır. Nitekim sadece ideolojiler güçlerini anayasadan veya
yazılı kanunlardan alırlar. Bu sebeple değiştirilen hiçbir anayasa veya kanun, kurucu
düşünceyi silebilecek güçte değildir. Çünkü kurucu düşünce, devletin kuruluş
felsefesinin özünü oluşturmaktadır. Devletin kuruluş felsefesi de ifadesini şu
kavramlarda bulmaktadır: ‘Eşitlik, özgürlük, kardeşlik.’ Bu kavramlar demokrasi
ideolojilerine işaret etmektedir. Şu halde, Türk anayasaları, ister liberal demokrasi,
ister cumhuriyetçi demokrasi, ister sosyal demokrasi ve diğer demokrasi
ideolojilerine göre yapılsın; anayasanın ideolojisi değişebilecek ancak kurucu
düşünce değişmeyecektir.
Atatürkçülüğün/Kemalizmin bir ideoloji olmadığı ortaya konulduktan sonra,
Atatürk’ün ulus-devletin kuruluş sürecinin aktantı olarak cumhuriyeti demokrasi
ideolojisini seçmiş olması varsayımı ile neyin kastedildiğini açıklamak mümkün
olacaktır.
Kurucu düşünce, bir ‘özne’ değil, bir ‘aktörler kümesi’ yani Türk yurttaşlardan
meydana gelen Türk ulusu kümesi yaratmıştır. Burada aktör, bilinç sahibi birey yani
aydınlanmış akılla teçhiz edilmiş yurttaş anlamında kullanılmaktadır. Özne ise,
aydınlanmış aklı ile ideolojik bilince sahip olan birey/yurttaştır. İdeolojik bilince
11
sahip olmayan aktör özneleşmemiş demektir, ki bu beklenmez. Çünkü aktörün,
anlamlandırma yapması insan olma özelliği, düşünen varlık olmasının bir ifadesidir.
Bilindiği üzere her ideolojinin bir öznesi vardır, örneğin sosyalizmin öznesi işçi
sınıfıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, sosyalizm demokrasi ideolojilerinden farklı
olarak ikili sınıflaşma varsayar: ‘İşçi sınıfı ve burjuvazi’ şeklinde. Oysaki demokrasi
ideolojileri sınıflaşmada üçlü ayrım varsayar: ‘alt, orta ve üst sınıflar’ şeklinde.
Buradan cumhuriyetçi ve liberal demokrasi ideolojilerinin öznelerinin kimler olduğu
bahsine dönülürse; cumhuriyetçi demokrasinin öznesi orta sınıf, liberal
demokrasinin öznesi üst sınıftır.
Atatürkçülüğün ise bir öznesi yoktur, Atatürkçülük özneleşme sürecini hazırlamak
için aktörler kümesi oluşturmuştur. Ancak kurucu düşünce, bu aktörler kümesini
oluşturmak için bir eyleyene yani aktanta ihtiyaç duymuştur. Ulus-devletin
kurulması ve Türk Devriminin yerleştirilmesi sürecinde, dönem olarak ifade etmek
gerekirse, 1923-1938 arasında, Atatürk, elverişliliği sebebiyle, liberal demokrasiyi
veya başka bir demokrasi ideolojisini değil, cumhuriyetçi demokrasiyi aktant olarak
belirlemiştir. Onun ölümünden sonra da CHP, bunu 1938-1950 yıllarında
sürdürmüştür. Hemen belirtmek gerekir ki, cumhuriyetçi demokrat ideoloji ile
Atatürkçülük arasındaki bağ bir özdeşlik ilişkisi değildir. Cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisi, kurucu düşüncenin ‘aktant’ı yani ‘kurucu düşüncenin eyleyeni’ bir diğer
deyişle ‘aktif edenidir.’ Zeminin kurulması ve korunması bu aktant üzerinden yani
aktantın öznesinin aracılığıyla sağlanmıştır. Daha açık bir dille, aktantın vekil
öznesi, ki orta sınıfın yokluğu memurları orta sınıf gibi görevi görmekle karşı
karşıya bırakmıştır, aktörler kümesinin oluşturulmasında görevlendirilmiştir.
İşte, sorun tam da buradan doğmaktadır. Türk Devrimi, Batılı ülkelerdeki
devrimlerle mukayese edildiğinde geç kalmış bir devrimdir. Bu devrim sürecine
varış ise Batı Avrupa tecrübesinde olduğu gibi, aktörlerin iktisadi sistemin bir ürünü
olarak doğması, sonra bu aktörlerin özneleşmesi şeklinde gerçekleşememiştir.
Kaybedilmiş yıllar, süratli bir şekilde aktör yaratılmasını ve bu aktörlerin
özneleştirilmesini gerektirmiştir. Batı Avrupa’daki aktörleşme-özneleşme dizisi,
Türkiye örneğinde özne vekilinin aktörler kümesinin kurulmasında görev yapması
şeklinde tezahür etmiştir. Döneme ilişkin ‘bürokrasi diktatörlüğü’ şeklindeki haksız
nitelendirmeleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şu halde, eğer 1923’te
aktörler var olmuş olsaydılar, bir aktör kümesi yaratma süreci yaşanmayacak,
özneleşme sürecine geçilecekti. Dolayısıyla, Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak
savunmak, ancak, aktör-özne farklılığını ihmal etmek ile mümkündür.
Böyle bir ihmal ‘devletin resmi ideolojisi’ ifadesini beraberinde getirir, ki bu
durumda demokratik bir rejimden bahsedilemez. Devletin kurucu düşüncesi olması
ile devletin resmi ideolojisinin olması birbirinden tamamen farklı iki duruma işaret
eder. Antidemokratik bir rejimde resmi ideoloji dışında bir ideoloji, iktidara namzet
olmak şöyle dursun, siyasi alanda var olamaz. Demokratik bir rejimde ise, farklı
ideolojiler iktidara gelebilir, burada bir değişim vardır, ancak kurucu düşünce
sabittir. Bir ulus-devlette, yurttaş, kurucu düşünceyi korur. Çünkü bilir ki, kurucu
12
düşüncenin tasfiyesi, kendinin de yokluğu sonucuna varır. Yurttaş, kurucu
düşüncenin, iktidarda veya muhalefette olamayacağını, onun zemin olduğunu bilir.
Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, bu
bağın kurucu düşünceden kaynaklandığını bilmesi durumunda yurttaş sayılabilir.
Daha açık bir dille, Atatürkçü/Kemalist olmadan, liberal demokrat veya sosyal
demokrat veya cumhuriyetçi demokrat ve bunların türevleri olunamaz. Bununla
beraber, kişi kendini demokrat olarak tanımlamamayı seçebilir. Nitekim demokrasi
siyasi bir ideolojidir. Ancak Türkiye örneğinde böyle bir seçim, kurucu düşüncenin
alternatifi bir kurucu düşünce isteği ile izah edilebilir. Mesela İslamcılığı veya
sosyalizmi bu çerçevede düşünmek mümkündür. Bununla beraber böyle bir
durumda, kurucu düşünceden meşruiyet alan tüm ideolojilerin, alternatif kurucu
düşünce programı olan ideolojiye karşı güç birliği yapması ve bu güç birliğinin,
kurucu düşünceden meşruiyetini alan ideolojilerin özneleri eliyle yapılması beklenir.
Bu süreçte, kurucu düşünceye alternatif kurucu düşünce programı olan ideolojilerin
özneleri ile diğerleri arasında bir çatışma doğar. Bu çatışmada kurucu düşünce
zemini yıpranabilir. İşte demokratik bir rejimde, bu zeminin tamirini öznelerin
yapması beklenir.
Türkiye örneğinde bu zemin tahrip edildiğinde, ki zeminin az ya da çok tahrip
olması, ülkenin gelişmişlik düzeyi ile paralellik arz eder, zemini Türk Silahlı
Kuvvetleri onarır. İşte Türk siyasal yaşamında ordu-siyaset ilişkisinin dedektiflik
isteyen noktası tam da burasıdır. Şöyle ki, TSK’nın bunu bir özne adına mı, özneler
koalisyonu adına mı yoksa aktörler topluluğu adına mı yaptığı, TSK’nın
müdahalesinin olumlanması veya olumlanmaması neticesini doğurur. TSK, bunu
aktörler topluluğu adına yapmış ise sorun yoktur yani ideolojik gerekçe ile değil,
kurucu düşünce zeminini sağlamlaştırmak için yapmış demektir. Burada, bunun kim
adına yapıldığının belirlenmesinin değer yüklü olup olmayacağı sorusu akla
gelebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, bir aktörün/yurttaşın, böyle bir soruyu sorması
beklenmez. Çünkü aktör/yurttaş, kendini aktör/yurttaş yapanın kurucu düşünce
olduğunu bilir, askeri müdahalenin kim adına yapıldığını kurucu düşünce üzerinden
okuyabilir. Nitekim, kurucu düşünce, yurttaşın bilimsel düşünce ile ideoloji
arasındaki mesafeyi görmesini sağlar.
Fakat hukuken yurttaş sayılan ancak fiilen yurttaş olamayan, yani yurttaşlaşamamış
kişilerin böyle bir okumayı yapmakta güçlük çekeceği açıktır. İşte tam da bu
noktada aydınların bu okumayı yapması yani rehberlik etmesi beklenir. Aydının bu
okumayı yaparken, kurucu düşünceyi tahrif etmeyeceği varsayılır. Oysaki Türk
siyasal yaşamı, geniş kütlenin kendi başına bir okuma yapamaması, ona rehberlik
eden aydınların ise bu okumada kurucu düşünceyi tahrif etmelerinin örnekleri ile
doludur. Mesela 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan müdahale, Demokrat Parti
iktidarının zemini tahrip etmesinin bir sonucudur. Zemin 1961 Anayasası ile aslına
uygun şekilde TSK tarafından tamir edilmiştir. TSK, bunu, aktörler topluluğu adına
yapmıştır. Burada eğer aydınlar, müdahalenin belli bir özne adına yapıldığı
iddiasında bulunursa, söz konusu değerlendirme, kurucu düşünce ile çeliştiğinden,
aydın, sorumluluğunu yerine getirmekten uzak bir değerlendirme yapmış olur.
13
12 Mart 1971 Muhtırası ele alındığında, kurucu düşünce ölçeğinden bakıldığında,
TSK’nın bunu, özneler koalisyonu adına yapmış olduğu çıkmaktadır. Daha açık bir
dille, sağ ideolojilerin özneleri adına yapılmıştır. Yani zemin, kurucu düşünceye
uygun olarak tamir edilmemiştir. Daha ötesi, TSK’nın müdahalesinde kendini
göremeyen sol ideolojiler sivil rejime geçer geçmez daha da radikalleşmişler, zemin
tekrar yıpranmıştır. 12 Eylül darbesi ile ise zemin aslına uygun olarak onarılmak
yerine, zeminin taşları sökülmüş, yerine yenileri takılmış, zeminde çatlaklar
oluşmuştur. 12 Eylül darbesini 12 Mart muhtırasının devamı olarak görmek
mümkündür. Şu halde 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri, her ne kadar
meşruiyetlerini kurucu düşünceden almış olduklarını iddia etseler de, bu iddianın
yanlış olduğunu halka anlatacak olan aydınlardır. Eğer aydınlar bu iki müdahalenin
aktörler topluluğu adına yapıldığını iddia ederlerse, aydınlar, sorumluluklarının
gereği bir değerlendirme yapmamış olurlar.
Mesela, 28 Şubat 1997 tarihindeki muhtıra ele alındığında, bu muhtıra ile zemindeki
çatlakların onarılmak yerine çatlaklar üzerine cila çekildiğini görmek aydının
görevdir. Aydının bunu görmek şöyle dursun, bu müdahalenin, demokrasi karşıtı bir
hareket olduğunu iddia etmesi, kurucu düşünce ölçeğini kullanmadığını ortaya
koyar. Kurucu düşüncenin karşısında yer alındığında ise herhangi bir demokrasi
ideolojisine bağlılık mevzu bahis olamayacağından, aydın demokratik rejime en
büyük zararı verenlerden olacaktır. Bununla beraber, aydın, kurucu düşüncenin
karşısında bir kurucu düşünce önerisine sahip olabilir, ancak bu kez de savunduğu
ideolojinin gerektirdiği kurucu düşüncenin, ‘demokrasi’ olarak topluma sunulması,
bu aydının, savunduğu ideoloji ile söz konusu ideolojinin öngördüğü yeni kurucu
düşünce arasındaki ayrımı belirsizleştirmeye çalışması, topluma en büyük zararı
verir. Çünkü aydının totaliter ideolojiler ile demokrasi ideolojileri arasındaki
ayrımın belirsizleştirmesi, yurttaşlaşamamış kişiler üzerinde öngörülemeyen etkiler
yaratabilecektir. Bu öngörülemez etkiler sorunlaşabilecek, siyasi sistemde oluşan bu
sorunlar, iktisadi ve toplumsal sistemde de yeni sorun yumakları yaratacaktır.
Bu bağlamda, Türk siyasal yaşamında ideolojilerin, kurucu düşünce ile kurdukları
bağın Türk demokrasisinin istikametini belirlediğini, daha ötesi dolaylı olarak
iktisadi ve toplumsal yapıyı da etkilediğini, bu sebeple de aydınlara her zaman
önemli sorumluluklar düştüğünün altını çizmek gerekir. Türk siyasal yaşamından
örnekler verilmek suretiyle aydınların sorumluluk sahibi olması gerekliliği ile neyin
kastedildiğine açıklık getirmek uygun olur. Mesela 1950 lerde cumhuriyetçi
demokrasi ve liberal demokrasi Atatürkçülük ile ilişkisini tasvip üzerinden,
1960 larda Marksist sosyalizm Atatürkçülük ile ilişkisini red üzerinden, milli
sosyalizm kısmi red, yine mesela İslamcılık red üzerinden, 1980 lerde
Türk-İslamcılık, sosyal demokrasi ve liberal demokrasi kısmi red, 1990 larda
İslamcılık ve liberal sosyalizm tam red üzerinden kurmuştur. Burada, alternatif
kurucu düşünce programı olan ideolojiler dışarıda bırakılırsa; meşruiyetini kurucu
düşünceden alan ideolojilerin ya da en azından aldığı iddiasında olan ideolojilerin,
kurucu düşünceyi oluşturan kimi unsurlar üzerinde mutabık olunup olunmayacağını
tartışmalı hale getirmek suretiyle, demokratik rejimi işlemez kıldıklarını, bunun bir
sonucu olarak da, alternatif kurucu düşünceye sahip ideolojilerin güçlendiğini
söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, 1960 ların ve 1970 lerin sosyalizmini ve
14
1990 lar ve 2000 lerin İslamcılık ve Kürtçülük ideolojilerinin kuvvetlenmesini bu
çerçevede değerlendirmek yanlış olmaz.
Şu halde Türk siyasal yaşamında, totaliter akımların güçlenmesinin sebepleri
arasında aydınların kurucu düşünce ile savundukları ideoloji ilişkisinin sorunlu
kurulmasına göz yummalarında aramak abartılı olmayacaktır. Nitekim, Türk siyasal
yaşamında, kurucu düşünce üzerinde ideolojilerin tam mutabakat içinde oldukları
dönemlerde, daha açık bir dille toplumsal, iktisadi ve siyasi rejimin esaslarında
birleştiklerinde, askerin siyasete müdahale etmesinin sonuçlarının aktörler
topluluğunun yani Türk ulusunun çıkarına olduğunu söylemek yanlış olmaz. Demek
ki, ideolojilerin kurucu düşünce üzerindeki mutabakatında aydınların rolü
belirleyicidir. Buna delil olarak 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 28 Şubat 1997
muhtırası gösterilebilir. Burada, aydınların belirleyici rolünün az gelişmiş ülkelere
mahsus olduğu öne sürülebilir. Bu iddiaya itiraz edilecek değildir.
Öte yandan, gelişmiş ülkelerde de aydınların sorumlulukları olduğunun altını çizmek
gerekir. Mesela ABD hükümetinin 11 Eylül 2001 saldırısından sonra, bir dizi
güvenlik yasası çıkarması ve bu yasaları uygulamasının demokrasi ideolojisi ile
bağdaşmadığına dayanarak ABD li liberal demokrat aydınlar, Amerikan toplumuna,
bu yasalara muhalefet etmede önderlik etmişlerdir. Amerikalı aydınların bu rehberlik
görevini görürken, sorumluluklarına uygun davranıp davranmadıklarını tespit etmek
için ABD kurucu düşüncesine bakmak gerekir. Eğer bu kurucu düşünce ile söz
konusu aydınların bu hareketleri paralellik arz etmek ise, Amerikalı aydınların da
sorumluluklarını yerine getirmiş oldukları söylenebilir. Nitekim ABD kurucu
düşüncesi bağlamında Amerikan aydınlarının sorumluluklarını yerine getirdikleri
söylenebilir.
Mesela İngiliz demokrasi tarihinden bir örnek vermek gerekirse; 1968, 1974 ve 1979
yıllarında üç askeri müdahale girişimi de İngiliz aydınları tarafından engellenmiştir.
Nitekim bu sebeple İngiltere ‘başarısız askeri müdahaleler ülkesi’ olarak
anılmaktadır.1 Burada İngiliz aydınlarının askeri müdahaleleri engellemelerinin
aydın sorumluluğu ile bağdaşıp bağdaşmadığının cevabını Britanya kurucu
düşüncesinde aramak gerekir. İngiliz demokrasi geleneği, devrimci değil, evrimciliği
esas aldığından, İngiliz aydınlarının da aydın sorumluluğu ile bağdaşır
davrandıklarının altını çizmek gerekir. Fransız demokrasisinden 2000 li yılların
ortalarında görülen ‘dini sembollerin kamusal alanda kullanımı’ meselesine Fransız
aydınlarının yaklaşımı da bir diğer örnek olarak gösterilebilir. Fransız aydınlarından
dini sembollerin kamusal alanda kullanımının karşısında yer alanların, Fransız
kurucu düşüncesi ile ideoloji arasındaki mesafeyi okuyup, Fransız kurucu düşüncesi
ile bağdaşır bir değerlendirme yaptıklarını, bu değerlendirmeleri ile Fransız
toplumuna önderlik ettiklerinin altını çizmek gerekir.
1
Ted Grant, ‘A Coup in Britain’, Socialist Party (ed.), The State A Warning to the Labour Movement,
London:Militant Publishing, 1983, s.17.
15
Kurucu düşüncenin değiştirilmesi durumunda aydınların sorumluluklarını yerine
getirmede güçlük çektikleri rastlanır ve beklenir bir durumdur. Mesela Sovyetler
Birliğinin dağılması ile birlikte ‘kurucu düşünce ve ideoloji özdeşliği’ de yıkılmıştır.
Daha açık bir deyişle, sosyalizm yani ‘devletin resmi ideolojisi’ ortadan kalkmıştır.
Rusya Federasyonu da yeni bir kurucu düşünceyi benimsemiştir. Rusya’da
ideolojilerin bu kurucu düşünce üzerinden yükselmesi öngörülmüştür. Ancak
dönüşüm esnasında, sosyalist tecrübenin etkisi bir çırpıda silinemediğinden, yeni
kurucu düşünceye alternatif olarak eskiyi yani ‘kurucu düşünce ve ideoloji
özdeşliği’ni savunan partiler var olmuştur. Rusya Federasyonunda kurucu
düşüncenin kurumsallaşmasından sonra, totaliter akımların zayıflayacağı
düşünülmektedir. Fakat Rus aydınlarından bazıları totaliter akımları, yeni kurucu
düşünce ile bağdaşmazlık arz etse de savunmaya devam etmektedir. Söz konusu Rus
aydınlarının sorumluluklarını yerine getirmedikleri söylenebilir.
Kurucu düşünce ve ideoloji arasındaki mesafenin ayrıştırılması ve aydınların
bundaki rolü bahsinde bir başka örnek de İran üzerinden verilebilir. İran’ın kurucu
düşüncesi 1979 İslam devrimi ile değişmiştir. Bu değişiklik ile kurucu düşünce ile
ideoloji özdeşliği zorunlu kılınmıştır. Daha açık bir dille İran’da İslamcılık resmi
devlet ideolojisi olarak kabul edilmiştir. Şu halde, bugün İslamcılığa muhalefet eden
aydınların, devletin resmi ideolojisi ile bağdaşmaz bir tutum içinde olduklarını
söylemek mümkündür. Öte yandan, demokrasi ideolojisine bağlı bu aydınların
muhalefeti, demokrasi ideolojileri çerçevesinde haklıdır. Çünkü demokrasi
ideolojileri ‘Aydınlanma’ ideolojisine dayanır ve İslamcılık ile aydınlanma
bağdaşmaz. Fakat bu, İran rejimi yasaları çerçevesinde demokrasiyi savunan
aydınların cezalandırılması -ki bu cezalar arasında taşlama, idam vb. vardırengellemez, bu cezalar hukukidir. Hatırlatmak gerekir ki, eğer İran aydınları totaliter
rejim tehlikesini 1979 İslam Devrimi öncesinde görebilmiş ve sorumluluklarını
yerine getirmiş olsalardı, bugün İran’da totaliter rejim yerine demokratik bir rejim
olacağını tahmin etmek güç değildir.
Tüm bu ülke örnekleri verilmek suretiyle varılmaya çalışılan nokta şudur:
Aydınların kurucu düşünce ile ideolojiler arasındaki ayrım üzerinden topluma
rehberlik etmesi beklenir. Aksi bir duruma rastlamak mümkündür. Fakat bu aksi
durum, gelişmiş bir ülkede sorun yaratmayabilir; az gelişmiş bir ülkede ise sorun
yaratmakla kalmaz; siyasi, iktisadi ve toplumsal sistemde yıkıcı tehlikelerin doğması
ve beslenmesine olanak verir.
İşte bu çalışmanın konusu olan Forum Dergisi aydınlarının da birbirlerinden farklı
ideolojilere sahip olmalarına, hatta iki farklı partiyi desteklemelerine rağmen, aynı
Dergi çatısı altında birleşmelerini ve demokrasi mücadelesi vermelerini, onların
1954-1960 arası dönemde, kurucu düşünce üzerinde mutabık olmalarında aramak
gerekir. Nitekim onların bu yaklaşımları, aktif olarak görev aldıkları partilerin de
birbirleriyle kurucu düşünce üzerinde mutabık olmalarına katkı sağlamıştır. Öte
yandan Demokrat Partinin on yıllık iktidarında, kurucu düşünceyi redde varacak bir
yol katetmesi, bu partinin siyasetten tasfiyesi ile sonuçlanmıştır. Partinin aydınların
uyarılarına kulak tıkaması kendi sonunu hazırlamıştır.
16
Forumcular, Türkiye için en uygun siyasi rejimin demokrasi olduğunu
düşünmüşlerdir. Bu sebeple, DP’nin, demokratik rejimi tasfiye etme planını fark
eder etmez, liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm Forumcular, siyasi
ideoloji farklılıklarını bir kenara bırakmışlar ve kurucu düşüncenin korunması
mücadelesi vermişlerdir. Bu mücadelenin önemi saklı tutulmakla birlikte, ihmal
edilmemesi gereken bir husus da, o yıllarda, liberal demokrasi kuramının kapitalist
sistemi işletecek model olarak devlet müdahaleciliğini kabul etmesi, bunun ise
liberal demokrasi ile cumhuriyetçi demokrasi arasında kapitalist sistemi işletecek
model üzerinden yapılan tartışmayı 1970 li yılların ortalarında yaşanacak iktisadi
krize kadar ertelemiş olmasıdır.
Forumcular, Türk modernleşmesi tamamlandığında ve eş zamanlı olarak da
kapitalistleşme ve demokratikleşme süreci işletildiğinde, totaliter hiçbir akımın
toplumda taban bulamayacağını düşünmüşlerdir. Forumcular, kurucu düşüncenin
dondurulması ve çeşitlendirilmesinin, siyasi alanda totalitarizmi besleyeceğini
öngörmüşlerdir. Burada kullanılan ‘dondurulma’ ifadesi ile kastedilen, Türk Devrim
ilkelerini biçimsel/dönemsel/tarihsel bir kabule hapsedip, bunları statikleştirmektir.
Türk devrim ilkelerinin özünün değişmezliği mahfuz kalmak şartıyla, Forumcular,
ilkelerin rehberliğinden her zaman istifade edilebileceğini savunmuşlardır. Burada
kurucu düşüncenin ‘çeşitlendirilmesi’ ifadesi ile Türk Devrim ilkelerinin farklı
ideolojiler tarafından seçmeli olarak kabul edilmesi, hatta ‘doğru ilkeler ve yanlış
ilkeler’ veya ‘benimsenmiş ilkeler ve benimsenmemiş ilkeler’ şeklinde ayrıma
gidilmesi, bunun sonucu olarak da her ideolojinin kendine özgü Atatürkçülük tarifi
olmasına işaret edilmektedir. Bu durumu, her ideolojinin Atatürkçülüğe farklı
eklemlenmesi olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır.
Forumcuların kurucu düşüncenin dondurulması/çeşitlendirilmesine karşı aldığı
tavrın, bugün öne sürülen ‘tek bir Kemalizm/Atatürkçülük yok, pek çok Kemalizm
var, sağ Kemalizm, sol Kemalizm, devletçi veya liberal Kemalizm, muhafazakar,
reformcu Kemalizm var..’ şeklindeki iddialara cevap teşkil ettiği düşünülmektedir.
Gerçekten de ideolojiler dondurulabilir veya çeşitlendirilebilir, bir ideolojiden yeni
bir ideoloji doğabilir, ancak Atatürkçülük için bu olası değildir, çünkü Atatürkçülük
bir ideoloji değildir. Nitekim Atatürk ve onun ölümünden sonraki takipçileri de
Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak görmemişlerdir. Şu halde Forumcuların, Atatürk’ü
anlayarak, onun takipçisi olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Derginin,
kurucu düşünceyi, Atatürk’ün öngördüğü şekilde aslına uygun olarak kabul etmek
suretiyle okuyabilmiş olması, onun, Türk siyasal yaşamında istisnai bir dergicilik
örneği teşkil etmiş olduğuna delil olarak gösterilebilir. Bu bakımdan Forum, Türk
fikir hayatında, kendisinden önce çıkartılmış Kadro Dergisi ile kendisinden sonra
çıkartılmış olan Yön Dergisinden farklı bir mevkide bulunmaktadır.
Çalışmada, Forum Dergisinin çizgisini ortaya koymak bakımından önem arz ettiği
ve Türk siyasal yaşamında ihmal edilmemesi gerektiği düşünülen kimi hususlar
tespit edilmiştir. Bu hususların ihmalinin Forumcuları anlamayı güçleştireceğinin
kaydetmek gerekir. Bunları on maddede özetlemek mümkündür.
17
Birincisi, 1923-1950 arası dönemde Türk ulus-devletinin inşa edildiğini, dolayısıyla
herhangi bir dönem incelemesi ile aynı kavramlarla inceleme yapmanın analizi
yanlış kılacağı gerçeğini ihmal etmemek gerekmektedir. Şöyle ki, Türk ulus-devlet
kurgusu açısından Atatürk mükemmelliği, kusursuz türdeşlik ile eş anlamlı
tutmuştur. Bu türdeşlik düşüncesinin ayrıntılarına inildiğinde, ulusun aynı dili
konuşması ve aynı tarih mirasını paylaşan, ortak düşmanları bulunan bir insan
topluluğu olarak kurgulandığı görülür. Burada dikkat edilecek olan nokta Türk ulusdevletinin inşasında mükemmellik tanımı içine ‘aynı soydan gelme’ ile ‘aynı dine
mensup olmanın’ dışlanmış olduğudur. İşte bu sebepledir ki gayri Müslim azınlıklar
da, farklı etnik kökenden gelen Müslüman kesimler de Türk kabul edilmiştir. Türk
olmak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olmak ile aynı anlamda
kullanılmıştır.
İkincisi, Atatürk Türk ulus-devletini tasarlarken kendisinden sonra gelecek
kuşakların, kendisinin takipçisi olacağı varsayımıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla,
tasarımında, ulus-devletin yapısına dair en ufak bir müdahalenin, ulus-devleti
çökertecek bir girdi olarak, yani devleti tümden yıkacak bir unsur olarak işlev
göreceği dengesi esas alınmıştır. Hatta öyle ki, Atatürk’ün tasarımından en ufak bir
adım uzaklaşma, toprak kaybı ile sonuçlanacak ve nihayetinde Türk ulusunu
topraksız kalabilecek noktaya varacak tehlikelere gebe kalacak şekilde
öngörülmüştür. İşte tam da bu, tüm yurttaşların Türk ulusunun bir parçası ve aynı
zamanda Türk ulusu ile kendilerini özdeş görmelerini zorunlu kılmaktadır.
Aksi halde topyekun ‘vatansız’ kalınabilecektir. Atatürk’ün bu tasarımında Osmanlı
Devletinin yıkılış tecrübesinin izlerini görmek mümkündür. Bununla beraber böyle
bir tasarımı Ahmet İnsel’in nitelendirdiği gibi ‘Kemalizm’in asabiyyesi’ olarak
nitelendirmek yanlıştır. Çünkü böyle bir nitelendirme, Atatürk’ün tasarımını sadece
‘devleti korumak ve kollamak misyonuna’ indirger ki bu doğru değildir. Daha ötesi
böyle bir nitelendirme Türk ulus-devletinin ‘bir proje girişimi’ olarak
göstereceğinden isabetli değildir. Çünkü sorun, Atatürk’ün tasarımında değil; onun
takipçilerinin, onun işaret ettiği yolu izleyip izlemediklerinden doğmaktadır.
Şöyle ki, siyasi iradenin, tasarımdaki mükemmellik tanımını doğru okumayıp,
mevcut kılınmak istenene ulaşmak yerine, mevcut olanda durması; mevcut ile
mevcut olması gereken arasındaki mesafeyi açacağından; siyasi, iktisadi ve
toplumsal sistem sorun üretecektir. Mesafe kapatılmadığı sürece bu sorunlar, bir
yandan Atatürk’ün tasarımını ‘bir proje girişimi’ olarak gösterecek, diğer yandan da
sistem kimi zaman süratlenerek kimi zaman yavaşlayarak yıpranacak ve kaçınılmaz
son olan çöküşe doğru yol alacaktır. İşte Demokrat Partinin on yıllık iktidarını da bu
çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani sorun sadece DP’nin gittikçe
antidemokratik uygulamalara imza atmış olmasının ötesinde, ulus-devletin varlığını
sürdürmesinin tehlikeye girmesidir.
1950-1960 döneminin olaylarından birkaç hatırlatma yapmak gerekirse, mesela Rum
kökenli yurttaşlarla ilgili DP’nin icraatlarına CHP’nin sert eleştirilerde bulunması,
18
onların Türk ulusunun bir parçası ve aynı zamanda Türk ulusu ile özdeş olmaları
kabulünü yıpratıcı, onları farklılaştırıcı uygulamalar olduğu gerekçesiyledir. CHP,
bu uygulamaların; mevcut ile mevcut olması gereken arasındaki mesafeyi açmak
olduğu bilinciyle DP iktidarını uyarmıştır. Benzer şekilde petrol kanununun Mecliste
görüşülmesi sırasında CHP’nin itirazları, yabancı sermaye karşıtlığından değil, bu
kanunun uygulanması ile mevcut olması gereken arasındaki mesafenin açılabileceği
tehlikesini görmesindendir. Nitekim bugün Ortadoğu’da yaşananlar onların bu
öngörüsünü haklı çıkartmıştır.
Üçüncüsü; ulus-devlet inşasında Atatürk’ün ve Atatürk’ün takipçisi olanların
kullandığı üç temel araç yani eğitim, ordu ve siyasi katılım veya seçimi, herhangi bir
kurulu ve hatta yaşlı ulus-devletteki uygulamalarla mukayese etmekten kaçınılması
zorunluluğudur. Şu halde 1923-1950 arası dönemde, zorunlu eğitim yoluyla
bireylere ulus oluşturma bilincinin aşılanması, ordunun bir yurttaşlık okulu işlevi
görmesi, seçimlerin de başlangıç için öncelikle ortak bir siyasi kültür oluşturmaya
hizmet edecek şekilde öngörülmesi yani sınırlı demokrasi uygulamaları, despotizm
veya totalitarizm veya diktatörlük yakıştırmaları için mesnet oluşturmamaktadır.
Ulus-devletin, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu yaratması süreci, araçların
kullanımına dair demokratik-antidemokratik tartışmasına kapalıdır. Daha ötesi bu
araçların kullanımına dair ‘özel alan yok edilmiştir’ şeklindeki ifadeler büsbütün
anlamsızlaşmaktadır. Çünkü uluslaştırma sürecinin, her gün ve her an devam eden,
ara verilmeksizin her uygulamada kendini gösteren bir süreç olması beklenir bir
durumdur. Bu durmaksızın işletilmesi gereken süreçte, buna karşı duranlara karşı
zora dayalı tedbirler öngörülmesi ve bu tedbirlerin uygulanması da doğaldır. Bu
noktada İtalyan birliği hareketinin liderlerinden Massimo d’Azeglio’nun 1860
yılında ‘İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız’ sözünü hatırlamak
gerekir.
Dördüncüsü, halk ile ulus terimlerini kullanırken, halkın bireyler topluluğu, ulusun
ise bunun ötesinde yazılı veya yazılı olmayan bir ortak çıkar birliği ile bir araya
gelmiş insanlar olduğu farkını bulanıklaştırmamak gerekir. Şu halde bu ortak çıkar
birliğini bugünden geriye dönüp tekrar tanımlamaya çalışmak, analizleri yanlış
kılacaktır. Benzer şekilde demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kullanırken,
cumhuriyetin yurttaşların dışında bir kurum olmadığı, cumhuriyetin niteliklerinin
demokrasinin özünü oluşturduğunu, demokrasinin cumhuriyetin en yetkin hali
olduğu gerçeğini ihmal etmek, Türk siyasal yaşamına dair yapılacak her
değerlendirmeyi doğru tespitlerden uzaklaştıracaktır. Ayrıca siyasi, iktisadi ve
toplumsal sistemin birbiri ile bağını göz ardı ederek yapılacak her değerlendirme
hatadan kurtulamayacaktır. Nitekim ‘demokrasi’ incelemesi belli bir iktisadi yapı ve
toplumsal yapı üzerinden yapılabilir. Şu halde 1923-1950 arası kimi uygulamaları
cımbızla seçip ‘işte antidemokratik bir uygulama’ şeklindeki iddialar bilimsel
düşünce ile bağdaşmazlık arz eder. Çünkü böyle bir tutum ancak ‘tarihe karşı hile’
olarak değerlendirilebilir. Daha açık bir ifadeyle bu tutum, mevcut görüşü tarihe
uydurmaktan başka bir şey değildir.
19
Beşincisi, Türk Devrimini dünyadaki diğer devrim tecrübeleri ile mukayese ederken,
Atatürk’ün Fransız Devrim modelini örnek aldığı gerçeğinin ihmal edilmemesidir.
Şu halde zorlama analizlerde, diğer devrim tecrübeleri ile Türk Devrim tecrübesi
arasında paralellik kurulmaya çalışılması hatalı sonuçlar doğuracaktır. Bu bağlamda,
Amerikan Devrim tecrübesi ile Türk Devrim tecrübesinin farkından hareket ederek,
Amerikan Devrim modelinin örnek alınmamasını Türkiye’de demokrasinin
gelişemeyişinin nedeni olarak gösterilmeye çalışılması da ‘tarihe karşı hile’ olarak
değerlendirilebilir. Burada göz önünde bulundurulması gereken husus, Amerikan
Devriminin nedenlerinin esas olarak siyasi ancak Fransız Devriminin nedenlerinin
ise esas olarak iktisadi ve toplumsal sorunlarda aranabileceğidir. Türk Devrimini
hazırlayan süreç ise hem siyasi hem iktisadi hem de toplumsal sorunlardan
kaynaklanmıştır. Bu bağlamda, söz konusu ayrımları göz ardı ederek, ‘iyi Amerikan
Devrimi, kötü Fransız Devrimi’ varsayımları ile Türk Devrimi incelemesinin
yapılması, araştırmacıları bilimselliğin uzağına düşürecektir.
Altıncısı, Türk Devrim felsefesi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini
benimsemiştir. Kurucuların bu kavramları nasıl algıladığını polemikselleştirmeden
tespit etmek önem arz eder. Özgürlük, kendi kendini yönetme becerisi, eşitlik yurttaş
olma ayrıcalığının vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese tanınması, kardeşlik ise
özgürlük ve eşitliği tamamlar şekilde yazılı kurallardan kaynaklanan değil kaynağını
Milli Mücadeleden alan bir duygusal bağ, bütünlük ülküsü olarak kabul edilmiştir.
Bu ilkelere sahip çıkan yurttaşların bir diktatörlük deneyimi ile karşılaşması
beklenmez. Oysaki 1950-1960 arasında diktatörlük rejimini çağrıştıracak
uygulamalara tanık olunmuştur. İşte tam burada, şu gerçek ortaya çıkmaktadır:
Yurttaşların hakları ve ödevleri konusunda aydınlanmamış, daha açık bir dille
yurttaşların bu hak ve ödevlerin kullanımı ile ilgili örgün ve yaygın eğitim almamış
olmaları durumunda, özgürlükten bahsedilemeyeceğinden, yapılan seçimler,
sandıktan demokrat değil demagog çıkartacaktır. Dolayısıyla keyfi bir yönetim
kuracak olan demagogların, topluma demokrat olarak kendini tanıtması tehlikesini
görenler, ki bunların aydınlar olması beklenir, yurttaşlara rehberlik etmesi, ulusun
iradesine zarar vermez, aksine ulusun iradesinin demokratik rejim lehine tecelli
etmesi sonucunu doğuracaktır.
Yedincisi, özgürlüğün, kuralsızlıkların egemen olduğu bir yaşamda var olamayacağı
gerçeği ihmal edilmemelidir. Atatürk’ün yarattığı ve onun takipçileri olanların da
kurumsallaştırmaya çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Devrim felsefesine
bağlılığı esas alır. Şu halde bu felsefeye bağlılıktan uzaklaşıldığında, özgür alanın
dışına çıkılır, daha açık bir dille, bu felsefeye sahip çıkmayan bir kişi özgürlüğünden
vazgeçmiş sayılır. Çünkü özgürlüğün güvencesi devlet yani ulus yani yurttaştır. Şu
halde bunlar arasındaki eşitlik zincirinin bozulması durumunda özgürlüğün yokluğu
tehlikesi ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu ise modernleşmesini tamamlamayan bir
toplumun tam da modernleşme sürecini tamamlamasını zorlayıcı bir unsurdur.
Modernleşme süreci bir kez tamamlandıktan sonra, bu eşitleme kendiliğinden
kalkacak ve bu eşitlemenin kalkması ise, ulus-devleti yıkıcı bir durum arz
etmeyecektir.
20
Ancak eşitlemeyi dışardan müdahalelerle bozmak, tıpkı Demokrat Parti iktidarı
döneminde tecrübe edildiği gibi, ulus-devletin üç ayağında da yani siyasi, iktisadi ve
toplumsal ayaklarında deformasyon yaratacaktır. Bilindiği üzere, söz konusu
deformasyon 27 Mayıs askeri müdahalesi ile durdurulmaya çalışılmış hatta bu
deformasyonu durdurma girişimi 1961 Anayasa modeli ile sabitlenmeye
çalışılmıştır. Ancak deformasyonun izleri bir çırpıda silinemeyeceğinden, daha ötesi
deformasyona sahip çıkıldığından ki Adalet Partisi Demokrat Partinin devamı
olduğunu savunmuş ve öyle de davranmıştır, 1961 Anayasa sistemi, 1961-1980 arası
dönemde, 1923-1950 arası dönemin devamı olamamış, aksine 1950-1960 arası
dönemin devamı şeklinde cereyan etmiştir.
Bu bağlamda, Türk siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatına dair bugün karşı karşıya
kalınan sorunların köklerini 1923-1950 arasında değil, 1950-1960 arasında aramak
gerekir. Bu on yıllık zaman dilimi, 1960 lı ve 1970 li yıllardaki sorunların
tohumlarının atıldığı dönemdir. Nitekim 1971 müdahalesi ve 1980 askeri darbesini
hazırlayan sebepler Menderes hükümetlerinin uygulamalarının sonuçlarıdır. Kaldı ki
1980 darbesi sonrası için de nedensellik bakışı ile ülkenin karşı karşıya kaldığı
sorunların nedenlerini 1950-1960 arası uygulamalarda aramak abartılı olmayacaktır.
Her ne kadar 1961 Anayasa sisteminin hakim olduğu 1961-1980 arası dönemde
kısmi gelişmeler yakalanmışsa da, topyekun bir değişim ve gelişim
sağlanamadığından, 1980 li, 1990 lı ve 2000 li yıllar sorunların düğüm halini aldığı
yıllar olmuştur. 28 Şubat 1997 müdahalesinde olduğu gibi sorun düğümünü
gevşetmeye yönelik atılan her adım ise, düğümün çözülmesinden ziyade sıkılaşması
ve sertleşmesi ile sonuçlanmıştır. Bugün gelinen noktada sorun düğümlerini çözme
imkanı kalmadığından, düğüm çözücülük yerine tutulması gereken yol, katılaşmış
düğümleri ipten kesip atmayı gerektirmektedir.
Burada, ipin düğümlerini kesip atmanın, 1923 Devriminden bu yana uzanan ipin,
paramparça olması sorununu doğuracağı, daha açık bir dille ulus-devletin çökeceği
öne sürülebilir. Bu iddianın haklı yanı bulunmakla birlikte, bugün Türkiye’nin içinde
bulunduğu şartlar yani iktisadi sistemin çökmek üzere, toplumsal sistemin gericilik
üretmekte, siyasi sistemin de bu çöküş ve gericiliğin birbirini beslemesinden istifade
edenlerin batan geminin son mallarını paylaşmaları şeklinde işlediği gerçeği göz
önünde bulundurulduğunda, zaten eldeki mevcut ipin ‘yakılıp, yok edilmesi’ ile
karşı karşıya olunduğundan, eldeki mevcut ipin düğümlerini kesip atmanın maliyeti
oldukça düşük gözükmektedir. Kaldı ki, Atatürk, bu ipin dokusuna ‘devrimciliği’
yerleştirmiş olduğundan, dolayısıyla ipin, ameliyatlarda iç dikişlerde kullanılan ve
vücutta bir müddet sonra eriyen ipe benzer, ‘kaynayan ip’ özelliği gösterdiği akla
geldiğinde, ipteki kesiklerin kaynamaya müsait olduğu düşünülebilir ve düğümleri
kesip attıktan sonra, kopuk ip parçalarını birbirine bağlamanın yani ipi bütün haline
getirmenin zor ama maliyetinin, ipin yakılmasından sonra yeni bir yaratmaktan daha
düşük olduğu söylenebilir.
Sekizincisi; 1923-1950 arası döneme dair ‘demokratik’ nitelendirmesi yapmak için
sadece ‘siyaset ağalığı’ kurumunun oluşmamış olmasının bile tek başına delil teşkil
edebileceği gerçeğinin ihmal edilmemesi gerekliliğidir. Bilindiği üzere 1950-1960
21
arası dönemin en belirgin özelliklerinden bir tanesi de yeni ağalık müesseselerinin
oluşmasıdır: Baraj, köprü yapımının sonucu olarak ‘su ağalığı’, 1950 lerin sonlarına
doğru toprak ağalarının birikiminin hafif sanayiye dönüşmesi ile ‘sanayi ağalığı’, dış
kaynaklara bağımlılığın artmasının bir sonucu olarak ‘kredi ağalığı’, din
istismarcılığının ürettiği ‘din ağalığı’ ve tüm bu ağalıkların hem yaratıcısı hem de
sonucu olarak ‘siyaset ağalığı’. İşte böyle bir ortamda yapılan 1961 Anayasasının da
bu ağalıkları kaldıramamış, üstelik yeni ağalıkların kurulması kaçınılmaz olmuştur.
Bu yeni ağalıklar arasında ‘sendika ağalığı’ en belirgin olanlarından bir tanesidir. Şu
halde tüm bu ağalıklar içinde demokrasinin kurumsallaşmasını beklemek makul
gözükmemektedir.
Dokuzuncusu, Mustafa Kemal’in kendi iradesini ulusun iradesi ile aynı görmesinin
ulus-devlet inşa sürecinin bir gereği olarak görmemek, aksine Atatürk’e dair
‘diktatör’ çağrışımlarını anımsatacak değerlendirmelerde bulunmak dönem
inceleyicisini dogmatizme götürecektir. Çünkü cumhuriyetin kurulduğu dönemde
halk ‘padişahım yok yaşa’ demekten yeni çıkmıştır ve Tanrının yeryüzündeki
gölgesi kaldırıldığında, bu boşluğun gerici güçlerle doldurulmasından endişelenen
Atatürk, bu sorunla mücadelede, ki bu sorunla mücadele Devrim sürecinin
yerleştirilmesinden bağımsız düşünülemez, karizmatik kişiliğini kullanmıştır. Şu
halde Atatürk’ün kendisini tanrılaştırdığını iddia etmek doğru değildir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki Atatürk, ‘tanrılaştırma’ eylemi yapmıştır. Fakat
Atatürk’ün tanrılaştırmaya çalıştığı kendisi değil, Türk ulusudur. Şu halde, Türk
ulusuna, ulusun kendi kutsallığını öğretmek ve ulusa bunu kanıksatmak için, kendi
kişiliği üzerinden bir kutsallaştırmaya gitmesi, akıllıca bir yöntemden başka bir şey
değildir. Dolayısıyla bu yöntemi, Nurullah Ataç’ın Atatürk için ‘Tanrıtürk’
olduğunu söylemesine dayanarak, ‘Atatürk’ün kendi kendisine tapındırdığı’
şeklindeki ifadelere indirgemek, gülünç olmanın ötesinde cehaletin esiri olmaktan
kurtulamamakla açıklanabilir. Çünkü Ataç, kendi duygusunun ifadesi olarak, bu
betimlemeyi, Atatürk’ün ölümünden sonra yapmıştır. Benzer şekilde ‘Nutuk, Kuran
ve Hadis arasında bir yerde durur’ şeklindeki nitelendirmeler, bilimsel bir bakışla
tartışılmaya müsait değildir. Burada yapılmaya çalışılan 6. asırda gerçekleşmiş olan
İslam Devrimi ile 19. asırda gerçekleşmiş olan Türk Devrimini mukayese etmek ise,
böyle bir mukayesenin bilimin sınırları içinde yapılması mümkün değildir.
Onuncusu, bir ülkenin aydınlarının erdemli yaşama ülküsünü kaybetmişse, o ülkede
yozlaşan sadece yasalar olmaz, siyasi, iktisadi ve toplum sistem bütün olarak
yozlaşmaya mahkum olur. Daha ötesi bu yozlaşma yasanın, hatta anayasanın
değiştirilmesi ile çözülemez. Zihniyet değişikliği gerekir ve bu zihniyet değişikliği
içinde aydınların rehberliğinden istifade edilmelidir. Elbette Türkiye örneğinde,
rehberliğinden istifade edilecek aydınların Türk Devrim felsefesine ve ilkelerine
bağlı olanlardır. Aksi halde Türk demokrasisinin tasfiyesinden ve zincir etkisiyle
iktisadi ve toplumsal sistemin, son kertede Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
çöküşünden başka bir sonuca varılamaz.
22
Çalışmanın yukarıda özetlenmeye çalışılan hususlar göz önünde bulundurularak
kaleme alınmış olduğunun altını çizmek gerekir.
Çalışmanın iki temel amacı mevcuttur. Birincisi, Derginin Türkiye için nasıl bir
siyasi, iktisadi ve toplumsal sistem öngördüğünü ve bu öngörü üzerinden çizgisinin
ne olduğunu belirlemek; ikincisi ise Derginin öngördüğü Türkiye tasarımının 1961
Anayasasında ifadesini bulup bulmadığını tespit etmektir. Bu çalışmayı yapmaktaki
maksat, bugün Türkiye’de eksikliği duyulan ama bir zamanlar var olan, bireysel
kurtuluş kaygısı gütmeyen Türk aydın modelini ortaya koymak, zayıf bilgilerin
gölgesinde sığ analizler yaparak gündem oluşturmak yerine disiplinli düşünme
anlayışı sunmanın sorumluluğunu duyan bir akademik dergicilik örneği üzerine ışık
tutmak, ülke meselelerinin çözümünün bilimde olduğu ilkesinden sapılması
durumunda ülkenin felaketlere açık olduğuna işaret etmek, fikir damarları açık
aydınların ülkenin toplumsal, siyasi ve iktisadi sisteminin işleyişine katkısının
gerekli olduğunun altını çizmektir. Bu amaçlar gerçekleştirilmeye çalışılırken,
Derginin yayınlandığı dönemde Demokrat Parti iktidarda olduğundan, çalışmanın,
aynı zamanda Demokrat Partinin iktidarda bulunduğu yılların tarihini de sunması
kaçınılmaz olacaktır.
Çalışma ile cevaplanması planlanan sorular şunlardır: Derginin ortaya çıkışını
hazırlayan koşullar nelerdir? Derginin çizgisi nedir? Derginin çizgisine dair bir
dönemleştirme yapılabilir mi? Dergi yazarlarının çeşitli partilerde görev almış
olmalarının Derginin çizgisine tesiri olmuş mudur? Dergi, incelenecek olan yedi
yıllık yayın hayatında tarafsızlığını koruyabilmiş midir? Dergi nasıl bir Türkiye
tasarımı sunmaktadır? Dergi dönemin Türkiye’sindeki temel sorunların neler
olduğunu düşünmektedir? Bu sorunlara getirdiği çözüm önerileri nelerdir? Dergi
hangi çevrelerde nasıl bir etki uyandırmıştır? Derginin başarı ve başarısızlık
hanesine neler yazılabilir? Dergi Türk Silahlı Kuvvetlerin 27 Mayıs 1960
müdahalesini yapmasında etkili olmuş mudur? Derginin 1961 Anayasasına
kaynaklık ettiği ne dereceye kadar kabul edilebilir?
Çalışmada, Derginin 1954-1960 yıllarında çıkan 150 sayısında yer alan ‘başyazı’,
‘onbeş günün notları’ ve ‘incelemeler’ bölümleri değerlendirmenin ana kapsamında
tutulmuştur. Ayrıca Dergi ile okurlar arasındaki iletişimi göstermek bakımından
‘okurların forumu’ bölümü de değerlendirmeye zaman zaman dahil edilmiştir.
Bunun yanı sıra, 150. sayıyı takip eden 35 sayının da -15 Aralık 1961 tarihli 185.
sayı da dahil olmak- üzere çalışmanın sağlığı açısından incelenmesinin faydalı
olacağı düşünülmüş ve bu bağlamda ana kapsamda olmamakla birlikte söz konusu
35 sayı da incelenmiştir. Çalışmanın araştırma modeli ‘belgesel tarama/içerik
çözümleme’ olarak belirlenmiştir. Esas inceleme kapsamında olan 150 sayı,
dönemin kendi koşulları içinde incelenmiştir. Bu inceleme yapılırken, dönemin
diğer süreli yayınları da taranmış ve dönemi aydınlatması bakımından anı/tarih
romanlardan faydalanılmıştır. Ayrıca Forum’da yazmış, hala hayatta olan ve
mülakat talebini kabul eden kaynak kişilerin bilgisine başvurulmuştur. Mülakatlara
çalışmanın sonunda yer verilmiştir.
23
Çalışmada şöyle bir yol izlenmiştir: Önce 185 sayı bir kez baştan sona okunmuştur.
Bu ilk okumanın genel bir fikir edinmeye yönelik olduğunun altını çizmek gerekir.
Dönemin diğer süreli yayınları da aynı dönemde taranmıştır. Nitekim bu sayede
çalışmada hangi bölümlerin yer alacağı ve hangi bölümlerin altına kaç alt başlık
açılacağı belirlenmiştir. Hazırlanan bu plana göre Dergide, hangi bölüm için hangi
yazılardan istifade edileceği belirlenmiştir. Mülakatlar bu aşamadan sonra
gerçekleştirilmiştir. Mülakatlar yapılırken anı/tarih romanları okunmuştur. Bu
aşamadan sonra ikinci okumaya geçildiğinde dönemin içine girmek için gerekli
donanımın edinildiği düşünülmüş ve ikinci okuma yapılmıştır. İkinci okumada Dergi
sayı sıralaması değil, çalışma planındaki bölümler esas alınmıştır. Yazıların tasnifi
üzerinden yapılan bu ikinci okumada, başta kullanılmasına karar verilen ancak
ayrıntılı okumada tekrar içerdiği anlaşılan yazılar çalışma planından çıkartılmıştır.
Böylece Forum’un sunduğu siyasi, toplumsal ve iktisadi program da ortaya
çıkmıştır. Daha sonra ortaya konulan bu program üzerinden, programa ilişkin
inceleme yapmada kılavuzluk edilecek kaynaklara başvurulmuştur. Bu kaynakların
kimisinin tamamı, kimisinin ise ilgili kısımları okunmuştur. Bu aşamadan sonra
yazım aşamasına geçilmiştir.
Yazım aşamasına dair altı çizilmesi gereken husus, Forumcuların, bu çalışmada
yazılanları tam olarak amaçlayıp amaçlamadıklarını bilmenin imkanı olmadığıdır.
Şöyle ki, her ne kadar kaynak kişiler ile konuşulmuşsa da, kaynak kişilerin
1950 lerden bu yana yaşadıklarının bir sonucu olarak, bugünden geçmişi yeniden
yazma eğilimi içinde olabilecekleri göz ardı edilmemiştir. Dolayısıyla esas olarak
Dergi yazılarındaki söylenenlere bağlı kalınmıştır. İşte tam da bu noktada, 1950 lerin
yazılarını bugünden okumaktan kaynaklı, Forumcuların savunmadığı ancak onlara
atfedilen görüşler olma ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçi böyle bir
tehlikeyi bertaraf etmek için yani bir yanlış anlamaya mahal vermemek için alıntılar
olabildiğince uzun tutulmaya çalışılmış, ki bu sayede bir anlam kaymasının doğması
engellenmeye çalışılmıştır. Aynı amaca yönelik olarak, alıntılarda dil ve yazım şekli
de korunmuştur. Ancak tüm bu tedbirlere rağmen, değerlendirme 2006-2007
Türkiye’sinden yapıldığından, hata payının sınırı ile ilgili kesin bir şey söylemek
mümkün değildir.
Derginin görüş ve önerilerine ilgili bölümlerde etraflıca yer verilmiş olduğundan, bu
görüş ve önerilerin 1961 Anayasasının hangi maddesinde ne şekilde somutlaştığı,
yani ‘Forum böyle diyordu, Anayasadaki madde böyle diyor’ şeklinde bir yol
izlenmemiştir. Çünkü bunun, tüm bölümlerin bir tekrarı olacağı düşünülmüştür. Öte
yandan ‘Sonuç’ kısmı uzun tutulmuş ve bu kısımda 1961 Anayasa sisteminin neler
öngördüğü özetlenmeye çalışılmıştır. Bir diğer ifadeyle, Forum’un hangi görüş ve
önerilerinin Anayasada ifadesini bulduğu, Dergideki yazıların içeriği tekrarlanmadan
belirtilmeye çalışılmıştır. Yine sonuç bölümünde, 1961 sisteminin uygulandığı
1961-1980 arası dönemin siyasi, iktisadi ve toplumsal fotoğrafı çekilmiş, ancak bu
fotoğraf çekilirken detaylara girilmemiş, 1961 Anayasa sisteminin uygulanmasının
sonuçları bir özet şeklinde sunulmuştur. Forumcuların, incelenen dönem sonrasında
ne yaptıklarına ise kısa bilgi mahiyetinde yer verilmiştir. Bu sayede, genel olarak,
Forumcuların, Forum Dergisinde yazarken savundukları görüşleri sürdürüp
sürdürmedikleri belirlenmeye çalışılmıştır.
24
Çalışmada, sınıfsal çözümleme yapılmamıştır. Çünkü dikkatli bir dedektiflik
yapıldığında Türkiye’de sınıflaşmadan ancak 1960 lı yıllarda söz edilebileceği
düşünülmektedir. Burada, ‘sınıf’ ile kastedilen, bir grup insanın gelir miktarı ve
kaynaklarının aynı olması, bu aynılığa istinaden de, bu grupta yer alan kişilerin
kendi çıkarları ile grubun çıkarlarının artırılması arasındaki paralelliği görmeleri,
aidiyet bilincinin oluşması, bunun bir sonucu olarak grubun ve dolayısıyla
kendilerinin çıkarlarını fazlalaştırmak için bir araya gelmeleri, örgütlenmeleri veya
en azından grubun çıkarlarını savunan örgütleri desteklemeleri, diğer grupların
çıkarlarını fazlalaştırmalarının kendi grubunun aleyhine işlediğini fark etmeleri, hak
ve özgürlüklerini kullanırken ait olduğu grubun çıkarlarını göz önünde
bulundurmalarıdır. Şu halde sınıflaşmanın varlığı, sınıf çıkarlarının tanımlı olmasına
diğer bir deyişle sınıf bilincinin oluşmasına bağlı ve farklı sınıflar arasındaki
etkileşimde bu tanımlı çıkarların belirleyiciliği üzerinden ittifak veya itilafın
gerçekleştirilmesine içkindir, denilebilir. Dolayısıyla çalışmanın kapsadığı yıllar için
bir sınıflaşmanın oluştuğunu iddia etmek zorlama olacaktır. Bununla beraber, söz
konusu yıllara dair ‘sınıflaşmaya geçiş yılları’ nitelendirmesini yapmak yanlış
olmaz. Nitekim dönemin ‘geçiş süreci’ arz etmesi sınıf analizi yapmaya imkan
vermemiştir.
Türk siyasal, iktisadi ve toplumsal gelişmelerinin Batı Avrupa’daki gelişmelerden
farklı oluşması 1960 lı yıllara kadar olan dönemi ikili modelle açıklamayı zorunlu
kıldığı düşünülmektedir. 1960 lı yıllardan itibaren ise ikili modelin çözümleyiciliğini
tamamen kaybetmediği, ancak bu modelin yanına sınıfsal öğenin eklenebileceği
varsayılmaktadır. Bu bağlamda Türk siyasetinde kullanılan ikili modelleri burada
özetlemek uygun olacaktır.
Bilindiği üzere Şerif Mardin, Osmanlı-Türk siyasal yaşamını merkez-çevre ilişkisi
çerçevesinde çözümlemeye çalışır. Bu çözümlemeye göre Osmanlı-Tük siyasal
yaşamı, devleti elinde tutan ‘merkezdeki bürokratlar’ ile onlara tepki gösteren
‘çevresel grupların’ etkileşimi ile belirlenir. Çevredeki grupların temsilcileri ayan ve
eşraftır. Bunlar zamanla çevredeki halkla bütünleşir. Merkez ise devlet ve onun
temsilcileridir. CHP bürokratik merkezi, DP ise demokratik çevreyi temsil eder. İkili
çözümlemeyi Kemal Karpat’ta da bulmak mümkündür. Karpat’a göre ulusal
devletlerin ortaya çıkışında lider kadro ‘devletçi’ ya da ‘yönetici’ denilebilecek bazı
gruplar oluşturur. Nitelikleri Batıda gelişmiş olan ‘orta sınıf’lardan farklıdır. Daha
otoriter ve çağdaş eğilimleri vardır. Siyasal kudret bunların elinde toplanmıştır. Hızlı
ekonomik kalkınmayı amaçlarken, doktriner olmaktan çok pragmatik bir yaklaşım
belirlerler. Merkezi bürokrasi doğal olarak bu grupların denetimi altındadır. Karpat,
ulusal devletin yaratılması sırasında yeni mesleki grupların ortaya çıktığını söyler.
Bu yeni gruplar siyasal ve ekonomik felsefe bakımından, yönetici seçkinlerle aynı
yaklaşıma sahip değillerdir. İkili modelle açıklama girişimine bir diğer örnek olarak
İdris Küçükömer’in ‘Doğucu-İslamcı halk cephesi’ ile ‘Batıcı-laik-bürokratik
gelenek cephesi’ verilebilir. Küçükömer’inkine benzer bir diğer çözümleme Mustafa
Akdağ’ın çözümlemesidir. Akdağ’a göre 1908-1972 arası siyasal partiler
‘ilerici-devrimci’ ve ‘gelenekçi-liberal’ olarak iki cephede incelenebilir.
25
Emre Kongar’a göre ise Osmanlılardan beri Türk siyasal yaşamı iki genel cephe
arasındaki etkileşimlerle belirlenir. Birinci cephe ‘devletçi-seçkinci’ cephe
(Genç Osmanlılar, Genç Türkler veya IT, Kemalistler, CHP), ikincisi ise
‘gelenekçi-liberal’ cephedir (Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Ahrar Partisi,
Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, Serbest Cumhuriyet Partisi,
DP, Adalet Partisi). Kongar’a göre, devletçi-seçkinci cephe Osmanlılardan beri
merkezi otoriteyi temsil eden, ülkeyi Batı modeline göre devletçi ve seçkinci bir
yaklaşımla biçimlendirmeye çalışan sivil ve asker aydın bürokratlardan ve onların
müttefiklerinden meydana gelir. Öte yandan birinci cephenin Batıcılığına karşı,
mevcut düzeni İslam dinine ve Osmanlı geleneklerine sığınarak savunmaya
çalışanlar gelenekçi niteliğe sahip ikinci cepheyi oluştururlar. Birinci cephenin
devletçilik ve seçkincilik yaklaşımına bir tepki olarak bunlar siyasal ve ekonomik
açıdan liberallik yaklaşımını geliştirirler. Böylece birbirine zıt olan iki kavram
gelenekçilik ve liberallik bu cephenin belirleyici niteliği olur.
Burada Şerif Mardin, Kemal Karpat, İdris Küçükömer ve Mustafa Akdağ’ın önerdiği
modellerin değerlendirilmesi yapılmayacaktır. Şunu belirtmek gerekir ki, ikili
modeller içinde bu çalışmanın kapsadığı dönemi açıklamaya en yatkın olanın Emre
Kongar’ın modeli olduğu düşünülmektedir. Öte yandan bu modelin, 1920 sonrasını
açıklamada elverişli olmadığı düşünülmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Kongar’ın
modelinin 1865-1920 arası yıllar için açıklayıcı olduğu, fakat 1920-1965 arası
dönemi açıklamada sorunlu olduğu düşünülmektedir. Burada hemen belirtmek
gerekir ki Kongar, iki cephe arasındaki çatışmayı 1969 ile sınırlandırmıştır. Çünkü
Kongar, bu tarihten itibaren CHP’nin seçkinci yaklaşım yerine halkçı bir görüş
uygulamaya başladığını düşünmektedir.
İşte bu çalışma ile, 1920’ye kadar olan dönem için Kongar’ın modeli
benimsenmekte, 1920’den sonraki dönem için ‘devletçi-seçkinci cephe’ yerine
‘cumhuriyetçi demokrat’, ‘gelenekçi-liberal cephe’ yerine de ‘liberal demokrat’
cephe modeli önerilmektedir. Şu halde Kongar’ın modeli esas alınarak, 1965 yılı ile
sınırlandırılan bu ‘yeni’ modelin özgünlük iddiası yoktur. Bunu, Kongar’ın modeline
bir katkı çabası olarak değerlendirmek uygun olacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki,
Kongar’ın 1969 ile sınırlandığı modelin, 1965 yılı sınırlandırılması, CHP’nin bu
tarihten itibaren cumhuriyetçi demokrasiyi temsil etmediği varsayımına
dayanmaktadır. Bu konuya açıklık getirmek yerinde olur.
Cumhuriyetçi demokrat ideolojinin CHP tarafından, Bülent Ecevit’in genel sekreter
olduğu 1966 yılından sonra temsil edilmediği görüşü, Ecevit’in cumhuriyetçi
demokrasi ile sosyalizmi sentezlemiş olması kabulüne dayandırılmaktadır. Partinin
genel başkanlığına 1972 yılında geçen Ecevit, bu tarihten itibaren, CHP’deki
cumhuriyetçi demokratları tasfiye etmiştir. CHP, 1973 ve 1977 seçimlerinden birinci
parti çıkmıştır, ancak bu iki seçimde CHP’nin göreli başarısı cumhuriyetçi
demokrasinin değil ‘demokratik sosyalizm’in başarı hanesine kaydedilebilir. Hemen
belirtmek gerekir ki ‘demokrasi’ ile ‘sosyalizm’ birbiriyle kan uyuşmazlığı olan iki
kavramdır. Şu halde bu iki kavramın bir araya getirilmesi ‘milli sosyalizm, liberal
26
sosyalizm, muhafazakar demokrasi’ gibi zorlama tamlamalar zincirinin bir halkasını
oluşturmaktadır.
Türk demokrasi tecrübesinin kendine özgü olduğu açıktır. Bunun sebebini Türk
Devrim tecrübesinin de özgünlüğünde aramak gerekir. Dolayısıyla bu ‘kendine özgü
olma’ halinin ‘demokratik sosyalizm, milli sosyalizm, liberal sosyalizm,
muhafazakar demokrasi’ gibi ideolojileri doğurduğu da inkar edilecek değildir. Öte
yandan, birbiriyle kan uyuşmazlığı olan kavramların bir araya getirilmesi suretiyle
yapılan bu gibi ideoloji tasarımlarının, Atatürkçülüğü ‘kurucu düşünce’ olarak değil,
bir ideoloji olarak görmenin bir ifadesi olmaları bakımından, Türk demokrasisine
zarar veren ideolojiler olarak değerlendirmek mümkündür. Bu bağlamda demokratik
sosyalizmi, iktidara gelebilmiş olması bakımından, bu zorlama tamlamalı ideolojiler
arasında, Türk demokrasisine en çok zarar veren ideolojilerden biri olarak saymak
yanlış olmayacaktır. Nitekim ‘demokratik sosyalizm’in ilk çıkışında kendini
cumhuriyetçi demokrasi kılıfı içinde sunması, sadece CHP’nin ulus-inşa
döneminden getirdiği aktantlık mirasına
darbe indirmemiş aynı zamanda,
cumhuriyetçi demokratların da Türk siyasal yaşamında ‘seçkinci, despot’ olarak
itham edilmelerine sebebiyet vermiştir. Şu halde, CHP’nin 12 Eylül askeri
darbesinden sonra diğer partilerle beraber kapatılmasını, cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisinin iflası olarak değerlendirmek doğru gözükmemektedir.
Nitekim, CHP, tekrar açıldığında yani siyasal yaşama tekrar girdiğinde de
cumhuriyetçi demokrasiyi değil sosyal demokrasiyi benimseyecektir. Hatırlanacağı
üzere, 12 Eylül darbesi sonrasında kurulan SHP, CHP’nin tabanına talip olmuştur.
Bu partinin içinde cumhuriyetçi demokratların varlığı da inkar edilecek değildir.
Fakat SHP, aynı zamanda içinde, Kürtçüleri, demokratik sosyalistleri,
liberal sosyalistleri, milli sosyalistleri de barındırmıştır. Dolayısıyla SHP, adı ile
uyumlu olarak sosyal demokrasi ideolojisini savunmuştur. Bu partinin, CHP’ye
katılması ile ise CHP, sosyal demokrat bir parti olacaktır. Şu halde, Türkiye’de
cumhuriyetçi demokrasiyi savunan bir partinin 1965 yılından itibaren Türk siyasal
yaşamında mevcut olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu bağlamda, sosyal demokrasiye ilişkin kısa bir değerlendirme yapmanın, önem arz
ettiği düşünülmektedir. Kuşkusuz Türk siyasal yaşamında sosyal demokrasi
ideolojisinin mevcudiyeti demokrasinin bir zenginliğidir. Ancak, Türk Devrim
sürecinin tamamlanmadığı, Türk modernleşmesinin yarıda kaldığı bir ortamda, tıpkı
liberal demokrasi ideolojisi gibi sosyal demokrasinin de iktidara gelmesi,
Türkiye’nin Batı ülkelerinden biri halini alması sürecini yavaşlatan, liberal demokrat
ideolojiyle mukayese edildiğinde daha sorunlu olmamakla beraber, sürecin
tamamlanmasında elverişli bir ideoloji değildir. Çünkü sosyal demokrasi, Türkiye’de
cumhuriyetçi demokrasiden liberal demokrasiye geçişte bir ara kademe ideoloji
olarak gelişmiş, bu sebeple liberal demokratlar tarafından da tasvip görmüş,
cumhuriyetçi demokrat ideolojinin demokrasi karşıtlığı olarak algılatılmaya
çalışılmasına hizmet etmiştir. Bu tespiti anlaşılır kılmak açısından sosyal
demokrasinin Türk siyasal yaşamına girdiği dönemi hatırlatmak faydalı olacaktır.
27
Sosyal demokrasi, Cumhuriyet öncesinde, II. Meşrutiyet sonrasında, bu görüşü
savunan partilerin kurulmasıyla Türk siyasal yaşamına girmiştir. Gerçi bu partiler,
İttihat Terakki uygulamaları ile kapanmış ancak Milli Mücadele yıllarında sosyal
demokrasi tekrar can bulmuştur. Nitekim sosyal demokrat İştirakçi Hilmi Beyin
İstanbul’da İngilizler tarafından, Mustafa Kemal Anadolu’da iken desteklendiği
hatırlandığında, daha ötesi Hilmi Beyin, Kuvvayi Milliye hareketine getirdiği
eleştiriler göz önünde bulundurulduğunda, Devrim ilkelerinin kaynağını aldığı Milli
Mücadele dönemi ile sosyal demokrasi ideolojisinin doğuşunun nasıl bir tezatlık
içerisinde olduğunu anlamak güç değildir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki,
bu tezatlığın ilelebet baki kalacağını iddia etmek de yerinde olmaz. Eğer, Devrim
süreci tamamlanmış olsaydı, sınıflar teşekkül etmiş olsaydı, bir diğer ifadeyle Batı
demokrasilerindeki toplum yapısının bir benzeri Türk toplumunda da tesis
edilebilmiş olsaydı, sosyal demokrat bir ideolojinin iktidara gelmesi makul
olabilirdi, tıpkı Türk modernleşmesinin tamamlanmasından sonra liberal demokratik
bir düzeni savunmanın doğal olabileceği gibi.
Kuşkusuz, sosyal demokrasinin cumhuriyetçi demokrasi karşıtlığı ve liberal
demokrasiye yakınlık üzerinden kendini var kılması beklenir bir durumdur. Bu
ideolojinin tarihsel köklerini 1960 larda Turan Güneş ve onun ekibinde yer alan
Deniz Baykal, Besim Üstünel gibi isimlerde aramak mümkündür. Hatırlanacağı
üzere, Turan Güneş önce Demokrat Partide, sonra Hürriyet Partisinde liberal
demokrasi savunuculuğu yapmış, Hürriyet Partisinin Cumhuriyet Halk Partisi ile
birleşmesinden sonra CHP içinde yer almıştır. İnönü’nün CHP liderliği döneminde,
parti içinde, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine karşı muhalif cephede, Ecevit’in
düşüncelerini savunan ‘demokratik sosyalistler’ ile Turan Güneş’in düşüncelerini
savunan ‘sosyal demokratlar’ yer almışlardır. Bu iki grubun birlikte hareketi,
CHP’den cumhuriyetçi demokrasi ideolojisini silmiştir. Bu bağlamda, sosyal
demokrat ideolojinin, liberal demokrat ideolojiden fazla olmamak kaydıyla; Türk
iktisadi, siyasi ve toplumsal hayatına verdiği zarar, 1990 larda ve 2000 lerde
belirginleşmiştir. Bu zararlardan en ağırı, SHP’nin, Kürtçülüğün meşruiyet
kazanmasına aracılık etmiş olmasıdır.
Sosyal demokrasi ideoloji, farklı ideolojik arka planların bir araya getirilmesi ile
oluşturulmuştur. Marks’ın ve takipçilerinin işçilerin kapitalist sistem içinde
sömürülmesine duydukları öfkeyi paylaşır. Ancak sosyal demokrasi Marksizmden
araç ve amaç bakımından ayrılır. Sosyal demokrasi ideolojisi kuramsal olarak
devrimciliği reddeder, reformcudur. İşte Türkiye’deki sosyal demokratlar da kurucu
düşüncenin devrimcilik ilkesi ile Marksizmden miras reformculuk arasında bir
sentez yapmaya çalışmışlardır. Sosyal demokrasi sınıfsız bir toplum öngörmez,
demokrasi ideolojileri içinde yer almasının sebebi, nihai amacının demokratik bir
rejim olmasındandır. İdeoloji, sınıflaşmayı ‘alt, orta, üst sınıf’ şeklindeki tasnifin
özel ifadesi olarak ‘mavi yakalı, beyaz yakalı veya küçük burjuva, büyük burjuva’
şeklinde yapar. Sosyal devlet ilkesi ‘hiç kimsenin ihtiyaç içinde olmamasını temin’
üzerinden tanımlanır. İktisadi alanda, devletin sınırlı olmak kaydıyla müdahalesini
kabul eder. Fakat iktisadi faaliyetler, ‘ulusal’ olmak zorunda değildir. İşte bu
noktada ideoloji, liberal demokrasiye yaklaşır. Sosyal demokrasi, liberal
demokrasinin kuram ve pratik arasındaki farkı gidermeye çalışan bir ideoloji olarak
28
kendini göstermektedir. Dolayısıyla sosyal demokrasi ideolojisinin ‘pragmatik
liberal demokrasi’ olarak nitelendirilmesi yanlış olmayacaktır.
Bu açıklamalardan sonra, Kongar’ın modeli ile sunulan yeni modelin ilişkisi bahsine
dönülürse; Kongar’ın modelinin 1920’den sonra açıklayıcı olmadığı varsayımını
izah etmek uygun olacaktır.
Kongar’ın; her iki cephenin gelişimi bakımından; 1875-1872 arası Genç Osmanlılar,
1908-1918 arası İttihat ve Terakki, 1918-1920 arası Müdafaa-i Hukuk örgütleri için
devletçi-seçkinci cephe; öte yandan aynı tarihsel dönemler için sırasıyla padişah,
padişah ve Hürriyet ve İtilaf, padişah ve İstanbul hükümetleri için gelenekçi-liberal
cephe nitelendirmesinin açıklayıcı olduğu düşünülmektedir. Fakat 1920-1923 arası
Büyük Millet Meclisindeki Birinci Grup, 1923-1950 arası Cumhuriyet Halk Partisi,
1950-1960 arası Cumhuriyet Halk Partisi, 1960-1969 arası Cumhuriyet Halk Partisi
için devletçi-seçkinci cephe; öte yandan aynı tarihsel dönemler için sırasıyla Büyük
Millet Meclisindeki İkinci Grup, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka, Demokrat
Parti, Adalet Partisi için gelenekçi-liberal cephe nitelendirmesinin açıklayıcı
olmadığı düşünülmektedir.
Türk demokrasi tarihi 1920’den başlatıldığına göre, ki TBMM’nin açılmasını
demokrasinin başlangıcı saymak doğrudur, Kongar’ın modeline 1920 sonrası için
demokrasiyi yerleştirme zorunluluğu doğar. Bu dönemde Ulusal Kurtuluş Savaşı
verilmesine rağmen, Atatürk’ün demokratik usullere bağlı kalmaya özen gösterdiği
bilinen bir gerçektir. Burada, ‘demokrasi’nin modele eklenmesi, modelin
cephelerinin yeniden isimlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Şu halde devletçi
seçkinci cephenin devamının cumhuriyetçi demokrat, gelenekçi-liberal cephenin
devamını da liberal demokratlar oluşturuyor, denilmesi uygun gözükmektedir.
Bununla beraber, 1920-1923 arası dönemde Büyük Millet Meclisindeki birinci grup
için ‘cumhuriyetçi demokrat’ nitelendirmesi tam otururken, ikinci grup için ‘liberal
demokrasi’ nitelendirmesinin oturmadığı öne sürülebilir. Bu iddianın haklılık payı
vardır.
Ancak şunu kabul etmek gerekir ki her ne kadar ikinci grubun temel yaklaşımı
‘sultanlığın ve halifeliğin korunması’ da olsa, İkinci Grup başkanı Hüseyin Avni
Beyin “Meclis İsterse Padişahı da getirir”2 ifadesini liberal demokrasi ideolojisinin
‘bir nüvesi’ olarak görmek mümkündür. Hüseyin Avni Beyin bu sözünün tercümesi,
‘seçimle gelen padişah’tır. Seçimle gelen padişah, seçimle de gidebilecektir. Liberal
demokrasinin seçimle her geleni ‘kutsal’ saydığı hatırlandığında, daha ötesi en basit
ifadeyle, sandıkçılık ile demokrasi özdeş sayıldığı göz önünde bulundurulduğunda,
Hüseyin Avni Beyin Cumhuriyetin liberal demokratlarının atası olduğunu iddia
etmek yanlış olmayacaktır. Kuşkusuz Batı Avrupa ülkelerindeki liberal
demokratların ataları ile Hüseyin Avni Bey arasında bir benzerlik yoktur. Ancak
şunu da kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de siyasetin, iktisadın ve toplumun
2
TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 27, s.47.
29
gelişmesi süreci zaten dünyanın hiçbir yerindeki bir ülke ile benzerlik
oluşturmamaktadır. Şu halde, Türkiye’nin liberal demokratlarının da Türkiye’ye
özgü olmasında şaşılacak bir taraf yoktur.
Bununla beraber şunu atlamamak gerekir ki, Türk siyasal yaşamında liberal
demokrasi ideolojisi gelenekçilikten beslenerek geliştiğinden, sonraki yıllarda da
liberal demokratlar bu gelenekçi öğeyi muhafaza edeceklerdir. Nitekim İslamcılık,
bu kanalı kullanarak, liberal demokrat kanat altında mevzilenebilecektir. Bu
noktada, şunu belirtmek gerekir ki Türkiye’de muhafazakarlık liberalizm kılıfı
içinde var olmuştur. Burada ‘milli sosyalizmin’ cumhuriyetçi demokrasi kılıfı içinde
kendini sunmasını hatırlamak uygun olacaktır. Nitekim az gelişmiş ülke
ideolojilerinde, ideolojinin ‘olduğu ile göründüğü veya kendini sunduğu’ arasında
fark sıklıkla rastlanır bir durumdur. Türkiye için ‘az gelişmiş’ ifadesini kullanmanın
doğru olmadığını düşünülebilir. Fakat gelişmemiş ülkeleri az gelişmiş, az gelişmiş
ülkeleri de gelişmekte olan ülkeler şeklinde nitelendirmek, gelişmiş ülkelerin
gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik izledikleri ‘nazik diplomasi’nin (!)
bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Yoksa bu nazik diplomasi, ülkeleri gerçekte
bulundukları yerden bir yukarıya taşıyabilmiş değildir.
Tekrar Türkiye’de muhafazakarlığın liberalizm kılıfı içinde var olduğu varsayımına
dönülürse, bunun sebebini kurucu düşüncenin gelenekçiliğe karşı almış olduğu
keskin tavırda aramak yanlış olmaz. Kurucu düşünce, ulus-devleti yaratırken,
muhafazakarlığı, modernleşmeyi yavaşlatıcı bir unsur olarak saydığından,
muhafazakar kesimler, muhafazakar taleplerini liberallik adı altında
sunabilmişlerdir. Bugün dahi tüm gerici taleplerin gerçekleştirilmesi liberalleşme
olarak topluma sunulmaktadır. Dolayısıyla Türk siyasal yaşamında muhafazakarlar
liberal demokrat ideolojiye bağlı oldukları iddiası üzerinden siyasi alanda meşruiyet
sağlamaya çalışmışlardır. Kuşkusuz Batılı anlamda liberal demokrat değillerdir.
Şu halde, ilk Meclisteki cepheleşme bahsinde, hilafetçi/saltanatçı İkinci Grubun
üyelerini ilk liberal demokratlar olarak saymak yanlış olmayacaktır. Birinci Grubun
cumhuriyetçi demokrat olarak sayılmasında da, bu grubun 1920’den itibaren, en
azından Atatürk’ün kafasında cumhuriyet fikrinin var olması bakımından,
‘cumhuriyetçi’ olarak nitelendirilmesinin uygun olduğu düşünülmektedir. Bu
bağlamda, 22 Haziran 1923 tarihindeki seçimlerde, ilk Meclisteki İkinci Grup
mebuslarından çoğunun aday gösterilmemiş olması, İkinci Büyük Millet Meclisine,
muhaliflerden sadece Gümüşhane Mebusu Zeki Beyin mebus olarak girebilmiş
olmasını, Atatürk’ün kurucu düşüncenin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasiyi
belirlemiş olduğunun bir göstergesi saymak mümkündür.
Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde ise cumhuriyetçi demokrat-liberal
demokrat cepheleşmesinin örneklerini çok partili yaşama geçiş denemelerinde
bulmanın mümkün olduğu düşünülmektedir. Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın liberal demokrasi cephesini teşkil
ettiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak bu iki deneyimin başarısızlığı
30
sonrasında, cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşmesinin kendini
Cumhuriyet Halk Partisi içinde göstereceğini belirtmek gerekir. Nitekim İsmet
İnönü ile ekibi ve Celal Bayar ile ekibi arasındaki karşıtlığını bu çerçevede
değerlendirmek yanlış olmaz.
Aslında, çok partili yaşama geçtikten sonra cepheleşme kendini daha somut
göstermiştir. Bu sebeple cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşme
modelinin en saf halini 1946-1950 arasında CHP-DP karşıtlığında bulmak
mümkündür. Yine bu dönemde Cumhuriyetçi Millet Partisini liberal demokrasi
cephesinde saymak isabetli olacaktır. 1950-1954 arası ise Demokrat Partinin liberal
demokrasi ideolojisine kısmi bağlılığını sürdürdüğü, fakat liberal demokrasi
cephesinde bulunmaya devam ettiği yıllar olarak kabul edilebilir.
Burada, liberal demokrasi cephe bakımından, partilerin yer aldıkları varsayılan
cephe ile cephenin ideolojisi arasında birebir örtüşen özellik gösterdikleri
düşünülmemelidir. Nitekim, 1954-1960 arası dönemde Demokrat Parti
uygulamaları, bu partinin, liberal demokrat bir parti olarak nitelendirmesine izin
vermemektedir. Fakat partinin liberal demokrat cephede yer almaya devam ettiğinin
altını çizmek gerekir. Türk siyasal yaşamında liberal demokratların atalarının
hilafetçi/saltanatçı Birinci Meclis İkinci Grup üyeleri olduğu varsayımı
hatırlandığında, 1954-1960 arası dönemde, DP’nin, din özgürlüğü adı altında dini
istismar etmesi, demokrasi adına sandıkçılığı savunması, liberal iktisat politikaları
adı altında plansız ve programsızlığı hakim kılması, otoriterlik karşıtlığı adı altında
kamu görevlilerine husumet göstermesi, milli irade savunuculuğu altında aydınlara
yönelik baskı ve şiddet uygulaması, bu partinin liberal demokrat cephede yer almaya
devam ettiği varsayımını zayıflatmamakta, aksine güçlendirmektedir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da, Hürriyet Partisinin liberal
demokrat cephede yer alıp, bu cephenin ideolojisi ile partinin ideolojisinin ayniyet
arz etmiş olduğu hususudur. Nitekim, cephe ideolojisi ile parti ideolojisinin ayniyet
arz ettiği cepheleşme tecrübesinin ilkini 1946-1950 arasında CHP-DP karşıtlığında,
ikinci olarak da 1955-1958 arasında CHP-Hür. Parti karşıtlığında bulmak
mümkündür. Bununla beraber ikinci tecrübede, her iki partinin de muhalefette
olması, bu ideolojik karşıtlığı belirginleştirememiş aksine ideolojik karşıtlık,
DP iktidarının antidemokratik uygulamaları sebebiyle, 1957 seçimleri öncesinde, iki
parti tarafından ‘kurucu düşünce’ mutabakatı öne çıkarılmıştır. 1957 seçimleri
öncesinde, bu mutabakatın öne çıkarılması kararı alınırken, Cumhuriyetçi Millet
Partisinin, Hür. Parti ve CHP ile bir güç birliği yapmada pek istekli görünmemesini
de bu partinin kurucu düşünceyi sorgular bir tutum içinde olmasında aramak gerekir.
Bu bağlamda CMP’nin, liberal demokrasi cephesinde yer aldığını ve DP’ye daha
yakın durduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Liberal demokrat cephe bağlamında, cephenin ideolojisi ile bu cephede yer alan
partilerin ideolojileri arasındaki mesafeye; cumhuriyetçi demokrat cephede
rastlanmaz. Cumhuriyetçi demokrasi cephesinde sayılan CHP’nin ideolojisi
31
cephenin ideolojisi ile ayniyet arz eder. Bunun sebebini, cumhuriyetçi demokrasinin,
çok partili yaşama geçinceye kadar olan dönemde kurucu düşüncenin aktantı
olmasında aramak gerekir. Zaten bu sebepledir ki, CHP li siyasetçiler, Batı Avrupalı
siyasetçiler arasında benzerlik tespit edilebilmektedir. Nitekim Demokrat Partiye
CHP’den geçen liberal demokrat siyasetçilerin, DP’ye CHP dışından katılanlar
arasındaki fark da bu varsayımı güçlendirmektedir. DP içindeki CHP’den gelen
siyasetçilerin, diğer DP lilerden farklı olarak, Batı Avrupalı siyasetçiler ile benzer
özellikler taşımalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Burada Türk siyasal
yaşamında cepheleşme modelinin açıklayıcı olduğu dönem siyasetçilerinin kurucu
düşünce ilişkileri bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir husus, liberal demokrasi
cephesinde veya cumhuriyetçi demokrasi cephesinde yer alan partilerin
siyasetçilerinin kurucu düşünceyi sorgular bir yaklaşım içinde oldukları oranda, Batı
Avrupalı siyasetçi özelliklerinden uzaklaşmış olmalardır. Bu ise, kurucu düşüncenin
Batı Avrupa ülkelerini model almış olduğunun ve kurucu düşüncenin ideolojilerin
zemini oluşturduğuna delil teşkil etmektedir.
Cepheleşme modelinin aktörler topluluğu veya Türk ulusu adına yapıldığı varsayılan
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrasında, anayasa hazırlıkları sürecinde,
açıklayıcı olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Askerler, anayasa hazırlık sürecinde,
kurucu düşünce zeminini aslına uygun olarak tamir etmek için aktant olarak
cumhuriyetçi demokrasiyi seçmişlerdir. Fakat, DP’nin on yıllık iktidar uygulamaları,
kimi cumhuriyetçi demokratları seçkinci demokrasiye savunuculuğuna itmiş
olduğundan, anayasa hazırlıkları sürecinde yeni bir ikilik kendini gösterecektir.
Aslında seçkinci demokrasinin ilk nüvelerini, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve
Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerinden sonra bulmak mümkündür. Bu
bağlamda seçkinci demokratların ataları arasında Recep Peker’i saymak yanlış
olmayacaktır. Öte yandan, cumhuriyetçi demokrasi ve seçkinci demokrasi arasındaki
farklar göz önünde bulundurulduğunda, Peker’in cumhuriyetçi demokrat olarak
kabul edilmesinin daha doğru olacağı düşünülmektedir. Şu halde seçkinci
demokrasinin asıl kökünü 1954-1960 arası DP uygulamalarında aramak daha isabetli
olacaktır.
Bu varsayımı anlaşılır kılmak açısından seçkin demokrasi ideolojisini açıklamanın
gerekli olduğu düşünülmektedir. Seçkinci demokrat ideoloji, her toplumda fiilen
egemenliği elinde tutan bir azınlığın bulunduğunu varsayar. Burada seçkincilik ve
demokrasinin nasıl bağdaştırılacağı sorusu akla gelir. Seçkinci demokrat ideolojiye
göre, demokrasinin bir hükümet biçimi olarak varlığı, seçkinlerin özgürce
oluşmasına imkan yaratılması ve seçkinler arasında iktidar mücadelelerinin kurallara
bağlanmış olması bakımından gereklidir. Daha açık bir ifadeyle, seçkinci
demokratik sistemde de seçimler vardır ve bu seçimler seçkinler arasındaki
rekabetten başka bir şey değildir. Seçkin grupları, seçmen kitlesinin oyunu almak
için birbirleriyle yarışırlar. Halkın sisteme katılımı, rakip seçkinler arasında seçim
yapabilmesi üzerinden gerçekleşir.
Demokrasinin seçkinler arasında bir yarışma olarak tanımlanması durumunda
demokrasinin kendisinin ortadan kalacağı öne sürülebilir. Bu bir noktaya kadar haklı
32
kabul edilse bile, şu gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir. Demokrasi kalabalık
nüfus sebebiyle doğrudan değil ancak temsili olabildiğine göre, genellikle
temsilcilerin açıkça temsil ettiklerinden daha fazla siyasal güce sahip azınlık halini
aldıkları gerçeği hatırlandığında, temsil edilenlerin iradelerini uzun aralıklarla
gösterebildikleri göz önünde bulundurulduğunda, demokrasi içinde seçkinciliğin
kendiliğinden oluştuğu açıktır. İşte bu fiili durum, demokratik rejim içinde
seçkinciliğin barınabileceğinin açık göstergesidir. Dolayısıyla seçkincilik ile
demokrasinin bağdaşmazlığı iddiası mesnetten yoksundur. Öte yandan kimi despot
zihniyetlerin, tutumlarını meşru kılmak için ‘seçkinci demokrasi ideolojisi’ kılıfını
kullanmaları da rastlanır bir durumdur, ancak bu, seçkinci demokrasi ideolojisinin
despotizm ile ilişkilendirilmesini haklı çıkartmaz.
Seçkinci demokratların genellikle despotlukla itham edilmelerinin sebebini, onların
demokrasinin erişilmesi imkansız bir ideal olarak görülmesi gerektiği varsayımını
kabul etmelerinde aramak isabetli olur. Seçkinci demokratlara göre, demokrasinin
insanların tümüyle kendi kendilerini yönettikleri, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir
ideal olduğundan, demokrasiye geniş kütlenin katılımı için genel oy, eşit oy gibi
ilkeler getirilmesi mücadelesi verilmesi yararsız bir çabadır. Çünkü hangi düzenleme
yapılırsa yapılsın, fiilen geniş halk kümelerinin yönetimi sorununun, seçkinciliği,
ister istemez doğuracağı varsayılır. Hemen belirtmek gerekir ki, seçkinci demokrasi,
bireylerin seçkin kısma girip çıkma devingenliğini kabul etmekle kalmaz, daha ötesi,
bu devingenliğin sürdürülmesi yönünde tedbir alınması gerekliliğini savunur. Bu ise
seçkinci demokrasinin despotizm ile mukayese götürmediğinin en somut ifadesidir.
Seçkinci demokraside, demokratik rejimin kurumsallaşması için şunlar öne sürülür:
Seçkinlerin nitelikli olması, seçkin devingenliğinin sürdürülmesi, her kurum ve
kuruluşun seçkinler tarafından yönetilmesi, seçkinler arasında rekabet koşullarının
kurallara bağlanması ve bir öz-denetim mekanizmanın işletilmesi, ki bu yolla
seçkinler arasında hoşgörünün yerleşeceği varsayılır. Burada dikkat çekilecek husus,
yığınlar içinden ‘seçkin devşirmesi’nin sürekli kılınması hem demokratik rejimin
kurumsallaşmasının bir sebebi hem de demokrasinin bir sebebi olarak görülmesidir.
Devletin, yığınlar içinde nitelikli insanların seçkinleştirilmesi, ilerleme ile tepeye
ulaşmalarını özendirici tedbirleri alması beklenir. Bir diğer ifadeyle özellikle eğitim
araçları üzerinden bu özenmenin canlı tutulmasını önemli bulunur. Bu, seçkin
gruplar arasında doğabilecek birbirini yok etme eğilimini bertaraf edecek bir tedbir
olarak kabul edilir. Seçkinleşme yolunun devlet aygıtları ile açık tutulması, düzenin
devamının sağlanması için temel güvence olarak görülür. Bu, demokratik rejim
içinde, birbirlerinin güçlerini dengeleyen ve sınırlayan seçkinler arasındaki
yarışmanın devamlılığının sağlanması bakımından ehemmiyetli bulunur. Halk
yığınları ile seçkinler arasındaki mesafe, bu yarışmanın sürekliliği için gerekli
görülür.
Bu açıklamalardan sonra, Recep Peker’in seçkinci demokratların atası sayılıp
sayılamayacağı, sayılamaz ise seçkinci demokrasinin köklerini 1954-1960 arası DP
iktidar uygulamalarında aramanın doğru bir varsayım olup olmadığı bahsine
dönülürse; şunu kabul etmek gerekir ki, Recep Peker, Türk demokrasisinin
33
yerleşmesi için ‘sınırlı demokrasi’ yerine ‘daha sınırlı demokrasi’ anlayışının
işlevsel olduğunu düşünmekteydi. Bununla beraber dikkat çekilmesi gereken nokta,
onun bu yaklaşımını ‘halka rağmen halk için’ şeklinde bir noktaya taşıma gayreti
içinde olanların, bilimsel düşünce ile ideolojik dogma arasındaki mesafeyi
okumaktan uzak kişiler ile bu mesafeyi okumada kurucu düşünce ölçütünü
kullanmayanlardan teşekkül ettiği gerçeğidir. Bu ise, Peker’e dair ithamların
doğruluğunu şüpheye düşürmektedir. Nitekim, bu kişilerin yapmaya çalıştıklarının,
Recep Peker’in düşüncelerine ışık tutmak değil, Recep Peker üzerinden, kurucu
düşünceyi tartışmalı hale getirmektir.
Kuşkusuz Recep Peker’in uygulamalarında yanlışlar olmadığı iddia edilecek
değildir. Böyle bir iddia, bilimsellikten uzak bir değer yargısı olur. Ancak Recep
Peker’i tamamıyla yanlış uygulamaların mimarı olarak görmek de bir değer
yargısıdır. Ayrıca, Recep Peker’in kimi seçme uygulamalarına işaret ederek, tek
parti dönemini diktatörlük rejimi olarak niteleyenler, tahlil gücü ve bilgisi düşük
kimselerin zihinlerinde mantık sürçmeleri yaratmak suretiyle, Recep Peker’in
yönetim anlayışını tüm tek parti dönemine şamil kılmaya çalışırlar ki, bu, tarihi
gerçeklerle de çelişir. Çünkü Recep Peker’in belki kısmen dönemin totaliter
rejimlerindeki ‘örgütlenme anlayışından’ esinlenmiş olduğu iddia edilebilir, ama
onun bu totaliter yönetimlerin ‘düşüncelerinden’ etkilendiğini iddia etmek, tek amacı
1789 Fransız Devrimi ile 1923 Türk Devrimi arasındaki yüz yılı aşkın süreyi hızlıca
kapatmak olan bu kişiye yapılmış haksızlık olur. Bu noktada, Recep Peker’in
dönemin totaliter rejimlerinin örgütlenme anlayışından esinlenmiş olma ihtimalini
kabul edip, daha sonra ise bu durumun, düşünce yapısında da tesirler uyandırmış
olduğuna varan bir tartışma başlatılabilir. Fakat bu tartışma bilimsel olmaktan ziyade
bir spekülasyon niteliği taşıyacaktır.
Şu halde, seçkinci demokrasi ideoloji ile totalitarizm arasında bir özdeşlik kurmaya
çalışmak ve seçkinci demokrasi ideolojisini yok saymak, bunun üzerinden de Recep
Peker’i totaliter anlayışa sahip olmakla itham etmek, bu noktadan devam edip
1923-46 ve/veya 1923-1950 arası dönemi antidemokratik ilan etmek ancak ideolojik
bir bakış açısı ile açıklanabilir. Bu bağlamda, Peker’in seçkinci demokrasi
ideolojisini çağrıştırır uygulamalara imza attığını kabul etmek, öte yandan bu
çağrışımın onu seçkinci demokrat olarak nitelendirmeye yetmediğinin altını çizmek
gerekir. Dolayısıyla seçkinci demokrasinin Türk siyasal yaşamındaki köklerini
1954-1960 arası dönemde aramak daha doğru gözükmektedir. Özellikle DP’nin
popülist icraatlarının, kimi cumhuriyetçi demokratların seçkinci demokratlığa doğru
evirilmesinde etkili olduğu söylenebilir.
Seçkinci demokratların bir parti tarafından temsil edilip edilmediği sorusu akla
gelebilir. Seçkinci demokratlar herhangi bir parti tarafından temsil
edilmemekteydiler. Öte yandan Cumhuriyet Halk Partisi içinde bu görüşe sahip
kişiler olduğu söylenebilir. Gerçi bu kişiler de açıktan hiçbir zaman, bu ideolojiyi
savunmamışlar, aksine kendilerini sadece ya ‘cumhuriyetçi’ ya da ‘demokrat’ olarak
sunmuşlardır. Seçkinci demokrasi savunuculuğunun, parti içinden ziyade,
üniversitelerde görüldüğünü söylemek mümkündür. 1961 Anayasası hazırlık
34
sürecinde belirginleşen bu ideolojinin savunucuları arasında Sıddık Sami Onar,
Hüseyin Nail Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Naci Şensoy sayılabilir. Yine
hatırlatmak gerekir ki akademisyen seçkinci demokratlar da, siyasiler gibi,
kendilerini sadece ‘cumhuriyetçi’ veya ‘demokrat’ olarak tanımlamışlardır. Fakat
akademisyenlerin siyasilerle mukayese edildiğinde, söz ve yazılarına
ulaşılabilirlikteki kolaylık, onlardaki ideolojik duruşunu daha açık olarak görmeye
imkan vermektedir.
Buradan tekrar, cepheleşme modelinin anayasa hazırlıkları sürecinde, açıklayıcı olup
olmadığı bahsine dönülürse, yinelemek gerekir ki, askerler, kurucu düşünce zeminin
aslına uygun olarak tamiri için aktant olarak cumhuriyetçi demokrasiyi seçmişlerdir.
Bu seçim, 1961 Anayasasının cumhuriyetçi demokrat bir anlayışın ifadesi olacağının
ipucunu vermiştir. Nitekim, anayasa hazırlıkları sürecinde, cumhuriyetçi
demokratlar ile seçkinci demokratlar arasındaki karşıtlık iyice belirginleşmiş, bunun
sonucunda da, kurucu düşünce zeminin aslına uygun olarak tamir edilmesinin bir
gereği olarak, anayasa, nihayetinde, cumhuriyetçi demokratların ağırlıkta olduğu bir
komisyonun elinden çıkmıştır.
Anayasanın kabulünden sonra gerçekleştirilen 1961 genel seçimleri öncesinde ve
sonrasında, cepheleşme modeli açıklayıcılığını yine korumuştur. Bu bağlamda,
Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin liberal
demokrasi cephesinde; Cumhuriyet Halk Partisinin ise cumhuriyetçi demokrat
cephede yer aldığı söylenebilir. Bununla beraber, liberal demokrasi cephesi içinde
yer alan partilerin ideolojilerinin cephe ideolojisi ile ayniyet taşıyıp taşımadığı
incelendiğinde, YTP’de bu ayniyetin görüldüğü söylenebilir. Öte yandan AP ile
CKMP için bunu söylemek olanaklı değildir. Cephenin en muhafazakar temsilcisi
hiç kuşkusuz CKMP’dir. Bununla beraber cumhuriyetçi demokrasi cephesinin tek
temsilcisi olan CHP incelendiğinde, cephe ideolojisi ile parti ideolojisi arasındaki
ilişkinin ayniyet arz ettiğini belirtmek gerekir.
Cepheleşme modeli koalisyon hükümetleri dönemi sayılacak 1961-1965 arasını
açıklamaktadır. CHP ile Adalet Partisi tarafından kurulmuş olan ilk koalisyon
döneminde, cepheleşme en bariz şekilde kendini cumhurbaşkanının seçiminde
göstermiştir. AP, koalisyon ortağı olduğundan, karşıtlık sanki YTP-CKMP ile
hükümet arasında belirmiş gibi görünse de, AP’nin hükümet ortağı olarak değil,
liberal demokrasi cephesinin bir üyesi şeklinde tutum sergilediği bilinmektedir. Türk
siyasal yaşamında ‘Ali Fuat Başgil’ hadisesi olarak geçen cumhurbaşkanı seçim
krizi, Cemal Gürsel’in bu makama seçilmesi ile atlatılmıştır. CHP, YTP ve CKMP
tarafından kurulan ikinci koalisyon döneminde ise, bu cepheleşmenin hükümet
içinde CHP ile YTP-CKMP arasında, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosunda da
CHP ile AP-YTP-CKMP arasında görüldüğünü söylemek mümkündür.
1961-1965 arası dönemde model açısından dikkat çekilmesi gereken husus,
Yeni Türkiye Partisinin liberal demokrat cephede yer alıp, bu cephenin ideolojisi ile
YTP’nin ideolojisinin ayniyet arz etmiş olduğudur. Hatırlanacağı üzere; cephe
35
ideolojisi ile parti ideolojisinin ayniyet arz ettiği cepheleşme tecrübesinin ilkinin
1946-1950 arasında CHP-DP karşıtlığında, ikincisinin de 1955-1958 arasında
CHP-Hür. Parti karşıtlığında bulunacağı daha evvel belirtilmişti. Üçüncü tecrübe ise
1961-1965 arası dönemde CHP-YTP karşıtlığında görülmüştür. Bu partilerin
koalisyon ortaklığı yaptığı sürelerde karşıtlığın belirginliğini kaybetmemiş olduğunu
da kaydetmek gerekir.
Model; CHP ile bağımsızların kurduğu, 25 Aralık 1963-20 Şubat 1965 tarihlerinde
görev yapan üçüncü koalisyon hükümeti ve Suat Hayri Ürgüplü başbakanlığında
AP, YTP, MP3, CKMP tarafından kurulan 20 Şubat 1965-27 Ekim 1965 tarihlerinde
görev yapan dördüncü koalisyon hükümeti dönelerinde de açıklayıcı olmuştur.
1961-1965 arasında liberal cephenin lideri olarak Adalet Partisi gözüktüğünden,
cephe ve cephe partisi ideolojisi ayniyeti dışarıda bırakıldığında, cephe karşıtlığının
CHP ve Demokrat Partinin tabanına oturan Adalet Partisi arasında yaşandığını
söylemek mümkündür. Model 1965 sonrası Türk siyasal yaşamını
açıklayamamaktadır.
Kongar’ın modelinin kısmi olarak kabulü, reddedilen kısma dair, kabul edilenin
devamı sayılacak şekilde yeni bir ikili model önerisi sunmanın, Kongar’ın modeline
katkı sağlama amacına hizmet ettiği düşünülmektedir. Bu bağlamda, şu dokuz
noktaya dikkat çekmek uygun olur: Birinci olarak 1920’den sonraki dönem için
‘demokrasi’nin modele dahil edilmesinin Türk demokrasi tarihinin gelişim
sürecinin bir gereği olduğu düşünülmektedir. İkinci olarak, 1920-1923 arası dönem
için TBMM’deki birinci grubun seçkinci sayılamayacağı varsayımından hareketle,
birinci grubun nihai amacının da cumhuriyet olduğu düşünüldüğünde, bu grubun
cumhuriyetçi demokrat olarak nitelendirilmesinin isabetli olduğu düşünülmektedir.
Üçüncüsü, 1923 sonrası dönem için de ‘seçkinciliğin’ CHP’yi tanımlamadığı
söylenebilir. Kaldı ki, ‘devletçi’ nitelendirmesi de bu yıllar için uygun değildir.
Nitekim devletçilik uygulaması 1923-1929 arasında görülmez.
Dördüncüsü CHP, çok partili yaşama geçmeye yönelik iki deneyimden sonra,
belirgin olarak çok partili bir tek parti yapısı arz etmiştir. Bu süreçte, Atatürk
hayattayken ve onun ölümünden sonra, iki ana grubun parti içinde çekiştiği
bilinmektedir. Bu iki grubun cumhuriyetçi/liberal şeklinde iki eksende saflaştığı bir
gerçektir. Beşincisi Demokrat Parti 1946-1950 arasında liberal demokrat bir partidir.
Altıncısı, cephe ideolojisi ile parti ideolojisi her zaman ayniyet göstermeyebilir.
Bununla beraber, cephe ideolojisi ile parti ideolojisinin ayniyet gösterdiği üç tecrübe
1946-1950, 1955-1958 ve 1961-1965 arasında yaşanmıştır. Yedincisi, cephe
3
Millet Partisi 1962 yılında Osman Bölükbaşı tarafından kurulmuştur. Parti, 1948 yılında Fevzi
Çakmak tarafından kurulmuş olan partinin devamıdır. Şöyle ki, Millet Partisi 1950 seçimlerinden
sonra, 1954 seçimlerine Osman Bölükbaşı başkanlığında Cumhuriyetçi Millet Partisi olarak girmiştir.
Aslında bu partinin Remzi Oğuz Arık ile ismi bütünleşen ve 1952 yılında kurulmuş olan Türkiye
Köylü Partisi ile arasında ideolojik bir farklılık mevcut değildi. Nitekim Türkiye Köylü Partisi ile
Cumhuriyetçi Millet Partisi 1958 yılında birleşmişlerdir. Birleştikten sonra parti Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi adını almıştır. 1961 seçimlerine bu isimle giren CKMP’den ayrılanlar Millet Partisini
tekrar kurmuşlardır.
36
ideolojisini kuram, parti ideolojisini ise kuramın pratiği olarak değerlendirmek
mümkündür.
Sekizincisi; modernleşe/kapitalistleşme/demokratikleşmesini tamamlamamış bir
toplumda liberal demokrasinin kurama sadık bir uygulamasını bulmaya imkan
yoktur. Az gelişmiş bir toplumda liberal demokrasi anlayışının taban bulması
muhafazakar unsurları dışlayarak mümkün değildir. Dokuzuncusu; pratiğin de
kuramı şekillendirme/yeniden yapılandırma ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.
Kongar’ın modelinin başlangıç kısmı ile bu yeni modelin birleştirilmesinin,
Kongar’ın modelini bozduğu mu yoksa modele katkı mı sağladığı tartışmaya açıktır.
Nitekim, Kongar, ikili modelin yanına sınıfsal öğeyi 1946’dan itibaren
yerleştirmektedir. Oysaki bu çalışmada sınıfsal öğenin ancak 1965’ten sonrası için
çözümleyici olacağı varsayılmaktadır. Şu halde iki modelin birbirine
eklemlenmesinin doku uyuşmazlığı yaratabileceğini ihmal etmemek gerekir. Öte
yandan bu çalışmada devletçi-seçkinci cephenin cumhuriyetçi demokrat cepheye
evirildiği, gelenekçi-liberal cephenin de liberal demokrasiye doğru evirildiği iddia
edilmekte ve buradan hareketle, Kongar’ın modeline katkı sağlanıldığı
düşünülmektedir.
Çalışmada varsayılan model
ile Forum Dergisinin çizgisi incelendiğinde,
cumhuriyetçi demokrat ve liberal demokrat Forumcuların bir arada bulunabilmeleri
açıklığa kavuşmaktadır. Çünkü her iki ideoloji savunuculuğu yapan aydınlar, kurucu
düşünce mutabakatını öne çıkarmışlardır. Dolayısıyla, savundukları ideolojilerin
varlığı için, önce zeminin onarılması gerektiğinde birleşmişlerdir. Başlangıçta,
liberal demokrat Forumcular, Demokrat Partinin kurucu düşünceyi tahrip etmekten
vazgeçmesini beklemişlerse de, sonradan bunlar da DP’den bunu beklemenin
gerçekçi olmadığına kanaat getirmişlerdir. Cumhuriyetçi demokrat Forumcular ise
liberal demokratlardan farklı olarak DP’nin 1950-1954 arası iktidar uygulamalarını
göz önünde bulundurarak, böyle bir beklenti içerisinde olmamışlardır. Bu bağlamda
hem liberal demokrat hem de cumhuriyetçi demokrat Forumcuların, bilim-ideoloji
arasındaki mesafeyi okuyabilen aydınlardan olduklarının altını çizmek gerekir. Bu
mesafeyi okuyabilmeyi, rejimin esasları üzerinde mutabakat diye de tercüme etmek
mümkündür.
Çalışma içinde, modeldeki varsayımlar tekrarlanmamıştır. Ancak çalışmanın
bütününde, ‘Giriş’ bölümündeki bu varsayımlara bağlı kalarak, değerlendirmeler
yapılmıştır. Şu halde Forum Dergisine ilişkin bu çalışmadaki tespitlerin, söz konusu
modelin varsayımları üzerinden yapıldığının altını çizmek gerekir.
Çalışmada Forumculara ilişkin değerlendirme yapılırken, bunun 1954-1960 arası
dönem ile sınırlı olduğunun altını tekrar çizmekte fayda görülmektedir. Nitekim pek
çok Forumcu,
sonradan, tam da yedi yıl boyunca eleştirdikleri noktalara
savrulmuştur. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Forumcu aydınların, çizgilerini
37
sonraki yıllarda koruyamamış olmaları, yedi yıllık dönemde Türk fikir hayatına
getirdikleri katkıyı azaltmaz. Bu öyle kallavi bir katkıdır ki, Derginin incelendiği bu
çalışmanın sekiz bölümden daha aşağı bölüm sayısına düşürülmesine imkan
vermemiştir.
Çalışma, sekiz bölümden oluşacaktır.
Birinci bölüm ana başlığı ‘Forum Hakkında Bilgiler’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm
altında Forum’un kuruluşu, mali kaynakları ve tirajı, Forum yazarları ve işledikleri
konular, Forumcuların Forum’u anlayışları incelenecektir.
İkinci bölüm ana başlığı ‘Forum’un Türk Siyasal Yaşamına Bakışı’ olarak
belirlenmiştir. Bu bölüm altında Forum’un, Cumhuriyet öncesi dönem, 1923-1946
arası dönem, çok partili rejim dönemi ve 27 Mayıs müdahalesi ile ilgili görüşlerine
yer verilecektir.
Üçüncü bölüm ana başlığı ‘Forum:Birey-Toplum’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm
altında Forum’un klasik hak ve özgürlükler, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler,
siyasal hak ve özgürlüklere dair görüşleri incelenecektir.
Dördüncü bölüm ana başlığı ‘Forum:Ulus-Temsil’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm
altında Forum’un, seçimler ve seçim sistemleri, siyasi partiler ve iktidar-muhalefet
ilişkilerine dair düşüncelerine yer verilecektir.
Beşinci bölüm ana başlığı ‘Forum:Devlet-İktidar’ olarak belirlenmiştir. Bu bölüm
altında Forum’un devletin nitelikleri ve egemenliği kullanma biçimleri
çerçevesindeki görüşleri incelenecektir.
Altıncı bölüm ana başlığı ‘Forum: İktidarın Sınırlandırılması/Denetlenmesi’ olarak
belirlenmiştir. Bu bölüm altında Derginin yargısal, siyasal ve toplumsal denetim
mekanizmalarına dair önerilerine yer verilecektir.
Yedinci bölüm ana başlığı ‘Forum:Ekonomi Politikalarına Bakış’ olarak
belirlenmiştir. Bu bölüm altında, Derginin azgelişmişlik ve kapitalizm, devletçilik,
özel teşebbüs, kalkınmada planlamacılık bağlamındaki görüşleri incelenecektir.
Sekizinci bölüm ana başlığı, ‘Forum:Dış Politikaya Bakış’ olarak belirlenmiştir. Bu
bölüm altında, Derginin Türkiye’nin ABD, NATO, Avrupa, SSCB ve Ortadoğu
ülkeleri ilişkileri ile Kıbrıs meselesine dair görüşlerine yer verilecektir.
38
I.BÖLÜM
FORUM HAKKINDA BİLGİLER
1.Forum’un Kuruluşu, Mali Kaynakları ve Tirajı
Forum Dergisi, soğuk savaş yıllarının keskin hissedildiği bir dönemde, 1 Nisan 1954
tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Aydı iki kez çıkan, Batı-Doğu kutuplaşmasında
Türkiye’nin yerinin Batı bloğu içinde olduğunu öne süren ve tüm totaliter akımlara
karşıt bir çizgi izleyen Forum Dergisinin seviyeli bir tartışma ortamı sunma amacına
hizmet etmeyi esas aldığını söylemek mümkündür. Dergi şekli bakımından şöyledir:
Büyük puntolu ‘Forum’ yazısının altında ‘fikir meydanıdır’ yazısı, onun altında
‘onbeş günlük tarafsız siyaset, iktisat, kültür dergisi’ ibaresi ve bu ibarenin hemen
altında da sayısını, tarihini, fiyatını ve adresini belirten kısımlar yer almaktadır.
Forum 15 Ekim 1969 tarihinde yayın hayatına son vermiştir. Şubat 1970’de ise
Türkiye İşçi Partisi yanlısı görüşleri yansıtmak amacıyla tekrar yayınlanmaya
başlamıştır ancak bu dönem pek uzun sürmemiş ve dergi birkaç sayıdan sonra
kapanmıştır. Daha sonra Dergi, 15 Eylül 1979 tarihinde ‘Yeni Forum’ adıyla
yayımlanmaya başlamıştır. Ancak Yeni Forum, her ne kadar Eski Forum’un
mirasına sahip çıkmaya çalışmış olsa da, Yeni Forum’un siyasi, iktisadi ve
toplumsal duruşunun 1954-1960 arasında çıkartılan Forum
ile mukayese
edilmeyecek ölçüde farklı olduğunun altını çizmek gerekir. Yeni Forum
yeni-sağ politikaların meşrulaştırılmasına hizmet etmiştir.
Forum Dergisi ilk çıktığında ‘forum’ kelimesi o zamanlar Türkçe’de fazla
duyulmayan yabancı terim olduğundan, kimi aydın çevrelerde tartışma konusu
yapılmıştır. Aydın Yalçın ‘forum’ ismi üzerinde yürütülen tartışmalara bir örnek
teşkil edecek anısını şöyle dile getirmektedir: “Pek çokları ‘Forum’u, ‘Form’ diye
telaffuz ediyorlardı. Bilindiği gibi ‘Form’ şekil demektir. Halbuki ‘forum’ eski
Roma’da bir büyük meydana verilen bir isimden gelmektedir ve anlam olarak da
eski Roma Cumhuriyetinin siyasi sistemi ve hayat tarzıyla ilgili bir kavramı ifade
etmektedir. İşte, Dergiyi çıkarmaya başladığımız günlerin birinde Forumcuların
bazılarının kurucu üye olarak katıldığı Mithat Paşa Bulvarında Helikon diye bir
sanat galerisi vardı; burada açılan bir resim sergisinde Nurullah Ataç ile
karşılaşmıştık. Arkadaşlardan bazıları bizi Ataç ile tanıştırdılar. Ataç’tan dergimiz
için güzel, teşvik edici bazı sözler beklerken, o tam tersi bir yol tutarak bizleri
neredeyse paylamaya kalktı. Derginin adını diline dolamış, bizi özenti bir şekilde
yabancı taklitçiliğiyle itham etmeye başlamıştı. Fakat Ataç’ın mizacı ve üslubu
hakkında daha önceden fikrimiz olduğu için ve Forum’u da çok yakından izlediğini
ve ilgilendiğini gördüğümüz için, biz gene aşağıdan aldık ve üstadı teskin etmeye
çalıştık.” 4
Aydın Yalçın anısını şöyle anlatmaya devam etmektedir: “Ataç, ‘Neden Meydan
demediniz?’ diye beni uzun süre sorguya çekti. Ben ‘Forum’ ismini İngiltere’deyken
BBC radyosunda her Cuma günü yapılan ‘Friday Forum’ adlı bir program
4
Aydın Yalçın , Forum’un Uyandırdığı İlgi, Yeni Forum, sayı:15, 15 Nisan 1980.
39
dolayısıyla çok benimsemiştim. BBC televizyonunun bu programında İngiliz kamu
hayatında, akademik çevrelerinde hayranlıkla izlediğimiz, düzenli, seviyeli,
hoşgörülü ve disiplinli tartışmanın mükemmel örneklerini izleme olanakları
bulmuştuk. Arkadaşların hemen hepsi bu programı bildikleri için, isim
yadırganmadı, benimsendi. Onlar da konulara ve sorunlara çeşitli açılardan bakan,
herkesin katkısını ortaya koymasına olanak veren, seviyeli, düzenli ve fikri disiplini
olan bir yayın organı için bu adı uygun buldular. İşte Ataç’a bunları açıkladım.
Kendisine ‘Meydan’ ile ‘Forum’ un aynı şey olmadığını anlatmaya çalıştım ve
yaptığım açıklamalardan sonra biraz yumuşadığını ve dostça söyleşilerinden
yararlanmak için aradaki buzların çözüldüğünü gördüm.”5
‘Forum’, Derginin duruşunu simgeleyen bir isimdi. Bütün yazarların genel fikri
havasını ve istikametini demokratik topum düzeni taraftarlığını karakterize ettiği için
bu kelime çok manidardı. Yazar kadrosunun fikre ve eleştiriye açık olma, konuya bir
tek açıdan değil, farklı açılardan bakma, hem kendi aralarında hem de dışardan
gelecek fikir ve düşüncelere, telkinlere karşı hoşgörülü olma davranışlarının bir
ifadesi şeklinde, ‘Forum’dan daha uygun bir kelimenin olmadığını iddia etmek
abartılı olmayacaktır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Forum, çok sesli bir
kargaşayı hedeflememekteydi; aksine düzenli ve disiplinli bir fikir çabası sarf
edilmesi esastı. Kaldı ki, zaman israfına sebep olabilecek her kafadan bir ses
çıkması tarzında rastgele çıkışlara yer verilmesinden özenle sakınılan bir çalışma
anlayışı önemsenmekteydi. Forum’un ‘çok sesli bir senfoni’ olması kaygısı tüm
yazarlarda hakimdi.
Derginin çıkışındaki isimler ile yazar kadrosuna sonradan katılan isimlerden; başta
Aydın Yalçın olmak üzere, Bülent Ecevit, Cavid Erginsoy, Bedi Feyzioğlu, Mukbil
Özyörük, Aydın Yalçın’ın eşi Nilüfer Yalçın, Turhan Feyzioğlu, Turan Güneş,
Osman Okyar, Ziya Müezzinoğlu, Yaşar Karayalçın, Kudret Ayiter, Bahri Savcı,
Akif Erginay, Cahit Talas, Muammer Aksoy, Mümtaz Sosyal, Şerif Mardin, Coşkun
Kırca, Nejat Bengül, Necat Erder, Metin And, İsmail Türk olmak üzere,
Forum ekibi, Batı uygarlığına bağlı bir avuç aydındı. Ülke, İkinci Dünya Savaşı
sonunda büyük bir tecrübeye girmişti. Atatürk gibi büyük bir lider çekilmiş, vatanın
ve devletin kaderi, artık Atatürk’ün takipçileri ve yeni yetişen yöneticilerin ellerine
geçmişti. İşte bu dönemde Forumcuların büyük bir kısmı yurt dışında eğitime
gitmişlerdi, döndükleri 1950 li yıllar ise, ülkenin çalkantılı ve büyük olaylara gebe
olan bir dönemi idi. Yurt dışında sık sık birbiriyle görüşen birbirini yakından
tanıyarak arkadaş olan bu aydınlar, memlekette yeniden buluşunca, kendiliğinden bir
sosyal entelektüel çevre oluşmuş ve bu ise Forum Dergisi ile somutlaşmıştı.
Forumcuları Batı uygarlığına bağlı bir avuç aydın olarak nitelerken, onların Batıdan
ne anladıklarını kendi sözlerini nakletmek suretiyle belirtmek yerinde olacaktır:
“Türk İnkılabı düşünüşüyle yetişmiş kimseler için Batı, şu veya bu Avrupa
memleketi değil, soyut bir kavramdır: idealleştirilmiş, görünürdeki kötü
taraflarından sıyrılmış ve bütünüyle tam bir uygulama alanı bulamamış bir
5
Aydın Yalçın , Forum’un Uyandırdığı İlgi, Yeni Forum, sayı:15, 15 Nisan 1980.
40
kavram...Onun içindir ki Batıya erişmek idealiyle beslenerek yetişen neslin
mensupları kafalarındaki Batının yeryüzündeki örnekleriyle karşılaştıkları zaman
hayal kırıklığına uğrarlar. Hedef, zihinlerdeki ideal örneğe göre bir ‘batılı milli
senteze’ varmaktır. İlk anlarda ortada bir sentezden çok bir kültür çorbasının
görülmesini tabii karşılamak gerekir. Bu karışıklığın zamanla durulması, ortaya
belirli niteliklerin çıkması pekala mümkündür. Yaratılmak istenilen kültürün,
erişilmek istenen medeniyetin millilik niteliğine bürünmesi için ise sentezi
yapanların Türk, sentezin yapıldığı yerin de Türkiye olması kafidir.”6
Forum ekibinden birçok kişi yurt dışında bulunduğu sıralarda Türkiye üzerine kafa
yormakta idi. Özellikle yabancı memleketler ile Türk demokrasi tecrübesini
mukayese edebilmişler, demokrasinin kurumlarının kitaplarda varsayılan şekilde
işletilip işletilmeyeceği üzerinde düşünmüşler, ‘Türkiye’de iktisadi, siyasal ve
toplumsal alanda yapılması gereken işleri’ tespit etmiş olarak yurda dönmüşlerdir.
Birinci Meşrutiyet Hareketinin öncüleri Namık Kemal ve arkadaşları nasıl Osmanlı
aydınlarına İngiltere’de, Fransa’da gördüklerini anlatmışlar ve onlara somut öneriler
sunmuşlarsa, İkinci Dünya Savaşı sonunda yurt dışına gidip, 1950 yıllarının başında
Türkiye’ye dönen bu aydınlar da aynı heyecanla, aynı düşüncelerle dolu idiler.
Kuşkusuz dönemin tüm aydınlarında ülke meseleleri ile ilgili sorumluluk duygusu
çok gelişmiştir. Ancak Forum ekibinin diğer aydınlardan farkı, toplu olarak hepsinin
görüşlerinin ortak noktasının ifadesi olan bir dergi çıkarmaktı. Genellikle Türkiye’de
o dönemde çıkan dergiler, dergiye katkıda bulunanların akıllarına gelen konularda
yaptıkları incelemelerin ardı ardına dizilmesiyle oluşturuluyordu. Forumcuların
tahayyül ettikleri dergi modeli ise içeriğinin tüm katkı sağlayanlar ile birlikte
oluşturulması idi. Nitekim bunu gerçekleştirmişlerdir.
Demokrat Partinin baskıcı politikalarının eleştirilmeye başlandığı, bu baskıcı
politikaların çok partili yaşama erken geçildiği yorumlarına yol açtığı bir dönemde
yayın hayatına başlamış olan Dergi, ülkedeki aydınları demokratikleşme sürecine
katkıda bulunmaya sevk etmeyi önemsiyorlardı, hatta bunun, Forum girişiminin bir
amacı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Derginin çıkış sürecini Aydın
Yalçın’ın şu sözlerinde bulmak mümkündür: “Askerlikten terhis olduktan sonra,
1953 yılı ders senesi başından itibaren üniversitedeki arkadaş ve meslektaşlarımla
bir konuşma ve tartışma grubu kurmuştuk. 15-20 kişi olan bu grup içinde Turhan
Feyzioğlu, Turan Güneş, Bahri Savcı, Yaşar Karayalçın, Akif Erginay, Kudret
Ayiter, Bedi Feyzioğlu, Cemal Aygen, Bahattin Baysal, Erdal İnönü, Cavit Erginsoy,
Metin And, Bülent Ecevit ve Cahit Talas’tan müteşekkil ve zaman zaman daha bazı
arkadaşların katılmasıyla sayısı değişen, 19-20 kişilik bir entelektüel grubumuz
vardı. Bizi bir araya getiren en mühim sebep, ilim adamı olarak, aydın olarak,
tecerrütten kurtulmak, düşünce ve müşahedelerimizi disiplinli bir şekilde
birbirimizle paylaşmak ve mübadele etmekti. Bu işi gayet ciddiye almıştık.
Askerlikten önce de zaman zaman gene arkadaşlarımızla muntazaman buluştuğumuz
6
Mümtaz Soysal, Batıya Varışın Eğitimsel Yolları, İncelemeler, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960.
41
ve toplandığımız oluyordu. Fakat asıl ciddi ve devamlı toplantılar bilhassa 1953
ders yılı başından itibaren başlamıştı.” 7
Aydın Yalçın sözlerine şöyle devam eder: “Bu toplantılara daha önceden tespit
edilen fikri ve aktüel konularda bir arkadaşın sunduğu tebliğlerle başlıyorduk.
Yarım saat süren bu ilk raportör konuşmasını müteakip, genel tartışma başlıyor ve
birkaç saat konuşuyorduk. Çay veya bira içiyorduk. Raportörün konuşmasından
önce son 10-15 gün içinde birbirini göremeyenler yarım saat kadar bir süre
boyunca sohbet ediyorlardı. Konuşmalara daima ev sahibi arkadaş başkanlık ediyor
ve her 15 günde bir başka bir arkadaşın misafiri oluyorduk. Bu toplantılarda
zamanın ve memleketin, fikri bakımdan manidar olan birçok konuları ele alınıyordu.
Arkadaşlar çalışma, araştırma ve fikri hazırlıklarıyla, ele aldığı konuları çok güzel
hazırlıyorlar ve genel tartışma son derece enteresan ve istifadeli oluyordu. Bu
konuşmalarda, yapılan tartışmaların, sunulan tebliğlerin daha geniş bir çevreye
duyurulması fikri ortaya atıldı. Arkadaşlar bu toplantılarda fikren çok iyi
kamçılanıyorlar ve beliren fikirlerin daha geniş bir zümre ile paylaşılması arzusunu
hissediyorlardı. 1953 yılının sonuna doğru iki görüş belirdi. Bir kısım arkadaşlar
toplantı konuları ve yapılan konuşmaların, zaman zaman yayınlanacak broşürler
halinde amme efkarına aksettirilmesine taraftardılar. Ben, Bahri Savcı ve daha
birkaç arkadaş bunun tatminkar olmayacağı kanısında idik. Nihayet bir gün Akif
Erginay’ın evinde yapılan bir toplantıda, Bahri Savcı, Cemal Aygen ve daha bir iki
arkadaşla birlikte ben, dergi fikrini ortaya attık. Fikir genel olarak tasvip görmedi.
Fakat ben ve Bahri Savcı bu fikri iyiden benimsemiştik. Ben tartışma grubumuz
dışında bu fikre taraftar daha bazı arkadaşlar bulabilirsek böyle bir teşebbüse
geçebileceğimize kani oldum. İstanbul’da Turan Güneş ile konuştum. Üniversiteden
daha bazı arkadaşlardan söz aldım. En çok güvendiğim arkadaşlardan biri Turhan
Feyzioğlu idi.”
Derginin yazar kadrosu 1954-1960 yıllarında çok az değişikliğe uğramıştır. Yazar
kadrosunun hemen hepsi aynı zamanda akademisyenlerdi. Çoğunluk Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden olmakla birlikte, İstanbul
Üniversitesi’nden de isimler vardı. Fakülte dışından isimler de yok değildi; Bülent
Ecevit, Erdal İnönü gibi. Derginin yazar kadrosu yedi yıl boyunca pek değişikliğe
uğramamış olmakla birlikte, zaman içerisinde Dergide ağırlık sahibi isimler
değişmiştir. Nitekim Dergide, 1958 yılından itibaren Aydın Yalçın’ın ağırlığı
azalmıştır. Her ne kadar bu, Dergide, Aydın Yalçın’ın ABD’ye gidişi ile
açıklanmaya çalışılmış olsa da, gerçeğin Derginin çizgisindeki değişme ile bağlantılı
olduğunun altını çizmek gerekir. Bununla beraber Türk siyasal yaşamında Forum
Dergisi ‘Aydın Yalçın’ ismi ile birlikte anılmaktadır, çünkü kurucular arasında en
önde gelen isim ‘Aydın Yalçın’ olmuştur.
Aydın Yalçın, Dergi’nin ilk sayısının ilk nüshalarını ele alışını şu şekilde
anlatmaktadır: “Derginin Güzel İstanbul adlı, Valilik binasına yakın yerdeki
matbaasında ilk sayıyı gören dört kişi vardı. Ben, eşim Nilüfer Yalçın, CHP lideri
7
Aydın Yalçın, Fikir Mihrakları Kurmak, Forum, sayı:169, 15 Nisan 1961.
42
Bülent Ecevit ve o zaman SBF son sınıf öğrencilerinden olan derginin ilk yazı işleri
müdürü Nejat Tunçsiper ile beraberdik. Son sayfa provalarının tashihini birlikte
yaparak, Türk okurlarının karşısına ilk defa çıkacak ve adından uzun süre söz
ettirecek, yeni bir derginin ilk sayısını merakla bekliyorduk. Her işin başlangıcında
olduğu gibi, burada da başarısızlık ihtimali vardı. İşe karar vermemiz kolay olmadı.
Birçok arkadaşımız bunu yürütemeyeceğimiz, paramızın, zamanımızın ve nihayet
gücümüzün böyle bir işe yetmeyeceği endişesi içindeydiler. Öte yandan yepyeni bir
girişimin Türk okurlarını ilgilendirip ilgilendirmeyeceğini de kesin olarak
bilemiyorduk. Biz yaptığımız işi beğensek bile acaba kamuoyu, Türk aydını bu
girişimimizi destekleyecek, dergiyi beğenecekler miydi? Kısacası heyecan
içindeydik. Çoğumuz üniversite hocalığının ilk basamaklarındaydık. Giriştiğimiz bu
amatörce hevesi, yakın arkadaşlarımız arasında kuşkuyla karşılayanlar da az
değildi. Bülent Ecevit, o zamanlar aramızda bulunan tek gazeteciydi. Bazılarımızın
dergi hevesini, profesyonel açıdan biraz ihtiyatlılıkla karşılıyordu. Derginin ilk
sayısının provaları çıktığı zaman, ben şahsen matbaada bulunması ve görüşünü
bildirmesine önem veriyordum. Bu nedenle, kendisine ilk sayfaları gösterdiğim
zaman ‘Ne dersin Bülent, Dergi bir şeye benzedi mi?’ diye sormuştum. Baktı ve içten
bir beğeniyle ‘Tahmin etmiyordum ama güzel oldu’ dedi.”8
Derginin kuruluş aşamasında yazı işleri müdürlüğünü Nilüfer Yalçın üstlenmişti,
çünkü memur olmayan tek işi oydu. Ancak Nilüfer Yalçın da bir derginin nasıl
çıkarılabileceğini bilmiyordu. Bilinen tek bir şey vardı, o da dergicilik için epeyce
paraya ihtiyaç olduğuydu. Derginin çıkması için gerekli olan sermayenin
toplanmasını Aydın Yalçın şöyle dile getirmektedir: “Birkaç fikir dergisine yazı
yazmış olmakla beraber, kendi başıma bir dergi hiç çıkarmamıştım. Nasıl
çıkarılacağını bilmiyordum. Bahri de aynı durumdaydı. O da Varlık ve Yeditepe gibi
dergilere yazı vermiş olması dışında, dergi nasıl çıkar, fikir sahibi değildi. Bülent
Ecevit ise gazeteciydi. Ulus Gazetesinde yazı işlerinde çalışıyor ve zaman zaman
fıkralar yazıyordu ama o da yeni bir derginin organizasyonu hakkında fazla bir şey
bilmiyordu. Aklıma Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, ‘Mülkiye’ diye bir öğrenci dergisi
çıkaran çocuklarla konuşmak geldi. Bu dergiyi çıkaran, akıllı, pratik ve son derece
gayretli bir öğrenci olan Nejat Tunçsiper ile konuşmayı düşündüm. Nejat
Tunçsiper, bana derginin nasıl çıkarıldığını anlattı; matbaası, kağıdı, yazıların
toplanışı, dizgisi, baskısı, dağıtımı, abonesi, finansmanı hakkında geniş ve son
derece pratik ve öğretici bilgiler verdi. Dergi çıkarmanın, yazı yazma dışında pek
çok işi ve uğraşısı olduğu için, öğrencilerden ve arkadaşlardan bu işin karşılanması
gerekiyordu. Bina tutmak, donatmak, bazı malzemeleri satın almak, kağıt ve baskı
ücretleri için epeyce paraya ihtiyaç vardı.”9
Şunu belirtmek gerekir ki Forum ekibindeki çoğu isim dar gelirli ve düşük maaşlı
üniversite hocalarıydı. Aralarında para toplamak suretiyle dergicilik yapma olasılığı
kabul görmekle birlikte, derginin ömrünün kısa olabileceği tehlikesi Forumcuları
endişelendirmekteydi. Aydın Yalçın bu bağlamda şunları söylemektedir: “Dergicilik
maliyetli bir işti, durumu bir toplantıda arkadaşlarla, onları ürkütmeyecek şekilde
8
9
Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
Aydın Yalçın, İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
43
anlattım. Aramızdan biraz para toplamamız ve ayrıca, yazı yazma dışında fiilen,
bedenen çalışmamız gerektiğini belirttim. Çoğunlukla kabul edildi. Aramızdan kişi
başı 500 lira para toplayabildik. Ancak aramızda topladığımız parayla ancak bir iki
sayı çıkarabilirdik. Mali durumumuzu takviye etmek için başka olanaklara el atmak
gerekiyordu. O zamanlar Ankara’ya iş icabı sık sık gelen, eşimin Amerikan
Kolejinden sınıf arkadaşı ve benim de çok yakın bir fikir arkadaşım olan Kemal
Salih Yeltepe’ye bu girişimimizi anlattık. Heyecanlandı. ‘Hiç düşünmeyin bende de
fazla para yok ama size 5000 lira kadar verebilirim’ dedi. Bu o zaman için büyük bir
paraydı. İlk işim bir vesileyle tanıdığım Büyük Sinema sahibi Kazım Rüştü Bey ile
konuşmak ve yeni yapılan sinema ve iş hanının üstünde iki odalı bir ufak daireyi bize
kiralamasını sağlamak oldu. Bize bu binayı, girişimimizi desteklediği ve bizden
hoşlandığı için 50 liraya kiraya verdi.”10
Forum için para toplanabilmişti, bina kiralanmış ve matbaa ile konuşulmuştu.
Forum’a maliyetini çıkaracak düzeyde, 50 kuruşluk bir satış fiyatı kararlaştırılmıştı.
Aydın Yalçın derginin ilk sayısı basıldıktan hemen sonraki süreci şu şekilde
anlatmaktadır: “Derginin ilk sayısı basıldı. Yığınlar ve paketler halindeki dergiyi ne
yapacağımız, nasıl dağıtacağımız sorunuyla karşı karşıya geldik. O zamanlar
dağıtım çok ilkeldi. Her bir bayi ile teker teker bağ kurmak ve posta ile onlara sevk
etmek gerekiyordu. Yalnız Ankara ile İstanbul’da bazı baş bayilik yapan dağıtımcı
firmalar vardı. Çıkan dergileri bazen eve, bazen fakülteye, abonelere ve bayilere
sevk edilmek üzere taksilerle taşıdık. Büyük bir masa başına geçip, paketleme,
zamklama ve pullama işleri için, yazar, doçent, asistan ne kadar arkadaş varsa
hepsini seferber ettik. Şakalaşarak, bazen şarkı söyleyerek, bazen Bahri gibi şaka
kaldıran arkadaşları kıskaca alarak, eğlenceli bir şekilde dergiyi bütün Türkiye’ye
postalama işlerini bu biçimde sağladık. İlk sayıyı 1500 basmıştık ve üçlü bir dağıtım
strüktürüne göre sevkini yaptık. 500-600 kadarını İstanbul’a, 400-500 kadarını
Ankara’ya, 300-400 kadarını taşraya yolluyor, 200 kadar da abonelere ve muhtemel
taleplere karşı yedekte tutuyorduk. İstanbul’a yollananı trenle, mesajeriyle
sevkediyor, taşrayı üçer beşer paketlerle posta aracılığıyla yolluyorduk. Ankara’yı
ise buradaki baş bayi Akba Kütüphanesine veriyorduk.”11
Dönemin iletişim araçları gelişmemiş olduğundan, dergiler o dönemde bulundukları
şehir dışındaki bayilerle mektup ile haberleşiyorlardı. Bu ise zaten kazançlı bir iş
olmayan dergiciliği büsbütün zorlaştırmaktaydı. Nitekim iletişim güçlüklerinden
kaynaklı olarak, bir çok dergi, bayilerden paralarını tahsil edemiyordu. Forumcular
da bu tecrübeyi yaşamışlardır. Ancak Forum’un çıkışında dergi-bayi ilişkisinin
ortaya konulması açısından yaşanmış bir olay var ki, bunu Aydın Yalçın’ın kendi
ağzından nakletmek yerinde olacaktır: “İlk sayıdan Ankara içinde dağıtılmak üzere
400 kadar dergiyi bir taksinin bagajına koyup, o zaman Ulus’ta bugünkü otobüs
duraklarının karşısında (Emekli Sandığı İş Hanı) bulunan, Akba Kütüphanesine
gittim, yani Ankara baş bayisine. Sahibini bir takım evrakları karıştırırken odasında
ziyaret ettim. Elimde dergi, ilk sayımızı getirdiğimi söyledim. Ne kadar bırakmam
gerektiğini sordum. Dergiye baktı, içini açtı, evirdi çevirdi ve yüzünü ekşiterek ‘Bu
10
11
Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
44
dergi satılmaz evladım. Bu ne biçim dergi, kapağı bile yok, sütun sütun yazılar,
resim yok, bir şey yok, bir takım meçhul yazarlar, imzalar!’ diye dergiyi bana geri
verdi. O zaman duyduğum hiddeti, öfkeyi, kini, ümitsizliği tarif etmem zordur. Tabii
bunları bayi sahibine belli etmedim. Alttan almak zorundaydım. Nihayet bizim
dergiyi onun teşkilatı ve aracılığıyla okurlarımıza ulaştıracaktık. Bu tür engellerle
karşılaşacağımızı baştan biliyorduk. Fakat ortaya çıkardığımız eseri gördükten
sonra, pek çok kimsenin fikir değiştireceğini, bize yardım edeceğini umuyorduk.
Fakat kaşarlanmış bayilerde, Türk okurunun zevkini, arayışını, eğilimini bildiği
sanılan insanlardaki önyargılarla nasıl mücadele edecektik? Bu engelleri aşıp nasıl
halka, aydına ulaşacaktık?”12
Aydın Yalçın Akba anısını anlatmaya şöyle devam etmektedir: “Akba’nın sahibinin
sözleri çok cesaret kırıcıydı. Ancak terbiyemi korudum. Bütün terbiyemi,
yumuşaklığımı ve nezaketimi bir araya toplayarak, ‘Beyefendi, ilk gözlemlerinizde
haklı olabilirsiniz. Bu dergi, Türk okurunun ve aydınının alıştığı bir dergi değil.
Kapak olmayışı buna bir misal; ancak biz bunu bilerek böyle yaptık. Fikir gücüyle,
iletişim arasında süslü ve yapay bir takım kalıplara önem vermediğimizi göstermek
istedik. İleri Batı ülkelerinde de buna benzer pek çok dergi var. Hem de epeyce satan
seviyeli ve önemli dergiler. Bizde de bu olacaktır. Bir deneme yapıyoruz ve bir
başlangıçtır, bu. Bize yardımcı olmanızı rica ediyorum. Burada yazı yazan
insanların hepsi çok iyi yetişmiş, pırıl pırıl gençlerdir. İlerde çok önemli isimler,
şahsiyetler olacağını göreceksiniz. Bizi bu ilk girişimimizde ürkütmeyiniz ve
cesaretimizi kırmayınız. Biz, size ve teşkilatınıza güveniyoruz. Hiç olmazsa deneme
olarak birkaç sayı tecrübe edin. Eğer satmaz, çok iade alırsak sizi rahatsız etmeyiz.
Zaten ilgi görmeyen bir teşebbüse biz birkaç sayıdan fazla, kendimiz devam etmeyiz.
Onun için rica ediyorum. Getirdiğim dergilerden bir miktar alın.’ diye adeta
yalvardım. Sözlerim etkili oldu. Fakat adamcağız biraz da acıdı. Mesleğimi sordu.
‘SBF’de doçentim dedim’ Başını salladı. ‘Başka işiniz yok mu oğlum? Ne diye böyle
işlere kalkar, güzel güzel derslerinizle, öğrencilerinizle uğraşmazsınız?’ diye bir de
öğüt verdi. Fakat ‘getir bakalım bir miktar, bir deneyelim!’ dedi. ‘Ne kadar
getireyim?’ diye sordum. ‘Bir elli altmış bırak bakalım’ dedi. Ben ikinci sefer gene
bozuldum. Çünkü taksi bagajında Akba’ya teslim edilmek üzere 400 kadar dergi
getirmiştim. Fakat bu ilk pazarlık karşısında bunun hepsini almayacağı belliydi.
Israrda fayda yoktu. Fakat ben gene pişkinlikle ‘Size yüz elli kadar bırakayım,
satmazsa gelecek sefer istediğiniz sayıda bırakırım’ diye lafı bağladım. Ankara’ya
ilk sayımızdan bu şekilde baş bayi 150 kadar aldı.’13
Forumcular Dergi çıkışına dair fazla reklam yapmamışlardı. Sadece çevrelerindeki
bazı önemli kişilere, öğretim üyelerine birkaç ay önceden bir sirküler mektupla
derginin hazırlıklarını ve yayın tarihini haber vermişlerdi. Baş bayii 150 adet dergiyi
almıştı, 250 tanesi durmaktaydı. Forumcular baş bayiinin almadığı bu 250 adet
dergiyi Ankara’daki diğer bayilerle elden götürmeye karar verdiler. Bayileri teker
teker dolaştılar ve dergilerini bıraktılar. Ellerinde ilk sayıdan dergi kalmamıştı. Satış
haberleri ise çok sevindiriciydi. Ankara’daki bayileri dolaşan Forumcular gördüler ki
12
13
Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
45
kısa bir süre içinde tüm bayilerdeki dergiler satılmıştı. İlk sayıdan itibaren Forum
ismi duyuldu ve Forum’dan iktibaslar yapıldı.
Bu bağlamda Aydın Yalçın ile Akba sahibinin ikinci karşılaşmasını Aydın
Yalçın’ın kendi ağzından nakletmek uygun olacaktır: “İkinci sayıda Akba’ya bu
sefer başım dik olarak gittim. İsmini hatırlamadığım, çelebi eski Ankaralı kütüphane
sahibi beni gülerek ve merakla karşıladı. Dergiyi okuduğunu ve çok beğendiğini
söyledi. Satışların da bu derece iyi gitmesine dergiyi okuduktan sonra şaşmadığını
belirtti. Bayilere bizim sonradan dergi verdiğimizi öğrendiğini, bunu artık
yapmamız lüzum kalmayacağını, derginin satış potansiyelinin ortaya çıktığını
bundan sonra 500 hatta daha fazla dergiyi Ankara’da dağıtıp satabileceklerini
söyledi. Ben de teşekkür ettim. Bu başarı bütün arkadaşların moralini yükseltti..
Yaptığımız işin, katlandığımız zahmetlerin, fedakarlıkların boşa gitmediğini,
halkımızın ve Türk aydınının bizi anladığını, bize önem verdiğini bu ilk tecrübemizle
hissetmiş, görmüş ve yaşamış olduk. Bu işe yaradığımız, söylediklerimizin,
okuduklarımızın, düşündüklerimizin bir anlamı olduğu, sorunların açıklanması,
anlaşılması ve çözümlenmesinde önemli unsurlar bulunduğu ortaya çıkıyordu. Bu
bizi son derece kamçıladı ve heveslendirdi. Sorumluluklarımızı hatırlattı. Türk
okurunun ve aydınının karşısına, hazırlıksız çıkmamak, yüzeysel ve amiyane şeyler
söylememek, ona hürmet etmek ve değer vermek gerektiğini hatırlatan büyük bir
tecrübe oldu. Bu teşvik ve sorumluluk duygusuyla Forum günden güne gelişti.
Yayıldı, tanındı ve sevildi.”14
Derginin en önemli kısmı ‘başyazı’ ve ‘onbeş günün notları’dır. Bu kısımlarda
Türkiye’nin gündeminde bulunan veya bulunması zorunlu görülen sorunlara yer
verilmekteydi. Başyazı ve onbeş günün notları üzerinde düşünülmüş, görüş birliğine
varılmış yazılardı. Bu yazılar ‘isimsiz’, daha açık bir dille, Forumcuların yazılanlara
oybirliği ile katıldıkları varsayılan yazılardı. Kuşkusuz farklı görüşlere sahip
kişilerin bir görüş birliğine varması kolay olmasa gerek, ancak Forum’un ilk
sayısından itibaren dönemin koşullarına göre geniş bir okuyucu kitlesine sahip
olabilmesinin esas sebebi bu idi. Forum, aydınlara ve Türk toplumuna şu mesajı
veriyordu: ‘Kişiler birbirlerinden farklı düşünebilirler, ancak memleket
meselelerinde esas noktalar üzerinde müşterek bir görüşe sahip olmak mümkündür.’
Mesajı bir diğer deyişle şöyle formüle etmek mümkündü: ‘Kişiler farklı ideolojilere
sahip olabilirler ancak bu kurucu düşünce üzerindeki mutabakat için engel
oluşturmaz’.
Forum, meselelere seviyeli, objektif ve çeşitli açılardan bakabilen bir dergi olarak
yayın hayatına girmişti. Hitap edeceği okuyucu kitlesini de düşünen, araştıran ve
araştırdığı konuları bütün yönleriyle öğrenmek isteyen kişiler olarak öngörmüştü.
Nitekim Derginin bu öngörüsü ve öngörüsünü pratiğe dönüştürme gayreti, Türk
siyasal yaşamında Forum’un seçkinci demokrasi ideolojisinin temsilcisi olarak
nitelendirilmesine sebep olmuştur. Ancak, Dergi için böyle bir nitelendirme yapmak
14
Aydın Yalçın , İlk Forum’un Kuruluş Hikayesi, Yeni Forum, sayı:14, 1 Nisan 1980.
46
isabetli değildir. Çünkü Dergi, ilk sayısından itibaren topluma tepeden bakan
aydınları karşısına almıştır.
Forum’da, başyazı ve onbeş günün notları dışında; kapsamlı araştırmaların yer
aldığı ‘İncelemeler’, aralarında makale değerinde yazıların yer aldığı ‘Okurların
Forumu’, yabancı yayınlardan çıkan bazı çevirilerin yer aldığı ‘Ne diyorlar?’
kısımları ile ‘Kültür ve Sanat’ bölümü de bulunmaktadır. Forum bir aksiyon dergisi,
günlük siyasi aktüaliteyi takip eden bir haber ve yorum dergisi olmadığı gibi,
aktüalite ile ilgisi tamamen kopuk, günlük meselelere karşı ilgisiz, kuru bir
akademik organ da değildi. Dergi, zihinleri meşgul eden dönemin ülkenin iktisadi,
siyasi ve toplumsal meselelerinin tespit ve çözümüne odaklanmış, herhangi bir
ideolojik angajmandan uzak sosyal bilimler dergisidir. Dergi yöntem olarak ampirik
metodu kullanmıştır. Kuşkusuz böyle bir yöntemin seçilmiş olmasında belirleyici
olan nokta, Derginin onbeş günlük olması, günlük olaylar üzerinde durma ihtiyacı ve
bu olayların bilimsel ve akılcı yorumunu yapma gerekliliğidir.
Ampirizm, sosyolojide genellikle kavramsal düşüncenin ve kuramsal irdelemenin
aleyhine olarak, olguların ve gözlemlerin derlenip toplanmasını ön plana çıkaran bir
araştırma yönelimini karşılamak üzere kullanılmaktadır.15 Ancak ampirizmin
kuramsal düşüncenin karşıtı olarak kullanılması ve gözleme dayanan araştırma
yöntemi, Forum’un felsefi düşünceyi küçümsediği kanısını oluşturmamalıdır.
Forum’un bu metodu kullanmış olmasını, Türkiye’nin sorunlarına çözüm
getirebilme amacına yönelik olarak güncel iktisadi, siyasal ve toplumsal
gelişmelerden uzak kalmama kaygısı ve hatta saf felsefi spekülasyona dayalı
analizler yapmaktan özenle kaçınması bağlamında değerlendirmek uygun olacaktır.
Öte yandan, Forum yazılarının felsefi temelden veya teorik çerçeveden yoksun
olduğunu iddia etmek ise doğru olmayacaktır. Dolayısıyla Forum kadrosu her ne
kadar ampirik tahlil metodunu öne çıkarmış ise de, Forum yazarları meselelere
kuramsal bir çerçeveden bakmayı ihmal etmemiş, teori ile ampirik gözlemi
sentezlemişlerdir. Nitekim Forumcular şuna inanmaktaydılar: ‘Bir ulusu değiştiren
en mühim faktör fikirdir ve memleket fikir beyan eden, sorumluluk alan, sağlam
fikirleri için mücadeleye hazır genç aydınlara muhtaçtır.’
Dergi, ancak kağıt, baskı ve dağıtım masraflarını karşılayabildiği için, Derginin
yazarlara bir telif ücreti ödeme imkanı mevcut değildi. Bu ise yazar kadrosunun
idealizmini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Bununla beraber, Dergiye
emek veren bazı öğrencilere sembolik de olsa bir miktar para düzensiz de olsa
ödenebilmiştir. Dergiden kazanılan paralar tekrar dergi için kullanılmaktaydı.
Dergiye gelir sağlamak için ilan arayışına da gidilmemiştir. Öte yandan Derginin
yayın politikası üzerinde etkisi olmayacağı düşünülen kimi kuruluşların ilanlarına
yer verilmiştir. Forum’un bu tutumu, çok çalışılarak her şeyin üstesinden
gelinebileceği inancının açık bir göstergesidir.
15
Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay & Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat
Yayınları, 1999, s.20.
47
Derginin yazı kurulunun çalışma şekline gelince; Ankara’da bulunan yazarlar, her
sayının çıkışını planlamak, konuları seçmek ve aralarında taksim etmek, yazılan ve
önemli konuları içeren imzasız yazıları tartışmak üzere yazı kurulu olarak
toplanmaktaydılar. Bu toplantılarda, hangi konularda ve kimler tarafından
başyazıların ve onbeş günün notlarının yazılacağı kararlaştırılıyordu. İstanbul’daki
yazarlarla da mektupla haberleşiliyordu. Yazım süreci tamamlandıktan sonra yazıları
değerlendirmek için tekrar toplanılıyor, tartışma ve eleştirilerden sonra gerekli
düzeltmeler yapılıyor ve yazılar ondan sonra yayınlanıyordu. Forum Dergisi
çıkartılırken, kurucuları ‘Economist’ ve ‘New States and Nation’ gibi dergileri
kendilerine model almışlardı. Forum’un yazı üslubunda temel üç ilkesi vardı:
Yazılarda ‘techil, tahkir ve tezyif’ olmayacaktı. Bu üç kurala istisnasız tüm yazarlar
uymaktaydılar. Üslup ve dil birliği bakımından düzeltmeler ise daha çok Nilüfer
Yalçın tarafından yapılmaktaydı.
Aydın Yalçın yazı kurulunun çalışma şekline ilişkin şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: “Yazı kurulunda Anglosakson yöntemini andıran bir yürütme tarzını
benimsemiştik. Bu yöntem; hem karşılıklı kontrol, devamlı haberleşme ve iletişim,
hem de süratli çalışmaya olanak veriyor ayrıca da karşılıklı güvenin ayakta
durmasını sağlıyordu. Bu, aynı zamanda yazarları entelektüel bakımdan da
kamçılayan iyi bir yöntemdi. Yazılacak yazıları, bir seminer havası içinde karşılıklı
etkileşimle birlikte düşünüyor, bir yazarın tek başına düşündüğü zaman aklına
gelmesi olasılığı zayıf noktalar, bu tür çalışma tarzında kendiliğinden ortaya
çıkıyordu. Şekle fazla önem vermeyen çalışma tarzımızdaki bu teklifsizlik, karşılıklı
güvene dayanan bu işbirliği ortamı, her yıl derginin kuruluş yıldönümüne rastlayan
bir tarihte yaptığımız kutlama ile daha da perçinleniyordu; o zamanlar Kavaklıdere
Şarap Fabrikaları sahipleri arasında bulunan yazar arkadaşımız Metin And’ın
fabrika bahçesinde ve lokalinde düzenlediği geleneksel yemekli partiler ile
Forumcular bir araya geliyorlar, bir yıllık yorgunluğun ve gerginliğin acısını
şarkılarla, oyunlarla, türlü şenliklerle gideriyorlardı.”16
Forum, çıktığı ilk günden itibaren Türkiye’nin geleceğini etkilemeye namzet
olmuştur. Forum kadrosu, uzun yıllar Dergiyi var kılmayı önemsemekle birlikte, on
veya yirmi sene Dergiyi yaşatmayı da başarı kabul etmek suretiyle yola çıkmıştı. Hiç
şüphe yok ki, Forumcular, yıllarca yayın hayatında olup Türk iktisadi, siyasi ve
toplumsal sistemine tesir etmeden var olmaktansa, etkili ancak kısa bir yayın
hayatını tercih etmekteydiler. Çünkü ülke geleceği için iyimserlerdi. O dönem için
kendileri bilgi ve kültürleriyle ülkeye hizmet edeceklerdi ve ‘Forum Dergisi’ bunun
için bir araçtı. Onlar şuna inanıyorlardı: ‘Kendilerinden sonra gelecek olan Türk
gençleri aynı idealizmle fakat belki başka araçlarla ülkeyi daha ileri bir noktaya
taşıyacaklardı.’ Bunu onların şu sözlerinden çıkarmak mümkündür: “Milletimizin
hayatına kattığı genç kuşaklar, yeni rejimin, yeni müesseselerin; taze kanı olarak,
İnkılabın hayat kaynağıdır. Cumhuriyetin kudreti, müesseselerinin hayatına,
müesseselerin hayatiyeti, onun içinde görev ve vazife alanların, İnkılaba, müspet
ilime olan bağlılığındadır.”17
16
17
Aydın Yalçın, Forum’un Uyandırdığı İlgi, Yeni Forum, sayı:15, 15 Nisan 1980.
Cumhuriyet 36 Yaşında, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:135, 1 Kasım 1959.
48
Forum entelektüel üretkenliği güçlü olan, belirli bir fikri düzeyde konuları ele
almasını bilebilen, bilimsel ve rasyonel bir yöntemle konuları tahlil etme yeteneği
olan bir ekibin ortak ürünü olduğu için başarılı olmuştur. Kısa sürede tutarlı ve
uyumlu bir fikir organı olarak tanınmıştır. Dergi, yazılarındaki tahlil gücü, nüfuz
gücü, orijinallik derecesi, ilginç ve çarpıcı olma niteliği gibi çeşitli yönlerden adeta
birbiriyle yarışa girmişçesine büyük bir fikri üretkenlik süreci başlatmıştır. Bu
üretkenlik sürecini yazar kadrosunun aşırı akımlara ve fikir yalpalanmalarına
kendini kaptırmaktan uzak olma özelliğine bağlamak yerinde olacaktır. Dergi, aşırı
sağcı veya aşırı solcu, şeriatçı veya Marksist ideolojilere kendini angaje etmiş
kimseleri yazar kadrosunun dışında tutmak suretiyle, düzenli ve verimli bir fikri
ortaklığın temsilcisi olabilmiştir. Daha açık bir ifadeyle, Dergi totaliter her türlü
ideoloji dışındaki farklı görüşleri aynı çatı altında toplayabilmiş, bu şekilde
demokrasinin kurumsallaştırılması mücadelesi vermiş ve Türk siyasal yaşamındaki
muteber yerini almıştır.
Hemen belirtmek gerekir ki Forumcu olarak sayılmayacak ancak Dergiye katkı
sağlayan, totaliter ideolojilere bağlı yazarların yazılarına da Forum’da rastlamak
mümkündür. Bu isimler arasında Sadun Aren, Aziz Nesin, Doğan Avcıoğlu
sayılabilir. Fakat bu isimlerin yazılarının ideolojik olmadığını, özellikle Aren ve
Avcıoğlu’nun yazılarının bilimsel değerlendirmeler içerdiğinin altını çizmek gerekir.
Aziz Nesin’in yazıları ise toplumsal gözlem çerçevesinde ‘deneme’ olarak
nitelendirilebilir. Nesin, bu denemelerinde ideolojik vurguya yer vermemiştir.
Dolayısıyla ilk iki ismin kurucu düşünceyi reddeden, üçüncü ismin ise kısmi olarak
reddeden ideolojilere sahip oldukları göz önünde bulundurulduğunda, bu isimlerin,
kurucu düşünce ile bağdaşır düşüncelerini içeren yazıları, Forum sayfalarında yer
almıştır, denilebilir.
Hayatta gerçek rehberin bilim olduğuna inanan, kendini Atatürkçü olarak tanımlayan
Forumcular’un mizaçlarındaki hoşgörünün okuyucu kitlesine çabuk geçmiş
olmasının da Forum’un kısa sürede tutunmuş olmasında etkisi büyüktür. Forum
etrafında toplanan yazarlar esnek kafa yapılarına sahiptiler. Bu sebeple onların
birbirlerinden farklı düşünmelerine rağmen bir arada olabilmeleri mümkün olmuştur.
Kimi zaman aynı sayı içinde yazarlar farklı sütunlarda birbirleriyle tartışmışlar
ancak bu tartışmalar hiçbir zaman kişisel husumete dönüşmemiştir. Tartışılan
meselelerde, karşı tarafın dayandığı verilerin sağlam ve delillerinin tatmin edici ve
tutarlı olması hallerinde, kendi yanlışlarını kabul etmenin bir erdem olduğu
düşünülmüştür. Kaldı ki aynı mesele üzerinde farklı neticelere ulaşabilmeyi öğretici,
aydınlatıcı ve yetiştirici bulmaktaydılar.
Forum Dergisi tarafsızlığa vurgu yaparak yayın hayatına girmiştir. Bununla beraber
yedi yıl boyunca mutlak tarafsızlığını koruduğunu söylemek olası değildir. Şu
hususun altını çizmek gerekir ki Forum’un yazarları liberal demokrat ve
cumhuriyetçi demokrat olmak üzere iki ana eksene ayrılmaktaydılar. Aydın Yalçın,
Turan Güneş, Şerif Mardin gibi isimler liberal demokrasi; öte yandan Turhan
Feyzioğlu, Bahri Savcı, Muammer Aksoy gibi isimler ise cumhuriyetçi demokrasi
49
savunuculuğunu yapmaktaydılar. Bu her iki eksenin ortak paydası demokrasi idi.
Ancak zaman içerisinde Dergide cumhuriyetçi demokrasi savunuculuğunun liberal
demokrasi savunuculuğuna nazaran daha belirleyici olduğunu söylemek
mümkündür.
Şöyle ki; 1954-1957 yılları arasında yani 1. sayıdan 87. sayıya kadar, ülkenin
gelişimi için liberal demokrasi ideolojisinin, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine
göre, Türk demokrasi rejiminin gelişimi için daha elverişli olduğunu düşünen
Forumcuların Dergide daha ağırlıkta olduğu, hatta bunun bir sonucu olarak
Demokrat Parti iktidarının icraatlarına yönelik düşük yoğunlukta eleştiri yöneltildiği
görülmektedir. Bu dönemde Dergideki cumhuriyetçi demokratların, Derginin
çizgisinin belirlenmesinde etkili olamadığını söylemek mümkündür. Özellikle
1954-1955 yıllarında, Demokrat Parti’nin demokratik uygulamalara yönelebileceği
umudunun liberal demokrat Forumcularda tam olarak ortadan kalkmadığı
anlaşılmaktadır. Ancak 1956 yılından itibaren bu umut tamamen silinmiş ve
demokrasi içinde başka bir arayışa gidilmiştir. Demokrat Parti’den kopan bir grup
milletvekilinin 19 Kasım 1955 tarihinde Hürriyet Partisini kurmalarından sonra,
iktidarın haksız uygulamalarına bir tepki olarak üniversiteleri ile bağlarını kesen
kimi
liberal demokrat Forumcular, Hürriyet Partisi altında aktif siyasete
yönelmişlerdir.
Kimi Forumcuların Hürriyet Partisinde aktif siyasete girmeleri, hatta Forum’un bu
partiye destek vermesi, Türk siyasal yaşamında, kimi kesimlerce Forum’un ‘liberal’
olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Bu noktada öncelikle Hür. Partinin liberal bir
parti olup olmadığını, daha sonra da Hür. Partide sadece liberal demokratların yer
alıp almadığını tespit etmek gerekir.
Bilindiği üzere ‘liberal partiler’ Batı Avrupa’da 19. yüzyılda solun örgütlenmiş
ifadesi olarak ortaya çıktılar. Anayasal, parlamenter hükümet, ulusal seküler eğitim
sistemi talepleri sebebiyle aristokratik hükümet ilkelerini benimseyen tutucu güçler
ve hatta klerikal gruplarla yani Katolik/Protestan kesimlerle ters düştüler. Zaman
içerisinde liberal partilerin siyaset alanındaki konumlanışı, Batılı ülkelerde farklılık
gösterdi. Daha açık bir dille, tutucu partinin kimliğine göre liberal parti konumlandı.
Mesela İngiltere ve İskandinav ülkelerinde muhafazakar parti karşısında ya da
Belçika ve Hollanda’da Hıristiyan Demokrat parti karşısında, Almanya’da hem
muhafazakar hem de Hıristiyan demokrat partiler karşısında yerini aldı. Süreç
içerinde Batı Avrupa ülkelerindeki tüm liberal demokrat partiler, sosyalist partiler ile
kendilerini karşıtlık içinde buldular. Bunun bir sonucu olarak da solun ana gücü
olma imkanları kalmadığından merkeze doğru kaydılar ve merkez sağa oturdular.
19. yüzyılın sonlarında tek başlarına iktidar olabilecek halk desteğine sahip olan bu
partiler, zamanla küçük partilere dönüştüler. Orta sınıf seçmenler liberal partileri
desteklemekten gittikçe uzaklaştı. Ancak bu partiler, seçim sisteminin elverişli
olduğu ülkelerde, koalisyon hükümetlerinde iktidar ortağı olabildiler. Burada ilginç
olan nokta, liberal partilerin hem sağ hem de sol partiler açısından ortak olarak
seçilebilmeleridir.
50
Liberal partilerin ortak ve temel özellikleri siyasal özgürlük savunuculuğu ile
anayasal sorunlara yaptıkları vurgular olmuştur. Burada Avusturya’daki liberal
partinin 1930 lardaki politikalarını bir istisna olarak kabul etmek gerekir. Nitekim bu
parti pan-Cermenizmi savunmuş, hatta Nazilere sempati ile yaklaşmıştır. Aslında
savunma ve dış ilişkiler bağlamında liberal partilerin kendi ülkelerinin ulusal tarihini
yansıtma eğilimi içinde oldukları göz önünde bulundurulduğunda, Avusturya liberal
partisinin Nazizme sempati duymasını yadırgamamak gerekir. İktisadi konularda ise
liberal partilerin ülkeden ülkeye farklılık gösterdiklerini belirtmek gerekir. Mesela
İskandinav ülkelerindeki liberal partiler, her dönemde, devletin piyasaya
müdahalesini savunurken, Belçika veya Hollanda’dakiler aksini savunmuşlardır.
Hatırlatmak gerekir ki ‘liberal’ etiketinin yanıltıcı olarak kullanıldığı partilere Batı
demokrasilerinde değil ama az gelişmiş ülkelerde rastlamak mümkündür.
Şu halde Batı demokrasilerindeki ‘liberal partiler’ ile Türkiye’deki ‘Hürriyet Partisi’
arasında bir paralellik kurulup kurulmayacağı bahsine tekrar dönülürse, böyle bir
paralelliğin kurulabileceğini söylemek mümkündür. Ancak bu paralelliğin, Forum
Dergisi’ni ‘liberal’ olarak nitelendirmeye vardırılamayacağının da altını çizmek
gerekir. Çünkü tüm Forumcular Hür. Partili değildir. Ayrıca, Hür. Partiyi, Münci
Kapani, Muammer Aksoy, Coşkun Kırca, Cemal Aygen gibi cumhuriyetçi demokrat
Forumcuların da desteklediği göz önünde bulundurulduğunda, Forumcuların asıl
derdinin, DP’ye, ‘bir liberal demokrat parti nasıl olur’u göstermek olduğu açıktır.
Gerçi liberal demokrat Forumcular, Hürriyet Partisini bir iktidar alternatif olarak
görmeye kendilerini oldukça inandırmışlardır, fakat aynı durumun cumhuriyetçi
demokrat olan ve Hür. Partide aktif görev alan Forumcular için söylemek mümkün
değildir. Hür. Partinin, dönemin siyasi koşullarındaki duruşunu ortaya koymak
bakımından, milli sosyalizmi savunan Doğan Avcıoğlu’nun da bu partide bir müddet
çalışmış olduğunu hatırlatmak uygun olacaktır.
Hür. Partili Forumcular arasında Aydın Yalçın, Şerif Mardin, Münci Kapani,
Muammer Aksoy, Coşkun Kırca, önceleri Demokrat Parti mensubu olan Turan
Güneş, Cemal Aygen gibi isimler vardı. Hür.Partiye bu katılımlarla Dergi doğrudan
bu partinin borazanı haline gelmemişse de, partiye açık destek verildiğini söylemek
mümkündür. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki Bülent Ecevit, Turhan Feyzioğlu
gibi CHP li Forumcular, Hür. Partili Forumculara nazaran herhangi bir partiye
Derginin açık destek vermesinin karşısında olmuşlardır. Fakat Muammer Aksoy,
Münci Kapani gibi cumhuriyetçi demokrat olan ve Hür. Partiye katılan Forumcular
bu partiye açık destek verilmesini savunmuşlardır. Aslında Hür. Partinin bir yayın
organı vardı: ‘Yeni Gün Gazetesi.’ Gazetenin partinin hizmetine sunulmasında Nadir
Nadi’nin emeği büyüktür. Nitekim Cumhuriyet gazetesi de, tüm engellemelere
rağmen, Hür. Parti’nin faaliyetlerine yer vermekten imtina etmemiştir.18 Ayrıca
Hür. Partili kimi Forumcuların Cumhuriyet ve Yeni Gün gazetelerinde de yazılarının
yayınlanmış olduğunu belirtmek gerekir. Fakat bu, partinin Forum’un desteğine
ihtiyacı olmadığı anlamına gelmemelidir.
18
Feridun Ergin, ‘Hürriyet Partisi’, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt:8, 1984, s.2087.
51
Buradan tekrar Forum’un dönemselleştirilmesi bahsine dönülürse, özellikle
1956-1957 yıllarında, Dergide, DP icraatlarını eleştirme ölçüsü yükselişe geçmiştir.
1957 yılı sayıları için en ilginç olan nokta ise, iktidara yönelik eleştirilerin yanı sıra
CHP’ye yönelik eleştirilerin de yapılmasıdır. Bu ise, bu dönemde, Derginin çizgisini
belirlemede liberal demokrat Forumcuların daha ağırlıkta olduğunun göstergesi
olarak sayılabilir. Ayrıca, bu, cepheleşme modeli bağlamında, liberal demokrat Hür.
Parti ile cumhuriyetçi demokrat CHP karşıtlığının Forum sayfalarına da yansıdığının
bir ifadesi olarak da değerlendirilebilir.
Hür. Parti altında aktif politika yapan Forumcuların tercihlerinin doğruluğunu ortaya
koymak üzere kaleme alınanı şu yazı ilginçtir: “Son günlerde Hürriyet Partisi
listesinde siyasi mücadeleye katılma kararı veren yazarlarımızdan Muammer Aksoy
ve Münci Kapani’nin hareketleri, bilhassa içinde bulunduğumuz devre esnasında,
fikir hürriyeti ile siyasi hürriyetlerin birbirine ne kadar bağlı olduğunu hatırlatan
bir vesile teşkil etmektedir. Forumcuların bu hareketi başka yönden de manidardır.
Forum fikir dergisi olarak daima tarafsız tahlil ve müşahedeyi savunmuştur. Fakat
muhtelif vesilelerle belirttiğimiz gibi, bunun kanaatsizlik ve karasızlık demek
olmadığını, yazarlarımızın siyasi mücadeleye katılma kararları açıkça göstermiştir.
Bizim tarafsızlığımız dogmatizmi, çarpık muhakemeyi, mantık kaidelerini dürüst
olmayan bir şekilde kullanmayı reddeden bir vaziyet almadan ibarettir. Yoksa bu
dergi çıktığı günden beri aydınların kuvvetli inançlara sahip olması, kendi
vicdanlarında karara ulaşarak, kütlelere önderlik etmesi, siyasi ve içtimai
mesuliyetlerini korkak bir çekingenlikle unutmamaları gerektiğini daima
savunmuştur. Bir fikir ve yayın organının yazarlarından büyük bir kısmının bir
siyasi partiyi desteklemesi, hatta mühim davaların bahis konusu olduğu bir seçim
esnasında müessese olarak bir partinin desteklenmesi kararının verilmesi bizim
yaptığımız tarif hudutları içinde tarafsızlıkla kabili telif olmayan bir hareket
değildir. Nitekim mesela Amerika’da mühim seçimler esnasında, aslında en tarafsız
bir gazete olan New York Times’ın şu veya bu cumhurbaşkanını desteklemeye karar
verdiğini açıkça ilan etmesi, bu gazetenin tarafsızlığıyla kabil telif bulunmaz. Buna
dair başka memleketlerde de birçok misaller vardır.”19
15 Kasım 1957 tarihli 88. sayıdan itibaren düşük yoğunlukta olsa da CHP’ye yönelik
eleştirilere devam edilmiş ancak iktidara yönelik eleştiriler daha da artırılmıştır.
İktidara yönelik bu eleştirileri orta yoğunlukta eleştiri olarak nitelendirmek doğru
olacaktır. 1957 seçimlerinden önce Derginin Hür. Parti ile CHP’nin güç birliği
yapması yönündeki teşvik yazıları, kurucu düşünce üzerinde liberal demokrat ve
cumhuriyetçi demokratların mutabakatı olarak yorumlanabilir. Seçimlere giden
süreçte, DP, kurucu düşünceyi değiştirmeye çalışan bir parti olarak görülmeye
başlanmış, bu sebeple de, ideolojik farklılık yerine kurucu düşüncede mutabakat öne
çıkartılmıştır. Öte yandan, bu güç birliğinin gerçekleşememesinden liberal demokrat
Forumcular CHP’yi sorumlu tuttuğundan, seçimlerin hemen öncesi ve sonrası
analizlerde CHP’ye yönelik eleştiriler sürdürülmüştür. Söz konusu eleştiriler, yine
Dergi
sayfalarında
cumhuriyetçi
demokrat
Forumcular
tarafından
cevaplandırılmıştır.
19
Siyasi Mücadeleye Katılan Forumcular, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85, 1 Ekim 1957.
52
Ancak 1958 yılı ortasından itibaren liberal demokrat Forumcuların CHP’ye yönelik
eleştirilerin son bulduğu görülmektedir. Bu tutumun sebebi olarak 27 Ekim 1957
tarihindeki genel seçimlerdeki Hür. Partinin başarısızlığını tahlil edip, bu partiye
destek vermenin yanlışlığını anlamaları ve ayrıca Hür. Partinin CHP’ye katılmaktan
başka bir seçeneği olmadığını görmeleri kabul edilebilir. Zaten bu seçim
başarısızlığını takiben, Hür. Partide yer alan cumhuriyetçi demokrat Forumcular da
CHP’yi desteklemenin daha makul olacağını düşünmüşlerdir. Hem liberal hem de
cumhuriyetçi Forumların telkinleriyle 24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi,
Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılmıştır. Söz konusu birleşmeyi kurucu düşünce
üzerindeki mutabakatın kuvvetlendirilmesi bağlamında değerlendirmek yanlış
olmayacaktır. Yoksa ideolojik olarak her iki partinin birbirinden farklı olduğu
açıktır.
1957-1958 döneminde özellikle 1958 yılı başından itibaren DP iktidarına yönelik
eleştirilerin ölçüsü yükselişe geçmiştir. Bu ise Forum’un, kurucu düşünce
savunuculuğunu yaptığının somut delilidir. Derginin, kurucu düşünce zemininin
tamir edilmesi yönünde yazılara yer vermesi, Derginin hiçbir ideolojiden yana taraf
olmadığı anlamına gelmemelidir. Nitekim, 1958 yılı ilk yarısında, liberal demokrat
Forumcular, kurucu düşünce zemininin tamirinde cumhuriyetçi demokrasinin aktant
olarak, yani tıpkı 1923-1950 arasında olduğu gibi, işlevsel olacağını
düşünmekteydiler. Aydın Yalçın ve Nilüfer Yalçın’ın, ‘kurucu düşünce üzerinden
ideolojik farklılıkların Forum sayfalarında yer almaya devam etmesi’ önerisi,
‘kurucu düşüncenin aktantı olarak cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin
savunulması gerekliliği’ önerisi karşısında Forum yazar kadrosunda tutmamıştır.
Liberal demokrat Forumcular, kurucu düşünce zemini tamir edilmeden, liberal
demokrasi savunuculuğu yapılamayacağını düşünmüşler ve önceliği kurucu düşünce
zemininin tamirine vermişlerdir. Bu tespiti doğrulayacak en önemli nokta ise Aydın
Yalçın’ın 1958’den sonra Dergiye daha az katkı sağlamasıdır.
15 Mayıs 1958 tarihli 100. sayıdan itibaren Dergide, kurucu düşünce zemininin
ancak cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi ile tamir edilebileceğini açıkça
savunulmaya başlanmıştır. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar süren bu
dönem iktidarın icraatlarına yönelik yüksek yoğunlukta eleştiri yöneltildiği
dönemdir. 1958’in ikinci yarısından 1960 yılının ikinci yarısına kadar olan sayılar
boyunca, Dergi her ne kadar doğrudan CHP tarafgirliği yapmamış olsa da, ki yazı
kurulu Hür. Partiye verilen açık destek tecrübesinden sonra temkinli davranmayı
yeğlemiştir, CHP’ye desteğin hissedilir bir noktaya ulaştığını söylemek mümkündür.
Çünkü tüm Forumcular, cumhuriyetçi demokrasinin aktant olarak seçilmesi
gerekliliğini savunurken, bu gerekliliği yerine getirecek partinin, cumhuriyetçi
demokrat cephedeki CHP olduğunu düşünmekteydiler.
Dergi çizgisi, sanılabileceğinin aksine, Dergi yazarlarından CHP li cumhuriyetçi
demokratların sayıca, liberal demokratlara nazaran fazlalaşmış olması ile değişmiş
değildir. Nitekim 100. sayıdan itibaren de liberal demokratlar yazar kadrosunda yer
almaya devam etmişlerdir. Ancak 100. ve 147. sayılar arasındaki dönemde, kurucu
düşüncenin tamir edilmesi zaruretine binaen yazılar kaleme alınmış, bu ise ideolojik
53
farklılığı geride bırakmıştır. İşaret etmek gerekir ki 100-147. sayılar arasında,
CHP’ye verilen destek, Hür. Partiye verilen destekten farklılık arz etmektedir.
Forumcular, Hür. Parti tecrübesinden aldıkları dersle, 1958 yılı ikinci yarısından
itibaren CHP’ye ‘açık destek’ değil ‘örtülü/hissedilir destek’ vermişlerdir.
Bu bağlamda, 1954’ten 1960 askeri müdahalesine kadar yedi yıl boyunca Forum’un
mutlak tarafsız olduğunu iddia etmek güçtür. Öte yandan ‘göreli tarafsızlık’
nitelendirmesinin yapılmasının da yanlış olmayacağı düşünülmektedir. Derginin
tarafsızlık tutumunun mahiyetine ilişkin değerlendirme yaparken şunu hemen
belirtmek gerekir ki, Dergi demokrasiden taraftır. Liberal demokrat ve cumhuriyetçi
demokrat tüm Forumcuların demokrasiden taraf olmaları ise kaynağını Forum’un
manevi birliğini oluşturan Türk Devrim felsefesine sahip çıkmaktan almıştır.
Bilindiği üzere Türk Devrim felsefesinin temelini insan doğasının ve dolayısıyla
kurumların değişebileceğine inanmak oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Formcular, bu
felsefe ile Türkiye meselelerine çözüm üretme vazifesini icra etmişlerdir.
Forumcular, kimileri liberal demokrat kimileri cumhuriyetçi demokrat olarak, henüz
emekleme çağında olan, çocukluk dönemini geçiren genç Türk demokrasisinin
sakatlanmaması için büyük gayret sarf etmişlerdir. Onların bu gayretinin en önemli
sonucu ise 1961 Anayasasında somut ifadesini bulmuştur.
Bu noktada Forumcuların ‘anayasa’ kavramından ne anladıklarına açıklık getirmek
yerinde olur. Forum’a göre, anayasa genel olarak ‘Devletin yetkilerinin kaynak,
amaç, kullanım ve sınırlarını tanımlayan yazılı ya da yazılı olmayan ilke ve kurallar
bütünü’ olarak tanımlanabilir. Ancak Forumcular, bu ilke ve kurallar bütününün ise
iki ayağı olduğuna işaret etmeyi ihmal etmez. Anayasanın iki ayağı, hukuki ve siyasi
olandır. Forum’a göre, hukuki açıdan bir devletin anayasası, ülkenin en üst yasasıdır.
Yasama gücü tarafından çıkartılan tüm yasalar ile yürütme gücünün kararları gibi
tüm ikincil normların dayanağı temel normatif kaynak olan anayasadır. Bu ikincil
normların anayasaya ile bağdaşması gerekir. Bir bağdaşmazlık mevzu bahis
olduğunda, bu yasalar, anayasaya göre geçersiz sayılır. Forum’a göre, siyasi açıdan
bir devletin anayasası, devletin kuruluş felsefesini ifade eden siyasi bir belgedir.
Anayasa, hukuki terimlerle ifade edilen bir ideolojik bağlılığı ve bu bağlılığın
öngördüğü bir eylem planını içerir.
İşte anayasanın siyasi bir belge olma özelliğindendir ki, her devletin anayasası
‘hukuki’ bir okumada birbirine benzer gözükmektedir. Oysaki her anayasanın
uygulanması her devlet için farklı bir işleyiş tarzının ifadesi olur. Diğer bir deyişle,
her ülkedeki ideoloji, kurucu düşünceden izler taşır. Dolayısıyla, bir ülkedeki siyasi,
iktisadi ve toplumsal sistemi anlamak için anayasanın siyasi okuması yapılmalıdır.
Siyasi okuma yapmak ise, anayasal uygulamalar, yargı yorumlarına, yasalara ve
daha alt mevzuata ve bu mevzuatın uygulanma biçimlerine, tüm bunlardan daha da
önemli olarak devletin kuruluş felsefesine ve bu felsefenin getirdiği gelenek ve
göreneklere bakmak demektir. Bu bağlamda Forum, Türk Anayasasının
Atatürkçülükten münezzeh bir uygulamaya sahip olamayacağının altını çizmektedir.
Forum, Batı demokrasilerinde de anayasaların ülke tarihlerinin bir ürünü olduğuna
dikkat çeker. Kurucu düşünce ise her ülkenin kendi tarihine içkindir.
54
Forum Dergisi, yedi yıl boyunca, Atatürk’ün laik dünya görüşü, rasyonel tahlil ve
bilimsel yaklaşımla meselelere bakmayı salık veren düşüncesi ile uyumlu bir yayın
çizgisi izlemiştir. Forumcular arasında Atatürkçülüğü ‘tarihi bir yanılgı’ diye
küçümseyen veya ‘küçük burjuva reformisti’ diye yadırgayan; Atatürk’ü sadece
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve/veya Kurtuluş Savaşının başkomutanı
olarak gören ve Atatürk’ün Türk ulusunun eline verdiği kılavuz ilkeleri dikkate
almayan kimseler yoktu. Atatürkçülük; Marksizm, faşizm gibi donmuş ve
statikleşmiş kapalı fikir sistemi içinde düşünülen bir dogmatizm olarak da
algılanmamaktaydı. Çünkü Atatürkçülük bir ideoloji değildi. Hem liberal demokrat
hem de cumhuriyetçi demokrat Forumcular, Atatürkçülüğü; canlı, hareket halinde,
dinamik bir pusula olarak görmüşlerdir.
Forum’un Atatürk’e bakışını şu sözlerde bulmak mümkündür: “Atatürk ne bir
filozoftu, ne de bir macera düşkünü. Memleketi o günün şartlarından kurtarabilmek
için doğulu kalıplar ortasında pek fazla iş görülemeyeceğini anlamıştı; milletine
layık gördüğü geleceğe ulaşmak, daha doğrusu ‘muasır medeniyet seviyesinin
üstüne çıkmak’ için en kestirme yolun o zamana kadar Avrupa medeniyeti tarafından
erişilen merhalelerden geçtiğine inanmıştı. Üstelik, yeni kurduğu milli devlet
Avrupa’nın Fransız İhtilalinden beri milli kalıplar içinde başardıklarını tekrarlamak
bakımından ideal bir zemin yaratmıştı. Filozof olsaydı, belki bu basit çözümden çok
daha orijinal gözüken, koparılmamış bağlara çok daha fazla önem veren, toplumu
öncülerle artçılar şekilde ikiye bölmeksizin benimsenebilen bir düşünce sistemi
kurabilirdi; macera düşkünü olsaydı, belki erişilmeyecek hayallere hemen erişmek
istemenin aceleciliği içinde her şeyi kaybedebilir, yüzyıllardan beri tereddütlü
adımlarla aşılmış olan engellerin de geri gelmesine yol açabilirdi. Atatürk, felsefe
kitaplarının olmazlığına veya tarih sayfalarının mezarlığına düşmeden, en pratik
yoldan gerçek mümkün olanın sınırlarına erişmekle gerçek politikanın en güzel
örneğini vermişti.”20
Bu bağlamda Türk Devrimi ile ilgili olarak Bahri Savcı’nın 1963 yılında SBF
Dergisinde yayımlanan makalesindeki şu sözlere yer vermek isabetli olur: “Atatürk
önce bir siyasi inkılap yapmıştır, sonra da bunun temellerini teşkil ve ifade ederek,
bunların devam şartı olmak üzere bir sosyal inkılap yapmıştır. Bu, her ikisinin kemal
ve sıhhat şartı olmak üzere, bir de iktisadi inkılap söz konusudur. Bunu, bir başka
deyimle söylemek gerekirse diyebiliriz ki Atatürk, sosyal, iktisadi yönleri olan bir
modernizasyon yapmıştır. Atatürk modernizasyonunun, inkılabının siyasi mahiyeti
bir sosyo-politik, bir de sosyo-ekonomik halka içinde belirmektedir. Önce siyasi
iktidar olayını modernize etmek üzere bir siyasi inkılap yapılmıştır. Bu,
halife-sultansız, tam bir milli irade esasına dayalı, şahsi iktidarı reddedip onun
yerine halk iktidarını koyan bir halkın cumhuriyetini kurmadan ibarettir. Fakat bu
inkılabın, süren bir modernizasyon ameliyesi olabilmesi için Atatürk, siyasi
inkılabın sosyal yönünde bir modernizasyona girişmiştir: Bağımsız, özgür, kendi ile
sorumlu, müspet ve laik zihniyetli kişiyi, eşitlik esasındaki aileyi, skolastik ve
hurafeci bağlardan kurtulmuş olarak çağdaş beşeri münasebetler ölçülerine göre
davranışlar gösteren halk katlarından kurulu, bir laik toplum meydana getirmiştir. Bu
20
Mümtaz Soysal, Batıya Varışın Eğitimsel Yolları, İncelemeler, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960.
55
da, sosyal inkılabı teşkil ve ifade eder. Bu suretle genel olarak Atatürk
modernizasyonu, Atatürk inkılabı dediğimiz hareketin sosyo-politik yönü meydana
getirilmiştir. Bu siyasi şekil olarak: halife-sultansız, şahsi iktidarsız, tamamıyla milli
irade esasına dayanan ve halk iktidarını meydana çıkarıp müessir kılan bir laik
cumhuriyet ile; sosyal temel olarak da: insana değer veren, Anadolu halkını birinci
ilgi planına alan laik halk toplumundan ibaret sosyeteye varma inkılabıdır.”21
Savcı aynı makalede sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Nihayet, siyasi iktidarı,
halife-sultansız ve şahsi iktidarsız bir halkın cumhuriyeti içinde, temsili hükümet
esasında kurmanın ve geliştirmenin, bunun istilzamı olan laik ve müspet zihniyetli
kişilerden kurulu laik toplum inşa etmenin ve bunu sıhhat içinde kemale erdirmenin
yolu açılmıştır. Bu, toprak rejimini, istihsal rejimini ıslahı tazammun eden,
çalışanların haklarını muvazenelendirmeyi ifade eden, kişiye halk kitlelerine, geri
kalmış bölge ve kategorilere geniş sosyal ve iktisadi hizmetler ve imkanlar getirmeyi
ihtiva eden
sosyo-ekonomik inkılaptır; daha doğrusu geniş Atatürk
modernizasyonunun, inkılabının sosyo-ekonomik halkasıdır. İşte Atatürk ilkeleri,
bunları ifade eden, mümkün kılan, açıklayan, şartlandıran, zaruretlendiren
prensiplerdir.” Forumcuların 1954-1960 arası Atatürkçülüğe bakışını Savcı’nın bu
değerlendirmesinde ifadesini bulduğunu söylemek mümkündür.
Forum’un okurları arasında bulunan Yakup Kepenek’in Dergiye yazdığı
mektubundaki şu sözlerinin Forum’u anlamak açısından önemli olduğu
düşünülmektedir: “Nisan başında Forum Dergisi altıncı yayın yılını bitirdi.
Derginin 121. sayısından öğreniyoruz ki, bu durumu belirtmek için Radyoya
yapılan müracaat Forum’un devlet icraatını kötülediği sebebiyle reddedilmiştir.
Takip edenler bilirler ki Forum birinci sayıdan beri daima ilmi, objektif, şahsi ve
maddi endişelerin üstünde, memleket gerçeklerine eğilmesini bilmiş, okuyucularına
dayanarak tarafsız ve satılmamış kalemlerin yazılarını dercetmiş bir dergidir.
Forum, tam bir tarafsızlıkla fakat asla yılmadan ve usanmadan, yurdumuzda
demokratik kurumların nasıl kurulabileceğini, ilme ve ihtisasa dayanan program ve
planlı iktisadi kalkınmanın nasıl başarılabileceğini anlatmaya çalışmıştır.
Menfaatlerin, para ve mevki vaatlerinin her türlü manevi ve vicdani kaleleri
fethedebildiği bir devirde, eğilmeden sapmadan yoluna devam edebilmiştir. Aşırı
İnkılapçı olduğu için bazı yazarlara sola meyyal addedilen bu dergide, daha düne
kadar imam hatip okulları mensuplarının Risale-i Nur öğrencilerinin küfür dolu
mektuplarını okuyabilmek kabildi. İşte Forum bu kadar tarafsızdır ve memleket
meselelerini ilim açısından bize aksettirmektedir. Forum hiçbir zaman bir parti
organı bir grubun menfaatlerinin müdafaacısı olmamıştır ve kanaatimizce
olmayacaktır. Şurasını da işaret edelim ki Forum müdafaaya muhtaç değildir ve biz
okuyucularından daha evvel idareci ve yazarları vardır. Ancak Radyo Şefliği yalnız
Forum’u değil, okuyucularını da devlet icraatını kötüleyen yayınları takip etmek
töhmeti altında bırakmıştır.”22
21
Bahri Savcı, Bir Otoriter İdeoloji Denemesi Üzerine Mütalaalar, SBF Dergisi, cilt:18, 1963,
s.100-101.
22
Forumsuz Devlet, Okurların Forumu, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959.
56
Forum Dergisi, Demokrat Parti’nin anti-demokratik uygulamaları altında ezilen
aydınların her sayısını merakla bekledikleri bir dergi olmuştur. Hatta kimi
okuyucular, Forum okuyucularının tanışması önerisinde bulunmuşlardır.
Okuyucuların çoğunlukla metnin sonunda isimlerinin baş harflerini belirttikleri bu
mektuplardan, ilginç bir üsluba sahip olan bir tanesinden, şu satırları nakletmek
yerinde olacaktır: “Mecmuanızı takriben bir senedir muntazam okumaktayım.
Başmakalelerinizin ekserisini muhteviyatıyla, umumiyetle mutabakat halindeyim;
ayrıca mecmuanızın umumi havası ve bilhassa göstermekte devam ettiğiniz medeni
cesaret beni manen çok takviye etmektedir. Düşündüm ki: Forum okuyanları
birbirleriyle tanıştırmanın, temasa getirmenin karşılaştırmanın imkanı, yolu yok
mudur? Acaba Forum bu işi başaramaz mı? Belki bu şekilde birbirlerine az çok
benzeyen Türklerin bir araya gelip bir muhit yaratmalarına meydan vermiş oluruz
ve bu suretle memlekette er geç doğup inkişaf etmesi lazım gelen ilmi ve demokratik
düşüncenin vücut bulmasına ufak da olsa yardım yapılmış olur.”23 Okuyucular
arasında Forum okuyucularından müteşekkil bir kulüp kurma önerisine dahi
rastlamak mümkündür.
Forum yazarlarının ise kendilerinin doğrudan içinde yer alacakları herhangi bir
kurumsal oluşuma mesafeli olduğunu görmek mümkündür. Nitekim bu iddiayı
destekleyen, okuyuculara hitaben Forum Yazı Kurulunca kaleme alınmış yazıda
şöyle denilmektedir: “Mesele kanaatimizce şudur: Aydınlar her memlekette olduğu
gibi Türkiye’de de bir azınlıktır. Fakat bu azınlık cemiyetin en tesirli azınlığıdır.
Çünkü rolleri geniş kütlelerin benimseyeceği fikir ve düşünceleri imal etmek,
müstakbel kütle hareketlerinin istikamet ve planlarını hazırlamaktır. Başka
memleketlerde aydınları birbiriyle daimi temas halinde tutan yayın organlarından
başka, entelektüel kulüpler, dernekler, sohbet ve tartışma grupları gibi vasıtalar da
vardır. Aydınlar bütün bu vasıtalarla birbirleriyle daimi bir düşünce alışverişinde
bulunurlar; tecrübe, his ve intibalarını karşılaştırır, mukayese ederler. Bunlar
sayesinde bir memleketin fikir hayatı daimi zindelik içinde bulunur. Türkiye’de bu
çeşit müesseselerin geleneği henüz kurulmamıştır. Türkiye henüz köylü bir cemiyet
bünyesinin izlerini taşımaktadır. Şahsi münasebetlerimizde, toprak ve hısımlık gibi
en ilkel ve içtimai bağlar, elan şahsi münasebetlerimizin hudutlarını
sınırlandırmaktadır. Fikri ve mesleki saiklerle içtimai münasebetlerimizi artırmak,
tecrübelerimizi zenginleştirmek, ferdiyetimizin dar sınırlarını aşarak tecerrütten
kurtulmak ihtiyacı yeni yeni duyulmaya başlanmıştır.” 24
Bu açıklamadan sonra, Yazı Kurulu nazik bir üslupla şöyle bir karşı öneride
bulunmaktadır: “Biz şöyle bir hizmette bulunmak istiyoruz: Şahsen veya mektupla
birbirleriyle temasa geçmek isteyen okurlarımızın isim, adres ve telefon
numaralarını dergimiz vasıtasıyla yayınlamak. Yahut isimlerinin yayınlanmasını
istemeyenler olursa, bunları da isim ve adres listeleriyle, dergimizden yazıyla
isteyen okurlarımıza bildirmek. Forum okurlarının birbirlerini mutlaka tanımaları,
dergimizin temsil ettiği fikirlerin ve zihniyetin memlekette daha sağlam bir şekilde
yerleşmesi bakımından lüzumludur.” Forum’un okuyucular ile hem irtibat halinde
23
24
Forum Okuyanların Tanışması, Okurların Forumu, Forum, sayı:71, 1 Mart 1957.
Forum Okuyanlar Kulübü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:71, 1 Mart 1957.
57
ancak sıcak temastan uzak bir tutum içerisinde olmasını seçkinciliğe yorulmaması
gerektiğinin altını çizmekte fayda görülmektedir. Nitekim Forumcular demokrasinin
halkla olacağına inanmaktaydılar. Derginin görevini de en basit ifadesiyle ‘halka
demokrasi içindeki görevini aydınlar üzerinden hatırlatmak’ olduğunu
düşünmekteydiler, halk demokrasiyi anlarsa savunabilirdi, aksi halde totaliter
akımların pençesine düşerdi. Dolayısıyla Forumcuların halkı küçümseyen bir tutum
sergilediklerini ve seçkinci tavır takındıklarını iddia etmek mesnetsizdir. Forum
kadrosunda ‘bütün gerçeği ben biliyorum’ şeklinde bir algı tespit etmek imkanı
olmadığından, Derginin söz konusu olaydaki tutumunu, Dergiyi seçkincilik
bağlamında değerlendirmenin meşru sebebi olarak görmek abartılı olacaktır.
Derginin 1954’teki ilk sayısı 1500 adet basılmıştı ve tamamı tükenmişti. Derginin
sonraki sayılarında baskı adedi giderek artırılmıştır. 1954 yılı sonunda üç bin baskı
yapan Derginin 1957 yılı vasati tirajı yedi bin civarındaydı.25 Ancak aynı yıl kimi
sayılarının ki özellikle genel seçimler öncesi sayılarının on bini aşan bir tirajı
bulduğu, 1958 yılında vasati tirajın on bin olduğu, 1959’da ise vasati tirajın on iki
bini yakaladığı bilinmektedir. Derginin yıllar geçtikçe artan oranda bir tiraja sahip
olması da okurların gözünde tarafsızlıkla ilgili şüphelerin sınırlı olduğunun bir
göstergesidir. Aksi halde okurlar Dergiyi almamaya başlayabilir ve Dergin tirajının
da düşmesi beklenirdi. İlaveten, 1955 nüfus sayımına göre nüfusun 24 milyon
olduğu hatırlandığında, Türkiye’nin gelişmişlik seviyesi göz önünde tutulduğunda,
değişen yıllara göre artan Forum’un tirajının azımsanmayacak seviyelerde seyrettiği
söylenebilir. Kaldı ki dergiyi satın alanların satın almayanlar ile dergiyi paylaştıkları
ihtimali düşünülürse, Derginin okur oranının yüksek olduğunu iddia etmek yanlış
olmayacaktır. Bununla beraber Forum’un kimi okuyucularının dergi tirajından
memnun olmadıklarını belirtmekte yarar var.
Derginin tirajının düşük olduğunu düşünen bir okuyucu şöyle demektedir: “Forum’u
birinci sayısından beri alır ve okurum. Naşirinden alınmış olması çok muhtemel
bulunan bilgiye göre, bu dergi 12.000 satıyormuş. Bir o kadar da ilave okuyanı
olduğunu kabul etsek, ülkenin nüfusu hesaba katıldığında, Türkiye’de bu derginin
savunduğu fikirlerden haberdar olup faydalanan vatandaş sayısı en çok %0.1
nispetinde demektir.
Birçok milletvekili Türkiye’de Forum adlı bir dergi
neşredildiğinden haberdar değildir. Ben şahsen şunu teklif ediyorum: Bütün
milletvekillerimiz Forum’a parasız abone kaydedilsin, kendilerine Forum
koleksiyonunun tamamı parasız olarak gönderilsin. Bu işin külfeti 600 sayı
üzerinden bilhesap, nüsha başına üç kuruştur. Bu işin mali külfetini Forum’un
fiyatına beş kuruş zam yapmak suretiyle bertaraf etmek mümkündür. Buna hiçbir
Forum okuyucusunun itiraz etmeyeceği muhakkak. Nüfusumuz her yıl bir milyon
arttığına göre 27 milyon nüfuslu Türkiye’de 12.000 satan ve azami 25.000 kişi
tarafından okunan bir dergi kendisini yaşıyor sayamaz.” 26 Hatırlatmak gerekir ki
Forum’dan haberdar olmayan milletvekilleri ile kastedilen, kimi DP li
milletvekilleridir.
25
26
Aydın Yalçın, Fikir Mihrakları Kurmak, İncelemeler, Forum, sayı:169, 15 Nisan 1961.
Forum Limonlukta mı?, Okurların Forumu, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957.
58
Forum, yazı hayatına atılıştan itibaren çok mütevazı mali şartlar altında yürütülen ve
bu şartların en kötü olduğu günlerde bile iktidar desteğine dayandırılması bir an bile
düşünülmeyen bir dergi olmuştur. Bu mali bağımsızlık, yazılarıyla Forum’u
yaşatanlar için hiç de kolay olmamıştır. Birçok derginin türlü dolambaçlı yollardan
gitmeyi ve önlerine çıkan her yem borusuna kulak vermeyi gelenek haline getirdiği
bir devirde, Forum, çizgisinden taviz vermemiştir. İktidar tarafından Forum yazarları
baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Forum sadece okuyucuları ile ayakta kalmayı
tercih etmiştir. Şu bir gerçektir ki Forum kendi kendinin reklamı konusunda pek
istekli olmamıştır. Forum’un isteksizliği eleştirilmeye açık olmakla birlikte, tirajının
düşük olduğu yönündeki eleştirinin haklı olmadığı düşünülmektedir.
Forum sadece yurt içinde değil yurt dışında da bilinen bir dergi olmayı başarmıştır.
Örneğin yabancı basından Derek Patmore’un Forum’a dair şu sözleri dikkat
çekicidir: “Yeni başkentte genç aydınlar gittikçe çoğalmaktadırlar. Türkiye’nin en
iyi siyaset ve kültür dergisi Forum’un Ankara’da çıkması bu bakımdan önemli bir
olaydır. Bugün on beş günde bir çıkan Forum’un satış tirajı 12.000’dir ve
memleketin her yanında okunduğu görülmektedir. Forum’u çıkaran genç aydınlar
grubu Türkiye’de en canlı ve gürbüz fikir takımı addedilmektedir. Şimdiden
memleket meseleleri üzerindeki tesirleri satış sayısının üstünde bir güç taşımaktadır.
Derginin başyazarı Aydın Yalçın son zamanlara gelinceye kadar Ankara Siyasal
Bilgiler Fakültesi doçenti idi. Karısı Nilüfer Yalçın derginin tiyatro eleştirmecisidir.
Forum Dergisi’ne devamlı yazanlar dikkatle seçilmiştir; her biri kendi alanında söz
sahibi seçkin kimse. Bunlardan biri Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Fethi
Okyar’ın oğlu Osman Okyar’dır. Hükümetin ekonomik politikasını tenkit eden
yazıları geniş bir yankı uyandırmıştır. Osman Okyar Cambridge Üniversitesi’nden
mezundur, şimdi İstanbul Üniversitesi’nde doçenttir. Forum’a yazanlardan biri de
Ulus gazetesinin yazı işleri müdürü Bülent Ecevit’tir. Bülent Ecevit usta bir yazar
olduğu kadar tanınmış bir şair, sanat eleştirmeni ve T.S. Eliot’ın Coctail Party’sinin
mütercimidir. İstidatlı bir eleştirmen olan Metin And da Forum’da devamlı
yazanlardandır.”27
Forum Dergisi, Türk demokrasisine katkı görevini 1961 anayasasının halkoyuna
sunulduğu tarih olan 9 Temmuz 1961’de tamamlamıştır. Şunu hemen belirtmek
gerekir ki Forum kadrosu, verdiği demokrasi mücadelesinde en zor günlerini, askeri
müdahaleden hemen önceki dört haftada yaşamıştır. Bu zorluğun ise basım
işlerinden tek başına sorumlu olan Muammer Aksoy tarafından daha yoğun
yaşandığının altını çizmek gerekir. Forum, 1 Mayıs 1960 tarihli 147. sayısını
okuyucularına ulaştıramamıştır. Dergi yazı kurulu 148. sayısında, bir önceki sayının
yayına hazırlanması sürecinde yaşanan sıkıntılara dair şöyle bir açıklama yapmıştır:
“Meclis Tahkikat Komisyonunun hakkımızda tahkikat açmasından sonra, eski
matbaamız haklı endişelere kapılarak, dergiyi basmaktan imtina etmişti. Bu arada
başvurduğumuz diğer matbaalar baskı talebimizi kabul etmemişlerdir. Bu sebeple
1 Mayıs tarihli nüsha çıkamamıştır. Matbaa aramaya devam ettik ve nihayet
11 Mayıs tarihinde Akın Matbaası dergimizi basmayı kabul etti ve böylece
15 Mayıs 1960 tarihli 147. sayımızı baskıya hazır duruma getirdik. Ancak makineye
27
Modern Türkiye’de Yeni Temayüller, Ne Diyorlar?, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957.
59
verilmek üzereyken sabık Ankara Örfi İdare Kumandanı Namık Argüç, önce fiilen
matbaayı tazyil ederek baskıya mani olmuş, bilahare yazı ile derginin tap ve neşrini
men ederek, mevzuata aykırı bir şekilde sansür koymuştur. Bu haksız müdahaleyi
mektup ile protesto etmiş ve şahsı hakkında tazminat davası açmaya hazırlanmıştık.
Gayrimeşru idarenin devrilmesi ile 15 Mayıs tarihli nüshayı çok geç de olsa basmak
kabil olmuştur. Bu sayıdan ancak mahdut bir miktar basılabildiği ve muhtevası
aktüalitesini kaybettiği için satışa çıkarılmamıştır. Koleksiyon sahipleri ve ilgililer
bize 50 kuruşluk pul göndermek suretiyle bu sayıyı temin edebilirler. Buhranlı
günlerde dergimizi basmayı kabul eden Akın Matbaasına ve çıkmayışımız karşısında
telefon ve yazı ile ilgilerini esirgemeyen okurlarımıza candan teşekkür ederiz.”28
Dergi, 1960lı yıllarda da yayın hayatına devam etmiştir. Ancak Derginin,
15 Ekim 1961 tarihindeki genel seçimlerinden sonraki sayılarında yayın çizgisinde
bir değişiklik olmaya başladığı, Marksizm’e temayül eden bir çizgi tutmaya
başladığını söylemek mümkündür. Forum 15 Ekim 1969 tarihli sayıdan sonra yayın
hayatından çekilmiştir.
2.Forum Yazarları ve İşledikleri Konular
Demokrat Parti, iktidara daha fazla demokrasi iddiasıyla gelmişti ancak iktidara
gelişinden kısa bir süre sonra tavır değiştirmiş ve demokrasinin tüm kural ve
kurumlarıyla yerleştirilmesinin önünde bizzat kendisi engel teşkil etmiştir. Bunun bir
sonucu olarak da demokrasi mücadelesi vermek üzere yola çıkmış olan Forum
yazarları Derginin ilk sayılarından itibaren demokrasinin ortadan kalkması sonucunu
doğuracak her türlü icraat ve tutuma karşı olduklarından, totaliter düşünceye karşı
açık tavır sergiledikleri yazılar kaleme almışlardır. Forum’un yayın hayatına girdiği
ve yayınını sürdürdüğü dönemde Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iktisadi, siyasi ve
toplumsal sorunlar vardı ve bu sorunların hepsi çözüm beklemekteydi. Ancak şurası
kesindi ki, tüm bu sorunları çözmedeki temel yaklaşım demokrasi olmalıydı,
Forumcular buna kuvvetle inanmaktaydılar.
Forum’un demokrasi anlayışını ortaya koyması bakımından şu yazı ilginçtir: “Bir
kimsenin hoşgörülü olması, ne onayladığı ne de katıldığı inanç, düşünüş yahut
hareketlerin varlığına katlanması demektir. Mutlak bir hoşgörürlük kolay kolay
tasarımlanamaz, tasarımlansa bile her çeşit karşı hareket yer bırakmayacak bir ilke
kesilir. Bunun tam karşıtı olan hoş görmezliğin mutlak tasarımlanması da
başkalarının erkinliklerini, özgürlüklerini büsbütün yok edecek niteliktedir. Öyleyse
hoşgörürlük ile hoş görmezliği göreli olarak düşünmek zorundayız. Hoşgörürlüğün
egemen olması gereken alanı iyice belirlemek, sınırlarını saptamak, ilk bakışta
sanıldığı kadar yalınç bir sorun değildir. Örneğin bir toplumda kim kimi hoş
görecektir? Karşılıklı hoşgörürlükten söz etmek de doyurucu olmaktan uzak ve pek
genel kalır. Hoşgörürlükle hoş görmezliğin uzlaştırılması gereği apaçık olmakla
birlikte bunu başaracak ilkeye nasıl erişilecektir? Çözülmesi gereken bir çıkmaz,
doğruyu tutanın (bir alanda birden çok doğru olamayacağına göre) eğriyi, yanlışı
tutanı hoş görüp görmeyeceğidir. Hoş görmezliğin tarihine bakarsak, kaynağının
28
Açıklama, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:148, 1 Haziran 1960.
60
Doğu olduğunu ve tek tanrıcı dinlerle el ele geliştiğini görürüz. Bunlardan
peygamberinin bir yanağına tokat yiyene öteki yanağını çevirmesini öğrettiği için en
hoşgörülüsü diye tanınanı bile, bütün barbar Romalıların öldürdüğünden çok
dindaşını kendi elleriyle boğmuştur. Reformasyon’dan sonra liberalizm, 17. yy’dan
bu yana hoşgörürlüğün yerleşmesine çalışmıştır. 20. yy liberalizmi Batıda sosyal bir
renk olmaya yönelince, aydınlar hoşgörürlüğün yitirilmemesi gereği üzerinde
durmuşlardır. Gerçekten bugün Batıda egemen olan demokrasi anlayışı,
hoşgörürlüğe dayanır.”29
Yazıda demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyenlere karşı hoşgörü göstermenin
demokrasiye zarar vereceği belirtilmektedir. Yazı şöyle devam etmektedir: “Ancak
hoşgörürlüğün bir de alt sınırı olmalıdır. Güç kazanırsa hoşgörürlüğü ortadan
kaldıracak olan inanç, düşünüş yahut hareketlerin geliştirilmesi şu ya da bu
dogmatizmi yerleştirmeye kalkanlar hoş görülmeli midir? Savlarının mutlak
geçerliği olduğunu ileri sürerek ortaya çıkanların yarattıkları gereksiz acılar daha
ortadayken bunları hoş görmek, hele ortaçağı hortlatmak amacıyla başkaldıranları,
hoşgörürlüğün sağladığı geniş özgürlükten faydalandırmak, kolay affedilmeyecek
bir suç olmaz mı? Türk toplumu hem ekonomik ve kültürel alanlarda gelişmek hem
de bu gelişme özgürlük ve erkinliğini elden çıkarmadan ulaşmak amacındadır. Her
iki yanda da bugüne kadar başarılmış bir takım ilerlemeler vardır. Özgürlükle
devrimin, erkinlikle düzenin arasında kurulacak denge, bu toplumda nelerin hoş
görülüp nelerin hoş görülmeyeceğini de saptayacaktır. Hoş görmezlikle
karşılanması gerektiğini belirttiğimiz davranışları, Türkiye’de bugün gericilerde,
politik kuram mutlakçılarında ve yerlerini başkalarının hoşgörürlüğüyle ele
geçirmiş olmakla birlikte hoş görmezliğe kalkışanlarda bulmaktayız. Böylelerini
bizim toplum olarak hoşgörürlükle karşılamamız akılla bağdaşmaz.” 30
Forum yazarlarının ele aldığı konuların başında hukukun üstünlüğü ilkesinin
uygulanması gelmekteydi. İktidarın, hukukun bağımsızlığını zedeleyici icraatları
eleştirilmekteydi. Demokratik rejimin işleyişinde en büyük güvencelerden birisinin
yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü olarak görülmekteydi. İktidarın yargıya
kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmesinin çoğunluk karşısında azınlığın
haklarının korunmasına engel teşkil ettiği düşüncesi yaygın olarak işlenmekteydi.
Forumcular, demokrasinin kurumsallaştırılmasında çoğunluk karşısında azınlık
haklarının güvence altına alınmasının önem arz ettiğine vurgu yapan yazılar kaleme
almaktaydılar. Özellikle, DP’nin, seçimlerle, arkasına aldığı çoğunluğa dayanarak
iktidarda her istediğini yapabileceği iddiası Forum Dergisi’nin sert eleştirilerine
maruz kalmaktaydı. Yazılarda bu iddianın anti-demokratik olduğunun altı ısrarla
çizilmekteydi.
Forumcuların bu yazıları okuyucular tarafından desteklenmekteydi. Okuyucular,
Dergiye, Türk Devrim tecrübesini geçirmiş bir ülkede DP iktidarının
anti-demokratik uygulamalarının kabul edilemezliğini esas alan mektuplar
göndermekteydiler. Okuyucu mektuplarında öne çıkan husus, muhalefet haklarının,
29
30
Mete Tunçay, Hoşgörürlük Üzerine, İncelemeler, Forum, sayı:125, 1 Haziran 1959.
Mete Tunçay, Hoşgörürlük Üzerine, İncelemeler, Forum, sayı:125, 1 Haziran 1959.
61
muhalefetin de bir gün iktidar olabilmesini sağlayacak şekilde güvenceye alınması
gerekliliğiydi. Bununla beraber kimi okuyucular ülkenin eğitim seviyesinin düşük
olduğundan, demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla işletilmesine dair şüphe
taşıdıklarını ifade etmekteydiler. Söz konusu şüpheyi taşıyan okuyuculardan birinin
sözlerini nakletmek yerinde olacaktır: “Hakikaten objektifsiniz, hadiseleri yakından
takip ediyorsunuz. Yazarlarınızın, gerek muhakeme tarzlarından ve gerekse
ifadelerinden aydın ve bilgili kişiler olduğu belli. Yalnız bana öyle geliyor ki tek tek
hadiseler hakkında tefsirlerde incelemelerde bulunurken, Türk cemiyetinin o kadar
aktüel olmayan fakat çok daha derinde ve temelli olan hususiyetleri ve meseleleri
gözden ırak tutuluyor. Bence bugünün en ehemmiyetli vakası, Türkiye’nin eşi
görülmemiş bir tecrübeye girmiş olduğudur. Eşi görülmemiş derken, içinde
bulunduğumuz hale ne Batı demokrasilerinde ne de sağ veya sol diktatörlüklerde
rastlanmadığını belirtmek istiyorum. Biz, okur yazar nispeti oldukça düşük bir
memlekette demokrasi tecrübesi yapmaktayız.”31
Bir memleketin aydın kütlesinin halkın çoğunluğu gibi düşünmemesi demokrasinin
garantisidir. Aydınların halk çoğunluğu gibi düşünmesi demokrasinin bir çoğunluk
diktatörlüğüne dönüşmesine sebep olur. Aydınların görevi iktidarın icraatlarını
meşrulaştırmak değildir. Bu bağlamda üniversitelere ve sendikalara büyük görev
düşmektedir. Forum yazarları da bu hususlara dikkat çekmişlerdir. Forumcular
üniversitelerin araştıran ve düşünce üreten kuruluşlar olarak demokratik rejimin
kurumsallaşmasındaki rollerine sıklıkla işaret etmişler, çalışma yaşamının
anti-demokratik baskılar altında sürdürülmesinin tehlikesini göstermeye
çalışmışlardır. Sendikalar bahsinde, Forum sayılarında, ülkede emekçi kitlelerin
yeterli bilinç düzeyi ve bu düzeye ulaşmak için gerekli araçlardan yoksun oldukları
belirtilmiş, bunun ise demokratik rejimi aşırı sol akımlara karşı korumasız kıldığının
altı çizilmiştir.
Forum ısrarla herhangi bir ideoloji yanlısı tutum içinde olmadığını ve olmayacağını
çeşitli vesilelerle okuyucularına açıklamıştır. Daha açık bir dille liberal demokrat ve
cumhuriyetçi demokrat Forumcular, demokrasinin ideoloji olmadığını
düşünmektedirler. Oysaki ‘demokrasi’ bir ideolojidir; liberal demokrasi,
cumhuriyetçi demokrasi, sosyal demokrasi de birer demokrasi ideolojileridir.
Forumcular da demokratik rejimi savunduklarına göre, Forum’un ideolojisiz
olduğunu söylemeye imkan yoktur. Anlaşılan odur ki, Forumcular, Batı eğitiminden
geldikleri için özellikle 1950 li yıllarda, Batıda, demokrasinin ideolojiden sıyrıldığı,
artık rasyonel ve pragmatik bir yöntem haline dönüştüğü, demokrasinin önündeki
‘liberal/cumhuriyetçi/sosyal’ sıfatlarının da ‘yöntemin biçimleri’ olarak görüldüğü
tartışmalarından etkilenmişler ve demokrasiyi ideolojiler üstü bir konuma
yerleştirmişlerdir. Forumcuların faşizm, sosyalizmi ideolojiler olarak tanımlayıp,
demokrasiyi bunların dışında ve hatta üstünde tutması, Batı ülkelerinde, demokrasi
çizgisi üzerinde merkez, sağ ve sol tanımlamaları yapılmasından çok etkilendiklerini
göstermektedir. Forum’un bu algısı okuyucular tarafından da tasvip edilmiştir.
31
Forumun Tenkitleri Hakkında, Okurların Forumu, Forum, sayı:16, 15 Kasım 1954.
62
Bir okuyucu şöyle demektedir: “Forum okuyan bazı arkadaşlar, bu derginin Batı
demokrasisi ve hürriyet temalarından başka neyi müdafaa ettiğini
anlayamadıklarını söylemekte ve Forum’un bir doktrini bulunup bulunmadığını
sormaktadırlar. Forum’un kurucu ve yazarlarının salahiyetini aşmıyorsam, bu
hususta düşüncemi kısaca ifade etme müsaadenizi rica ederim. Bizde fikir sahasında
neşriyat teşebbüsleri aydınlarımız arasında bazı itiyatlar yaratmıştır. Çıkan
mecmualar Türkçülük, Turancılık, İslamcılık, Komünizm, Sosyalizm, Irkçılık,
Faşizm, Anadoluculuk, vs. gibi sonu daima ‘izm’ ile biten cereyanların temsilcileri
olarak tanınmışlardır. Forum, ezber ve aktarma, körü körüne taklitçi ve çok defa
hayalperest olmaya mahkum bir yolu ifade eden doktrin taraftarlığından ziyade,
memleket meselelerinin ilim metodu ile hürriyet havası içinde tartışılması tezini
savunmasıyla, memleket fikir hayatının asıl muhtaç olduğu bir doktrini getirmiş
bulunmaktadır. Batı demokrasilerine itirazda bulunan sağ ve sol ideoloji mensupları
da, bu dünya nizamı ve hayat felsefesine aynı tenkiti yöneltmektedirler. Yani, ‘bu
içtimai düzenin bir ideolojisi yoktur’ sözünü ileri sürmektedirler. Halbuki bu
düzenin asıl üstünlüğü, bir ideolojisi ve doktrini bulunmayışındandır. Batı
demokrasisi ve hür cemiyet nizamının temel felsefesi, her hadisenin hürriyet havası
içinde ve ilmi metotla rasyonel bir şekilde halledilebileceği temel faraziyesidir.”32
Forumcular dış politika konusunda Batı yanlısı bir yaklaşıma sahiptiler ve bunun
doğal bir sonucu olarak dış politika konularındaki yazılar NATO ve ABD ile ilişkiler
üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki Forumcular hür
dünyanın lideri olarak gördükleri ABD ile ilişkilerin geliştirilmesinin ve NATO
ittifakının Türkiye’nin güvenliği açısından önemine işaret ederken, ilişkilerdeki
karşılıklı çıkar dengesinin gözetilmesine vurgu yapmayı ihmal etmemişlerdir.
Forum, karşılıklı çıkarların gözetilmediği bir ilişkide Türkiye’nin edilgen bir
konuma gelme tehlikesinden bahsetmiştir. Dolayısıyla Forum’u indirgemeci bir
şekilde ‘Batıcı’ olarak nitelendirmek yanlış olacaktır. Kaldı ki dönemin uluslararası
sistemindeki dengeler düşünüldüğünde, daha açık bir ifadeyle Sovyet tehdit algısı
hatırlandığında Forum’un duruşunu anlamak daha da kolaylaşacaktır. Bu noktada şu
tartışma yapılabilir: ‘Sovyet tehdidi gerçekten var mıydı? Tehlike suni miydi?’
Bilindiği üzere, devletlerarası ilişkilerde politika belirlemede esas olan, tehdidin
somut olarak varlığından ziyade ‘tehdit algısı’nın varlığıdır. Bir diğer deyişle
tehdidin somutlaşma ihtimaline mesnet teşkil edecek ufak ayrıntılar gözden
kaçırılmamalıdır, aksi halde ulusal çıkar somut olarak tehlikeye düştüğünde
verilecek olan mücadelenin sonuçlarının tahripkarlığını göze almak gerekir ki, bu
arzu edilmeyecek bir seçenektir.
DP iktidarı zamanında ekonomik alanda öne çıkan nokta, o vakte kadar görülmemiş
bir miktarda dış ekonomik yardım alınmasına rağmen, bunun gereği gibi
değerlendirilememesidir. Kuşkusuz bunun tek bir sebebi vardır: DP, dışarıdan
sağlanan yardım ve kredileri plansız ve programsız olarak kullanma yolunu
tutmuştur. Nitekim Forum’da ekonomi bağlamındaki yazılarda en çok planlamacılık
uygulamalarının olası yararlı sonuçları üzerinde durulmuştur. Forum’un savunduğu
32
Forumun Tenkitleri, Okurların Forumu, Forum, sayı:17, 1 Aralık 1954.
63
planlamacılık, sosyalist planlamacılık değil, kapitalist planlamacılıktır. Forumcuların
planlamacılık anlayışlarında kapitalist sistemin tasfiyesi söz konusu değildir.
Bilindiği üzere sosyalist planlamacılıkta öncelik, devletin temel üretim araçlarını
devletleştirmesidir. Böylece özel mülkiyet düzeni ortadan kaldırılacak ve ‘eşitsiz
bölüşüm mekanizması’ durdurulabilecektir. Devletleştirme ile üretim araçlarının
entegrasyonunu sağlayan örgütlenme yönünde ilk adım atılır, ancak entegrasyonun
gerçekleştirilmesi için üretim sürecinin toplumsallaştırılması da gerekir.
Toplumsallaştırma ile devlet üretim araçları ve ürünlerin fiili ve etkili tasarruf
yeteneğine sahip kılınır. Çünkü bölüşüm üretim tarzından bağımsız değildir. İşte
sosyalist sistemde planlama, üretici güçlerin toplumsal yönetimi olarak veya bir
başka deyişle üretici güçler üzerinde toplumsal egemenliğin sağlanması olarak yani
devletleştirmeyi toplumsallaştırmaya dönüştüren bir mekanizma olarak ortaya çıkar.
Son tahlilde, planlama, üretici güçler üzerinde toplumsal egemenliğin sağlanması
süreci olarak tanımlanan özneleşme sürecinin bir aracıdır.
Öte yandan kapitalist planlamacılıkta, devletin temel üretim araçlarını
devletleştirmesi söz konusu değildir, özel mülkiyet düzeni devam eder ancak
kalkınmada yatırım politikası, toplumun öncelik kriterlerine göre yapılır yani
piyasanın göreli avantaj kriterine göre yapılmaz. Kapitalist sistemde planlama,
emeğin toplam yaratımı olan milli gelirin kısmen acil tüketim harcamalarında,
kısmen de emeğin yeniden üretimini sağlayacak şartların oluşturulmasında
kullanılmasını sağlayacak mekanizma olarak ortaya çıkar. Üretici güçlerin
geliştirilebilmesi için gerektiğinde tüketici tercihlerinde kısıtlamaya gidilebilir,
ancak bu yapılırken toplumsal önceliklere göre eşitlikçi bir kaynak dağılımının
temini esas alınır. Kalkınma finansmanı için öncelikli olarak lüks tüketimin
kısılması yoluna gidilebilir. Bununla beraber, eğer borç yerinde ve doğru
kullanılacaksa, dışardan borçlanma da kalkınmanın finansmanı için tercih edilecek
bir yol olabilir. Bu sayede bağımsız iktisat politikaları geliştirmek mümkündür.
Ancak kapitalist planlamacılığın az gelişmiş ülkelerde bir handikabı ortaya
çıkmaktadır: ‘Planlamanın toplumsal çelişkilerden ve dinamiklerden uzak
tutulamaması ve buna bağlı olarak da planlama uygulamasının teknokratların
denetiminden çıkarak siyasetçilerin oyuncağı haline dönüşmesi’. Bu handikabın
oluşması durumunda kapitalist planlamacılığın, az gelişmiş ülkelerin kalkınmasında
işlevsel olacağı açıktır.
Forumcular, Derginin birçok sayısında kapitalist planlamacılığın sosyalist
planlamacılıktan farklı olarak özel mülkiyet düzenine zarar vermeyeceğine işaret
ettikleri yazılar kaleme almışlardır. Bu yazılarda, planlamacılığın özel kesimi de
içine alacak şekilde uygulanmasının, özel kesimi tahakküm altına almak anlamına
gelmediği, tam tersine planın özel kesime yol göstericilik yapacağı ve özel kesimi
özendirici niteliği olacağı hususlarının altı çizilmiştir. Bu minvaldeki yazılar
arasında, kamu kesiminin plan aracılığıyla ekonomiye öncülük etmesinin, ulusal
ekonomik çıkarların daha iyi şekilde korunmasını sağlayacağını ortaya koyan
yazıların ağırlık teşkil ettiğini söylemek gerekir.
64
Forum’un savunduğu iktisat politikası Keynesyen iktisattır. Forumcular birçok
yazılarında Türkiye’nin gelişiminin önündeki engelin tasarruf sorunu olduğunu
yazmaktadırlar. Ülke dışından tasarruf sağlanmasına itirazları yoktur, ancak bu
tasarrufun planlı kullanılmasına vurgu yaparlar. Ayrıca ülke dışından sağlanacak
tasarrufun yanı sıra iç tasarrufun da planlamacılık ile gerçekleştirilebileceğini iddia
ederler. Dolayısıyla sanayileşme meselesi, hem bir finansal sorun hem de bir
ekonomik örgütlenme sorunu olarak ele alınmaktadır. Forumcular Keynesyen iktisat
uygulamalarını, ödemeler dengesi krizleri ve artan orandaki toplumsal eşitsizlik
problemine çözüm olarak görmüşlerdir. Hiç kuşkusuz ki henüz o yıllarda,
planlamacılık uygulamalarının, sonraki yıllarda, siyasi iktidarların basiretsizlikleri
sebebiyle ithal ikameci birikimin yarattığı ödemeler dengesi sorununu sürdürebilir
kılmanın ve gelir dağılımı eşitsizliğini himaye politikalarını gizlemenin aracı haline
dönüşeceğini düşünmemişlerdir. Çünkü Forumcular, gelişmiş Batı ülkelerinin
çizgisini izleyerek, Batılı bir yönetim anlayışıyla, kalkınmanın olanaklı olduğuna
inanmaktaydılar.
Derginin yedi yıllık süreç içerisindeki birçok sayısında Türk Devrim felsefesinin
benimsenmesi ile ekonomik gelişmişlik ve demokrasinin kurumsallaşması arasında
doğrudan bağ kuran çok sayıda yazıya rastlamak mümkündür. Ancak şunu hemen
belirtmek gerekir ki, Forum Türkiye’nin geri kalmışlığından kaynaklı olarak, geniş
halk kütlesinin Türk Devrim felsefesini anlama sürecinde kimi yanlışlıklara
düştüğünü, Devrimi sadece Atatürk’ün kişiliğinde dondurma eğilimi gösterdiğini,
bunun ise demokrasinin yerleşmesini tehlikeye soktuğunu ifade etmekten geri
durmamıştır.
Bu bağlamda bir başyazıda şu sözlere rastlamak mümkündür: “Cumhuriyetin
kuruluşunu hazırlayan tarihi şartlar, hadiselerin akış temposu, meselelerin giriftliği,
modern bir devletin kurulabilmesi için şart olan geniş ve süratli bir sosyal değişme,
siyasi ve içtimai hayatımızda müstesna bir şahsiyetin, Atatürk’ün en büyük
sorumluluğu yüklenmesini icap ettirmiştir. Devlet idaresinden başlayarak en ufak
içtimai topluluklara kadar Atatürk’ün şahsiyeti, hayat ve hareket tarzı,
şahsiyetlerimiz, kıymet ve davranışlarımız üzerinde derin izler bırakmıştır. Teşkilat
ve personelini çalıştıran daire amiri, bölüğünü komuta eden yüzbaşı, eğitim
müesseselerinde kendini içtimai muhite adapte etmeye ve şahsiyetini kazanmaya
çalışan öğrenci hayalinde daima Atatürk’ün şahsiyetini canlı olarak yaşatmış, onu
kendine örnek yapmaya gayret etmiştir. Ancak bu hal şöyle bir netice meydana
getirmiştir. Devlet idaremizde dahiyane müdahaleler ve mucizeler yaratma
misalleri, siyasi hayata iştirak edenlerde ve genç nesillerde bir ‘dahi kültü’
yaratmıştır. Müstesna şahsiyetiyle, Batı alemini tanımasıyla, en mühimi okuma zevki
ve ilim aşkıyla Atatürk, Türk İnkılabı adı verilen, dünya tarihinde müstesna bir
hadisenin yapıcı ve yaratıcısı olmuştur. Fakat inkılap hadisesi cemiyet hayatında bir
defalık olan ve istisna teşkil eden bir hadisedir.”33
33
Dertlerimizin Kaynağı, Başyazı, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955.
65
Aynı yazıda devamla şöyle denmektedir: “Dahi ortadan çekildikten, Türk İnkılabı
yerleşme, itiyat ve geleneğini kurma devresine girdikten sonra, içtimai hayatın
normal işleyiş tarzı, işbölümüne riayet, takım halinde çalışma, iktidar ve
sorumluluğu rasyonel esaslara dayanarak kademe kademe şahıs ve kurullara delege
etme suretiyle olabilirdi. Atatürk’ü takip eden devrelerde ise, siyasi ve içtimai
düzenimizde sorumluluğu devralan liderlerimiz, kendilerini en kolay psikolojik bir
faaliyet nevi olan taklitten kurtaramamışlardır. Halbuki değişen şartlar, yeni
liderlerde dahiyane müdahale ve mucize yaratma vasıfları beklememektedir. İnkılap
safhası sona erdikten sonra başlayan yeni devre içinde, harp ve ihtilal şartları
içinde bir dereceye kadar başarılı olan usuller bugün, hele deha ve büyük adam
vasıflarıyla hiç ilgisi olmayan insanların elinde tamamen aksi neticeler verebilir.”34
Bu sözlerinden anlaşıldığı üzere, Forum, demokrasinin gelişiminin önünde
kahramanlık siyasetinin engel oluşturduğunu düşünmektedir. Atatürk, istisnai bir
kişiydi, bir dehaydı ve Türk İnkılabını gerçekleştirdi. Türk ulusuna ise rehber olarak
devrim felsefesini ve ilkelerini bıraktı. Ancak Atatürk’ten sonraki yöneticiler,
ki burada kastedilen Demokrat Partili idarecilerdir, Atatürkçülüğü donmuş bir kalıp
içine hapsettiler. İşte bu yanlışlık, demokrasinin gelişmesini engelledi, demokrasinin
bir kahramanlar rejimi olmadığı ve Atatürk döneminin bir istisna olduğu fikri
yerleşemedi. Eğitimsiz halk kitleleri ise sürekli bir ‘kahraman lider’ bekleyişi
içerisine girdiler. Oysaki demokrasi halkın halk tarafından yönetimi idi. Elbette ki
halk bu yönetim işini gerçekleştirirken ülkesinin aydınlarının kılavuzluğundan
faydalanabilirdi, bu ise demokrasiye zarar vermezdi, aksine onu güçlendirirdi.
Bu noktada aydınların kılavuzluğundan istifade etmenin aydın despotizmine yol
açabileceği iddia edilebilir. Ancak, demokrasiye inanmış aydınların bilimsel
alandaki egemenliklerini siyasi alana taşıyacakları varsayımında bulunmak akılcı
olmayacaktır. Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki, DP iktidarı döneminde Batı
medeniyetinin özünü teşkil eden bilim zihniyeti ve metodu devlet hayatından
çıkartılmaya çalışılmıştır. Daha ötesi iktidar sahipleri bilim adamlarını hedef alarak,
onlarla alay edecek kadar ileri gitmişlerdir. Kuşkusuz onlara bu cesareti veren,
kendilerine mucizeler yaratabilecekleri hissini veren dahilik kompleksidir. Dahilik
kültüne dayanan siyaset adamlarından ise demokratik adımlar atmasını beklemek
saflık olacaktır. Şu halde böyle bir yapıda, aydınların kılavuzluğundan istifade
etmek, herhalde demagogların kılavuzluğundan daha zararlı sonuçlar doğurmasa
gerekir.
Forum’un bir yazısında başbakanın kahramanlık siyaseti yapması şu şekilde
eleştirilmekteydi: “Bu dergide hürriyet ve kalkınma konuları üzerinde çok durduk ve
daima şu görüşü savunduk: Kalkınma ve hürriyetten birini seçme bahis konusu
olamaz. Türkiye ve onun mensup bulunduğu hür dünyayı, Demir Perdeden ayıran
şey bu iki idealin birbiriyle bağdaştığı inancıdır. ‘Evvele kalkınma’ yahut ‘iktisadi
hürriyet daha sonra siyasi hürriyet’ parolası bize yabancıdır. Bu parola komünist ve
totaliter bir dünya görüşünün ta kendisidir. Türkiye’yi bir hamlede Demir Perde
34
Dertlerimizin Kaynağı, Başyazı, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955.
66
gerisinde bir diyar gibi göstermeye müncer olacak bu tarz beyanlardan, ne
söylediğini bilen kimseler olarak kaçınmamız gerekir. İstiklal harbinin Türk
milletine kaybolmak üzere olan bir vatanı yeniden kazandırdığı bir vakıadır. Buna
mukabil 1950’den itibaren ilk üç yıl, iktisadi kalkınma teşebbüslerine yarıya yakın
katılan yabancı kaynaklar ve dış yardımlar, öte taraftan arka arkaya iyi giden hava
şartlarını unutarak, memlekette kendini gösteren nispi ve muvakkat ferahlığı, ‘ikinci
bir vatan sathı yaratma’ olarak takdim, ölçüsüz bir muhayyileye delalet eder.
İlaveten, ilmi görüşleri hiçe sayan, metotlu hareketleri bir kenara bırakıp, bunlarla
kitabi diye alay eden bir zihniyetin memleketi değil kalkındırmak, içine girdiği
bugünkü çıkmazdan kımıldatmasının bile kolay olmayacağına kaniiyiz.”35
Demokrat Partinin iktidar döneminde anti-demokratik uygulamalarının
bilimsellikten uzak olmasına bağlamak doğru olacaktır. Kaldı ki bu partiyi iktidara
taşıyan asli sebep, Türk Devriminin yerleştirilmeye çalışıldığı dönemdeki
uygulamalara karşı oluşan tepkilerin suiistimal edilmesinden başka bir şey değildir.
Devrim sonrası süreçte, Devrime karşı çıkış beklenilir bir durumdur. Yenilik
hareketlerini benimsemeyenler bir karşı-devrim hareketini de başlatabilirler.
Dolayısıyla Devrimci kadronun Devrim felsefesi ve ilkelerinin yerleştirilmesi
sürecinde sıkı tedbirler alması beklenilebilir. Nitekim Türk Devrim tecrübesinde de
demokratik rejimin yerleştirilmesi amacına yönelik olarak bir ‘sınırlı demokrasi’
devresi yaşanmıştır.
Kaldı ki İkinci Dünya Savaşı koşulları hatırlandığında dönemin yöneticileri
açısından ‘sınırlı demokrasi’ bir istek değil, bir zorunluluk idi. Dolayısıyla DP’nin
iktidara gelişi, gerekli ve yeterli fikri donanımdan yoksun olarak ama çoğunluğu
arkasına alarak gerçekleşmiştir. DP iktidara gelmeden önce her ne kadar demokratik
uygulamalara dair vaatlerde bulunmuş ise de, kısa bir süre içerisinde bunların vaat
olarak kalmaya devam edeceği anlaşılmıştır. Zaten bilim insanlarını alaya alan,
bilime mesafeli duran DPli iktidar sahiplerinden demokrat olmalarını beklemek tam
bir iyimserlikti.
Bununla beraber bütün suçu DPli iktidar sahiplerine yüklemenin de haksızlık olacağı
düşünülmektedir. Şöyle ki, o dönemde, DPli yöneticiler gibi düşünen çok sayıda kişi
vardı. Bu kişiler Forum’a eleştiri dolu mektuplar göndermekteydiler. Bu
mektuplardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Sizde şu ana fikir hakim: İlim
adamlarına ehemmiyet verilmiyor, tenkitleri dikkate alınmıyor, ilmin ışığından
istifade edilmiyor. Sizin gibi tecrübeden uzak, bünyemizi tetkik etmeden havadis
toplamak için bir kuruş dahi sarf etmeden elde edilmiş verilere istinat eden, iktisadi
tenkitler serdeden, ilim adamı diye geçinen teoricilere ehemmiyet verilmemesi bence
memleketin hayrınadır.”36 Bu tarz mektuplar Forumcuları üzmekle birlikte anlayışla
karşılanmaktaydı. Bu mektuplara cevabi yazı yazılmamakta, onun yerine basından
kimi yazarların Forum ile ilgili değerlendirmelerinden örneklere yer verilmekteydi.
Forumcular polemik yaratmaktan hep kaçınmışlardı. Bu sebeple Forum ile ilgili
35
36
Yeni Görüşlere Alıştırma, Başyazı, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957.
Forumcular Ne Yapmalı, Okurların Forumu, Forum, sayı:46, 15 Şubat 1956.
67
olumsuz değerlendirmelere cevap olarak, Forum ile ilgili takdir yazılarına yer verme
yolunu seçmiş olmalarını demokrasiye inanmış olmalarında aramak gerekir.
1956 yılındaki düşük yoğunluklu iktidar eleştirilerine dahi tahammül edemeyen DP
taraftarı kimselerin yazdıkları mektuplara cevaben ‘Forum Hakkında Yazılanlar’
başlığı altında Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay ve Ahmet Emin Yalman’ın şu
sözlerine yer verilmiştir37:
“Memleketimizde siyasi ahlakın yüksek ve temiz örneği çok şükür vardır.
Partizanlar gözlerini Forum mecmuasına çevirirler ve içindekileri okurlarsa siyasi
ahlakın ne demek olduğunu anlarlar.” Hüseyin Cahit Yalçın –17.12.1955-Ulus
“Forum adlı bir dergi çıkıyor. Sütunlarına demagojinin gölgesi bile düşmeyen,
yalnız yüksek seviyeyi karşısına alarak tarafsızca konuşan, tenkitlerinde daima
yapıcı kalan, hiçbir siyasi partiyi tutmayan bir dergidir. Hepimiz faydalanarak
okuduktan başka, Türkiye seviyesini bir ileri Batı memleketi seviyesi ile bir ayarda
tutucu pek müstesna müesseselerden biri olduğu için onunla övünüyoruz.” Falih
Rıfkı Atay-26.08.1955-Dünya
“Genç alimlerimiz tarafından Ankara’da onbeş günde bir çıkarılan ve Türkiye’de
ağırbaşlı ve ölçülü siyasi, iktisadi ve içtimai tenkit çığırını açmakta mühim bir rol
oynayan Forum mecmuası...”Ahmet Emin Yalman-18.10.1954-Vatan
Forum Dergisi yazar kadrosu; ülkenin iktisadi, siyasi ve toplumsal tüm meselelerinin
çözümünün bilimde olduğuna kuvvetle inanmaktaydılar. Dolayısıyla ülke
meselelerine dair getirdikleri çözüm önerilerinin ‘Aydınlanmış’ zihniyete sahip
iktidarlar için yol gösterici olacağını düşünmekteydiler. Bu çerçevedeki şu sözler
dikkat çekicidir: “Türkiye meseleleri çok bir memlekettir. Forum’un bu konudaki
çabaları önemlidir. Bugün bizi ayakta tutan ve pek çoğumuzun toplum bağlantısı
olan şey bir ‘ileri Türkiye’ düşüdür. İleri kelimesi yerine, ister ‘modern’ ister
‘kalkınmış’ ister ‘refaha kavuşmuş’ diyelim, ister başka sıfatlar bulalım, hepimizin
gözünün önünde aşağı yukarı aynı şey canlanmaktadır.”38
Kendilerini nafile bir gayret içerisinde gören çevrelere ise Forum şu şekilde
seslenmekteydi: “Bugün yapacağımız şey, İnkılabımızın hürriyetçi doktrinine uygun
bir fikir ve düşünce hayatını başlatmak, eğitim, devlet idaresi, beşeri
münasebetlerde, ileri Batı memleketlerinin demokratik usullerini, içtimai
hayatımızın her safhasına, eğreti değil, fakat hazmederek, sindirerek
yerleştirebilmektir. Batı medeniyeti ve hayat tarzının insicamlı bir bütün olduğunu
bunun da esasının ilim metodu ile hareket olduğunu hatırlayarak içtimai hayatımızın
her safhasına bu zihniyeti yerleştirmeye çalışmalıyız. Bazı yarı münevverlerin, itiyat
ve geleneklerinde Şark artıklarını tasfiye edemeyen kimselerin ‘ilim başka, iş adamı
olmak başka, yahut ilim başka politika başka’ gibi sahte formüllerle kafaları
bulandırmalarını önlemeliyiz.”39 Forumcular kendilerini ülkenin iktisadi, siyasi ve
37
Forum Hakkında Yazılanlar, Ne Diyorlar, Forum, sayı:46, 15 Şubat 1956
Şevki Vanlı, Özlediğimiz Dünya, İncelemeler, Forum, sayı:138, 15 Aralık 1959.
39
Devrimler ve Demokrasi Meselelerimiz, Başyazı, Forum, sayı:59, 1 Eylül 1956.
38
68
toplumsal sistemini iyileştirmede sorumlu görmekteydiler. Bu sorumluluk duygusu
olacak ki onları DP iktidarının her türlü baskısına rağmen yılgınlığa hiç düşürmemiş,
inatla demokrasi mücadelesi vermişler ve nihayetinde de önerdikleri çözüm önerileri
1961 Anayasası ile somutlaşmıştır.
Forum’un; klasik hak ve özgürlüklerden olan kişi dokunulmazlığı, haberleşme
özgürlüğü, dernek kurma, tabii yargı yolu, cezaların yasallığı ve kişiselliği gibi hak
ve özgürlüklerin Anayasal garanti altına alınması gerektiği; özellikle iktisadi ve
sosyal yönden zayıf olan kişileri korumaya yönelik olarak sendika, grev, toplu
sözleşme, sosyal güvenlik gibi sosyal ve iktisadi hakların tanınması gerektiğini;
yurttaşların faydalanabileceği siyasi hakların Batı demokrasilerindeki yurttaşlara
tanınan haklarla aynı olması gerektiğine dair önerileri; nispi temsil sisteminin
getirilmesi, seçim güvenliğinin Anayasal garanti altına alınması ve vatandaşların
özgürce siyasal parti kurması ve bunun için bir izin müessesesinin işletilmemesi ve
ayrıca partilerin mali denetimleri ve kapatılması gibi hususların bir yüksek yargı
organınca yapılması gerektiğine dair önerileri; çift meclislilik, cumhurbaşkanının
tarafsızlığı, yerel yönetim organlarının seçimle oluşturulması gibi iktidarın kuruluş
ve işleyişinin nasıl olması gerektiğine dair önerileri; iktidarın sınırlanması ve
denetlenmesi, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak devletin tüm eylem ve
işlemlerinin yargı denetiminde olması, toplumsal ve siyasal denetimin bir parçası
olarak kamuoyunun serbest oluşmasının önündeki engellerin kaldırılması,
üniversitelere özerklik tanınması yönündeki önerileri; ekonomik gelişmeyi
hızlandıracak Keynesyen iktisat politikasının uygulanması ve ulusal kalkınmaya
ivme vereceği düşünülen planlamacılığın benimsenmesine dair önerileri hayata
geçmiş ve bunun bir sonucu olarak da 1960 lı yılların iktisadi, siyasi ve toplumsal
sistemini büyük ölçüde etkilemiştir. Tüm bunlara ilave olarak, Forum yazarlarının
dış politika meselelerinde yaptığı analizlerin ve bu analizlerin neticesi olarak
izlenmesinde yarar görülen dış politika önerilerinin de 1960 lı yıllardaki Türk dış
politikası üzerinde tesiri olduğu düşünülmektedir.
Forum, memleket meselelerine dair kimi öneriler getirmekteyken, kuşkusuz kimi
çevreler Forum’u kategorize etmekte güçlük çekmekteydiler. Nitekim Forum kimi
zaman başyazılarda kendini anlatmak durumunda kalabilmekteydi. Bir başyazıdaki
şu sözler dikkat çekicidir: “Memleket fikir hayatındaki yerimizi tayin edebilmek,
temsil ettiğimiz fikir cereyanını adlandırabilmek için zaman zaman bize sorular
soruldu. Siyasi ve içtimai doktrinler demeti içinde adlandırmak icap ederse, temsil
ettiğiniz fikir akımına liberalizm mi yoksa sosyalizm mi demek daha doğru olurdu?
İtiraf etmek icap eder ki, bu tarz soruların sualleri cevaplandırmakta güçlük çektik.
Yerimizin daha isabetli tespit edilebilmesi için, içtimai doktrinler sahasında iştirak
etmediğimiz, inanmadığımız fikir cereyanlarının belirtilmesi daha kolay olacaktır.
Sosyalizm karşısında tavır almak gerekirse, temsil ettiğimiz cereyana sosyalist vasfı
takılabileceğini sanmıyoruz. Hele bu doktrinin Marksist ve ihtilalci koluyla tam bir
anlaşmazlık içerisindeyiz. Cemiyet içindeki ahenksizliklerin, ihtilal yoluyla, şiddet
metotlarıyla, proleter diktatörlüğü kurarak ortadan kaldırabileceğine inanmıyoruz.
Türkiye’de komünizme karşı gayet kuvvetli bir alternatif formül bulunduğuna
kaniiyiz. İnkılabımızın gerek sosyal, gerekse siyasi ve iktisadi sahada meydana
69
getirmeye çalıştığı süratli değişme hamlesi devam ettirilebilirse içtimai cereyan
olarak Türkiye’de komünizm için hiçbir istikbal olmayacağına inanıyoruz.”40
Aynı başyazıda devamla şöyle denilmektedir: “Eğer İnkılabımızın hedeflerine karşı
gerilik taraftarlarının hazırlayabileceği bir kontrevolüsyon hareketi karşısında
inkılapçı nesil atıl kalırsa, iktisadi sahada sayısız hatalar, iktisadi gelişmemizi
yavaşlatır veya duraklatırsa, iktisadi muvazenesizlikler, aşırı servet ve gelir farkları
içtimai sulhu bozacak, asapları gerecek kadar ilerlerse, nihayet gençliğin istikbale
ümit ve iyimserlikle bakma imkanları böylece ortadan kalkarsa, Türkiye’de ihtilalci
bir cereyanın doğması için zemin hazırlanmış olur. Fakat inkılap nesli,
sorumluluğunu müdrik olarak ortaya atılır ve kendine güvenini kaybetmezse,
Türkiye’de aşırı sol cereyanlara itibar gösterecek bir nesil meydana çıkabileceğine
inanmıyoruz.” 41
Bilindiği üzere, Atatürk’ün ölümünden sonra onun ilkeleri değişik çevrelerce farklı
yorumlanmaya çalışılmıştır. Atatürkçülüğün ‘devletçilik, laiklik, inkılapçılık’
ilkelerinden hareketle Atatürk’ün sosyalist olduğunu, öte yandan ‘milliyetçilik ve
halkçılık’ ilkelerinden hareketle Atatürk’ün faşist olduğunu iddia edenler,
‘cumhuriyetçilik’ ilkesinden hareketle onun seçkinci olduğunu iddia edenler
olmuştur. İşte Atatürkçülük üzerinden yürütülmeye çalışan bu tartışmanın bir
benzeri Forum’un yayın hayatına girmesinden sonra, Forum üzerinde de yapılmaya
çalışılmıştır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum’un Atatürkçü çizgisini
çabucak kavrayanların sayısı da az değildi. Bu kişiler Atatürkçülüğün demokrasinin
gelişimi için bir temel oluşturduğunun farkındaydılar. Nitekim bu kimselerden bir
tanesinin Dergiye yazdığı mektupta şöyle denilmektedir: “Sayın Feyzioğlu, Yalçın
ve Aksoy, Türk milletinin hürriyet aşkını dile getirdiklerinden, Atatürk’ün genç ve
münevver nesle emanet ettiği Türk İnkılabını savunduklarından sizlerin yeri Türk
milletinin hürriyet aşkı ile dolu vefalı göğsüdür.”42
Derginin Atatürkçü çizgisini açıkça ortaya koyan şu sözlere yer vermek yerinde
olacaktır: “Forum etrafında toplanan bizler Türk İnkılabının ana hedeflerini
benimseyen genç neslin temsilcilerindeniz. İnkılabımızın felsefesi ve temel fikir
sistemi bizler için manevi gelişmemizde sağlam bir temel teşkil etmektedir. Bu temel
Türk hayatının öz malı olmuş yerli düşüncelerden müteşekkildir. Dışarıdan zorla
kabul ettirilmeye çalışılan, ithal malı, eğreti prensipler değillerdir. Bugün bize
düşen vazife Atatürk’ün ortaya koyduğu temel fikirlerin, şuursuz tekrarlarla, içi boş
birer klişe haline gelmesine mani olmak, bu temel prensipleri her gün
karşılaştığımız tecrübelerle yeniden kıymetlendirmek v tefsire tabi tutmak,
Cumhuriyetimizin temellerini teşkil eden bu fikirleri devamlı ve müterakim bir zihin
faaliyetiyle daima canlı ve zengin tutarak, müstakbel hareketlerimizde rehber olarak
kullanmaktır.”43 Forumcular, Atatürk’ün Türk ulusuna rehber olarak emanet ettiği
altı ilkenin demokrasiyi kurumsallaştırmada esas teşkil ettiği görüşündeydiler. İşte
40
Biz Ne İstiyoruz?, Başyazı, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956.
Biz Ne İstiyoruz?, Başyazı, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956.
42
Son Hadiseler ve Forum, Okurların Forumu, Forum, sayı:66, 15 Aralık 1956.
43
Biz Ne İstiyoruz?, Başyazı, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956.
41
70
Demokrat Parti iktidarını da, esasen, bu ilkeleri kendine rehber almaması
bağlamında tenkit etmekteydiler.
Demokrat Parti iktidarı, 1960 yılına gelindiğinde ülkeyi iktisadi, siyasi ve sosyal
anlamda tam bir rejim bunalımı içerisine hapsetmiştir. Buhranlı yıllar 1954 genel
seçimlerinden itibaren belirgin olarak hissedilmeye başlamış, buhran, 1960 yılında
tepe noktasına ulaşmıştır. Dolayısıyla 27 Mayıs 1960 tarihinde Türk Silahlı
Kuvvetleri ülke yönetimine el koymuştur. Askerin Türk siyasal yaşamında bir ilk
olan bu müdahalesinin sebebi DP iktidarının uyguladığı yanlış politikalardır.
Müdahale, Forum Dergisi yazar kadrosunu olduğu kadar ülkedeki tüm demokratları
rahatlatmıştır. Dergi, müdahaleye ilişkin olarak, müdahalenin yerinde ve haklı
olduğunu savunmuştur. Nitekim asker, halkın desteğini arkasına alarak
anti-demokratik DP yöneticilerini iktidardan indirmiştir. Kaldı ki DP iktidarı, hukuk
dışı uygulamaları ile, meşruiyetini müdahaleden önce kaybetmişti. Kuşkusuz
demokrasi, her türlü meselenin demokrasi içinde halledilmesini gerektirir. Ancak,
DP, demokrasiyi, onu ortadan kaldırmak için kullanmıştır. Müdahalenin meşruiyeti
işte tam da bu noktada doğmaktadır. Ayrıca askerin iktidarı sivil yönetime devretme
isteği ve hazırlanan 1961 Anayasasının demokratik özelliği düşünüldüğünde
27 Mayıs Müdahalesinin Dergi tarafında desteklenmesinin anlaşılır olduğunu
belirtmek gerekir.
27 Mayıs Müdahalesi Türk siyasal yaşamında bir turnusol kağıdı işlevi görmüştür.
Liberal ve cumhuriyetçi tüm demokratlar anti-demokratik DP iktidarına son veren
bu hareketi desteklemişler ancak bunun dışındaki kesimler hareketi eleştirmişlerdir.
Bu noktada Dergideki şu sözler toplumdaki bu saflaşmayı açıkça ortaya
koymaktadır: “27 Mayıs’tan bu yana ‘ilerici-gerici’ veya ‘devrimci-muhafazakar’
deyimleri dillerden düşmedi. Atatürkçülere ‘devrimbaz’ diyen ırkçı Turancılar
kendilerinin gerçek vatansever, gerçek devrimci olduklarını ilan etmekten geri
durmadılar. Böylesine bir inanç ve fikir haysiyetsizliği ortasında devrimci ve gerici
deyimleri gerçek anlamlarını kaybetmek üzereler. Devrim, içerisinde bulunulan
şartların değiştirilerek toplumların daha iyi daha rahat ve daha yüce yaşama
durumuna kavuşması olduğuna göre, doğanın, var olmanın gereğidir. Durup
yerinde saymak, yaşama özelliğini kaybetmek anlamına geliyor artık. Hareket etme,
var olma gücünün tek belirtisi daha ileri ve daha iyiye doğru hamle yapmaktır.
Devrimci/ilerici deyiminden; toplumu mutluluğa ulaştıracak, gerek kültürel ve
gerekse elle tutulur maddi nimetler bakımından, gerekli bolluğun ülkemizde
yaratılmasını amaç edinen insanlar anlaşılmalıdır. Bu çeşit ülkü, modern üretim
araçlarına sahip olmayı, ürün kaynaklarının planlı olarak işletilmesini ve elde
edilen ürünleri meydana getirenle onlara sahip çıkanlar arasındaki münasebetleri
adalet üzere düzenlemeyi gerektirecektir. Bir de ilericilerin/devrimcilerin tersi
kimseler vardır. Böyleleri, mutluluğu geçmişin yüceltilmesinde ararlar. Dinci,
gelenekçi, ırkçı-Turancı ve saldırgandırlar. Toplumun durumu ile ilgilenmezler.
Olumlu bilgi yerine insanlardaki içgüdüyü ve onu kışkırtma yollarını esas alırlar.
Gericiler aynı zamanda milliyetçi görünürler. Halbuki davranışlarının sonucu
olarak tam tersidir. Ulusun dert ve yaşayış düzeyiyle zerre kadar ilgilenmezler.”44
44
Ş. Alp, İlerici ve Gerici Deyimler, Forum, sayı:168, 1 Nisan 1961.
71
Bu açıklamadan sonra yazıda ‘ilerici-gerici’ tanımı şu şekilde yapılmaktadır:
“Toplumun içinde yaşadığı ilkel şartlardan sıyrılıp kurtulma çabasını önlemek için
onu yanlış ve tam tersi istikametlere yönelten ve kendilerine milliyetçi süsü veren
ırkçı-Turancı şovenistlerle, toplum dertlerini dinsel kurallarla çözme amacında
olanlar gerici; Türk toplumunu içinde bulunduğu ilkel şartlardan kurtararak,
olumlu bilginin ışığı altında ileriye, refaha doğru götürmek isteyenler ilerici ve
devrimcidirler.” 45 Yazıdan da anlaşılacağı üzere Türk toplum yapısı 1960 lı yıllara
kadar ikili modelle açıklanmaya devam etmektedir. Bu durum 1960 ların ortasından
itibaren değişmeye başlayacak ve ikili model çözümlemenin yanına sınıfsal
çözümleme de eklenebilecektir. Ancak 1954-1960 arası dönem için bir
sınıflaşmadan söz etmek güç olacağından dönemi anlamak bakımından ikili model
yeterli olmaktadır.
1965’ten itibaren ise cumhuriyetçi demokrat-liberal demokrat cepheleşme modeli ile
Türk siyasal yaşamını açıklamaya imkan yoktur. Öte yandan 1965 sonrası için
sınıfsal çözümleme yapmak da tek başına yeterli olmamaktadır. Dolayısıyla 1965
sonrası incelemeler, ‘ilerici-gerici’ eksende kilitlenmektedir. Çözümlemedeki
yöntem sorununun sebebini 1950-1960 arası iktidar uygulamalarında aramak yanlış
olmayacaktır. Bilindiği üzere bir toplumun tarihinde, sınıflaşma harici bir yarılma
ortaya çıkar, bir siyasi hareket de bu yarılmadan yararlanmayı seçer ve bu yarılmayı
bertaraf etmek yerine yarılmayı desteklerse, yarılmayı ortadan kaldıran nesnel
koşullar ortadan kalksa bile, bölünme bir kez yerleştiğinden yarılma kalıcılık
gösterir. Çünkü yeni kuşaklar siyasal toplumsallaşma sürecinden geçerken bu
yarılmaya bağlı değerlerle yetişirler.
İşte Demokrat Parti, ilerici-gerici yarılmayı bertaraf etmek yerine bunu beslemiş,
gericilerin ilericiler aleyhine palazlanması ile sonuçlanacak icraatlara imza atmış
olduğundan, daha ötesi gerici güçleri bizzat parti tabanı olarak gördüğünden, 1961
Anayasası ile bu yarılmayı bertaraf edecek önlemler alınmışsa da, önlemler
yarılmayı silecek nesnel koşulları yaratamadığından, yarılma toplum yaşamında
varlığını sürdürmüştür. Nitekim DP’nin kapatılmasından sonra Adalet Partisi de bu
yarılmadan istifade etmeyi seçmiştir. Kuşkusuz bu çerçevedeki tüm mesuliyeti
AP’ye yüklemenin isabetli olmadığını kaydetmek gerekir, 1971 muhtırası ve 1980
darbesi ve bu müdahaleler sonrasında iktidara gelen hükümetler de yarılmadan
istifade etmişlerdir. İşte bu yarılma, Türk siyasal yaşamında, her dönemde, sınıfsal
çözümleme yapmayı hep yetersiz kılmıştır.
Bu yarılmanın 1980 darbesinden sonra hala hissedilir olması ise ülkenin az
gelişmişlik kıskacından çıkamamış olduğunun bir ifadesidir. Mesela Rıfkı Salim
Burçak’ın 1991 yılında kaleme almış olduğu ‘27 Mayıs Üzerine Görüşler’ isimli 40
sayfalık risaledeki şu sözleri, yarılmanın 1991 yılında dahi sürdüğünün somut
delilidir: “İsmet İnönü’nün koalisyon hükümeti zamanında 27 Mayıs bir kanunla
milli bayramlarımız arasına katıldı. Bu, milletin duygu ve düşüncelerini hiçe saymak
45
Ş. Alp, İlerici ve Gerici Deyimler, Forum, sayı:168, 1 Nisan 1961.
72
demekti. Milletimizin her fırsatta reddettiği, tasarruflarına karşı daima direndiği bir
müdahale gününü milli bayram olarak nasıl kabul edecektik? 27 Mayıs’ı milli
hayatımızda zorla tutturmaya çalışmak eşyanın tabiatına uygun değildi. Nitekim
12 Eylül döneminde bu gayrikabil durum düzeltildi, 27 Mayıs bayramı kaldırıldı.”46
Burçak, düşüncesinin haklılığını ortaya koymak açısından Kenan Evren’in şu
sözlerine de atıfta bulunur: “Bir bayram yapıldığı zaman milletçe kutlanmalıdır.
Örneğin, Cumhuriyet Bayramı diyoruz, milletçe kutluyoruz. 30 Ağustos diyoruz,
gene hepimiz canı gönülden kutluyoruz. Ama 27 Mayısı kutlamıyoruz, yalandan
kutluyorduk. Açıkçası bu.” Burçak’ın değerlendirmesini sınıfsal bir çözümleme ile
açıklamaya imkan olmadığı açıktır.
Forum Dergisi, yazarları, memleket meselelerinin incelenmesinde sınıfsal
çözümleme yapmadıkları gerekçesiyle, dönemin Marksist aydınları tarafından
eleştirilmişlerdir. Oysaki değil o dönem için, bugün dahi sınıfsal çözümlemenin
yetersizliği açıktır. Çünkü Türkiye’de 1960 lardan sonra tecrübe edilen sınıflaşmanın
çarpık olduğu açıktır. Bugün dahi, bir işçinin, dini gerekçelerle dini siyasete alet
eden bir partiye, çiftçileşememiş bir köylünün, sanayicileri özne olarak seçen bir
partiye oy vermesini sınıf çözümlemesi ile açıklamaya imkan yoktur.
Forum Dergisi, disiplinli fikir çalışması örnekleri ortaya koyan yazar kadrosu ile
birlikte sadece işlediği konular bakımından Türk iktisadi, siyasi ve toplumsal
sistemini etkilememiştir; aynı zamanda rasyonel düşünülmedikçe ve çok
çalışılmadıkça ülkenin gelişimine ne zekayla ne de iyi niyetle katkı
sağlanamayacağını ortaya koyması bakımından da Türk fikir hayatına tesir etmiştir.
Forumcuların; muhakeme kurallarını kullanmayarak, mantık sürçmeleri yaparak,
değer yargıları ve gerçek yargıların birbirine karıştırarak memleket meselelerine kati
çözümler getirilemeyeceğini ortaya koymaları bakımından, Türk aydınlarına örnek
teşkil edecek bir aydın grubu olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
3.Forumcuların Forum’u Anlayışları
Forumcular, Forum’u, Batı demokrasilerindeki seviyeli, tarafsız fikir organlarını
model almak suretiyle kurmuşlardır. Batı demokrasilerinde geçirdikleri uzun eğitim
yıllarında, oralardaki fikir organlarının, o memleketlerin hayatındaki önemli rolünü
görmüşler ve bir benzerini Türkiye’de gerçekleştirmek istemişlerdir. Dolayısıyla
Forum, Forumcular için bir dava olmuştur. Bu dava, Cumhuriyet neslinin ve Türk
aydınının hürriyet havası içinde memleket meselelerini seviyeli bir şekilde
konuşmak arzusu için bir araç yaratma davasıdır.
Forumcuların Forum’u çıkarmaya yönelmelerinin sebeplerini onların şu sözlerinde
bulmak mümkündür: “Basım ve radyo gibi modern haberleşme vasıtalarının
olmadığı eski çağlarda, hür site vatandaşları sitenin merkezinde toplanır, burada
müşterek meselelerini konuşurdu. Bu meydanın eski Yunandaki adı Agora,
Roma’daki adı ise Forum’du. Bugün Forum kelimesi birçok Batı memleketlerinde
46
Rıfkı Salim Burçak, 27 Mayıs Üzerine Görüşler, yayınevi yok, 1991, s.8.
73
fikirlerin serbestçe söylendiği ve tartışıldığı herhangi bir yere verilen sembolik bir
isim olmuştur. Gerçekten de demokrasinin başarı ile yürütüldüğü memleketlerde
bugün, halk oyuna şekil, yön ve ilham veren bazı fikir organları vardır ki, bunlar
klasik çağların Forum’una benzer görevler ifa etmektedirler. Bu organlar, değişik
görüş ve inançları olan hür vatandaşların, düşüncelerini karşılaştırmalarına ve bu
sayede halk oyunun aydınlatılmasına yardım etmektedirler.” 47
Forum’un davası şu sözlerle anlatılmaya devam eder: “Dergi etrafında toplanan
bizler de Türk demokrasisinde tıpkı klasik çağların Forum’una benzer fikir
ocaklarına şiddetle muhtaç bulunduğumuzu hissediyoruz. Memleketimizde kararlı
bir hürriyet düzeninin kurulabilmesi için, meselelerimizin hür ve seviyeli bir
tartışma havası içinde aydınlatılması şartına hayati bir önem veriyoruz. Ancak bu
sayede, acele kararlar, eksik ve vuzuhsuz bilgiler, peşin verilmiş hüküm ve inançlar
yüzünden zaman zaman şiddetlenen gerginliğin hafifleyebileceğini tahmin ediyoruz.
Büyük bir filozof ve devlet adamının dediği gibi ‘hürriyetin aksaklıklarını ancak
daha fazla hürriyetin düzeltebileceğine’ kani bulunuyoruz. İşte Dergimiz adını hür
site vatandaşının fikrini çekinmeden söylediği Forum’dan almakla, toplum
düzenimizde hür tartışma yolunu benimsemiş olduğunu en veciz bir dille
anlatmaktadır. İdealimiz memleket meselelerinin çekinmeden, korkmadan,
samimiyet, dürüstlük ve vukufla dergimizde tartışılmasını sağlamaktır. Bu suretle
meselelerimizin daha iyi anlaşılmasına yardım etmek, eksik ve yanlış anlaşmaktan
doğan lüzumsuz ve toplum için israflı olan birtakım gerginlik ve sürtüşmelerin
önlenmesine çalışmaktır.”
Forumcular, Türk aydınlarının Forum’daki tartışmalara katılmalarını Dergiyi başarılı
saymak için yeterli görmekteydiler. İlke olarak dogmatizme ve inhisarcılığa karşı
cephe almanın temel ilke olarak kabul edildiği Dergide, ilk sayı başyazısında
demokrasinin en basit/genel tanımı, ‘toplumun deneme ve hata metoduyla yolunu
seçmesi’ olarak yapılmıştır. Bu tanım, Forumcuların Türk aydınlarına bir çağrısı
olarak nitelendirilebilir. Forum Türk aydınlarına kapısını demokrasiyi savunmak
kaydıyla açacağını duyurmaktadır. Önceleri anti-demokratik fikir cereyanlarına
meyil etmiş olanların hatalarından dönüp, demokrasiyi savunmaları halinde, onlara
da Forum çatısı altında yer olduğu vurgusu yapılmaktadır. Ancak demokrasiye
inanmayan yani totaliter cereyanların savunuculuğunu yapanlara Forum’un kapısı
kapalı tutulmuştur. Forum, demokrasi taraftarlığı altında farklı görüşlere sahip
olunabileceğine işaret etmekten geri durmamıştır. Onların bu samimiyetinin en
önemli göstergesi liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat yazarların Forum
çatısı altında bir arada olabilmeleridir. Diğer bir deyişle demokrasi taraftarı olmak
esas kabul edilerek, demokrasiye liberal veya cumhuriyetçi perspektiften yaklaşmak
fikir zenginliği olarak görülmekteydi.
Forum yazı kurulu, 11. sayısındaki başyazısında farklı görüşlerin bir arada Dergi
sayfalarında yer almasının memleket için bir kazanım olduğunu belirtmiştir. Şöyle
denilmektedir: “Forum, memleket meselelerini objektif bir açıdan, tamamıyla
47
Forumun Davası, Başyazı, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954.
74
bilgiye ve ilmi müşahedeye dayanan bir tahlile, tefsire, izaha tabi tutmaktadır.
Bunun içindir ki, aynı konuda aynı sonuçlara varmasa bile, meseleyi bilgi ve ilmi
mülahaza planında inceleyip yorumlayan ve çözüm yolları gösteren yazılara
sayfaları arasında yer vermiştir. Forum’un bu objektiflik, bu ilmilik vasfı, mantıki ve
zaruri bir sonuç olarak tarafsızlığı da ona mal etmiştir. Bu itibarladır ki, Forum,
gerçekten, bütün yazılarında, bir iktidar savaşı yapan siyasi teşekküllerden hiç
birisinin bu savaş alanı içine de girmemiş; iktidarı elde etmeye veya muhafaza
etmeye yönelmiş türlü cereyanlar arasında kendi tarafsız hüviyetini korumaya, ilmi
düşüncenin kendisine gösterdiği hüviyet alanında bağımsızlığını sağlamaya
uğraşmıştır.”48
Forumcular Forum’un amacını, memleket meselelerini siyasi iktidar savaşının taraf
tutan görüşüne ve taktiklerine göre değil, bilimsel sonuçlara göre ortaya koyma
yollarını araştırmak olarak ilan etmişlerdir. Forum yayın hayatına girdiği ilk
sayısında, kimi çevrelerce Forum’un siyasi iktidar elde etmeye veya muhafaza
etmeye yönelmiş bir partinin siyasi amaçlarını savunmak üzere kurulduğu
söylenmiştir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum ilk kurulduğunda, değil
bir partiye açıktan destek vermek, an hafif anlamıyla herhangi bir partiyi işaret etme
amacında dahi olmamıştır. Eğer bu amacı gütmüş olsaydı, yayın hayatına maddi
sıkıntılar içinde girmemiş olurdu. Nitekim bu konuda şöyle denilmektedir: “Forum,
memleketin karşılaştığı dava ve dertleri dürbünün ters tarafı ile göstermeye mecbur
bir besleme değildir. Herkes bilmelidir ki, ne resmi ilan tevziatından bir santim
almaya ne de bir kuruşluk dövize ihtiyaç duymayan, Türk aydınının şevk ve cesaret
verici ilgisi sayesinde ayakta durmaya azmeden, sadece memlekete hizmet amacıyla
kurulmuş olan bu dergi, hiçbir partiye ve hiçbir şahsa hizmet etmez. Etmeyecektir.
Boyun eğmez. Eğmeyecektir.” 49
Forum, demokraside hür düşünen her vatandaşın devlet idaresine bir şeyler
katabilmesi, memleket meseleleri üzerinde söz hakkına sahip olması, memleket
meseleleri üzerinde tenkit ve murakabe hakkına sahip olması gerekliliğinden
hareketle yola çıkmıştır. Forum, siyasi iktidar mücadelesinin bir organı olarak yayın
hayatına girmemiştir. Forumcular, Türk Devrim felsefesini halka benimsetmek
suretiyle demokrasinin kurumsallaştırılabileceğine inanmakta ve bu inançla, Türk
Devrim kazanımlarını korumak maksadını gütmekteydiler. Bir yazıda şöyle
denilmektedir: “Bugün Atatürk İnkılabının derin manasını kavramaktan uzak, onun
bu milleti ne istikamete sevk etmek istediğinden bihaber bazı oportünistler,
İnkılabımızın temel müesseselerini pazarlık konusu yapmaktadırlar. İnkılap neslinin
ve bu nesil içinde yer alan Dergimiz mensuplarının birinci mesuliyeti, süratle
değişen dünyada, bize asırlar boyunca en isabetli yolu göstermiş olan İnkılabımızın
hedeflerini korumaktır.”50
Dergi, Hür. Partiye verdiği destek sırasında dahi söz konusu partinin propaganda
vasıtasına dönüşmemiştir. Hür. Parti’nin 1957 genel seçimlerindeki başarısızlığından
48
Cereyanlar Arasında Forum, Başyazı, Forum, sayı:11, tarih:1 Eylül 1954.
İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956.
50
Üçüncü Yıla Girerken, Başyazı, Forum, sayı:49, 1 Nisan 1956.
49
75
sonra, CHP’ye açıktan olmasa da örtülü/hissedilir destek verildiğinde de, Derginin
CHP borazanı haline dönüşmediğinin altını çizmek gerekir. Çünkü Derginin ana
vasfı, hür düşünceye ve ilmi araştırmaya derin itimat ve bağlılığıdır. Şunun da altını
çizmek gerekir ki, Forum’un Hür. Partiye açık ve sonraları CHP’ye örtülü destek
vermesi Forumcular tarafından tarafsızlığa gölge düşüren bir unsur olarak
görülmemiştir. Bu bağlamda Forum’un tarafsızlıktan ne anladığını ortaya koyan şu
sözlere yer vermek uygun olur: “Forum, içtimai meseleleri kimseden çekinmeden,
hiçbir tehditten yılmadan, elinden geldiği kadar tarafsız bir şekilde ele alıp
münakaşa etmeyi şiar edinmiştir. Fakat derhal belirtelim ki tarafsızlık miskinlik
değildir. Tarafsızlık fikirsizlik ve kanaatsizlik değildir. Tarafsızlık, bu memlekette
her vatandaşın ilgilenmesi, her Türkün yüreğini yakması icap eden meseleler
karşısında ‘ihtiyatlı bir sükut ihtiyar eylemek’ değildir. Bizim tarafsızlığımız,
inandığımız ana prensiplerin ışığı altında, muhtelif siyasi partilerin fikir ve
faaliyetlerini objektif olarak değerlendirmeye çalışmaktır.”51
Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, Forum yayın hayatına başladığı ilk
zamanlarda herhangi bir partiyi desteklemeyeceğini belirtmiştir. Ancak ülkenin
şartları Forum’u önce Hür. Parti sonra da CHP’yi desteklemeye itmiştir. CHP’ye
verilen örtülü destekten altı ay öncesinde, Hür. Partiye verilen desteğin
muhasebesinin yapıldığı yazıdaki şu sözler ilginçtir: “Hiçbir mükafat beklemeden bu
dergide incelemelerinin sonuçlarını ve kanaatlerini yayan genç üniversite
mensupları, herhangi bir siyasi teşekküle girmeyi akıllarından geçirmemişlerdir.
Hatta, mecbur edilmedikçe, ilerde de fiilen siyasi mücadeleye katılmamak kararında
ve azmindedirler. Çünkü bu memleketin seviyeli ve objektif fikir münakaşasına her
şeyden fazla muhtaç olduğuna ve memlekete en fazla bu yoldan hizmet
edebileceklerine inanmışlardır. Bu dergide ileri sürülen birçok fikirler, yapılan bazı
tahliller elbette zaman zaman şu veya bu siyasi partinin fikirlerine muvazi düşebilir.
Ne hata, ne de hakikat kimsenin inhisarında değildir.”52
Forumcular, DP iktidarının anti-demokratik uygulamaları ile mücadelede aktif
siyasetten uzak kalıp, sadece yayıncılık yapmanın yetersiz olduğunu düşünmüşler53
ve kimisi Hür. Partide kimisi CHP’de aktif siyaset yapmaya kendisini mecbur
hissetmiştir. Bu mecburiyeti, Forumcular şu şekilde açıklamaktadırlar: “Forum
yazarları üniversite içindeyken benimsedikleri fikirler ve zihniyete sahip, arzu
ettikleri fikri seviyede bir meslek muhiti kurmaya, Türk üniversitelerinde Batılı
geleneklerin ve zihniyetin yerleşmesine gayret sarf ettiler. Bilhassa genç
öğrencilerden gördükleri mukabele, derin anlayış onlarda, bu memleketin manevi
hayatına, zihni seviyesine, gelişme şanslarına karşı engin bir iyimserlik yarattı.
Fakat daha sonra iktidarın baskısını yoğun olarak hissetmeye başlayınca,
üniversiteden ayrılmak zorunda kaldılar. Hükümetin Türk fikri hayatına giriştiği
tenkil hareketine daha müessir şekilde karşı koymak için ne yapmaları gerektiğini
düşündüler. Hadiselerin gelişmesi ile kendi kanaat ve mizaçlarına göre siyasi
partilere katılmak veya onları desteklemek kararı verdiler. Bir yere tutunma, kör ve
51
İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956.
İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956.
53
Yeni Senenin Eşiğinde, Başyazı, Forum, sayı:90, 15 Aralık 1957.
52
76
amansız kuvvetlerin savurmasına, köklemesine karşı direnmek için bir kısmı
Hürriyet Partisi’ni bir kısmı CHP’yi melce olarak seçtiler.”
Forum kadrosundan bazı yazarların aktif siyasete yönelmesinin Forum’un
tarafsızlığına zarar vermeyeceğine dair şu sözleri nakletmek uygun olacaktır: “Biz,
yayın hayatına başladığımız tarihten itibaren, tarafsızlığın, kararsızlık ve
kanaatsizlik olmadığını daima tekrar ettik. Siyasi partiler karar ve kanaatlerin
kutuplaştığı, kümeleştiği teşekküller olarak bazı fikir ve düşüncelerin
temsilcisidirler. Binaenaleyh, şu veya bu meselede, bir şahsın, bir derginin
benimsediği fikir ve temayülün aynı zamanda şu veya bu parti tarafından da
benimsenmiş olması mümkündür. Tarafsız olabilmek için şu partiyi tenkit etmemek
veya öteki partiden farklı kanaate sahip olmak zaruridir diye bir şart ileri
sürülemez. Aksi takdirde, tarafsızlık için yegane miyar ya kararsızlık ve kanaatsizlik
olur veyahut da hiçbir toplulukça benimsenmeyen, son derece orijinal ve eksantrik
fikirlere sahip olma, tarafsızlığın başlıca şartını teşkil eder.”54
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Mesele dogmatik olmadan kuvvetli fikir
ve kanaatlere sahip olma; bu fikir ve kanaatlere ulaşırken de ilmi ve rasyonel bir
metot takip edebilmedir. Fikri meselelerde tarafsızlığı garanti eden yegane unsur
tartışma kaidelerini dürüst bir şekilde takip etmektir. Propaganda ile rasyonel tahlil
yapan iki kimse arasında fark buradadır. Propagandacı, ne iddiasına mesnet teşkil
eden hadiselerin seçilişinde, ne de bu hadiseleri tefsir ve izahta takip edilen
muhakeme silsilesinde dürüst ve tarafsızdır. Rasyonel tahlilde bulunan, tarafsız
müşahede ve izahta bulunmak isteyen kimse için ise, muhakeme tarzında dürüst
davranma ana prensiptir. Şu halde bir fikir dergisinin tarafsızlığını garanti eden
şey, meseleleri tahlilde kullanılan metodun mahiyetidir. Eğer muhakemeye
hammadde teşkil eden hadiseler kasten tahrif edilmiyorsa, tartışma konusu olan
hadiseler üzerinde fikir yürütülürken dürüst olmayan bir muhakeme tarzı takip
ediliyorsa, o takdirde, o dergi tarafsızlıktan ayrılmış, hakikati arama yerine,
propaganda ve tek taraflı telkin vasıtası olmuş demektir. Forum okurlarına
hakikaten kıymet veren ve hürmet eden bir fikir dergisidir. Bizler için,
yazarlarımızın bir kısmının mensup bulundukları siyasi partilerin görüşlerini
okurlarımıza telkin etme gayreti lüzumsuz bir külfettir. Biz bu memleket aydınlarına
ne düşünmek gerektiğini değil, nasıl düşünmek gerektiğine dair misaller vermek
istiyoruz.”
Forum yazarların aktif siyasetten başlangıçta uzak kalmaları ve demokrasi
savunuculuğunu Dergi yayınları ile yapmaları, sonradan ise aktif siyasete girmeyi
tercih etmeleri bağlamında, onların her iki tutumda da birer sorumlu aydın örneği
vermiş olduklarını söylemek yerinde olur. Çünkü onlar iktidarın tüm baskı
uygulamalarına karşı ayakta kalmaya çalışmışlardır. Bu bahiste bir başyazıda şunlar
söylenmektedir: “Forum mensuplarının çoğu üniversiteden ayrılmalarına sebep
olan olaylardan sonra, sadece muhtelif siyasi partilere girmekle kalmamışlar, bu
siyasi partilerin içinde gayet faal bir rol oynayarak seçim mücadelesine katılmışlar,
54
Tarafsızlık Meselesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:79, 1 Temmuz 1957.
77
seçim kazanmışlar veya kaybetmişler ve nihayet siyaset hayatının tabii bir sonucu
olarak da bazen mensup oldukları siyasi saflar arkasından birbirleriyle fikir
mücadelesi yapmak lüzumunu hissetmişlerdir. Hükümetin özel ilanları da kendi
tekeline alması ve kendisini alkışlayan basın için bir mükafat kesesi olarak
kullanmaya başlaması, Forum’u tamamen ilansız bırakmıştır. İlan gelirimiz
birdenbire sıfıra inmiştir. Buna bir de basım malzemesindeki pahalılığı, yokluğu ve
basım masraflarındaki devamlı artışı ilave ederseniz, geçen yılın maddi şartlar
bakımından da Forum için ne derece kötü bir yıl olduğu kolayca anlaşılır. Fakat,
gördüğünüz gibi Forum çıkmakta devam etmektedir.”55
Aynı yazıda devamla şunlar söylenmektedir: “Görünüşteki fikir farklarına, siyasi
partiler saflarında yapılan mücadelelere rağmen Forum mensupları arasında, daha
doğrusu Forum ailesi içinde, üzerinde kolayca anlaşmaya varılabilen, etrafında fikir
birliği edilen birçok müşterek inançların ve müşterek düşüncelerin bulunuşudur. Bu
inançlar ve düşünceler Forum’un amentüsü haline gelmiş olan esaslardır. Forum,
Türkiye’de gerçekten demokratik bir hayat tarzının mümkün olduğuna inanmaktadır.
Forum, Batı medeniyetinin dayandığı prensiplere, hoşgörürlüğe, laik düşünceye ve
bilim saygısına inanmaktadır; Forum, Türk halkının bugünkünden daha iyi bir
iktisadi duruma layık olduğuna ve buna ancak bilimsel usullerle, keyfilikten uzak bir
iktisat siyasetiyle erişilebileceğine inanmaktadır ve nihayet Forum insan
haysiyetinin her şeyden üstün tutulması gerektiğine inanmaktadır.”
Forum yazarlarının başlangıçta aktif siyasetten uzak kalacaklarına dair sözlerinin,
değişen konjonktür gereği yerine getirememiş olmalarını, onların siyasi hırslarından
kaynaklı olarak sözlerinde durmamaları şeklinde değil, iktidar mensuplarının hırsları
ile mücadelede çaresiz kalmaları bağlamında değerlendirmek isabetli olur. Şunu da
ilave etmek gerekir ki eğer hırs içerisinde olmuş olsalardı, taktiksel olarak, her ne
olursa olsun DP iktidarını iktidardan indirme yolunu tutarlardı. Oysaki onlar bu tarz
toptancı kanaatlerle hareket etmenin, milletçe arzulanan neticeyi vermeyeceğini,
iktidar değişikliğinden önce zihniyet değişikliğine ihtiyaç olduğuna inanmaktaydılar.
Dolayısıyla aktif siyaset tercihlerinde Hür. Parti ve CHP olmak üzere iki farklı parti
tercihinde bulunmuş olmaları, buna rağmen Forum çatısı altındaki birliklerini
muhafaza etmeleri, hatta cumhuriyetçi demokrat kimi Forumcuların da Hür. Parti
içinde yer almaları, onların hırstan uzak olduklarının bir göstergesidir.
Forumcuların farklı parti tercihlerine rağmen bir arada bulunmalarının sebebini şu
sözlerde bulmak mümkündür: “Forum her şeyden evvel medeni ve ileri bir
cemiyetin insanlarında bulunması gereken vasıfların, memleketimiz aydınlarında da
teşekkülüne ve yayılmasına yardım etmek isteyen bir teşebbüstür. Dergimizi
kuranlar ve devam ettirenler, medeni insanlar olarak birlikte yaşama ve işbirliği
yapmanın ancak, sevgi, arkadaşlık, müsamaha ve karşılıklı fedakarlıkla mümkün
olduğuna inanarak, Forum’da bu çeşit müşterek hareket tecrübesine girişmişlerdir.
Kanaatimizce, ihtirasın, şüphe ve güvensizliğin, korku ve çekingenliğin, müşterek
hiçbir harekete imkan vermediği bir muhitte, beraber çalışan, beraber düşünen,
55
Forumsuzluk Korkusu, Başyazı, Forum, sayı:97, 1 Nisan 1958.
78
muayyen bir istikamete doğru bocalamadan yürüyen bir fikir ocağı kurabilmiş
olmak küçümsenmeyecek bir başarı sayılmalıdır. Yalnız unutmamak lazımdır ki
birlikte çalışmanın saydığımız temel unsurlardan başka yazarları ve okurları
arasında manevi birliği temin edecek fikri unsurlara da ihtiyaç vardır. Forum’da bu
bağı kuran temel unsur, Türk İnkılabının derin manasının, iyi anlaşılmasıdır.”56
Aslında Forum ilk yayın hayatına girerken kimi çevrelerce, liberal demokratların ve
cumhuriyetçi demokratların aynı çatı altında uzun süre bir arada olamayacağına dair
iddialar öne sürülmüştür. Türk siyasal yaşamı göstermiştir ki, bu iddialar, iddia
olarak tarihe gömülmüştür. Bu iddiaları Forum şöyle değerlendirmektedir: “Yayın
hayatına atılırken, aydınlarımızın çoğunda sezdiğimiz büyük bir çekinme, şüphe ve
güvensizlik hali bizi adeta ürkütüyordu. Birçokları memleketteki umumi havanın
böyle bir teşebbüsün muvaffak olacağından şüpheliydiler. Onlara göre, biz
kaybedilecek bir savaş veriyorduk. Bu sonu ümitsiz savaşa, neticede her şeyini
kaybetme pahasına katılma, hakikatleri görmemek ve hayal peşinde koşmak
olacaktı. Bu aydınlara göre, bir kere, esasen umumi fikir seviyemiz o derece düşüktü
ki, böyle seviyeli bir fikir organına gereken kıymet nasıl olsa verilmeyecek, üstelik
emekler de heder olup gidecekti. İlaveten, memleketimizde bu çeşit bir teşebbüsün,
işbirliği yapan insanlar arasında anlaşma ve ahengin bozulması yüzünden çok
geçmeden kendiliğinden dağılmaya mahkum olduğunu, ilk anda heves ve gayretle
başlayan işlerin, çok geçmeden içten ve dıştan gelen mukavemetler ve dağıtıcı
tesirlerle sona erecek olduğunu ileri sürüyorlardı. Hatta birçok kimseler, Forum’un
kaç sayı dayanabileceği kehanetinde bile bulunmuşlardı.”57
Forum yazarlarının hep aynı kalıptan dökülmediği ve Forum’da bir parti disiplini
cenderesinin hakim olmadığı unutulmamalıdır. Dergi, kendi içinde özgür tartışmayı
yürütmüş bir dergidir. Bu itibarla yazarları arasında bazı meselelerde görüş
farklılıkları görülmektedir. Ancak görüş birliği yapılan bir mevzu varsa o da
demokrasi taraftarlığıdır. Dergiden şu sözleri nakletmek yerinde olacaktır: “Tarafsız
Forum, hürriyetin, demokrasinin, içtimai adaletin, ileri ve müreffeh Türkiye’nin
taraflısıdır. Hürriyetçi Forum, daima aşırı sol ve aşırı sağ şeklindeki ifratlarla
mücadele etmiştir. İster komünizm, ister dini irtica kılığına bürünsün, her türlü
totaliter ve hürriyet aleyhtarı cereyanla mücadele edecektir. Forum, Türkiye’de
demir perde arkasındakine benzer sahte demokrasilerin değil, gerçek demokrasinin
kök salmasını özlemektedir. Bunun için her türlü şahıs, parti,zümre, sınıf
diktatörlüğüne karşıdır. Forum, Türk milletinin köklü harsına ve mukaddesatına
saygı duyan Türk milliyetçilerinin dergisidir. Fakat bu memleketi sonu gelmez
felaketler içine yuvarlayabilecek olan her türlü ırkçılığın, dar görüşlü gelenekçiliğin
ve irticanın düşmanıdır. Bu milletin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını
imkansız hale getirecek olan gerilik hareketleriyle mücadele edecektir. Türk
İnkılabını tehdit eden din istismarcılığına karşı koyacaktır.” 58 ‘Aynadaki aksini
beğenmiyorsan, kabahati aynaya bulma!’ şiarından hareketle Forumcular, bir gün
Türkiye’nin aynadaki aksini beğeneceği bir hale geleceğinden emin olmuşlar,
bunun, çok çalışma ile elde edilebilir olduğuna inanmışlardır.
56
Üçüncü Yıla Girerken, Başyazı, Forum, sayı:49, 1 Nisan 1956.
İkinci Yılımıza Girerken, Başyazı, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955.
58
İşte Forum Budur, Başyazı, Forum, sayı: 46, 15 Şubat 1956.
57
79
Forumcular Forum’un bir kamu hizmeti verdiğini düşünmekteydiler. Çalışmalarının,
muhalif muvafık herkes tarafından istifadeye açık olduğunu sıklıkla değişik
vesilelerle vurgulayan Forumcular, kimi zihniyetlerin Forumcuları anlamakta güçlük
çektiklerini belirtmekten de geri durmamışlardır. Bir yazıda şöyle denilmektedir:
“Forum’un aşırı solcularca burjuva, aşırı sağcılar ve irtica taraftarları için kızıl ve
mason, partizanlar için rakip şu veya bu partiye mensup telakki edilmesini biz tabii
karşılıyoruz. Bütün bu iddialar birbirini tekzip ederek, dergimizin hür ve bağımsız
bir fikir organı hüviyetini kendiliğinden meydana çıkarmaktadır.”59 Aynı yazıda,
kendilerini yanlış tasnif eden bu gibi zihniyetlerin ilkelliğinden dem vurmuşlardır.
Forumcular, Forum ile demokrasinin Türk ulusu için bir lüks olmadığını ortaya
koymuşlardır. Demokrasinin Türk ulusu için bir lüks olduğuna inanan cereyanlara
yönelik olarak şu seslenişleri ilginçtir: “Demokrasi için mücadeleye atıldığını
söyleyenlere şüpheci ve kötümserlerin ileri sürdüğü mütalaalardan biri şudur: ‘Bu
millet aç ve çıplaktır, halk yığınları sefalet ve cehaletin pençesinde, en iptidai
ihtiyaçları için çırpınmaktadır, hürriyet gibi birkaç entelektüelin ve burjuva
sözcüsünün dava edindiği bir mefhumu benimsemek şöyle durdun, anlayabilmekten
dahi acizdir. Tanzimat’tan beri Batıyla teması olan mahdut bir zümrenin bu
memlekete ithal ettiği hürriyet, bu topraklarda köksüz kalmaya mahkumdur.
Hürriyet ve demokrasiyi kendine dava edinen mahdut bir zümre, er geç peşinde
koştukları bu hayalden hüsran içinde uyanacaklardır.’ Hürriyeti ortadan
kaldırmaya azimli olmakla beraber, bunu açıkça söyleme cesaretini gösteremeyenler
açık ve kapalı bir tarzda ortaya sürmeye çalıştıkları bir tem de şudur: ‘Bir
memleketin asıl derdi, bazı laf ebelerinin, kitabilerinin sandığı gibi bu memlekette
kötüye kullanılma temayülü duyulan hürriyet değildir. Memleketin iktisadi kaderinin
değiştirilmesi, yeni bir vatan sathı yaratılması lazımdır. Ancak ondan sonra hürriyet
ve demokrasi gibi konuların zamanı gelecektir. Şimdi yapılacak şey hürriyeti bir
kenara bırakıp, şantiye haline sokulacak bu memlekette, bir iş disiplini içinde
çalışmaya koyulmaktır.’ Sağcı ve solcu totaliter zihniyetin hemfikir oldukları husus,
hürriyetin, burjuva entelektüelinin bir fantezi ihtiyacını ifade ettiğidir.”60
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “İktisadi refah ve ilerleme için, iş
yapabilmek için memlekette sıkı bir nizam ve işyeri disiplininin hakim olması
gerektiğidir. Bunlara göre demokrasi ve hürriyet, muayyen bir halkın ve geçici
tarihi şartların mahsulüdür. Şümullü ve devamlı bir siyasi düzen olmaktan uzaktır.
Nazi ve faşist nazariyecilere göre, bu, kozmopolit, burjuva ve Yahudi kültürünü
temsil eden köksüz ve çürük bir siyasi düzendir. Marksistlere göre ise, orta zamanın
cemiyet ve istihsal düzeninin, sanayi inkılabı ile meydana çıkan burjuva sınıfı
üzerine vazettiği kontrollerden sıyrılma mücadelesi esnasında işe yarayan, muvakkat
ömürlü bir ideolojidir. Bunlara göre hürriyet, insan tabiatının medeni ve ileri bir
cemiyet topluluğunun tabii bir parçası değildir. O bizatihi bir kıymet ve hedef
değildir. Totaliter düzenin bizdeki mukallitleri ve özenicileri de az farkla Batı
Avrupa memleketlerinin bazılarında, muayyen tarihi şartlar içinde doğmuş olan bir
59
60
Forum ve Tarafsızlık, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:52, 15 Mayıs 1956.
Tek Yol Hürriyettir, Başyazı, Forum, sayı:57, 1 Ağustos 1956.
80
sistemin, Türkiye’de aynen kabulüne imkan bulunmadığı iddiasından istifadeye
kalkışmaktadırlar.”
Forumcular, aydın ve halk işbirliğini savunurlar, seçkinci yaklaşımlardan kaçınırlar.
Ancak ne yazık ki Forumcular, Forum’u çıkarttıkları yıllarda ve sonraki yıllarda
geriye dönük değerlendirmelerde, seçkincilikte suçlanmışlardır. Bu suçlamanın
demokrasi karşıtlarınca yapılmış ve hatta bugün bile yapılmakta olduğunu söylemek
mümkündür. Az gelişmiş ülkelerde demokrasi savunucularının seçkinlikle
suçlandıkları sıklıkla rastlanır bir olgudur. Açık veya örtülü totaliter veya otoriter
eğilimlerin savunuculuğunu yapan anti-demokratik zihniyetler, geniş kalabalıkların
demokrat aydınlar ile bağlarını koparıp, bu kopukluktan istifade etmeye
çalışmışlardır. Forum örneğinde de bunu görmek şaşırtıcı değildir. Forum, bu
hususta şunları söylemektedir: “Aydınlarla geniş halk kütleleri arasındaki irtibatın
kesilmesi ve kırılması otoriter siyasi inhisar rejimlerinin gözden kaçmayan daimi
özelliklerinden biridir. Kütlelerin irşat edici başlardan, manevi liderlerden mahrum
bırakılması kütlelere tek elden hükmetmenin en kestirme yollarındandır.”61
Forum’un seçkinci olmadığına delil teşkil edecek sözlere bizzat Forum sayfalarında
rastlanabilmektedir: “Birinci sayıdan itibaren aydın Türk okuyucusunun fikri
olgunluğuna, temyiz kudretine bel bağlayarak ve hürmet ederek yayın hayatına
katıldık. Hiçbir zaman, okuyucumuza ‘bunu anlamazlar, fikirlerimizi takdir
edemezler’ deyip tepeden bakmadık; aynı zamanda yayınlarımızda okuyucuya ders
verir tavır takınıp onun karşısına iddialarla çıkmadık. Okuyucuyu daima beraber
düşünmeye teşvik ettik ve ona hakiki ilim adamına yakışan bir alçakgönüllülükle
hitap etmeye çalıştık. Diğer taraftan amiyane olmamaya, okuyucuya daima yeni bir
şeyler getirmeye gayret ettik.”62
Forum, Türk siyasal yaşamında sadece
seçkincilikle değil, aynı zamanda 1957 seçimlerinden önce Hür. Partiye, daha sonra,
1958 yılı ortalarından itibaren de CHP’ye açık destek vermekle de itham edilmiştir.
Derginin, genel seçimlerden sonra Hür. Partiye verilen açık desteğin geriye dönük
bir muhasebesini yapmasından sonra bunun bir hata olduğunu okuyucuları ile
paylaştığı göz önünde tutulduğunda, daha ilk sayılarında Forum’un ifade ettiği,
‘toplumun deneme yanılma yoluyla demokratikleşebileceği inancı’nda samimi
olduğunu ortaya koymaktadır. Kuşkusuz, DP’nin otokratik yönetiminin karşısında
onların bu girişimlerini muhalefeti bölmek olarak da değerlendirilebilir. Ancak
Hürriyet Partisinin 1957 seçimlerinde %3,85 aldığı, CHP’nin de %40.82 aldığı
dolayısıyla, her ikisinin toplam oyunun DP’nin aldığı %47,70’i aşamayacak olduğu
anımsandığında, otokratik yönetimin bir dönem daha iktidarda kalmasının
mesuliyetini Hür. Parti’ye ve onu destekleyen Forum Dergisine yüklemek haklı
olmayacaktır. Öte yandan, Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin aldığı %7,19’luk oy oranı
hatırlandığında, güç birliğinden kaçması sebebiyle CMP’ye yönelik bir suçlama
yapılması mümkündür. Bununla beraber, CMP’nin DP tabanından oy aldığı
düşünülürse, CMP’nin de muhalefeti bölmek ile mesul tutulması tartışılır hale
gelmektedir.
61
62
Vur Abalıya, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957.
Forum Dört Yaşında, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957.
81
Şu bir gerçekti ki, Forum kadrosu, kimileri liberal demokrat kimileri cumhuriyetçi
demokrat olmak üzere, ilginç bir şekilde, daha doğrusu Batı demokrasilerinde
rastlanır ancak az gelişmiş ülkelerde rastlanması hemen hemen olanaksız bir güç
birliğini başarmıştır. Bu başarıya işaret ederken, şunu atlamamak gerekir ki, pek
tabii olarak Forum yazarları destekledikleri farklı siyasi partilerin görüşlerini
anlatabilmek adına birbirleriyle özellikle 1957 genel seçimleri sürecinde fikir
mücadelesi yapmışlardır. Ancak bu tartışmalar, Forum’un demokrasiye inanış
birliğini ortadan kaldırmamıştır. Lakin Forumcuların demokrasiyi sindirmiş bu
halleri kimi okuyucular tarafından yadırganmıştır. Okuyucu mektuplarından bir
tanesinde şöyle denilmektedir: “Forum’un son sayılarını okuyunca inanın
şaşırmaması imkansız. Forum’un devamlı okuyucularının haricinde son sayılarınızı
okuyan bir kişi derginin CHP’nin propagandasını yaptığını zannedebilecek bir
durumdadır. Bir zamanlar CHP’nin aleyhinde olan fakat siyasi şartların tesiriyle
fikir değiştiren kalem adamlarının aynı partiyi şimdi savunmaları ancak okuyucunun
onlar hakkındaki kıymet hükmünü değiştirebilir.”63
Öte yandan Forumcuların demokrasiyi sindirmiş olma hallerini anlayan okuyucular
da vardı. Bir okuyucu şöyle demekteydi: “Forum seçimler öncesinde ve seçimlerin
hemen sonrasında, tutulması gereken taktik üzerinde bir ara bocalamış olabilir.
Ama, o zaman dahi asıl amacını yitirip memleketi Batı ölçütlerinde bir demokrasiye
kısa yoldan iletecek genel strateji üstünde inhiraflar kaydetmemiştir. Forum’a yurdu
totaliter gidişlerden koruyup müştereken özlenen demokrasi iklimine yaklaştıracak
çareleri arayan her kalem kolaylıkla girebilmektedir. Bu kalemin sahibi tarafsız
olabilir, Hürriyet Partili, Millet Partili, Halk Partili olabilir. Hatta Demokrat Partili
dahi olabilir. Şu halde Forum partiler arasında bir ayrım gözetmeksizin, ileri
seviyeli her fikre, her düşünceye ve her inanca sayfalarını ardına kadar açmak
suretiyle, yurdumuzun manen ve madden kalkınması ve demokrasinin bütün
gerekleriyle tez elden kurulması yolundaki savaşta, bir dergi olarak, kendi payına
düşen ödevi titizlikle yerine getiren ananesine sadakatini muhafaza ediyor
demektir.”64
Forum lehte ve aleyhte tüm okurlarını birçok yazısında hoşgörüye çağırmıştır.
Özellikle 1960 yılı başından itibaren, aydınların birbirleriyle mücadele ederek
kendilerini yıpratmamaları gerektiğini vurgulayan yazılar yayınlamıştır. Çünkü
Forumculara göre Türkiye bir çıkmaz içine girmiştir. Bu çıkmazdan kurtulmak için
halk harekete geçmeliydi, aydınlar da halka rehber olma sorumluluklarını hatırlamalı
ve kısır polemiklerden uzak kalmalıydılar. Bu minvalde Forum’da yayınlanan şu
sözler ilginçtir: “Unutmayalım, bir veremliye sıtma tedavisi yapılmaz. Bir tifo
salgını çiçek aşısı ile hiçbir zaman önlenemez. Bu toplum ağır hastadır. Hastalığın
teşhisi yıllardan beri malumdur. Fikir spekülasyonlarının zamanı çoktan geçti. Bilgi
yok, ahlak yok, akıl ve tolerans yok. Bu yokluklar kasıp kavuruyor ortalığı. Bir çöl
ortasında kalmışız. Eğitimsizlikten, korku ve bağnazlıktan yanıyoruz. Ağır
hastamızın başında biz hala uyuşuk bir tarafsızlıktan ya da teşhis bolluğundan dem
vuruyor ve toplumsal hayatın alfabesi üstünde tartışma yapıyoruz. Okuyup yazmak
63
64
Forum Hangi Yolda, Okurların Forumu, Forum, sayı:98, 15 Nisan 1958.
Forum Artık Çıkmasın mı?, Okurların Forumu, Forum, sayı:103, 1 Temmuz 1958.
82
için alfabeyi öğrenmek şart. Bu gerçeğin alternatifi olamaz. Bugünün koşulları
altında iktidarın malum tutumuna karşı, fikir çeşitliliğini savunmak, dikilen özgürlük
ve kültür fidanını kökünden söküp atmakla birdir. Fikir çeşitliliğini yaşatalım derken
onu öldürmenin en kestirme yoluna sapmayalım.”65
Forum, 1958 yılının ikinci yarısından itibaren, daha belirgin bir şekilde ise özellikle
1959 yılında ve tabii takip eden yılda CHP’ye örtülü destek vermiş olmasına
rağmen, farklı görüşlere yer verme tutumundan geri adım atmamıştır. Bununla
beraber, liberal demokrasi savunuculuğunun, cumhuriyetçi demokrasi
savunuculuğuna nazaran arka plana geçtiğini söylemek mümkündür. Ancak bu,
Forum’da yazmaya devam eden liberal demokratlar tarafından yadırganmamıştır,
kaldı ki onların da mutabakatıyla Forum’un böyle bir yol tutması kararlaştırılmıştır.
Çünkü, DP zihniyeti ile en iyi mücadele aracının cumhuriyetçi demokrasi olduğunu
onlar da, özellikle Hür. Parti tecrübesinden sonra, kani olmuşlardır. Dolayısıyla,
özellikle 1959’dan itibaren liberal ve cumhuriyetçi ayrımı Dergi yazılarında belirgin
şekilde tespit edilir olmaktan çıkmıştır. Daha açık bir ifadeyle, liberal demokrat
Forumcular, Türk devrim felsefesinin yerleşmemiş olduğunun kanıtlandığı bir
ortamda liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat şeklinde ayrışmaların,
DP iktidarı tarafından yok edilen demokrasiyi geriye getirmede, ülke menfaatleri
açısından yararsız olacağını düşünmekteydiler.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, liberal demokrat Forumcular arasında Dergide
cumhuriyetçi demokrat ideolojinin kurucu düşünce zeminin tamiri için işlevsel
olduğu görüşüne itirazı olan iki kişi vardı: Aydın Yalçın ve Nilüfer Yalçın.
Yalçınlar, 1958 yılı ortalarından itibaren Forum’un bir orkestra olmaktan çıktığını
belirten bir yazıyı Amerika’dan Türkiye’ye, Forum’da yayınlanmak üzere
göndermişlerdir. Söz konusu mektupta şunlar söylenmekteydi: “1957
sonbaharından beri Forum’un bilfiil yükünün ve mesuliyetinin diğer arkadaşlar
tarafından yürütüldüğü ve iki ders yılından beri de Amerika’da bir öğretim
müessesesinde çalıştığım vakıadır. Fakat şunu bilhassa belirtmek isterim ki gerek
yazı verme gerekse derginin diğer işlerine emek verme bahsinde ilgimin eskisi gibi
kesif olmayışında, Forum tecrübesinden ve onunla başladığımız fikir
mücadelesinden hayal kırıklığına uğramış olma ihtimalim bahis konusu değildir.
Tabii uzun ve kesif bir tecrübe içinde insanın bazı bekleyişlerinin gerçekleşmemesi
karşısında üzüntü duymaması mümkün olamaz. Aynı şekilde deneme ve hata yoluyla
yön tayin etmeye çabalayan insanların bir miktar kayıp ve israfı göze alması da
tabiidir. Fakat bütün bunlara rağmen şahsen bugün ümidi kırılmış olmak şöyle
dursun, Forum ile girişilen tecrübenin çok iyi netice verdiğine kaniiyim. 1954’te bu
işe girişebilmek için çırpındığım anlarda ne derece kesif heyecan duymuşsam bugün
de aynı hisleri taze şekilde muhafaza etmekteyim. Fakat Forum bugün
çelimsizdir.”66
Aynı mektupta Aydın Yalçın şöyle devam etmektedir: “Son zamanların Forum’u,
entelektüel muhteva ve ele alınan temalar bakımından son yıllarda memleketimizde
65
66
Tarafsızlık mı Yoksa Korku mu?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:131, 1 Eylül 1959.
Aydın Yalçın, Çelimsiz Forum, Okurların Forumu, Forum, sayı:139, 1 Ocak 1960.
83
sayısı artan siyasi haber ve yorum dergilerini andırıyor; resim ve ballandırılmış
dedikodu sütunlarının olmayışı yüzünden cazibesi daha kıt olmak şartıyla. Forum
fikri tazelik, yaratıcılık, metot ve seviye bakımından kendisinden bekleneni Türk
aydınına veremezse, bir fikir dergisi olarak manevi rehberliğe hiçbir zaman hak
kazanamaz. Uzaktan görebildiğim kadar durum maalesef budur.”
Kuşkusuz Aydın Yalçın’ın Ocak 1960’ta kaleme aldığı bu mektubunu; onun
Forum’un kuruluşundaki gayretleri, bu gayretlerinin Türkiye’nin ağırlaşan koşulları
altında netice vermemesi ve üniversiteden ayrılması, aktif siyaset tercihini Hürriyet
Partisi’nden yapması, bu partinin de 1957 seçimlerinde %4’ü dahi yakalayamaması,
Türkiye’nin geleceğine ilişkin umudunu kaybetmesi ve bunun bir sonucu olarak
Türkiye’de Türkiye için yapılacak bir şey kalmadığını düşünerek seçimlerin
akabinde Nilüfer Yalçın ile beraber ABD’de bir üniversiteye hoca olarak gitmesi,
oraya gitmekle memleketin daha iyi noktaya ulaştırılması için mücadele vermenin
önüne bireysel bir tercihini yerleştirmiş olmasının kendine huzursuzluk vermesi, bu
huzursuzluğun kaynağını kendi başarısızlığında görmek yerine Forum’un değişen
çizgisine yansıtması bağlamında değerlendirmek gerekir. Öte yandan, Aydın
Yalçın’ın bir noktaya kadar haklı olduğu kabul edilebilir. Çünkü 1959 yılı ikinci
yarısı Forum sayılarındaki yazıların ‘derin fikir eserleri’ olduğunu iddia edilecek
değildir.
Ancak 1959 yılı ikinci yarısında, Menderes’in 17 Şubat 1959 tarihindeki uçak
kazasından kurtulmasını takiben kendisine neredeyse peygamberlik sıfatı
yakıştırması, eğitimsiz halk tabakalarında uyandırılmaya çalışan ‘Allah’ın sevdiği
insan’ kanısı ve bu ahval içinde DP iktidarının baskıları daha da artırması,
3 Mayıs 1959 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk kez bazı gazetelerin ‘beyaz
sütunla’ çıkması hadiseleri, ilaveten, 4 Mayıs 1959 tarihinde CHP lideri İnönü’nün
İstanbul’da suikast tehlikesi atlatması, muhalefet partilerinin il kongrelerinin iptal
edilmesi gibi hadiseler hatırlandığında, böyle bir süreçte Forum’dan Aydın Yalçın’ın
entelektüel muhteva beklemesini onun haberleşme olanaklarının kısıtlılığı sebebiyle
Türkiye’den haber alamayışına yormak daha isabetli olur. Aksi halde kendisinin de
1954-1957 yılları arasında Forum çatısı altında verdiği mücadele anımsandığında,
1959 yılı koşullarında liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm
Forumcuların toplumsal eyleme bağlılığını eleştirmesi kendi kişisel tarihi ile de
hesaplaştığı anlamına gelir ki, bu, Aydın Yalçın’ın mantığının sürçmeye başladığını
göstermekten öte bir anlam ifade etmez. Gerçi Türk siyasal yaşamında kimi
aydınların, önceki savundukları düşünceler ile taban tabana zıt dönüşümler
geçirdikleri rastlanır vakalardır. Bununla beraber, aynı durumun Aydın Yalçın
örneğinde de yaşandığını iddia etmek en azından, Anayasanın halkoyuna sunulduğu
9 Temmuz 1961 tarihinden önce, erken varılmış peşin bir hüküm olur. Aslında,
1954-1960 yıllarında Forum’a emek vermiş birçok Türk aydını 1960 lı yıllarda
çeşitli dönüşümler yaşamıştır. Aydın Yalçın’ın özel durumu, onun bu dönüşümü en
erken yaşayacaklardan biri olacağının sinyalini vermesidir.
Burada kaydetmek gerekir ki, Aydın Yalçın, kendi dönüşümünü 1980 li yıllarda
dahi kabul etmemiştir. Mesela 12 Mayıs 1984 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Uğur
84
Mumcu’nun, yazısında Aydın Yalçın’a Forum Dergisi altında 1950 li yıllarda
verdiği mücadeleyi hatırlatmasından, Yalçın rahatsız olmuş ve Mumcu’ya şöyle
cevap vermiştir: “Sen şu tarihte şöyle demiştin, şimdi böyle konuşuyorsun,
tarzındaki klasik polemik yöntemiyle benim karşıma çıkması, bir kere çok yanlış bir
yol. Yetişme tarzımız, dünya tecrübemiz, mesleklerimizde ulaşmış olduğumuz
mertebeler, kültür kaynaklarımız ve entelektüel tutarlılık bakımından her ikimizin
dayanak olarak kullandığı temeller birbirinden o kadar farklı ki, bu tür polemikten
yarar umarak, yalınkılıç değirmenlere saldıran şövalye misali, başkasının darbesiyle
değil, kendi eliyle başını derde sokmasından endişe ederim. Ben yalnız akademik
çevremde ve yazı hayatımda değil, siyasi hayatımda ve şahsi arkadaş çevremde bile,
turalı olmaya son derece önem veren bir kişiliğe sahibim.”67
Forum’un nelere öncülük etmiş olduğunu ve neleri başarabildiğini Dergiyi bugün
okuyarak görmek mümkündür. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, Forumcular
Türk siyasal yaşamındaki yedi yıllık mücadelelerinin sanki doğru anlaşılmasını ister
gibi, dahası Forum’un gelecek nesillerdeki inceleyicilerine bir mesaj vermek kaygısı
güder gibi, 1 Nisan 1960 tarihli 145. sayıda şu başyazıyı kaleme almışlardır: “1954
yılından bu yana Forum’un yazdıklarına bir göz atılırsa, bugün çoğu meselemizde
içine düşmüş bulunduğumuz çıkmazın önlenmesi için kendi ölçümüz ve imkanlarımız
içinde sarf etmiş olduğumuz mütevazı gayret ve uyarışları müşahede ve tespit
etmemek mümkün değildir. Yürütülen iktisadi politikanın yanlışlığı üzerinde Forum
ısrarla durmuştur. İsrafçı, gösterişçi, düzensiz, tahlilsiz, iktisat ilminin her tarafta
bilinen ve kabul olunan kurallarını göz önünde bulundurmayan bir politikanın
gelişme ve kalkınma gayretlerimizi engelleyeceğini devamlı olarak söylemeye
çalıştık. Aşırı bir enflasyonun iktisadi, içtimai ve ahlaki düzeni sarsıntılara maruz
bırakacağını durmadan belirtmeye gayret ettik. Siyasi alandaki gerici ve demokrasi
prensiplerinden inhiraf eden hareketlerin, hiçbir meselemizi halledemeyeceğini
okuyucularımızı usandırmak pahasına bıkmadan tekrar ettik. Şiddet tedbirlerinin,
hakları ve hürriyetleri kısmanın, demokratik müesseseleri temellerinden zedelemenin
ancak buhranlara ve huzursuzluklara yol açabileceğini gücümüz yettiğince
anlatmaya çalıştık. Memleketin bugün içine düşmüş olduğu ekonomik, siyasi ve
sosyal buhran, bu görüşlerimizi teyit etmiştir. Yayın hayatımızda değişmeyen
hedeflerimizden biri ve en önemlisi Türk İnkılabının fikir alanında korumak
olmuştur. Türk milletinin geleceği inkılapların ifade eylediği ileri istikametlere
yönelmiş gelişme ve değişmelere bağlıdır. Başka türlü düşünmek mümkün
değildir.”68
Forumcular, bu başyazının yer aldığı sayıdan sonra bir sayı daha çıkarabilmişler,
ancak Derginin 147. sayısını iktidarın, Forum’un basılmasını engellemesi sebebiyle
okuyucularına ulaştıramamışlardır. 27 Mayıs 1960 müdahalesinden üç gün sonra
çıkan 1 Haziran 1960 tarihli 148. Forum’un başyazı başlığı ise şöyledir: ‘İhtilallerin
En Centilmeni.’
67
68
Aydın Yalçın, Vatan Hıyanetinin Anatomisi, Ankara:ODTÜ Yayınları, 1986, s.571.
Forum Yedinci Yılında, Başyazı, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960.
85
Forumcuları, görüş olarak değil ancak siyasi alanı etkilemiş olmaları bakımından
Fabyanlara benzetmek yanlış olmaz. Bilindiği üzere Fabyan Topluluğu, 4 Ocak 1884
tarihinde Londra’da kurulmuş sosyalist bir gruptur. Grubun, uzun dönemde,
kapitalist bir toplumdan sosyalist bir topluma doğru aşamalı dönüşümünü savunduğu
söylenebilir. Adını Hannibal’a karşı savaşan Romalı general Fabius Cunctator’dan
alır. Topluluk görüşlerini ‘Fabian Tracts’te yayınlamıştır. Fabyanlar, kendilerini,
toplumsal araştırmaların ve bilgiye dayalı önerilerin bir odağı olarak görmekteydiler.
1900 lerin başında Londra belediyelerine egemen olan Liberal-İşçi Partisi ittifakının
politikalarına program açısından biçim vermişler, Londra’nın eğitim reformlarına
etkin bir biçimde katılmışlar, İngiliz refah devletinin gelişiminde belirleyici olacak
ilk tohumları atmışlardır. Gruptan bazıları Liberal Partiyi, bazıları ise İşçi Partisini
desteklemekteydiler. Ancak Liberal Partinin Fabyan tasarımlara kapalı olduğu
görüldükten sonra, grup İşçi Partisine destek vermede mutabık kalmıştır. Bir müddet
sonra ise, Fabyanlar, İşçi Partisi içinde siyasal bağımsızlıklarını yitirmişler ve parti
içinde erimeye mahkum olmuşlardır.
Forumcuların pek çok önerisi 1961 Anayasası ile somutlaşmıştır. Forumcular
önceleri iki farklı parti arasında bölünmüşler, Hürriyet Partisi deneyiminden sonra
CHP’yi desteklemekte mutabık kalmışlardır. 1960 lı yıllarda ise Forum kadrosunun
dağıldığını görmek mümkündür. Şu halde hem Fabyanlar hem de Forumcuların
ortak yanını, ‘ülkelerinin siyasal yaşamında belli süre ile sundukları çözüm
önerilerinin somutlaştığına şahit olmaları, fakat daha sonra, tarihi rollerini
tamamlayarak, bu özel durumlarını kaybetmiş olmaları’ şeklinde tespit etmek
mümkündür.
86
II.BÖLÜM
FORUM’UN TÜRK SİYASAL YAŞAMINA BAKIŞI
1.Cumhuriyet Öncesi Dönem
Forum Dergisi, Türkiye’nin Batılılaşma tarihini 3 Kasım 1839 tarihli Hattı
Hümayun’dan başlatır. Ancak Osmanlı dönemindeki Batılılaşma hareketi ile 1923
Türk Devriminden sonraki Batılılaşma hareketi arasındaki farklılığa vurgu yapmayı
ihmal etmez. Forum, Osmanlı dönemindeki Batılılaşma hareketleri sadece ve sadece
devleti kötü durumdan kurtarmak ve yaşatmak için yapıldığından, bu yeniliklere
‘reform’ der. Öte yandan 1923 Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yenilikleri ise
‘devrim’ olarak nitelendirir. Tanzimat Fermanı öncesi ıslahat teşebbüslerini ise
askeri sahaya münhasır birkaç yenilik olarak değerlendirir. Senedi İttifak üzerinde
ise pek durmaz, Senedi İttifakı ‘gürültülü hadiseler arasında şümul kazanamamış bir
hareket’ olarak tanımlayıp geçer. Burada hatırlatmak gerekir ki Forum, kimi yazıda
‘Atatürk İnkılabı’ veya ‘Atatürk inkılapları’ veya ‘Türk İnkılabı’ veya ‘Türk
İnkılapları’ veya ‘devrimler’ ifadelerini eş anlamlı olarak; benzeri bir şekilde
‘reform’ ve ‘ıslahat’ ifadelerini de birbiri yerine kullanır.
Siyasi iktidarın yegane temsilcisi olan padişahlık otoritesine sınırlama getirmesi
bakımından 1876 ve 1908 Meşrutiyet hareketlerini önemser. Bu her iki harekete dair
şöyle bir genel değerlendirme yapıldığına rastlamak mümkündür: “Bir taraftan
hükümran otoritenin mahiyetinde hiçbir değişiklik yapılmaması ve diğer taraftan
harekete esas teşkil eden fikirlerin cemiyetin alt tabakalarına kadar nüfuz
edememesi, bu teşebbüsleri başarısızlığa mahkum etmiştir. Ancak Milli
Mücadeleden sonra hakiki Türk unsuruna ve onun bütün olarak sarf ettiği gayretlere
dayanarak kurulan Cumhuriyetimiz iledir ki modern devletin hukuki ve siyasi
esaslarını tesis etmek mümkün olmuştur.”69
Forum’da 1908 Meşrutiyet hareketinden, daha çok onun maksat ve sonuçlarının,
1923 Cumhuriyet hareketinden farklı olduğunu vurgulamanın aracı bağlamında
bahsedilir. Kuşkusuz Forumcular, Türk Devrimi öncesinde başlamış olan kimi
yeniliklerin Cumhuriyet sonrasında da sürdürülmeye devam ettiğini kabul eder.
Bununla beraber, Derginin süreklilikten daha çok kesintilerle işaret ettiği dikkat
çeker. Örneğin 1908 hareketine ilişkin şu değerlendirme ilginçtir: “İkinci Meşrutiyet
ihtilalini yapan muzaffer İttihat Terakki partizanları ve ordudan gelen politikacılar,
siyasi iktidarı ellerine geçirdikleri anda, kendilerini iktidar mevkiinin biricik ve tabii
sahibi, ebedi namzedi saymaya başlamışlardır. Bunlar, kendilerini hemen asıl
toplumdan ve diğer siyasi kuruluşlardan üstün tutan bir zihni ve hissi komplekse
düşmüşlerdir. Bu üstünlük komplesi yüzünden getirdikleri hürriyet ve meşrutiyeti,
tamamıyla kendi inhisarlarına alarak halka ödetmeye kalkmışlardır. Hemen bir
parti mutlakıyeti kurmuşlardır. Kurulan yeni parlamentarizmin meclis-hükümet
münasebetleri daima bir parti mutlakıyetini yürütecek şekilde ayarlanmıştır. Bir
sürü hukuki ve fiili baskılarla bu parti mutlakıyetini ayakta tutmuşlardır. Bu sebeple,
69
3 Kasım, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:16, 15 Kasım 1954.
87
meşrutiyeti ve onun istilzam ettiği hürriyeti getirme için harekete geçmiş olan bu
parti, Halife-Sultanın mutlakıyetinin yerine kendi mutlakıyetini koymuş ve bir gerçek
hürriyet partisi olamamıştır. Memleket de geniş hürriyet tatminleri içine
girememiştir.”70
Aynı yazıda devamla şöyle denmektedir: “Burada İkinci Meşrutiyetin dış ve iç
gailleri ile yani Bulgaristan istiklali, Bosna-Hersek’in kaybı, Trablusgarp Harbi,
Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi, Girit Meselesi, Arnavutluk İsyanı, Yemen
İsyanı, maarifin geriliği, halk zihniyetinin Avrupa usulü hürriyet idaresine
yabancılığı, hürriyet partileri kanalı ile bir gerçek hürriyet devri açmaya pek
elverişli değildi, denebilir. Fakat bir meşruti mekanizma içinde bile, bir partinin
merkezi organlarının mutlakıyete gitmesinin asıl sebebi, meşrutiyeti ve onun istilzam
ettiği hürriyeti getirenlerin zihni ve hissi üstünlük kompleksi ile iktidar mevkiine
sımsıkı sarılmasıdır. Bu yüzden 1908-1918 devresinde Meşrutiyet, bizzat onu
kuranların bu kompleksleri ile boyuna akamete uğramıştır. Meşrutiyeti ve onun
istilzam ettiği hürriyeti getirenler, bu büyük hizmet ve himmetlerine karşılık olarak,
iktidar mevkiini devamlı olarak işgal etmek istemişlerdir. Halife-Sultanın mutlakıyeti
yerine, parti merkezi umumisinin mutlakıyeti kurulmuştur. Bu suretle rejim, zahiri
bir meşruti rejim olmuştur.”
Forum, 1908-1918 arası Meşrutiyet rejimin aslında bir parti mutlakıyetçiliği
olduğunun altını çizerken, II. Meşrutiyet’in ilanını hazırlayanların 19. yüzyıl
Osmanlı aydınları olduğunu belirtir. 19. yüzyıl aydınlarının hükümdarın şahsi ve
keyfi sistemi yerine; hükümdarın iktidarının sınırlandırılması, bu sınırlandırmaya
yönelik, halkın sınırlı da olsa yönetime iştirak edildiği yönetim şekli içinde,
vatandaşları hürriyete kavuşturmak için verilen mücadelelerin, daha sonraları
cumhuriyet fikrinin doğmasına önderlik ettiğine sıklıkla değinir. Forum’da Mustafa
Kemal’in ve Cumhuriyet kadrosunun bu aydınların eserlerini okuyarak ve
Meşrutiyet tecrübesinin sorunlu yanlarından ders çıkartarak 1923 Devrimini hayata
geçirdiklerini ifade eden çok yazıya rastlamak mümkündür. Bu bağlamda Dergiden
şu sözleri nakletmek yerinde olur: “Kemal Atatürk ile hürriyet ve demokrasi
mücadelesi, siyasi iktidar bir sultanla paylaşılmadan milli kaderin artık bizzat ve
münhasıran millet tarafından tayininin, sevk ve idaresinin gerçekleşmesi halini
almıştır. Yani siyasi iktidarın icrasına ancak halk temsilcileri yetkili olacaktır.
Bunlar da seçimden çıkacaktır.”71
Forum’un, Osmanlı yönetim yapısının incelendiği yazılara yer vermesinin temel
sebebi, Türk Devrim kazanımlarının öneminin gösterilmesidir. Bu alanda daha çok
Şerif Mardin’in incelemelere rastlamak mümkündür. Bunlardan bir tanesinde Şerif
Mardin, Ali Paşa üzerinden hürriyetsizlik sorununu şu şekilde işlemektedir: “Ali ve
Fuat Paşaların birer idare-i maslahatçı oldukları ve II. Mahmut’un ve onu takiben
Mustafa Reşit Paşanın meydana getirdikleri ıslahatla mukayese edilebilecek bir
ilavede bulunmamış olmaları pek muhtemeldir. Ali ve Fuat Paşaların müspet bir
ilavede bulunmadıkları noktasından daha mühim bir husus, Ali Paşanın, devrinin en
70
71
Siyasi Mücadele Tarihi Tekerrür mü Edecek?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:36, 1 Eylül 1955.
Siyasi Mücadele Tarihi Tekerrür mü Edecek?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:36, 1 Eylül 1955.
88
büyük hürriyet aleyhtarlarından biri olduğu vakıasıdır; bu vakıa arada
kaybolmuştur, lakin bu, 19. asrın ortalarındaki aydınların gayet mühim bir mesele
addettikleri bir husus olmuştur. Daha sonra Abdülhamit ve taraftarlarının bu
problemi unutturma gayretleri neticesinde ortadan kaldırılmış gibidir. Halbuki
Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi şahsiyetler, Osmanlı
İmparatorluğunda mevcut rejime karşı itiraz ettikleri zaman Abdülaziz’in şahsi
politikasına değil, Ali Paşanın politikasına itiraz ediyorlardı.”72
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Genç Osmanlıların Avrupa’ya
kaçmasına sebep olan, Mustafa Fazıl Paşa’yı Genç Osmanlıların hamisi haline
getiren hadiseler, Ali Paşanın Osmanlı İmparatorluğunda şahsi bir diktatorya tesis
etmeye çalışmasının neticeleri idi. Bu hareket hattının mümeyyiz vasıfları da
Osmanlı İmparatorluğunun içinde düştüğü badireyi halletmede, Ali Paşanın yeni
teşekkül etmiş Osmanlı Efkarı Umumiyesini hiçe saymasıydı. Babıaliye cahillerin
toplanmasına müsaade etmiş olan Ali Paşa, Namık Kemal’e göre etrafına topladığı
‘dört buçuk Fransızca sohbet’ bilenlerin yardımıyla devlet meselelerini halletmeye
muktedir değildi. Hükümetin nazik bir mevzu addettiği Girit meselesine dokunan
bazı makaleleri dolayısıyla Namık Kemal’in muharrirlik hayatına bir nihayet
verilmiş ve Ali Paşa, Tasvir-i Efkarda çıkan bu makaleleri bahane ittihaz ederek
Türkiye’de matbuatı engellemek için ortaya atılan ilk resmi harekete amil olmuş,
daima vebalini boynunda taşıdığı Kararname-i Ali’yi çıkarmıştı. Bu kararnamenin
ayırıcı vasfı, matbuatı gayri mauyyen bir hat ile takyit etmesiydi. İşte gerek Mustafa
Fazıl Paşanın, gerekse Namık Kemal ve Ziya Paşanın meşveret istemeleri, Ali
Paşanın bu icraatı çerçevesinde bir mana ifade eder. Meşveret usulü devlet işlerini
kontrol başta olanların idare edilenlere karşı mesuliyeti demek olduğu için, Osmanlı
İmparatorluğunda tatbik edilmesi gereken bir usuldü. Buna karşı Ali Paşa bir gün
kendi evinde topladığı bir mecliste Cevdet Paşaya devletin ancak birkaç kişi
tarafından idare edilmesini en doğru yol bulduğunu, aksi takdirde karışıklık
yaratılacağından korktuğunu itiraf ediyordu.”
Şerif Mardin, incelemesinde, Ali Paşa’nın hürriyetten korktuğunu yazmaktadır. Ali
Paşa, Meşrutiyet rejimi tesis edildiği zaman, birtakım insanların icraatı serbest
bırakılacağından, bunların Osmanlı Devleti’ni çökerteceği iddiasındaydı. Kuşkusuz
bu iddia, Ali Paşa’nın, kendi hegemonyasına bir nihayet verilmesi endişesinin
kılıfından ibaretti. Mardin, Ali Paşa’nın tutumuna benzer tutumların otoriter
rejimlerin belirgin vasfı olduğunu düşünmektedir. Gerçekten de anti-demokratik
davranış eğilimleri gösteren yöneticilerin genellikle kalkan olarak kullandıkları sav,
insanların kötülüğe meyyal olduklarıdır. Bu şekilde hürriyeti kısıtlamanın meşru
zemini oluşturulur. Çünkü kötülüğe meyyal olan kişilerin hürriyet istismar
edecekleri pek muhtemel kabul edilir. Bu gibi hürriyet düşmanı yöneticiler, kendi
kendilerine ve kendi uygulamalarına olan güvensizlikleri sebebiyle, sözde devleti
koruma adı altında örtülü hürriyet karşıtlığı yaparlar. Buradan Mardin’in vermeye
çalıştığı mesaj şudur: ‘Müesseselerin ıslahından çok daha önemli olan, zihniyette
devrim yapmak.’ İşte tam da bu noktada Cumhuriyet dönemi politikaları ile
72
Şerif Mardin, Ali Paşa ve Hürriyet, İncelemeler, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955.
89
zihniyette devrim yapma mücadelesi verildiğinin önemi kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.
Forum, Osmanlı mirasının olumsuz kalıntılarının Türk fikir hayatını olumsuz
etkilediğini savunmaktadır. Cumhuriyet döneminde felsefe alanındaki cılızlık
Osmanlı İmparatorluğu’nun İslami özelliği ile ilişkilendirilmektedir. Gerçekten
Osmanlı tarihinde dini tefekkürden ayrılabilen ve kendi iç gelişmeleri ile
yaşayabilen felsefi bir düşünce geleneğine rastlamak mümkün değildir. Hatta
rastlanmama hali, felsefe yoksunluğunun tespitinde hafif kalmaktadır, Osmanlı’da
felsefeye karşı açık bir husumet mevcuttur. Bunu gerçekleyen bir olayı Şerif
Mardin’den nakletmek yerinde olacaktır: “Tanzimat devrinin nihayetine doğru,
Avrupa kültürünün derin köklerinin Yunan felsefesine dayandığını anlayan Ahmet
Mithat Efendi çıkardığı Dağarcık ve Kırkambar mecmualarında kah iktibaslar
yaparak kah kendi fikirlerini de ilave ederek Avrupa kültürünün bu felsefi esaslarını
anlatmaya çalışıyordu. Bu arada yazılarına İslam felsefesi, İslam filozofu gibi
tabirler de sıkıştırıyordu. İşte bu sırada kendisine matbuat kontrol merciinden bir
ikaz gelmişti. ‘Felsefe lafzı ekseriya şeriatı garrayı İslamiye ile tevfik kabul etmeyen
mebahisi münkiranesinde istimal olduğuna binaen İslam bu kelimeyi sui telakki’
ettiğinden Mithat Efendi’nin İslam felsefesinden bahsettiği zaman ‘hikmet’
kelimesini kullanması lazım geldiği ve felsefe kelimesinin ‘mevkii teneffürde’
kullanması gerektiği kendisine ihtar ediliyordu.”73 Fakat bu ikazdaki görüş yeni bir
görüş değildi. Ahmet Mithat Efendi’ye yöneltilen tenkidin Osmanlı tarihinde daha
şiddetli tezahürleri olmuştur.
Osmanlı kültüründe felsefeye şüpheci bir gözle bakılmış olmasının sebebi, İslam’ın
felsefeyi saçma bulmasında aramak gerekir. Şöyle ki, İslam düşünürlerine göre
filozofların ileri sürdükleri fikirlerin daima eksik bir tarafı vardır. Çünkü filozoflar,
kainat düzenini temin eden kuvvetlerle bu düzeni yaratan arasında bir ayrım
yapmaya mecbur kalmışlardır, dolayısıyla onların fikir sisteminde kainat tek bir
unsura bağlanamamıştır. Oysaki İslam düşünürlerine göre İslam, ilahi bir varlığın
hem yaratıcı bir rol oynadığını hem de her an dünyanın nizamına nezaret ettiğini
ileri sürerek bu problemi halletmiştir. Böylece İslam inancına göre, din, felsefenin
ikinci planda kalmasını sağlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da, felsefe, İslam’a
göre, ancak dinsizlerin, gafillerin, ilahi kudretin birleştirici özelliklerinden haberdar
olmayanların, bilgisizlerin kullandıkları eksik ve köhne bir görüş zaviyesidir. Bir
başka ifadeyle İslam dinine göre, felsefe ile uğraşmak akıl karıştırmaktan başka bir
şey değildir. Burada ilginç olan, İslam dininin ‘ben bu meseleleri çözdüm bitirdim’
yaklaşımının Osmanlı’da Batı felsefesine karşı bir üstünlük hissi doğurması ve daha
ötesi Batı felsefeni aşağılar bir duruş sergilemesidir.
Felsefeye karşı çıkışın doğal sonucu bilimin reddidir. 987 tarihinde Takıyettin
Efendinin Tophanede meydana getirdiği rasathanenin yıktırılması bilimin
reddedildiği bir memlekette şaşırtıcı değildir. Osmanlı’da İslam’ın bilimin önüne
koyduğu engeller, ancak orduyu Avrupa tekniğine uygun olarak ıslah etme
73
Şerif Mardin, Osmanlı İmparatorluğunda Müessese ve Fikir, İncelemeler, Forum, sayı:40,
15 Kasım 1955.
90
mecburiyeti ile delinmiştir, denilebilir. Çünkü tekniğe uymak, beraberinde bilimsel
esasları da getirir. Örneğin tahkimat yapmak veya bir filoyu idare etmek matematik
ve astronomi alanında bazı bilgilere sahip olmayı icap ettirir. Bu bağlamda
Osmanlı’da bilim deliğinin açıldığı tarih olarak 1716 yılı verilebilir. Bu tarihte
De Rechevort isminde bir Fransız’ın teşviki ile askeri mühendisler gurubu
kurulmuştur. 1773 senesinde Baron de Todt’un rehberliğinde mühendishane-i
berriye-i hümayun kurulmuş ve böylece modern matematik ve fiziğin esaslarının
öğretimi sağlanmıştır. Matematik ve fizik öğretimi, zincir etkisi yaratmış, matematik
ve fizikle uğraşmak Newton’un ve Newton’un sistemine hayran olan bazı Avrupalı
aydınların tanınması sonucunu doğurmuştur. ‘18. asırda Ragıp Paşa’nın Volter’in
Newton’un felsefesi hakkında yazmış olduğu bir eserin tercümesini yapmış olması,
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kurulması, Mecmua-i Fünun vasıtasıyla genel
bilimle birlikte az da olsa felsefeye yer verilmiş olması ve nihayetinde Münif
Paşa’nın “Tarih-i Hukemay-ı Yunan” isimli eseri’74, bu zincir etkisi ile
açıklanabilir. Son tahlilde, Osmanlı’ya felsefe, bu zincir etkisinin son halkası olarak
girmiştir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Osmanlı’da tüm bu süreç çok
yavaş ilerlemiştir. Bunun en önemli sebebi ise İslam bilginlerinin İslam’a dayanarak
bu ilerlemelere itiraz etmeleridir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde üç seçkin grup vardır: Askeri seçkinler, ulema
ve padişahın etrafındaki sivil yöneticiler. Bu üç seçkin gruptan askerler ve
bürokratlar Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak için onu ileriye itmeye
çalışırlarken, ulema geriye çekmeye çalışmıştır. Bu iki ileri bir geri gidiş
Osmanlı’nın çöküşünü hazırlayan sebepler arasına girmiştir. Ulema ya da ilmiye
grubunun diğer iki grubun aksine hareket etmesinin tek açık ve gerçek sebebi, kendi
nüfuzunun kırılacağı korkusudur. İlmiye grubu, Osmanlı toplumunun esasını teşkil
eden mukaddes Kanunun ya da bir diğer deyişle Kuran’ın ve diğer İslami ilimlerin
koruyucusu olarak tesirli bir mevki işgal etmekteydi. Bu kıymetli mevkii sürdürmek
için de daimi olarak padişah otokrasisini desteklemiş, daha ötesi ıslahat hareketlerini
padişahın otokrasisini zayıflatacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır.
Ulemanın ayak diremesine rağmen Osmanlı’ya askeri gerekçelerle giren teknik ve
tekniğin girmesiyle açılan delikten önce bilim ve daha sonra da felsefe girmiştir. Bu
bağlamda Osmanlı’ya felsefenin girişi Avrupa tecrübesinden farklı olmuştur, demek
yanlış olmayacaktır. Avrupa tecrübesinde fikirler müesseseleri değiştirmiştir,
Osmanlı’da ise müesseselerin fikirlerin değişmesine etkisi olmuştur. İşte
Cumhuriyet kadrosu tüm bu süreci çok iyi tahlil etmiş olduğu için, Osmanlı
zihniyetinden kaynaklı gecikmelerin bir benzerini Türkiye Cumhuriyeti’nin tecrübe
etmemesini temin maksadıyla, Türk Devriminin akabinde süratle hem müesseselerde
hem de zihniyette değişikliği aynı anda gerçekleştirmek ve bu sayede Avrupa
memleketlerinin seviyesini yakalamayı öngörmüştür.
Forum, Osmanlı Devlet ve toplum yapısının anlaşılmasını, cumhuriyet dönemini
anlamak bağlamında önemli görmüştür. Bu sebeple Osmanlı’ya dair yazılar daha
74
Şerif Mardin, Osmanlı İmparatorluğunda Müessese ve Fikir, İncelemeler, Forum, sayı:40,
15 Kasım 1955.
91
çok Tanzimat sonrası gelişmeleri esas alır. Türk toplumunda bir orta sınıfın
bulunmayışı da Osmanlı’ya dayandırılır. Bu noktada Şerif Mardin şunları söyler:
“Oldukça yaygın bir klişeye göre Osmanlı İmparatorluğunun sosyal bünyesinin
özelliklerinden biri de Batının orta tabakasına tekabül eden bir sınıfın eksikliğidir.
Osmanlı İmparatorluğunda 18. asırda ve 19. asrın ilk senelerinde ticaret ve sanayi
ile meşgul olan orta halli bir Türk-İslam grubunun mevcudiyetine işaret eden
emareler mevcuttur. 1830 larda muhtelif Avrupa devletlerinden ve bilhassa
İngiltere’den ithal edilen malların Türkiye’ye daha kolayca girişini temin etmek
maksadıyla yapılan ticari anlaşmaların neticesi olarak Türk mallar korunmamış ve
bu sınıfı o zamana kadar ayakta tutmuş olan imkanlar Avrupalıların ellerine
geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu orta tabakasının kısa bir zaman içinde yok
olmasına sebebiyet veren bu gelişmeleri en iyi canlandırmış olan yazarlardan biri
Ziya Paşadır. Ziya Paşa Hürriyet gazetesine yazmış olduğu bir makalede
‘1830 larda Galat ve Beyoğlu’nun hala geniş çapta Osmanlı ticarethaneleriyle işgal
edildiğini ve fakat o zamandan 1860 senelerine kadar bunların Rumların eline
geçmiş olduğundan’ acı acı dert yanarak bu durumun sebeplerini tahlil etmiş ve bu
tahlil esnasında Türk esnafının ortadan kalkmasına sebep olan tarihi vetireyi gayet
açık bir şekilde anlatmıştır.”75
Aynı yazıda Şerif Mardin, Ziya Paşa’dan aktarıma şöyle devam eder: “Ziya Paşaya
göre hadise şöyle cereyan etmiştir. ‘Ticaretin Avrupalıların eline geçmesi bu
mesleğe olan rağbeti azaltmıştır, neticede tüccarlar evlatlarını katip olarak
yetiştirmeye çalışmışlardır. Birdenbire artan kütebanın hiç olmazsa bir kısmına iş
temin edebilmek kaygısıyla devlet, memur kadrolarını genişletmiştir, fakat bu yeni
imkanların temini vergilerin artırılması pahasına olmuştur. Şimdi köylüye, eskisine
nazaran daha ağır külfetler yüklenmektedir. Bu külfetler ziraatı elverişsiz bir hale
getirdiğinden köylü mahsulü ekmemiş ve devletin en büyük gelir menbaı gittikçe
kurumuştur. Nihayet devlet harici istikrazlara başvuırmaya mecbur oluyor. Bu
arada orta sınıfın inkirazı devam etmektedir.’ Ziya Paşaya göre İstanbullu orta
sınıf, babadan kalma gümüş divitlerini satmakla güç bela mukavemet etmişse de
ortadan kalkmaya yüz tutmaktadır. Osmanlı orta tabakasının kaybolmaya yüz
tuttuğu bu sıralarda imparatorluk, misline rastlanmayan muvaffakiyetsizliklere
duçar oluyor. Bir iki ıslahatçı şahsiyetin çabalarına rağmen devlet işlerinden hiçbiri
rast gitmiyor. İdarecilerin o zamanki feryatlarını tetkik ederseniz bunlar bir noktada
toplanıyor: İşini bilir memur kıtlığı, mutavassıt eleman yokluğu, orta tabaka
eksikliği. Bundan dolayıdır ki devlet idare edilemez hale gelmekte ve keşmekeş her
gün artmaktadır.”
Osmanlı’nın Tanzimat sonrası yürüttüğü dışa bağımlı politikalar, orta sınıf benzeri
cılız zümrenin Batı Avrupa örneğindeki orta sınıf halini alamamış olması,
Cumhuriyetin ilanından sonra ülkedeki en önemli sorunlardan bir tanesi olmuştur.
Gerçi şunu hemen belirtmek gerekir ki, İttihat Terakki iktidarı döneminde bir orta
sınıf yaratma girişimi olmuştur. Ancak henüz oluşmaya başlayan bu sınıf, Birinci
Dünya Savaşına Osmanlı’nın katılması ve savaşın ortaya çıkardığı şiddetli enflasyon
bu sınıfı ortadan kaldırmıştır. Neticede Cumhuriyet kadrosu, orta sınıfın olmadığı bir
75
Şerif Mardin, Türkiye’de Orta Sınıfların Üç Devri, İncelemeler, Forum, sayı:69, 1 Şubat 1957.
92
toplumsal yapıda Türk Devrimini yerleştirmekle karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla
memur tabakasına orta sınıf işlevi görme sorumluluğu yüklenmiştir. Türk Devrimin
yerleşmesinde memur tabakasının, kaymakamıyla, hocasıyla, mühendisiyle,
hakimiyle çok önemli bir görevi yerine getirmiş olduğunun altını çizmek gerekir.
Öte yandan, bu, Türk Devrim tecrübesinin, diğer memleketlerdeki devrim
tecrübelerinden farklı, kendine has özelliğini oluşturmuştur. Memur tabakası orta
sınıf oluşuncaya kadar Türk Devriminin tüm yurttaşlara benimsetilmesi vazifesini
üzerine almakla, cumhuriyetle temeli atılmış olan Türk demokrasi rejiminin de
garantisi işlevi görmekle mesul tutulmuştur. Kuşkusuz bu, söz konusu zümreye
yüklenen çok ağır bir sorumluluk olmuştur.
Osmanlı aydınlarının, padişahlarının istibdadına rağmen memleketin ilerlemesi için
verdikleri hürriyet mücadele muteberdir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki bu
aydınlar hürriyet mücadelesi verirken, padişahın egemenliğinin meşruiyetini
sorgulamamışlardır. Osmanlı aydınında ulus egemenliği fikri uyanmamış, aksine
padişahın şahsi egemenliğinin sınırlandırılması özgürlük kabul edilmiştir. Bu
bağlamda bir örnek vermek gerekirse, Yeni Osmanlılar, Osmanlı tarihinde müsrifliği
ile meşhur olan ve iktisadi durumun kötüleşmesinde israfçılığının önemli bir etkisi
olan sultan Abdülaziz’in şahsi egemenliğini sorgulamamışlar, aksine uygulanan
politikaların ıslahını talep etmişlerdir.
Abdülaziz’in tahta geçişinden hemen sonra Osmanlı İmparatorluğunun diğer
memleketler muvacehesindeki durumu daha da kötüleşmiş ve bir süre durmuş gibi
görünen parçalanma vetiresi ve devlet itibarının sarsılması, gittikçe hızlanan bir
tempo ile tekrar başlamıştı. Abdülaziz’in tahta çıkışından hemen sonra
imparatorluğun çöküşe geçmesinden huzursuzluk duyan, aralarında Namık Kemal
ve Ziya Paşa gibi şahısların bulunduğu bir kısım aydınlar, 1865 senesinde memleket
içinde güdülen politikanın ıslahı gayesine yöneltilen bir teşekkül meydana getirmiş
ve özellikle yayın yoluyla memleketteki aydınları uyandırmaya çalışmışlardır.76
Grubun tanınmasına yardım etmiş olan en mühim vesile, Namık Kemal’in Hürriyet
gazetesinde yazdığı makaleler gösterilebilir. Ancak Yeni Osmanlılar, yönetimdeki
yanlışları dile getirirken padişahı değil, padişahın yanındaki etkin bürokratları işaret
etme yolunu tutmuşlardır. Ali Paşa ve Fuat Paşa’nın kötü gidişte mesuliyetleri
kuşkusuz ki vardır, ancak bir o kadar ve hatta onlardan daha fazla olmak üzere
Abdülaziz’in mesuliyeti vardır. Ancak Yeni Osmanlılar istibdat yönetiminden
padişahı sorumlu tutmaktan kaçınmışlardır.
Yeni Osmanlılar’da ve diğer birçok Osmanlı aydınında görülen, asıl iktidar sahibini
doğrudan eleştirmek ve muhatap almak yerine, asıl iktidar sahibinin çevresindekileri
olumsuzluklardan mesul tutma tutumu, Cumhuriyet sonrası döneme de geçen bir
hastalık halini almıştır. Ancak bu tespit, Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasisinin
yanlışlarını tasvip etmek olarak yorumlanmamalıdır.
76
Şerif Mardin, Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti I, İncelemeler, Forum, sayı:79, 1 Temmuz 1957.
93
Bilindiği üzere, Osmanlı’da merkeziyetçi hareketler II. Mahmut zamanında kimi
olumlu neticeler vermiştir. Yeniçeriler ortadan kaldırılmış, padişah, memleketin her
köşesine devlet otoritesini yaymakta oldukça başarılı olmuştur. Ulemanın kuvveti
yargı sisteminin değişmesiyle azalmıştır. Buna karşılık yeni bürokratların nüfuzu
çoğalmaya başlamıştır. Sadrazam ve ona hizmet eden bu yeni yüksek bürokratların
kuvvetlenmeye başlaması Batılılaşma hareketi ile doğrudan doğruya ilgili bir
meseledir. Modern tarzda eğitim almış olmaları, lisan bilmeleri dolayısıyla Batı ile
irtibatta bulunan bu bürokrat tabaka, Batının idari tekniklerine olan vukufları
sayesinde bütün mühim devlet işlerinin kontrolü yavaş yavaş ellerine geçirmişlerdir.
Özellikle Batıya bağımlılık arttıkça, bu yeni üst tabakanın yeri sağlamlaşmıştır.
Ancak bundan hareketle, yeni bürokratların padişahları yönettiklerini iddia etmek
abartılı olacaktır. Kuşkusuz padişahların üzerinde tesirleri olmuştur, ancak
padişahlar yerine sadece bu bürokratları Osmanlı’nın çöküşünden mesul tutmak
isabetli gözükmemektedir.
Forum’da bu yeni bürokratlara dair Şerif Mardin şunları yazmıştır: “Az objektif fakat
hissiyatını bütün şiddetiyle ifade etmekten sakınmayan bir müşahitten Frederik
Millingen’den yeni bürokratların kudreti hakkında şunları dinliyoruz: ‘Kuvvetli
lonca teşkil etmeye muvaffak olan bu katipler nispeten yüksek bir tahsilin
bağışladığı imkanlara sahip olmaları ve devlet işlerinin rutinini bilmeleri
neticesinde, devletin diğer azası üzerinde hasız bir hakimiyet tesis edebilmiş ve bunu
muhafaza edebilmişlerdir. Bunların siyasi nüfuzu idarenin bütün kollarına şamildir
ve bu yayılma sayesinde bu uzuv kendine hudutsuz tesir ve nüfuz imkanları
sağlayabilmiştir. Kadim bir dini teşrii meclis olan ulema bile nüfuz ve kudretini
kaybetmiş ve Babıali’nin üstünlüğüne boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır.’
Millingen’in ifadelerine bakılırsa Abdülaziz devrindeki istibdat da bu yeni tabakanın
eseridir.Yeni bir bürokrat sınıfının devlet işlerinde padişahın elinden inisiyatifi
almış olmalarının Namık Kemal üzerinde uyandırdığı tesiri merak mı ediyorsunuz?
Namık Kemal’in başyazarlığını yaptığı Hürriyet Gazetesine bakmak kafidir. Namık
Kemal’in Avrupaileşmeyi yalnız sathi manada anlayan, batılılığı lüks Avrupa
malları kullanma kabiliyetiyle bir tutan, yeni zengin ruhlu Tanzimat yüksek
memurlarına karşı olan istikrahını anlamak mı istiyorsunuz? Gene Hürriyet
gazetesinde bu konuyu ele alan birçok makaleye rastlamak mümkündür.”77
Yeni bürokratlar, Batılılaşma hareketinden kaynaklı karışıklıktan istifade ederek
kişisel zenginliklerini artırma yolunu tutmuşlardır, Avrupa’nın lüksünü benimseyen
bu tabaka devlet gelirlerini şahsi zevklerini tatmin için talan etmiştir, bunlara dair
tarihi vesikalar mevcuttur. Ancak tüm bunlara rağmen, Osmanlı aydınlarının padişah
yerine çevresindeki bürokratları hedef almasını haklı çıkarmamaktadır. Osmanlı’nın
çöküşünden başta padişahlar olmak üzere tüm yönetim kadrosunu mesul tutmak
daha makul bir yaklaşım olacaktır. Nitekim çöküşün tüm mesuliyetini Osmanlı
bürokrasisine yüklemek, Cumhuriyet sonrasındaki Devrim karşıtı çevrelerin,
Osmanlı dönemi Batılılaşma hareketi ile Cumhuriyet dönemi Batılılaşma hareketi
arasında suni paralellikler kurma çabası için bir fikri araç haline dönüşmüştür. Bu
77
Şerif Mardin, Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti II, İncelemeler, Forum, sayı:80,
15 Temmuz 1957.
94
çevrelerin örtülü olarak vermeye çalıştıkları mesaj, Devrimin yerleştirilmesinden
mesul olan memur zümresi ile Tanzimat sonrası Osmanlı memurları arasında,
halktan kopukluk, ülke menfaatleri yerine kişisel menfaatlerini düşünme gibi
hususlarda ortaklıklar olabileceğidir. Bu sayede dolaylı olarak Devrim karşıtlığı
meşrulaştırılmaya ve bunun sonucu olarak da Devrimin yerleşmesinin önü
kesilmeye çalışılmıştır.
Forum’daki Osmanlı devlet ve toplum yapısına dair yer alan yazılardan şunu
anlamak mümkündür; insan eğer kendini iyi yola sevk edecek müesseseler içinde,
kendini iyi tercihlerde bulunmaya yöneltecek fikirlerle beslenirse, iyi yolda ilerler.
Aynı şekilde, insan eğer kendini kötü yola sevk edecek müesseseler içinde, kendini
kötü tercihlerde bulunmaya yöneltecek fikirlerle beslenirse, geriye gider. İyi ve
kötünün ölçüsü burada Aydınlanmış aklın tercihidir. İşte Forum’a göre, Osmanlı
zihniyet yapısı iyi ve kötü müesseseler ile iyi ve kötü fikirleri bir arada tutmaya
çalışmak gibi başarılması olanaksız bir girişimde bulunarak, çöküşün
durdurulabileceğine inanmıştır, ancak çöküş durmadığı gibi, büsbütün hızlanmıştır.
Osmanlı’nın bu Batılılaşma tecrübesi, Forum’a göre, Cumhuriyet kadrosunun,
Batılılaşma hareketinin istikametini belirlemesinde tesirli olmuştur. Cumhuriyet
kadrosu, bu tecrübeyi tahlil etmiş olduğundan, Batılılaşma hareketini Osmanlı
uygulamalarından çok farklı ve esaslı temellere oturtmayı seçmiştir.
2.1923-1946 Arası Dönem
Cumhuriyetin ilanından çok partili yaşama geçildiği tarihe kadar zamanı kapsayan
1923-1946 arası döneme dair, Forum’da daha çok Türk Devrim felsefesinin
açıklanmasını ve değerlendirilmesinin öne çıktığı görülmektedir. Şunu hemen
belirtmek gerekir ki Dergide Milli Mücadele yıllarına dair yazıya rastlanmaz. Ancak
1923 sonrası döneme ilişkin yazılarda Milli Mücadele dönemine atıflar yapılır.
1923-1946 arası döneme ilişkin yazılarda Atatürk’ün kişiliğinin Devrim felsefesinin
oluşmasına etkisi en sık işlenen konular arasındadır. Dergide, döneme dair,
Türkiye’de bir ihtilal hareketinin değil de inkılabın gerçekleştiği meselesi
irdelenirken, Fransız İhtilali ve Fransız İnkılabı farkı ile birlikte Türk Devrim
tecrübesi mukayese edilmekte, Türkiye’de geniş halk kütlesinin yurttaş dahi
olamadığı Osmanlı döneminden çıktığı hatırlatarak, tabandan başlayarak bir hareket
gelişmesine toplum yapısının elverişsiz olduğunun altı çizilmektedir. Bu bakış tarzı
pek çok yazıda yinelenir.
Bu bağlamda, İhtilal ve inkılap kavramlarının tanımlarının yer aldığı Sina Akşin’in
Forum’a gönderdiği mektuba yer vermek uygun olacaktır: “Türk Düşüncesinin
Haziran-Temmuz sayısı İnkılap sayısı olarak çıktı. Devrimler üzerine 11 tane yazı
var içinde. Devrimler milletçe ve özellikle aydın olarak hepimizi ilgilendiren bir
konu olduğu için bu yazılardan bazıları üzerinde düşüncelerimi, daha doğrusu,
takıldığım bazı noktaları belirtmek istiyorum. Prof. Hilmi Ziya Ülken, ‘İçtimai
Değişme ve İnkılap’ adlı yazısının baş bölümünü terim sorunlarına ayırmış. Bu
incelemesini yaparken de hareket noktası olarak Fransızca’yı alıyor. Batı bilimine
saygım olmakla birlikte, şunu belirtmek gerekir ki, terim sorunları bilim alanına
girdiği kadar, dil alanına da girer. Bir ulusun dili ise, o ulus uygarlık ve kültür
95
bakımından geri ve dolayısıyla üstün uygarlık ve kültürlere bağımlı da olsa,
benliğine sahip, canlı bir varlıktır. Öyle ise, bu durumdaki dillerin bile, özel toplum
şartlarının sonucu olarak kendine özgü ve üstün kültür dillerinden ayrılan buluşları
olması tabiidir. Bu buluşlara saygı göstermek ve salt üstün kültür dillerine uymuyor
diye bunları baltalamamak gerekir. Yazar, revolution karşılığı olarak Türkçe’de
inkılap ve ihtilal kelimelerinin bulunmasına işaretle, bunun vuzuhsuzluk yarattığını
hatta bazı kavram nüanslarının yitirilmesine yol açtığını söylüyor.”78
Aynı yazıda Sina Akşin, ihtilal ve devrim kavramlarını tanımlamaya çalışacağını
belirttikten sonra, bunun, iddiasız bir deneme olduğuna dikkat çekerek şöyle devam
etmektedir:
“İhtilal: Siyasal iktidarlarda zorla meydana getirilen değişme. Yalnızca devlet
başkanlığı ya da hükümet değişikliği olabileceği gibi devlet biçiminin değişmesine
de yol açabilir. Fakat devlet biçimindeki değişiklik daha çok devrim çevresine girer.
Devrimler çok defa ihtilallerden sonra olur. İhtilalin hükümet darbesinden tek farkı,
bunun sonucunda siyasi iktidar değişmesinin yine zorla fakat umulmadık bir
zamanda ya da biçimde ve apansız olmasından faydalanılarak yapılmasıdır.
Devrim: Zor, ihtilalin ayrılmaz bir öğesidir. Devrimde bu şart yoktur. Ağakay’ın
Türkçe sözlüğünde (1959, Ankara) şöyle tanımlanıyor devrim, pek kısa bir zaman
içinde meydana gelen temelli ve önemli değişiklik. Bu tanımın seçiklik kazanması
için ihtilal kavramının devrim kavramının dışında bulunduğunu eklemek gerekir.
İhtilal için sözlük şöyle diyor; düzeni değiştirmek üzere zor kullanarak yapılan geniş
halk hareketi. Benim ileri sürdüğüm tanımdan daha geniş olmakla birlikte zor öğesi
burada yer aldığı gibi, düzen değiştirmek ve halk hareketi öğeleriyle otoriteye karşı,
yani siyasal iktidara karşı hareketler kastolunmaktadır. Böylelikle Bastille’in
alınması Fransız İhtilali kavramına girerken, loncaların kaldırılması Fransız
Devrimi’nin bir parçasıdır. Aynı şekilde 1923’ten bu yana bizde yapılanlar ihtilal
olmayıp devrimdir (inkılap) Batı dilleri bu bakımdan yetersizdir. Devrim-ihtilal
ayrımı olmadığı için hepsine birden ihtilal (revolution) deyip çıkarlar işin içinden ki
bu Türkçe bakımından tatminkar değildir.”
Devrim ve ihtilal kavramları Forumcular tarafından Akşin’in mektubundaki
tanımlamaları ile paralellik arz eder şekilde tanımlanmaktadır. Bir yazıda bu
bahisteki şu sözler ise ilginçtir:“Çok partili devre yeni girdiğimiz aylarda bir yazar
gazetenin birinde aynen şunları yazıyordu: ‘Şaşılacak şey, biz bugün Batıda iki yüz
yıl önce yapılmış, denenmiş ve artık kokuşmuş olan burjuva demokratik inkılabının
mücadelesini yapıyoruz’ Bu yazar bir noktada tamamen haklıdır. Marksizm’e
mütemayil olduğu için demokratik inkılabı ‘kokuşmuş’ olarak tarif ve tavsif ediyor
ve onu manen gözden düşürmeye çalışıyordu. Bir noktada tamamen haklıydı. Evet
biz o demokratik inkılabı Batıdan aşağı yukarı iki yüz yıl sonra yurdumuza sokup
yerleştirmeye savaşıyorduk. Bizi Batıdan ayıran ikinci bir nokta ise, insan hak ve
hürriyetlerinin beşiği sayılan İngiltere ve Fransa’da bu devrimlerin kanlı ihtilallerle
ortaya çıkması, bizim aynı şeyi kansız ve tekamül yoluyla yapmaya davranışımızdı.
Biz ne dün ihtilalci olduk, ne bugün. Biz inkılapçı olarak kaldık ve kalacağız.
78
Sina Akşin, Devrimcilik, Okurların Forumu, Forum, sayı:131, 1 Eylül 1959.
96
Filhakika, ihtilal, cemiyetin aşağı tabakalarından yukarıya doğru sirayet eden ve
idareyi zorlayıp devirmeye matuf bir ayaklanışsa, inkılap, yukarıdan aşağıya doğru
inen bir ileri hamledir.”79
Forum’a göre, Türk Devrimini devrim yapan iki unsur vardır: Atatürk’ün kişiliği
diğer bir deyişle O’nun inkılapçı zihniyeti, diğer ise inkılap mekanizmasının kendisi.
Forum’a göre bu iki unsur birbirine paralel ve birbirini katkı sağlar şekilde Türk
Devriminin gerçekleştirilmesini ve Türk Devrim felsefesinin oluşturulmasını ve
yerleşmesini sağlamıştır. Atatürk’ün kişiliği bahsinde Şerif Mardin şöyle
demektedir: “Atatürk’ün hareketleri ile açık bir tezat teşkil eden Enver Paşanın
tutumu, Atatürk’ün ne kadar büyük bir realist olduğunu bariz bir şekilde ortaya
çıkarır. Enver Paşanın beynelmilel alandaki ütopya sevdasının Atatürk tarafından
katiyetle reddedilmiş olması, mevcut şartları daima kale aldığını gösterir.”80
Şerif Mardin bu yazıda, bir toplumun belli bir istikamete sevk edilmesi bahsinde, bir
neticeye varmak için iki yol olduğunu ifade eder. Bu yollardan bir tanesi Mardin’e
göre, ulaşılması istenen noktanın göz önünde tutulması, ideal bir istikbalin
portresinin çizilmesi, bu portreye erişmek için rehber olacak ilkelerin tespit edilmesi
suretiyle oluşturulur. İlkelerin tespitinde ‘kızıl elma’ ön plana geçirilir. Diğer bir yol
ise öncelikle mevcut durumun muhakemesinin yapılması, ulaşılacak gayenin mevcut
imkanlar dahilinde tespit edilmesi suretiyle oluşturulur. Mardin, birinci yolun
başarılı uygulanması durumunda mucize kabilinden neticeler vereceğini belirtir. İşte
bu noktada Mardin, sözü Atatürk’e bağlar ve Atatürk’ün her iki yolu birlikte
kullanması dolayısıyla istisnai bir örnek teşkil ettiğini belirtir.
Şerif Mardin’in bu çerçevedeki değerlendirmesini aynı yazıda şöyle yapar:
“Atatürk’ün şahsiyetinin özelliklerinden biri birinci metodun yanında ikinci metoda
da yer vermiş olmasıdır. Atatürk her yaptığı ileri hamleden sonra durmasını bilmiş
ve ancak etrafı yokladıktan sonra ulaşılacak gayeyi yeniden tespit etmiştir. Onun
‘ideal’ metodunun yanında ikinci metoda yer vermiş olması ve mevcudu yoklama
ihtiyacını devamlı bir şekilde hissetmiş olmasıdır. Atatürk gibi devlet adamlarını
Hitler tipindeki meczubane diktatörlerden ayıran vasıflardan biri de zaten bu
realizmdir.” Bu noktada Duverger’in ‘şarizm’ ve siyasi liderlik arasında kurduğu
bağı hatırlatmak isabetli olur. Duverger şöyle der: “Tanrıbilimde şarizm Tanrı
tarafından bağışlanan özel bir yetenektir. Max Weber bu sözcüğü politikada kendi
deyimiyle ‘insanüstü bir güç ve özelliğe sahip olan ya da Tanrı tarafından
gönderildiğine inanılan dolayısıyla lider olarak kabul edilen’ kişileri tanımlamak için
kullanmıştır. Bazı öncüler, liderler ve yöneticiler sıradan insanlardan üstün
görünürler. Yani onlardan farklıdırlar. Bu kişiler çevrelerinden sevgiyle karışık saygı
görür. Hatta rakipleri ya da düşmanları bile onlara karşı bu tür duyguları beslerler.
De Gaulle, Churchill böyle bir yeteneğe sahip kişilerdi. Roosevelt, Kennedy de
79
80
Demokratik Devrim Üstüne Düşünceler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957.
Şerif Mardin, Atatürk ve İnkılaplar Münasebetiyle, İncelemeler, Forum, sayı:64, 15 Kasım 1956.
97
bundan yoksun değillerdi. Edward Heath ve Richard Nixon şarizmi olmayan yani
kitleleri büyüleyen bir yeteneğe sahip olmayan liderlerdi.”81
Altını çizmek gerekir ki demokratik bir rejim şarizm ile bağdaşmaz. Demokratik bir
rejim, yöneticilerin sade yurttaşlar gibi olmasını gerektirir. Çünkü aksi halde yöneten
ve yönetilen özdeşliği bozulur ve yurttaşın kendisini yönetici ile özdeş görememesi
ise rejimin işleyişini sorunlu kılar. Bu sorunlar giderilmediğinde de rejim tıkanması
ve hatta yıkılması beklenir bir durumdur. Bununla beraber, demokratik rejimin
şarizm ile bağdaştığı istisnai birkaç hal mevcuttur. Mesele demokratik rejimin yeni
kurulması veya kurulu demokratik rejimin buhrana girmesi gibi. Birinci halin
Mustafa Kemal’de, ikincisinin ise de Gaulle’de en açık ifadesini bulduğunu
söylemek mümkündür. Her iki lider de kendi döneminde ulusu için şarizmden
yararlanmıştır. Nitekim, Türkiye örneğinde,
Mustafa Kemal, modern bir
ulus-devlet yaratmak için şarizmden yararlanmış ve şarizm, Türk demokrasisinin
sağlam temeller üzerine oturtulmasına hizmet etmiştir. Bu tecrübe, Türk siyasal
yaşamında istisnai yerini hep korumuştur. Hatta bu tecrübe, Menderes’in ve benzer
çizgiyi takip eden siyasi liderlerin ‘yalancı şarizmlerini’, Aydınlanmış akıl
sahiplerinin kolayca fark etmelerinde bir ölçü işlevi görmüştür.
Burada, İnönü’nün ‘milli şef’ ilan edilmesinin ‘şarizm’ çerçevesinde değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği sorusu akla gelebilir. Atatürk’ün ölümünden sonra ulusta
hissedilen boşluğun büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, İnönü’nün bu
boşluğu ‘yalancı şarizmle’ doldurması da beklenebilir bir durumdu. Ancak İnönü
bunu yapmamıştır. Milli şeflik; Atatürk’ün ölümünden sonra da; ‘sanayileşme,
üretim, gelişme ve tüm bunlar için çok çalışmayı temin etmek’ için kullanılmış bir
formüldür. Bir benzetme yapmak gerekirse, İnönü, canı çikolata isteyen
‘çocuk Türk demokrasisi’ni bir ebeveyn disiplini ile yani milli şeflik ile ‘spor
yapmaya ve ıspanak yemeye’ sevk etmiştir. Çocuğun sağlıklı beslenme ve yaşama
alışkanlığı kazandığını düşündüğü zaman ise disiplini kaldırmıştır. Dolayısıyla
formülü, Atatürk’ün demokratik rejimin inşasında şarizmden yararlanmasının bir
benzeri olarak, İnönü’nün demokratik rejimi kurumsallaştırmak için yararlandığı bir
araç olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Nitekim, İsmet İnönü’nün Atatürk’ün en
kıdemli öğrencisi olduğu hatırlandığında, milli şef modeline dair bu
değerlendirmenin haklılığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Tekrar, Forum’un Türk Devrimini devrim yapan unsurlar bahsine dönülürse,
Derginin, ‘Atatürk’ün devrimci zihniyetini’ ilk unsur olarak belirledikten sonra,
‘devrim mekanizmasının kendisini’ ikinci unsur olarak kabul ettiğini yinelemek
gerekir. Türk Devrimini oluşturan ikinci unsur çerçevesinde, Forum, Atatürk’ün
şahsi kabiliyetine, uzak görüşlülüğüne ve Batılılığına rağmen eline teslim edilen
Osmanlı Devlet teşkilatı ve bu teşkilatı yıllarca işletmiş olan Osmanlı zihniyetini
değiştirmesindeki güçlüklere vurgu yapar. Daha açık bir ifadeyle Atatürk’ün Devrim
hareketine toplumun içinden bir karşı çıkış geleceğini tahmin etmesine rağmen, ki
karşı çıkış gelmiştir, Osmanlı zihniyetini kaldırmaya çalışması takdire şayandır. Bu
81
Maurice Duverger, Seçimle Gelen Krallar, çev. Necati Erkurt, İstanbul:Kelebek Yayınları, 1975,
s.255.
98
bağlamdaki Forum’daki şu sözler anlamlıdır: “Çeyrek asır evvel Atatürk’ün geri ve
karanlık kuvvetlere karşı kullandığı metotlar, o devrin icabı hem ikna hem de zecir
yolları olmuştur. Fakat Atatürk o devirler Avrupa’da moda olan totaliter felsefe ve
düşünceye daima yabancı kalmış hatta düşmanlığını gizlememiştir. Onun hürriyet ve
aydınlığa götüren Batı medeniyeti hayranlığı bugün biz Türk gençliğini kendisine
bağlayan en mühim unsudur. Biz bugün hürriyeti aydınlık için istiyoruz. Türk
milletinin karanlık orta zaman hayatından uzaklaşmasında onun attığı adımlar,
bugün de yarın da bizler için en paha biçilmez ilham ve iman kaynağıdır.”82
Şunun altını çizmek gerekir ki Devrimin yerleştirilmesi sürecinde gerçekten Atatürk
yalnızdır. Devlet teşkilatının derin şarklılığını değiştirmeye çalışması sürecinde
Atatürk’ün duyduğu ıstırabı kestirmek zor değildir. Nitekim Atatürk’ün
inkılapçılığının devlet mekanizmasına ve topluma aksettiği zaman yeni kisvelere
bürünebilmiş olduğu bilinmektedir, daha açık bir ifadeyle Atatürk’ün zihninde
realist esaslar üzerinde kurulan, mevcudun hesaba katılmasıyla hazırlanan
inkılapların kimi zaman devlet kadrolarının süzgecinden geçtikten sonra başkalaşma
emareleri görüldüğüne şüphe yoktur. Ancak hemen belirtilmelidir ki, devlet
kadrolarının Atatürk’ten daha fazla inkılapçı olma gayretini, Devrim tecrübesi ile
Osmanlı zihniyetinden kurtulma çabasının bileşiminin beklenir bir sonucu olarak
değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, bu, sadece Türk Devrim tecrübesine özgü bir
durum da değildir, devrimlerin genel karakteristiğidir. Ayrıca hatırlanmalıdır ki,
toplumsal değişimde dünden bugüne mutlak değişiklik olanaklı değildir, burada asli
olan değişim isteğidir, yani Devrime sahip çıkma kararlılığıdır. Dolayısıyla
Devrimin yerleştirilmesi sürecinde, devlet kadrosunun kimi yanlışlıklarına rastlamak
mümkündür, ancak bu, Devrimin yerleştirilmesi çabasının üzerini örtecek bir
noktaya taşırılmamalıdır.
Bu bağlamda 1953-1955 yıllarını İstanbul Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak
geçiren Prof. Dr. Joachim Ritter’in Forum’da yer alan incelemesindeki şu sözler
ilginçtir: “M. Kemal Atatürk modern Türkiye’yi kurarken, onu bütünüyle Avrupalı
bir devlet haline sokmaya çalıştı. Avrupalılaşma yolunda Atatürk’ün giriştiği bu
devrim atılışlarını Türk ulusu çok yakından bilir. Türkiye böylelikle bütün tarihi
geleneği yıkıp onun yerine son biçimini almış modern Avrupa kültür ve uygarlığını
koymasıyla çetin bir savaşa girmiş bulunuyordu. Ancak Avrupa’da yüzyılların ürünü
olan bu tarihi gelişimi birdenbire ve olduğu gibi aktarmanın ve bu arada ulusal ve
dini geleneğe sırt çevirmenin, eski ile yeni arasında bir sürtünme yaratacağı
tabiidir. Bugün Anadolu’da geziye çıkanlar zor yoluyla ayrılan eski ve yeninin
izlerini yan yana görebilirler: Modern yollarda eski taşıt sistemleri, köylerdeki
büyük silolara rağmen buğdayın eski biçim derecede yıkanıp kerpiç damlara
yayılarak kurutulması, traktörün yanında sapan, kerpiç evlerin yanında modern
beyaz ilkokul binası, caminin yanında halkevi..gibi. Avrupalılaşmanın meydana
getirdiği tarihi kesiklik ortaya bir karşıtlık koymuştur. Bu henüz derinlerde
kaynayan ama günün birinde yüzeye çıkacak olan bir karşıtlık, tarihi gelenek ile
toplumsal gelecek arasında bağdaşmazlıktır.”83
82
83
Atatürk ve Bugün, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:88, 15 Kasım 1957.
J.Ritter, Avrupa’nın Problemi Olarak Avrupalılaşma, İncelemeler, Forum, sayı:51, 1 Mayıs 1956.
99
Aynı incelemede devamla şöyle denilmektedir: “Türkiye’yi yakından tanımaya fırsat
bulamayan gezginler, devrimin ne akıllara sığmayan büyüklüğünü ne de bu
büyüklüğün yanı başındaki tehlikeleri görebilirler. Ankara’ya gelen bir Avrupalı
herhangi bir Avrupa şehrinden hiçbir ayrılığı olmayan bu modern şehirde önce
hayretini çekecek bir şey göremez. Bu ilk izleniminde haklıdır da. Ancak bu yeni ve
modern şehrin dış görünüşü onun asıl gerçeği değildir. Bozkırın ortasında,
çevresindeki tabiatın insafsızlığına ve kısırlığına rağmen geleceğin sembolü olarak
bu şehri kurduran şey yani görünüşün arkasında gizli hakikat ‘yeninin tutkusu’
yeninin içinde bulunduğu günü ve gerçeği aşan heyecanıdır. Ankara’nın dört bir
yanından gelen insanlar, burada yeniyi, uygarlığı, Avrupa’yı görecekler,
geçmişlerini bir yana bırakarak, yeni ve gelecekteki vatanlarının bu uygarlık
olduğunu anlayacak, önlerindeki bu örnek onlara ne ve nasıl olmaları gerektiğini
gösterecektir. Ancak eski ile yeninin bağdaşamadığı yerde, devrimci sınıfın geçmişle
kesme çabası, tutucu sınıfın da modern uygarlığın hakim olacağı bir geleceği
reddetmesi hep yan yana sürüp gidecektir. Bu da huzursuzluk doğuracaktır ve
Avrupalılaşma ilerledikçe çözülmemiş problemlerin yarattığı baskı da artacaktır.
Avrupalılaşma fanatik bir tepki yaratacak, modern geleceğin karşısına çıkan
tepkiciler yeninin yıkılmasını, eskinin yeniden baş yeri almasını talep edecekler ve
siyasi aktör olarak varlıklarını hissettireceklerdir.”
Atatürk’ün ölümünden sonra, devlet kadrosunda görülen, Atatürk’ün fikirlerini
yaşatmak ve kalıcı kılmak, daha açık bir ifadeyle 1923’te öngörülen toplum
modeline kısa zamanda ulaşmak için, daha fazla inkılapçı olma gayreti ve bu
gayretin bir ifadesi olarak kimi doğru işlerin zamanlamasında yapılan hatalar sonucu
geri tepmesine dair yaşanmış tecrübeler inkar edilecek değildir. Örneğin, 1942
senesinde liselerde okunan fiziki coğrafya kitabının aşırı anlamda öz
Türkçeleştirilmesi, kitabın hem öğrenciler hem de öğretmenler için anlaşılmaz
olması, bunun sonucu olarak da öğretimin kitap dışı yapılması ile karşı karşıya
kalınması bu çerçevede değerlendirilebilecek bir vakadır. Nitekim, bu örnek olay ve
birkaç benzeri olay sebebiyle Türk Devrimi, kimi çevrelerce yıpratılmaya
çalışılmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra, iyi niyetle başlatılan kimi iddialı
uygulamalar, Türk Devriminin kısa zamanda yerleştirilmesinde beklenen etkili
sonuçlar vermemiştir. Hatta bu uygulamaların, Devrim karşıtı gruplarca, eğitimsiz
geniş kütle üzerinde, Devrim hareketinin suni olabileceği şüphesini uyandırmaya
kadar vardırılarak, karşı-devrimci argümanların oluşturulmasında araç olarak
kullanıldığını bile söylemek mümkündür.
Bilindiği üzere, geri kalmış bir toplumda halkın bilinci düşüktür, dolayısıyla böyle
bir toplum yapısı içinde, kişiler kendileri muhakeme etmekten uzak ve başkalarının
yaptığı muhakemeyi sorgulamadan kabul etmeye eğilimlidirler. Dolayısıyla geniş
halk kütlesinin eğitimsizliği karşı devrimci gruplar tarafından suiistimal edilmiş, bu
suiistimalin üzeri de ‘Cumhuriyet kadrosunun aşırı uygulamaları’ iddiası ile
örtülmeye çalışılmıştır. Şu halde, Atatürk sonrası Cumhuriyet kadrosunun
uygulamaları bahsinde altı çizilmesi gereken husus, halkın, Atatürk ile Cumhuriyet
kadrosu arasındaki bazı bakımdan ince bazı bakımdan kalın farkı görememesi,
Devrim karşıtı kimselerin örtülü eleştirilerini sorgulamadan kabul etmesi; Türk
100
Devrimini benimsemekte mesafeli olması vakası ile sonuçlanmıştır. Son tahlilde, bu
netice, cumhuriyet bürokratlarının Türk Devrimini yerleştirme özverisini
gölgelememelidir.
Öte yandan, kuşkusuz bu bürokratlar arasında samimiyetsiz, halktan kopuk,
realiteden uzak kimseler yok değildi. Ancak bu gibi kimselerin talihsiz özelliklerini
tüm Cumhuriyet kadrosuna şamil kılmak haksızlık olacaktır. Gerçi bu haksızlık,
Türk siyasal yaşamında sıklıkla yapılmaktadır. Haksızlığı meşru kılmak için verilen
örnek de genellikle köylünün durumudur. Osmanlı’dan Cumhuriyet geçişte,
Devrimin benimsetilmesine programının bir gereği olarak kullanılan şu mesajın
gerçek dışı olduğu iddiası temel argümandır: ‘Osmanlı İmparatorluğu devrinde
köylü fakir, cahil, en basit haklarından mahrum, zavallı bir mahluktu. Devlet ve
hususi şahıslar tarafından asırlarca istismar edilmiş, posası çıkmıştı. Şimdi ise
köylünün hayat seviyesi yükseliyor, okuması temin edildiği gibi insan haklarına
sahip olmanın tadını tadıyor. Böylece inkılaplar sayesinde zengin, temiz, okumuş,
hürriyetiyle mağrur, ileri bir köylü tipi teşekkül ediyor’ Bu mesaj tamamıyla gerçek
dışı değildi. Ayrıca, köylünün dünden bugüne birden mutlak bir değişikliği
tamamıyla gerçekleştirmesi de beklenir değildi. Kuşkusuz mutlak değişim
arzulanmaktaydı ancak dönemin iç ve dış koşulları düşünüldüğünde, bunun
gerçekleşmesinin kısa sürede beklemek, kısa sürede gerçekleşmemiş olunca da,
bardağın dolu değil boş tarafını görmek ve ‘Türk Devrimi köylüye bir şey
kazandırmamıştır’ demek ancak kurucu düşünce karşıtı bir ideolojik angajmanla
açıklanabilir.
Bu bağlamda Forum’dan şu sözleri nakletmek yerindedir: “Cumhuriyet, bu yurdu
Osmanlı İmparatorluğundan devir ve teslim aldığı sıralarda, iktisadi hayat tipik bir
feodal nizamın bütün kısır ve geri illetleriyle malul, mefluç durumdaydı. Çok mahdut
ellerdeki çok mahdut miktarlı sermaye ancak ticaretle tegayyüş ediyordu. Başta
İstanbul olmak üzere büyük şehirleri kapitülasyonlar sömürmekteydi. Ayrıca Batı
illerinden Doğuya doğru gidildikçe, bölge bölge derebeylik müesseseleriyle
münasebetlerin olanca gücüyle yaşadığı görülüyordu. Ne var ki bugün hala beş on
köy sahibi geçinen toprak ağalarının kökü kazınmış değildir. Köy ve kasaba halkı
ihtiyaçlarını manifaktür sanayi vasıtasıyla karşılamakta ve sosyal bakımdan da
tamamen kapalı bir bünye manzarası göstermekteydi. Şu halde, bir demokratik
devrimin ana ilkelerinden sayılan toprak reformu esaslı surette tahakkuk
ettirilmedikçe, iktisadın bağımsız ve hukukça eşit insanların varlığı, köy ağalarıyla
büyük çiftlik beylerini ister istemez rahatsız edecek, dolayısıyla demokrasi ve
hürriyet anlayış ve davasına karşı ilk tepki de bu zümreden gelecektir. Veya böyle
bir zümrenin önayak olacağı herhangi bir siyasi hareket çok geçmeden menfi bir
istikamette teveccüh gösterecektir.”84
Forum’da yer alan yazılarda sıklıkla üzerinde durulan bir diğer mevzu da Atatürk’ün
tasarladığı ve Türk ulusuna sunduğu Devrim ilkelerinin durağan olmadığıdır. Forum
ayrıca, Atatürk’ün istemediği halde, ilkelerin kalıplaştırılmaya ve dondurulmaya
84
Demokratik Devrim Üstüne Düşünceler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957.
101
çalışıldığının tehlikelerine vurgu yapar. Bu bağlamda, altını çizdikleri husus, ilkeleri
kalıplaştırma ve dondurmanın sonucunda, Atatürkçülüğün tüm yurttaşlar tarafından
benimsenmemesi, belli bir zümrenin veya grubun tekeli altına girmesi, diğer
ideolojilerden biri gibi görülmeye başlaması, bunun bir sonucu olarak da
Atatürkçülüğü eleştirmenin meşrulaşması tehlikesidir. Oysaki Forumculara göre
Atatürkçülük, Türk ulusunun tüm yurttaşlarının bir rehberidir. Bu bağlamda
Forum’da şöyle denilmektedir: “Atatürk, Türk toplumu için bir istikamet
göstermiştir. Atatürk’ün büyüklüğü, gösterdiği istikametin doğruluğundadır.
Devrimleri ayakta tutan şey, bunları birbirine bağlayan ana düşüncede ve görüş
bütünlüğünde aranmalıdır. Başlangıçta gösterilen istikamete uygun bir ileri ve yeni
hamle dışında, bu bütünlüğü bozacak herhangi bir sapma veya taviz Türk devrimleri
dediğimiz muazzam binayı bir gün, hem de devrimlerin birçoğu henüz ayaktayken,
çatır çatır çökertecek kadar tehlikelidir.”85
Aynı yazı şu sözlerle devam etmektedir: “Atatürk’ü sevmek ve Atatürk’e inanmak
onun her yaptığını ve her söylediğini daima teferruatta kalarak savunmakla değil,
onun gösterdiği istikametin doğruluğuna inanmakla olur. Kabul etmek lazımdır ki
Atatürk’ün hayatı boyunca ileriye sürdüğü düşüncelerde de zahiri tenakuzlar
olmuştur. Hata, o muazzam hayatın bir tek safhası üzerine kapanıp kalmak ve o
safhada ileriye sürülmüş fikirlerin gerisinde gelişen büyük temayı görmemektir. Akıl
ve mantık yoluyla bu temayı anlamadan, teferruat ve perakende fikirler üzerinde
duranlar, elbette ki Birinci Büyük Millet Meclisi açılışında kurbanlar kestiren,
sarıklı hocalarla birlikte dua eden dehanın laiklik hakkındaki sözlerini kavramakta
güçlük çekeceklerdir. Türk Tarih Kurumu veya Güneş-Dil teorisi çalışmalarında
Atatürk’ün yaptıklarını ve dediklerini, arka planda gelişen büyük temanın ışığında
incelemediklerinde Atatürk’ü anlamakta güçlük çekecekler; onu belki acemi belki
acemi bulacaklardır.”
Forum, iktisadi bağımsızlık olmadan, siyasi bağımsızlığın olmayacağı vurgusunu
yaparken bir çok yazıda 1923-1946 arasındaki yatırım hamlelerine işaret eder. Hatta
DP iktidarı tarafından uygulamaya konulan bir yatırım projesinin II. Sanayi Planında
yer aldığını iddia eder ki bu doğrudur. Bu minvalde Forum’dan şu sözleri aktarmak
yerinde olur: “Bu planı umumi hatlarıyla hatırlatalım: Mahrukat ve enerji bahsinde,
Ereğli-Zonguldak taşkömürlerinin, Kütahya linyit havzası işletmelerinin ıslahı ve
genişletilmesi ve buralarda termik elektrik santralleri tesisi, ev mahrukatı, soka
imalatı mevzularının rasyonel olarak ele alınması derpiş edilmektedir. Toprak
sanayi bahsinde, çimento, ateşe dayanıklı cüruf çimentosu sanayi ve şamat sanayi
tesis edilmesi ve geliştirilmesi planlanmıştır.Gıda sanayi kısmında ise ekmek ve un
sanayi, zeytinyağı rafinerileri, kuru ve yaş meyve sanayi ve süt ve et sanayi
mevzuları ele alınmıştır. Kimya ve makine sanayi bölümünde, soda, reçine, afyon,
gülyağı, gliserin, sabun,azot ve benzin, ziraat alet ve makineleri, makine yedek
parçaları, seyyar tamirhaneler, ölçü ve tartı aletleri, botu, kalay, galvanizli saç,
teneke mevzuları yer almıştır. Denizcilik sanayinde ise, taze ve konserve balık
sanayi, balıkyağı ve balık un fabrikaları, soğuk hava tesis ve depoları,deniz ve göl
dalyanları işletmeleri, deniz fabrika ve havuzları, fener ve radyoforlar, İstanbul ve
85
Atatürk’ü Anlamak, Başyazı, Forum, sayı:112, 15 Kasım 1958.
102
İzmir limanları gibi konular bulunmaktadır. Bütün bu mevzuların yıl içinde
tamamlanması için (bir dünya harbi tehlikesi göz önüne alınarak) tafsilatlı hesaplar
ve etütler yapılmıştır. Rapora eklenmiş tablolarda, bütün bu planların memleket
ölçüsündeki tesirleri, yerlerini aydınlatacak bilgiler vardır.”86
Hemen belirtmek gerekir ki o yıllarda geçmiş döneme ait kaynak, bilgi ve belge
bulmak bugünkü gibi kolay değildi. Örneğin bugün, bir takım istatistiksel belgelere
ihtiyaç duyulduğunda, Türkiye İstatistik Kurumuna elektronik posta gönderip sonra
da ödemesini Internet üzerinden yapıp, ödemenin yapıldığını gösterir belgeyi yine
elektronik ortamda veya belge geçer ile Kuruma iletmek ve birkaç gün içinde de
ilgili belgeleri elinizde bulmanız mümkündür. Benzer şekilde Türkiye’nin hangi
dağının ne tarafına veya hangi köyün parseline ne yatırım yapıldığını veya yatırımın
hangi aşamada olduğunu ve merak edilen diğer bilgileri, Devlet Planlama
Teşkilatına elektronik posta ile sorup, çabucak bilgi almak olasıdır. Fakat 1950 li
yıllarda bir araştırmacının yukarıda verilen bilgiler ve hatta daha detaylı bilgiyi
içeren kaynağa ulaşması oldukça güçtü. Dolayısıyla söz konusu yazı, içeriğinin yanı
sıra oluşturulması sürecinde yaşanmış muhtemel zorluklar bakımından da önem arz
etmektedir.
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Planın şümulü içinde giren 88 proje vardır. Bu
projelerin istihsal hacimleri ve kapasiteleri münferit olarak hesaplanmış, ne
kadarının memlekete, ne kadarının ihraç ihtiyaçlarını karşılayacağı tahminleri
yapılmıştır. Bunların tahakkuk ettirilmesi için sabit ve mütedavil sermaye
ihtiyaçları ayrı ayrı hesaplanmıştır. Bu hesaplara göre planın derpiş ettiği 88 proje
93 milyon kadarı sabit 19 milyonu mütedavil olmak üzere 112 milyonluk bir sermaye
yatırımını derpiş etmektedir. İstihsale başladıkları zaman, bu projelerin muhtaç
olduğu işçi ve müstahdem sayısı asgari 35 bin kadardır; muharrik kudret olacak 88
bin kw lık bir elektrik enerjisine ihtiyaç hasıl olacaktır. İmalatının 66 milyonluk
kısmı dahilde, 34 milyonluk kısmı hariçte kullanılacaktır. Sermaye yatırım
masraflarının 46 milyonluk kısmı dahilde, 47 milyonluk kısmı ise dış alemde
yapılacaktır. Bugün son yıllarda tahakkuku ile öngördüğümüz birçok projelerin
menşei ve başlangıcı, esasları Atatürk’ün yakın alakasına mazhar olan II. Beş Yıllık
Sanayi Planında bulunmaktadır. Harbin araya girmesiyle tahakkuk ettirilemeyen
projeler arasında, bugün bile henüz başlanmamış olan mevzular dahi vardır.
Bundan başka II. Beş Yıllık Kalkınma Planı, o zamanki iktisadi takatimiz, dış yardım
imkanlarımızın mevcut olmayışı ve 1930 lu yılların düşük fiyat seviyesi hesaba
katılacak olursa yalnız İktisadi Devlet Teşekkülleri sektörü için oldukça ehemmiyetli
bir yatırım hamlesi sayılmak icap eder. Bundan başka 1936 yılındaki sanayileşme
planında ele alınan projeler, ehemmiyet ve öncelik mülahazalarına göre seçilmiş
mevzulardır. Keyif ve arzuya, vilayetlerden gelen siyasi tazyik ve onlara verilecek
taviz şiddetine göre tespit edilen neviden değildir. Bunun hazırlanmasında, o devrin
yetişmiş devlet ve idare adamları emek ve gayretlerini katmışlardır.”
86
Plan Var mıydı Yok muydu?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:45, 1 Şubat 1956.
103
Altını çizmek gerekir ki, 1923-1950 arası dönem ‘toplumsal mühendislik
bilimi’nden tam anlamıyla istifade edildiği, bugünkü ifadeyle ‘siyasa analiz’in
gerçek manasında yapıldığı yılları kapsamaktadır. Bu dönemde iktisadi ve toplumsal
sorunları çözmek üzere topyekun bir eylem programı uygulamaya konulmuş ve bu
uygulama süresince de programın içeriği ve çıktıları birbiri ile ilişkili bir biçimde
gözlemlenmiş, gerektiğinde programın içeriğinde değişikliklere gidilmiştir. Türk
bürokrasisi programı bir akademisyen hassasiyeti ile uygulamıştır. Burada
‘akademik hassasiyet’ ile kastedilen, sürecin çıktılarının incelenmesinde,
neden-sonuç varsayımları ile hareket edilmiş ve olası bir aksiliğe karşı alternatif
yöntemin yedeklenmiş olması, ayrıca sorun çözmeye dair duyulan ilginin hiç
eksilmemiş olmasıdır.
Kuşkusuz, bürokrasinin akademik hassasiyete sahip olması kendi başına başarı için
yani sorunların çözümü için yeterli değildir. Başarının temel koşulu, hem siyasi
iradenin hem de bürokrasinin bilimsel analize bağlı olmasıdır, ki CHP idarecilerinin
bu bağlılığı açıktır. Nitekim nelerin iktisadi ve toplumsal sorun olarak kabul
edildiğinin siyasi irade tarafından tespiti ve bu tespitin de bürokrasi tarafından
bilimsel bir yaklaşımla doğruluğu veya yanlışlığının analizinin yapılabilmesi
durumunda başarı elde edilebilir. Aksi halde siyasi irade sorunları doğru tespit
edemezse, bunu analiz eden bürokrasinin uyarılarını dikkate almazsa veya siyasi
irade sorunları doğru tespit eder ancak bürokrasi bilimsel analiz yapacak kabiliyet
sahip değilse veya siyasi irade sorunları yanlış tespit eder ve bürokraside doğruyu
söylemekten imtina ederse, sonuç başarısızlık olur.
Döneme ilişkin topyekun bir eylem programı oluşturmada getirilecek tek eleştiri,
programın ‘yukarıdan-aşağıya’ olduğu iddiasıdır ki bu iddiada bulunanların
yapmaya çalıştıkları dönem uygulamalarının otoriter nitelik taşıdığı varsayımına
dikkat çekmektir. Burada programın ‘yukarıdan-aşağıya’ veya ‘aşağıdan-yukarıya’
olduğunu belirleyebilmek için önce ‘aşağı’ ve ‘yukarı’ kavramlarının varsayılması
gerekir. Oysaki cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde toplum bir bütündür ve
toplumun aşağısı ve yukarısı yoktur. Daha açık bir dille, ‘aşağı’ ve ‘yukarı’
kavramları cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinde kullanılırsa, ki kullanılmaz, iki
kavram arasındaki ilişki ancak ‘aşağı=yukarı’ şeklinde olacaktır. Türk ulusu bir
bütündür ve bütün Mecliste temsil edilir ve CHP iktidarı da Türk ulusu adına
hükümet eder. Şu halde aşağıda olan da yukarıda olan da Türk ulusunun kendisidir,
yani Türk ulusunun bütünlüğü bu alt-üst ilişkisini ortadan kaldırmaktadır.
Dolayısıyla CHP hükümetleri döneminde oluşturulan ve uygulanan eylem
programları Türk ulusunun eylem programlarıdır ve ‘yukarıdan-aşağıya’ şeklinde bir
özellik göstermez. Ancak aynı durumun DP iktidarları döneminde geçerli olduğunu
söylemek mümkün değildir. Çünkü DP li yöneticiler cumhuriyetçi demokrat
ideolojiye sahip değillerdir. Onlar ülkeyi topyekun kalkındırmak veya tüm
kesimlerin iktisadi ve toplumsal sorunlarını çözmek yerine sadece köylü kütlesinin
çıkarlarını korumayı tercih etmişlerdir.
Bilindiği üzere, tek parti devrinin yaratmak istediği sosyal bünye, rehber ilkeler
ışığında sosyal adaleti sağlamak, yurdu topyekun kalkındırmak gayesinde
104
toplanıyordu. Ancak devletin elinde bunu yürütecek ölçüde ne büyük bir sermaye
birikimi ne de eleman mevcuttu. Diğer taraftan her ne kadar iktisadi teşekküllerine
basiretli bir tüccar gibi hareket etmeleri yolunda öğütler yollanıyorsa da, kimi zaman
bunun pek netice vermediği de görülebiliyordu. Çünkü eldeki insan malzemesi
yıllarca Osmanlı’nın çöküşünden nemalanma zihniyeti ile yaşadığı için, Cumhuriyet
sonrasında, eski zihniyet kalıntıları depreşebiliyordu. Çarkların dişlilerine eski
zihniyet kalıntıları sıkışmıştı ve makine kolayca dönmüyordu. Bununla beraber
Ziraat Bankası ile finanse edilen hububat politikası, yerli ürünlerin Toprak
Mahsulleri Ofisi tarafından değerlendirilmesi, madencilik işlerinin Etibank’a, büyük
fabrika ve tesislerin Sümerbank’a devri, ayrıca cevher yataklarının araştırılması için
bir Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nün ihdası, Demiryollarının, Deniz ve Hava
Yollarının devletleştirilmesi inkarı kabil olmayan büyük hizmetlerdi.
Bu bağlamda şunu belirtmek gerekir ki CHP kendi bünyesinde çok çeşitli insanı,
çeşitli sosyal tabakaları barındıran bir siyasi teşekküldü. Çok çeşitli fikir ve
inançların kaynaştığı, çatıştığı bir yamalı bohça olma sorununun üzerinden bir
çırpıda gelmesi beklenemezdi. Birbirine zıt, hürriyetçi veya otoriter, liberal veya
cumhuriyetçi unsurların aynı çatı altında toplanması yeni rejimin garantisi olan ve
Türk Devriminin benimsetilmesiyle mesul olan CHP’nin birkaç defa ve hatta
birkaç yerden çatlama tehlikesi beklenilir bir tehlike arz ediyordu. Parti içi hizipler
kimi zaman birbirini köstekliyor, kimi zaman birbirini destekliyordu. Tek parti çatısı
altında çok partili bir işleyiş hakim oluyordu. Altı oka sadakat yemini altında, bu
farklı hizipler, kendi eğilimlerine uygun olarak, ilkelerin de elastikiyetinden istifade
ederek, aşırı sağa ve aşırı sola kayabiliyorlar ve bu durumdan en çok da
cumhuriyetçi demokratlar endişeleniyorlardı. Parti yönetiminde değişik zamanlarda
etkin olan kişilerin tutumuna göre; siyasi ve iktisadi manzara değişiyor, memleketin
siyasi havası hürriyet ateşiyle ısınıyor, bazen de aşırı sağa ve aşırı sola dehşetli
yıldırımlar inebiliyordu.
Son tahlilde denilebilir ki, demokratik rejimin yerleştirilmesi ve aynı zamanda
iktisadi kalkınmanın gerçekleştirilmesi hedefinin eş zamanlı olarak hayat geçirilmesi
için tek parti döneminde kimi zaman sert tedbirler alma gerekliliği doğmuş kimi
zaman tedbirler gevşetilmiştir. Dolayısıyla tek parti devri ile faşist ve komünist
diktatörlükler arasında paralellik kurmanın tarihi gerçeklerle açıklanır tarafı yoktur.
Ayrıca, dönemin totaliter rejimlerinin örgütlenme anlayışından bir iki örnek bulup,
bu örneklerin tek parti döneminde uygulandığını söyleyip, daha sonra da buna
dayanarak dönemi ‘CHP diktatörlüğü’ olarak nitelendirmek ancak yetkin bilgi ve
tahlil yoksunluğu ile ya da belirli bir ideolojiyi meşrulaştırmak için tarihi gerçekleri
saptırmak gibi bir amaçla açıklanabilir.
Forum, ülkede Serbest Fırkanın kapanmasından sonra başlayan tek parti devrinin
siyaset bilimi alanında yetkin ve tarafsız kimseler tarafından; dönemin faşist ve
komünist diktatörlükler döneminden tamamen ayırabileceklerini ve bu devri
memlekette demokrasinin temellerini çökertme gayretine karşı, memleketi
demokrasinin ana prensiplerine alıştırma ve demokratik rejim bütün icaplarıyla
memlekette kurulduğu zaman olarak telakki edileceğini söylemektedir. Dolayısıyla
105
Forum, tek parti döneminde alınan tedbirleri bizzat Batı demokrasisini
yerleştirmenin bir gereği olarak kabul etmektedir. Forum bu çerçevede şöyle
demektedir: “Bugün hakikat olan bir şey varsa o da tek parti döneminde, CHP’nin
Atatürk’ün gösterdiği hedef üzerinde durmuş olduğudur. Atatürk ve İnönü devirleri
arasında suni bir tefrik yapmak isteyenlere bulunabilir, lakin bu, halk oyunda
tutacak ciddi bir fikir değildir.”87
Kaldı ki Sivas Kongresinden itibaren, demokrasi istikametinde gerçekleştirilen;
Büyük Millet Meclisi’nin açılması, saltanatın ilgası, Cumhuriyetin ilanı, Anayasanın
kabulü, icra organlarının kararlarına karşı yargı denetimini sağlayacak tarzda Devlet
Şurasının bağımsız bir mahkeme olarak kurulması, mahalli idarelerde demokratik
gelişmelere yer verilmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, teminatlı
hakim ve bağımsız mahkeme geleneğinin kurulup geliştirilmesi ve bu temelin
tatbikatta asla zedelenmemesi, bir muhalefet yaratmak maksadıyla Serbest Fırka
tecrübesinin yapılması gibi hamleler hatırlandığında ve CHP’nin de bu hamleler
içinden doğmuş bir parti olduğu akla getirildiğinde, daha da önemlisi Atatürk
hayattayken Devrimin tamamlanmamış olduğu ve bu tamamlama görevinin CHP’ye
verildiği anımsandığında, CHP’nin 1938-1945 arasındaki uygulamalarını tüm bu
gerçeklerden münezzeh değerlendirmek bilimsel bir yanılgı olur.
Türk siyasal yaşamında, sonradan, liberal demokrasi savunuculuğu ile CHP’den
yolunu ayıracak olan Celal Bayar’ın Atatürk’ün ölümünden sonra kurduğu hükümet
için Meclisten güvenoyu talep ederken 16.11.1938 tarihinde yaptığı konuşmada
şunları söylemektedir: “İnkılabın ve Atatürk rejiminin en mümtaz siması ve Türk
milletinin büyük evladı olan ikinci reisimiz İnönü’nün cumhurreislik devrinin
milletimiz için müteyemmen olmasını temenni ederim, buna şahsen emin olduğumu
ifade eylerim..Bize daima hakiki yolu gösteren ve içinde milletin nurlu iradesi
okunan CHP programı da bizim rehberimizdir...Biz milletimizin şu an için
düşüncelerini şu suretle hulasa ediyoruz. Milletimiz 15 seneden beri tecrübe edilen
Kemalizm rejiminin kendisine verdiği huzur ve sükun içerisinde çalışmak ve
kuvvetlenmek istiyor...Her şeyden evvel temin etmek isterim ki rejimin azat kabul
etmez kullarıyız..Eğer inkılabın bidayetinden beri devam eden fikirleri şuurla
yürütmek imkanı ve sizin arzu ve emellerinizi icra etmek kudretini bize
gösteriyorsanız, milletin iradesini temsil eden siz kıymetli arkadaşlarımdan ricam
şudur, itimadınızı bizden esirgemeyiniz.”88
Forum’a göre İnönü-Milli Şef dönemi Türk demokrasinin yerleştirmesi için zorunlu
bir dönemdir. Kuşkusuz bu dönem yanlışsız bir dönem değildir, ancak şu bir
gerçektir ki döneme çok fazla yanlış atfedilmeye çalışılmaktadır. Atfedilmeye
çalışılan bu yanlışlar Forum’a göre kimi zaman öne geçirilerek, bunun üzerinden
Türk Devrim süreci eleştirilmeye çalışılmaktadır. Oysaki Forum’a göre, demokratik
rejimin yerleşmesi ve kurumsallaşmasını savunmak Atatürkçülüğü dışlayarak
mümkün değildir. Mümkün olduğunu iddia edenler ise ya kendilerini
87
Bütçe Müzakereleri, Başyazı, Forum, sayı:95, 1 Mart 1958.
Muammer Aksoy, Son Demokrasi Hamlemiz Kimin Eseridir?, İncelemeler, Forum, sayı:102,
15 Haziran 1958.
88
106
kandırmaktadırlar ya da toplumu kandırmaktadırlar. Bu noktada kendini veya
toplumu kandırıp, CHP’nin tek parti döneminde demokrasi olmadığı iddiasında
olanlara Forum tarafından verilmiş bir cevap niteliği taşıyan şu sözler ilginçtir:
“Yayınladığı ‘Fikir Hareketleri’ adlı dergisiyle tek parti çağında klasik
demokrasiyle ekonomik liberalizmin propagandasını yapan Hüseyin Cahit Yalçın’ın
yanı başında, bu görüşe bir antitez olarak özgürlük kavramında epeyce totaliter ama
halkçılık kavramında liberalizmi aşan Kadrocuların, İnsan’cıların yayınları, CHP
genel sekreteri Recep Peker ile öğretmen Afet İnan’ın ‘yurttaşlık bilgisi’ kitapları
yan yana yer alıyordu. Yurt ve Dünya gibi, Adımlar gibi daha çok sola eğilimli
dergileri söz dışı edersek, bu saydıklarımızdan ayrıca irili ufaklı daha birçok yazar o
günlerin koşullarında düşünüyor,yazıyor, konuşuyor.”89
Kuşkusuz şunu kabul etmek gerekir ki, 1923-1945 arası dönem çok partili yaşama
geçiş denemeleri hariç olmak üzere ‘sınırlı demokrasi’ özelliği gösterir. Bu ise bir
zorunluluk olmuştur. Nitekim tek parti döneminin zorunluluğuna dair Kemal Karpat
şöyle der: “Türkiye’nin muhtaç bulunduğu değişimi gerçekleştirmenin başka bir
yolu var mıydı yok muydu? Toplumsal ve ekonomik ataletten yeni kurtulmakta olan,
halkının büyük kısmı hayatını kader kısmete bağlamış, ileriyi görebilecek bir
aydınlar grubundan yoksun bir toplumun başka şekilde hareket etmesi
beklenemezdi.”90 Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki bu zorunluluk, çok partili
yaşama geçiş denemelerinin bir neticesi olarak kabul edilmiş bir durumu işaret eder.
Bu bağlamda, tek parti döneminde demokrasiye geçiş hamlelerinden birini oluşturan
Serbest Fırka’nın kuruluşunu hazırlayan süreci bakmak yerinde olacaktır.
Terakkiperver Fırkasının gerici temayülleri desteklemiş olması basın hürriyeti
siyasetinin uygunluğu hakkında ciddi şüphelere yol açmıştı. Bu parti mensuplarının
Mecliste sayısı düşüktü ancak gerici umutların yeşermesine yardımcı olmuştu.91
Nitekim 1925-26 yıllarının üzüntülü hadiseleri esnasında sert tedbirler alınmıştı.
Terakkiperver Fırkası hadisesi bir müddet daha basındaki tenkitlerin denetim altında
tutulmasına sebebiyet vermişti. Dinin siyasete müdahalesi, İslamcılık, Turancılık
gibi ideolojilerin son kalıntılarını, gerilik hastalıklarının başlıca kaynaklarını yok
etmek üzere girişilen mücadele, büyük ölçüde başarılı olmuş gözükmekteydi.
Devrimin karşısında yer alınabileceğine dair açık işaretler yok gibiydi. Artık daha
uzun vadeli yani iktisadi kalkınma ile dil ve tarih devrimi gibi adımlar atılabilir diye
düşünülmekteydi. İlk devrimler döneminin bitmesi ile birlikte Devrim sürecinde
genel bir yavaşlama hissedilmekteydi. Birbirini takip eden harp seneleri ile
imparatorluk devrinin sebep olduğu tahribatı tamir için süratli bir değişim sürecinin
gerektirdiği uzun mücadelenin verdiği yorgunluk hisleri Atatürk’ü daha derin
meselelerle ilgilenmeye sevk etmişti. CHP’nin yedi senelik iktidarından sonra hem
Mustafa Kemal hem de İsmet Paşa hükümeti, Devrim aleyhinde unsurlardan
korkmaya lüzum kalmadığı şeklinde bir kanaate varmışlardı. Mart 1929’da İsmet
Paşa, hükümleri İstiklal Mahkemelerine şamil bulunan Takriri Sükun Kanununun
devamını talep etmekten vazgeçtiğini iftihar ile ilan etmişti.
89
Ömer Sakıp, Türkiye’de Halk Eğitimi Meselesi, İncelemeler, Forum, sayı:136, 15 Kasım 1959.
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayınları, İstanbul, 1996, s.126.
91
Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, tarihsiz, s.290-292.
90
107
Millet çapında bir muhalefet partisi kurulması için şartlar uygun gözükmekteydi,
Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Parti, liberal ekonomiyi, yabancı yatırımların
teşvikini, ifade özgürlüğünü ve tek dereceli seçimi savunuyordu. Ancak bir kez daha
gerici unsurların umutları yeşermişti. Ara seçimlerde, yeni kurulmasına rağmen,
parti, milletvekili çıkarabilmişti. Serbest Fırka denetimden çıkıyordu. Mesela
Karpat, ‘bir genel seçim olsaydı bu partinin kazanması muhtemeldi’92 demektedir.
Bir müddet sonra Serbest Fırka kendini feshetti. İlk deneyimden farklı olarak, bu
hadise sonrasında sert tedbirlere başvurulmadı. Ancak Serbest Cumhuriyet Fırkası
deneyimi göstermişti ki, millet çapında bir muhalefet partisi kurmak için toplum
henüz olgunlaşmamıştı.
Mustafa Kemal, millet çapında bir muhalefet partisi deneyimi için şartların
olgunlaşmadığını gördükten sonra, sınırlı demokrasi uygulamasına devam edilmesi
gerekliliğini fark etti ve bu sınırlı demokrasi uygulamasının bir sonucu olarak Meclis
içinde bir muhalefet grubunun oluşturulması yoluna yöneldi. 1931 Millet Meclisinde
müstakil mebuslardan bir grup oluşturuldu. Müstakil grubun çalışmaları ile
hedeflenen, kurulması ertelenen millet çapında oluşturulacak muhalefet partisine
zemin hazırlamaktı. 1931 ve 1935 yılları arasında bu muhalefet grubunun
çalışmaları ile denetimli bir şekilde bir iktidar-muhalefet ilişkileri deneyi
yapılmaktaydı. İktidar-muhalefet ilişkileri deneyinin olumlu sonuçları alınmaya
başlayınca, 1935 yılında grup genişletildi. İzmir mebusu Halil Menteşe ve Kocaeli
mebusu Sırrı Bey gibi şahıslar Meclisin müzakerelerini canlandırmak hususunda iyi
çalıştılar ve hükümetin tekliflerinden birçoğunu tenkit ve sorulara tabi tuttular.
İktidar-muhalefet ilişkileri olgunlaşmaktaydı.
Bu arada ülkede iktisadi ve toplumsal gelişmeleri sağlayacak bir dizi program
uygulanmaya devam etmekteydi. Örneğin, memleketin sosyal ve ekonomik
bünyesini değiştirecek, iş kanunu tasarısı, toprak kanunu tasarısı gibi tasarılar bu
dönemin icraatlarındandır. Özellikle toprak reformu, Türk Devriminin
yerleştirilmesi için hassasiyet arz eden bir hadiseydi. Bilindiği üzere ilk toprak
kanunu tasarısı 1935 yılında hazırlanmıştı. Bu tarihten önce de topraksız köylüye
toprak dağıtılmışsa da, dağıtımlar memleketin sosyal yapısında bir değişikliğe sebep
olacak mahiyette değildi. Atatürk’ün 1936 ve 1937 yıllarında Büyük Millet Meclisi
açış nutuklarında hazırlıkların bittiğini ve Toprak Kanununun B.M.M.’nin
onaylamasına sunulacağını gösteren açık belirtiler vardır. Nitekim Atatürk 1936
nutkunda:‘Toprak kanununun bir neticeye varmasını Kamutayın yüksek
himmetlerinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa
malik olması behemahal lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve imarı bu esastadır’
demektedir. 1937 nutkunda ise şöyle demektedir: ‘Bu siyaset ve rejimde önemli bir
yer alabilecek noktalar başlıca şunlar olabilir. Bir defa memlekette topraksız çiftçi
bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen
toprağın, hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması, büyük çiftçi ve
çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket
bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine göre sınırlamak lazımdır’
92
Kemal Karpat, 1996, a.g.e., s.74.
108
Fakat bu tasarı Atatürk’ün ölümü ve araya İkinci Dünya Harbinin girmesinden ötürü
yürürlüğe konulamadı.
Devrim, geri kalmış halk tabakalarının öz çıkarı için ele alınması gereken tedbirin en
kısa zamanda ona ulaşıp onu kendine benzetmesi demektir. Bir toplumun değişimini
kapsayan devrimlerin halka mal oluş sürecinde üç ayrı öğenin birleştikleri görülür
Bunlar, devrimin anlatılması ki buna propaganda denilebilir; hareket süreci ki bu
zamanın doğru kullanımı anlamına gelir; yeni kanunlarla yeni düzenin tesisi
edilmesi ki bunda zorun kullanımı doğaldır. İşte devrimciye karşı tam da bu zorun
kullanımı esnasında bir takım güçler cephe alır. Devrim sürecinde karşı güçlerin zor
ile denetim altına alınmaları beklenir bir durumdur. Yeni kanunlarla yeni düzenin
tesisindeki bu denetim sayesindedir ki, gelen yeni eskiyi kaldırır. Başlangıçta
yeniye cephe almış olanlar, ellerinde yeniden başka bir şey bulamazlar. Böylelikle
devrim benimsenir, yerleşir. Ancak devrimci anlayış yerinde saymaz, çünkü her şey
değişmektedir, dolayısıyla devrim vasıtasıyla konulan yeniler de eskir, yeniden bir
eski-yeni mücadelesi başlar. Ancak bu kez, zor kullanmak gerekmez, çünkü
demokrasi yerleşmiştir. Türkiye örneğinde ise Devrim, eskiyi kaldırmış ve yerine
yeniyi getirmiş ancak eskinin toplum hayatından tasfiye olma süreci
tamamlanmadığından, eski ve yeni bir arada yaşamaya devam etmiştir.
İşte toprak reformu meselesine bu açıdan bakıldığında, reformun
gerçekleştirilmesinin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim Çiftçiyi
Topraklandırma Kanununun üç hedefi vardı: ‘Birincisi arazisi olmayan veya
yetmeyen çiftçileri veya çiftçilik yapmak isteyenleri, aileleri ile birlikte geçimlerini
sağlayacak ve iş kuvvetlerini değerlendirecek ölçüde araziye sahip kılmak. İkincisi,
kendilerine arazi verilenlerle yeter arazisi bulunup istihsal vasıtaları eksik olan
çiftçilerden muhtaç bulunanlara kuruluş, onarma ve çevirme sermayesi, canlı ve
cansız demirbaş vermek. Üçüncüsü ise yurt topraklarının sürekli olarak işlenmesini
sağlamak.’ Şüphesiz bu üç hedefin varmak istediği nokta kalabalık köylü kitlesini
çiftçiye dönüştürme ve bu sayede bu kesimi Devrimin dayanacağı sınıflardan biri
haline getirmekti. Çiftçiyi Topraklandırma Kanun tasarısı, büyük toprak sahiplerinin
muhalefeti sebebiyle, kırpılmış haliyle 11.06.1945 tarihinde, yani 1946 genel
seçimlerinden bir ay önce yasalaşmıştır. Ancak tasarı, 1930 lu yıllardan itibaren
hedeflenen değişimi gerçekleştirmenin çok uzağına düşmüş bir şekilde
kanunlaşmıştır. Dolayısıyla tarımsal bünyedeki çelimsizlikler istenilen şekilde
giderilememiştir.
Çok partili yaşama geçinceye dek halk eğitimi ile doğrudan ilgili ulusal organlarla
kurumlar; ordu, halkevleri veya halkodaları ve köy enstitüleri olmuştur. Bu organ ve
kurumların Türk Devriminin yerleştirilmesi mücadelesindeki işlevi büyük olmuştur.
Hemen altını çizmek gerekir ki, Türk Devriminin yerleştirilmesi mücadelesinde;
ordu, halkevleri veya halkodaları ve köy enstitülerinin görevi ‘siyasal bir eğitimdir’
ancak kesinlikle bir ‘siyasal endoktrinasyon’ değildir. ‘Siyasal eğitim’ ile ‘siyasal
endoktrinasyon’ kimi zaman bilerek kimi zamansa bilmeyerek birbirine karıştırılır.
Endoktrinasyon, kanıtların geçerliliğine yönelik eleştirel bir tartışmaya yol
vermeden ideolojiye inancı artırmaya amaçlar. Siyasal eğitim ise kanıtların
109
geçerliliğine yönelik sorgulama yollarını açık tutarak bir ideoloji üzerinden yol
göstermeyi hedefler. Şu halde ordu, halkevleri veya halkodaları ve köy enstitülerinin
ortak amacının; ulusun üyelerine ülkenin iktisadi, siyasi ve toplumsal sisteminde
etkin olabilmeleri için gereksinim duyacakları değer, bilgi ve beceri kazandırmak
veya bir diğer ifadeyle ulusun üyelerini yurttaşlaştırmak olduğu hatırlandığında,
bunun, siyasal bir eğitim olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Şu halde bu
kurumlar ile Türk ulusu üyelerine sadece okur-yazarlık değil siyasal okur-yazarlık
vasfı kazandırılmasından hareketle bunların endoktrinasyon amacı taşıdıklarını iddia
etmek bilimsel bir yargı olmaktan uzaktır.
Forum’da çok partili yaşama geçiş öncesinde halkın eğitimi meselesine dair şunlar
söylenmektedir: “Silah altına er olarak çağrılan yurttaş kolay anlaşılacağı gibi
şehrin, kasabanın öğrenimi yarım kalmış çocuğu ile hiç ya da pek az okumuş köy
delikanlısından başkası değildir. Tek parti çağında ordu, ilkokul, ortaokul bitirmiş
erleri altı aylık bir eğitim döneminden sonra çoğunlukla yazıcılıkta kullanır,
bunlardan ortaokul bitirmişlere bir de üç ay önce terhis hakkı tanırdı. Disipline
kolay uyan ya da okuyup yazma bilenlerden yeteri çavuş kurslarına ayrılırdı.
Bedelcilik kalktıktan sonra bir karavanadan yiyen, bir giysiyi giyinen, eşit koşullara
bağlanan köy, şehir delikanlılarının kaynaşmasında ileri bir adım atılmış oldu.
Şubelerden birliklere gönderilmiş erler için oldukça güç koşullardan geçmekle
birlikte, doğudakilerin batıya, batıdakilerin daha çok doğu birliklerine verilişi,
köyünden pek çıkmamış delikanlının dünyasını genişletmeye yarıyordu. Her
kademedeki komutanlarıyla cumhuriyetin en ileri saflarında bulunan ordumuz,
ayrıldığı saflarda silah kullanmasını, yurt savunmasını iyice öğrenen Mehmetçik’e,
kalem ve kafasını kullanmasını da öğretmeye çalışmıştır.”93
Halkevleri mevzusuna gelince; 1932 yılında Halkevleri Teşkilat, İdare ve Mesai
Talimatnamesi’nde halkevlerinin gayesi şu şekilde açıklanıyordu: ‘Fırkamızın
program temelleri cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve
inkılapçılıktır. Programımız, bu ana ve temel prensiplerin hakimiyeti ve
ebedileşmesi için bu vasıflarda kuvvetli vatandaşlar yetiştirilmesini; milli seciyenin
Türk tarihinin ilham ettiği derecelere çıkarılmasını, güzel sanatların yükseltilmesini,
milli kültür ve ilmi hareket ve faaliyetlerin kuvvetlendirilmesini ehemmiyetli
vasıtalar olarak tespit ve işaret eder. Bu esas ve vasıtaların hepsi birden medeniyet
yolunda Türklüğün kaybettiği uzun yıllar cesur, atılgan ve yorulmaz hamlelerle
kazanacak nesiller yetiştirmeyi, medeniyet sahasında Türkün tabii meziyet ve
kabiliyetleriyle mütenasip şeref mevkiini tekrar almasını istihdaf eyler.
Halkevlerinin gayesi bu uğurda çalışacak mefkureci vatandaşlar için toplayıcı ve
birleştirici olmaktır.’
Talimatname 1935 yılında Türkçeleştiriliyor ve CHP Halkevleri Öğreneği adıyla
yeniden basılıyor. Bu öğrenekten ilginç birkaç cümle şöyle: ‘Halkevlerinin genel
merkezi yoktur. Her halkevi kendi bulunduğu yerde çalışır. Bütün halkevlerinde
yalnız memlekette tanınmış belli arkadaşların iş ve görev almaları ve diğer
93
Ömer Sakıp, Türkiye’de Halk Eğitimi Meselesi, İncelemeler, Forum, sayı: 137, 1 Aralık 1959.
110
kapasiteli, yetişebilecek unsurların seyirci kalmaları olmaz. Halkevleri bütün
vatandaşları birbirine kaynaştırarak ve gençleri yetiştirerek ulusu kuvvetli bir kütle
haline getirmek ödevini aldığına göre, imkan olduğu kadar çok vatandaşa ödev
vermek ve kapasiteli zekaları iş başına sürmek önemli bir yükümdür. Memleketin
öyle değerli çocukları vardır ki kendi değerlerinden kendilerinin de haberleri yoktur.
Köşeye çekilmeyi severler, halkın içinde kalabalık bir toplumda iş almaktan
çekinirler. Bu unsurları işletip parlatmak lüzumludur.’
Halkevlerinin yönetmeliğinde 1932’den 1946 yılına dek birtakım değişmeler
yapılmışsa da, belli başlı çalışma konularına hemen hiç dokunulmamıştı.
Halkevlerinin çalışmaları belli başlı dokuz kolda toplanmıştı: dil ve edebiyat, güzel
sanatlar (müzik, resim, heykel,mimarlık, süsleme sanatları), oyun (sinema, tiyatro,
kukla-karagöz, konser), spor (jimnastik, güreş, atlı cirit, boks, eskrim, yüzme, kürek
çekme, dağcılık ve kayak, avcılık, bisiklet, geziler), sosyal yardım, halk dershaneleri
ve kurslar, kitaplık ve yayın, köycülük, tarih ve müze bölümleriydi. Halkevlerinin
kitapları gibi dergi ve gazetelerin de evlere ve özel ellere verilmesi yasaktı.
Halkevleri kendi binalarından ayrı yerlerde ve bilhassa gidip gelme imkanları kolay
yakın köylerde okuma odaları açacak, açılmış olanlara yardım edecekti.
Halkevlerine giremeyecek kitaplar şunlardı: Dini mahiyette olan, Türk İnkılabı
ideolojisine uymayan, yabancı rejim ve ideolojileri tasvir eden, alelumum milli ve
realist görüşler dışında kalan hurafeleri, geri ve irticai zihniyet istihdaf eden,
bedbinlik telkin eden, cinayet, intihar gibi vakaları tasvir eden, şehvet ve ihtiras
temayüllerini kamçılayan ve gençliği sıhhate muzır itiyatlara teşvik eden eserler
Halkevi Kütüphanelerine konulmazdı.
Halkın eğitilmesinde köy enstitülerinin de rolü büyük olmuştur. Köy enstitüleri
kurulurken kültür bakımından ülkenin durumu şu idi: 1935 nüfus sayımı
istatistiklerine göre erkeklerin %23.3’ü, kadınların %8.2’si ancak okur yazardı. Aynı
istatistiklere göre nüfusu on binden az olan yerlerde okuma bilmeyenlerin nispeti
%89.3 on binden çok nüfuslu yerlerde ise %59.7 idi. 1940 istatistiklerine bakılacak
olursa, ilköğretim çağındaki çocuklardan okuma yazma bilmeyenlerin şehirlerde
%39.4, köylerde %78 olduğu görülür. Forum, köy enstitülerine dair şu saptamayı
yapar: “Köylüyü okutma hareketi önce eğitmen yetiştirme teşkilatı ile 1936’da
başlamış, bu tecrübe köy enstitülerine yol açmıştır. Enstitüler 1940 yılında yurdun
14 ıssız ve kurak köşesine açılmış, bu sayı 1946’ya kadar biri yüksek olmak üzere
21’e yükselmiştir. 1940-46 devresi memleketin yalnız eğitim tarihinde değil fakat
bütün medeniyet tarihinde eşine az rastlanır bir idealizm ve başarı devresi olmuştur.
20 kurak ve ıssız uzak köşe, köy çocuğunun elinde birer medeniyet ve kültür sitesi
haline gelmiştir. Bunlar gelecekte Türk köylerinin örneği idi. Asıl hedef köyleri bu
örnek üzerinde kuracak köylü vatandaşı yetiştirmekti. Köy enstitüleri 1947 yılından
sonra ağır ve haksız bir iftira salgınına uğradı. Politika alanındaki rakipler,
memleketin yüzde yüz bu yerli ve kurtarıcı hareketini birbirine karşı sömürme
konusu yaptılar.”94
94
Köy Enstitülerinin Yıldönümü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 50, 15 Nisan 1956.
111
Bir yandan toplumsal alanda yenilikler uygulamaya konulurken, siyasi sahada da
Devrimin kurumsallaştırılması için gayretler eş zamanlı olarak yürütülmekteydi. Bu
bağlamda, 1937’de, Devrim ilkelerinin tamamının Anayasaya alınması önemli bir
dönüm noktasıdır. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya bu adımı, ‘Atatürk’ün prensiplerine
milletçe beraber bağlılığımızın ve samimi ilgimizin hukuki ifadesidir’ şeklinde izah
etmiştir. Aynı bahiste Recep Peker şöyle demiştir: ‘Milliyetçiliğin nakizi olan
beynelmilelcilik ve halkçılık nakizi olan imtiyazcılık veya sınıfçılık ve devletçiliğin
nakizi olan liberallik, laikliğin nakizi olan klerikallik ve inkılapçılığın nakizi olan
irtica lehinde hiçbir faaliyet yapılamayacaktır.’ Recep Peker’in bu sözleri Türk
siyasal yaşamında sıklıkla hatırlatılan sözlerdendir. Bu bağlamda, şu hususun altını
çizmek yerinde olur ki, Recep Peker’in sınırlı demokrasi ile Devrimin
yerleştirileceğine olan inancı, onun anti-demokratik/seçkinci bir yönetici olduğuna
mesnet teşkil etmediğinden, ona yönelik saldırıları Devrim karşıtlığında aramak pek
de abartılı olmayacaktır.
Devrim ilkelerinden olan halkçılık, iktisadi ve siyasi iktidar manivelalarını entrika
ile ele geçirmeye çalışan, hatta ele geçirmeyi başardığında bu manivelaları kamu
çıkarı yani ulusun çıkarı aleyhine, kendi çıkarı lehine kullananlara karşı düşmanlığı
gerektiren bir zihniyettir. Halkçılık Türkiye örneğinde kapitalist sistem karşıtı değil,
aksine sistemin olası aksaklıklarını giderecek bir rehberdir. Halkçılık, Batı
demokrasilerinde de rastlanan siyasal bir öğedir. Kuşkusuz kimi ülkelerde,
Türkiye’de de olduğu gibi, halkçılık, kapitalizm karşıtı düşüncelerin sosyalizme
akmasına aracı olmuştur. Ancak bu, halkçılığın, kapitalist sistem karşıtı bir ilke
olduğuna işaret etmez. Ayrıca, halkçılığın, merkeziyetçi devlet anlayışının olası
aksaklıklarını gidermek bakımından da elverişli olduğu düşünüldüğünde, siyasi
adem-i merkeziyetçi yaklaşımlara karşı da bir panzehir görevi görmektedir. Şu halde
Recep Peker’in halkçıyı, ayrıcalıklı olanın karşısında konumlandırması, halkçılık
ilkesinin ve Recep Peker’in, seçkinciliğin karşısında olduğunun açık delilidir.
Çok partili yaşama geçiş yönündeki ilk işaret, 19 Mayıs 1945 tarihinde yani İkinci
Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın teslim olmasından hemen sonra İnönü’nün
yaptığı konuşma ile gelmiştir. İnönü, bu konuşmasında, İkinci Dünya Savaşının
bitmiş olduğundan hareketle Türk demokrasisini güçlendirmek adına çok partili
yaşama geçilebileceğini ifade etmiştir. Nitekim 17 Haziran 1945 tarihinde altı
milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde, CHP aday göstermemiştir. Bu tecrübe,
alıştırıcı ve ümit verici bir adım teşkil etmiştir. Mesela İstanbul’da bir mebusluk için
102 aday arasında seçim yapılmıştır. Adaylar beyannamelerini, el ilanları, gazeteler
ve açık hava nutukları vasıtasıyla halka ulaştırma imkanına sahip olmuşlar ve bu
imkandan bol bol faydalanmışlardır. Temmuz 1945 yılında, Nuri Demirağ isimli bir
işadamının ‘Milli Kalkınma Partisi’ adıyla parti kurma başvurusu, 5 Eylül 1945
tarihinde başbakan Rüştü Saraçoğlu başvurunun kabul edildiğini halkoyuna ilan
etmiştir. Böylelikle 5 Eylül 1945 tarihinde çok partili yaşama resmen geçilmiştir.
Cumhurbaşkanı İnönü, 1 Kasım 1945 tarihinde, Meclis açılış konuşmasında, Türk
demokrasisinin ciddi bir muhalefet partisine gereksinim duyduğunu açıkça ifade
etmiştir.
112
2.12.1945 tarihinde yani daha DP’nin kurulmasından önce, ikinci bir ara seçim daha
yapılmıştır. CHP yine namzet göstermemiş ve gazetelerle yayınlanan tamimde
CHP’ye mensup ikinci seçmenlerin oylarını kendi partisinden olan adaylara
vermekle kayıtlı olmadıkları bilhassa tebarüz ettirilmiştir. İçişleri Bakanlığı da
seçimin tam tarafsızlıkla idare edileceğini tamimi ile ilan etmiştir. Bu adımların tek
dereceli ve tamamen serbest seçim hedefine götüren iyi bir başlangıç teşkil etmiştir.
Şunu belirtmek gerekir ki, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşının başlaması ve bu
savaşın altı yıl sürmesi yani 1945’e kadar sürmesi çok partili yaşama daha erken
geçilemeyişin temel sebebidir. Kaldı ki, savaş koşullarında dahi, CHP’de, çok partili
yaşama geçilme isteğinin ifadesi gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin 1943 seçimlerinde,
CHP, birçok ilde fazla aday göstermiştir.
Nitekim Forum’da, İnönü’nün 1 Kasım 1945 tarihli nutku “Türk demokrasi tarihinin
en mühim vesikalarından biri” olarak isimlendirilmektedir. Bu bağlamda çok partili
yaşama geçiş sürecine dair kimi yazılarda bu nutuktan kimi alıntılara yer
verilmektedir. Bu bağlamda Forum’dan İnönü’nün nutkunu aktarmak yerinde olur:
“...Cumhuriyetin demokratik karakteri esas tutulmuştur. İlk devirlerde fesin yerine
şapkanın giyilmesini ve devletin laik bir cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini açık
ve uzun tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi. Bütün bu
devrimler yine bir diktatörlük rejiminin eseri olarak meydana gelmemiş, hepsi
Büyük Millet Meclisinin kanunları ile kurulmuş ve tepkileri, Meclisin denetleri ve
hesap sormaları önünde yenilmiştir. Türkiye’de demokrasi usullerinin geçmişe dair
hesapları yapılırken, bütün büyük devrimlerin 923’ten 939’a kadar meydana geldiği
ve altı seneden beri de bir cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır.
Demokratik karakter bütün Cumhuriyet devrinde prensip olarak muhafaza
olunmuştur. Diktatörlük, prensip olarak, hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka
zararlı ve Türk milletine yakışmaz olarak daima itham edilmiştir...Bizim tek
eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda
memlekette geniş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik
olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında
teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları
sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi
partinin de kurulması mümkün olacaktır..Memleketimizin hürriyet ve güvenlik içinde
halk idaresini bütün şartlarıyla geliştirebilecek bir yolda ilerlediğini inançla
söyleyebiliriz. Bu gelişme için her vatandaşın vazife ve sorumluluk duygusuyla ilgili
olması birinci şarttır...Söz ve yazı hürriyeti, şüphe yoktur ki her halk idaresinin su
götürmez ortak temelidir. Geçirdiğimiz devrin
geçirilmesi zaruri idi...Bir
ehemmiyetli devir geçiriyoruz. Benim görüşüme göre, bu devri önceden tahmin
edemeyeceğimiz kadar kısa ve zararsız geçiriyoruz.”95
İnönü konuşmasını şöyle sürdürmektedir: “Açık konuşmalara, tek ve toplu olarak
alışacağımızı kuvvetle umuyorum. O zaman millet hayatımızda geçirmek zorunda
olduğumuz yolları arkamızda bırakmış olacağız ve kendimize çok kuvvetli ve
güvende hissedeceğiz. ..Nazari olarak düşünülürse hükümeti serbestçe tenkit etme
95
Muammer Aksoy, Son Demokrasi Hamlemiz Kimin Eseridir II, İncelemeler, Forum, sayı: 103,
1 Temmuz 1958.
113
hakkı gibi yazı hürriyetinin ilk şartı olan bir hak, hükümetçe gazete kapama cezasına
uğratılmak yüzünden hakikatte mevcut değil demektir. Bu maddenin bu manasıyla
kalması savunulamaz. Onun kaldırılması zaruridir. Cemiyetler ve Ceza
Kanunlarında sözü edilen maddeler, 1938 Haziran kanunlarında konulmuştur. Bu
maddelerin iyileştirilmesinde, partiler teşkiline, toplanma ve güvenlik haklarına
karşı koyması ihtimali olan hükümler değiştirilmelidir...Bu ehemmiyetli işlerin
tecrübeli ve vatanperver ellerinizde iyi ölçülerle kararlaştırılacağını kuvvetle
umuyorum. Memleketin iç hayatında bu tedbirleri aldığınızdan sonra yeni seçim için
tabii olarak bir buçuk sene kadar geçecektir. Bu zaman, milletin yeni seçime bir
hazırlık devri olacaktır. Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde, milletin
çoklukla vereceği oylar, gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı
partinin kendiliğinden kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis
içinde mi Meclis dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki bir
siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede taraftar olmayanların hizip şeklinde
çalışmalarından fazla, bunların kanaatleri ve programlarıyla açıktan durum
almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve
siyasi olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur. Siyasi kanaat ayrılıklarından dolayı
vatandaşlarımız arasında düşmanlık olmaması için bütün kuvvetimizle çalışacağız.”
Bu tarihi nutuk hemen bütün basında hak ettiği ilgiyi görmüş ve İnönü’nün sözleri
yeni devrin açılışının su götürmez delili sayılmıştır.
Türk demokrasisinin çok partili yaşama geçişi sarsıntısız ve yumuşak olmuştur.
Bülent Tanör, bunun sebebini ‘Aydınlanma düşüncesinin, ulusal demokratik
egemenliğe dayalı cumhuriyet ilkesinin, çok partililik denemelerinin (1924-1930),
Devrimi demokrasiyle tamamlamak hedefini gündemde tutmasına’ bağlamaktadır.96
Şu hususun da altını çizmek gerekir ki İnönü’nün çok partili yaşama geçiş kararı,
daha Cumhuriyetin ilk yıllarında arzu edilen bir hedeftir. Ancak yaşanan iki tecrübe,
1924’deki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile 1930’daki Serbest Cumhuriyet
Fırkası denemeleri, bu hedefin gerçekleşmesini ertelemiştir. Cumhuriyet kadrosu,
ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamadan, karşı-devrim güçleri ile mücadele
etmenin uzun vadede kazançlı olmayacağını öngördüğünden, 1930 tecrübesinden
sonra ağırlığı ekonomik ve toplumsal kalkınmaya vermiştir. İkinci Dünya Savaşının
başlaması çok partili yaşama geçiş hedefinin gerçekleştirilmesini yine ertelemiştir.
İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, İnönü’nün verdiği çok partili yaşama geçiş kararı
Türk siyasal yaşamında uzun yıllar tartışılmıştır. İnönü’nün bu kararı hangi saikle
verdiği tespit edilmeye çalışılmıştır. Aslında bu kararın gerisinde çok açık bir fikir
vardır, o da Türk Devriminin büyük ölçüde yerleştiği kanaatiyle, demokrasinin
kurumsallaşmasına bir taş daha eklemektir. Bu anafikri destekleyen başka iç ve dış
etmenler de yok değildir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı boyunca, Türkiye savaşın
dışında kalabilmeyi başarmıştır ancak bu pek de kolay olmamıştır. Şöyle ki, ordu,
altı yıl boyunca seferber halde tutulmuş, orduyu besleyebilmek için halktan özveri
istenmiştir. Savaş içinde doğal olarak fiyatlar çok yükselmiş, halkın her kesimi bu
yüksek fiyatlardan etkilenmiştir. Dolayısıyla yaşanmış olan zor iktisadi koşullardan
96
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Afa Yayınları, İstanbul, 1996,
s.256.
114
sonra, halkı rahatlatmak ana fikri destekleyen bir etmen olarak sayılabilir. Ayrıca,,
savaş boyunca, özellikle karaborsadan yüklü miktarda servet kazanmış olan varlıklı
sınıfların iktisadi alanda edindikleri kuvveti siyasi alana taşıma isteklerine cevap
vermek de yan etkenlerden biri olarak sayılabilir. Bu noktada, 1942 Varlık Vergisi
hadisesinin, bu kesimlerin tek parti idaresini sorgular hale gelmesinde tesirli
olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü varlıklı kesimlerin gözünde, çok partili düzen,
haklı veya haksız kazanılmış/biriktirilmiş olan servetlerinin korunmasının garantisi
olarak görülmekteydi. Bu iki yan etken aynı zamanda birer iç etmendir. Bunlara
ilaveten, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin yerinin Batı bloğunda olması
bir dış yan etmen olarak sayılabilir. Nitekim İkinci Dünya Savaşını kazanan aynı
zamanda ‘demokrasiler’ olmuştur.
Çok partili yaşama geçişle ilgili, İnönü’ye dair, ‘onun Atatürk’ün yapamadığını
yapmak ve bu şekilde tarihe geçmek istediğini’ iddia etmenin isabetli olmadığı
düşünülmektedir. Yine, bir başka iddia olarak, İnönü’nün ‘çok partili yaşamda sol
kanadı dışarıda bırakmak istediği’dir ki bu iddia aslında kendi kendini çürüten bir
iddiadır. Çünkü eğer bu iddia doğru olmuş olsa idi, 1946 seçimlerine CHP’nin
girmemesi gerekirdi ki, CHP Türk Devrimini gerçekleştirme sorumluluğunu üzerine
almış bir parti olarak zaten sol bir partidir. Yalnız bu iddiadaki soldan kasıt ‘aşırı
sol’ olarak okunursa, o vakit, iddia gerçeklenir, nitekim İnönü, Türk demokrasisinin
cılızlığı hasebiyle aşırı sağ ve aşırı sol cereyanlara kapalı olmasını bir zorunluluk
olarak istemiştir. Tekrarlamak gerekirse, yukarıda bahsi geçen yan iç ve dış
etmenlerle birlikte olarak; İnönü’nün bu demokrasi hamlesindeki temel etmen, onun
Batılaşma siyasetini sürdürme kaygısı ve/veya Türk Devrim hedefleri arasında yer
alan bir hedefi daha gerçekleştirme isteği ve/veya Türk demokrasisine bir merhale
daha kazandırmak isteği ve bundaki kararlılığıdır.
3.Çok Partili Rejim Dönemi
Forum Dergisi, çok partili yaşama sarsıntısız geçişi, Türk demokrasinin göreli
olgunlaşmış olduğu hususuna dayandırır. Ayrıca bu geçişte, İnönü’nün
hürriyetperver duruşuna işaret edilir. Forumcular, Demokrat Partinin kuruluş
sürecinden bahsederken, bu partinin kurulmasına sevindiklerini, vaktiyle bu partinin
kuruluşunun Türk demokrasisi için umut verici olarak gördüklerini ifade ederler.
Aslında ülkedeki pek çok liberal demokrat aydının DP’ye dair umudu, 1950-1954
arasında da devam etmiştir. Liberal demokrat Forumcuların da, 1954 seçimleri
sonrasında dahi DP’nin 1950 seçimleri öncesi vaatlerini yerine getirebileceğine dair
umutlu olduklarını belirtmek gerekir. Ancak cumhuriyetçi demokrat Forumcular,
Derginin çıktığı tarihten itibaren hiçbir zaman DP’nin demokratikleşme sürecini
tamamlayacağına dair umut içinde olmamışlardır. Fakat Türkiye’nin daha iyi
noktalara doğru ilerleyeceğine dair iyimserliklerini hiç kaybetmemişlerdir.
Farklı ideolojilere sahip Forumcuların Türkiye’nin ilerleyeceğine dair
iyimserliklerini, uzun yıllar Batıda eğitim görmüş olmalarına bağlamak yanlış
olmayacaktır. Nitekim Batı demokrasilerinde tanık olduklarının bir benzerini,
Türkiye’de de görmekten mutluluk duyuyorlardı. Daha açık bir ifadeyle, merkez
sağda liberal demokrat kimliğiyle DP’nin, merkez solda cumhuriyetçi demokrat
115
kimliğiyle CHP’nin bulunması ve bu iki partinin birbiriyle demokratik bir
mekanizma içinde yarışması, seçmenlerin de bir gün bu partilerin programlarına
göre tercihte bulunacakları ümidi, onlarda Türkiye’de demokrasinin yerleştiği
düşüncesini kuvvetlendiriyordu. Kuşkusuz Türk demokrasisinin aksayan yönleri
vardı ancak bunlar ister liberal ister cumhuriyetçi anlayışla ama her iki durumda da
demokrasiden yana olmakla çözülebilirdi. Oysaki Forumcular, çok geçmeden
durumun böyle olmadığını, Türk demokrasisinin her türlü otoriter ve totaliter
tehlikelerin tehdidi altında olduğunu görmeye başladılar. Daha ötesi liberal demokrat
zannettikleri Demokrat Parti’nin otoriter bir parti olduğunu fark ettiler.
Türk siyasal yaşamına 1950-1960 arasında damgasını vuran Demokrat Parti
7 Ocak 1946 tarihinde kurulmuştur. Partinin kurucuları Celal Bayar, Adnan
Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’dür. Bu parti kurulduğunda kimi
çevrelerde oluşan beklenti, DP’nin ‘iktidarı denetleme partisi’ görevi alacağı
yönünde olmuştur. Ancak beklenti doğru çıkmamıştır. CHP ile DP arasındaki fark,
DP’nin iktisadi, siyasi ve toplumsal alanda daha liberal politikalar izlemekten yana
olmasından kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla, aydın çevrelerinde, Türk siyasetinde
taşların yerine oturmaya başladığı düşünülmekteydi. Çünkü CHP cumhuriyetçi
demokrasi savunuculuğu ile merkez solda, DP ise liberal demokrasi savunuculuğu
ile merkez sağda yer alacaktı. Bu, liberal ve cumhuriyetçi ülkedeki tüm demokratları
sevindiren bir hadiseydi.
Genel seçimler Temmuz 1946’da yapıldı. Bu seçimler, bir yıl öne alınmış
seçimlerdi. Seçimlerin bir yıl öne alınması, CHP’nin DP’yi hazırlıksız yakalama
girişimi olarak değerlendiriliyordu. Bu noktada lehte veya aleyhte bir yargıda
bulunmak polemiksel bir yaklaşım olur, ancak şu söylenebilir ki, her iktidar partisi
bir kez daha iktidar olmayı ister, kaldı ki CHP örneğinde Devrim sürecinin
tamamlanması gibi sorumluluklar söz konusu olduğu hatırlandığında, CHP’nin
DP’yi hazırlıksız yakalamak istemiş olması doğaldı. Çünkü bu parti her ne kadar
‘liberal demokrasi’ savunuculuğu yapıyorduysa da, iktidara geldikten sonra nasıl bir
yol izleyeceği, üstelik liberal demokrasi ideolojisinin modernleşme, kapitalistleşme,
demokratikleşme süreçlerini tamamlamada elverişli olup olmadığı soruları cevapsız
idi.
1946 seçimlerinden önce ‘tek dereceli seçim kabul edilmiş, değişmez genel
başkanlık konumu ile ‘milli şef’ sıfatı kaldırılmıştı. Basın yasasındaki değişikliğe
gidilmiş, üniversitelerin özerklikleri artırılmıştı. İşte bu koşullar altında
21 Temmuz 1946 tarihinde çok partili yaşamın ilk genel seçimleri yapıldı. Seçim
sonuçlarına göre 465 sandalyenin 390’ını CHP, 64’ini DP ve 7’sini de bağımsızlar
kazanmıştı. Bu seçimlerin oldukça gergin bir şekilde geçtiğini söylemek
mümkündür. Kuşkusuz ‘sınırlı demokrasi’ dönemini geride bırakıp demokrasiden
sınırın kaldırılması, kimi kesimlerin basın özgürlüğünü bir tahrik aracı olarak
kullanması neticesini doğurmuştur. Bu seçimlerin ‘baskı ve korku ortamında
yapıldığı’na dair kimi çevrelerin iddiası Türk demokrasi tarihinde tartışmalı
konulardan bir tanesidir. Bu bağlamda, CHP’nin iktidarda kalmaya devam edip,
Devrim sürecini tamamlama isteği olduğu bir gerçektir. Bunun için iktidarda
116
bulunmanın olanaklarından yararlanmış olduğu da inkar edilecek değildir. Ancak bu
tartışma bağlamında, CHP’nin seçimlerde iktidar kıskançlığı ile hareket ettiği, halka
baskı yaptığı ve korku saldığı şeklinde iddiaların mesnetsiz olduğunu belirtmek
gerekir.
Forum, bu gibi polemiklere sayfalarında yer vermemiştir. Aslında bu, onun bilimsel
yaklaşıma gösterdiği özenin açık ispatıdır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Forum,
CHP’yi, 1946 seçimlerinden önce, toplumsal alanda arzu edilenden daha az özgürlük
tanımış olmakla eleştirmiştir. Aynı eleştiriyi 1946 seçimleri sonrası CHP’nin tutumu
için de yapmıştır. Bununla beraber, 12 Temmuz 1947 tarihinde yani 1946
seçimlerinden tam bir yıl İnönü’nün cumhurbaşkanı olarak tüm partilere eşit
mesafede olacağına dair verdiği taahhüdü Türkiye’de çok partili yaşamın
kurumsallaştığının ilanı olarak telakki etmiştir. Öte yandan Forum, söz konusu
beyanname sonrasında ve 1950 seçimleri öncesindeki süre zarfında, CHP’nin seçim
yasasında yaptığı değişiklikleri yeterli bulmamıştır. Hatta, seçim yasasının daha
demokratik bir hale getirilmesi, seçimlerin adli yargı denetimine tabi olması
yönündeki DP’nin ısrarını yerinde bulmuştur. Ancak, DP’nin talep ettiği
değişikliklerin yerine getirilmemesi durumunda CHP’ye karşı, genel seçimleri
boykot edeceği tehdidini savurmasını demokratik üslupla bağdaşmayan bir hareket
olarak değerlendirmiştir.
1950 seçimlerinden önce seçim yasasında bazı değişiklikler yapılmış olmakla
birlikte, bu değişiklikler DP lilerce tatmin edici bulunmamıştır. Bununla beraber,
DP’nin seçimlerin adli yargı gözetiminde yapılması talebi hayata geçirilmemiştir.
İşte bu şekilde girilen 14 Mayıs 1950 tarihindeki genel seçimlerin galibi DP
olmuştur. Sina Akşin 1950 yılını ‘kısmi karşı devrimin’ başlangıcı olarak sayar.97
CHP tarihte ilk kez muhalefet partisi olarak siyasi alanda yer alacaktır. Seçim
sonuçları hem DP hem de CHP açısından şaşırtıcı olmuştur. Forum bu konuda şöyle
demektedir: “Türk milletini daha ileri hamleler yapabilecek bir zemine oturtmak
gayesiyle girişilen inkılapların başarıyla sona ermesi, CHP’nin vazifesini başarıyla
tamamlamış bir siyasi teşekkül haline getirmiş bulunuyordu. 1950’de iktidarın
değişmesi vazifesini tamamlayan bir teşekkülün yeni yolların araştırılmasına imkan
vermek ve kendini yeni şartların ve ihtiyaçların ilham ettiği istikametler için yeni
baştan hazırlamak üzere, devlet idaresi sorumluluğunu başkalarına devretmeyi ifade
ediyordu.”98 Seçim sonuçlarına göre, DP %53.35 ile 408, CHP %38.38 ile Mecliste
39 sandalye kazanmıştır. Her iki parti arasında %15 lik bir yüzdelik fark olmasına
rağmen, açık ara sandalye farkı olması, seçim sisteminden kaynaklanmıştır.
Bu sonucun hem DP liler hem de başta İnönü olmak üzere tüm CHP liler tarafından
beklenilmediğini belirtmek gerekir. Bu bahiste Samet Ağaoğlu’nun sonradan
kitaplaştırılmış olan siyasi günlüğünden, 16 Mayıs 1950 tarihli nottaki şu sözlere yer
vermek uygun olur: “Trendeyim. Ankara’ya dönüyorum. Zaferi kazanmış
olarak…Demokrat Parti büyük ekseriyetle kazandı. Cumhurbaşkanı bugün bir
tebliğle bu vaziyeti bildirdi. Bayar’ı da hükümeti kurmaya davet etti. Bayar,
97
98
Sina Akşin, Yakın Tarihimizi Sorgulamak, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2006, s.198.
Meselelerimiz ve Manevi Hazırlık Zarureti, Başyazı, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955.
117
Meclisin toplanmasına kadar eski hükümetin iş başında kalması icap ettiği cevabını
verdi. İsmet Paşanın iktidarı hemen devretmek için yaptığı bu teklif, o güne kadar
gösterdiği soğukkanlılığı, seçim neticeleri karşısında biraz kaybettiğinin delili
sayılabilir. Çünkü giden Meclis yeni Meclisin 22 Mayıs’ta toplanmasına karar
vermişti. Anayasaya göre yeni Meclisin toplanacağı güne kadar eski Meclis yerinde
kalmalıydı. Anlaşılıyor ki, İnönü, Halk Partisinin iktidarı kaybedeceğini önceden
görüp sezdiği halde, kalbinin bir köşesinde ümit ışığını söndürememişti. Fakat seçim
günü akşamına kadara alınan neticeler, onda hem bu ışığı söndürdü hem de
soğukkanlılığını biraz elinden aldı.”99
1950 seçimlerinde Demokrat Partiyi iktidara taşıyan pek çok sebep arasında partinin
popülist yaklaşımını da saymak gerekir. Altını çizmek gerekir ki popülizmin
‘cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi’ ile eklemlenmesi neredeyse imkansızdır, ancak
‘liberal demokrasi ideolojisi’ ve faşizm gibi diğer pek çok ideoloji ile eklemlenmesi
çok kolay ve rastlanır bir durumdur. Dolayısıyla DP liberal demokrasi savunuculuğu
yaparken popülizme de kanat çırpmakta güçlük çekmemiş, bir kez iktidara geldikten
sonra da demokrasiyi bir kenara bırakıp popülizme sarılmıştır. Popülist bir anlayışla,
genel seçimler öncesi DP, farklı grupları bünyesinde birleştirebilmiştir. Nitekim
sanayicilerin, çiftçilerin, geniş köylü kütlesinin, işçilerin, aydınların yani birbiri ile
ortak paydası bulmanın olanaksız olduğu kesimlerin partiyi desteklemelerini, DP li
yöneticiler tarafından temin edebilmiş olmasının sebebini, yöneticilerin, popülizmi
iyi kullanmış olmalarına bağlamak yanlış olmaz.
DP li yöneticiler her kesime farklı argümanlarla yaklaşmışlardır. Kimi kesimlere
karşı partinin ‘dindarların partisi’ olduğu izlenimi verilmiş, kimi kesimlere partinin
‘demokratların partisi’ olduğu mesajı verilmiş, kimi kesimlere ‘kalkınma’ ve
‘yüksek ücret’ vaatlerinde bulunulmuştur. Aslında az gelişmiş bir toplumda popülist
anlayışın bir partiyi iktidara taşıması beklenir bir durumdur. Çünkü bu toplumlarda
eski ve yeni bir arada yan yana yaşadığından, sınıflaşma gerçekleşmediğinden,
popülist hareketler taban bulabilmektedir. Zaten DP, bir kez taban bulduktan sonra,
iktidarda iken de geniş eğitimsiz halk kütlesini, popülist politikalarla elinde tutmayı
sürdürmüştür. Partiye destek, karşılıklı çıkar üzerinden ödüllendirme sistemi ile yani
patronaj ilişkilerinden geniş ölçüde istifade ederek sağlandığından; 1950 li yılların
ortasına doğru patronaj kaynaklarının azalmasının bir sonucu olarak desteği
sürdürmek için ‘din ve gelenek’ daha yoğun bir biçimde, hatta İslamcılık ve
Turancılık gibi ideolojilerin cesaret bulacağı raddeye kadar kullanılmıştır.
Batı demokrasilerinde bir parti, seçimlerden önce bulunduğu vaatleri, eğer iktidar
olmuşsa yerine getirmekle mesuldür. Forumcular da 1950 seçimleri sonrasında,
DP’den Batı demokrasilerindeki partiler gibi vaatlerini yerine getirmesini
beklemişlerdir. Forum’un partilerin vaatleri meselesine bakışı şöyledir: “Millet
hakimiyetini kabul etmiş olan bir memlekette iktidara geliş ön planda millete yapılan
vaat ve taahhütler sayesinde mümkün olur. Parti programında, seçim
beyannamelerinde, kongre veya genel idare kurulu tebliğlerinde, parti başkan ve
99
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük-Demokrat Partinin Kuruluşu, haz. Cemil Koçak, İstanbul:İletişim
Yayınları, 1992, s.401.
118
sözcülerinin nutuk veya makalelerinde ifadesini bulan bu prensip ve vaatler, millete
karşı verilmiş borç senetleri sayılır. Bunları yerine getirmemek, milleti aldatmaktır.
Böyle bir davranışın en hafif cezası ise iktidardan düşürülmek olacaktır.
‘Muhalefette iken öyle demiş olabiliriz, şimdi başka türlü düşünüyoruz’ yolunda
modern devlet anlayışından ve sorumluluk duygusundan uzak bir tez ileri sürülemez.
Hürriyet ve demokrasi vaat etme sayesinde milletin sevgi, itimat ve reyini kazanan
bir partinin milleti aldatmış sayılmaması için, hiç değilse görüş ve prensiplerini
değiştirdiği anda, yapmakla mükellef olduğu bir vazife vardır. O da bunu millete
açıkça ilan etmek yani ‘ben hürriyet istemiyorum, millete demokrasi değil onun zıddı
olan bir idare tarzını vaat ediyorum, bu gerçeği bile bile bana rey veriniz’ diyerek
çehresini her türlü maskeden uzak surette bütün çıplaklığıyla göstermek ve kendisini
iktidara getirmiş bulunan seçim sisteminden daha sıkı olmayan ve muhalefete eşit
haklar tanıyan bir seçime derhal başvurmak. Aksi halde bir iktidar partisi, o
mevkide, milletin serbest, gerçek ve tağşiş edilmemiş iradesiyle durmakta olduğunu
ciddi surette iddia edemez.”100
Forumcular, DP’den, tek parti dönemi kurum ve kuruluşlarının tasfiye edilmesini,
bunun yerine çok partili düzenin gerektirdiği demokratik mekanizmaları kurmalarını
ve bunları işletmesini beklediler. Ancak, geniş halk kitlesine, ‘her mahallede bir
milyoner yaratarak, ülkeyi bir küçük Amerika haline getirme’101 vaadinde bulunan,
aydın kesime de demokratikleşme konusunda ciddi adımlar atacağını taahhüt eden
DP yöneticileri, iktidara geldikten sonra verdikleri tüm vaatleri geride bıraktılar.
1950 seçimlerinin hemen akabinde henüz kimse, DP’nin anti-demokratik bir parti
olacağını tahayyül etmiyordu, 1946-1950 arası DP’nin demokratik çıkışlarının
iktidarda icraata dönüşeceği sanılıyordu. Ne yazık ki, DP’nin demokrasi
savunuculuğu, iktidara geldikten sonra muhalefetteki dört yılının anısı olarak
kalacaktı.
Liberal ve cumhuriyetçi, ülkedeki tüm demokrat aydınlar, DP’nin 1950-1954 arası
iktidar döneminde şaşırmışlardı. Gerçi cumhuriyetçi demokratlar bu şaşkınlığa
liberal demokratlara nazaran DP’ye duydukları şüphe sebebiyle hazırlıklıydılar. Öte
yandan liberal demokratlar açısından DP’nin ilk dört yıllık icraatları tam manasıyla
bir ‘şok’ idi. DP liberal demokrat değil, pragmatik bir partiydi ve muhalefetteyken
kaldırılmasını CHP’den istediği yasaları kendisi uyguluyor, daha ötesi 1950
öncesinden kalma birçok yasayı ise fazla demokratik buluyordu.
Aydınların gitgide susturulduğu, muhalefetin ezildiği, aralıksız temel atma
törenleriyle geniş halk kütlesinin gözünün boyandığı, iktisat politikalarının yarattığı
yanıltıcı bolluğun henüz tam bir bunalıma dönüşmediği bir ortamda 2 Mayıs 1954
tarihinde genel seçimler yapıldı. DP %56 ile Mecliste 503 sandalye, CHP ise %35
ile 31 sandalyeye sahip oldu. Meclis, DP grubu ile neredeyse özdeş hale gelmişti.
1950 öncesinde DP’yi destekleyen birçok aydın seçim sonuçlarının demokrasiyi
kurumsallaştırmak şöyle dursun, demokrasiyi tehlikeye açık hale getirdiğini
100
101
Muammer Aksoy, Demokrasi ve DP, İncelemeler, Forum, sayı:143, 1 Mart 1960.
Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul:Birikim Yayınları, 2005, s.86.
119
düşünmeye başlamışlardı. Forumcuların da DP’nin 1954 seçimleri sonrasındaki
icraatlarına şüpheli baktıklarını tespit etmek mümkündür.
Bununla beraber yinelemek gerekirse liberal demokrat Forumcular, Derginin
çıkmaya başladığı 1 Nisan 1954 tarihinden itibaren, 1955 yılı da dahil olmak üzere
DP’nin demokratik bir tavır alabileceğine dair umutlarını korumuşlardır. Ancak bu
umut, 1955 yılı ortalarında kaybolmaya başlamış, DP’nin anti-demokratik
uygulamalarını yoğunlaştırdığı 1955 yılı ikinci yarısından itibaren umut silinmeye
başlamıştır. Hemen belirtmek gerekir ki liberal demokratların DP iktidarına karşı
beslediği umut, tam da Forum Dergisinin iktidara yönelik az yoğunlukta eleştiri
yönelttiği döneme denk gelmektedir. Bundan da, Forum’un çizgisini belirlemede bu
dönemde liberal demokrat Forumcuların etkili olduğunu çıkarmak mümkündür.
Forum, ilk sayılarında DP’nin ezici çoğunlukla Mecliste temsil edilmesinin DP li
politikacıları demokratik tutumdan uzaklaştıracağına dair şüphelerini belirtmekten
geri durmaz. Öte yandan iktidar ve muhalefet arasındaki gerginliklerde sadece
iktidar partisini değil aynı zamanda CHP lileri de örtülü bir şekilde eleştirir. Örneğin
9. sayısındaki şu değerlendirme ilginçtir: “Daha ilk günlerden Mecliste ve Meclis
dışında muhalefetle iktidar arasındaki münasebetler asabilik ve sinirlilik havası
içinde cereyan etmiştir. Birçok kanunların müzakeresi esnasında karşılıklı sarf
edilen ağır sözler, siyasi hayatımızın ideal demokrasilerdeki soğukkanlılık ve
hoşgörürlük içinde gelişmesini bekleyenler için hayal sukutuna sebep olmuştur. Bu
müessif durumun amillerinden en mühimi şüphesiz siyaset adamlarımız tarafından
iktidar ve muhalefet mefhumlarının henüz tamamıyla anlaşılmamış olmasıdır. Sayın
başvekilin hükümet programının müzakeresi esnasında ‘muhalefet bu şekilde devam
edecek ve başındakileri değiştirmeyecek olursa kanuni mecburiyetler dışında onu
tanımayacağız’ şeklindeki sözleri bizce yanlış bir anlayışın mahsulüdür. İyi veya
kötü, muhalif milletvekilleri de Meclise seçim yoluyla gelmişlerdir. Ne parlamento
hukuku, ne de parlamento adabı bakımından kendilerini manen bertaraf etmek
mümkün değildir. Netice itibariyle seçmenlerin iktidarı seçmesini bildirdikleri halde
muhalefeti seçmekte ehliyetsiz oldukları veya hata ettikleri de iddia olunamaz.”102
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Muhalefetin iyi veya kötü olmasına
gelince, bunun takdiri tamamıyla efkarı umumiyeye ait bir keyfiyettir. Halk
Partisinin ve diğer muhalefet partilerinin geçen dört sene zarfında yaptıkları
tenkitlerin müeyyidesi ve neticesi 2 Mayıs seçimleriyle tezahür etmiş sayılmak iktiza
eder. Eğer muhalefet kendisi için verimsiz bir yola devam ediyorsa bunda iktidarı
sinirlendirecek bir husus mevcut değildir. Hatta siyaset taktiği bakımından iktidarda
bulunan partinin bundan bir miktar da memnun olması icap eder. Çünkü bu
muhalefet metodu gelecek seçimlerde onun galebesini kolaylaştırıyor demektir.”
DP’nin CHP’den şikayetçi olduğu nokta, CHP’nin her şeye itiraz ettiği, her şeyi kara
göstermeye çalışmasıydı. Her şeyin kötü gittiği mevzusu bir yana, DP’nin bu
şikayeti demokratik usuller içinde anlamlandırılamayacak bir tutumdur. Çünkü
102
Seçimlerden Beri Siyasi Hayatımızın Bilançosu, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:9,
1 Ağustos 1954.
120
muhalefetin vazifesi, iktidarın faaliyetine iştirak ederek onu mükemmelleştirmek
değildir. Muhalefet Mecliste gelecek seçimleri hazırlamak için mesai sarf eder. Bu
bakımdan istediği kanunu beğenip beğenmemekte serbesttir. En nihayetinde
Mecliste şiddetle eleştirdiği bir kanun uygulamada iyi neticeler verecek olursa, bu
eleştirinin cezasını seçmenler önünde çekecek olan kendisidir. Demokrasilerde
siyasi partiler bir programın gerçekleştirilmesi için işbaşına geldiklerine göre, iktidar
partisinin programını beğenmeyen muhalefetin, onun tatbiki demek olan kanunları
eleştirmesi değil, o kanunlara olumlu oy vermesi anormal sayılmalıdır.
Forum, genel seçimlerin akabinde çıkartılmaya başlayan anti-demokratik kanunları
eleştirmekten imtina etmez. Bilindiği üzere 30 Haziran 1954 tarihli kanunla, Kırşehir
ili ilçeye çevrilmiş, ilçe olan Nevşehir ise aynı adla il olmuştur. Bu kanun ile
DP iktidarı, Kırşehirlileri, Millet Partisi’ne oy vermiş olmaları nedeniyle
cezalandırmıştır. Kırşehir hadisesinden daha önce ise Malatya cezalandırılmış ve bu
il ikiye bölünmüş, Adıyaman yeni il olarak ortaya çıkmıştı. 30 Haziran 1954
tarihinde çıkartılan bir diğer antidemokratik kanun ise seçim kanundaki değişiklik
tasarısı idi. Bu kanun ile muhalefetin hakları kesintiye tabi tutulmuştur.
Haziran 1954, DP’nin Meclisin kapanmasından önce bir dizi anti-demokratik
kanunu çıkarttığı tarih olmuştur. Nitekim aynı dönemde emekli sandığı kanununda
değişikliğe gidilmiş, bu değişiklikle CHP’nin seçmen tabanı olduğu düşünülen
memurlar cezalandırılmak istenmiştir. Temmuz 1954’te de memurların Vekalet
emrine alınmasına dair bir yasa çıkartılmıştır. Bu yasa memurların iş güvencesini
ortadan kaldırmaktaydı. DP, bunun gibi bir dizi anti-demokratik kanunu Meclisten
geçirdi. CHP li 31 milletvekili DP li 503 milletvekili ile mücadelede zor günler
yaşamaktaydı. DP’nin 1954 sonrasında artırdığı bu baskıyı kötüye gitmekte olan
iktisadi koşullarda aramak yerinde olur. DP yöneticileri 1954’e kadarki suni
bolluğun bunalımla neticelenebileceğini tahmin ediyorlardı. Böyle bir bunalımda
basın, üniversiteler, yargı mensupları gibi sesini yükseltebilecek tüm kesimlerin
sesinin kısılmış olmasının temini gerekiyordu, aksi halde DP, iktidarını muhafaza
edemeyebilirdi.
Forumcular yabancı basını sıkı takip etmekteydiler. Özellikle yabancı basında
Türkiye’ye dair bir yazı çıktığında, hemen bunu tercüme edip yayınlamaktaydılar.
Örneğin The Political Quarterly’de yayınlanmış olan Türkiye’ye dair yazıya Türk
siyasal yaşamının dışardan nasıl göründüğüne dair bir örnek teşkil etmesi açısından
Forum’da yer verilmiştir: “Demokrat ve Halk Partilerinin bir dereceye kadar farklı
sosyal gruplar tarafından desteklenmekte oldukları fikri doğru olabilir.
İşadamlarının büyük bir kısmı DP’yi tutmaktadır. Buna mukabil, memurlar,
subaylar, üniversite hocaları ve öğretmenler arasında CHP’ye meyyal olanlar daha
fazla gözükmektedir. İşçilerle esnafın siyasi temayülleri hakkında pek fazla bilgi
mevcut değildir. Buna mukabil son seçim neticeleri, çiftçiler arasında DP’nin çok
daha fazla revaçta olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak bu partilerden hiçbiri bir
sınıf partisi değildir. İki parti arasında sarih bir politika farkı da yoktur. Dış politika
mevzuunda tam bir anlaşma mevcuttur. İç meseleler hakkındaki münakaşalar ise
prensip ihtilaflarından ziyade, tamamıyla teferruat mahiyetindeki bazı konulara
aittir. Halkçılar artık devletçilik doktrinine o kadar sıkı sıkı sarılmıyorlar, buna
121
mukabil Demokratlar da önemli ölçüde devlet teşebbüsünü kaçınılmaz addetmeye
başlamışlardır.”103
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Hükümet büyük çiftçi kütlelerinin
desteğine sahip oldukça, orta sınıf aydınların ve şehir halkının kanaatlerine pek
aldırmamak ve icabında tazyikle bunları temsil eden sesleri kısmak niyetindedir.
Tecrübe göstermiştir ki, az gelişmiş memleketlerde bir aydın memnuniyetsizliği,
iktisadi şartlardan dolayı köylü ve işçi memnuniyetsizliği ile bir araya geldiği zaman
iktidarlar için hakiki bir tehlike teşkil etmektedir. Türk hükümeti ise şimdilik bu kötü
rüyaları görmemektedir. Kütlelerin hayat seviyesini tedricen artırabildiği ve
aydınların da hürriyet sahasını dar tutabildiği müddetçe iktidarına bir tehlike
gelmeyeceğini hesaplamaktadır. Ve bu hesaplar pekala doğru çıkabilir. Ama gerek
1919 ve gerekse 1950 tecrübeleri, normal olarak itaatkar olan Türk halkında pek
hesaba gelmez bir unsurun da mevcut olduğunu ortaya koymuştur. İşte hükümetin
sinirliliğinin sebebi budur.”
DP’nin otoriter çizgisine ve hem siyasi gem de iktisadi politikalarındaki yanlışlarına
1955 yılı içinde kimi partililer de eleştiri getirmekteydiler. Örneğin Kenan
Akmanlar, Haluk Timurtaş, Ekrem Cenani, Feridun Ergin isimli dört milletvekili
18 Ocak 1955 tarihinde, hazırladıkları raporla, hükümetin iktisat politikasını sert bir
şekilde eleştirdiler. 8 Şubat 1955 tarihinde Gümrük ve Tekel Bakanı Mecliste
şiddetli saldırılara hedef oldu. 21 Mart 1955 İzmir DP il kongresi mücadeleli geçti.
15 Nisan 1955 tarihinde partinin dört kurucusundan biri olan Fuat Köprülü Dışişleri
Bakanlığı’ndan istifa etti. DP politbürosu tüm bu hadiselere kulak tıkıyordu. DP,
1950 yılında başarısını, toplumun tüm kesimlerinin koalisyonuna borçluydu. Ancak
bu koalisyon bizzat DP’nin otoriter çizgisi nedeniyle çözülmekteydi. DP’nin basın
ve üniversitelere karşı otoriter siyaseti yüzünden birçok aydın DP’ye desteğini
çekmeye başlamıştı. Onların partiden uzaklaşmaları ise DP yöneticileri tarafından
önemsenmemekteydi. Çünkü DP’nin dayandığı geniş köylü kütlesi vardı ve onların
oyları DP iktidarı için kafiydi, neticede aydınların oyu sayılıydı, asıl oy deposu ise
köylerdi.
Forum’da DP’nin 1950’den itibaren DP icraatlarına dair şöyle bir genel
değerlendirmeye rastlamak mümkün: “1950’den beri geçen seneler esnasında yeni
hareketin siyasi liderlerinin tuttuğu yol hakkında fazla izahata lüzum yoktur. Bu yol
bugün artık kafi derecede aydınlanmıştır. Liderler, 1950 hareketini yalnızca iktidarı
ele geçirme vesilesi telakki etmişler, memlekete vaat ettikleri hedefleri tamamen
unutmuşlar; yeni şartların icap ettirdiği fikir, hareket ve zihniyete kendilerini
uydurmada başarı gösterememişlerdir. Siyasi hürriyetler adım adım kısılmış,
iktisadi sahada hüsnüniyetli bazı teşebbüsler, sistemli ve temelli bir görüş ve fikir
temeline dayanmadığı için kısa zamanda başarısızlık işaretleri vermiştir. Bu şartlar
içinde liderlik ettikleri siyasi hareketi bir arada tutabilmek için manevi unsurlara
dayanmayan, DP ileri gelenleri, otoriter usullere başvurmaktan başka çare
bulamamışlardır. Fikir ve manevi bir temelden mahrum kalan bir siyasi hareketin
103
Bugünkü Türkiye, Ne Diyorlar, Forum, sayı: 38, 15 Ekim 1955.
122
temsilcileri, kendilerine yöneltilen en ufak ve masum bir tenkit karşısında bile aşırı
bir hassasiyetle reaksiyon göstermişlerdir. Memleket içindeki tenkitleri
durdurabilmek için basın, üniversite, memurlar ve adliye cihazı üzerindeki baskıları,
kendi siyasi topluluklarına da teşmil zarureti duymuşlardır. Parti kongrelerinde ve
parlamento gruplarında girişilen, temizleme ve tasfiye ameliyesi, manevi unsurları
bir kenara bırakıp fiziki vasıtalarla, şiddet yoluyla bir siyasi hareketi beraber
tutmak için girişilmiş ümitsiz hareketler olarak vasıflandırılmalıdır.”104 Bu yazının
1955 yılı sonunda kaleme alındığı göz önünde bulundurulduğunda, liberal
demokratlar da dahil tüm Forumcular tarafından, DP’nin demokratik bir parti
olmadığının, Dergi ikinci yılını doldurmadan kesin suretle anlaşıldığını belirtmek
gerekir.
Forum’un DP politika ve uygulamalarına yönelik eleştiri dozunu artırmaya başladığı
sayılar DP’den ayrılan 19 milletvekilinin yeni bir parti kurma sürecine denk
düşmektedir. Nitekim Hürriyet Partisi 19 Kasım 1955 tarihinde kurulmuştur. Bu
arada hemen şunu belirtmek gerekir ki, bir grup milletvekilinin DP’den ayrılması DP
içindeki kargaşayı dindirmemiştir. 22 Kasım 1955 tarihindeki DP Meclis grubu
toplantısı DP yöneticileri açısından çok kötü geçmiştir. Hadise özetle şöyledir:
‘DP Grubu, iktisadi meselelerle ilgili gensoru açılması kararı almıştı.
29 Kasım 1955’deki grup toplantısı ise şiddetli tartışmalara sahne oldu.
Milletvekilleri kötü gidişten bakanları sorumlu tutmaktaydılar.’ Burada ilginç olan
nokta şu idi, milletvekilleri eleştiri oklarını doğrudan başbakana değil bakanlara
yöneltmekteydiler. Bu tutum Osmanlı
zihniyetinin silinmediğinin açık
göstergesiydi. Çünkü Osmanlı’da da aydınlar padişahı değil, onun çevresindeki
kimseleri suçlarlardı.
Bakanlar çekilmek zorunda kalmışlardı, ancak başbakan Menderes,
Mükerrem Sarol’un dahiyane(!) fikri ile kendini kurtarmıştı. Menderes gruptan
sadece kendisi için güvenoyu istemişti, böyle bir fikir hiçbir memleketin demokrasi
tarihinde eşine rastlanmayacak bir kurnazlığın ifadesiydi. Açıkçası, tam bir Şark
kurnazlığıydı ve acıdır ki Türk Devriminin daha tamamlanmamış olduğu, bu
hadisede dahi açıkça görülmekteydi. Çünkü tamamlanmış olsaydı, demokrasi
kültürü yerleşmiş olur ve bu gibi Şark kurnazlıklarıyla hareket edilmeye tevessül
edilmezdi.
Nitekim demokratik bir kültürde, yöneticiler de dahil olmak üzere tüm yurttaşlar,
demokratik olmayan kuralların uygulamaya kalkılmasının maliyetini hesaplama
bilincine sahip olduklarından demokratik kurallara sahip çıkarlar. Oysaki Menderes
ve ekibi, bu maliyet hesabından kaçınmıştı. 30 Kasım 1955 tarihinde Menderes
kurtulmuştu. Menderes kurtulmuştu ama onu kurtaran adam kurtulamamıştı,
Mükerrem Sarol 2 Aralık 1955 tarihinde, genel idare kurulunun aldığı ihraç kararıyla
haysiyet divanına sevk edildi. Bu sürece dair Forum’da pek çok yazı kaleme
alınmıştır. Ancak bunlardan en dikkat çekici olan tespit şudur: “Altı yıl evvel
memleketimizde esmeye başlayan ümit ve heyecan havasının kısa bir zamanda
104
Meselelerimiz ve Manevi Hazırlık Zarureti, Başyazı, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955.
123
dağılıp kaybolduğuna şahit oluşumuz, muhakkak ki çağdaş siyasi ve içtimai
tarihimizin en büyük hayal kırıklıklarından biri olarak hatırlanacaktır. Demokrasi
namına yapılanlar, rejimi, bir polis devletine doğru sürüklüyordu, iktisadi kalkınma
diye girişilen işler ise her gün memleketi biraz daha iktisadi gerilemeye doğru sevk
ediyor. Tarihimizin iç ve dış alemde bizler için hazırladığı fırsatlar beceriksizce
israf ve heder ediliyor. Dışarıda Cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla ve en son 1950
tecrübesiyle artık bize büyük işler yapmaya kadir, kabiliyetli bir millet sıfatıyla
bakmaya hazırlananlar, bir zamanlar unutulmuş görünen ‘hasta adam’ sözünü
tekrar kullanmaya başladılar.Demokrat Parti tecrübesi, özlü ve sistemli bir fikri
muhteva kazanabilmek için uzun ve meşakkatli manevi hazırlık yapmayan siyasi
hareketlerin kısa bir zamanda dejenere olmaya mahkum olduğunu bize
göstermiştir.”105
DP bir çıkmaza girmişti. Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu demokrasiye
sarılmaktı. Ancak DP demokrasiyi sadece bir araç olarak gördü. 13 Aralık 1955
tarihinde güvenoyu almadan önce Menderes, grupta eleştiri konusu olmuş her şeyi
düzelteceğini vaat etmişti. Bu vaatler arasında anayasada demokratikleşme yönünde
değişiklikler yapılması, seçim kanununda yapılan anti-demokratik değişikliklerden
geri adım atılması, ispat hakkı meselesinin gözden geçirilmesi, bütçenin denk hale
getirilmesi, vurgunculukla mücadele, karaborsa ile mücadele, ihtiyaç maddelerinin
adil dağıtılması, emekli sandığı kanunu ve memuru ilgilendiren diğer kanunlarda
yapılmış olan anti-demokratik değişikliklerden geri adım atılması vb. yer
almaktaydı. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki tüm bu vaatler, DP’nin iktidarı
CHP’den devraldığı koşulların temininden öte bir anlam taşımamaktaydı. Oysaki
DP, 1950 seçimlerinde iktidara daha çok demokrasi ve daha çok kalkınma vaadiyle
gelmişti. 1955 yılı sonu ise göstermektedir ki, DP hem siyasi hem iktisadi alanlarda
memleketi 1950 noktasından da geriye taşımıştır. Bu noktada Forum’daki şu tespit
ilginçtir: “1950’ye kadar elde ettiğimiz hürriyetleri ancak yeni bir değişmeden sonra
tekrar elde edebiliriz. Demokratik rejim işlemez hale gelmiştir.”
1955 sonunda DP içinde kopan fırtınaların durulması sonrasında, Menderes birkaç
ay kadar yumuşak bir politika izledi. Ancak Menderes Nisan 1956’da sertlik
politikalarına geri döndü. Yargıçlar emekliye sevk edilmeye başlandı, basın
kanununda daha da sıkı kontroller getirildi, üniversiteler üzerindeki baskı
şiddetlendi, birçok akademisyen istifa etmek durumunda kaldı, işçi teşekkülleri
kapatıldı, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu daha da sıkılaştırıldı, muhalefet
partisi milletvekillerinin faaliyetleri engellendi, muhalefet partilerin toplanmaları
yasaklandı, birçok gazeteci göz altına alındı, kimileri tutuklandı ve hapsedildi.
DP diktatörlük rejimine doğru kaymaktaydı. Aydınlar endişe içerisindeydi. İşte bu
koşullarda 27 Ekim 1957 genel seçimlerine gidilmişti. Söz konusu seçimlerde
Forum, Hürriyet Partisini desteklemişti. DP üçüncü kez iktidar partisiydi.
1957 genel seçimlerinin sonuçlarına göre DP %47.7 ile 424 sandalye, CHP %40.82
ile 178 sandalye, CMP %7.19 ile 4, Hür. P. %3.85 ile 4 sandalye sahibi olmuştu.
105
Uzağı Düşünme Zamanı, Başyazı, Forum, sayı:51, 1 Mayıs 1956.
124
Görüldüğü üzere DP ile CHP arasında aldıkları oy oranı bakımından fark yüksek
olmasa da çıkardıkları milletvekili sayısı bakımından fark çok büyüktür. Bu arada
hemen şunu ilave etmek gerekir ki iktidar partisi 1954 genel seçimlerine göre oy
kaybına uğramış, ana muhalefet partisi CHP ise oylarını yükseltmiştir. Kaldı ki
önceki dönemde CHP’nin Mecliste 31 milletvekili olduğu hatırlandığında, bu
rakamın 178’e çıkartılmış olması bir başarıdır. Şunu belirtmek gerekir ki DP’nin bu
seçimlerde yürüttüğü propaganda faaliyeti ve seçimi kazanmak için iktidar
olanaklarını fazlasıyla kullanması seçime gölge düşüren başlıca amil olmuştur. DP
seçim kampanyasında CHP lilerin ‘komünist ve dinsiz’ olduklarına vurgu yapmış ve
DP iktidarı döneminde açılmış olan cami ve imam hatip sayısını kullanmak suretiyle
cahil halk kütlesinin dini inanç ve duygularına hitap etmeyi hedeflemiştir. DP ayrıca
1954 seçimlerinde yaptığı gibi Nurcuların desteğini almıştır.
Bu seçimlerden Hür. Partinin başarılı olamaması üzerine Forumcular uzun tahliller
yapmışlar ve bir müddet tüm partilere mesafeli tutum takınmışlar, ancak DP
iktidarına yönelik eleştirinin dozunu artırmışlar, 1958 yılı ikinci yarısından itibaren
ise CHP’ye örtülü destek vermişlerdir. Bu çerçevede Forum’un 1957 yılına dair şu
değerlendirmesine yer vermek uygun olur: “1957 yılının Türk siyaset hayatında
meydana getirdiği önemli gelişmelerden bir tanesi, Demokrat Partinin bir mutlak
tek parti idaresi kurma temayülünü şuurlu ve kararlı hale getirmiş hatta bir doktrin
olarak formüle edip açığa vurmuş olmasıdır. Partinin liderleri, sorumlu ve sorumsuz
sözcüleri, Türk toplumunu, gerek kültür seviyesi, siyasal erginliği ve alışkanlık ve
görenekleri bakımından, gerek içinde bulunduğu ekonomik şartlar bakımından Batılı
anlamda demokratik bir düzene hazır ve elverişli görmediklerini, gerçek bir
demokratik düzene kavuşabilmek için Türk toplumunun daha birkaç kuşak süresi
beklemesi gerektiğine inandıklarını saklamamaktadırlar. Bunun için, Türkiye’de
demokrasinin, müesseseler bakımından zaten asgari bir ölçüde bulunan teminatını
büsbütün ortadan kaldırmak istemektedirler. O kadar ki, Cumhuriyetin tek partili
çağında hazırlanmış bir anayasayı, o çağda benimsenmiş bir kuvvetler anlayışını
hatta gene tek partili bir Millet Meclisi için hazırlanmış bir içtüzüğü bile Türk
toplumu için bugün fazla ileri bulduklarını açığa vurmaktadırlar.”106
1957 seçimlerinden sonra ülkenin çeşitli illerinde gösteriler oldu, bu gösterilerde
DP’nin usulsüzlük yaptığı iddia ediliyordu. Muhalifler kütükler düzenlenirken kendi
adlarının listelere geçirilmediğini savunuyorlardı. Bu iddialar doğru olmalıydı ki
bazı yerlerdeki itirazlar geçerli sayıldı, mesela Diyarbakır il seçim kurulu seçimlerin
yenilenmesine karar verdi. 1957 seçimlerine gölge düşmüştü. Menderes ise 1957
seçimlerindeki usulsüzlükleri meşrulaştırmak için olsa gerek, 1946 seçimlerinde
CHP’nin DP’ye baskı uygulamış olduğunu söylemekteydi. Menderes, bir anlamda
‘CHP ettiğini buldu’ demeye çalışıyordu. Böyle bir bakışın ise demokratik rejimde
yeri olmadığı açıktı. Üstelik de CHP iktidarının 1946 seçimlerinde usulsüzlük
yaptığı kabul edilse bile, 1950 seçimleri için bu iddia geçerli olamayacağına göre,
Menderes’in on bir yıl öncesini kendisine referans alması makul gözükmemekteydi.
106
1957 Yılının Siyasi Panoraması, Başyazı, Forum, sayı:91, 31 Aralık 1957.
125
1958 yılına damgasını iktisadi bunalımlar vurmuştu. Birçok mal karaborsaya
düşmüştü, dükkanlar önünde uzun kuyruklar sıklıkla görülür bir hadise halini
almıştı. Zamlar birbirini takip ediyordu. 4 Ağustos 1958 tarihinde Türk parasının dış
değeri üç mislinden fazla düşürüldü. Ülke borç batağına saplanmıştı. Kredilerin
çevrilmesi güçlüğü borç ekonomisini büsbütün içinden çıkılmaz bir hale getirmişti.
İktisadi kötüleşme DP’yi geniş halk kütlesinin desteğini kaybetmemek için daha çok
din istismarcılığına yöneltiyordu.
Bu bahiste Forum’da şöyle denilmektedir: “Şimdiki Cumhuriyet Bayramları
bilhassa her yıl muasır medeniyet yolunda biraz daha ileriye gidildiğini görerek
sevinmeye alışmış gençlik kütlesi için artık birer üzülme, acınma ve hayal kırıklığı
vesilesi olmaktadır. Her 29 Ekim günü, geride bırakılan cumhuriyet yılının
muhasebesi yapıldığı zaman, ilerlemelerin kurtulmaların ve aydınlıkların yerine,
gerilemeler, baskılar ve karanlıklar göze çarpmaktadır. Aslında hiç böyle olmaması
lazım gelirdi. Türkiye’de cumhuriyetçi hareketin artık herhangi bir tehlike
karşısında kalmaması lazım gelirdi. Fakat ne yazık ki Cumhuriyete karşı en büyük
tehlike bizzat Cumhuriyeti tam anlamıyla gerçekleştiren hamlelerden sonra kendisini
göstermiştir. Geriliğin mensupları, demokratik hayat içindeki siyasi mücadelelerde
ne derece önemli bir yer işgal etmekte olduklarından tamamen haberdardır ve
nihayet oy sandıklarında son bulacak açık artırmalarda kendilerinin ne kadar ağır
basabileceklerini müdriktirler. En çok güvendikleri tarafları, sayılarıdır ve iktidar
koltuğunda kalmak için sayılarından medet umacak olanların eninde sonunda kendi
ellerine düşeceğinden emindirler. Nitekim 1957 seçimlerindeki muhalefet oylarının
azametinden sonra, meydan nutuklarında geriliğe verilen tavizlerin artışı, onların
bu faraziyelerinde pek de yanılmadıklarını göstermektedir.”107 Bu sözlerin yer
aldığı yazının, Forum’un, CHP’ye örtülü destek vermeye başladığı döneme denk
geldiğini hatırlatmak gerekir.
24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi, CHP’ye katıldı. Menderes bu birleşmeye
dair ‘Haçlı cephesi’ nitelendirmesini yaptı. Bir ülkenin başvekilinin, muhalefet için
sarf etmiş olduğu bu söz demokrasi için çok acıklı olmuştur. Çünkü bu söz, iktidarın
muhalefetsiz olma isteğini ortaya koymanın yanı sıra, diktatörlük rejimi için milli
iradenin alet edildiğine, daha genel ifadeyle demokrasinin demokrasiyi ortadan
kaldırmak için kullanıldığına delil teşkil etmekteydi. Bu durumu ise ancak geriye
gidişle açıklamak mümkündür.
Forum bu bahiste şunları söylemektedir:“Demokrat Parti , çoğunluk partisi olarak
memlekete karşı olan mesuliyetlerini gerektiği gibi benimsememiştir. Bunun en yakın
misali, aylardan beri içtima etmeyen, Anayasanın sarih hükümlerine rağmen birçok
bakanlıkları uzun müddetten beri vekaletle idare olunan, başbakanı devamlı olarak
hükümet merkezi dışında ikamet etmekte olan, hükümeti demokrasinin ana
prensiplerinden olan murakabe etmekten çekinmesi ile belirmektedir. Cumhuriyet
Türkiye’sinin tarihi içinde bu derecede murakabesizlik yoktu. Tek parti devrinde
dahi hükümetler muntazaman toplanmakta ve müşterek mesuliyet esasına dayanarak
107
35. Yıl ve Yeşil Bayraklar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:111, 1 Kasım 1958.
126
memleket işlerini idare etmekte idiler. O zamanlar beğenilmeyen CHP hükümeti çok
daha müessir bir şekilde murakabe etmekte idi. Şimdi görünen ise şudur. DP
murakabe etmediği gibi murakabeye de mani olmaktadır. Hükümet, daha doğrusu
DP genel başkanı, meclis grubunu, derin bir şekilde nüfuz ve murakabesi altında
tutmaktadır. Çarklar tersine işliyor. Bunun içindir ki ileriye değil geriye
gitmekteyiz.”108
DP’yi 1950’de iktidara taşıyan basın olmuştu. Ancak DP, iktidar olduktan sonra tek
parti döneminde dahi görülmeyen bir baskıyı basına uygulamıştır. Forum bu
minvalde şöyle demektedir: “Geniş ölçüde tenkit hürriyetinden faydalanmış bulunan
Türk basını, 1946-1950 yılları arasında Demokrat Partinin gelişmesine, memlekette
tanınmasına ve 1950 seçimlerinde iktidara gelmesine yardım eden başlıca
faktörlerden biri olmuştu. O vakitlerde basın hürriyeti Demokrat Partinin başlıca
sloganlarından birini teşkil etmekteydi. Yine o yıllarda ağır ve çoğu zaman tenkit
hudutlarını aşan yazılara rağmen, istisna teşkil eden bir iki vaka dışında, hapis
cezasına maruz bırakılmış gazeteci mevcut değildi. Basının Demokrat Partili
liderlerin şahıslarına karşı hususi bir sempati duyması için hiçbir sebep mevcut
değildi. Demokrat Partiye destek verilmesinin sebebi, daha çok hürriyet ve daha çok
refah vaat etmiş olmasıdır. Fakat hiçbir millet, tarihinde demokrasi için yaptığı
mücadele bu ölçüde hayal kırıklığına uğramamış ve uğratılmamıştır. 1950’den
sonra yavaş yavaş anlaşılmıştır ki, bugün siyasi iktidarı ellerinde bulunduranlar,
hürriyeti, kendi hürriyetlerini artırmak ve başkalarının hürriyetlerini daraltmak,
hatta yok etmek için bir vasıta saymışlardır.”109
Forum’da yer alan birçok yazıda demokrasi ile iktisadi gelişmişlik arasında
paralellik kurulduğu görülür. Örneğin bir yazıda şöyle denmektedir: “Demokratik
müesseselerin başarıyla işleyebilmesi için zaruri şartlar arasında muayyen bir
iktisadi gelişme seviyesinin ehemmiyeti zikredilebilir. Bugün demokrasinin en iyi
işlediği Amerika, İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Avustralya gibi birçok
memleketleri göz önüne getirdiğimiz takdirde, bu memleketlerin muayyen iktisadi
gelişme safhasını aşmış oldukları müşahede edilir. Bir memlekette demokratik
müesseselerin yerleşebilmesi için şart olan iktisadi gelişmenin seviyesi hakkında
kemmi bir hudut tayin etmek şüphesiz mümkün değildir. Bununla beraber iktisadi
gelişme, şehirleşme, sanayileşme, kuvvetli bir orta sınıfın teşekkül etmesi, eğitim,
okuryazarlık ve basının gelişmesi için sağlam bir zemin hazırlamalıdır.”110 Buradan
şu sonucu çıkarmak mümkündür: ‘DP iktidarını yeniden ve yeniden üreten iktisadi
az gelişmişliktir.’
Forum’un DP iktidarına yönelik eleştirileri 1960’ta tepe noktasına ulaşır. Forum, DP
iktidarı tarafından baskı uyguladıkça eleştirileri yoğunlaşır, eleştiriler yoğunlaştıkça
da iktidarın baskısı artar. Bu minvalde Forum’daki bir yazıdan şu sözleri nakletmek
yerinde olur: “Son iki yılda iktidar partisinin büsbütün sinirli ve huzursuz olduğu
görülüyor. Başarısızlıkları toplum gözünden saklanmayacak hale geldikçe, iktidar
108
Çarklar Ters Dönüyor, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959.
İmtihan Edilen İnkılaplar, Başyazı, Forum, sayı.139, 15 Kasım 1959.
110
Aydın Yalçın, Türkiye’de Demokrasi, İncelemeler, Forum, sayı:120, 15 Mart 1959.
109
127
partisinin hırçınlığı da siyaset alanında kendisini çıkmazdan çıkmaza sürüklüyor.
Çünkü iktidar başarısızlığını kabul edip, bunun gerçek sebebini kendi tutumunda,
politikasında arayıp, gerekli değişiklikleri yapacağı yerde, başarısızlıklarını örtmek
için sert tedbirlere gidiyor. Sanıyor ki bu başarısızlıkların yazılıp söylenmesi
önlenirse, iktidarlarının ömrü bütün başarısızlıklarına rağmen devam edecek.”111
DP’nin 1954 yılından itibaren giderek artan anti-demokratik politika ve
uygulamaları özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerde de huzursuzluk yaratmaktaydı.
Bilindiği üzere Atatürk, Türk Devrimin koruyucuları arasında orduyu da saymış,
bununla beraber ordunun siyasetten uzak tutulması için de gerekli tedbirleri almayı
ihmal etmemiştir. Dolayısıyla DP’nin rejimi krize sürüklemesi hadisesine kadar
siyaset ile ordu arasında bir ilişki mevzu bahis değildi. Ordu, sadece dış tehdit
bağlamında vatan savunmasından mesul olarak görülmekteydi. Ancak
Aralık 1957’de, dokuz subayın hükümete karşı gizli bir tertip hazırlamakta olduğu
öğrenilmişti. Bu hadise, küçük ölçekli bir hadise olmasına rağmen, askerin iktidarın
faaliyetlerinden duyduğu memnuniyetsizliğin çok açık işareti olması bakımından
önemliydi. 16 Ocak 1958 tarihinde Menderes, bu dokuz subayın tutuklanmış olduğu
bilgisini kamuoyuna verdi. Menderes’in bu tutumu, kamuoyu ile icraatlarını
paylaşma isteğinden ziyade, benzeri kalkışma yapma niyetinde olanlara bir mesaj
vermek olarak okunabilirdi.
Ali Fuat Başgil, ‘Dokuz Subay Hadisesi’ni şöyle anlatır: “Basın Menderes
hükümetine merhametsizce hücum ediyordu. Bir taraftan basının tahrikleri, diğer
taraftan Halkçıların propaganda seyahatleri ile memleket baştan başa bulgur kazanı
gibi kaynar hale gelmişti. Halkçıların çevirdiği gizli dolaplar üniversite gençliği
arasında olduğu gibi ordu içinde de yayılıyordu. Muhalefet 14 Temmuz 1958’de
Bağdat’ta yapılan ihtilali alabildiğine istismar ediyordu. ‘Zalimleri yıkmak için
gereken cesaret bizim ordumuzda ve gençliğimizde de vardır’ şeklinde etrafa
sloganlar yayılarak gençlik ve ordu tahrik ediliyordu. CHP çevrelerince bu manada
girişilen kesif propaganda, tesirini göstermekte gecikmedi. Bu şekildeki tertiplerin
tesiri altında kalan birçok subay gayrimemnunlar sınıfına geçti. Bu
memnuniyetsizlik ilk defa, meşhur ‘Dokuz Subay’ hadisesiyle tezahür etti.” 112
Bu hadise Irak’taki darbeden önce gerçekleşmiştir, oysa ki Başgil, sanki hadise
Irak’taki darbe sonrasında olmuş gibi göstermektedir. Ali Fuat Başgil bu yolla,
CHP’ye atfettiği dedikoduların meşruiyetini sağlamayı ve bu meşruiyeti de
ordu-CHP bağı iddiasının kanıtı olarak sunmayı amaçlamaktadır.
Başgil, hadisenin detayına dair ise şunları söyler: “Bu komplo için aralarında
General Faruk Güventürk (DP hükümetinin sert muhalifi, halen Kayseri Askeri
Garnizon Kumandanı) ve Albay Cemal Yıldırım’ın (halen emekli) bulunduğu dokuz
subay bir araya gelmişti. İddiaya göre, bunlar DP hükümetini devirip, iktidarı
İnönü’ye teslim etmeye karar vermişlerdi. Komplo, bir muvaffakiyetsizliğe
uğramaktan korkan elebaşlarından Yarbay Samet Kuşçu tarafından ihbar edildi.
Menderes hükümetinin basiretsizliği o hale gelmişti ki, tertipçi dokuz subay derhal
111
112
Resmi İlan Tehdidi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:141, 1 Şubat 1960.
Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, İstanbul:Çeltüt Matbaacılık, 1966, s.117.
128
tevkif edilir edilmez hadise, Askeri Mahkemeye getirildi. Uzun süren bir davadan
sonra, verilen hükmün esbabı mucibesine göre, komployu ihbar ederek arkadaşlarına
iftira etmiş ve onlar hakkında yalan beyanda bulunmuş olmaktan dolayı on sene
hapse mahkum edilen Yarbay Samet Kuşçu hariç, diğer bütün sanıklar, delil
yokluğundan berat ettiler.” Başgil’in Menderes hükümetini ‘mağdur’(!) olarak
göstermesi çok ilginçtir. Aynı mağdur hükümet Başgil’e göre, yine bu mağduriyeti
sebebiyle, Mecliste, Tahkikat Komisyonu kurdurmuştur. Başgil’in sözlerinden,
Menderes hükümetinin mağduriyetinin, muhalefet partilerinin kapatılması ile son
bulacağı iddiasını çıkarmak mümkündür. Şu halde Başgil, 27 Mayıs müdahalesini,
DP’nin elindeki mağduriyetten kurtuluş reçetesini yani Tahkikat Komisyonu
uygulamalarını alması bakımından gayri meşru görmektedir, denilebilir.
Tekrar, ordunun müdahaleye giden süreçteki huzursuzlukları bahsine dönülürse;
Türk ordusunun DP’nin icraatlarından huzursuzluğunu Atatürk’ün onlara yüklediği
sorumluluğun yanı sıra, özellikle 1950 sonrası hızla artan Amerikan yardımı ile ordu
mensuplarının yurt dışında eğitilmesi olanaklarının artması, bunun bir neticesi olarak
da ordu personelinin Batı demokrasilerini oralarda bulunmak suretiyle yakından
tanıma imkanı bulmaları ve Türk demokrasisi ile Batı demokrasisini mukayese
etmeleri suretiyle, DP icraatlarının Türk demokrasisini aşırı sağ ve aşırı sola
tehditlere açık hale getirdiğini sarih olarak görme imkanı bulmaları ile de
açıklanabilir. DP’nin iktisadi politikalarının Türkiye’yi dışa bağımlı hale getirmesi,
iktisadi geri kalmışlığın müzminleşme işaretleri göstermesi öte yandan Batılı
memleketlerin gelişmişliği ile Türkiye arasındaki makasın gittikçe açılmış olduğunu
gözlemlemiş olmaları, genç subayları DP yöneticilerine karşı daha tepkili hale
getirmiştir. Dolayısıyla ‘Türk ordusunun ezelden beri CHP’nin destekçisi olduğu ve
bu sebeple DP karşıtı bir tutumu hep muhafaza etmiş olduğu’ şeklindeki bir iddia
geniş bir perspektiften bakıldığında mesnetsiz kalmaktadır. Hemen şunu belirtmek
gerekir ki 1950’de DP iktidara gelir gelmez, orduda bir ‘temizlik’(!) hareketine
girişmiştir. Bu bağlamda 1950’ye kadarki dönem için bu iddianın doğruluğu kabul
edilse bile, 1950 sonrası için bu iddia geçerliliğini yitirmiş bulunmaktadır.
Türk siyasal yaşamında kimi çevrelerce, İnönü’nün DP iktidarına karşı ‘Türk
ordusunu kışkırtmış’ olduğu iddiası da asılsız iddialardan bir tanesidir. Bu, bir
açıdan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin artan Amerikan yardımıyla hem teknik olarak
hem de personel eğitimi bakımından daha donanımlı hale geldiği hatırlandığında
Türk subaylarının tahlil gücünden yoksun olduğuna işaret eder, ki bu tarihi
gerçekleri görmemek anlamı taşır. İkincisi, DP’nin ülkeyi iktisadi, siyasi ve
toplumsal bir krize sürüklediğini görebilmek derin düşünmeyi gerektirmeyecek
kadar açıktır. Nitekim gazetelerin ‘beyaz sütunlarını’ görmek bile kendi başına DP
politikalarını değerlendirmek açısından kafidir. Dolayısıyla eğer bir ‘kışkırtma’
bahsi açılacaksa, ‘Menderes, Türk subaylarını DP’ye karşı kışkırtmıştır’ demek daha
isabetli olacaktır. Kaldı ki, Turgut Göle’nin Meclis salonunda kafasına baston
yemesi, DP li milletvekillerinin muhalefet milletvekillerine çok ağır küfürler etmesi
gibi olaylar hatırlandığında, meselenin CHP’den taraf olmak şeklinde değil,
demokrasinin yok edilişine karşı çıkmak bağlamında değerlendirilmesi daha yerinde
olur.
129
DP, ülke krize sürüklenirken, bir yandan radyoyu partizanca kullanmaya devam
etmekte, ‘besleme basın’ yoluyla ülkenin iktisadi sıkıntılarının gizlenmesini temin
etmekteydi. Burada basın mensuplarının düşük ücretlerle baskı altında tutulmasının
da basın özgürlüğü için bir tehdit oluşturmuş olduğunun altını çizmek gerekir.
Nitekim Forum basın ücretlerinin düşüklüğünün doğuracağı zararlara dair şunları
söylemektedir: “İstanbul’da yani basının en toplu ve en kuvvetli bulunduğu şehirde
gazetecilerin ücretleri; muhabirler için 275 lira, gece çalışan musahhihler için brüt
250 lira, gündüz çalışan musahhihler için brüt 225 liradır. Ücret seviyelerinin
düşüklüğünün zararları çoktur. Ücretlerin azlığı gazetecileri birkaç işi birden
yapmaya mecbur etmektedir. Başka memleketlerde üç, dört gazetecinin yaptığı işi
bizde tek gazetecinin omuzlarına yüklenmektedir. Bir gazetecinin birkaç işi bir
arada yapması da ihtisaslaşmaya engel olmaktadır. Bir bölümde derinleşmek imkanı
kalmamıştır. Gazetecilerin kitap ve dergi okumaya da vakitleri kalmadığı için birçok
alanlarda fikir seviyesi gerekli derecede yükselmemektedir. Ücret azlığı gazeteciyi
çok çalışmaya zorladığı için, gazetecilerin çevresi ile temas imkanları azalmaktadır.
Gazetecilerin çoğu halkın içine girmek, halkın gerçek dertleriyle derinlemesine
uğraşmak, inceleme gezileri yapmak için zaman bulamamaktadır. Ücretlerin
düşüklüğü yüzünden iyi niyetli ve kabiliyetli bazı gazeteciler mesleği bırakarak
başka iş kollarına geçmekte, kabiliyetli birçok gençler ise gazeteciliğe heves
etmemektedirler. Dar sayıda bazı gazetecilerin de meslek dışında bir takım gelirler
sağladıkları zaman zaman görülmektedir. Bu gibi kimselerin verecekleri haberler
objektif olmayabilir. Bunun önlenmesi de ücretlerin yükseltilmesine bağlıdır.”113
DP, ülke krize sürüklenirken, ülkenin iktisadi sıkıntılarının gizlenmesini temininde
araç olarak besleme basın organlarını kullanmakta, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan
dış politika çizgisinin eleştirilmesini popüler kültür bombardımanı ile sildirmeye
çalışmakta, kurduğu Vatan Cephesi ile eğitimsiz geniş halk kütlesini kendi tarafında
tutma gayretleri göstermekte, bu Cepheye katılımın yüksek olduğu görüntüsü
vermek üzere ölmüş kimselerin isimleri ile yeni doğmuş bebeklerin ve çocukların
isimlerini radyoda Cepheye yeni katılan kişilerin isimleri olarak okutmakta,
‘bir gün herkes DP li olacak’ mesajını her fırsatta topluma vermekte idi. Sina Akşin,
‘Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi’ kitabında, Vatan cephesini kuranlar ve
bu cepheye katılanların adlarının radyoda okunmasının siyasal gerilimi büsbütün
artıran bir kampanya olarak değerlendirir.114
DP iktidarı, ülkede huzuru sağlayacak yere, iktidarın, ülkedeki gerginliğin bizatihi
yaratıcısı olması bakımından, 1959 ve 1960 yılları, Türk demokrasisinin, 1923’ten
itibaren yaşadığı en buhranlı yılları olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki, huzursuzluk gün
be gün daha da artmaktaydı. İktidar sahipleri CHP’nin kapatılması bahsini açmaktan
çekinmemekteydiler. CHP’yi ‘bir fesat ve melanet yuvası’ olarak tanımlamakta ve
CHP’nin demokrasiye zarar verdiğini iddia etmekteydiler. Bu iddialara CHP’nin
basın yoluyla cevap vermesinin önüne engeller konulmaktaydı. Bu bağlamda
Forum’dan bir yazıdaki şu sözleri nakletmek yerinde olur: “Basınımızın nasıl bir
zihni atalet içine girdiğini müşahede etmek insana hüzün veriyor. Ne dünya
113
Basın Ücretlerinde Düşüklük ve Zararları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:49, 1 Nisan 1956.
Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (1789-1980),Ankara: İmaj Yayıncılık,
2001, s.238.
114
130
meselelerinin künhüne inmek, ne de milli meseleleri bütün karmaşık yönleri ile
gösterebilmek gayreti gözüküyor. Basının dördüncü kuvvet olduğu unutuluyor.
Eğlenceli fıkralar, çekici fotoğraflar, merak uyandırıcı maceralar, basının
okuyucuya sunduğu biricik gıdalar haline geldi. İktisadi, sosyal, siyasi, kültürel
hayatımızın birbirleri ile ilgili meseleleri ve hele siyasi iktidarın icrası tarzından
çıkan hayati problemler unutuluyor. Sanki bunlar hiç yokmuş gibi davranılıyor.
Oysaki her zaman meselelerimizi konuşmalıyız. Böyle bir muhiti yaratmaya
savaşmalıyız.”115
İnönü’nün Şubat 1960’da Konya’ya yaptığı gezi Türk demokrasisinin ortadan
kalkmış olduğunun açık deliliydi. Bu gezide polisler CHP li yurttaşların üzerine
yürüdüler. Daha ötesi polis; cop, kırbaç ve gaz bombası kullanmaktan imtina etmedi.
Bu şiddet olaylarından sonra DP iktidarı hızını alamamıştı, 12 Nisan 1960 tarihinde
DP Meclis grubu toplantısında, CHP hakkında Meclis tahkikatı açılması kararı
verildi. Bu karara dair önerge 18 Nisan 1960 tarihli Meclis oturumunda kabul edildi.
Komisyon üç yasak kararı aldı: Partilerin kongreleri, toplantıları, bütün siyasal
faaliyetleri, yeni örgüt kurmaları; Komisyonun faaliyetlerine dair tüm yayınlar ve
Meclisin tahkikat kararı ile ilgili müzakerelerin yayını yasaklanmıştı. O tarihe kadar
karartmalı olan Türkiye tablosu, artık büsbütün karanlığa bürünmüştü.
Tüm yurtta gösteriler başladı. Menderes’in bu gösteriler karşısındaki tutumumu
artan oranda tehdit savurmak oldu. 2 Nisan 1960 tarihinde İstanbul’da toplanan
NATO Bakanlar Konseyine katılan yabancı temsilciler ve basın mensupları,
Türkiye’nin karanlığa gömülmüş olduğunu kendi gözleriyle gördüler ve kendi
memleketlerine döndükten sonra bunu bütün dünyaya yansıttılar. Türkiye’nin
1950’den itibaren azalan itibarı, 1960 Mayıs ortasında sıfır noktasına gelmişti.
Ancak ilginç olan DP liler hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyorlardı.
Menderes akli muvazenesini kaybetmiş olmalıydı çünkü tüm memleketteki sesleri
duymamak olası değildi. Menderes ve DP bir batağın içinde dibe doğru
inmekteydiler ancak beraberlerinde Türk ulusunu da aşağı çekmekteydiler.
Forum’un 15 Mayıs 1960 tarihindeki başyazısındaki şu sözler ilginçtir: “Demokrasi
şeklini muhafaza ederek parti tahakkümü rejimini daha fazla devam ettirmek, ismen
demokrasi olan ve fakat hakikatte demokrasinin kaide ve müesseselerini tahrip eden
bir sistemi daha bir müddet devam ettirmek imkansız hale gelmiştir. Demokrasi
rejimi, muayyen olan bazı müessese ve tedbirleri ihtiva etmesi lazım gelen bir rejim
olmakla beraber, her şeyden önce bir zihniyet ve davranış meselesidir.
Demokrasinin mevcudiyeti, her şeyden önce fertler arasında tahammül zihniyetinin
gelişmesine, muayyen oyun kaidelerine boyun eğen bir davranışın cemiyete hakim
olmasına bağlıdır. Muhalefetin ezilmek istendiği, hür basının susturulduğu, müstakil
fikir hayatına son verildiği bir manevi ve içtimai iklimde demokrasi olmaz. Keza,
vatandaşların mensup oldukları partilere göre muamele gördükleri yerde
demokrasiden bahsedilemez. DP iktidarında demokrasiden ayrılma hareketi, bariz
olarak 1954 senesinde başladı. Bu tarihten sonra, hukuki demokrasi rejimini adım
115
Basında Zihni Atalet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955.
131
adım ortadan kaldıran tedbirler silsilesi herkesçe malumdur. Milletin seçeceği yol
netice itibariyle Türk halkının davranışına bağlı bulunmaktadır. Halk, dört senede
bir yapılacak serbest bir seçimle istediklerini işbaşına getirmek hakkını muhafaza
etmek istiyor mu? Halk idarenin keyfi bir surette yürütülmesine muhalif olup,
hükümetin söz ve yazı ile murakabe edilmesine taraftar mıdır? Halk idareyi bir
zümreye münhasır bir imtiyaz olarak mı kabul eder, yoksa idarenin değişmesine ve
ehil insanların idare mevkilerine yükselmesine taraftar mıdır? Önümüzdeki yıllarda,
siyasi kaderimiz halkın bu mevzulardaki tutum ve seçimine bağlı olacaktır.”116
Forum’un bu başyazısından on gün sonra yani 25 Mayıs 1960 tarihinde Menderes,
Meclis Tahkikat Komisyonunun tasarlanandan daha önce çalışmalarını
neticelendirmiş olduğunu ilan etmişti. Komisyon bir ay içerisinde çalışmalarını
tamamlamıştı. O halde kamuoyu bu raporun açıklanmasını bekleyecekti. Aslında
rapordan çıkacak olan karar belliydi: ‘CHP’nin kapatılması.’ Nitekim 1959’dan bu
yana DP liler bu isteklerini çeşitli vesilelerle dile getirmekten kaçınmamışlardı.
Forum’da ise Muammer Aksoy bu bahiste ‘Halk Partisini Kapatmaya Kimsenin
Gücü Yetmez’ başlıklı incelemesinde şöyle demekteydi: “Milli hakimiyet
prensibinin gelişmesindeki ilk basamağı teşkil eden devrenin üzerinden on yıllar
geçmiştir. Çok geride kalan o devre süresince millet hakimiyeti esasının tam olarak
tatbik edilmemesi yani tek parti sistemine başvurulması, geçici bir tedbirden ibaretti,
tarihe mal olan seri halindeki devrimlerimizin yarattığı bir zarurete dayanmakta idi.
1960 yılını yaşadığımız bu günlerde ise inkılapları gerçekleştirmiş, çok partili
hayata on beş yıl önce girmiş bulunmaktayız. Ve nihayet unutmamamız gerekir ki, o
geçici ve kaçınılmaz devrede bile, millet hakimiyetinin yerine kısmen ve sınırlı
olarak kaim olan semboller, Atatürk ve İnönü gibi milli kahramanların manevi
otoritesine dayanmaktaydılar. DP liderleri ise ancak milli hakimiyete dayandığı
müddetçe otoriteye sahip olabilecek alelade fanilerdendir. Onların tek parti rejimine
yeltenmeleri kendileri için pek büyük hüsranla neticelenir.”117
Forum, 147. sayısını DP iktidarının engellemesi sebebiyle okuyucularına
ulaştıramamıştır. Bu sayının okuyuculara ulaşması 27 Mayıs 1960 Askeri
müdahalesi sonrasında gerçekleşebilecektir. Bu müdahalenin tek sorumlusu
Menderes ve ekibi olmuştur. Türk demokrasi tarihinde sonraları çokça tartışılacak
olan Türk ordusunun siyasete müdahalesine ilk kapıyı açan Demokrat Parti
idarecilerinden başkası değildir. Demokrat Parti, demokrasiyi kullanarak
demokrasiyi ortadan kaldırmak istemiştir. Buna ise Türk aydınları seslerinin
çıktığınca karşı durmuşlardır. Kuşkusuz, müdahaleden önce DP diktatörlüğü geniş
halk kütlesi desteğini tamamen yitirmiş değildir. Türk Devrim süreci
tamamlanmadan 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesi ve iktidarda kalmak için
geniş halk kütlesinin bilgisizliğinden istifade etmesi, daha ötesi aydınlar ile bu kütle
arasındaki bağları dini kullanarak kesmesi, bu kütlenin ülkenin siyasi alandaki krizin
fakına varmasını engellemiştir. Kaldı ki iktisadi alandaki kriz ortamında dahi bu
kesimin desteğini sürdürmek için, bu kesime yönelik harcamalarda kesintiye
gitmemesi, DP’nin bu kesim gözündeki değerini sabitlemiştir. Dolayısıyla Türk
116
Yol Kavşağında, Başyazı, Forum, sayı:147, 15 Mayıs 1960.
Muammer Aksoy, Halk Partisini Kapatmaya Kimsenin Gücü Yetmez, Forum, sayı:147,
15 Mayıs 1960.
117
132
aydınları, DP’ye karşı geniş köylü kütlesi ile işbirliğine gidebilme imkanından
yoksundu, bir diğer deyişle aydınlar, Türk ulusu adına demokrasi için direnme
hakkını, silahlı örgüte sahip olan ülkedeki yegane kurum Türk ordusu ile birlikte
kullanmaktan başka seçeneğe sahip değildi.
Burada ‘direnme hakkı’ ifadesinin 1961 Anayasasının başlangıç kısmında yer
aldığının altını çizmek gerekir. Şöyle denilmektedir: “Tarihi boyunca bağımsız
yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; Anayasa ve hukuk dışı tutum ve
davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak
27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…..”118 Görüldüğü üzere Anayasa
‘zora’ a karşı direnişi bir hak saymıştır.
Bu bağlamda Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi Mümtaz Soysal, ‘zora karşı
gerekirse zor ile karşı çıkmanın Ortaçağ Hıristiyan ideolojisinden itibaren var
olageldiğini belirtir, ‘direnme hakkının’ başlangıç bölümünde anılmasını isabetli
bulur ve şöyle der: “Daha önce konan kurallardan ayrılmış ve zulüm yoluna sapmış
bir kuvvet karşısında zor kullanarak direnmek, insanların doğal davranışlarına ve
içgüdülerine de uygun olabilirdi ama, bu direnmenin bir anayasa hakkı olarak
hukukça düzenlenmesi, kurulu düzenin, daha doğrusu kurulu düzen adına kuvvet
kullanmak isteyenlerin karşısına sürekli bir engel koymuş olacaktı. Ama öte yandan
birçok kişiye göre 27 Mayıs hareketini geçerli bir hukuk temeline oturtabilmenin tek
yolu da böyle bir hakkın varlığını kabul etmekti. Bu durumda ‘direnme hakkı’nı
Anayasanın maddeleri arasına açık bir hüküm olarak koymayıp Başlangıç kısmında
dolaylı bir biçimde böyle bir haktan söz etmek en doğru yol olarak göründü.
Direnme sözü, Anayasayı çiğnemeye kakışacak yöneticiler için bir uyarı niteliği
taşıyacaktı.”119 Şu halde, 1961 Anayasasında ‘direnme hakkı’ bir madde olarak
tanzim edilmemiş ve bu suretle, düzen bir kez kurulduktan sonra yeni kalkışmalar
için meşru bir zemin yaratılmamıştır. Öte yandan bu hak, Anayasanın başlangıç
kısmında yer almış ve böylece iktidar sahiplerine Türk ulusunun gerektiğinde bu
hakkını kullanabileceği mesajı verilmiştir.
1960 müdahalesi liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm aydınları ve orta
sınıfı rahatlatmıştı. Bununla beraber, hem o dönemde hem de sonrasında bu
müdahale ile CHP arasında paralellik kurmak isteyen, aşırı sağ ve aşırı sol
cereyanları savunan kimseler çıkmıştır. Bu kimseler DP’nin on yıllık baskı rejimini
ve ülkeyi iktisaden batağa sürüklemesini, dış politikada ulusal çıkarları borç
ekonomisi sürdürmek için harcamasını, icraatları ile gelir dağılımında adaletsizlik
yaratması ve bunu kronikleştirmekten geri durmamasını görmezden gelip; sadece
Menderes’in Tahkikat Komisyonunun raporunu tamamladığını ve raporun
sonuçlarını kısa zaman içinde duyuracağını belirttiği 25 Mayıs 1960 tarihli
konuşmasını esas alarak; ‘Türk ordusu CHP ile ilişkilerinin ortaya çıkmasından
endişelendiği için Menderes’in konuşmasından iki gün sonra darbe yaptı’ şeklinde
iddialarda bulunmuşlardır. Bu ve benzeri iddialar çoğaltılabilir, bunları
118
119
Ali Gevgili, Yükseliş ve Düşüş, İstanbul:Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, s.163.
Mümtaz Soysal, Anayasanın Anlamı, İstanbul:Gerçek Yayınevi, 1979, s.109.
133
yanlışlayacak karşı iddialar da sunulabilir, ancak şunu belirtmek gerekir ki, raporun
sonucu açıklanmadan önce de ‘CHP’nin kapatılması’ kararı belliydi.
DP, CHP’yi kapattıktan sonra genel seçimlere gitmeyi planlıyordu. Çünkü DP
politbürosu, her ne kadar geniş köylü kütlesinin desteğini arkasında hissetse de, ilk
genel seçimlerde iktidardan ayrılmak ile karşı karşıya kalabileceği ihtimalini
düşünmekteydi. DP’nin muhalefette, CHP’nin iktidarda olduğu bir düzende ise,
DP liler kendilerinin uyguladıkları baskı rejiminin CHP lilerin de DP lilere
uygulayacağına inanmaktaydılar. Burada ilginç olan husus şudur, DP lilerin herkesi
kendileri gibi demokrasiye inanmayan kimseler zannetmeleridir. Daha açık bir dille
herkesin ‘demokrat’ kimliği altında otoriterliği beslediğini düşünme eğilimi içinde
olmalardır.
CHP’nin 27 Mayıs müdahalesi öncesinde demokrasiyi savunduğundan kuşku
duymak özellikle yakın dönem Türk siyasal tarihini de meşgul eden meselelerden
biridir. Buradaki yaygın tavır -ki tavır özellikle bugün sosyal demokratlar, liberal
demokratlar, muhafazakar demokratlar, ulusal sosyalistler, demokratik sosyalistler,
liberal sosyalistler, Marksist sosyalistler, İslamcılar, Türk-İslamcılar tarafından
sahiplenilmektedir- cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin mevcudiyetinin yokluğu
iddiası etrafında belirmektedir. Bu iddianın özellikle totaliter siyasi hareketler
tarafından benimsenmesinin sebebi ise, söz konusu iddianın, kendilerinin demokrasi
karşıtlığını tartışmanın zemini kayganlaştırmasıdır.
Liberal demokrasi ideolojisini savunanların haricindeki aydınlar tarafından bu
iddianın öne sürülmesi, savundukları ideolojilerin gelişim süreçleri bakımından
tutarlılık arz etmektedir. Ancak liberal demokrasi ideolojisi için aynı
değerlendirmeyi yapmaya imkan yoktur. Çünkü Forum Dergisi çatısı altında
1954-1960 yılları arasında yedi yıl liberal demokratlar ve cumhuriyetçi demokratlar
güç birliği yapmışlardır. 1958 yılı ortasından itibaren liberal demokratlar CHP’ye
destek vermişlerdir. Kuşkusuz aydınlar, DP iktidarına karşı yapılan işbirliğinin
askeri müdahale ile değil seçimler sonucunda bir iktidar değişikliği ile
sonuçlanmasını istemişlerdi. Fakat dönemin ağır koşulları hatırlandığında askeri
müdahale dışında bir seçenek kalmadığı açıktı. Dolayısıyla, sonraki yıllarda, liberal
demokratların, ‘tarihi yeniden yazarak’ cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin var
olmadığını iddia etmeleri, tarihe karşı bir hiledir.
İlaveten, CHP ile askeri müdahale arasında bir ortaklık olup olmadığı
incelendiğinde, CHP’nin askeri müdahaleden kazançlı çıkmadığı gerçeği, bir
ortaklık olmadığına delil olarak gösterilebilir. Eğer DP, müdahaleden önce, baskı
politikasını bir yana bırakıp, genel seçimlere gitme kararı almış olsaydı, büyük bir
ihtimalle CHP iktidar partisi olarak çıkacaktı. Dolayısıyla, CHP ile askeri müdahale
arasında bir birliktelik olduğu varsayımında bulunmak ve bu varsayımdan hareketle,
CHP’nin o dönemde demokrasi karşıtı olduğunu söyleyip, cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisinin yokluğunu öne sürmek, bilimsellikten uzak bir yaklaşımdır.
134
4. 27 Mayıs Müdahalesi
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin sorumlusu DP yöneticileri ve özellikle
Menderes idi. Menderes özellikle 1960 yılı başından itibaren ruhi bozukluk
içerisindeydi. İktisadi, siyasi ve toplumsal alanda her şey kötü gitmekteydi.
Üniversite öğrencileri sokaklara dökülmüştü. Aydınlar, Menderes hükümetini
demokrasiye çağırıyorlardı. Menderes ise tüm bu olup bitenlerin dışında bir Türkiye
tablosu içinde olmak istiyordu. On yıllık iktidarının muhasebesini yapmak
istemiyordu. İşte bu sebepledir ki 11 Mayıs 1960 tarihinde Meclis, gerekçe
gösterilmeden on bir gün tatil edilmişti ve başbakan Ege gezisine çıkmaya karar
vermişti. Menderes geniş halk kütlesinin kucağına kendini atıp, güven tazelemek
istiyordu.
Menderes, ülkenin demokrat insanlarının desteğini önemsemiyor, demokrasi
kültürünü henüz benimseyememiş, bilgi düzeyi düşük, eğitim almamış, eğitim
almışsa da eğitilmemiş kalabalıklardan medet umuyordu. Oysaki henüz daha
Mayıs’ın başında iken, anti-demokratik adımlarını geri alacağını ilan edip, sonra
anti-demokratik uygulamaları geri alıp, genel seçimlere gidileceğini ilan edebilir;
1954 ve 1957 seçimlerinde yapılmış olan usulsüzlükleri tekrarlamayacağını taahhüt
edebilir ve bu taahhüdü yerine getirebilir ve yapılacak genel seçimlerin hazırlık
sürecinde öncekilerde yapmış olduğu din istismarcılığını kenara bırakıp, geniş
köylü kitlesini oy deposu görmek yerine onları yurttaş olarak gördüğünü ortaya
koyan bir programla seçime katılma yolunu seçebilirdi. Böylelikle tek parti
döneminden kalma ve DP iktidarının çıkarttığı bütün kanunların yeniden
düzenlenmesi ve bu kanunlarla bağdaşır bir anayasanın yapılması da seçim sonrası
döneme ertelenebilirdi. On yıl geç kalınmış olsa dahi, Demokrat Parti adına yakışır
bir şekilde Türk demokrasi tarihinde, sarsıntısız bir yeni anayasa yapma sürecini
hazırlayan parti olarak yerini alabilirdi. Dolayısıyla Türk siyaseti de askerin
müdahalesi mefhumu ile tanışmayabilirdi.
Bütün bunlar gerçekleşmiş olsaydı demek hiç şüphesiz ki gerçekleri
değiştirmemektedir. Öte yandan tüm bunlar gerçekleşmiş olsaydı, Türk demokrasisi
kurumsallaşabilir ve rejim davası çözülmüş olduğundan, iktisadi geriliği ortadan
kaldırmak için mücadele öne çıkartılabilir ve bir kez az gelişmişlikten kurtulduktan
sonra geri-ileri kuvvetler tehlikesi, Türk siyasal yaşamından on yıllık DP
uygulamalarının etkisi kısa dönemde değil ama uzun dönemde silinebilirdi. Böylece
iktisadi geri kalmışlık ve geri kuvvetler fasit dairesi kırılabilmiş, Türkiye Batı
medeniyeti içindeki 1923 Türk Devriminde öngörülen yere oturabilmiş olurdu. Şunu
hemen belirtmek gerekir ki askeri müdahaleden sonra da bu, başarılmaz değildi.
Başarılabilirdi ama bunun için önce modernleşme, kapitalistleşme ve
demokratikleşme süreçlerinin yani Türk Devriminin tamamlanması gerekmekteydi.
Bu ise serbest seçim ortamına aynı toplumsal yapıyla girildiğinden, kaldı ki elde
geniş özgürlükçü bir anayasa ve aşırı sağ ve aşırı sol eğilimleri beslemeye hazır bir
Soğuk Savaş ortamı mevcutken, bu başarıya ulaşılması oldukça zor gözüküyordu.
Ancak yine de eğer bu müdahale sonrasında, DP tabanına oturmaya niyetli partilerin
yöneticileri demokrasiye inanmış olsalardı, bu başarı erişilmez değildi.
135
Demokrat Parti kapatılmış olsa da, liderleri idam edilmiş olsa da, Demokrat Parti
tabanı durmaktaydı ve serbest seçim düzeninde aynı tabana oturmak isteyen partiler
vardı. İşte bu durum, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin ilk yıllarında, İnönü’nün ise
ondan sonraki dönemde ve aslında tüm Cumhuriyet kadrosunun silmeye çalıştığı
zihniyetin silinememesi halinde, kurumları ve kişileri ortadan kaldırmanın çözüm
olmadığının açık ispatı idi. Bu bağlamda, şu söylenebilir, ‘Türk demokrasisi düşe
kalka kurumsallaşabilirdi, Demokrat Parti iktidarına müdahale edilmemeliydi.’ Hatta
bu minvalde şu da söylenebilir, ‘Demokrasinin gelişimi yüzmeyi öğrenmek gibidir,
su yutmadan yüzme öğrenilmez.’ Pek tabii su yutmadan yüzme öğrenilmez, ancak
yüzmeyi öğrenecek kişi de akıntının olduğu denizde yüzme öğrenmeye çalışırsa,
boğulur. Kişi yüzmeyi öğrendikten sonra, ki çok iyi bir yüzücü olmasına gerek
olmadan, isteyerek veya istemeyerek akıntılı bir denizde yüzme tecrübesi yaşarsa,
boğulma ve kurtulma ihtimali yarı yarıyadır. Bir kez kurtulursa, bu tecrübeden
hareketle, aynı durumda isteyerek veya istemeyerek kalması halinde ise akıntı ile
nasıl mücadele edeceğini bilir. Ancak tecrübeli bir yüzücü de boğulabilir. Batı
demokrasilerinde bu benzetmeyi gerçekleyecek sayısız örnek verilebilir. Mesela
Alman demokrasinde Hitler örneği, Avusturya demokrasisinde Haider örneği,
Fransız demokrasisindeki örnekler gibi.
‘Menderes şöyle yapsaydı, böyle olurdu, DP böyle yapsaydı şöyle olurdu’
kabilinden önermeler kurmak ve farklı olasılıkları bir araya getirip farklı sonuçlar
çıkarmak fikir idmanı yapmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Menderes müdahale
olduğu son güne kadar on yıldır sürdüğü çizgisini sürdürmüştür. 21 Mayıs’ta
Harbiyelilerin yaptığı yürüyüşten etkilenen dört DP’li milletvekili, Sıtkı Yırcalı,
Mustafa Zeren, Kamil Gündeş ve Rıfkı Salim Burçak, bu yürüyüşten bir gün sonra
ve müdahaleden beş gün önce parti genel idare kurulunun toplanmasını istemişler
ancak bu talepleri sonuç vermemiştir.
Aslında 25 Mayıs’ta Eskişehir havaalanında Menderes’e subayların arkalarını
dönmeleri hadisesi müdahalenin ilk işaretiydi. Gerçi sonraları Türk siyasal
yaşamında bu mevzu çok tartışmalara sebep olmuştur. Kimi çevreler, her ne suretle
olursa olsun, Menderes’in şahsına değil ama bir başvekile subayların saygı
göstermesi gerektiğini iddia etmişler ve subayların hareketlerini kınamışlardır.
Burada, subayların davranışının lehinde veya aleyhinde bir değerlendirme
yapılmayacak olmakla birlikte, şunun altını çizmek gerekir ki, Menderes hükümeti
meşruiyetini Tahkikat Komisyonu tasarısının Mecliste kabul edildiği 27 Nisan 1960
tarihinde kaybetmiş, söz konusu kanunun Resmi Gazetede yayınlandığı
28 Nisan 1960 tarihinde demokratik ilkelere göre hükümet ‘resmen’ gayri meşru
olmuştur. Dolayısıyla saygı duruşuna geçilmesi beklenilen başbakan, Türk ulusu
adına ülkeyi yönetme ehliyetine zaten sahip değildir.
Hatırlatmak gerekir ki Menderes’in Eskişehir’e geldiği gün, yani 25 Mayıs 1960
günü TBMM’de açılan oturum, askeri müdahaleden önceki son oturum olarak tarihe
geçmiştir. Hıfzı Oğuz Bekata o günü şöyle anlatır: “25 Mayıs Çarşamba saat 15’te
Mecliste celse açıldı. Biz şöyle düşünüyorduk: Bayar ve Menderes yanında DP
grubu artık kukladan başka bir şey değildir. Memlekette ise Tahkikat Encümeni ve
136
Örfi idarenin baskısı altında hükümetin fiili terörü hakimdi. Kendisine müsait
gördüğü an, seçime gidebilirdi. Şu halde hiç olmazsa seçim kanununun kütüklerle
ilgili tadili Meclisten çıkmalı idi. Hem CHP’nin teklifi encümende neticelenmiş,
basılmış dağıtılmıştı. Meclis tüzük ve usullerine göre gündeme alınması şarttı. İşte o
gün, celse açılınca CHP grubu olarak bu teklifin gündeme alınmasını istedik. Reis ve
DP mebusları birleşerek, bu haklı talebimizi red için o derece bir direnme gösterdiler
ki, bir anda ortalık karmakarışık oldu. Milletvekilleri birbiri üzerine saldırdılar.
Kırılmadık sandalye ve sıra kalmadı. Meclis salonu bir muharebe yerine döndü. DP
mebusları ile birlik olarak içeri alınan polisler de muhalefet milletvekilleri üzerine
yürüdüler. Meclis hayatında bu ölçüde bir kavga hadisesi görülmemiştir. Her iki
taraftan pek çok milletvekili yaralandı, hastanelere, doktorlara götürüldü..”120
Bekata anlatmaya şöyle devam eder: “Bir saat sonra Meclis tekrar toplandığında
Türkiye Büyük Millet Meclisine hakarette ne derecelere kadar ileri gidildiğini ve DP
Meclis grubunun hakikaten Menderes’in oyuncağı olduğunu şu hazin ve acı hadise
ile son bir defa daha tespit ettik. Devlet vekili İzzet Akçal söz aldı, kürsüye geldi ve
şunları söyledi: ‘Muhterem Başvekilimle biraz önce telefonla temas ettim. Mecliste
cereyan eden hadiseleri anlattım. Kendileri bahis mevzu kanun tadilinin Meclis
gündemine alınmasına muvafakat ettiler.’ Reis, kanun tadilini reye sundu. Kabul
edenler…etmeyenler….İttifakla kabul edilmiştir. Bu hadise, Meclise en büyük
hakaretti. Çünkü bir kanun teklifi ancak başvekilin izni ile gündeme alınabiliyor,
Meclis dışardan idare ediliyordu. DP grubunun ve Meclis Reisinin ise şahsiyetlerinin
sıfır olduğunu gösteriyordu. Bir saat evvel aynı kanun tadilinin gündeme alınmaması
için kıyasıya mücadele ve kavga eden DP mebusları, Menderes’ten izin ve emir
gelince, tamamen aksi karar için ittifakla el kaldırmışlardı. Meclisin ve mebusların
şeref ve itibarı bu kadar çiğnenemezdi.” Aynı oturumda Meclis, 20 Haziran tarihine
kadar yani yaklaşık bir ay süre ile tatil edilmişti.
Menderes’in seçim kanunu tadilinin gündeme alınması yönünde Meclise verdiği
talimat ile Eskişehir havaalanında Menderes’e subayların arkalarını dönmeleri
hadisesi arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Anlaşılan şu ki, Menderes bu
olaydan çok etkilenmiştir. Dolayısıyla ortamı yatıştırmak için kanun değişikliğinin
gündeme alınması talimatını vermiştir. Menderes’in bu hareketi, Türk siyasal
yaşamında onun genel seçimlerden kaçmadığına delil olarak gösterilir. Aslında bu
iddia bir noktaya kadar haklıdır, Menderes seçimlere gidecektir, ancak tüm
muhalefet partilerini kapattıktan sonra. Burada bir noktaya da dikkat çekmek gerekir
ki, Menderes, seçimlere gidecek olsaydı, Meclise bir ay süre ile kapanma talimatı
vermez, aksine bir an evvel kanun değişikliği üzerinde çalışılmasını emrederdi. Şu
halde, Menderes’in bu talimatı vermesinin sebebini, Eskişehir havaalanından
ayrıldıktan sonra duyduğu tedirginlikten başka bir yerde aramak isabetli değildir.
Menderes Eskişehir’de, 26 Mayıs gecesinin sabahına askeri müdahale ile
uyanacaktı. 26 Mayıs 1960 tarihindeki konuşması ise Türk siyasal yaşamında
Menderes’in on yıl boyunca sıklıkla profesörleri nitelendirdiği sıfat ile anılacaktı
120
Hıfzı Oğuz Bekataa, Birinci Cumhuriyet Biterken, Ankara:Çığır Yayınları, 1960, s.255-256.
137
‘Kara cüppeliler.’ Menderes, müdahaleyi öğrenir öğrenmez kaçmayı deneyecek
ancak başarılı olmayacaktı. Menderes’in kara cüppeliler dediği Türk Devrim
felsefesine bağlı, liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat tüm aydınların Türk
demokrasisini DP karanlığından çıkarma mücadelesi hükümetin asker tarafından
düşürülmesi ile sonuçlanmıştı. Menderes hükümetinin düşürülmesine dair, geriye
dönük olarak Necat Erder, Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği
21-23 Kasım 2001 tarihlerinde gerçekleştirilen 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi
çerçevesindeki ‘1960 larda Türkiye’de Planlama Deneyimi’ konulu panelde şu
değerlendirmeyi yapmıştır: “1950-1960 yıllarında Menderes döneminin özellikle
ikinci yarısında, daha doğrusu, 1954’ten sonra, hükümet o kadar kötü bir yönetim
örneği verdi ve o kadar çok kimseyi o kadar düşman etti ki kendine, gerçekten güçlü
bir muhalefet akımı çıktı ortaya. Ekonomisi daha iyi yürütülen, daha düzenli karar
mekanizmaları olan bir hükümetin gelmesi için baskılar ortaya çıktı. Dolayısıyla
1960 askeri müdahalesi hakikaten toplumsal desteği hayli güçlü bir müdahaleydi.
Tam bir askeri darbe değil, tam bir halk ayaklanması değil, hakikaten ikisinin iç içe
olduğu garip bir şeydi.”121
Forum, müdahaleden üç gün sonra çıkardığı sayısındaki başyazıda 27 Mayıs’a dair
şöyle demektedir: “Türk halkı 27 Mayıs Cuma sabahı gözlerini açtığında bir
kabustan uyanmış gibi idi. Meşruluk sınırlarını kesin olarak aşmış, ikbal mevkiinde
kalabilmek için herşeyi göze almış bir iktidar, tarihte belki eşi görülmemiş bir ihtilal
ile tertemiz bir ihtilal ile devrilmişti. İnsan haklarının tanınmaması ve hor
görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşiliklere sebep olduğu
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yazılıdır. İnsan
haklarını tanımayı ve hor görmeyi, iktidara geldiği günden başlayarak on yıl
boyunca gitgide hızlanan adımlarla ileri götüren iktidar, 27 Nisan 1960 gününden
itibaren, bu tanımazlığı ve hor görürlüğü, insanlık vicdanını isyana sevk eden
vahşilikler ölçüsünde vardırmıştı.”122
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Vicdanlı Türk halkı 27 Nisandan
27 Mayısa kadar, bir ay, için için isyan halinde idi. Bu isyan yer yer ve her gün
açığa da vuruluyordu. Demokrat Partinin iktidarda, millet kaderine hakim bir
durumda kalabilmesi tabiat kanunlarına aykırı, yani imkansız hale gelmişti.
27 Nisan gecesi Türkiye Büyük Millet Meclisinde, iktidar çoğunluğunun oylarıyla
kabul edilen ve bir Tahkikat Encümenine sınırsız yetkiler tanıyan kanunla, bütün
kanunlar fiilen iptal edilmişti. Oysa, kanunsuz toplum olamazdı. Kanunsuz toplum
tabiat kanunlarına aykırı idi. Birkaç ilkel insan bir mağarada bir araya gelseler, o
andan itibaren, aralarında, birbirleriyle münasebetleri düzenleyen kanunlar ortaya
çıkması bir tabiat hadisesidir. Türk toplumu gibi gelişmiş bir toplumu, bir partizan
komisyona tanınan sınırsız yetkilerle kanunsuz idare etme teşebbüsü, Anayasadan
da, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden de önce, işbu tabiat kanununa, bu
tabiat hadisesine aykırı idi. Onun için isyan, geceden sonra günün gelmesi,
121
Necat Erder & Attila Karaosmanoğlu & Ayhan Çilingiroğlu &Attila Sönmez, Planlı Kalkınma
Serüveni- 1960 larda Türkiye’de Planlı Kalkınma Deneyimi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları,
2003, s.50.
122
İhtilallerin En Centilmeni, Başyazı, Forum, sayı: 148, 1 Haziran 1960.
138
şimşekten sonra göğün gürüldemesi kadar tabii idi, mukadderdi. Tabii olan,
mukadder olan, olmuş, Türk halkı isyan etmişti.”
Tahkikat Komisyonu tasarısının Mecliste kabul edildiği 27 Nisan 1960 tarihinden bir
gün sonra İstanbul ve Ankara’da üniversite öğrencileri demokrasi için eylem
yapmaya başlamışlardır. Gençlerin bu eylemlerinde attıkları sloganlar arasında
‘Şa, Şa, Şa…İsmet Paşa çok yaşa!’ ifadelerinin yer almasından hareketle Demokrat
Parti iktidarı bu eylemlerin CHP tarafından tertiplendiğini öne sürmüştür. Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, ‘Politikada 45 Yıl’ isimli kitabında bu bahiste şunları söyler:
“İsmet Paşanın bir bankaya uğradığı ya da mağazaya girip çıktığı sıralarda
tekrarlanan gösterilerin önceden tertip edilmiş olabileceğine hükmedenler olmuştur.
Hatta 28 Nisan hadiseleri de kimileri tarafından bu anlayışa göre yorumlanmıştır. Bu
kişiler, üniversite talebelerinin Halk Partisi teşkilatı tarafından kışkırtıldığı ve
direnme hareketlerinin de yine aynı yandan sevk ve idare edildiği öne sürülmüştür.
İtiraf ederim ki, bu kanaat, 28 Nisan olaylarını ancak pek dar bir açıdan görmenin
mahsulü olabilir.”123
Karaosmanoğlu açıklamasını şöyle sürdürür: “Evet, Halk Partisinden bazı
kimselerin, üniversite çevrelerinde kendi başlarına, alttan alta bir takım
kışkırtmalarda bulundukları, hatta ‘bilfiil’ o hadiselere karıştıkları gerçektir ama,
direnme hareketlerini, CHP’nin sorumlu yöneticileri tarafından hazırlanmış bir plana
göre sevk ve idare ettiklerine pek ihtimal verilemez. Zaten, üniversite gençliği, ilk
günden beri hükümetçe alınan sert ‘inzibat’ tedbirleri ve bu tedbirlerin meydana
getirdiği acıklı olaylar üzerine, öylesine feverana kapılmıştı ki, ne sevk, ne idare
dinleyecek halde idi ve o andan beri, giriştiği hareket CHP uyarılarını aşarak
memleket ölçüsünde genişlemeye başlamıştı. Buna göre, bende hasıl olan kanaat
şudur ki, 28 Nisan hadisesine yol açan faktörler içinde üniversite muhtariyeti
meselesi yüzünden hükümetle öğretim üyesi arasındaki anlaşmazlıkların bu yüksek
kültür müessesesinde yarattığı siyasi buhranın etkisi büyük olmuştur. Arada bir bazı
profesörlerin şu veya bu sebeple vekalet emrine alınışları ya da herhangi bir haksız
muameleye uğratılışları, Senatoya ait yetkilerin zedelenişi gibi hadiseler öylesine
birbirini takip etmeye başlamıştı ki, burada artık bir ilim ocağının muhtaç olduğu
huzurdan, sükundan eser kalmamış; öğretim ve öğrenimin yerini de ister istemez
politika tartışmalar almıştı.”
Karaosmanoğlu profesörlerin her gün başına ne geleceğinin bilinmediği tedirgin bir
ortamda gençlerin gösterilerinin anlamlı olduğunu söyler. Karaosmanoğlu’nun
İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın başına gelenlere dair anısı ise
ilginç olması bakımından nakledilmeye değerdir: “En temkinli, en ‘hakim’
insanlardan biri olarak tanıdığım Rektör Sıdık Sami Onar’ın direnmesi nedeniyle
uğradığı çirkin ve kaba muamele hatırlarda olsa gerekir. Üniversite bahçesinde
inzibat memurları tarafından yerlerde sürüklenmiş, yaralanmadık, zedelenmedik
tarafı bırakılmamıştı. O hadisenin ertesi kendisini, kafası, elleri sargılı olarak evinde
görmeye gitmiştim. Bana, yana yakıla başından geçenleri anlatmıştı benim
123
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1968, s.234-235.
139
söyleyecek bir söz bulamayarak ‘geçmiş olsun’ demem üzerine, şunları söylemişti:
‘Hiç bir şey geçmiş değil. Ben, akıbeti vahim görüyorum ve kendimden ziyade
talebenin haline acıyorum. Bu sabah, şu halimle yine üniversiteye gitmiştim. İç
avluda kapanmış yüzlerce talebenin bağırıp çağırışları ta rektörlük odasından
işitiliyordu. Ben ne yapacağımı şaşırmış bir durumda odanın içinde dolaşırken
Sıkıyönetim kumandanı geldi, asık bir çehreyle talebeleri susturmamı istedi. Bu
esnada avludaki sesler daha da yükselmişti, talebeler aç kalsalar da susuz kalsalar da
susmayacaklarını bağırıyorlardı.’ Sıddık Sami Onar’ın anlattığı bu hazin hikayenin
üzerine benim de akıbeti vahim görmememin imkanı kalmamıştı.”124
Müdahaleden hemen sonra çıkan sayıdaki başyazıda, Forum, Türk ulusuna rehberlik
etmede kendini sorumlu hisseden Türk aydınlarının Türk ordusu ile güç birliği
yapmasını, Türk ordusunun, örgütlü ve silahlı tek kurum olmasına dayandırmaktadır.
Şöyle denilmektedir: “Çağımızda orduların gücü öyledir ki bir isyanın, ihtilal haline
geçmeden, orduyu da içine almadan başarıya ulaşması, hedefine varması tasavvur
edilemez. Sadece vicdanlardaki isyanla, topa karşı, tanka karşı, cet uçaklarına karşı
gelinemez. Türk halkının mutluluğu, şerefli ve güçlü ordusu ile bir ülkü beraberliği
ve vicdan kaynaşması içinde bulunmasında idi. Ordu, sonuna kadar siyasetin
dışında kalmaya çalıştı. Ama iktidardaki siyasi zümre onu mütemadiyen, kendi gayri
meşru emelleri uğrunda siyasete itiyordu. Türk ordusunu, bir parçası olduğu Türk
halkına karşı bir baskı vasıtası olarak kullanmaya çalışıyordu. Türkiye’de artık
istibdat ve baskıya ayaklanmaktan başka çare kalmamıştı. Şerefli Türk ordusunun
vicdanlı mensupları, insanı isyana sevk eden bu baskıyı, halkın duyduğunun iki kat
ağırlığı ile duyuyorlardı. Çünkü bir yandan vatandaş olarak, kimimiz kardeşi,
kimimiz babası, kimimizin arkadaşı olarak, onlar da iktidarın baskısı altında idiler,
bir yandan da o baskıya alet olmaları için tazyik ediliyorlardı. Bu baskıdan,
seçimlere kadar sabrederek seçim yoluyla kurtulma umutları iktidar tarafından artık
bütün tıkanmıştı. Baştaki siyaset adamları ağır suçlar işlemiş, işledikleri her suç
daha ağırlarını işlemelerine yol açmış, böylelikle arkalarındaki köprüler yıkılmıştı.
İktidardan düşmeyi göze alamayacak bir duruma gelmişlerdi. Mevkilerini muhafaza
edebilmek uğrunda millete ve memlekete her kötülüğü yapmayı göze alır halde
idiler. Yalnız muhalefeti değil, üniversitelisinden, profesöründen, avukatına,
memuruna ve ordusuna kadar milletin bütün zümre ve müesseselerini karşılarına
almış, düşman gözüyle görüyorlardı.”
Başyazıda şu sözlere de yer verilmektedir: “27 Mayıs 1960 Cuma günü sabaha
karşı Türk ordusunun giriştiği hareket, tarihteki ve çağımızdaki birçok başka ordu
ayaklanmalarından farklı olarak, bütün bir milletin, bütün vicdan sahiplerinin
isyanını kesin sonuca ulaştıran bir hareketti. Bir ordu içinde bazı subayların bazı
birliklerin değil bütün birlikleriyle bütün ordunun birden giriştiği bir hareketti. Bu
hareket onun için bu kadar kolay ve çabuk oldu, onun için şehit sayısı bir teğmenden
ibaret kaldı ve onun için ihtilal bittikten birkaç saat sonra bütün memleket on yıldır
eşi görülmemiş bir huzur ve sükuna, bir hürriyet ve güvenliğe kavuşuverdi. Bir
ihtilalden sonra uzun zaman sıkı güvenlik tedbirleri alınması dünyanın her yerinde
pek tabii sayılır. Oysa Türkiye’de ihtilalden birkaç saat sonra, yeni güvenlik
124
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1968, a.g.e., s. 236-237.
140
tedbirleri alınmak şöyle dursun, ihtilalden önceki güvenlik tedbirlerinin çok büyük
bir kısmı kaldırılmıştı. Bir ihtilalden sonra hürriyet kısıntıları da tabii sayılır. Oysa
Türkiye’de ihtilal, basın hürriyetini de beraberinde getirmişti. İhtilal yapanlara
böylesine bir nefis itimadı, ancak halkın kendileriyle beraber olduğunu
bilmelerinden gelebilirdi. Türk ordusu da halkın kendisiyle beraber olduğunu, daha
doğrusu, teşebbüs ettiği ve başardığı hareketin, aslında bir halk hareketi olduğunu
kesin olarak biliyordu.” 125
Mevzubahis yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Ordu, her türlü takdirin üstünde
olan zaferini üniformasız vatandaşla paylaşmak, hatta ona mal etmek istemiş,
vatandaş ise sınırsız sevincini ve sevgili ordusuna olan şükranını, ordunun ihtiyaç
duyduğu huzur ve düzen sınırı içinde belirtmesini, bu sınırın bir adım ötesine
taşırmamasını bilmiştir. Görülmüştür ki Türk milleti, hür bırakıldığı ölçüde
kendisine idarecileri tarafından sevgi, saygı ve güven gösterdiği ölçüde, kendi
kendini disiplin altına almasını bilen millettir. Bir milletin demokrasi ve hürriyete,
hür insanlar topluluğu olarak kendi kendini idare etmeye ehil olduğuna bunlardan
daha kesin deliller olabilir mi? Ve artık başka herhangi bir millet hürriyet ve
demokrasiye Türk milletinden daha çok layık olduğunu iddia edebilir mi? Bir ihtilal
ne kadar iyi niyetle yapılmış olursa olsun, ihtilalin sonrasından, ihtilal idaresinden,
dünyanın her yerinde ve tarihin her devrinde korkulmuştur. Ama Türkiye’de artık
böyle bir korkuya yer yoktur. Hürriyet ve demokrasiye liyakatini ve hürriyet ve
demokrasiyi her ne pahasına olursa olsun koruma azmini böylesine ispat edebilmiş
ve 27 Mayıstaki kadar güzel, iyi, insanca bir ihtilal yapabilmiş bir millet, o türlü
korkuların üstünde demektir.”
Forum’un 27 Mayıs müdahalesine dair değerlendirmesinin özü şöyledir: ‘27 Mayıs
müdahalesi, Meclisiyle, Hükümetiyle meşruluk dışına her türlü davranışıyla ahlak
dışına çıkmış, topluma zararlı hale gelmiş bir zümrenin elinden, milletimizi, iç ve dış
güvenliğimizi, toplumumuzun manevi ve maddi temellerini kurtarmak ve devlet
idaresine meşruluğu ve ahlakiliği geri getirmek için girişilmiş bir harekettir. Bu
hareketin gayesi kadar, o gayeye varmak için kullandığı usul ve vasıtalar da meşru
ve ahlakidir.’ Forum, 27 Mayıs’a dair değerlendirmesinde, müdahalenin Meclisin
kapalı olduğu bir zamanda yapılmış olmasına dikkat çeker. Ayrıca, Milli Birlik
Komitesinin Batılı müttefiklere, tüm savunma ittifaklarına bağlı olunduğuna, bir
diğer deyişle Türkiye’nin yerinin Batı bloğu olduğuna dair verdiği mesajı da anlamlı
bulur. Bu arada Forum, askeri rejimin uzun sürmesinin Türk demokrasisine zarar
verebileceğine dair hatırlatmayı yapmayı da ihmal etmez. Forum, bilim insanları
tarafından anayasanın ivedilikle hazırlanmasını ve bir an evvel yürürlüğe konulması
ve akabinde de genel seçimlerin yapılması gerekliliğinin altını çizer.
Hıfzı Oğuz Bekata, 30 Mayıs 1960 tarihinde Ulus gazetesindeki ‘Büyük ve Asil
Millet’ başlıklı yazısında 27 Mayıs’a dair şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk
milletinin büyük ve asil millet olduğunu bu son hareket bütün dünyaya bir defa daha
ispat etti. Şerefli Türk ordusunun şahsında Milli Birliğin örnek şuurunu gösteren bu
125
İhtilallerin En Centilmeni, Başyazı, Forum, sayı: 148, 1 Haziran 1960.
141
Millet, iktidara musallat olan bir avuç muhterisin elbette oyuncağı olamazdı.
Milletin sabır ve tahammülünün hududunu aştınız, dedik anlamadılar. Hırsızlar,
namussuzlar, yolsuzluklar memleketi sardı; suçlular hesap versin istedik, müdafaa
ettiler. Milletin itibarını içte ve dışta bu derecede düşürmeye hakkınız yoktur, dedik.
Bu zillete katlanmaya kendileri gibi Milleti de mahkum etmek istediler. Vatana ve
Milletin istiklaline tecavüze karşı koymak ne ise, insan hak ve hürriyetlerini,
Milletin izzetinefsini ve ahlakını tahrip edenlere karşı koymak da aynıdır, dedik.
Bunu savunanlara Meclis içinde ve dışında taarruz etmekle kalmadılar. İdealist Türk
gençlerini ve onlara bu ileri insanlık terbiyesini veren irfan yuvalarını kurşuna
dizdirdiler. Vakti gelen fikirlere karşı konulmaz. Milleti ve onun haysiyetini tahrip
etmeyiniz dedik, alay ettiler. Suçlular, kendilerini ve ortaklarını korumak için
Milletin mukaddes tanıdığı ne varsa kumara bastılar.”126 Sözlerdeki duygu
yoğunluğu açıktır. Fakat dikkat çekmek gerekir ki, bu duygu yoğunluğu, abartılı
değildir, nitekim kaynağını on yıllık çok acı ve ağır geçirilen bir dönemden
almaktadır.
Bekata, sözlerini şöyle sürdürmekteydi: “Şanlı Türk ordusunun bedbaht birkaç
unsurunu kendi siyasi emelleri ve gayri meşru ikballeri için alet haline getirerek,
Türk gençliğine ve halkına engizisyon mezalimi yapmaya başladılar. Büyük Millet
Meclisini, Büyük Türk Milletinin hükümranlık haklarını kullanan mukaddes bir yer
olmaktan çıkarıp, Milletin kaderi ile, itibarı ile, tarihi ile oynayan muhteris siyaset
hastalarının bazicesi haline getirdiler. İçeride vatandaşa ve dışarıda dünyaya karşı
utanacak duruma geldik, buna rağmen yolsuzluklara devama ve bunların meydana
çıkmamasına kararlı oldukları için, iktidardan düşmemenin bütün hukuk dışı
tedbirlerini almaya, her şeyi yapmaya azim ve kastettiler. Çocuklarımız ve tarih
yakalarınıza yapışarak sizden bu günlerin hesabını soracaktır, kendinize geliniz, diye
ikaz ettik, tesir etmedi. Milletin her şeyini kumara basanları atınız, Milletin selamet
yolunu tıkamayanız dedik, ayılmadılar. Ve nihayet Mecliste haykırdık; ‘sabık
olmaktan korkan bir avuç insan sabıkalı olmuştur’ diye, sabıkalıları korumayı ve
onların mesuliyetlerine katılmayı Milletin mukaddes haklarına tercih ettiler. Vatan
ve milletin saadet ve selameti ve Milletin bilakaydü şart hakimiyeti uğrundaki
mücadelemiz artık netice vermez oldu ve milletvekilleri olarak vazifemiz burada
bitti…İşte bunun üzerinedir ki şerefli Türk ordusunu, büyük Türk Milletinin
asaletine yakışır bir olgunluk ve dürüstlük içinde vazife başında görüyoruz. Ordu,
milli şuurun tezahürüne, Milli Birlik halinde, kendiliğinden tercüman olmuş
bulunuyor.”
Derginin, müdahaleden sonraki ilk sayısında Muammer Aksoy’un, incelemesinde,
DP iktidarı için söylediği şu sözler ilginçtir: “Hareket noktamız, 27 Mayıs kurtuluş
zaferinin hukuki ve sosyal mahiyeti hakkında doğru bir kıymet hükmü vermek
olmalıdır. 27 Mayıs Darbesi çoktan gayri meşru bir zulüm çetesi ve bir menfaat
şebekesi yani hukuk dışı bir kaba kuvvet haline gelmiş olan eski iktidarın
126
Ulus, 30 Mayıs.1960. (Ulus gazetesi Hakimiyet-i Milliye’nin devamı gazetedir. 1935 yılında ,
‘Ulus’ başlığının altında ‘adımız andımızdır’ ifadesine yer vermek suretiyle yayın hayatına girmiştir.
Gazete Aralık 1953’te Demokrat Parti tarafından kapatılmıştır. 1954’te ‘Yeni Ulus’ adıyla yeniden
açılmış ve aynı yıl adını ‘Halkçı’ ya çevirmiştir. 1955’te tekrar ‘Ulus’ adını almıştır. Gazete ismini
1971’de ‘Barış’ olarak değiştirecektir.
142
tasallutundan milleti kurtarmak için hak ve hukuk istikametinde yapılan bir
hamledir. Yüzyıllardır bütün demokrasilerde ve İnsan Hakları Beyannamelerinde
tanınan ‘milletlerin zulme mukavemet ve ihtilal hakkı’nın en mükemmel bir surette
tatbik edilişidir. Bu hükme varabilmemizin kaçınılmaz şartı, daha önceki iktidarın
Anayasayı ve medeni bütün alemde hakim olan ana hakları çiğnemek suretiyle, en
büyük suçu işlemiş siyaset zorbaları olduğunu kabul etmektir. O halde 26 Mayıs
günü bile bu zulüm makinesinin içinde vazife alan yani DP grubundan istifa etmemiş
olan her milletvekilinin aleyhinde ‘bir suçluluk karinesi’ mevcuttur. Yapılacak
insaflı ve tarafsız bir muhakeme neticesinde suçsuzlukları meydana çıkıncaya kadar,
DP grubuna dahil olan her mebusun, milletvekili yeminine ihanet etmiş ve hiç
değilse Ceza Kanunu’nun 146. maddesindeki en ağır suçu işlemiş bir şahıs olarak
kilit altında bulundurulmaları gerekir. Maddeyi aynen naklediyoruz: ‘Türkiye
Cumhuriyeti teşkilatı esası ve kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil
veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini ıskata veya
vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüs edenler idam cezasına mahkum olur’ Bu
suç ya eski iktidarı teşkil eden Bayar-Menderes çetesi tarafından işlenmiştir yahut
da tarihte en adil ve en mesut kurtarış hareketini başaran Milli Birlik Komitesi
tarafından işlenmiştir. İkisinden birisinin Anayasayı gayri meşru surette iptal ettiği
muhakkaktır.”127
Aynı yazıda devamla Muammer Aksoy şöyle demektedir: “Kurtuluş Komitesinin
milleti, hukuk dışına çıkmış, Anayasayı ortadan kaldırmış ve her türlü hak ve vicdan
ölçülerini çiğneyerek keyfe dayanan bir kuvvet haline gelmiş olan bir zümrenin
elinden kurtardığı münakaşası lüzumsuz sayılacak kadar aşikar bir gerçek olduğuna
göre, bütün DP mebuslarını rejim tam selamete kavuşuncaya kadar tutuklu olarak
alıkoymak, hukukun da aklın da kaçınılmaz sonucudur. Mahkeme kararı olmaksızın,
bunlardan bir tanesini dahi serbest bırakılması, hem inkılabın meşruluğunu gölgeler
ve hem de sandalyelerini muhafaza edebilmek için gençliğin ve hatta bütün
aydınların katliamını tasvip edecek kadar hudutsuz bir hırsa sahip olan bu
insanların, birçok yeni melanetler işlemeleri yüzünden kuruluş devrinin gecikmesine
sebep olur. Seçimlerden sonra gelecek iktidar, çıkaracağı bir af kanunu ile DP
mebuslarından birçoğuna hayatlarını bağışlayabilir. Ama bunun sırası henüz
gelmemiştir. Şimdi yapılacak ilk iş, milletin ve devletin bu hale gelmesinde en büyük
sorumluluğu omuzlarında taşıyan, millet hakkına ve iradesine ihanet eden DP li
sabık milletvekillerinin, bu geçiş devresinde milletin başına yeni gaileler
çıkarmaması için tutuklu kalmalarını sağlamaktır.”
Muammer Aksoy’un DP iktidarına dair yönelttiği eleştiriler haklıdır, bununla
beraber Aksoy’un üslubu sert bulunabilir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki,
Muammer Aksoy Forum’un 147. sayısını yani müdahaleden hemen önceki sayısının
basılması sürecinde kolluk güçleriyle karşı karşıya kalmış, Forum’un o sayısını
okurlarına ulaştırmak için insan haklarına aykırı muamelelerin muhatabı olmuştur.
Aslında, tahkikat komisyonunun göreve başlar başlamaz ilan ettiği yasaklara binaen,
Forumcular, Forum’u süresiz tatil edip etmemeyi tartışmaya başlamışlardı.
127
Muammer Aksoy, En Büyük Tehlike Yersiz Acıma Hissi, İncelemeler, Forum, sayı:148,
1 Haziran 1960.
143
Muammer Aksoy ise, böyle bir tatilin tartışılmasını dahi reddetmekteydi. Yapılan
tartışmalarda şöyle bir karar alındı: ‘Forum çıkmaya devam edecekti, bir diğer
deyişle yazar kadrosu çalışmayı sürdürecekti, ancak eskiden farklı olarak Derginin
basılmasından sadece Muammer Aksoy sorumlu olacaktı.’ Bu ise şu demekti,
polisiye tedbirlerin şiddetli olduğu bir süreçte, matbaaların iktidarı eleştiren tek satır
basamadığı koşullarda, Muammer Aksoy tek başına Dergiyi bastıracak ve okurlara
ulaştıracaktı. Bu, çok ciddi ve ağır ve daha da önemlisi tehlikeli bir sorumluluktu.
İşte, Aksoy’un, askeri müdahaleden hemen sonra yazmış olduğu inceleme,
incelemenin arkasındaki bu tarihi vakalar göz önünde bulundurulmak suretiyle
okunursa, Aksoy’un yazısının, değil sert, yumuşak bir üslupla yazılmış olduğunu
söylemek dahi mümkündür. Aksoy devamla şöyle demektedir: “Mali alanda
işlenmiş sayısız suçların bir an önce hatta yıldırım sürati ile tespit edilmesi için
harekete geçileceği şüphesizdir.Bu tahkikatın sonunda görülecektir ki ispat hakkının
baş düşmanı olan Bayar-Menderes çetesi, tarihte misline rastlanmamış hırsızlıkların
failidir. Bu hırsızlıklara bulaşana küçük büyük bütün uşakların da cezalandırılması,
hukukun en tabii neticesidir. Bu maksatla bilhassa iktisadi devlet teşekküllerinde,
ofislerde, umum müdürlüklerinde ve birçok söz de hususi şirketlerde yapılacak
araştırmaların emin neticelere ulaşması, bütün vatandaşların Milli Birlik
Komitesine ve hükümete yardımcı olmasına bağlıdır. Nem lazımcılık devri artık sona
ermiş, medeni ve vazife şuuru devri başlamıştır. Partizan idarenin kuklaları hesap
vermeli ve tasfiye edilmelidir. Anayasanın ve Ceza Kanununun açık hükümlerini
olduğu gibi ahlak prensiplerini ve vicdanın sesini hiçe sayarak, bir zulüm
şebekesinin cinayetlerine ve her türlü kanunsuzluklarına alet olmayı kabul etmiş
olan bedhahlar hiç şüphe yok ki hesap vereceklerdir. Bunlar içinde suçları ve
günahları herkesin malumu olacak kadar meydanda bulunanlar, derhal işten el
çektirilmeli ve hatta devletin selameti için, hukuk kaidelerine de tamamen uygun
düşen bir tedbir mahiyetinde tevkif edilmelidir. İşte Anayasanın 94. maddesi:
‘Kanuna muhalif olan umurda amire itaat, memurun mesuliyetini kurtaramaz’ O
halde birçok idare ve zabıta amiri veya memurları, katıldıkları suçların hesabını
vermeye mecburdurlar. Vermelidirler ki, bir daha alçaklık, muteber ve makbul bir
vasıf sayılmasın. Canilere yardım edenler cezalandırılmadıkça, bir milletin
hayatında cinayetlerin ve millete ihanet eden idarelerin sonu gelmez.”
Aksoy sözlerini şu şekilde sürdürmektedir: “Mukaddes adalet cihazını lekeleyenler
adaletin pençesine teslim edilmelidirler. Anayasanın açık hükümlerini çiğneyerek,
hakimleri ve savcıları istediği anda vazifeden atabilme ve yerini değiştirme imkanını
elde eden ve böylece devletin temelinde en büyük baltayı vuran sabık iktidar, adalet
cihazında hakim cüppesi giymiş bazı şakilerin türemesine sebep olmuştur. Sırf en
büyük şehirlerimizde bulunabilmek veya terfi edebilmek için kanunun ve Anayasanın
en açık hükümlerini bilmezlikten, anlamazlıktan gelerek tarafsız ve muhalif
vatandaşları, hükümetin emirlerine uygun surette tevkif veya mahkum etmekten
çekinmeyen hakimlerin ve onlarca yardakçılık eden müddeiumumilerin hesap
vermesi, adliyenin eski sevgi ve itibarına kavuşabilmesi için asla kaçınılmayacak bir
yoldur. Zaten Ceza Kanununun 216. maddesi bunu emretmektedir: ‘Nefsine veya
gayre menfaat temini veya garez ve husumet veya nefsani heves ve ihtiraslarının
tatmini maksadıyla masum ve suçsuz kimseyi velev cerh ve tadil ve nakzı kabil bir
144
hüküm ile müstahak olmadığı mücazata kasten mahkum eden yahut bu maksada
müsteniden maznuna ispat olunan fiilin vasıf ve nevini tebdil ve tağyir veya cezasını
bililtizam yanlış olarak takdir ve tayin etmek suretiyle bir mücrimin kanuni
vaziyetini veya cezasını teşdit eyleyen hükkamın ve o yolda iddia ve mütalaalar
serdiyle mahkemenin hükmüne tesir icra eden müddeiumumilerin mahkum
olacakları ağır hapis cezası beş seneden aşağı olamaz’ Görülüyor ki masum
gazetecileri, masum gençleri ve daha birçok idealisti, maddi menfaat saikiyle haksız
yere tevkif eden yahut mahkum eden hakimler ve onlara yardakçılık eden
müddeiumumiler, mevcut Ceza Kanununa göre bile cinayet işlemiş insanlardır.”
Aksoy, aynı yazıda, DP’nin yasakçı politikalarına hizmet etmiş olan kimi yargı
mensuplarına dair şu benzetmeyi yapmaktadır: “Bunlar Abdülhamit’in hışmından
korkarak hürriyet kahramanı Mithat Paşayı uydurma bir suçla idama mahkum eden
ve böylece tarihe ‘rüsvayı alem’ olarak geçen Süruri Efendinin torunlarıdır.
Adliyeyi onların kirli vücutlarından temizlemek, cemiyetimizi aydın ufuklara
götürecek yolun kapısını açmaktır. Allah’a şükredelim ki, bu gibilerin sayısı pek
azdır ve Türk hakimlerinin ezici çoğunluğu yine aynı Abdülhamit’in hışmına meydan
okuyarak masum Namık Kemal’i beraat ettirmekten çekinmeyen Abdüllatif Suphi
Paşadır.”
Forum’un DP iktidarına karşı verilen mücadelede hayatını kaybeden gençlere
yönelik hassasiyeti ise belirgin olarak anlaşılmaktadır. Forum’da hayatını kaybeden
gençlere yönelik kaleme alınan yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir:
“27 Nisanda İstanbul’da gençliğin şuurlu isyanı ile başlayan ve ordunun
müdahalesi ile 27 Mayısta nihayetlenen hareket Türk tarihinde bir dönüm noktası
teşkil edecektir. 28 Nisan günü Üniversitede, Beyazıt meydanında ve İstanbul
sokaklarında zulme karşı olduklarını haykıranlar, son yılların korkunç baskısına,
ruhsuz ve gayesiz maddeciliğine isyan etmişlerdi. Memleketimizde inançların ve
düşüncelerin ifadesine imkan bırakılmıyordu. Menfaat ve tehdit toplum hayatının
yegane kusurları haline getirilmek isteniyordu. Eski iktidar Türk gençliğinin ve
bütün milletin düşünmesine mani olmak, en masum fikir ve kanaatlerin ifadesine set
çekmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu teşebbüs aslında milleti manevi
ölüme mahkum etmekten başka bir şey değildi. Şahsi huzurlarını sağlamak için
Bayar ve Menderes, kalp rahatlığı içinde, bütün bir milletin hayatiyetini ve
istikbalini feda etmekten çekinmemişlerdi. Gaflet içinde olan bu kimseler Türk
gençliğini ve milletini uyuşuk ve miskin zannettikleri için manevi ölümü sessizce
kabul edeceğini ve kendilerine biat olunacağını zannediyorlardı. Fakat
yanılmışlardı.”128
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Gençlik son yıllarda karanlığa ve zulme karşı
için için isyan etmekteydi. Maddeciliğin hakimiyetinden kurtulmak manevi değerlere
avdet etmek, milletin mukadderatına ve istikbaline inancını tazelemek istiyordu.
Nihayet DP iktidarının üniversite talebesi üzerine polise ateş açtırarak giriştiği
vahşiyane tahrik, bardağı taşıran son damla oldu, uzun müddet için için kaynayan
128
Şehitler ve İnkılap, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960.
145
hisler açığa vuruldu ve İstanbul’da başlayan gençliğin galeyanı kısa zamanda bütün
memleketin gençliğini sardı. İstanbul hadiselerinde gençlik şehitler vermişti. Şu
anda İstanbul’daki bütün şehitlerin adedini ve isimlerini biliyoruz. İsimlerini
bilmediklerimiz sadece Turhan Emeksiz ve Nedim Özpulat’tır. Onlar gaye uğruna
fedakarlığa hazır olan bütün bir gençliğin sembolleri oldular. Emeksiz ve Özpulat
Ankara’daki hareket esnasında şehit düşen Teğmen Ali İhsan Kalmaz ile yine
Ankara’daki hareket esnasında kazaya kurban giden iki genç ile birlikte
9 Haziranda yapılan muhteşem bir cenaze merasimi sonunda Anıtkabir’e,
Atatürk’ün yanına gömüldüler. İstanbul ve Ankara’da şehitler için yapılan
merasimlerde Atatürk’ün cenaze zamanları müstesna, Cumhuriyet Türkiye’si
kuruluşundan beri en heyecanlı ve manalı günlerini yaşadı. Ordu, gençlik ve halk
aynı teessürü paylaşıyor, bütün kalpler aynı hislerle çarpıyordu. Teessür hislerinin
yanında istikbale yeniden ümitle bakabilmenin emniyeti ve büyük bir millete mensup
olmanın gururu vardı. Bu emniyeti ve gururu bize iade eden şehitlerimiz nur içinde
yatsınlar.”
Askeri müdahaleden sonraki 15 gün, ülke Milli Birlik Komitesi tarafından fiili
olarak yani herhangi bir kanuna bağlı kalmadan idare edilmiştir. Ancak hemen
belirtmek gerekir ki, bu fiili durum dayanağını Türk ulusundan aldığı için meşrudur.
Her ne kadar Komitenin kimlerden oluştuğu ilk günlerde tam olarak bilinmemekte
ise de bunun, müdahalenin meşruiyetine gölge düşürmediğini ifade etmek gerekir.
Nitekim bu müdahale isim isim şu bu şahsın müdahalesi değil Türk ulusu adına Türk
Silahlı Kuvvetlerinin müdahalesidir. İlaveten müdahaleden hemen sonra sivillerden
oluşan bir bakanlar kurulunun teşekkül ettirilmesi ve anayasayı hazırlamak üzere
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sadık Sami Onar başkanlığında bir bilim
kurulunun göreve başlatılması, askeri rejimin uzun müddet yönetimi elinde tutmak
istemediğine dair işaretler olarak kabul edilmekteydi.
Forum, müdahaleden sonra, dış basın organlarındaki Türkiye ile ilgili yazıları özenle
ve merakla takip etmiştir. Bununla beraber dış basında çıkan kimi yazıların
Türkiye’deki gelişmeleri anlamaktan çok uzak olduğunu ve kimi yabancı basın
mensuplarının ve akademisyenlerin Türk demokrasisinin ve siyasetinin özgün
koşullarını tahlil edemedikleri saptamasını okurlarına sıklıkla hatırlatmıştır. Mesela
Mümtaz Soysal bir yazısında bu hususta şöyle demektedir: “Üniversite
profesörlerine karşı pek fazla saygı göstermediği aşikar olan Amerikan toplumu,
Türkiye’deki öğretim mensuplarının 27 Mayıs öncesindeki davranışlarını
kutuplaşmanın ilericiler tarafında yer almış şuurlu ve önemli bir tepki olarak değil,
kalıplaşmış değer ölçüleri yüzünden ‘iri laf etmekten hoşlananların’ tepkisi şeklinde
görüp pek önem vermemişti. Şimdi aynı tehlikeyle, ordu tarafından tamamlanan
hareketin yorumlanmasında da karşılaşılmaktadır. Temeldeki kutuplaşmayı
anlamadıkça, ordunun davranışını, geleneğiyle, toplumdaki durumuyla ve
yetişmesiyle, ilericiler tarafında yer alması mukadder bir kuvvetin tepkisi olarak
görmek
güçleşmekte,
Latin
Amerika
tarihindeki
örnekler
zihinleri
gölgelendirmektedir. Yorumlamalar, son hareketin en önemli yönlerini, Türkiye’nin
Batı bloğunda kalışında ve demokrasinin yeniden kurulacağının vaat edilişinde
görmektedirler. Bunlardan çok daha önemli olan nokta yani Türkiye’de devrimci,
Atatürkçü kuvvetlerin tekrar işbaşına gelişi, ilericilerin kaybedilmekte olan bir
146
savaşı, istemeye istemeye zorlandıkları bir yolla da olsa, tekrar kazanışları gözden
kaçmaktadır.”129
Forum, müdahaleden sonraki ikinci sayıda, Milli Birlik Komitesinin ve sivil
Bakanlar Kurulunun sorumluluğunun ağır olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:
“Halen iktidarda bulunan geçici hükümet ve Milli Birlik Komitesi fevkalade güç
şartlar ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Gayrimeşru yollara sapmış olan DP
iktidarının zalim idaresi filhakika tasfiye edilmiştir. Bu, aslında muazzam bir
muvaffakiyet olmakla beraber, önümüzdeki sayısız davaların çözülmesi için ilk
halledilmesi lazım gelen mesele idi. Şimdi bakışımızı nereye çevirsek, orada on
yıllık Menderes idaresinin bıraktığı çöküntüleri ve ele alınmamış memleket
davalarını buluruz. Bunların kısa vadelileri olduğu gibi uzun vadelileri vardır.
General Gürsel’in geçici hükümeti hukuki, idari, iktisadi ve mali sahalarda daha
ziyade kısa vadeli güçlükler ile mücadele etmek zorundadır. Bugün parti veya siyasi
akideleri ne olursa olsun, bütün aydınların ve vatandaşların vazifesi, hükümetin ve
Milli Birlik Komitesinin gayretli çabasına yardım etmektir. İlk onbeş yirmi günlük
icraatın, çok geniş ölçüde müspet ve yapıcı olduğu kanaatindeyiz. Büyük
şehirlerimizi ihtiva eden vilayetlerden maada diğer vilayetlerimizin büyük
çoğunluğuna sivil valilerin tayin edilmesi şayanı memnuniyettir.”130
Müdahale ile 1924 Anayasası hukuken ortadan kalkmış olduğundan, Milli Birlik
Komitesine hukuki bir dayanak kazandırmak amacıyla 12 Haziran 1960 tarihinde bir
geçici anayasa yürürlüğe konulmuştu. Akabinde bu geçici anayasaya dayanarak,
iktidar sorumluların suçlarını tespit etmek üzere Yüksek Adalet Divanı kurulmuştur.
14 Ekim 1960 tarihinde Yassıada duruşmaları başlamıştır. Devrik hükümet
sorumlularının yargılanması meselesine dair Forum şöyle düşünmektedir: “Yeni
rejimin el atmak zorunda kaldığı belli başlı meselelerin birincisi DP liderlerinin
durumunu ilgilendiriyordu. İhtilalin akabinde ilk temayül bunların muhakemesini,
seçimlerden sonra gelecek hükümete devretmek tarzındaydı. Bu şekilde hareket
edilse idi, birçok bakımdan suçlu oldukları bariz olan bazı insanların muhakeme
edilmeden mevkuf tutulmaları gibi garip bir vaziyet hasıl olacaktı. Üstelik Anayasayı
ihlal etmiş olmanın mesuliyeti derhal ve açıkça eski iktidarın omuzlarına
yüklenmeyecekti. Mamafih yeni rejim, vakit geçmeden eski iktidar mensuplarının
muhakemesi hakkındaki ilk temayülünü değiştirmiş ve muhakemenin süratle
yapılmasını kararlaştırmıştır. Muhakeme usulünün tespiti için Prof. Tahir Taner
riyasetinde bazı vekillerden ve hukukçulardan mürekkep bir Tahkikat Komisyonu
kurulmuştur. İlan edilen geçici anayasa kovuşturma organlarını tespit etmiştir.
Yargı heyeti, adli, idari ve askeri kazaya mensup hakimlerden seçilecek dokuz kişilik
bir Yüksek Adalet Divanı olacaktır. Ayrıca sanıkların sorumluluklarını araştırmak
ve haklarında son tahkikat açılarak adalet divanına verilmeleri gerekip
gerekmediğine karar vermek üzere bir Yüksek Soruşturma Kurulu teşkil olunacaktır.
Bu kurulun teşkilatı ve çalışma usulü özel kanunla belirlenecektir.” 131
129
Mümtaz Soysal, Siyasette Burjuvalaşma, İncelemeler, Forum, sayı:150, 1 Temmuz 1960.
Yeni Rejimin İlk Günler, Başyazı, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960.
131
Yeni Rejimin İlk Günler, Başyazı, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960.
130
147
Bu arada Milli Birlik Komitesi içinde iki eğilim ortaya çıkmıştı. Birinci eğilime
göre yeni yönetim yeni bir anayasa ve güvenceli bir seçim yasası hazırlamalı, dürüst
genel seçimler yapılmalı ve ülke yönetimini bu seçimleri kazanan sivillere
bırakılmalıydı. İkinci eğilime göre ise askeri yönetim birkaç yıl sürmeli, bir takım
reformlar yapılmalı, sonra yönetim sivillere devredilmeliydi. Bu iki eğilimden
birincisinin tasfiyesi, Türk siyasal yaşamının yönünü tayin edeceğinden önem arz
etmekteydi. Kuşkusuz demokratlar birinci eğilimi desteklemekteydiler. Neticede,
Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel usta bir manevrayla sertlik yanlılarını
yani ikinci grubu tasfiye etmeyi başarmıştı. Bu, sevindirici bir gelişmeydi. Çünkü
aksi halde Türkiye’de DP diktatörlüğünün yerini bu kez de askeri diktatörlük alacak,
bu kez de bununla yeni bir mücadele devresi başlayacaktı. Resmen birlik bozulmuş
olduğundan, 13 Kasım 1960 tarihinde Komite lağvedildi ve yeni bir Komite
oluşturuldu. Forum tasfiye edilen kişilere dair şöyle bir ifade kullanmıştır:
“13 Kasımda ihtilalin prensip ve amaçlarına ihanet edenler Milli Birlik
Komitesinden saf dışı edilmişlerdir.”132
Forum, müdahale sonrasında, Türk tecrübesi ile Suriye, Mısır, Pakistan ve Sudan
gibi memleketlerdeki askeri idarelerin özelliklerinin farklı olduğunu vurgulamaya
önem vermiştir. Nitekim bu çerçevedeki yazılardan bir tanesinde şöyle
denilmektedir: “Müslüman orduların hemen hemen hepsi halk ordusudur, yani
mecburi askerlik hizmetinin tatbiki sebebiyle her sene ordu mevcudunun yarısına
yakın bir kısmı terhis olur ve yerlerini yeni kuralara terk eder. Bu sebeple, askerler
halktan farklı ayrı bir sınıf teşkil etmiş değillerdir. Memleketin büyük bir
çoğunluğunu teşkil eden orta sınıf ve fakir halka mensup olan askerler farklı bir
düşünce ve hissiyata sahip değildirler, halkın teşvik arzusuyla işbaşına gelirler ve
halk tarafından desteklendikleri müddetçe işbaşında kalabilirler. Halkın itimadını
kaybeden askeri liderlere karşı ilk muhalefet ordu içinde doğar ve böylece
memleketin ordu-sivil karması, ikinci bir darbe için hazırlanmaya başlar. Ayrıca
Suriye’de müşahede edildiği gibi, ordu içindeki kıskançlıklar, darbede büyük
hizmetler gören subayların arka plana atılması yeni darbelerin tohumlarını atabilir.
Hele ilk darbeyi yapan subay ehil bir kimse ve ordunun sevgisini kazanmış bir
şahsiyet değilse yeni darbeyi yapmak hiç de zor olmayacaktır. Bazen liderliğin cunta
içinde sessizce el değiştirdiğine de şahit olunur, Yarbay Nasır’ın General Necip’ten
iktidarı alışı bunun en güzel misalidir.” 133
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir:“Müslüman memleketlerdeki bütün
darbelerden sonra askeri liderler, suiistimallerin temizlenmesinden, sulh ve sükunun
avdetinden sonra serbest seçimlerle demokrasiye dönüleceğini vaat etmişlerdir,
subaylar bu vaatlerinde samimilerdir de. Kısa zamanda geçici bir anayasanın kabul
edilmesi ve ideal bir anayasa hazırlıklarına başlanması mutat faaliyetlerdir. Fakat
zamanla uzun vadeli işlere el atarak ve halkın teşviklerine mazhar olarak işbaşında
kalma uzadıkça uzar ve artık çok partili demokratik nizamın kurulacağı sözleri
edilmez olur ve askeri idare de daimi bir rejim olarak yerleşir. Hürriyetler
sahasında kıskançtırlar. Mesela Sudan’da olduğu gibi daha darbenin ilk günü
132
Gevşemeler, Başyazı, Forum, sayı:160, 1 Aralık 1960.
Askeri İdareler ve Türk Devriminin Fraklı Manası, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:158,
1 Kasım 1960.
133
148
gazeteleri kapatan askeri idarelere rastlanmıştır. Reisicumhur Nasır, memleketinin
başlıca gazetelerini Birleşik Arap Cumhuriyetinin yegane partisi yani iktidar partisi
tarafından satın alınmasını sağlayarak kendi emirlerine amade kılmış
bulunmaktadır. İşçi sendikaları, talebe teşekkülleri ve siyasi partilerin faaliyetlerine
de milli birliği bozabilir düşüncesiyle tahditler konulmasında geç kalınmamıştır.”
Asker, 27 Mayıs’tan hemen sonraki 15 günlük fiili durum hariç olmak üzere, her
hareketi için hukuki dayanak oluşturmayı ihmal etmemiştir. Nitekim 13 Aralık 1960
tarihinde kabul edilen bir yasa ile Kurucu Meclisin kurulması kararlaştırıldı. Kurucu
Meclisin iki ayağı olacaktı: ‘Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’.
Temsilciler Meclisinin oluşturulmasında ülkenin her tarafından, her zümreden ve her
meslek grubundan geniş katılım esas alındı. Kurucu Meclis 6 Ocak 1961 tarihinde
toplandı. Böylelikle Kurucu Meclis çalışmaya başlamıştı.134 Anayasa hazırlık süreci
tamamlandıktan sonra anayasa metninin hem Kurucu Meclis tarafından kabulü hem
de halkoyuna sunulması öngörülmüştü. Seçim yasası ve Anayasa, 27 Mayıs 1961
tarihinde, yani müdahaleden tam bir yıl sonra hazırdı. Anayasa 9 Temmuz 1961
tarihinde halkoyuna sunuldu, oylamaya katılan seçmenlerin %61,5’inin oyuyla yeni
anayasa kabul edildi. Bu referanduma dair, Nilüfer Yalçın’ın en yakın dostlarından
biri olan gazeteci Müşerref Hekimoğlu’nun bir anısına yer vermek uygun olur. Anı,
Yugoslavya’da bir manav ve eşinin Türkiye’deki müdahale sonrası gelişmeleri takip
ettiklerini göstermesi bakımından anlamlıdır.
Hekimoğlu anısını şöyle anlatır: “Yeni anayasanın referandumu yapılırken ben
Yugoslavya’daydım. Yugoslav hükümeti Türkiye’den bir gazeteci grubu çağırdı.
Milli Birlikçi Sami Küçük benim de gitmemi istedi. Oysa ben İstanbul’a bile
gidemiyordum o günlerde. Albay Küçük direndi: Gazeteciler arasında 27 Mayıs’ın
özünü anlayan biri de bulunsun, gitseniz iyi olur, dedi. Acele pasaport aldım, yola
koyulduk. Yugoslavya’yı görmek çok etkiledi beni. Ama aklım Türkiye’de, ajansları
izliyorum durmadan. 9 Temmuz 1961 günü Dubrovnik’teydik. Dalmaçya kıyılarında
masalsı bir yer. O sabah bir manavdan, Örsan Öymen ile küçük kavunlar alıyorduk.
Güzel Almanca konuşan manav hangi ülkeden olduğumuzu sordu. Söyledik. Manav
ve eşi bizi tebrik etti, bize uzo uzattı, ‘Haydi yeni anayasa Türk ulusuna mutluluk
getirsin!’ dedi, gözlerim yaşardı, uzoyu yuvarladım.”135
Anayasanın yüksek bir oyla kabul edilmemesini sebebini, 11 Şubat 1961 tarihinde
kurulan ve DP tabanına oturmaya çalışan Adalet Partisinin ‘hayır’ kampanyasında
aramak lazım. Aslında Adalet Partisi dışında Demokrat Partinin bir mirasçı adayı
daha vardı:Yeni Türkiye Partisi. Yassıada Duruşmaları 15 Eylül 1961 tarihinde
sonuçlanmıştı. 15 idam ve bir yığın hapis cezası öngören kararlar Milli Birlik
Komitesinin önüne geldi. İnönü Komiteden idam cezalarının onaylanmamasını
resmi olarak talep etti. Kaldı ki kararların açıklanmasından önce de İnönü, idam
cezasının uygulanmaması yönünde gayri resmi olarak çaba sarf etmişti. İnönü’nün
itirazına rağmen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamını
Komite onayladı ve bu iç isim idam edildi.
134
135
Kurucu Mecliste siyasal partiler kontenjanı olarak 49 CHP li ve 25 CKMP li üye girmiştir.
Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayısın Romanı, İstanbul:Çağdaş Yayınları, 1975, s.160.
149
Genel seçimler 15 Ekim 1961 tarihinde yapıldı. Hemen belirtmek gerekir ki CHP,
seçimlerin, müdahaleden hemen sonra 5 Temmuz 1960 tarihinde yapılmasını Milli
Birlik Komitesine önermiştir. Ancak İnönü’nün bu önerisi Cemal Gürsel tarafından
uygun bulunmamıştır. Anayasa komisyonu başkanı Sıddık Sami Onar da seçimleri
erken yapmanın uygun olmayacağını belirtince, CHP, seçimler için beklemek
durumunda kalmıştır. 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan seçimlerin sonuçlarına göre
CHP %36,3 ile 173 milletvekili, AP %34,8 ile 156 milletvekili, YTP %13,7 ile 64
milletvekili, CKMP %14 ile 54 milletvekili çıkarmıştı.
Seçim sonuçları göstermişti ki, DP tabanının mirasçısı iki partinin oyları toplamı
CHP’yi geçmekteydi. Bu ise şuna delalet etmekteydi: ‘Kurumları veya kuruluşları
ortadan kaldırmak, insanları idam etmek; iktisadi ve toplumsal yapı değiştirilmediği
müddetçe, beklenilen neticeyi vermeyecektir.’ Burada ilave etmek gerekir ki, eğer
kimi çevrelerce iddia edildiği üzere CHP ile müdahaleyi yapanlar arasında bir
işbirliği olmuş olsaydı, kuşkusuz seçimler CHP’nin önerdiği tarihte yani daha erken
yapılırdı. Seçimlerin erken yapılmış olması durumunda seçim sonuçlarının açık ara
CHP lehine sonuçlanacağını tahmin etmek pek güç değildir. Burada, CHP’nin seçim
için önerdiği tarihin anayasa hazırlığının tamamlanması açısından süre olarak
yetersiz olduğu öne sürülebilir. Bu doğru olmakla birlikte, aslında, 1950-1960 arası
yaşanan tecrübe, Anayasanın nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştu. Şu halde
istenilseydi, Anayasa, daha kısa sürede tamamlanabilirdi. Öte yandan askerlerin
müdahale sonrasında iki farklı kanaate sahip olarak birbirlerinden ayrıştıkları
hatırlandığında, seçimlerin sonraya bırakılması, asker açısından daha makul
gözükmüş olmalıdır.
Bu bağlamda Metin Toker’in ‘İnönü’nün Son Başbakanlığı 1961-1965’ isimli
çalışmasından şu sözleri nakletmek uygun olur: “…1961-1965 Meclisinde hep iki
koalisyon oldu. Biri hukuki, biri fiili. Hukuken Meclis bir CHP-AP koalisyonu
kurdu. Meclis bir CHP-YTP-CKMP koalisyonu kurdu. Meclis bir CHP-Bağımsızlar
koalisyonunu destekledi. Meclis İsmet Paşayı zaman zaman tüm ayağa kalkarak
alkışladı. Ama Mecliste fiilen daima iki koalisyon oldu: 27 Mayısı Türk milletinin
meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnişi sayanların koalisyonu ile bunu
gayrimeşru bir askeri darbe sayanların koalisyonu. Siyasi hayatın 1961-1965 yılları
arasında dalgalı geçmesinin temelinde yatan neden de bu istikrarsızlıktı.”136
Metin Toker’in söz konusu tespitinin haklılığına delil olarak Demokrat Kulübünün
27 Mayıs müdahalesi sonrasındaki pek çok yayını gösterilebilir. Mesela ‘27 Mayıs
Askeri Darbesinde Gerçeği Savunan Yazarlar ve Yazıları’ başlıklı derlemede Büyük
Zafer’in 2 Mayıs 1962 tarihli nüshasından şu sözler aktarılmaktadır: “Halk Partisi
devlettir. Halk Partisi hükümettir. Halk Partisi ağadır. Halk Partisi beydir. Ondan
olmayanın bu topraklarda barınması, teneffüs edebilmesi bile sadece onun lütuf ve
semahatıdır. Bu 1950’ye kadar böyle olmuş, muhalefet devresinde ve nihayet bugün
yine aynen böyle olmaktadır. 1950’de milletin yüzde sekseninin dahil bulunduğu bir
136
Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı 1961-1965, Ankara:Bilgi Yayınevi, 1969, s.36.
150
gafiller kafilesi kalkmış bir müddet için bu ağalar, beyler kumpanyasına kafa
tutmaya yeltenmiş de bakınız sonunda nasıl hal ve erkan kalmıştır.”137 Demokrat
Parti kapatılmış olsa da, on yıllık iktidarı süresince partizan kin tohumlarını atmış
olduğundan, 1961 Anayasası ile istenilen Türkiye tablosuna ulaşmanın güç olduğu
açıktı. Bu güçlüğün ise demokrasi içinde yani ‘kahramansız’ aşılması ise ek bir
güçlük oluşturmaktaydı. Çünkü 1960 lı yıllardan itibaren artık ‘muhafazakar
seçmen’ yerini ‘gerici taraftar’a bırakmıştı. Taraftar ise kahramanını bekler olmuştu.
Nitekim Türk siyasal yaşamında ‘Süleyman Demirel’in konumunu bu çerçevede
değerlendirmek gerekir.
‘Seçmen’ ile taraftar’ın farkını en sarih şekilde ortaya koyan isimlerden bir tanesi
Duverger’dir. Duverger, farkı şöyle tespit eder: “Seçmen kavramının basit ve açık
oluşuna karşılık, taraftar kavramı, belirsiz ve karışıktır. Taraftar, seçmenin ötesinde,
üyenin gerisinde bir kimsedir. O da, seçmen gibi partiye oyunu verir. Fakat sadece
bununla yetinmez. Partiyle aynı görüşte olduğunu açığa vurur, siyasal tercihini itiraf
eder. Seçmen ise, seçim hücresinin gizliliği içinde oyunu kullanır ve yaptığı tercihi
açıklamaz. Oyun gizliliğini sağlamak amacıyla alınan tedbirlerin kesinliği ve
bolluğu da, bu olgunun önemini ispatlar. Oyunu açıklayan bir seçmen, artık sadece
bir seçmenden ibaret olmayıp, bir taraftar haline gelme yolundadır. O, bu eylemiyle,
bir takım sosyal bulaşma olaylarını da harekete geçirir, taraftarın itirafında bir
propaganda unsuru mevcuttur; bu, aynı zamanda kendisini diğer taraftarlara
yaklaştırmak suretiyle, ilk topluluk bağlarını yaratır. Seçmenler, birbirlerini
tanımadıkları için, gerçek bir topluluk teşkil etmezler, sadece tüm olarak
belirtilebilen ve istatistiki yollarla ölçülebilen bir grup meydana getirirler. Buna
karşılık, taraftarlar, gerçek bir topluluk oluştururlar.”138
Burada belirtmek gerekir ki seçmenin politik olması ile taraftarlık birbirinden ayrılır.
Demokrasinin gelişimi için seçmenin apolitik olması ciddi bir tehlikedir. Ancak,
parti taraftarlığı demokrasi için apolitik seçmen davranışından daha büyük tehdit
oluşturur. Çünkü taraftarlar, ki az gelişmiş ülkelerde seçmenlere göre
çoğunluktadırlar, popülist politikalara açık olurlar. Nitekim Türkiye örneği göz
önünde bulundurulursa, ‘yurttaşlaşamamış’ geniş kütlenin ‘seçmenleşme’ sürecini
daha tamamlamamışken, on yıllık Menderes hükümetleri döneminde
‘taraftarlaştırılmasının’ Türk demokrasisine verdiği zararın 1960 lı yılların
ortalarından itibaren somut olarak görülmeye başlandığını söylemek yanlış olmaz.
Gerçi kimi aydınlar, sonraları, ideolojik angajmanlarının beklenir bir neticesi olarak,
Türk demokrasisinin sorunlarını on yıllık Demokrat Parti iktidarında aramak yerine
27 Mayıs müdahalesinde hatta daha da ileri giderek, 1923-1950 arasında
bulduklarını ilan edeceklerdir. Bu aydınların sayısı 1990 larda ve 2000 lerde
çoğalarak da artacaktır, fakat söz konusu görüşe sahip olanların niceliğinin artması,
bu görüşün niteliğini kuvvetlendiremeyecek, bilakis zayıflatacak, bu ise mevzubahis
kişileri hırçınlaştıracak, bu hırçınlıkları onları gerici akımların savunucuları ile aynı
safa savuracak ve onlara gerici hareketlerin liderlerinin, Cumhuriyetin
kurucularından daha ‘demokrat (!)’ olduklarını söyletmeye kadar vardıracaktır.
137
Demokratlar Kulübü, 27 Mayıs Askeri Darbesinde Gerçeği Savunan Yazarlar ve Yazıları,
Ankara:Demokratlar Kulübü Yayınları, 1996, s.261.
138
Maurice Duverger, Siyasal Partiler, çev. E.Özbudun, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1974, s.151.
151
III. BÖLÜM
FORUM:BİREY-TOPLUM
1.Klasik Hak ve Özgürlükler
Forum’a göre 1950’de iktidara gelen Demokrat Partinin siyasal özgürlükleri
genişletme ve iktisadi kalkınmayı gerçekleştirme gibi iki önemli görevi vardı. Türk
aydınlarının DP’yi 1950 seçimlerinden önce desteklemelerinin sebebi de buydu.
Forum’a göre DP’nin bu hedefleri gerçekleştirebilmek için aydınlar ile işbirliği
içinde olması gerekmekteydi, oysaki DP iktidarı bu işbirliğinin gereksizliğine
inandığını gösteren bir tutum içerisinde girdi. 1950-1954 arası iktisadi alanda kimi
gelişmeleri sağlamakla birlikte, siyasi özgürlükler bahsinde ülkeyi 1950’nin de
gerisine götürme eğilimi içinde oldu. 1954 seçimlerinden sonra ise DP, çoğunluğun
desteğini arkasına almanın verdiği güvenle, aydınlarla işbirliği içinde olmanın
gerekliliğine inanmadığını açıkça ifade etmekteydi. Öyle ki DP yöneticileri,
aydınların bilgisinin kitabi olduğunu, eylem alanda onlardan istifade etmenin
olanaklı olmadığını beyan etmekteydiler. Halbuki sağlam ve sistemli bir siyasi ve
iktisadi düşünce olmadan eylem alanında başarı sağlanması olanaklı değildi.
Forum’a göre DP iktidarının yapması gereken, Batı ülkelerindeki iktisadi, siyasi ve
toplumsal gelişmeyi sağlayan metotları tetkik edip, Türkiye’nin özgün koşullarını da
göz önünde bulundurarak gelişmiş bir ülke olma amacına yönelik bir program
oluşturmaktı. Kaldı ki DP’nin 1954 seçimlerinde oylarını daha da yükseltmiş olması
ona bunu yapmayı mecbur kılmaktaydı. Aksi halde DP, sadece iktidarı ele geçirmek
ve bunu elinde tutmak isteyen bir parti olmanın ötesine geçemeyecekti, Türkiye’nin
kaybedecek zamanı yoktu. Oysaki geçen yıllar gösterecekti ki, DP iktidarları
Türkiye’ye sadece zaman kaybettirmeyecek, Türkiye’nin 1950’ye kadar kazanmış
olduğu zamanı da kaybettirecekti.
Bu bağlamda, Forum’da kaybedilen vaktin, Türk toplum yapısında önü alınmayacak
tehlikeler doğuracağına dair iddiasına mesnet teşkil edecek şekilde aktardığı iki
olaya yer vermek uygun olacaktır: “Meğer Sultanahmet Camii imamı ırzına geçtiği
kızı daha önce bir imam nikahı ile kendisine helal kılmış! Bu suretle de zina yatağını
İslam dininin helal evlilik döşeği haline getirmişmiş. İşte bu sebeple imam efendi,
şimdi, cezaevinde büyük bir vicdan rahatlığı içinde yatıyormuş. Tek üzüntüsü, din
adamlarının sevimli alametlerinden biri olan sakallarının kesilmesiymiş. Bu bir
olay, bir ikincisi daha var. İki köylü kadın, yağmur duasının müstecap olması için
mezardan bir çocuk başı çalmaya kalkmışlar. Mezarında rahat bırakılmayıp ölü
kafası kesilen bu sabinin ölü gözlerinden akacak yaş ile Allah’a olan tazarrularını
daha müessir kılmak istemişler. Müthiş bir tablo..Ortaçağda bile yasaklanacağı
şüphesiz bir icra tarzı ile yapılmak istenilen bu korkunç yağmur duasını dürtükleyen
de gene bir sözde din adamıdır.139
139
Bir Ustaca Nikah ve Bir Korkunç Yağmur Duası, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:6,
15 Haziran 1954.
152
Bu iki olay göstermektedir ki, Türkiye gibi az geliş bir ülkenin demokrat aydınların
kılavuzluğuna ihtiyaç vardır. Çünkü bu iki olay “şehvetli bir imam ile Allah’a
yalvarmayı en iptidai dinlerin bile kabul edemeyeceği bir dehşet tablosu içinde
yapmaya kalkışanları kışkırtan bir başka sapık din adamı” şeklinde açıklanamayacak
kadar, yaklaşan tehlikenin habercisidir. Bir milletin dini ihtiyaçlarının beşeri
çerçevede tatmin edilmesine itiraz edilecek değildir. Ancak itiraz edilmesi gereken,
siyasi fırsatçılık ve tavizcilik zihniyetidir. Bu iki olaydan çıkarılacak sonuç, sözde
vicdan hürriyetini ve halkın moral ihtiyaçlarını düşünme bahanesiyle iktidarı elde
tutma ve kazanma yolları arasına giren, halkın adeta fanatik duygularını okşama
yolunun, yarattığı hadiseleri hafife almamak gerektiğidir.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, DP’nin din istismarcılığı yapmakta olduğunu
görmelerine rağmen, aslında aydınlar DP’ye 1954 seçimlerine kadar DP’ye
arkalarını dönmemişlerdi. 1954 seçimlerinden sonra ise DP’nin yükselen bir hızla
otoriterliğe kayması aydınları büsbütün hayal kırıklığına uğratmıştı. Gerçi
Forumcular ardı ardına çıkartılan anti-demokratik kanunlara rağmen, bu adımlardan
geri dönme ihtimali olduğuna dair ümitlerini kaybetmediklerinden, DP iktidarına
uyarılarda bulunmak suretiyle, DP’ye 1950 genel seçimleri öncesi verdikleri vaatleri
hatırlatarak, onları demokratik yol içine çekebileceklerini düşünüyorlardı. Çünkü
demokraside hatalar yapılmaz değildi. Yapılan hatalar önemli de olabilirdi fakat
hataları fark edip, bundan dönebilme sorumluluğunu göstermek, demokrasinin bir
gereğiydi.
Forumcular, 1950-1954 arasında DP’nin birçok hatalı uygulamaya imza atmış
olduğunu kabul etmekte, ancak DP’nin bu hatalardan ders çıkarabileceğine, DP’nin
aydınların uyarılarına kulak vermek suretiyle doğru adımlar atabileceğini iddia
etmekteydiler. Ancak DP, 1950 seçimleri öncesinde aydınları iktidara gelebilmek
için kullanmış, iktidarda kaldığı dört yıl boyunca da geniş halk kütlesinin desteğini
artıracağı iktisadi politikalarla 1954 yılında oylarını artırmış, dolayısıyla artık
DP’nin aydınlarla işbirliği yapmasının gereği kalmamıştı. Kaldı ki dört yıl boyunca
uyguladığı yanlış iktisadi politikaların 1954 sonrası olası olumsuz sonuçları bariz bir
şekilde ortaya çıkacağından, DP yöneticileri yanlışlarını gizlemek için aydınların
sesini kesme yolunu tutmuştu. Bu ise klasik hak ve özgürlükler alanını daraltmak
suretiyle gerçekleştirilmişti. 1954 genel seçimleri sonrasında DP adım adım düşünce
ve düşünceyi açıklama, basın ve yayın, toplantı ve gösteri gibi temel hürriyetleri
kısıtlamaya başlamasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Forum, kısıtlamaların yoğunlaştığı 1955 yılında, DP iktidarına dair müsamahalı
tutumunu değiştirmeye başladı. Daha açık bir dille, ‘az yoğunlukta eleştiri’ dönemi
kapanıyordu. Forum, uyarılar yoluyla DP’nin demokratik ilkeleri benimsemesinin
sağlanamayacağını 1955 yılı sonunda tamamen kabul etmişti.
Forum’un DP’ye yol gösterme arzusu içinde olduğu ilk sayılarında özellikle gelişmiş
Batı memleketlerindeki klasik hak ve özgürlükler anlayışına dair örnekler
verilmekte, bu bahiste uluslararası örgütlerin hazırlamış olduğu raporlara dair
153
incelemeler kaleme alınmaktaydı. Örneğin Turhan Feyzioğlu’nun Forum’un ikinci
sayısında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanmış olan rapora dair
değerlendirmesinde şöyle denilmektedir: “Birleşmiş Milletler Sosyal ve Ekonomik
Konseyi 14. döneminde, haberleşme (basın, radyo, sinema, televizyon) hürriyeti
konusunda etraflı bir rapor hazırlamaya karar vermişti. Kararının gerekçesinde
Konsey bilhassa şu iki noktayı belirtiyordu: Haberleşme hürriyeti, sadece insan
haklarından biri değil, bütün diğer hürriyetlerin mihenk taşıdır. Tecrübeler, bu
hürriyetin Birleşmiş Milletler Anayasasında ve Cihanşümul İnsan Hakları
Beyannamesinde ilan edilen bütün hürriyetler içinde en kolay çiğnenebileni
olduğunu göstermiştir. Konsey tarafından bu işe memur edilen Salvador P. Lopez’in
1953 yılı içinde sunduğu rapor, Birleşmiş Milletlerce yayınlanmış bulunmaktadır.
Muhtelif memleketlerde basın, radyo, sinema ve televizyon fakat bilhassa basının
tabi olduğu şartları ve tahditleri inceleyen bu rapor baştan sona kadar ilgi çekicidir.
Raporun metninde Türkiye’ye doğrudan doğruya atıf yapılmıyor. Fakat zaman
zaman Yakın Doğu memleketleri, Akdeniz’in Doğu kıyılarındaki memleketler gibi
umumi ve müphem tabirlere rastlanıyor. Ne yazık ki bu umumi tabirler için bizimle
birlikte giren bazı Arap memleketleri hakkında raporun başka kısımlarında yer yer
verilen bilgiler hiç de lehte değil. Mesela Anayasalarındaki basın hürriyeti
prensibinin tatbikatta saygı görmediği, basın hürriyeti sınırlarının istikrarsız olduğu
ve siyasi çalkantıların seyrine uyarak yıldan yıla değiştiği, yabancı muhabirlerin
aşırı tahditlere tabi tutulduğu yolunda kayıtlar göze çarpıyor.”140
Demokratik bir siyasi düzende devlet idaresi hakkında fikir beyan etmek her
vatandaşın tabii hakkıdır. Devlet idaresini ilgilendiren meseleler üzerinde fikri olan
herkes bunların konuşulmasına ve tartışılmasına katılmak hakkına sahiptir.
Demokratik rejimde, hiçbir fert, hiçbir zümre, teşekkül ve topluluk milli ve siyasi
meseleleri konuşmaktan men edilemez. Ancak 1954 seçimleri sonrasındaki DP
iktidarı, ancak totaliter rejimlerde rastlanacak şekilde, devlet idaresini ilgilendiren
meselelere karşı aydınların alaka göstermesinden rahatsız olmuştur. DP’nin
aydınlardan beklediği iktidarın icraatları hakkında, tasvip dışında bir fikir beyan
etmemeleriydi. DP yöneticilerinin bu tutumu, aydınları, Aydınlanma hareketinden
doğmuş kimseler olarak görmemelerinin açık ifadesidir.
Eğer DP yöneticileri Cumhuriyetin kuruluşu ile başlatılmış olan Türk
Aydınlanmasına sahip çıkmış olsalardı, daha açık bir dille, insan aklına karşı sınırsız
bir güven duymuş, bu aklın kendi kendine yettiğini kavramış, her şeyin akıl
süzgecinden geçirilerek eleştirilmesi gerekliliğine inanmış, insan aklını sınırlayarak
boyunduruğu altına almak isteyen her türlü otoriteye karşı çıkmanın bilimselliğin
esas ölçütü olduğunu görebilmiş olsalardı; dönemin aydınlarından, Osmanlı
zamanındaki padişaha methiye düzmekle mesul kimseler gibi kalem oynatmalarını
istemezlerdi. Nitekim DP iktidarına göre, aydınların akıllarını, Menderes ve ekibinin
vesayeti dışında kullanmak istemeleri ve hatta buna kalkışmaları ‘kötü manada
cüretkar’ bir tutumdu. Aydınlanma felsefesi ise tam da DP’nin karşı çıktığı bir
zemine oturmaktaydı: ‘Bilmeye, aklını kullanmaya cüret etmek.’ Üstelik bu
140
Turhan Feyzioğlu, Haberleşme Hürriyetine Dair Bir Rapor, İncelemeler, Forum, sayı:2,
15 Nisan 1954.
154
felsefeye göre, ‘bilmeye, aklını kullanmaya cüret etmemek’ aklı kendi istemine göre
kullanmaktan vazgeçmek demek olduğundan, özgür olmamak anlamına
gelmekteydi. Aslında meselenin düğümlendiği yer tam da burasıydı: Demokrat Parti,
özgürlüklerin tam karşısında konumlanıyordu.
Menderes, 1946 seçimlerinden sonra CHP iktidarının tek parti dönemine eleştiri
getirirken, ‘Milli Şef’ kavramını öne çıkartarak, dönemin zaruri koşullarını da yok
sayarak, CHP yöneticilerinin büyük kütlelerin arzu ve isteklerini ifade etmelerine
izin vermediklerini, onların bu anlayışlarının ‘Devlet idaresi ihtisası işidir, buna
herkesin karışması hatalıdır, ancak seçkin bir zümre ve bu zümreyi temsil eden şef,
bu hususta salahiyetlidir’ şeklinde açıklanabileceği manasına gelen iddialarda
bulunmaktaydı. Aslında, o dönemde kimi liberal demokratların da bu minvalde
iddiaları yok değildir. Bu kimselerin temel savları ‘tek parti döneminde Meclis,
meselelerin muhtelif zaviyelerden tartışılması ve sonunda bir karara bağlanması için
değil, milli şefin ve etrafındakilerin arzularını, şekil bakımından hukukileştirmeleri,
meşrulaştırmaları ve bunlara büyük kütlelerin arzusunun inzimam ettiği intibaını
vermesi için kurulmuş sözde bir Meclis olarak çalışmıştır.’ Kuşkusuz bu iddia
gerçeği yansıtmamaktadır. Ancak burada önemli olan husus, Menderes’in eleştirdiği
‘milli şef’ uygulamasının ötesine geçip, diktatörlük eğilimi göstermesidir. Aksi
halde, onun eleştirileri dinlememesi, daha ötesi eleştirilerin sesini kısmak değil
kesmek istemesini başka türlü açıklamaya imkan yoktur. Nitekim Menderes, DP
iktidarının politikalarını eleştiren aydınların salahiyetlerini aştıkları hatta suç
işlediklerini düşünmektedir. Bu ise totaliter bir rejimin idarecilerinin yaklaşımından
başka bir şey değildir.
Bu bahiste Forum’dan, yabancı memleketlerdeki demokratik işleyişe dair verilen
sayısız örneğe rastlamak mümkündür. Bu örneklerden, İngiltere örneğini nakletmek
uygun olacaktır: “Mesela İngiltere’de işçi sendikaları toplantısında gerek iç siyaset,
gerekse dış siyaset meseleleri tıpkı parlamento imişler gibi en ufak bir tahdit ve
müdahale bahis konusu olmadan tartışılır, karara bağlanır. Oxford Üniversitesinde,
Habeşistan’a tecavüz sırasında öğrenci birliğinin toplantısında verilen karar,
Londra Üniversitesi Siyasi ve İktisadi İlimler Mektebi öğrenci derneğinin zaman
zaman tertiplediği genel tartışma ve müzakerelerde ele alınan meseleler ve verilen
kararlar bütün İngiltere’nin ilgisini üzerinde toplayan hadiselerdir. Buralarda
tartışma tıpkı parlamentodaymış gibi cereyan eder. Demokraside siyaset her
vatandaşın vazifesidir. Parlamento demokrasinin beşiği olan İngiltere’de adeta
bütün memlekete yayılmış olan bu tartışma gruplarının bir konfederasyonudur. Bu
birlik adeta minyatür halde milli bir münazara mahallidir. Aradaki yegane fark,
parlamentodaki münazara kanun şeklinde nihai bir milli kararı ifade eder. Diğer
binlerce yüz binlerce münazara ve tartışma ise bu nihai kararı hazırlayan ilk
çalışmalar olarak kabul edilmektedir. Bunları kösteklemek, parlamentonun
faaliyetini de kösteklemek olur. Hakiki fonksiyonunu ifa edemeyen parlamentoların
sonucu da totaliter diktatörlüktür.”141
141
Siyasetle Uğraşmak, Başyazı, Forum, sayı:8, 15 Temmuz 1954.
155
Forum, özgürlüklere dair bakışta zihniyetin önemine vurgu yapar. Bir yazıda şöyle
denilmektedir: “Dar kafaların taassubu yüzünden dünya tarihinin en önemli
buluşlarından biri olan matbaaya Türk toplumu tam üç yüz yıl gecikme ile kavuştu.
1726’da Şeyhülislam Abdullah Efendi tarafından İbrahim Müteferrika’ya birçok sıkı
kayıtlarla ulema tarafından tashih edilecek eserlere münhasır olarak kitap basma
müsaadesi verildiği zaman, Türkiye’de Musevi, Rum ve Ermeni basımevleri kurulalı
uzun yıllar geçmişti.Yüzyıllarca önceki hürriyet yokluğunun acılarını bugün hala
cemiyet halinde çekiyoruz.”142
Örneklerin akabinde Türk demokrasisi ile Batı demokrasileri arasında mukayeseye
yer verilmekte ve şöyle denilmektedir: “Son günlerde Millet Meclisinde çıkan
kanunlar Türkiye’de devlet işleri hakkında en fazla bilgi ve alakası olan zümrelerin,
memleketin idaresiyle alakalanmalarını önleyecek bir mahiyette inkişaf etmektedir.
Son kanunların müzakeresi esnasında söylenenler, devlet idaresiyle alakadar olmak
demek olan siyasetle uğraşmanın memleketimizde büyük bir aydın zümre için suç
haline getirileceği endişesini yaratmıştır. İlim adamını ve üniversite mensubunu
devlet meseleleri üzerinde düşünmek ve fikrini ifade etmekten men etmek, onun
mesleki faaliyetine son vermek demek olur. Bilhassa hukuk, siyasi ilimler ve iktisat
gibi ilim şubelerine mensup olan kimseler, şu veya bu kanunun, fiil ve hareketin
insan haklarına, anayasaya ve demokratik siyasi düzene aykırı olduğu yolunda fikri
faaliyetlerine devam ederlerse, keza bir iktisatçı, alınan bazı tedbirlerin enflasyonu
körüklediği, iktisadi gelişmeyi baltaladığı, memleketin milletlerarası iktisadi işbirliği
imkanlarını zorlaştırdığı yolunda kanaatini açıklarsa durum ne olacaktır? Çünkü
faaliyet havada ve boşlukta yapılan bir faaliyet değildir. Fiziki ilimlerde laboratuar
ne ise, bir hukukçu, bir siyasi ilimler mensubu, bir iktisatçı için devlet faaliyetini
ilgilendiren konular yani siyasi hadiseler onlar için laboratuar mesaisi ve araştırma
mekanı durumundadır. Bu takdirde üniversitelerde içtimai ilimler kürsülerini toptan
lağvetmek ve bu ilimlerin Türkiye’de tedrisatına son vermek daha mantıki bir
harekettir.”
Miting yapmak, toplantı hürriyetinin en tabii sonucudur. Hatta toplantı hürriyetinin
bizzat kendisidir. Oysaki DP iktidarı bu hürriyete de kısıt getirmiştir. Bu minvalde
Forum şöyle demektedir: “Miting toplantı hürriyetinin bir fiili ifadesidir. Kanunun
derpiş ettiği şartlar içinde yapılması düzenlenen toplantılar, Batılı siyaset
hukukunda hükümetin ön müsaadesi ile bir lütuf eseri olarak kullanılan bir hak
olmaktan çıkmıştır. Toplantı hürriyetine dayanarak bir miting yapmak isteyenler
idareden bir müsaade alma zorunda değildirler. İdareyi keyfiyetten usulüne göre
haberdar etmek yeter. Mitingi önceden yasaklayamayan idarenin, bir mitinge fiilen
müdahalesi, gene kanunun derpiş ettiği ağır hallere ve ciddi şartlara tabi
tutulmuştur. Bizim toplantı hürriyetini düzenleyen mevzuatımız da Batılı siyasi
hukukun bu vasıflarını haizdir. Binaenaleyh hal böyleyken, hükümetin miting
taleplerini önceden yasak etmesi bahis konusu olamaz.”143 Bu durum, DP’nin,
kanunları, aldığı çoğunluk ve Meclisteki temsilci sayısına güvenmek suretiyle,
istediği şekilde yorumlaması, yorumlanamayan kanunları da antidemokratik
142
143
Turhan Feyzioğlu, Fikir Hürriyetine Dair, İncelemeler, Forum, sayı: 35, 1 Eylül 1955.
Mitingler Sahiden Yasak Edildi mi?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:13, 1 Ekim 1954.
156
uygulamalarını meşrulaştırmak amacına yönelik olarak değiştirmesi yaklaşımının bir
ifadesidir. Daha açık bir ifadeyle, DP özgürlükler meselesinde, ya ilgili kanunların
hükümlerini ihlal etmiş ve/veya ihlallerini kanunların içine taşıyıp, bu yönde
kanunları değiştirme yolunu tutmuştur.
Bu noktada Forum’un verdiği şu örnek ilginçtir: “Sahne İngiltere’dir. Faşizme ve
nazizme taraftar olan ve İngiltere’nin can düşmanlarını destekleyen bir avuç insan,
Londra’nın göbeğinde bir miting tertiplemişlerdir. Bunlara nazaran sayıları çok
daha kabarık olan başka İngiliz vatandaşları da mitinge katılanları hırpalamak ve
dağıtmak için hücuma geçmişlerdir. Londra polisi bütün gücüyle mücadeleye
katılmıştır. Coplar konuşmaktadır. Fakat kime karşı? Mitingi yapmak cüretini
gösteren faşistlere karşı mı? Hayır. İngiliz kanunlarının meşru saydığı bir toplantıyı
zorla dağıtmaya kalkışan, söz hürriyetini baltalamaya teşebbüs eden sadık, fakat
gayretkeş İngiliz vatandaşlarına karşı. Çünkü polisin vazifesi hürriyetlerin meşru
hudutlar dahilinde kullanılmasını himaye etmektir, hürriyetleri baltalamak değil.
Kıssadan hisse: Mezar sessizliği nizamı faşist ve komünist rejimlere hastır.”144
Forum, klasik hak ve özgürlükler bahsinde sınırsız özgürlüğü savunmamaktadır.
Liberal demokrat Forumcular da sınırsız özgürlüğü kabul etmemekteydiler.
Forumculara göre, demokrasi kendini ortadan kaldıracak özgürlükleri sınırsız
bırakmamalıydı. Örneğin bu bahiste şöyle denilmektedir: “Bugünkü cemiyetimizin
sosyal endişeleri, bir taraftan irticanın kucağına düşmemek öte yandan sınıf
savaşına müncer olacak aşırı bir sol harekete maruz kalmamak şeklinde ifade
edilebilir. Bu iki husus dışarıda kalınca demokratik politika anlayışı ile mutedil bir
sosyal zihniyet içinde yeşeren görüş çerçeveleri dahilinde fikir ve münakaşa
hürriyetlerinden faydalanılabilir.”145
Forum, basının bizzat kendisinin totaliter faaliyetleri karşı demokratik tepkisini
göstermesi gerektiğine vurgu yapar. Ancak kuşkusuz ki, burada özgürlük ve otorite
dengesi çok dikkatli bir biçimde saptanmalıdır. Demokrasiyi tahrip edecek siyasi
faaliyetlere ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınmasının sakıncalı olduğunu savunan
Forumcular, yıkıcı faaliyetleri kullanarak rejimin otoriterliğe kaymasına itiraz eder.
Nitekim, Dergi yazar kadrosu, demokrasiye inanmayanlara, ifade ve örgütlenme
özgürlüğü tanımak suretiyle özgürlükleri bir gün tamamen ortadan kaldırılacak
hareketlere iktidar yolunu açma tehlikesi bir yanda; totaliter faaliyetlerle mücadele
etme kisvesi altında bir başka otoriter rejimi tesis etme tehlikesi diğer yanda olmak
üzere; 1950 lerin ikinci yarısında, cılız Türk demokrasisinin hassas günler
geçirmekte olduğuna işaret eder. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forumcular Türk
demokrasisinin cılızlığının yine demokratik ilke ve kurumlarla giderilebileceğini
belirtir.
Aslında Demokrat Partinin klasik hak ve özgürlükleri sınırlandırma girişimi sadece
içerideki aydınlar tarafından değil, yabancı memleketlerdeki aydınlar tarafından da
144
145
Muhalif misin? Toplanamazsın, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:35, 1 Eylül 1955.
Af Yolları Elbette Açıktır, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:15, 1 Kasım 1954.
157
görülmekteydi. Bunda, Türkiye içinde görev yaban yabancı basın mensuplarının
etkisi büyüktü. İktidarın, dış çevrelerde iktidar aleyhinde bir tutum oluşmaması için
yabancı basın mensuplarına yönelik de kimi tedbirler almaya yönelmesini bu
çerçevede değerlendirmek uygun olur. Forum, iktidarın, yabancı basın
mensuplarının haber almalarına getirdiği engellemelere karşın şöyle demektedir:
“Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında, Sovyet işgalindeki peyk
memleketlerde, yabancı gazete muhabirlerine karşı, amansız bir mücadelenin
açıldığı, şiddetli tedbirlerin alındığı, tevkif, işkence ve hudut dışı etme gibi yollara
sapıldığı görülmüştür. Bu memleketlerde diktatörlerin asabını bozan ve bu derece
şiddetli tedbirler almaya sevk eden şey, memleket içinde olan bitenleri dahildeki
efkarı umumiyeden kendi kontrollerindeki peyk basınla saklayabildikleri halde
yabancı muhabirlerin bu işte güçlük çıkartmalarıdır. Çünkü yabancı muhabirler
diktatörlük idarelerinin tecrit ettiği bir bölgeyi hür dünyanın müşahedesine arz
etmeye çalışan açık kapılar şeklinde mütalaa edilirler. Türkiye hür insanların
yaşadığı bir memlekettir. Bizde demirperde ve diktatörlükle idare edilen
memleketlerden farklı olarak, herşey hür vatandaşın gözü önünde ve kontrolü
altında cereyan eder. Bu bakımdan yabancı gazeteciler ve muhabirler istedikleri
yazıyı istedikleri şekilde yazabilirler. Fikirlerine iştirak edelim veya etmeyelim
yabancı gazetecilere karşı asabileşmeye kalktığımız zaman bunun yabancı
memleketlerde nasıl karşılanacağını unutmamalıyız.”146
DP’nin özgürlükleri kısıtlamanın yanlışlığını görmemesi, temsil ettiği zihniyetin bir
ifadesidir. Öyle ki özgürlüğü lüks olarak gören ve insan onuru ile özgürlük
arasındaki bağı kavrayamayan bir zihniyetin, totaliter eğilimler göstermesi şaşılacak
bir durum değildir. Nitekim geri zihniyet ile ileri zihniyet arasındaki en derin fark,
insan haysiyetine karşı beslenilen saygı derecesidir. Geri bir zihniyet,
Aydınlanmamış bir akıl, özgürlüğü pek tabii olarak yöneticilerin bahşettiği bir lütuf
olarak görecek, özgürlük bir lütuf olarak kabul edildiğinde de, yöneticilerin bu lütfü
geri çekmesi meşrulaşacaktır. Daha da ötesi, özgür olmayan bir kimsenin insanlık
vasfını kaybettiği şüphesi bile uyanmayacaktır.
Forum özgürlüğün gerekliliğini şu şekilde açıklamaktadır: “Hürriyet lazımdır çünkü
serbest münakaşayı ve tenkidi kaldırmak adaletin yerine zulmü, hakikatin yerine
yalanı ve tek taraflı propagandayı geçirmektir. Bir cemiyetin yarını, temelli olarak
yalan ve propaganda üzerine kurulamaz. Hürriyet lazımdır çünkü kendi politikasının
mutlak surette doğru olduğunu sanıp her türlü muhalefeti muzır bir faaliyet sayan
hükümetler ve her ikazı, her tenkidi susturan rejimler milleti çok zaman telafisi
imkansız felaketlerin kucağına sürüklemişlerdir. Hürriyet lazımdır çünkü murakabe
ve tenkitten uzak kalan her iktidarın kötüye kullanılacağı ve tefessüh edeceği siyaset
ilminin mütearifelerinden biridir. Doğunun uzak ve yakın tarihi bu konularda ibret
dersleriyle doludur.”147
Forum, iktidarın Eylül 1954’ten itibaren yoğunlaşan gazetecileri tutuklama
hareketini eleştirir. Örneğin Hüseyin Cahit Yalçın’ın iki seneyi aşkın süre hapis
146
147
Yabancı Gazetecilere de mi Ceza?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:15, 1 Kasım 1954.
Turhan Feyzioğlu, Neden Hürriyete İhtiyaç Var?, İncelemeler, Forum, sayı:17, 1 Aralık 1954.
158
cezasına mahkum edilmesini iktidarın ayıbı olarak görür. Cemal Sağlam’ın hem dört
yılı aşkın süre hapis hem de aynı zamanda yüksek bir para cezasına çarptırılması,
Fuat Arma için bir yıla yakın süreyle hapis kararı verilmesini, demokratik rejim ile
bağdaşmaz bulur. İsmet İnönü’nün hapse mahkum edilen bu gazetecileri ziyaret
etmesini ise takdirle karşılar. Hüseyin Cahit Yalçın’ın 79 yaşındayken cezaevine
girmesi hadisesine dair Forum şöyle demektedir: “Hüseyin Cahit Yalçın’ın doğum
yıldönümü dolaysıyla vatandaşlar cezaevinin önünde toplanmaya teşebbüs etmişler.
Hükümet de bunu adeta kalkışma mahiyetinde görmüş, yasaklamış ve aynı zamanda
bu hareketi şiddetle takbih etmiştir. Bir parlamento ne kadar büyük bir parti
çoğunluğuna sahip olursa olsun, ölçülü hareket etmelidir. Bu, demokrasinin ön
şartıdır.”148 Hüseyin Cahit Yalçın 79 yaşında üç ay hapiste yatmış, ancak
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, özellikle İnönü ve aydınlar tarafından yapılan baskılar
neticesinde, yazarın mahkumiyetine dair af yetkisini kullanmak zorunda kalmıştır.
Kuşkusuz af müessesi toplumsal huzur sağlamada kullanılacak araçlardan biridir.
Öte yandan bu müessese tek başına, demokratik rejim içinde olunduğuna delalet
etmez.
Bilindiği üzere, Türk Devrimi ile Cumhuriyet kadrosunun yapmaya çalıştığı, Batının
yüzyıllar boyu geliştirdiği demokratik düzeni adım adım ancak olabildiğince kısa
sürede Türkiye’de yerleştirmekti. Nitekim Batı demokrasisinin köklerini ‘Magna
Carta’dan başlatmak abartılı olmayacaktır. Kral tarafından hakları çiğnenen İngiliz
baronlarının 1215’de Yurtsuz Jan’dan kopardıkları ‘Magna Carta Libertatum’u takip
eden 1225 tarihli ‘Büyük Hat’, 1627 tarihli Haklar Dilekçesi, 1688 tarihli ‘Haklar
Fermanı’, 1779 tarihli ‘Habeas Corpus Kanunu’ da klasik hak ve özgürlüklerin
gelişimi sürecinde sayılabilecek belgelerdir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki
İngiltere’de demokratik düzeni kuran bu belgeler derli toplu bir insan hakları
doktrini ihtiva eden ve bütün insanlığın haklarından bahseden beyannameler
değildir. Bunlar keyfi tevkiflere son verilmesi, vergi alınmaması, seçimlerin
serbestliği, söz hürriyeti, hakimlerin bağımsızlığı ve azledilmemeleri gibi pratik
meselelere dair sarih kaide ve usuller koyan metinlerdir.
Bütün insanların doğuştan birtakım vazgeçilmez haklara sahip oldukları fikrini ilan
eden belgelere gelince buna ilk defa Amerika tarihinde rastlamak mümkündür.
4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi ve bilhassa Virginia,
Maryland gibi devletlerin anayasalarının baş tarafında yer alan maddeler, sonradan
Fransız İhtilalinin ilan ettiği İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesine geniş ölçüde
tesir etmiştir. 1789 Beyannamesi ve bunu fasılalarla takip eden diğer Fransız
beyannameleri, klasik hak ve özgürlüklerin gelişim tarihinde önemli köşe taşlarını
oluşturmaktadır. Ayrıca kapitalizmin gelişmesiyle Batı toplumları içindeki varlıksız
sınıfların haklarını korumaya savaşan sosyalist düşünceler ve/veya bir sosyal
politika güdülmesini isteyen cereyanların da, Batı demokrasisinin gelişiminde tesirli
olduğunu da belirtmek gerekir.
148
Son Nümayişler Üzerine, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:17, 15 Aralık 1954.
159
İşte yüzyıllar boyu çeşitli şiddetli ve kanlı mücadeleler sonucu kazanılmış olan hak
ve özgürlükleri, Türk yurttaşları, Türk Devrim sürecinde yani çok kısa bir süre
içerisinde elde etmişlerdir. Bu noktada, DP iktidarının hak ve özgürlüklere karşı
husumetini ‘hakların kazanılmayıp verilmesi’ ne bağlamak mümkün olabilir. Ancak
şunun altını çizmek gerekir ki ‘Aydınlanmış bir akıl’ kazanılsın veya verilsin, hak ve
özgürlükleri bir kez elde edince, bu kazanıma sahip çıkar.
Forum, her vesile ile demokratik bir toplumun basın özgürlüğünden
vazgeçemeyeceğine işaret eder. Bu bağlamda Forum’dan şu sözlere yer vermek
yerinde olur: “Şahsileşmiş, mütemerkiz bir iktidarın mutlakıyetçiliğine engel olan
araçların başında hür basın gelir. Medeni ve demokratik zihniyetli bir sosyete isek,
gerçekten bunu olmak istiyorsak, basının hür olmasını sağlamalıyız. Basının
serbestliği iki yönden tehdit altındadır: Birincisi; suç ve suçluluğun mevcut
iktidarlar tarafından politik maksatlarla ağırlaştırılması. İkincisi; basının ve
mensuplarının itmaa edilmesi, doyurulması. Eğer insanların ve grupların
dinlenmeye değer sözleri varsa, bu sözler kendilerine basında ifade edilme imkanını
bulurlar. Bunun için devletin para yardımına ihtiyaç yoktur.”149
Bilindiği üzere DP iktidarı, icraatlarını meşrulaştırmak için kendisine ‘besleme’ bir
basın yaratmıştır. Forum da böyle bir yaklaşımın demokratik prensiplerle
örtüşmediğine dair eleştirisini sıklıkla dile getirmiştir. Gerçekten de basın özgürlüğü
meselesinde, o dönemde Batı demokrasileri ile mukayese edildiğinde, Türk
demokrasisinde çok ciddi sorunlar mevcuttu. Öyle ki, bir yandan basın suç ve
suçluluğunun ağırlığı, diğer yandan bu suç ve suçluluğu tespit edecek adli
otoritelerin teminattan mahrumiyeti, memleket meseleleri hakkında gerçekleri
yazmayı engeller mahiyetteydi. Suç olduğu adli otoritelerce tespit yoluna gidilmiş
bazı adli olaylarda, bizzat bakanların teşebbüsleri ile ceza takipleri
durdurulabilmekte, geri alınmakta, kimi zaman da bizzat bakanların teşebbüsleri ile
cezalar ağırlaştırılabilmekteydi. Bu ise aydınlar içinde huzursuzluk yaratmakta ve
güvensizlik doğurmakta idi. İşte bu koşullar altında iktidarın icraatlarını eleştirmek
kahramanlık sayılmaktaydı. Oysaki kahramanlık, demokratik rejimle bağdaşmayan
bir olguydu.
Demokratik anlayışa göre basının başlıca vazifeleri; kamuoyunu ilgilendiren işlerde
halk murakabesini mümkün kılmak, haberleşmeyi sağlamak, düşünce özgürlüğünün
ve eleştiri hakkının kullanılmasını kolaylaştırmaktır. İspat hakkının tanınmadığı
veya aşırı derecede kısıldığı bir memlekette, basın bu vazifeleri hakkıyla yerine
getiremez. İspat hakkı hem adalet duygusu, hem kişi özgürlüğü hem de toplumun
menfaati için gereklidir. Forum ispat hakkına dair Fransa’dan şöyle bir örnek
vermektedir: “Fransa’da bakanlar bizde olduğu gibi istisnai bir muhakeme usulüne
tabidirler. Fakat 1881 tarihli Basın Kanunu ile bakanlara isnat edilen bir hususun
ispatı mümkün kılınmıştır. Bu da gösteriyor ki, hususi bir muhakeme usulünün veya
merciinin bulunması, ispat hakkını ortadan kaldırmak için yeter bir sebep değildir.
1881 tarihli Basın Kanunu yalnız resmi sıfatı haiz olanlar hakkındaki isnatların
149
Bahri Savcı, İktidarın Temerküzünden Doğan Tehlikeler ve Çaresi, İncelemeler, Forum, sayı:18,
15 Aralık 1954.
160
değil, sınai, ticari veya mali müesseselerin müdür ve memurları hakkındaki
isnatların bile ispatına imkan tanımıştır. 1944’de ise ispat hakkı daha da
genişletilmiş ve hususi hayatın ifşa edilmesi gibi bazı mahdut haller müstesna,
hususi şahıslara yapılan isnatlar hakkında bile ispat hakkı tanımıştır.”150
Aynı yazıda Anglosakson hukukuna hakim olan ilkeden bahsedilmekte ve daha
sonra Türkiye’deki uygulamanın yanlışlığına işaret edilmektedir: “Anglosakson
hukukuna hakim olan prensip de şudur: İsnat edilen hususun umuma
duyurulmasında amme menfaati varsa, sanığa ispat hakkı tanınır ve isnadın
doğruluğunu ispat eden sanık beraat eder. Bazı hallerde, isnat edilen hususun
hakikat olduğuna inanmak için makul sebeplerin mevcudiyeti sanığı beraat
ettirmeye kafidir. Bugün hala Türkiye’de yürürlükte olan, 1949’dan yadigar bir
Tevhidi İçtihat kararı vardır. Karar mahkemeleri hala bağlamaktadır. Karara göre,
vazifesi ile ilgili bir husustan dolayı bir bakana isnatta bulunan kimse, Ceza
Kanununun 481. maddesindeki ispat hakkından faydalanamayacaktır. Çünkü bakan
hususi bir muhakeme merciine tabidir. Bu demektir ki, mesela bir bakanın
hısımlarını haksız bir şekilde koruduğunu yazan bir gazeteci, bu iddiasının
doğruluğunu yüzde yüz ispat edecek durumda olsa bile, ispat hakkından
faydalanmayarak mahkum olacaktır. Tevhidi İçtihat Kararı durduğu müddetçe
tehlikelidir. Çünkü aleyhinizde açılacak hakaret davasında ispat hakkını
kullanmanıza müsaade edilmeyecektir. Vazifesini kötüye kullanan bir memur
düşünün. Bu memurun yaptıklarını umumi efkara duyuran bir gazeteci mahkum
edilebilir mi? Evet, bugünkü mevzuatımıza göre edilebilir. Ama yazdıklarının doğru
olduğunu ispat edebilirse neden mahkum olsun? İspat hakkının manası şudur: Halk
efkarınca bilinmesi faydalı olan bir hakikati ortaya koymaktan başka hiçbir kabahati
bulunmayan bir insanın mahkum edilmemesinin teminidir.”
Forum, ispat hakkının tanınmasının demokratik rejimin gelişmesindeki önemine
vurgu yaparken, bu hakkın kullanımının kötü niyetten uzak olması gerektiğine vurgu
yapmayı da ihmal etmez. DP içinde, bu ispat hakkı meselesi, büyük çalkantılara
sebep olmuştu. DP li 19 milletvekili basına ispat hakkı tanınmasını talep etmişti.
DP yöneticilerinin bu talebi mukabele ediş şekli ise ilginçti: ‘Milletvekillerinin
ihracı.’ Gerçi ihraç isteminin divana sevkinden sonra, bu grubu ikiye bölmek
gayesiyle, sadece dokuzunun ihracına karar verilmişse de, diğer on milletvekili bu
haksızlık karşısında, kendileri hakkında ihraç kararı alınmamış olmasına rağmen,
istifa etmekte tereddüt etmemişlerdir. İşte bu 19 milletvekili, Hürriyet Partisini
kurmuşlar ve DP’nin karşısına bir ‘liberal demokrat parti’ modeli olarak
çıkmışlardır. Aslında Demokrat Parti bu tutumuyla bir kez daha şunu göstermiştir:
Ülkedeki herkes, kendi partisinden milletvekili seçilmiş kimseler dahi hukuki
güvenceden yoksundur. Forum yurttaşların güven içinde yaşamasının hükümet
tarafından temin edilmesi hususunda şöyle demektedir: “Vatandaşın ve beşeri
şahsiyetin emniyet içinde yaşaması da bir medeni esastır. Vatandaşın ve beşeri
şahsiyetin hukuk himayesinden mahrum bırakılması bu emniyet prensibi
muvacehesinde ağır bir fiil teşkil eder.”151
150
151
İspat Hakkı ve Basın Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:22, 15 Şubat 1955.
Basına Bir Gözdağı mı?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955.
161
Forum’un klasik hak ve özgürlükler bağlamında önemsediği konulardan bir tanesi de
tevkif hürriyetidir. DP iktidarı tarafından hazırlanan Ceza Muhakemeleri Usul
Kanunu tasarısındaki pek çok eksikliğin yanı sıra tevkif hürriyetinin göz ardı edilmiş
olması, Forum yazar kadrosu tarafından eleştirilmiştir. Forumcular bu tasarının
hukuk tekniğinden uzak, politik gayelere göre farklı olaylarda farklı şekilde
uygulanabilecek hükümler içermesi bakımından demokratik bir düzenle
bağdaşmayacağını pek çok kez dile getirmişlerdir. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle
denilmektedir: “Vatandaş tevkif şartlarının ne olduğunu bilmeden yaşayacak, yargıç
takdir hakkını kullanıp her çeşit sanığı tevkif evine gönderebilecektir. Buna
hukuktan başka bir şey denebilir ancak. Kaldı ki Türkiye’de tahkikat safhasının
uzunluğu da ayrı bir noktadır. Bu yüzden sonunda beraat eden sanıkların yıllarca
hapiste yattıkları az görünen bir hal değildir.”152
1955 yılı ortasında ülkede basın özgürlüğü ağır baskı altına alınmıştı. Başta ceza
kanununun ağırlaştırılan maddeleri olmak üzere kabul edilen birçok yeni kanunlarla
basın hürriyeti önemli şekilde sınırlandırılmıştı. Resmi ilan dağıtımında hükümetin
taraflı tutumu ise basını mali açıdan kontrol etmenin aracı olarak kullanılmaktaydı.
Buna bir de Türk basının yapısal sorunları eklenmekteydi. Şöyle ki, büyük
gazetelerin hepsi özel kişiler tarafından çıkartılmaktaydı. Buna uymayan bir tek
Vatan gazetesi idi, çok ortaklı bir yapı arz etmekteydi. Sabah, Yeni İstanbul,
Milliyet, Son Posta tek kişinin, Cumhuriyet, Hürriyet ise bir ailenin elindeydi.
Ayrıca gazete okuru sayısı çok düşüktü.
Bu çerçevede Forum’un verdiği rakamlar dikkat çekicidir: “UNESCO’nun
yayınladığı 1952 yılına ait istatistiklere göre İngiltere’de günlük gazetelerin
topyekun sürümü 31 milyondur yani bin kişiye günde 615 gazete nüshası isabet eder
yani her eve birkaç gazete...Bin kişiye isabet eden miktar Norveç’te 496, İsveç’te
490, Belçika’da 353, İsviçre’de 299, Almanya’da 263, Hollanda’da 240, İtalya’da
196, Yunanistan’da 71 ve Türkiye’de 32’dir. Türkiye’de bin kişiye isabet eden gazete
sürümü birçok Asya ve Yakın Doğu memleketlerinden de düşüktür. Japonya’dakinin
onda biri, İsrail’dekinin ise beşte biri kadardır. Suriye’de bin kişiye 44, Seylan’da
38 gazete düşmektedir. Suriye ve Seylan bile bizden ileridir. Bin kişiye isabet eden
günlük gazete sürümü bakımından bizden daha geride kalan memleketler arasında
Irak 21, Çin 18, Ürdün 12, Hindistan 8, Endonezya 7, İran 6, Pakistan 2, Suudi
Arabistan 2 ve Afganistan 1’dir. İngiltere’nin 615’i ile Suudi Arabistan’ın 2’si ve
Afganistan’ın 1’i arasındaki uçurum cidden düşündürücüdür.”153
Cumhuriyet, Vatan, Son Posta, Akşam’ın toplam tirajı 100 bini bulmuyordu.
Hürriyet, Yeni Sabah, Milliyet’in toplam tirajı 300 binin üzerine çıkmaktaydı ancak
bu tiraj Batı demokrasilerindeki tirajlarla mukayese edildiğinde çok düşük
kalmaktaydı. Dolayısıyla bir yandan hükümetin baskısı, bir yandan basının yapısal
sorunlarından kaynaklı iç baskı, basın özgürlüğünün ülkedeki gelişimini olumsuz
etkilemekteydi. Ancak bu noktada Forum’un ilginç bir yaklaşımı vardı. Forum,
Türkiye’de parti ve sendika gazetelerinin yokluğunu da basın özgürlüğü
152
153
Tevkif Hürriyeti mi?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:22, 15 Şubat 1955.
Turhan Feyzioğlu, Türk Basının Kaderi, İncelemeler, Forum, sayı: 48, 15 Mart 1956.
162
çerçevesinde ele almakta ve bunun gerçekleşmemesi halinde, diğer sorunların
halledilmesi durumunda dahi basının tam olarak özgür sayılamayacağına işaret
etmekteydi.
Forum, 1955 yılı ortasında, hak ve özgürlükler sistemine dair şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: “Memleketimizde şiddetini her gün daha fazla hissettiğimiz manevi
huzursuzluğun en mühim sebebi hiç şüphe yok serbest tartışma üzerine konan suni
tahditlerin tedricen artmasıdır. Ceza ve basın kanunlarımızdaki bazı maddelerin her
türlü tefsire müsait vuzuhsuz ifadeleri, bunları tatbik edecek adli makamların hür
karar verebilmeleri için şart olan adli teminatlarının zedelenmiş olması, memleket
meseleleri üzerinde serbestçe tartışmada bulunmak isteyenleri, neticeleri önceden
kestirilemeyen meçhuller ve kararsızlıklar içinde faaliyette bulunmak zorunda
bırakmaktadır. Hükümetten farklı fikirler savunan bazı gazetelerin makineleri, her
gün muhtaç oldukları kağıt ve mürekkepleri üzerinde, hükümetin baskı ve
tehditlerini hissetmeleri Türkiye’de serbest tartışmayı zorlaştıran amillerin, kanun
ve mevzuatı sınırlarını da aştığı açıkça gösterilmektedir.”154
Bu bağlamda DP’nin basın özgürlüğüne karşı husumeti ile Osmanlı’da Abdülhamit
dönemi arasında bir paralellik kurmak abartılı olmayacaktır. Osmanlı döneminde,
basınla ilgili ilk ana metin 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesidir. Bu nizamname
basına hürriyet sağlamaktan uzaktı. Fakat çok geçmeden, 1864 nizamnamesini de
aratacak yeni kararnameler basın hürriyetini büsbütün yok etti. Abdülhamit idaresi
altında basın koyu bir sansürün esiri oldu. Rafa kaldırılmış olan Kanuni Esasi’deki
‘matbuat kanun dairesinde serbesttir’ sözü hiçbir değer taşımıyor, basınla ilgili
nizamname ve karar nameler bu serbestiden eser bırakmıyordu. Teodor Kasap adlı
bir gazeteci basını elleri ayakları bağlı bir adam şeklinde gösteren bir karikatür
neşredip altına ‘matbuat kanun dairesinde serbesttir’ diye yazdığı için hapse
mahkum olmuştu. Bu devirde yurtsever ve hürriyetsever aydınlar Namık Kemal,
Ziya Paşa, Agah Efendi, Ali Suavi, Ahmet Rıza, İshak Sukuti, Abdullah Cevdet vb.
yabancı ülkelere sığınıp fikirlerini orada çıkardıkları gazete ve dergilerle yaymaya
mecbur oldular. Dolayısıyla şunu söylemek mümkündür: ‘Bir rejimin demokratik
olup olmadığını tespitte, basın özgürlüğüne verilen değer güvenilir bir ölçüttür.’
Forum, basın özgürlüğünün önemini, basının görevleri bağlamında da, pek çok
yazıda açıklamıştır. Basının görevinin tanımlandığı yazılardan bir tanesinde şöyle
denilmektedir: “Basın hürriyetinin demokratik düzenin kilit taşlarından biri olduğu
bugün bütün medeniyet aleminde kabul edilmiş hakikatlerden biridir. Demokratik
düzen, amme işlerinin seçimle işbaşına gelmiş şahıslar tarafından vatandaşların
daimi murakabesi altında görüldüğü, bütün meselelerin serbestçe yapılacak
müzakereler ve münakaşa ile halledildiği rejimdir. Doğrudan doğruya demokrasiyi
bugünkü büyük devletlerde uygulanan demokrasiden ayıran husus, bugün bütün
vatandaşların amme işlerini müzakere etmek için bir forumda toplanmayacak kadar
kalabalık olmalarıdır. Zamanımız demokrasilerinde bu forumun yerini basın almış
bulunmaktadır. Gerek vatandaşların fikirlerini diğer vatandaşlara duyurabilecek,
154
Türkiye’de Yıkıcı Cereyanlar Meselesi, Başyazı, Forum, sayı:30, 15 Haziran 1955.
163
gerek amme işleri hakkında kendilerini tenvir edecek ve reyinin istikametini tayin
edecek en mühim unsur şüphesiz basındır. Bu bakımdan bütün demokratik ülkelerde
hür basın Anayasanın teminatı altına alınmış, basınla ilgili kanunlar en liberal bir
zihniyetle hazırlanmış, diğer taraftan hükümetler karşısında bağımsız bir hüviyet
taşımasına çalışılan basının iktisadi menfaat gruplarının da gizli himayesi altına
girmesini önleyecek hükümler konulmuştur.”155
Menderes hükümetinin 1955 sonunda yaşadığı güvenoyu krizinden sonra kurulan
yeni Menderes hükümeti, 13 Aralık 1955 tarihinde basın özgürlüğünde iyileştirmeye
gideceğini taahhüt etmişti. Aslında Forumcular buna inanmamışlardı ancak yine de
belki DP geri adım atar diye düşünmekten kendilerini alamamışlardı. Forumcular
inanmamakta haklı çıkmışlardı, üç ay gibi kısa bir müddet sertlik politikalarını
askıya alan Menderes, bu süre sonunda, üç ay öncesinden daha da sert uygulamalara
girişmişti. Bu bağlamda Forum’da, Haziran 1956’da bir yasanın Meclis Genel
Kurulunda görüşülmesi esnasında DP lilerin zihniyetini ortaya koyan şu hadiseye
yer verilmiştir: “27 Haziranda Meclis içinde Toplantılar Kanunu görüşülürken
muhalefet partilerinin topluca Meclisi terk ettikleri sırada, dinleyiciler locasından
onbir gazetecinin muhtelif sebeplerle dışarı çıkması basına karşı yepyeni tedbirlerin
alınmasına vesile oldu. Gerek başbakan, gerekse iktidar sözcüsü gazete, muhtelif
gazetelere mensup parlamento muhabirlerinin bu hareketini Meclise karşı bir
gösteri olarak vasıflandırdılar.”156
Yazı şöyle devam etmektedir: “Kimisi, meclis müzakerelerine hararet veren
hatiplerin konuşma metinlerini elde etmek, kimisi kalabalıkta rahatsız bir şekilde
müzakereleri takipten hasıl olan maddi yorgunluğu gidermek ve dinlenmek üzere
çıkan muhabirler için bir daha parlamentoya alınmamaları cezası verildi.
Gazeteciler arasında oturduğu yerde notlarını dolma kalem ve kağıtlarını bırakarak
biraz dinlenmek için dışarı çıkan dergimiz sahibi ve yazı işleri müdürü de vardı.
(Nilüfer Yalçın) Hiçbir tahkikat ve soruşturmaya lüzum görülmeden Meclise bir
daha alınmamalarına karar verilen bu gazeteciler, haksız bir muameleye maruz
kaldıklarını ispat için boş yere çırpındılar. Meclis İdare Amirliğine yaptıkları yazılı
müracaatta durumu izah ederek, bütün vatandaşlara açık olan Meclis
müzakerelerine alınmamalarının hem vatandaşlık hem de mesleki haklarını ciddi bir
şekilde zedelediğini belirttiler. Bundan bir netice çıkmadı. İktidar sözcüsü gazeteye
ayrı ayrı cevap yolladılar. Biri müstesna diğerleri neşredilmedi. Danıştay’a kararın
iptali için başvurdular. İktidar sözcüsü gazeteye karşı hakaret davası açarak
haklarını aramak için hülasa bütün yollara müracaat zorunda kaldılar.”
Demokrasi bir tahammül rejimidir. Dünyanın hiçbir yerinde dinleyiciler, bir
oturumda, konuşmaları sonuna kadar takip etmeye zorlanamazlar. Nitekim TBMM
iç tüzüğünde de böyle bir hüküm yoktu. Dinleyici locasını terk etme isteği, on değil
yirmi veya yüz kişi tarafından aynı anda hissedilmiş olsa bile, demokrat bir
memleketin hukuk düzeni buna müdahaleye lüzum görmez. Çünkü bu düzende,
hukuk, bu hareketin ne maksatla yapıldığını araştırmaya yetkili değildir. Belirli bir
155
156
Kısılan Basın Hürriyeti, Başyazı, Forum, sayı:54, 15 Haziran 1956.
Gazetecilerin Çilesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:56, 15 Temmuz 1956.
164
maksatla yapıldığı takdirde, suç sayılabilecek fiiller mevcut olduğu takdirde, böyle
bir kastın mevcudiyetini, tesadüfi karinelerle değil, maddi delillerle ispat etmek
gerekir. Halbuki ispat etmek şöyle dursun, kasıt unsurunun, araştırılmasına bile
lüzum görülmemiştir.
Aslında bu hadisedeki garabete şaşırmamak lazımdır. Çünkü gazetecilerin maruz
kaldığı hukuksuzluk, demokratik rejimlerde rastlanmayacak bir kanun tasarısının
kabulü sırasında cereyan etmişti: ‘Toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkındaki kanun.’
Söz konusu kanuna dair Forum’da şu değerlendirme yapılmıştır: “Bütün demokratik
memleketlerde vatandaşların hususi olarak serbestçe toplanabilecekleri esası kabul
edilmiştir. Hususi toplantı, umuma açık olmayan bir yerde ismen muayyen
şahısların toplanması demektir. Bir şahsın evinde arkadaşlarına, meslektaşlarına
veya kendisiyle aynı derneğe mensup insanlara ziyafet vermesi yahut onlarla
konuşmak için toplanması gibi. Umumi toplantılar ise herkesin kolayca girebileceği
yerlerde umuma vaki davetlerle toplanılmasıdır. Bu kabil toplantılar amme intizamı
veya zabıta mülahazaları dışında fertlerin en tabii hakları olarak serbest
bırakılmıştır. Lakin bu kanunun tatbikata geçmesiyle şunlar yaşanmıştır: Bir parti
başkanının partililere evinde yemek vermesi hem men edilmiş, bir cemiyete mensup
şahısların bir toplantıda aynı yemek masası etrafında toplanmaları ‘maksadı
mahsus’ sayılmıştır. Maksadı mahsus mefhumu değme hukukçuların bilmediği bir
mefhumdur. Bu tabir olsa olsa bazı kanunlarımızın suç saydığı, devlet düzenini
bozmaya matuf, gizli gayeler manasına gelse gerektir. Bu kadar vahim bir kastı
idari makamların bazı vatandaşlara atfı cidden üzücüdür. Bir derneğin, ister siyasi
ister gayri siyasi olsun, mesuliyet mevkiinde bulunan azalarının birbiriyle buluşması
ve derneğin gayelerinin tahakkuku ve dernek işlerinin tedviri için zaman zaman
genel kurul ile buluşmaları bir zaruret olduğu halde, idare organları bunları
önlemek yoluna gitmişlerdir. Bu vaziyet derneklerin gelişmesini imkansız hale
getirecektir.”157
Vatandaşların herhangi bir şahsı görmesine veya bir sempati tezahürü olarak
alkışlamasına mani olmak, hiçbir memlekette görülmeyecek bir hadisedir. DP
iktidarı görülmeyecek uygulamaları gerçekleştirmek bahsinde dünya ölçeğinde
rekorlara imza atmaktan geri durmamıştır. Bu bağlamda şunu hemen belirtmek
gerek ki, kabul edilen anti-demokratik kanunlar sadece ve sadece DP lilere ve
yandaşlarına uygulanmamıştır. Mesela, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu,
muhalefet partilerinin mensuplarına ve destekleyicilerine uygulanırken, DP li
milletvekillerinin gösteri ve halkın tezahüratlarıyla karşılanmasının doğal kabul
edilmesi sıklıkla görülen bir vakadır. DP, bunu, halkın çoğunluğu tarafından desteğe
mazhar olmuş bir partinin, ‘haklı olarak halktan uzak kalamayacağı’(!) şeklinde
meşrulaştırmıştır.
Basın özgürlüğünün ve toplantı ve gösteri özgürlüğünün her geçen gün biraz daha
fazla sınırlamalarla yok edildiği bir ortamda, kamuoyunu yanıltıcı ve demokratik
157
Alkış, Yemek ve Toplantı Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:58, 15 Ağustos 1956.
165
rejime zarar veren bir durum daha vardı: ‘Birçok basın organının DP icraatlarının
propagandasını yapması.’ İşte bu koşullar altında 1957 seçimleri gerçekleştirilecekti.
Forum, iktidar yanlısı basın organların birçok haberi tahrif edip yayınlamasını çok
kez eleştirmiş ve bilhassa diktatörlüklerde kullanılan bu yöntemin iktidar tarafından
kullanımının sürmesi halinde, yapılacak seçimlerin özgür seçimler olmayacağını,
dolayısıyla bu koşullarda yapılacak bir genel seçimlerden iktidar partisinin kazançlı
çıkabileceğini belirtmiştir. Bu noktada Associated Press Ajansının hazırlamış olduğu
ve Forum’da yayımlanan rapordan Türkiye’ye dair yapılan değerlendirmeye yer
vermek isabetli olacaktır: “Türk basını ağır bir basın kanununun tazyiki altındadır.
Bu yüzden birçok kimse hüküm giymiştir. Bu suretle basın hürriyeti bakımından
Türkiye’nin, muhtelif siyasi rejimlere mensup devlet kategorilerinden hangilerine
yaklaştığını idrak edebilmek mümkündür.”158 Bu ifadeden anlaşılan şudur: ‘Türkiye,
söz konusu dönemde, demokratik bir rejim olarak nitelendirilememektedir.’
Demokrat Parti iktidarı, iktisadi sorunlar arttıkça, basın üzerindeki baskısını
artırmaktaydı. Bu baskı arttıkça muhalif basından yazarlar siyasi iktidarı eleştiriyor,
bu eleştiri ise daha da ağır baskıyı getiriyordu. Basın kanunu çok ağır hapis ve para
cezaları öngörmekteydi. Demokrat aydınların mücadele gücü kırılmak isteniyor ama
bir türlü başarılamıyordu, bu iktidarı daha da kızgın hale getiriyordu. Bu bahiste
Forum Metin Toker hadisesini şöyle aktarmaktadır: “Metin Toker devlet vekili
Mükerrem Sarol tarafından çıkarıldığını iddia ettiği bir gazeteye ilkokulların abone
kaydedilmesi ve gazete sahibi bir bakanın basın işlerini tedvir etmesinin mahzurları
üzerinde duran bazı yazılarından dolayı hapse mahkum edildi. Yazılar 1954’ün
Ekim ve Kasım’ında Akis’te çıkmıştı. Dava çok uzun sürdü ve Toker dokuz ay on gün
hapse mahkum edildi. Yılmadan ve çekinmeden tenkit ve haber verme vazifesine
devam eden Metin Toker gibi mücadeleci basın mensupları için havanın çok
ağırlaştığı muhakkaktır.”159 Davanın uzun sürmesinin sebebi Toker’in birinci
mahkemenin verdiği karara dair Yargıtay’a başvurmasıydı. Ancak karar Yargıtay
tarafından da onanacaktı.
Muhalif gazetecilere yönelik siyaset adamlarının hoşgörülü olmasının demokrasinin
icaplarından olduğunu her fırsatta vurgulayan Forum, bu bahiste ABD’den şöyle bir
örnek vermektedir: “Amerikan Demokrat Partisinin son büyük kongresi Chicago’da
yapılmıştı. Eski başkan Truman kongre devamınca Stevenson’a karşı Harriman’ı
tutmuştu. Chicago Sun Times, Truman’ın bu hareketini şiddetle tenkit eden bir
başyazı yayınladı. Bu başyazıda Truman’ın devlet başkanlığı yaptığı devrin
‘hatalarla, beceriksizlikle ve vizon kürk skandallarla’ dolu olduğu belirtiliyordu.
Truman gazeteyi dava mı etti? Hayır. Öğle yemeğini muharrirle birlikte yemek üzere
gazetenin idarehanesine gitti. Bu hareketini gazetecilere izah ederken neşeyle ve
şakacı bir tavırla gülerek şöyle diyordu: ‘Başyazılarından dolayı Chicago Sun
Times’ın editörlerini tebrik etmek istedim. Fevkalade güzel bir başyazı. Zaten onlar
ne zaman benden yana olsalar bir hata yaptığımı anlarım!’ (14 Ağustos 1956 tarihli
158
159
Dünyada Basın Tahditleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 68, 15 Ocak 1957.
Metin Toker Hadisesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:72, 15 Mart 1957.
166
New York Times) İşte tahammüllü ve basın hürriyetine inanmış bir devlet adamına
yakışan bir hareket tarzı.”160
Basında çok sınırlı da olsa çıkan karikatürlere dair Menderes’in tahammülsüzlüğüne
dair, Forum, yabancı memleketlerden örnekler vermeyi de ihmal etmemiştir. Bir
yazıda şöyle denilmektedir: “İsviçre’de, memleketimizde de tanınmış olan
Migro’nun babası Dutweiler’in partisi olan Landesring’in resmi organı Tat
gazetesinde, devlet reisi Steiger’in günlerce arka arkaya en bedbin tavırdaki
resimleri neşredilerek, altına da ‘bu surattaki bir adamdan devlete hayır gelir mi?’
suali sorulmuştur. İngiliz gazetelerinde başvekil Eden’i araba önüne koşan
karikatürler bile çıkmıştır. Fakat bunlardan dolayı dava açmak herhangi bir
kimsenin aklından geçmemiştir. Demokrasilerde devlet adamları da diğer faniler
gibi sadece ‘insan şeref ve haysiyeti’ne sahiptirler. Bunun dışında onların sanki
mabutlar veya tabularmış gibi herkes için kullanılması caiz tabir veya teşbihlerin
üstünde kalmalarının zaruri sayan hususi bir şeref ve haysiyet ölçüsüne tabi
tutulmaları asla kabul edilemez.”161 Demokrat İzmir Gazetesi yazarı avukat
Ziya Hanhan, Basın Kanununun mahiyetini ifade etmek için bir sünnet düğünü
karikatürü yaparak basının devlet adamları tarafından sünnet edildiği teşbihinde
bulunmuş ve cezalandırılmıştır. Bu gibi çok misal DP döneminden sayılabilirdi.
Demokrasi ya samimi olarak kabul edilir yahut da açıkça reddedilir. Yoksa
demokrasiyi şeklen kabul edip de onun en mühim teminatı olan basın hürriyetini,
sınırını bir hukukçunun bile kestiremeyeceği belirsiz suç unsurlarıyla sınırlandırmak
basın hürriyetini de demokrasiyi de dolambaçlı yollardan inkar etmek olur. DP de
bunu yapmıştır, yani demokrasiyi şekli olarak kabul etmiş, ancak esasen
reddetmiştir.
Adaletin başta gelen garantilerinden biri davaların kilitli kapılar arkasında değil,
hakimiyetin hakiki sahibi ve bütün devlet faaliyetlerinin nihai murakıbı olan halkın
gözü önünde cereyan etmesidir. Verilen kararların başında ‘Türk ulusu adına’ kaydı
bulunmasının sebebi de budur. O halde Türk ulusunun kendi namına adaletin nasıl
gerçekleştirildiğini kontrol imkanına sahip olmaksızın, sadece neticeden haberdar
edilmesi, elbette ki ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ana kuralına aykırı düşer.
Belirtmek gerekir ki, muhakemelerin aleni olmasının ifade ettiği hususi mana,
muhakeme aşamalarının aynı zamanda gazeteler vasıtasıyla neşredilebilmesidir.
Buna mani olunması durumunda ise muhakemenin aleni olması sadece sözden ibaret
kalır.
Forum’da, muhakemelerin aleniyeti mevzusunda, yazıların ekseriyet Muammer
Aksoy tarafından kaleme alındığı görülmektedir. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle
denilmektedir: “Muhakemelerin aleniliği prensibine riayet edilmesi hukuk nizamı
için üç bakımdan zaruridir. Birincisi, aleniyet sanık için teminattır, ikincisi aleniyet
hakimler için muhtelif bakımlardan lüzumlu bir teminattır ve üçüncüsü aleniyet
160
161
Turhan Feyzioğlu, Basın Hürriyeti Tartışmasına Dair, İncelemeler, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957.
Nüktedanlar Dikkat!, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957.
167
prensibine titiz bir surette riayet edilmesi bilhassa cemiyetin hayati menfaatleri
bakımından zaruridir.”162
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Muhakemelerin aleni olması sayesindedir ki
birçok davada gerek şahit gerek ehlivukuf gerekse hakimler şu veya bu istikametten
gelebilecek olan tesir ve tazyiklere karşı daha kuvvetle mukavemet etmek lüzumunu
hissetmektedirler. Böylece sanık, şahide veya ehlivukufa yahut hakimlere tesir
etmeye çalışacak nüfuzlu şahıs ve makamların kurbanı olmaktan kurtulabilmektedir.
Eğer halk, mahkemelerin adalet ve hukuktan başka mülahazaların tesiri altında
kaldığı ve mesela yargılama vazifesini işbaşında bulunan parti veya hükümetin
emrine uygun olarak kötüye kullandığı kanaatine varırsa, hatta bu kadarına bile
lüzum yok, bu hususta haklı sebeplerle sadece şüpheye düşerse, topluluk hayatı en
büyük darbeye maruz kalmış, temelinden sarsılmış olur. Evet bir memlekette halkın
adalet cihazından ciddi surette şüphe etmesi kadar devletin bekası için tehlikeli bir
durum tasavvur olunamaz. Onun için değil midir ki ‘adalet mülkün temeldir’ sözü
asırlardır, daima tekrar edilen bir mütearife mertebesine yükselmiştir.”
Aksoy yazısında geçmişten şöyle bir örnek vermektedir: “Aleni muhakemenin
adaletin tecellisi bakımından ne büyük bir garanti teşkil ettiğini ve fertlerin bu
teminata ne muazzam bir kıymet atfettiklerini, tarihimizin en büyük adamlarından
biri olan hürriyet kahramanı Mithat Paşanın hayatından vereceğimiz bir misal ile
teyit etmek isteriz. Abdülhamit, Kanuni Esasinin ilanında oynadığı rolün intikamını
almak maksadıyla bu büyük insanı bir takım iftiralara dayanarak hileli bir surette
tevkif ettirmek istemişti. Mithat Paşa bu durum karşısında Fransız Konsolosluğuna
iltica edince, zamanın Adliye Nazırı Cevdet Paşa teslim olma hususunda onu
kandırabilmek maksadıyla haksızlığa uğramayacağı kanaatini yaratmak yoluna
gitmiş ve bunun için de en müessir vasıta olarak muhakemenin aleniliğini vaat etmek
lüzumunu hissetmişti. Bunun üzerine Mithat Paşa muhakeme için hazır bulunduğunu
bir mektupla bildirmişti.
Aksoy sözlerini şöyle sürdürür: “Görülüyor ki Abdülhamit gibi bir müstebitin
hışmına uğrayan bir hürriyet kahramanı bile aleni muhakemenin teminatı mevcut
olunca, padişahın husumetine karşı dahi korunacağına inanabilmektedir. Nitekim
Mithat Paşanın mahkeme huzurundaki ilk cümlesi aleniliğe müsaade edildiği için
teşekkür etmek olmuştur. Mithat Paşanın sonunda, caniyane bir surette mahkum
edilmesi ise aleni muhakeme hakkındaki vaadin ancak zahiren tutulması, hakikatte
ise Türk amme efkarının muhakeme safhalarından haberdar olmaması ve bilhassa
Mithat Paşanın kendisini nasıl müdafaa ettiğini Türk gazetecilerinin yazamaması
için gerekli bütün tedbirlerin alınması sayesinde mümkün olabilmiştir. Bugün tarih,
görünüşte aleni fakat hakikatte ise Türk amme efkarı için gizli olarak cereyan eden o
muhakemenin dürüstlüğüne asla inanmamakta ve Mithat Paşayı değil, onu bu nevi
bir muhakeme neticesinde mahkum edeni ve ettirenleri mahkum etmektedir. Gelecek
bütün nesiller, kanunu ve adaleti çiğneyerek melun kararı vermesi için mahkeme
heyeti üzerinde gereken her türlü müdahale ve baskıyı ihmal etmeyen, sözde medeni
162
Muammer Aksoy, Muhakemelerin Aleniliği Prensibi, İncelemeler, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957.
168
hukuk alimi ve hakikatte ise Kanuni Esasinin halk hakimiyetinin ve hukuk devletinin
baş düşmanlarından biri olan, yobaz adliye nazırını ve onun efendisini nefret ve
lanetle anacaktır.”
Forum yazarlarının DP başbakan ve bakanlarına, kimi hususlarda açık mektup
yazmaları ve yazdıkları mektuplarda taleplerini dile getirmeleri sık olmasa da
rastlanır bir durumdu. Bu noktada Türk basın rejimine dair Turhan Feyzioğlu’nun
Menderes’e hitaben kaleme aldığı mektup ilginçtir: “Bugünkü basın rejimimiz,
hepimizin herşeyden önce düşünmekle mükellef olduğumuz Türk Milleti için zararlı
olduğuna kuvvetle inanıyorum. Bu basın rejiminin yalnız memleketimizde değil,
başında bulunduğunuz siyasi teşekküle ve kendi siyasi şahsiyetinize ne büyük
zararlar getireceğini sizin er geç idrak edeceğinizden eminim. Bu memlekette basın
suçları hırsızlıktan daha ağır cezalara çarptırılmakta devam ettiği müddetçe, suç
sınırları siyasi tenkidi bile içine alacak kadar seyyal ve geniş kaldıkça ve siz
Türkiye’de basının Batı demokrasilerindeki kadar hür olduğunu ileri sürmekten
bıkmadıkça, biz de bu hakikatleri yazmaktan bıkmayacağız. Kalemimiz kırılıncaya
kadar...”163
Mektup şöyle devam eder: “Şu sözler sizin değil midir? : ‘Anayasa vatandaşa fikir
hürriyetini tabii haklarından biri olarak tanımaktadır. Devlet ve milletin asıl
menfaati işte bunun tahakkuk ettirilmesindedir. Yoksa vatandaş hak ve hürriyetini
ortadan kaldıranlar, hep vatandaş hak ve hürriyetlerini sağlamak istediklerini ileri
sürmüşlerdir. Matbuatın yıkıcı bir kuvvet saltanatı olabileceğinden bahsedilirken,
bütün dünyada şahıs ve zümre saltanatını kurmak ve idame etmek isteyenlerin
bilhassa son 15-20 sene içinde millet ve memleket menfaatlerini ileri sürerek ne
parlak külliyat ve edebiyat vücuda getirdikleri asla unutulmamalıdır. Milletleri
koyun sürüleri halinde ölüme götüren son zamanların tanınmış sergerdeleri bütün
kuvvet ve meşruiyetlerini devlet ve millet menfaatlerine hizmet ediyor olmak
iddiasından almışlardır.’ (1946 Basın Kanunu müzakereleri sırasında Menderes’in
konuşmasından bir kesit) Siz 1950’de, bu memlekete tarihinin en demokratik basın
rejimini kazandıran bir hürriyet hareketi sayesinde başbakanlık mevkiine ulaştınız.
Boş bir vaktinizde günlük politika münakaşalarından kendiniz sıyırıp eski sözlerinizi
dikkatle okuyunuz.”
Forum, 1957 yılı ortasında basın rejimine ilişkin şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Bütün dünyada hürriyetleri yok etmek üzere tertip alanlar, yanılmaz bir prensip
olarak daima basını karşılarında en mühim mani olarak görmüşlerdir. Siyasi iktidar
inhisarına kavuşmak isteyenler, insanları kontrol altına alabilmek için onların
müşterek dili ve müşterek zihni olan basını kontrol altına almaya çalışmışlardır.
Bugün kütle idaresinde siyasi sosyolojide en mühim hakikatlerden biri zihni
ulaştırmanın (communication) kütle kontrolünün anahtarı olduğudur. Bu sebeple
zihinler arasında irtibat kuran, fikirleri, kanaat ve temayülleri karşılıklı olarak
163
Turhan Feyzioğlu, Hırsızlık ve Basın Suçu, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957.
169
nakleden vasıtalar, bir memleketi demokrasiden uzaklaştırmak isteyen siyasi
inhisarcıların ilk hücum ettiği vasıtalar olmuştur.”164
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Türk basını bugün dünyada eşine az
rastlanır bir kararsızlık, emniyetsizlik ve korku havası içinde içtimai görevini ifaya
çalışmaktadır. Hükümeti tenkit eden en masum bir yazının, bugün suç ve takibat
konusu olup olmayacağı tamamen hükümetin keyif ve takdirine kalmış bir meseledir.
Tenkit görevlerine devam edenlere bugün elan rastlanıyorsa, bunun sebebi
mevzuatın bunları koruması, kendilerine emniyet veren bazı garantilerin mevcut
olması değildir. Bunlar bugün mayınlı bir toprakta dolaşan fedai askerler
durumundadır. İnfilakın ne zaman olacağı tamamen bir talih ve tesadüf eseridir.
Bugün hapishanelerde sayısı artan basın mensuplarına rağmen Türk basınında ikaz
ve uyandırma vazifesi görenlere elan rastlanıyorsa, bunun sebebi hürriyet
istikametinde işleyen saatin geri çevrilmesine imkan olmamasıdır. Türk milletinin
siyasi kaderi daha fazla hürriyet istikametinde kurulmuştur. Bunun önüne kimse
geçemeyecektir. Nasıl Naziler Avrupa’da korku ve terörle hürriyeti boğmak isterken,
her yerden yer altı ve mukavemet kuvvetlerinin artışına şahit oldularsa, dünyada
hele, hürriyet şarkısının parola olduğu bugünkü medeniyet aleminde, kimse
hürriyetin sesini kısamayacaktır. Daha fazla şiddet, daha fazla direnme
yaratacaktır. Daha fazla hapis, daha fazla hapse gitmeye gönüllü basın mensubu
yaratacaktır.”
Bu bağlamda, başbakanın 1957 Mart’ında özgürlüğe dair yaptığı şu tanım, Türk
demokrasisi açısından çok düşündürücüdür: “Hürriyet nedir? Hürriyet her şeyden
evvel masuniyetle meydana çıkar. Masun olmayan bir insanın hür olmasına imkan
yoktur. Suçsuz olduğu halde dahi tecavüze uğrayacağını zanneden insanın
hürriyetinden bahsetmek abestir. O halde hürriyet kelimesi ile hürriyetin
mevcudiyeti ile zabıta ve kaide mefhumları beraber yürür, vatandaşların hür olarak
doğması keyfiyeti bu hürriyetin masuniyeti ile takviyesine bağlıdır. Fikir hürriyeti ve
tenkit hürriyeti güzeldir. Fakat dünyanın hiçbir yerinde hakaret hürriyetinden, küçük
düşürme hürriyetinden bahsedildiği görülmemiştir.”165
Forum, başbakanın bu sözlerini şöyle değerlendirmiştir: “Evet, başbakanın
buyurdukları veçhile hukuk sahasında hürriyetin başıboş ve hudutsuz bir serbestiyi
ifade eylemediği malumdur. Her hürriyet cemiyet nizamının muhafazası için
hudutlandırılmıştır ve bu hudutları Anayasa gereğince kanun çizer. Bu hususta
münakaşa edilecek bir cihet mevcut değildir. Ancak münakaşa konusu olabilecek
husus, bu hudutların tayin ve tespiti işidir. Bazı şahısları ve bilhassa resmi sıfatı
haiz olanları her türlü tariz ve tenkitlerden ki başbakan bunları tecavüz ibaresi
altında toplamaktadır, masun tutmak için aharın hürriyetlerini kökünden kazımak da
hürriyet devleti prensibiyle asla bağdaşmaz. Bir şahsın sözde hürriyet ve
masuniyetini koruyacağız diye ammenin zaruri olan haklarını nahak yere tahdit ve
takyit eylemeye hiç kimsenin yetki ve salahiyeti olamaz. Korunmak istenen hak ile
tecavüz olunan hakların hassas bir terazide evvela bir mizamı yapılmak ve daha
164
165
Hürriyet Dini ve Basın, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:78, 15 Haziran 1957.
Yeni Sabah, 16 Mart 1957.
170
sonra ağır basan taraf himaye edilmek icap eder. Evet başbakanın dediği gibi
dünyanın hiçbir yerinde hakaret hürriyeti diye bir müessese mevcut değildir. Fakat
ilave edelim ki bizdeki basın kanunun muadilini de hiçbir memlekette bulma imkanı
mevcut değildir.”166
Forum, 1957 genel seçimleri yaklaştıkça, basın rejiminin sorunlarına dair yazılara
daha çok yer vermeye başlamıştır. Çünkü Forumcular, mevcut basın rejimi ile
gidilecek genel seçimlerin sonuçlarının sağlıklı olmayacağını düşünmekteydiler.
Temmuz 1957’de bu tahminin haklılığını ortaya çıkaracak ilk işaret gelmişti:
‘Kırşehir’de Osman Bölükbaşı’nın karşılanışını tespite çalışan gazeteciler
tartaklandılar.’ Cumhuriyet gazetesi muhabiri Sait Terzioğlu sokak ortasında copla
dövüldü. İki gazeteci hırpalandı. Bu arada İçişleri Bakanı İstanbul’da gazete
sahiplerini toplamış, hükümet adına konuştuğunu da bildirmeyi unutmaksızın
gazetecileri patronlarına şikayet etmekte idi. Bakan istiyordu ki, gazeteler şunu
yazsın: ‘Kırşehirliler Bölükbaşı’ya beklediği tezahüratı göstermemişler, soğuk
karşılamışlardır. Bakanlar kafilesini ise bağırlarına basmışlardı..’ Fakat ne çare ki
Kırşehir’e giden gazeteciler bunun tam aksini görmüşler ve yazmışlardı. Gerçi
DP’nin istediği yönde haberi çarpıtan gazeteciler yok değildi. Ancak bu noktada
onların iktidar tarafından iyi beslenen gazeteciler olduğunu hatırlatmaktan öte bir
yorum yapmak yakışıksız olacaktır. Forum ise iktidar tarafından beslenen bu
gazetelere dair şöyle demiştir: “Hakikati bu kadar ters göstermeye vicdanları nasıl
razı oluyor?”167
1957 Eylül’ünden itibaren gazete ve dergi toplatmaları sıklaşmıştı. Bu ise, basın
organları üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturmaktaydı. İşin daha ilginç olan yanı ise,
yazılar daha basılmadan, gazetelere ve dergilere baskınlar düzenlenmesiydi. Oysaki
antidemokratik olduğu şüphe götürmez basın kanununda dahi, fiilin
gerçekleşmesinden önce, tedbiren bir toplatma kararı alınabileceğine dair hüküm
bulunmamaktaydı. Adalet Bakanı, savcıya muhalif bir gazete veya derginin filan
sayısını toplatması talimatını veriyor, savcı da bu karara ya uymak ve yerine
getirmek ya da mesleğinden uzaklaşmayı göze almak durumunda kalıyordu.
Mahkum olan gazetecilerin tabii olduğu ceza infaz sistemi ve bunun geniş ölçüde
takdir ve hatta keyfe yer bırakan tatbikatı, mahkumiyeti daha da ağırlaştırmıştı. Ceza
ve Tevkif Evleri Nizamnamesinin her istikamette tefsir olunabilen hükümlerine
dayanılarak, muhalif ve bağımsız gazetelerin, gazetecilerin mahkumiyet müddeti
hakkında tek bir satır yazı yayınlamasına müsaade edilmemekteydi. Demek
oluyordu ki, bir tenkit yüzünden bir sene hapse mahkum olan bir aydın, o süre
zarfında memleketin fikir hayatından tamamen silinebilirdi de, ek bir suç ihdas
olunup mahkumiyet süresi de uzatılabilirdi. Keyfi uygulamaların had safhaya
ulaştığı bir ortamda 27 Ekim 1957 tarihinde genel seçimlere gidildi.
İktidar partisinin oyları, düşmüş olmakla beraber, bir dönem daha iktidarda kalmayı
temin eder çoğunluktaydı. Seçimlerin akabinde basın yeni tahditlerin geleceğini
166
Basın Mevzuatımızın Antidemokratik Hükümleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:78,
15 Haziran 1957.
167
Basın Hürriyetine Yeni Darbeler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:80, 15 Temmuz 1957.
171
tahmin etmekteydi. Tahminler, Kasım 1957’de yani seçimlerin üzerinden bir ay dahi
geçmeden, gerçek oldu. Özel ilanlar da hükümetin kontrolü altına alınmıştı. Forum
bu hususta şu değerlendirmeyi yapar: “Son çıkan bir kararname ile her türlü resmi
ve hususi ilanlar ancak hükümetin mutlak tesiri altında olan bir müessese
tarafından dağıtılacaktır. Modern gazeteciliğin ilanla yaşayabildiği ve dünyada
hiçbir gazetenin sadece satış ile yetinemediği malumdur. Bu kararname ile hükümet
gazetelerin şah damarlarını elinde tutmaktadır. Bundan böyle hiçbir gazetenin fikri
ve iktisadi istiklalini muhafaza etmesi imkanı kalmamıştır. Hür fikir ancak hususi
aile ve dost sohbetlerinde söylenebilir hale gelmiş oluyor. Daha fazlası ancak bir
şahsın veya birkaç şahsın müsaadesine bağlı kalmaktadır. Yeni kararnamenin fikir
hürriyeti yanında ticaret serbestisini hatta münhasıran şahsa bağlı hakları da
ortadan kaldırdığına da ayrıca işaret edelim. Bir ticarethane, herhangi bir metanın
imalatçısı, malının veya hizmetinin reklamını istediği gibi yapmak imkanından
mahrum bulunacaktır. Malınızın satışı için vereceğiniz bir reklam, istediğiniz
şahıslara okutmak imkanından tamamıyla mahrum bırakılmaktadır. Son basın
kanunlarından sonra, Anayasamız muvacehesinde artık daha fazla tahdidin tasavvur
olunamayacağını zannediyorduk. Yanılmışız. Öyle anlaşılıyor ki antidemokratik
usullerde bizim idrakimizi aşan daha birçok şeylerle karşılaşmayı beklemek, hayal
sukutuna uğramamak için en iyi yol olacak.”168
Aslında rejimin demokrasiden başka her şey olduğuna, İsmet İnönü daha Forum
yayın hayatına başlamadan önce, 15 Mayıs 1952 tarihli Trabzon konuşmasında
dikkat çekmişti. İnönü şöyle demekteydi: “Gazeteler kendi hürriyetlerini artık
müdafaa edecek durumda değildirler. Gazetelerin memlekete karşı olan vazifeleri
son derece güçleşmiştir. Gazeteci ya satın alınmaya razı olacak veyahut dürüst bir
ticaret müessesesi olarak çalışmasını tehlikeye atacaktır. Ceza üstüne ceza,
mahkeme üzerine mahkemeyi göze alacaktır. Gazeteler bu kadar baskıya nasıl
tahammül ederler? Basın hürriyeti bu baskılar altında işlemez hale gelirse, başımıza
gelecek zararların haddi hesabı yoktur. Bugünkü idarenin adı, demokrasiden başka
her şeydir. Yalnız demokrasi değildir. Bu politikanın devamında memlekete fayda
yoktur. Huzursuzluk her gün biraz daha artmaktadır. İç politika tamamıyla
antidemokratik bir istikamet tutmuştur. Ne olacaktır bilemem. Fakat vatandaşın
bilmesi lazımdır.”169
Menderes, Forumcuların idrakini aşacak şekilde, basını tahdit yöntemleri bulmakta
çok başarılıydı. Yeni yöntem: ‘Gizli Komünizmle Mücadele’ idi. Forum bu hususta
şu değerlendirmeyi yapar: “Başbakan 4 Aralık’ta Mecliste okuduğu hükümet
programında şunları söylemiştir: ‘Esefle kaydetmek icap eder ki ölçüsüzlüklerden
faydalanarak ve meydanı boş zannederek hareket geçmiş olan ve siyaset
mücadelelerinde ağırlaştırma ve zehirleme gayreti içinde çalışan ve birçok yerlerde
barınmak istidadında olan gizli komünistlikle müessir bir mücadeleye girişmek,
huzur ve sükunun temininde ve manevi asayişin iadesinde ehemmiyetli bir tedbir
telakki edilmek icap eder.’ Beşinci Menderes hükümeti siyasi rejimimiz içinde son
kalan hürriyet bakiyelerini de tasfiye etmek için harekete geçmiştir. Bu tasfiye için
168
169
Basının Yeni Dertleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:89, 1 Aralık 1957.
Tekin Erer, On Yılın Mücadelesi II, İstanbul:Ticaret Postası Matbaası, 1963, s.167.
172
aradığı bahaneler arasında ‘gizli komünizm ile mücadele’ arzusu iyi bir paravan
vazifesi görecektir.” 170 Aslında bu, Menderes’in icadı bir metot değildi. Nitekim
Hitler, Mussolini, Peron ve Salazar da bu metodu kullanmışlardı.
Ağır basın tahditleri karşısında dış basının değerlendirmeleri ise Türkiye’nin
itibarının azalmakta olduğunun göstergesiydi. New York Times, basının sansüre
bağlı olduğu memleketler arasında Türkiye’yi de saymaktaydı. Forum, yabancı
gazetelerin Türkiye’deki basın rejimine dair yayınladıkları yazılardan iktibas
yapmaya çekindiğini belirtmiş ve sadece yazıların başlıklarına yer vermiştir. Bu
başlıklardan bazıları şöyledir: “Türkiye’de Baskı (Toledo Blade, 6 Temmuz 1956) ,
Türkiye’den Kara Haber (Minneapolis Tribune, 10 Temmuz 1956), Türkiye de
Diktatörlükler Arasına Katıldı (Chicago Daily Tribune, Temmuz 1956), Türkiye
Karanlığa Doğru Gidiyor (San Jose Mercury, Haziran 1956), Türkiye Geri Gidiyor
(Oil City Derrick, 14 Haziran 1956), Türkiye’de Tehlike İşaretleri (Birmingham
News, 8 Haziran 1956).....”gibi. 171
Forum, 1958 yılı ortalarından itibaren eleştirilerini daha da yoğunlaştırmaktaydı. Bu
dönemde basın rejimine dair eleştirilerde kağıda yapılan zamlar öne çıkmaktaydı.
Mesela bir yazıda şöyle denmektedir: “Kağıda yapılan zam basın ve fikir hayatımız
bakımından ağır sonuçlar doğuracaktır. Daha geçenlerde ciddi bir zam gören
kağıdın fiyatı, görülmemiş ölçüde bir zamma daha maruz kalmıştır. Bağımsız ve
ciddi dergi ve gazetelerin yalnız kazancını değil, birçoğunun hayatını tehdit eden bu
yeni durum üzerine İstanbul gazeteleri sahiplerinin başbakanla temasa geçtikleri,
duruma çare aradıkları fakat çok cüzi bir indirim sağlayabildikleri anlaşılmış
bulunuyor. Çıkan haberlere bakılırsa, hususi ve resmi ilan fiyatları da yeniden tespit
edilecek ve bu arada ancak iktidar partisinin beğendiği, hiç değilse fazla kızmadığı,
gazetelere hayat hakkı tanıyan yeni bazı gelişmeler husule gelecekmiş. Vaktiyle
DP’nin bütün kusurlarını örterek, muhalefetteki demagojik, geriliğe taviz verici
tutumuna, tenakuzlarına ve zaaflarına göz yumarak DP’yi iktidara yükselten hür
basın, aynı DP’den darbe üstüne darbe yedi. 1950’yi değil, 1864 nizamnamesini bile
geride bırakan cezai hükümler, çeşitli iktisadi ve idari baskılar birbirini
kovaladı.”172
1958 Aralık’ta ‘Karanlıkta Vuruşanlar’ başlıklı başyazısında Forum şöyle
demekteydi: “Son yıllarda Türkiye’de bir defa daha görüldüğü gibi tam bir hürriyet
rejimine kavuşmamış olan toplumlarda gerçek düşünürler için hürriyet meselesinden
başka meseleler hakkında kafa yormak adeta bir lüks halini almaktadır. Her türlü
fikri gelişmenin kaynağı olan hürriyet davası halledilmedikçe, başka konular
üzerinde durmak sanki tamamen suni bir gayretmiş gibi karşılanmakta, bu gayreti
gösterebilenler bile kendi iç dünyalarında bir rahatsızlık hissetmektedirler.
Hürriyetsiz çevrenin bu iç ve dış baskıları, şuurlu kalemlerin ister istemez hürriyet
konusuna kaymalarına, öbür sahaları daha sonraki aydınlık günlere bırakmalarına
170
Gizli Komünistlikle Mücadele, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:89, 1 Aralık 1957.
Gizli Sansür, Başyazı, Forum, sayı: 92, 15 Ocak 1958.
172
Basın ve Fikir Hayatımızın Uğradığı Darbeler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:107,
1 Eylül 1958.
171
173
sebep olmaktadır. Batı dünyasındaki kafalar bugünlerde yeni teknik buluşların insan
hayatı ve insan toplulukları üzerinde meydana getirebileceği sonuçları düşünmekte,
yeryüzünün kaderinde açılan yeni ufukların imkanlarını incelemektedirler. Temel
davalarını çoktan halletmiş toplumların bu fikir erginliği karşısında biz hala
hürriyeti veya hürriyetsizliği tartışmakla meşgulüz. İşin asıl acıklı tarafı,
önümüzdeki günlerin içinde yüzdüğümüz fikri kısırlığı gidermek bakımından hiç de
aydınlık olmayışıdır. Alınması tasarlanan susturucu ve bastırıcı şiddet
tedbirlerinden sonra Türkiye’deki kalemlerin temel hürriyetler davası yolundaki
uğraşmaları çok daha güçleşecek, belki bir iki ümitsiz çabayı takiben Türkiye’nin
fikir hayatı ağır perdelerin ardında sönüp gidecektir. Basının vereceği bu son artçı
muharebeleri, ne yazık ki, muhteva bakımından pek de zengin olmayacaktır, zira
artık sıra en basit hürriyetlerin savunulmasına gelmiştir. Avrupa’da daha 19. yüzyıl
ortalarında bile demode olmuş hürriyet sloganlarını maalesef Türkiye’de hala
tekrarlamak gerekmektedir.”173
1959 yılında iktidar ülkedeki iktisadi, siyasi ve toplumsal krizi gizlemek için gazete
ve dergi toplatmalarına hız vermişti. Özellikle CHP’nin 12 Ocak-15 Ocak 1959
tarihinde gerçekleştirdiği 14. Kurultayının sonunda ilan edilen ‘İlk Hedefler
Beyannamesi’nin basına yansımasından sonra, bu toplatma kararlarının
yoğunlaştığının altını çizmek gerekir. Nitekim bu hedefler arasında, DP’nin izlediği
politikaların tam aksi istikametinde hedefler belirlenmiştir. Mesela partizanlığın
kaldırılması, basın hürriyetlerinin anayasal güvenceye bağlanması gibi. 1959 yılı
ortalarında Forum’da sık sık İnönü’nün basın özgürlüğüne dair beyanlarına yer
verilmeye başlanmıştı.
Mesela bir yazıda İnönü’nün beyanı şu şekilde aktarılmaktadır: “Sayın İnönü’nün
gayet açık olarak belirttiği gibi, neşir yasağı vatandaşın öğrenme hakkını iptal
maksadı için kullanılamaz. Bu, vatandaşın tabii haklarının ihlalidir. Vatandaşın
öğrenme hürriyeti, demokratik düzenin ana prensiplerindendir. Söz, yazı, toplanma,
yazma, haber alma, öğrenme hürriyetleri gerçekte birbirine sıkıca bağlıdır. Birisinin
ihlali ister istemez diğerinin de ihlalini doğurur.”174 Şunun altını çizmek gerekir ki
bütün despot idarelerin temeli toplumun korku ve sinmesidir. İnsanı haysiyetli kılan
ne varsa yok eden böyle bir düzen, toplumu korkutmak, yıldırmak, sindirmek ve
onun korkularının istismarı üzerine kurulur. Toplumun karşı durmasını kırmak için
hürriyetleri yok etmekle işe girişir. Bunun için de önce bütün hürriyetlerin kalesi
olan basın hürriyetini yok eder. Hiçbir demokratik düzende, kanun hakimiyetinin var
olduğu iddia edilen ülkede, polisin matbaalara girip yazı kazıttığı görülmemiştir. Bu
fiili sansürü de aşan çok ağır bir mahiyet taşır ki DP iktidarı bunu yapmaktan imtina
etmemiştir.
Türkiye Cumhuriyetin muhtevası hürriyetlerdir, bunları tahrip bizzat cumhuriyet
rejimini tahriptir. Nitekim Cumhuriyet tarihinde ilk kez beyaz sütunla çıkmak
zorunda kalan gazeteler, demokratik cumhuriyetin ağır tahrip altında olduğunu
göstermekteydi. Haksız neşir yasaklarına karşı yalnız basının veya bir grup aydının
173
174
Karanlıkta Vuruşanlar, Başyazı, Forum, sayı:114, 15 Aralık 1958.
Neşir Yasağı ve Toplanma Kararları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959.
174
değil, bütün vatandaşların mücadele etmesi beklenir. Ancak kuşkusuz bu, gelişmiş
bir memleket için söz konusudur. Devrim sürecinin kesintiye uğradığı, demokrasinin
ağır darbeler aldığı ve hatta yok olma ile karşı karşıya kaldığı bir ortamda;
uygulanan iktisadi politikaların cehaleti beslediği, din istismarcılığının ayyuka
çıktığı, toplumsal yapının feodal özellikler göstermeye devam ettiği, dolayısıyla
büyük çoğunluktaki yurttaşların yurttaşlığı bilmediği bir Türkiye tablosunda, bunu
beklemek olası değildi. Dolayısıyla Türk ulusu adına aydınlar bu mücadeleyi
vermekteydiler. Forum’da da sık sık neşir yasaklarına karşı gazetelerin ve dergilerin,
muhalefet parti liderlerinin izleyebilecekleri yollar gösterilmekteydi.
Forum şu üç yönteme işaret etmekteydi: “Birinci yöntem olarak; basın toplantısı
veya beyanat büyük manşetler altında, yer yer suç teşkil etmediği aşikar olan
cümleler alınmak ve diğer kısımlar bir sansür havası içinde beyaz boşluklar
bırakılmak suretiyle neşredilebilir. İkinci yöntem olarak; muhalefet liderleri aynı
konularda değişik ifadelerle her gün bir basın toplantısı yapabilirler, yapmalıdırlar.
Her seferinde tekrarlanacak ve gazetelere geçecek olan yasak kararları, bu
müesseseyi suiistimal edenleri kısa bir zamanda şüphesiz derin düşüncelere sevk
edecek ya neşir yasaklarında ısrar edip umumi efkar tamamen kaybedilecek ya da
yasaktan vazgeçilecektir. Üçüncü yöntem olarak; muhalefet liderleri neşir yasağı
tehlikesine karşı basın toplantısında söyleyecekleri sözleri bir makale halinde ve
başlığı altında yazabilirler ve yalnız bağımsız gazetelere idari makamlardan gizli
olarak gece geç vakit göndermek suretiyle yayınlanmasını sağlayabilirler.”175
DP iktidarının yaymakta olduğu görüş şudur: ‘Memleketimizde basın hürriyeti tam
olarak mevcuttur, herkes kendi dilediği şekilde fikirlerini ifade etmekte serbesttir.
Kanun ile men edilmiş olan yegane husus, şahıslara hakaret etmek, namus ve
şereflere tecavüz etmektir.’ Nitekim Menderes yurt dışı gezilerinde Türk basınına
uygulanmakta olan baskıya dair hep şu mealde ifadeler kullanmıştır: ‘Türkiye’de
basın hürriyeti rejimi normaldir… Fikirlerin ifadesi serbesttir … Fikir hayatının
inkişafı için şartlar mevcuttur…Sadece hakaret ve şahsi tecavüzler men edilmiştir…’
Forum, 1960 yılında Türkiye’de basın hürriyeti mevzuundaki şartların başbakanın
iddia ettiği şekilde normal olmadığını belirten yazılar sıklıkla yayınlamıştır.
Örneğin bir yazıda şöyle denilmektedir: “Hakiki durum acaba iktidarca iddia
edildiği gibi midir? DP iktidarının muhasebesi yapıldığı zaman bu iktidara
yüklenecek mesuliyetlerin en ağırlarından biri Türkiye’de fikir hayatına vurduğu
darbe olacaktır. Cumhuriyetin ilanından beri tedricen gelişmekte olan ve bilhassa
1946’dan sonra inkişaf etmiş olan fikir hayatımız beş altı yıldır DP tarafından adeta
ölüme mahkum edilmiştir.”176
Forum’da askeri müdahaleden sonra çıkan bir yazıdaki şu sözler ise ilginçtir: “1950
ile 60 arasında yüzlerce gazeteci, sadece yazdıklarından dolayı sorguya çekildi,
yüzlercesi zindan köşelerinde çile çekti, anasız bacısız bayramlar baharlar geçti. Ne
farkı var bugünkü Ortaçağın dünkü ortaçağdan? Teknik ilerlemeler kafa
175
176
Neşir Yasaklarına Karşı Tedbir, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:131, 1 Eylül 1959.
İktidarın Basın Hürriyeti Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:144, 15 Mart 1960.
175
hareketlerinde bir ilerleme sağlamadıktan sonra neye yarar?”177 Şunu altını çizmek
gerekir ki Forumcular arasından özellikle 1958’in ikinci yarısından sonra sıklıkla
Savcılığa çağrılıp, sorguya çekilenler olmuştur. Bununla beraber, 1957 seçimlerine
kadar bu gibi olaylara pek maruz kalmamışlardır. Aslında 1957 genel seçimlerine
giden süreçte Hürriyet Partisine Derginin açıktan destek vermiş olduğu
hatırlandığında, iktidarın bu konuda Forumculara müsamahalı davranmış olduğu
söylenebilir. Bu müsamahayı, iktidar sahiplerinin, Hürriyet Partisinin, CHP oylarını
böleceğine dair düşüncesinde aramak yerinde olur. Dolayısıyla, 1958’in ikinci
yarısındaki bu soruşturmaları, Derginin CHP’ye verdiği örtülü destekte aramak
yanlış olmaz. Kaldı ki bu tarihten itibaren Dergi, iktidarın icraatlarına dair eleştiri
dozunu yoğunlaştırmıştır. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki, iktidar sahipleri,
Dergi merkezini polisler tarafından ansızın ve sıklıkla aratmış olmalarına rağmen,
Dergi ile CHP arasında bir bağlantı olduğuna dair herhangi bir delile
rastlanmamıştır. Bu da ortaya koymaktadır ki Dergi, demokrasi adına DP zihniyeti
ile mücadele edecek tek kurum olarak bu partiyi gördüğü için sayfalarında ona daha
fazla yer vermiştir.
2.Sosyal ve İktisadi Hak ve Özgürlükler
Forum, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler içinde en çok sendika kurma, grev ve
kolektif müzakere hakları ile sosyal güvenlik ve adil ücret haklarına vurgu
yapmaktadır. Ancak Forum’daki bu bahisteki yazılarda en çok öne çıkan konu grev
hakkıdır. Forum, grev hakkı olmaksızın sendikaların birer yardımlaşma derneği
olmaktan öteye gidemeyeceğini sıklıkla dile getirmiştir. Şunu hemen belirtmek
gerekir ki, Forum’un grev hakkına vurgusunun altında yatan sebep, grev hakkının
kullanımının, işverenleri işçi sendikaları ile kolektif mukaveleler akdine sevk
etmekte etkin bir araç olduğunu düşünmesidir. Kolektif müzakere ise işçi kesiminin
elini kuvvetlendireceğinden, adil ücret talebinin karşılanması muhtemel olacaktır.
Gerçekten de, sendika kurma özgürlüğü, eğer grev hakkı mevcut değilse, pek bir
mana ifade etmez. Hemen belirtmek gerekir ki, aslında Demokrat Parti 1950 genel
seçimlerinden önce, eğer iktidara gelirse, grev hakkını tanıyacağını beyan etmiştir.
Ancak 1950’de iktidara gelen DP, seçim öncesi vermiş olduğu bu vaadi yerine
getirmemiştir. İlginç olan, iktidarda kaldığı dört yıl boyunca yerine getirmemiş
olduğu vaadi, sanki bir muhalefet partisiymiş gibi, 1954 seçimlerinden önce
programına yeniden almış ve seçim vaatleri arasına grev hakkının tanınacağını
saymıştır.
1950 li yıllar için henüz tam manasıyla, bir diğer ifadeyle, Batı ülkelerinde olduğu
gibi bir işçi sınıfının yokluğu düşünüldüğünde, grev hakkının tanınmasının pek de
gerekli olmadığı iddia edilebilir. Eğer, bu iddiadaki mantık kabul edilirse, 1930 lu
yıllarda kadınlara tanınan hakların erken olduğu veya Türk Devrim sürecinde çeşitli
kesimlere tanınmış olan hak ve özgürlüklerin de erken tanınmış olduğu gibi bir
mantık yürütülebilir, ki bu Batı demokrasilerini önüne hedef koymuş bir ülke için
tartışılır bir iddialar silsilesi değildir. Bu bağlamda Forum’un, 1954 yılı için
177
Fikir Suçu, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:153, 15 Ağustos 1960.
176
Türkiye’deki grev tahdidi meselesine dair ne söylediğine bakmak uygun olur:
“Grev tahdidi bahis mevzuu olmadığına göre sendikaların hakiki rollerini ifade
etmelerine imkan yoktur. Binaenaleyh işçi ve işveren münasebetleri ferdi
mukaveleler üzerine istinat etmektedir ki bu 19. yüzyılın başlarında birçok Batı
memleketlerindeki durumun aynıdır.” 178 Forumcuların arzu ettiği, Batı
demokrasilerinde olduğu gibi Türkiye’de de işçi sendikaları ile ücretleri ve diğer
çalışma şartlarını tanzim edecek kolektif mukaveleler akdine mecbur kılacak kanuni
tedbirlerin alınmasıydı.
Forum, 1954 seçimlerinden önce işçi kesiminden olup milletvekili adaylığı için
başvuranların desteklenmesine yönelik oluşturulmuş olan ‘işçi mebus namzetlerini
destekleme komitesi’nin çalışmalarını takdirle karşılamıştır. Bununla beraber
Forum, böyle bir komite kurmak yerine sendikaların siyasi faaliyette bulunmalarının
serbest bırakılmasının daha yararlı olacağını savunmaktadır. Forum yabancı
ülkelerden şu örnekleri vermektedir: “Bir kısım memleketler başlangıçta sendika
kurma hak ve hürriyetini tanzim eden kanunlarına sendikaların siyasi faaliyetlerini
men eden hükümler koymuşlardı. Fakat bugün demokratik memleketlerin ekserisinde
bu yasağın tamamıyla bertaraf edilmiş olduğuna şahit olmaktayız. İngiltere’de,
Birleşik Amerika’da, İsviçre’de, İskandinavya memleketlerinde ve İtalya’da
sendikaların siyasi faaliyette bulunmalarına hiçbir mani yoktur. Bu memleketlerde
sendikalar ekonomik, siyasi, mali ve alelumum iç politika ve hatta dış politika
işlerinde söz söylemek hakkını haizdirler.” 179 Aynı yazıda ücret politikasına seçim
vaatleri arasında yer verilmemesini eleştiren Forum, şöyle demektedir: “Bugünkü
konjonktür seyri ve enflasyonist tazyik karşısında ayarlayıcı bir ücret politikası
işçiler için hususi bir ehemmiyet arz eylemektedir.”
1954 seçimlerinden iktidar partisi olarak çıkan DP, şaşırtmayacak şekilde seçim
öncesi vermiş olduğu vaatleri gerçekleştirme eğilimi içerisinde olmamıştır.
Forum’un 7. sayısındaki şu sözlerini iktidara bir hatırlatma olarak değerlendirmek
yerindedir: “Son zamanlarda, işçi çevrelerinde grev hakkının tanınması lehinde bazı
hareketler görülmektedir. İşçi çevreleri üzerinde gereken dikkat ile durmak lazımdır.
Çünkü Türkiye’nin gerek özel sektörde gerekse amme sektöründe olsun, gittikçe
genişleyen bir sanayi hareketi vardır. Bu gelişen sanayi, ekonomik verimlilik ve
kalkınma planında ne önem gösterirse göstersin, sosyal planda bir iş-işçilik meselesi
olarak ortaya çıkacaktır. Ayrıca makine ziraatının gelişmesi, büyük toprak
işletmeciliğinin gelişmesi, önce, bir toprak işçiliği meydana getirmektedir. Öte
yandan elektrikleşme gibi enerji kaynaklarının artırılması ve yabancı sermayenin de
elverişli zeminler bulması ile geleceğin Türkiye’sinde sanayi işçiliği önemli bir yer
tutma istidadındadır. Hülasa, bir kelime ile iş ve işçi meselesi, bugün bir önem
kazanmıştır, geleceğin Türkiye’sinde de bu önem gittikçe artacaktır.”180
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Günlük geçici politika dalgalanmalarının
üstüne çıkarak, bu meseleyi, bütün sosyal vüsatı ile mütalaa etmemiz gerekir. Bu,
178
Seçim ve Sosyal Politika, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:3, 27 Nisan 1954.
Seçim ve Sosyal Politika, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:3, 27 Nisan 1954.
180
Grev Hakkının Tanınması Hakkında, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:7, 1 Temmuz 1954.
179
177
türlü kategoriler arasındaki münasebetleri ayarlamak, sosyal sulhun kurulması
davası ile ilgilidir. Bugünün ve yarının medeni Türkiye’sinde kafasının ve
vücudunun gücü ile çalışanların, gerek ekonomik, gerek sosyal bakımdan en
himayesiz ve en zayıf bir şekilde tutulmalarına imkan yoktur. Türk zihniyeti, hayat
görüşü ve ahlak inançları, çalışma gücü olanlara saha, çalışanlara emeklerinin
haklı karşılığını verme, elinde olmayan sebeplerle çalışamayacak olanlara da
sefaletin pençesine düşmeden bir himaye sağlama esasını hazma elverişlidir.
Binaenaleyh, DP iktidarı zaten parti programında yer almış bulunan bu meseleyi
elbette ilmi bir şekilde ele alacaktır.”
Genel seçimlerin üzerinden iki ay geçmesine rağmen grev hakkına dair iktidar bir
düzenlemeye gitmemiştir. Ancak tam da bu evrede, İzmir liman işçilerinin greve
gittikleri haberi ülke gündeminde bomba etkisi yaratmıştır. Burada önemli olan, grev
hakkının yasayla tanınmamış olmasına rağmen işçilerin greve gitmeleridir. Hadise
özetle şöyledir: ‘İzmir liman işçileri ücretlerinin artırılması için yaptıkları talebin
yerine getirilmediğini görünce toplu olarak çalışmayı bırakmışlardır. Yerlerine
alınmak istenen yeni işçiler de mevcut ücret seviyesini yetersiz bulmuşlar ve onlar
da grevcilere katılmışlardır. Neticede işçilerin talebi kabul edilmiş ve işçiler
çalışmaya başlamışlardır.’
Forum bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Grev hakkı Batı demokrasilerinde
işçi sınıfının en temel haklarından biri telakki edilmekte ve ancak Harp zamanı gibi
olağanüstü hallerde tamamen olmamakla beraber bazı kayıt ve şartlarla tahdit
edilmektedir. İşçi meseleleri üzerinde ihtisası olanlar, grev müessesinin işçi teşkilatı
ve sendika hareketinin en mühim bir unsuru olduğunda müttefiklerdir. Grev
serbestisi olmadan hiçbir işçi hareketinin gelişmesi mümkün görülmemektedir. İzmir
işçisi demokratik nizamın en mühim temellerinden birini veren teşkilatlı iş
müessesesinin inkişafını önleyen grev yasağına, bu son hareketiyle önemli bir darbe
indirmiş ve devlet adamlarına, iş ve işçi meseleleri ile ilgili kimselere üzerinde ciddi
bir surette düşünülecek bir mesele bulunduğunu hatırlatmıştır.”181
DP iktidarının grev hakkını tanımaması yönünde önerilere yaklaşımı ‘CHP iktidarı
döneminde de işçilerin bu haktan yoksun oldukları’ şeklindedir. Ancak şunu
belirtmek gerekir ki 1939 yılına kadar Devrim felsefesinin kurumsallaştırılması
süreci vardı ki bu dönemde grev hakkının tanınması beklenemezdi. Sonra ise altı yıl
sürecek olan İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Savaş zamanında Batı demokrasileri de
grev yasağı koymuşlardı ki bu savaşın olağanüstü koşullarından kaynaklanmaktaydı.
Savaşın bitiminde çok partili yaşama geçtikten sonra bu hakkın tanınması
beklenebilirdi, ancak o zaman da CHP yöneticileri işverenleri karşılarına almak
istememiş olabilirlerdi. Tüm bunların yanı sıra, savaştan kaynaklı iktisadi sıkıntıların
olduğu bir dönemde, bu hakkın tanınmasında CHP’nin çekimser kalmış olması,
1950 sonrasında, DP’nin bu hakkı tanımamasına meşruiyet sağlamamaktadır.
181
Türkiye’de İlk Grev, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 9, 1 Ağustos 1954.
178
Her nerede olursa olsun sermayenin her zaman ‘istismarcılık’ temayülüne karşı, grev
hakkı, işçilerin menfaatlerini korumak için müracaat edecekleri belli başlı vasıtadır.
Bununla beraber şunu belirtmek gerekir ki yasalarla garanti altına alınmış olsa dahi,
işverenlerin zihniyetinde değişiklik sağlanmadığı sürece, yasayla tanınmış sosyal ve
iktisadi hak ve özgürlükler işlevsel olmayabilir. Dolayısıyla sosyal politika
alanındaki alınacak tedbirlerin bir yasal ayağı vardır, bir de bu tedbirlerin
uygulanmasını temin edecek zihni hazırlığın sağlanması ayağı vardır. Mesela eğer
işverenler, sendikaları işçilerin hak ve menfaatlerini kolektif mukavele akit eylemek
suretiyle koruyan ve geliştiren birer müessese olduklarını kabul etmez ve onları bu
sıfatla tanımaz ve sendikalarla kolektif müzakerelere girişmekten imtina ederlerse,
işçilere tanınmış olan hak ve özgürlükler temelinden sarsılmış olur. Ancak, eğer
işçilere hakları tanınmaz ise de işçilerin aşırı sol cereyanların etkisine girme ihtimali
olabilir ki, bu da demokratik rejim için tehdit oluşturur.
Forum 10. sayısındaki başyazısını grev meselesine ayırmıştır. Bu başyazıda şöyle
denilmektedir: “Türk işçisinin derdi ekonomik ve sosyaldir. Bütün sebepler ücret
kifayetsizliği ile çalışma şartlarının ağırlığı içinde toplanmaktadır. Esasen bütün
memleketlerin işçi hareketlerinin tarihi tetkik olunduğu zaman, işçilerin
mücadelelerinin üç ana hedef etrafında toplandığı görülür. Bu hedefler ücret
seviyeleri, sendika, grev hak ve hürriyetidir. Ücretle birlikte diğer çalışma
şartlarının ıslahı ancak son iki hak ve hürriyetin mevcudiyeti ile mümkün olmuştur.
Bugün iktidarda bulunan parti grev hakkını ana programında kabul eylemiştir.
Millete karşı bir vaat teşkil eden bu taahhüdün ne zaman yerine getirileceği İzmir
grevi dolayısıyla yeniden zihinlere gelmiştir. Grev olmayan yerde Batı
demokrasisinde anlaşılan manada sendika olmaz. Zaten bütün mesele de Batı
demokrasisindeki sendikalar gibi sendika isteyip istemediğimizdedir. Sendika ve
grev hak ve hürriyeti meselesinde hükümetlerin şu hususu daima hatırda
bulundurmaları lazımdır. Bütün memleketlerde görülmüştür ki hükümetler bu
haklara ve hürriyetlere mukavim bir cephe aldığı müddetçe sendikalar siyasi bir
mahiyet iktisap etmişler, hakiki gayelerinden uzaklaşmışlardır. Eğer Türk
sendikalizminin hakikaten işçilerin ekonomik ve sosyal menfaatlerini koruyabilecek
bir müessese olarak gelişmesini arzu ediyorsak sendika hak ve hürriyetinin bütün
icaplarını yerine getirmek gerekir. Şüphesiz grev hakkı bu icapların başında
gelir.”182
Forum, totaliter rejimler ile grev hakkının tanınmaması arasında paralellik kuran
yazılara özellikle 1955 yılından itibaren ağırlık vermeye başlar. Bu çerçevede
yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Grev hürriyetini yasak eden
memleketler yalnız Sovyet Rusya ve peykleri ile İspanya ve Portekiz’dir.
Avustralya’da da yasaktır ama orada işçi-işveren münasebetlerini tanzim eden
hususi ve çok müessir bir tahkim mekanizması vardır. Türkiye’nin bu yasakçı
memleketler arasında yer almış bulunması üzücü bir hadisedir.”183 Forum’un grev
hakkının DP iktidarı tarafından tanınabileceğine dair ümidini korumakta olduğunu
1955 yılında çıkan sayılarda görmek mümkündür. Zaten bu sebepledir ki, sosyal
182
183
Grev ve Sendika, Başyazı, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954.
Grev Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:20, 15 Ocak 1955.
179
politika alanında alınması gereken tedbirler bağlamında, DP’ye kendi programı
hatırlatılmakta ve bunun yanı sıra da yabancı memleketlerdeki uygulamalardan
misaller verilmektedir.
24 Ocak 1955 tarihinde Zonguldak kömür ocaklarında vuku bulan bir grizu
patlaması 61 işçinin ölümü ve 19 işçinin de ağır surette yaralanması ile neticelendi.
Bu kazadan beş on gün önce de İzmir’de bir yağ fabrikasında bir kazan patlaması
sonunda beş işçi ölmüş sekiz işçi de gene ağır surette yaralanmıştı. Bu felaketler iş
emniyeti meselesini ülkenin gündemine taşımıştı. Forum’un bu husustaki
değerlendirmesi şöyle olmuştur: “Hayatlarını kazanmak için en ağır şartlar altında
çalışan insanların kazalardan masun bulundurulması bugün devletin ve işverenin
başlıca vazifeleri arasında yer almaktadır. Ölenlerin arkasından güzel sözler
söylemek ve ağlamak can kayıplarını, derece derece sakatlıkları telafi edemeyeceği
gibi kazaların bir memleketin umumi ekonomisi üzerinde icra ettiği menfi tesiri telafi
edemez. Genel olarak ekseri memleketlerdeki standart teamüle göre ölümle
neticelenen bir kaza 6000 iş günlük bir zaman kaybı diye kabul edilmektedir.
Binaenaleyh Zonguldak grizusu neticesinde yalnız ölen 61 işçi nazarı itibara
alınırsa memleket ekonomisinin kaybı 366.000 iş günüdür. Bu rakam hak
sahiplerine malul kalanlar dolayısıyla uğranılacak iş günü kaybıyla arkada kalan
hak sahiplerine ödenmesi lazım gelen sigorta ödeneklerini de katacak olursak
umumi maddi zarar hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Binaenaleyh devlet ve işveren
işyerlerinde iş emniyetini temin eylemek için lüzumlu parayı harcamaktan
çekinmemek mevkiindedirler. Zira bugün hemen her tarafta kabul edilmiştir ki
önleyici tedbirlerin masrafları kazaların tevlit ettikleri maddi kayıplara nazaran cüzi
bir nispet arz etmektedir.”184
Bu satırlardan Forum’un iş emniyeti bahsinde meselenin sadece ekonomik boyutunu
önemsediği, insani ve toplumsal boyunu ihmal ettiği düşünülmemelidir. Forum, bu
meselenin iktisadi boyutuna dikkat çekmek suretiyle, iktidarın ve tabii işverenlerin
dikkatini bu meseleye kaydırmak istemektedir. Aynı yazı şöyle devam etmektedir:
“Böyle büyük can kaybına sebebiyet veren kazalar tekerrür ederse kömür işçisi
bulmak güçleşir ve meslekten kaçış başlar. Bu insan psikolojisine bağlı tabii bir
olaydır. Ve önlenmesi ancak maddi bakımdan mesleği çok cazip kılmakla ve
kazaların vukuuna mani olmakla imkan dahiline girer. Ekonomik tepki ise işçi
randımanının düşmesi şeklinde tezahür eder. Kömür kifayetsizliği içinde bulunan ve
işçisinin randımanı zaten düşük olan bir memlekette büyük ve hususiyle ihmal ve
malzeme noksanlıklarına atfedilebilecek kazaların önlenmesi bu bakımdan hususi
bir emniyet arz eder. Binaenaleyh Türkiye’nin ekonomik hayatı için ana ehemmiyeti
haiz bulunan bir istihsal sektöründe iş emniyetinin temini için sarf edilecek para
hiçbir zaman çok görülmemelidir. Zira iş kazaları hem maddi hem de mesleki
bakımdan cemiyete çok pahalıya mal olmaktadır.”
20 Şubat 1955 tarihinde İstanbul İşçi Sendikaları Birliğinde, Birliğe dahil bütün
sendikaların temsilcilerinden ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu genel
184
Bir Grizu Patlaması ve İş Emniyeti Meselesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:22,
15 Şubat 1955.
180
sekreterinin iştirakiyle yapılan bir toplantıda, grev hak ve hürriyetinin tanınması için
bir kampanya açılmasına ittifakla karar verilmişti. Bu karar, Türkiye İşçi Sendikaları
Konfederasyonu tarafından da kurumsal olarak benimsenmişti. Ankara İşçi
Sendikaları Birliğinin 27 Şubat tarihinde yapılan genel kongresinde, aynı fikir ve
kampanya kararı kabul edilmişti. Forum, bu girişimi takdirle karşılamış ve girişimi
desteklediğini beyan etmiştir. Forumcular kendileri tarafından bu kampanyaya
verilecek olan desteğin, bu kararın diğer sendika, birlik ve federasyonlar tarafından
geniş ölçüde benimseneceğine katkı sağlayacağını düşünmüştür.
Forum, kampanyaya dair görüşlerini ise şu şekilde ifade etmektedir: “Yapılması
lazım gelen husus işçilere grev hakkını tanıyarak sendikalara işverenler karşısında
eşit müzakere kudreti sağlamaktır. Hürriyetlerden kime zarar gelmiştir? Gözlerimizi
biraz hür dünyaya çevirelim. Onlarda göreceğimiz şeyi umumi refahın ve iktisadi
gelişmelerin en geniş bir surette tanınmış grev hak ve hürriyeti içinde süratle
artmakta olduğu hadisesidir. Ne İngiltere ve Almanya ne Fransa ve İtalya ne
İskandinavya memleketlerinde ve İsviçre’de ne Birleşik Amerika Devletleri’nde ne
Hindistan ve komşumuz Yunanistan’da işçiler grev hakkına malik bulundukları için
ekonomik gelişme ve kalkınma sekteye uğramamış ve milli refah seviyesinin
yükselmesinde duraklama olmamıştır.”185
Yazı devamla şöyledir: “O halde realist ve samimi olalım. Bir takım evhamların
arkasına sığınarak demokrasimizin noksan taraflarını görmezlikten gelmeyelim. Hür
ve hakiki sendikalar demokratik rejimlerin tabii müesseselerindendir. Sendikaların
hakikaten fonksiyonlarını ifa edebilmeleri, başka bir deyimle işgücünün milli gelir
içindeki payının adil bir şekilde teşekkülünü sağlamak için grev hakkını tanımak
lazımdır. Bu mevzuda sükut etmek duyulan huzursuzluğu halletmeyecek, bilakis
memnuniyetsizliği artıracaktır. Hürriyetlerin noksan olduğu yerlerde ekonomik
gelişmeler de kifayetsizdir. İktisaden az gelişmiş memleketlerde bazı ana haklar ve
hürriyetler şu veya bu şekilde tahdit edilmiş veya noksan kalmıştır. Fakat bu
tahditler iktisadi gelişmeyi hızlandırmamış, milli ekonominin verimini artırmamış,
istihsal maliyeti yüksek kalmış veya kalitesi fevkalade düşük olmuştur. Bu yol
kalkınma yolu değildir. Ortalama işçi ücretinin beş lira civarında olduğu bir
memlekette işçi verimi düşük olur. İşçinin beslenmesi kifayetsiz kalır. Mesken
şartları aileyi tecezziye uğratır. İşçi-işveren münasebetlerinde ahenk ve karşılıklı
anlayış yerine huzursuzluk hakim olur. Fabrikalar kurmak, yatırımları artırmak
şüphesiz lüzumludur. Fakat fabrikalarda çalışacak beşeri unsuru ihmal edersek ne
memleketimizin o kadar muhtaç olduğu kalifiye işgücüne ne de yüksek işçi verimine
malik olabiliriz. Verimi artırmaya matuf gayret saf etmesi için işçinin, artan
veriminden kendinin de faydalanacağına inanması lazımdır. Grev hakkına malik
işçilerden böyle bir gayret istenebilir. Zira bu hak işçiye ücret olarak alabileceğinin
azamisini sağlar. Daha fazla alabilmesi için daha fazla istihsal etmesi lazım
geldiğini ona anlatır. Daha fazla istihsalden ise gayet tabii olarak yalnız işçi değil
işveren ve bütün cemiyet istifade eder.”
185
Grev Hakkı Kampanyası, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:24, 15 Mart 1955.
181
Forum’un sosyal hak ve özgürlükler bağlamında önemsediği konulardan bir tanesi
de ücretli yıllık izindir. Forumcular bu konuda görüşlerini şöyle ortaya
koymaktadırlar: “Kanunlarla veya kolektif iş mukaveleleri yoluyla işçilerine yıllık
ücretli izin hakkını tanımayan pek az memleket kalmıştır. 1952 yılında işçi ve
müstahdemlere ücretli yıllık izin hakkını tanıyan memleketlerin adedi 52’yi
bulmuştu. İşçi, çalışma kudretini ve hevesini muhafaza edebilmek için zaman zaman
dinlenmeye muhtaçtır. Bu, milli bir servet olan işgücünün zamanından önce
yıpranmamasının ve verimli olmasının şartlarından biridir. Sosyal bakımdan buna
ihtiyaç vardır. Zira herkes için tabii sayılan bazı hakların işçiler bakımından bir hal
şekline bağlanmamış olması sosyal huzursuzluklar yaratır. Nihayet ahlaki bakımdan
da buna lüzum vardır.”186 Aslında, 1954 seçimlerinden hemen önce iktidar
tarafından bir kanun tasarısı hazırlanmış ve Meclise sunulmuşu. Komisyonlarda
görüşüldükten sonra Genel Kurula sevki yapılmıştı. Ancak genel seçimlerin araya
girmesiyle tasarı kadük olmuştu. Şunu hemen belirtmek gerekir ki genel seçimler
öncesinde, diğer birçok tasarının hızlıca Meclisten geçirildiği gibi, bu tasarı da
kanunlaştırabilirdi. Hatta, DP iktidarı bu konuda kararlı olmuş olsaydı, tasarıyı genel
seçimlerden hemen sonra tekrar işleme koyabilirdi. Oysaki böyle bir çalışmaya
girilmemiştir. Buradan anlaşılan şudur ki:‘DP, söz konusu tasarıyı ücretli kesimlerin
oyunu almak için bir araç olarak kullanmıştır.’
İzmir liman işçilerinin grev yasağına rağmen, önceki yılda öne sürdükleri
gerekçelerle Temmuz 1955’te ikinci kez greve gitmişlerdi. Forum bu bağlamda şu
değerlendirmeyi yapmaktadır: “İzmir’deki yükleme ve boşaltma işçileri hapis
tehdidine rağmen ne için bir yıl içinde ikinci bir grev ilanı zaruretini duymuşlardır?
Ana sebep hiç şüphesiz memleketimizdeki ücretlerin son derecede kifayetsizliğidir.
Filhakika bu işçiler haftada ancak 25-30 lira civarında bir kazanç
sağlayabilmektedirler. Bugünkü geçim şartları içinde bu gülünç bir rakamdır ve bir
ailenin en basit fizyolojik ihtiyaçlarını dahi karşılayabilmekten uzaktır. Artık
kimsenin inkar edemeyeceği enflasyon halinin neticelerinin en adaletsiz bir şekilde
ücret erbabının geçim imkanlarını ciddi olarak tehdit ettiğini görmezlikten gelmek
mümkün değildir. Dünyanın hiçbir memleketinde hatta grev hakkının mevcudiyetine
rağmen işçi ücretleri enflasyon devrelerinde fiyatların seyrini takip edememiştir. Bu
herkesçe bilinen bir hakikattir. Hal böyle olunca grev hakkının yasak olduğu ve
devletin herhangi bir ücret politikası bulunmadığı memleketimizde ücretlerin
fiyatlara kendiliğinden uymasını ummak veyahut kabili münakaşa bazı rakamlarla
bunu ispata çalışmak beyhude bir gayret olur. Bugün insan hak ve hürriyetlerine
hakikaten sadık bulunan ve inanan, sosyal adalet prensiplerine arka çevirmeyen ve
binaenaleyh büyük halk kütlelerinin iktisaden istismar olunmasını reddeden bütün
hür ve demokratik memleketlerde grev hak ve hürriyeti en geniş ölçüde
tanınmıştır.”187
Forum’da grev hakkı bahsinde uluslararası örgütlerin raporlarına da yer verilmiştir.
Örneğin Milletlerarası Çalışma Teşkilatının sendika hürriyeti mevzuunda hazırlamış
olduğu ve Mc Nair Raporu adıyla tanınan rapordan şunları aktarmaktadır:
186
187
Ücretli Yıllık İzinler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955.
Gene Grev Hakkına Dair, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:33, 1 Ağustos 1955.
182
“Umumi grevler: Bu nevi grevlerin mevzuları bir iş uyuşmazlığından ziyade bir
memleketin bazen hukuki, siyasi ve iktisadi sistemini değiştirmek bazen de
hükümetleri istifaya zorlamaktır. Bolivya, Kolombiya ve Tayland’da bu nevi grevler
gayri kanunidir.
Sempati veya tesanüt grevleri: Bu nevi gervlerin mevzuları bir iş uyuşmazlığı
değildir. Daha önce grev ilan eylemiş bulunan işçilere karşı duyulan sempatiyi izhar
ve onlara tesanüt halinde bulunulduğunu ifade etmek maksadıyla sempati veya
tesanüt grevleri ilan olunur. Bir kısım memleketler grev hakkını tanımış olmakla
beraber sempati veya tesanüt grevlerini yasak etmişlerdir. Bunlar arasında Bolivya,
Kanada, Dominik Cumhuriyeti, Tayland, Venezüella sayılabilir.
Mevzuları iktisadi ve içtimai olmayan grevler: Grevlerin muhtelif sebepleri vardır.
Bu sebeplerin başında şüphesiz iktisadi ve içtimai menfaatler gelir. Bir kısım
memleketlerde mevzuları çalışma şartlarının ıslahı dışında kalan ve işçilerin
ekonomik ve sosyal menfaatlerini korumakla ilgili olmayan grevleri men
etmektedirler. Birmanya, Irak, Dominik Cumhuriyeti, Haiti, Panama.
Kolektif mukavelelere bağlı grevler: Grev hakkı bazen kolektif mukavelelerin
mevcudiyeti dolayısıyla tahdide uğrar. Kolektif mukavelenin yürürlükte bulunduğu
müddet içinde greve müracaat olunmadığı gibi bu mukavelenin tefsirinden veya
tatbik altından hasıl olacak bir ihtilaftan dolayı grev ilanı da kabul olunmamaktadır.
Aşağıdaki memleketler bu kategori içinde yer almaktadırlar: Arjantin, Kanada,
Seylan, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Haiti, İsviçre.
Amme hizmetleri ile ilgili grevler: Bir kısım memleketlerde amme hizmetlerinde milli
savunmayı yahut toplum için zaruri mal ve hizmetleri temin eden sanayide grev ilanı
ya tahdit veya yasak edilmiştir. Arjantin, Avustralya, Belçika, Bolivya, Kanada
(yalnız Kebek eyaleti), Seylan, Çin, Küba, Dominik Cumhuriyeti, Mısır, Finlandiya,
Yunanistan, Haiti, Hindistan, İrlanda, Japonya, Lübnan, Libya (yalnız Trablus),
Yeni Zelanda, Pakistan, Panama, Peru, Filipinler, İsviçre, Suriye, İngiltere, ABD
(yalnız bazı eyaletlerinde), Uruguay’da durum böyledir.
Hususi statülü personelle ilgili grevler: Genel olarak hususi statüye malik
personelin yani memurların grev hakkı birçok memleketlerde ta tahdit veya
tamamen men edilmiştir. Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Finlandiya, Fransa,
federal Almanya, Yunanistan, Haiti, İzlanda, Japonya, Hollanda, Norveç, Peru,
Filipinler, İsviçre, Tayland, İngiltere, ABD, Uruguay, İsrail (yalnız zabıta kuvvetleri
için grev yasağı)
Tasnif dışı kalan grevler: Bazı memleketlerde alelumum klasik tasnifler içine
girmeyen grevler yasak edilmiştir. Mesela Danimarka’da rakip bir teşekkülü
(sendikayı) yıkmak için ilan olunan grev kanuna aykırı sayılır. ABD’de de federal
mevzuata veya kolektif iş mukavelelerine aykırı veya işverene muhik olmayan
güçlükler ihdas eden veya haksız olarak işletmenin faaliyetinin tatilini mucip olan
veya bir işverene boykotu tazammun eden veya yalnız muayyen bir işçi grubuna bazı
çalışma şartlarını tatbike icbar kılan grevler yasaktır.”188
188
Grev Hakkı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 70, 15 Şubat 1957.
183
Hemen belirtmek gerekir ki Forumcular uluslararası örgütlerin yayınladıkları
raporları kendileri tercüme etmekteydiler. O zaman, bugünkü gibi Dergicilik
yapanlarla eşgüdüm içinde çalışan tercüme büroları yoktu. Gerçi Türk bürokrasisi
bu raporları takip etmekteydi, ancak raporların hepsi tercüme edilmemekte,
genellikle ilgili uzmanlarca okunmakta, birer sayfalık bilgi notu yazılmakta ve rapor
bu bilgi notu ile birlikte dosyalanmaktaydı. Ancak herhangi bir suretle herhangi bir
rapor gündeme geldiğinde, ilgili raporun tercümesinin yapılması söz konusu
olabilmekteydi. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, yukarıda yer alan
Milletlerarası Çalışma Teşkilatının hazırlamış olduğu Mc Nair Raporu’nun
tercümesinin, Dergide yayımlanmasının değeri açıktır.
Kolektif iş mukaveleleri, ilk iş kanunları gibi İngiltere’de doğan ve 19. yüzyıldan
sonra gelişmeye başlayan, bir işçi sendikası yahut sendikaları ile bir işveren
sendikası yahut sendikaları yahut bir veya birkaç işveren ile bir işçi sendikası
arasında akdolunan ve bir işyerinde belirli bir meslekte veya bölgede çalışma
şartlarının normlarını koyan ve tarafların ve mukaveleye sonradan katılanların iş
ilişiklerini tayin eden anlaşmalardır. Bu mukaveleler, iş ile sermaye arasındaki
ilişkilerde taraflar arasında iktisadi bir denge tesis etmek gayesinden doğmuştur.
Bireysel iş mukaveleleri sistemi içinde işveren karşısında iktisaden daima zayıf
vaziyette bulunan işçinin, ekseriyetle istismar tehlikesi karşısında bulunması ve
mevcut iş mevzuatının ekonomik hayatın bilhassa kriz ve enflasyon devrelerinde
devamlı olarak artan fiyatlara ayak uydurmaması işçi ve işveren münasebetlerinde
kolektif iş mukaveleleri sisteminin önemini artırmıştır. Batı demokrasilerindeki
sosyal politika alanındaki gelişmelere hakim olan Forumcular, bu sistemin
Türkiye’de de yasayla düzenlenmesini istemekteydiler. Nitekim Dergide, bu hususta
Cahit Talas’ın çok sayıda yazısı bulunmaktadır.
Cahit Talas’ın incelemelerinde tıpkı diğer Forum yazarları gibi yabancı
memleketlerdeki benzer uygulamalardan örnekler vermeyi ihmal etmemiştir. Yazar
bir incelemesinde kolektif iş mukaveleleri meselesine dair şunları söylemektedir:
“Birleşik Amerika Devletleri’nde, Kanada’da, bazı İskandinav memleketlerinde
mevzuat, temsil kabiliyetini haiz sendikalar talep ettikleri takdirde, işverenleri
kolektif müzakerelerde bulunmaya ve kolektif mukaveleler akdine mecbur
tutmaktadır. Memleketimizde işverenleri böyle bir yola sevk eden herhangi bir
kanun mevcut değildir ve işverenler kendiliklerinden işçi sendikaları ile muhtelif
sebeplerden ötürü karşı karşıya gelerek müzakerelerde bulunmak suretiyle iş
mukaveleleri akdini arzulamamaktadırlar. Sebeplerin başlıcaları, kolektif iş
mukavelelerinin işverenlere yeni bazı maddi külfetler tahmil edebilmeleri imkanı ve
hasıl olabilecek rekabet eşitsizliğidir. Filhakika bilindiği üzere birçok hallerde
mevzuat çalışma şartlarının asgari normlarını kor. İşçiler bakımından bu normların
üstüne çıkmak, çalışma şartlarının ıslahını ve geliştirilmesini sağlamak ancak
kolektif iş mukaveleleri akdi ile mümkün olabilir.”189
189
Cahit Talas, Kolektif İş Mukaveleleri ve Memleketimizdeki Durum, İncelemeler, Forum, sayı:36,
15 Eylül 1955.
184
İnceleme şöyle devam etmektedir: “ İşverenler nadir hallerde kendiliklerinden bu
nevi külfetleri kabul ederler. Zira çalışma şartlarının ıslahı, ücretlerin artırılması
tabiatıyla maliyet üzerine tesir edecek ve bir nispet dahilinde kar payını
daraltabilecektir. Diğer taraftan bir kısım işverenler, kendiliklerinden ve uzak
görüşle hareket etmelerinden ötürü böyle bir neticeye kabule mütemayil olsalar dahi
ekonomik rekabet eşitsizliği endişesi onları böyle bir yola girmekten alıkoyar.
Gerçekten sosyal bir anlayış göstererek işçileriyle kolektif iş mukaveleleri
akdeylemiş bulunan bir işverenin böyle bir akitte yalnız kaldığı takdirde aynı iş
kolundaki diğer işverenlere karşı rekabet bakımından daha az avantajlı bir durumda
kalacaktır. Eğer işverenler muayyen bir bölgede bir mesleğin bütününe şamil bir
kolektif iş mukavelesine taraf teşkil etselerdi ve mevzuat onları böyle bir akit
yapmaya zorlasa idi şüphesiz işçi sendikaları için kolektif iş mukaveleleri akdi daha
kolaylıkla imkan dahiline girerdi. Mevzuat kifayetsizliği karşısında bu mevzuda
devlet sektörü öncülük yapabilir ve iktisadi devlet teşekkülleri devlet otoritesinden
sıyrılıp sendikalara üstten bakmaktan vazgeçerek kolektif iş mukaveleleri yoluna
gidebilirler. Çalışma Bakanlığı ile İşletmeler Bakanlığının bu maksada matuf
olarak yapabilecekleri işbirliği ve teşvik ilk adımların atılmasına geniş ölçüde
hizmet edebilir.”
Cahit Talas kolektif müzakere sistemine dair bir başka yazıda şunları söylemektedir:
“Kolektif müzakere sistemi, demokratik hak ve hürriyetlerin gelişmiş olduğu
kapitalist memleketlerde yayılma zemini bulmaktadır. Hürriyetin kısık, grev hakkının
yasak olduğu ve sendikaların tam olarak taazzuv etmediği memleketlerde en iyi
kanunlar bile kolektif müzakere sisteminin gelişmesinde fazla müessir olamazlar.”190
Sosyal hak ve özgürlükler bahsinde Forum’un önemsediği bir diğer husus eğitim
meselesidir. Forum, sadece okul çağındaki çocukların değil, yetişkinlerin de
eğitilmesi gerektiğine vurgu yapar ve bunun devletin bir görevi olduğunu savunur.
Bu bağlamda Forum’un birçok sayısında köy enstitüleri mevzusu işlenir. Forum’da
köy enstitülerinin yıldönümüne atfen yazılmış olan şu sözler çok anlamlıdır:
“17 Nisan köy enstitülerinin kuruluş yıldönümü günüdür. Birkaç yıl önceye kadar bu
gün yurdun 21 köşesinde bir bayram havası içinde kutlanırdı. Artık öyle değil!”191
Köy enstitülerinin başlıca davası şu idi: ‘Memleketin büyük çoğunluğunu teşkil eden
köylüyü eğiterek kalkındırmak.’ Bunun ötesinde maksat aramak yalnız memlekete
zarar vermiştir. Nitekim Forum, aynı yazıda, köy enstitülerinin kaldırılması ile ne
kazanılmış olduğunu sorgular.
Yazıda şöyle denilmektedir: “Köy enstitülerinin kaldırılması ile memleket ne
kazanmıştır? Şimdi daha mı çok köy öğretmeni yetiştiriliyor? Köylerde okul yapma
faaliyeti daha mı geniş tutuluyor? İlköğretim istatistiklerimize bakarsak 1940-50
devresinde okul sayısı 10.596’dan 17.428’e çıkmış yani yedi bine yakın yeni okul
açılmıştır. Buna mukabil 1950’den 1955’e kadar bu sayı ancak 18.789’a çıkmıştır.
Başka bir deyimle beş yıl içinde ancak 1.300’e yakın yeni okul açılmıştır. Diğer
taraftan öğrenci sayısı 1940-50 devresinde 955.957’den 1.616.626’ya çıkmış, 1955
190
191
Cahit Talas, Nasıl Bir Kolektif Müzakere Sistemi?, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959.
Köy Enstitülerinin Yıldönümü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:50, 15 Nisan 1956.
185
yılında ise bu 1.877.145’i bulmuştur. Beş yılda harp vs. gibi bir durum mevcut
olmadığı halde öğrenci sayısındaki artış 250 bini biraz geçmektedir. Diğer taraftan
bilhassa öğretmenli köy okullarında 1940 yılında erkek öğrenci adedi 313.627, kız
öğrenci 107.987 iken, 1950 yılında bu 681.119 ve 371.229 olmuştur. Yani 1940’da
köyde okula devam eden kız çocukları erkeklerin üçte biri kadarken, 1950’de
yarısını aşmıştır. Halbuki 1950’den sonra bu nispet gene bozulmaya, köylü kız
çocuğunu okula göndermemeye başlamıştır. 1955’de durumun ne olduğunu gösteren
muta elimizde mevcut olmamakla beraber, durumun bu istikamette geliştiği
bilinmektedir.”
Yazıdaki şu sözler ise ilginç ve bir o kadar da dokunaklıdır: “Bir İngiliz atasözü ‘Bir
oğlan çocuğunu yetiştirmekle bir vatandaş kazanırsınız, fakat bir kız çocuğu hem
vatandaş hem de anne olacaktır’ der. Bu gerçeğin bizim için bir manası yok mu?
Bazı yabancı milletlerin bile örnek tutmak istedikleri köy enstitüsü sisteminin bizce
gerici bir politikacı tekmesiyle yıkılmasına göz yumduk, ama hiç değilse bize
öğrettiklerinden faydalanmama günahını işlemeyelim. Köy enstitülerine temel olan
ana fikir, kanaatimizce bugün elan hayatiyetini muhafaza etmektedir. Müessese
olarak enstitülerde tatminkar görülmeyen noktaları ıslah etmek daima mümkündü.
Bunları ıslah edecek yerde baltalamanın çok ağır bir hata olduğuna bugün her
zamandan fazla kaniiyiz.”
Bu bağlamda Fay Kirby’nin ‘Türkiye’de Köy Enstitüleri’ isimli Colombia
Üniversitesi’nde yapılmış doktora tezinden şu değerlendirmeyi aktarmak uygun olur:
“İncelememiz bize göstermiştir ki Köy Enstitüleri, Türkiye’nin 19. yüzyılın ilk
yarısından beri giriştiği modern uygarlık davası yolunda yaptığı savaşlar içinde, en
büyük davalardan biri olan eğitim davasının en verimli, en makul, en ekonomik ve
en orijinal çözümlenmesi olarak meydana gelmiştir. Kısa hayatı yüzünden verdiği
sonuçlarla Köy Enstitüleri hareketi, Türkiye’nin köy eğitimi davasının ‘her köye bir
okul, her okula bir öğretmen’ gibi dar çerçeveli bir görüşten çok daha geniş bir görüş
içinde modern bir ulus yaratmak amacını gerçekleştirmenin yolu olduğunu
göstermiştir. Onun temelinde yepyeni bir eğitim görüşü vardı ve bütün yapılanlar
ancak bu görüşün doğruluğunu göstermiştir. Onun temelinde yepyeni bir eğitim
görüşü vardı ve bütün yapılanlar ancak bu görüşün çerçevesi içinde anlam taşıyordu.
Büyük zorluklar içinde yürütüldüğü halde müspet başarılar vermesi, görüşün
doğruluğunu göstermiştir. Türkiye harp sonunda yeni bir ilerleme safhasına
geçerken bu görüşü yalnız köy eğitiminin değil, bütün Türk eğitiminin temeli
yapmak en doğru yol olacaktı. Bu tezin doğruluğunun en kuvvetli delili, Köy
enstitüleri hareketini yıkanların Türk eğitimini daha ileriye götürecek başka yollar
bildikleri iddiaları ile harekete geçtikleri zaman yalnız Köy enstitülerinin başarılarını
değil, bütün Türk eğitimini de baltalamış olmalarıdır. 1950-1960 arasında Türk
eğitiminin ne kadar gerilediği, Demokratların rejiminin yıkılışından önce bile artık
herkesin bildiği bir gerçek haline gelmiştir.”192
192
Fay Kirby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, Ankara:İmece Yayınları, 1962, s.380.
186
Köy enstitüleri bahsindeki bir başka yazıda ise Forum, DP’nin enstitülerin coğrafi
mekandan aldıkları isimlerini dahi hatırlamaya tahammülü olmadığını şu şekilde
ifade etmektedir: “Bugün Türkiye’de köy enstitüleri mevcut değildir. Üç yıldan beri
‘İlköğretmen Okulu’ adı ile birlikte kuruluş yerlerinden gelen Aksu, Kepirtepe,
Hasanoğlan, Ortaklar..gibi adlarını taşımış olan bu eğitim kurumlarımız, yakında
yürürlüğe konulacağını sandığımız genel bir plan gereğince kuruluş yeri olarak
taşıdıkları adları da kaybedeceklerdir. Ankara’nın 34 km doğusundaki Hasanoğlan
köyü yanında kurulduğu için Hasanoğlan Köy Enstitüsü adı verilmiş olan kurum,
1954 yılında Hasanoğlan Erkek İlköğretmen Okulu adını almıştı. Birkaç aydan beri
de Atatürk Erkek İlköğretmen Okulu adını taşımaktadır. Böylece köy enstitüsü
sözünden sonra, kuruluş yerlerinden gelen şatafatsız adların da hafızalardan
silinmesine çalışılıyor.”193
Köy enstitüsü denemesi yeni bir eğitimci neslinin okulu olmuştur. Bu okulda ders
verenlerle yöneticiler de, öğrencileri ile birlikte, iş içinde yetişerek ‘yeni okul, iş
okulu, vatandaşlık eğitimi, aktif metot..’ gibi kavramların hangi anlama geldiğini,
milletçe kalkınmada eğitimin payını ve yolunu öğrenmişlerdir. Tercümeci
pedagojinin yaşanmış pedagojiye yer verişi, gözlem ve denemelerden eğitim
ilkelerine varış, bu okul içinden gelenlerin başarısı olmuştur. Köy enstitüsü
denemesi, eğitim hayatına 1956 yılı itibariyle 21 öğretmen okulu armağan etmiştir.
Köy enstitülerinin sonuncusu olan Ernis Köy Enstitüsünün açılış tarihi 18 Kasım
1948’dir. Dokuz yıla sığan 21 köy enstitüsü 1956 yılındaki her derecedeki
44 öğretmen okulunun yarısından bir eksiktir. Öte yandan Yüksek Öğretmen
Okulunun çekirdeği olan ilk öğretmen okulunun açılış yılı 1848’dir. 1848’den
1956’ya yani 109 yıla karşılık olan 44 öğretmen okulundan 21’inin dokuz yıla
sığdırılmış olduğunu düşünmek hamlenin genişliği hakkında bir fikir verebilir.
Forum’un sosyal politika tedbirleri arasında işaret ettiği bir husus da özellikle dar
gelirli yurttaşların barınma sıkıntısına çözüm bulunması gerekliliğidir. Forum’un bu
bahisteki görüşü şöyledir: “Uzun yıllardan beri memleketimizde devam etmekte olan
mesken buhranı yeniden had bir dereceye yükselmiştir. İstanbul, Ankara, İzmir,
Adana gibi kalabalık nüfuzlu şehirlerimizde mütevazı gelirli halkın mesken ihtiyacı
karşılanamamaktadır. Bu yüzden sosyal, sıhhi ve ahlak tesirleri derhal görünmeyen,
satha çıkmayan fakat nispeten uzunca devreler içinde mütalaa olundukları zaman
sosyal bünyede tahripler yapabilecek mahiyet taşıyan derin bir mesken sefaleti
doğmuştur. Geniş ve müessir tedbirler alınmadığı takdirde, bu sefalet müzminleşme
ve halli de o nispette müşkül bir iktisadi ve içtimai dava olma istidadı taşımaktadır.
Memleketimizde ve bilhassa büyük şehirlerimizdeki mesken buhranının muhtelif
sebepleri mevcuttur. Bunları şöyle hülasa etmek mümkündür: Nüfus süratle
artmaktadır. Bu artış seyrine muvazi ve bilhassa mütevazı şehirli halk kütlelerine
hitap eden inşaat çok kifayetsizdir. Memleketimizde mesken meselesini tetkik eden
bütün uzmanlar bu son nokta üzerinde aynı kanaate varmış bulunmaktadırlar. İnşaat
kifayetsizliğinden ötürü ihtiyaçlar birikmiştir. Milli gelirin kifayetsizliği ve
dağılışındaki adaletsizlik halkın büyük bir kısmına kendi imkanları ile mesken sahibi
193
Milli Eğitimimizin Köy Enstitüleri Denemesinin Kazançları, Onbeş Günün Notları, Forum,
sayı:58, 15 Ağustos 1956.
187
olma imkanı vermemektedir. Enflasyon geniş ölçüde arsa spekülasyonu
doğurmuştur, inşaat malzemesi fiyatları devamlı bir yükselme içindedir. Bu hal sabit
ve mütevazı gelirli halkın mesken edinmesine ayrıca engel olmuş veya mesken
kiralarını tahdit ve kontrollere rağmen yükseltmiştir. Ve nihayet devlet mesken
davasını gerektiği gibi benimsememiş, bu davayı uzun vadeli bir ekonomik ve sosyal
politika olarak ve programlı bir şekilde ele almamış ve bazı geçici derde hakikaten
deva olmayacak tedbirlerle yetinmiştir. Bu konuda hususile Türkiye Emlak Kredi
Bankasının tutumu üzerinde durmak lazımdır.”194
Yazı devamla şöyledir: “Bilindiği üzere mezkur banka, bilhassa meskeni olmayan
yurttaşlara ucuz mesken yaptırmak için ikazlarda bulunmak ve krediler açmakla
görevlidir. Fakat tatbikat bu şekilde cereyan etmemektedir. Filhakika bugün görülen
şudur: Emlak Kredi Bankasının ikaz ve kredileri geniş ölçüde ucuz mesken inşaatına
müteveccih değildir. Daha ziyade muayyen bir gelir seviyesine erişmiş vatandaşlar
bu kredilerden faydalanabilmekte ve kaynaklarının bir kısmında ticari maksatlar
taşıyan inşaata tahsis edilmiş bulunmaktadır. Banka halen ana kuruluş gayesinden
geniş ölçüde inhiraf etmiş durumdadır. Halbuki her yıl bütçeden kendisine ayrılan
fonlarla beslenmektedir. İşçi Sigortaları Kurumunun vadeli mevduatından en büyük
kısmı oraya (halen 41 milyon kadar) yatırılmıştır. Bu nevi kaynakların ana tahsis
yerleri lüks veya ona yakın mesken inşasına değil, mesken sefaleti içinde yaşayan
halkın ihtiyaçlarını karşılamak için ucuz ve sıhhi mesken inşası olmak gerekir.
Sosyal gayesini bir tarafa bırakarak modern şehirler kurmak Emlak Kredi
Bankasının vazifeleri arasında yer almamaktadır. Dar ve mütevazı gelirli halkın
mesken sıkıntısı, Bankanın esas gayesine dönmesi ile muayyen bir nispet dahilinde
hafifletilebilir. Emlak Kredi Bankası kuruluş gayesine dönmeli, sosyal bir görüş ve
anlayışa sahip olmalıdır.”
Toplumun, mali bakımdan değişik imkanlara sahip olan zümrelerin konut şartları her
zaman imkanlarıyla orantılı değildir. Fakat en fakir zümrenin ihtiyacının en büyük
problem olduğu da şüphesizdir. Yani diğer zümrelerin meselesi, iyi bir şehircilik, iyi
bir yapı politikası ile yoluna girebilecekken; fakir ve çoğunlukta olan zümrenin
ciddi yatırım ve gerçekleştirme programına ihtiyacı vardır. İşte Forum, bu
meselenin kararlı iktidar sahipleri tarafından çözülebileceğini öne sürmektedir.
Ayrıca şunu da hemen belirtmek gerekir ki, Derginin, mesken politikası anlayışının
bir toplum düzeni anlayışından ayrılamayacağına dair yaklaşımı, bu sorunun
çözümünü de demokratik rejimle ilişkilendirmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Nitekim Forum’a göre, artan göçle, kalabalıklaşan kent merkezleri, çoğalan nüfusu
taşımakta güçlük çekecek, devletin sorunla ilgilenmemesi durumunda da bu kişiler
marjinalleşecek ve aşırı cereyanlara kayıp, kendilerine yeni aidiyetler bulmaya
çalışacaklardır. Bu ise siyasi alanda temsil sorununu beraberinde getirebilecek ve
Türk demokrasisi bundan zarar görebilecektir. Son tahlilde, Forum’a göre, mesken
politikasının çözümünün ertelenmesinin Türk demokrasisine sirayet edecek kadar
tesirli sonuçları olabilecektir.
194
Emlak Kredi Bankası Modern Şehirler Kuruyor, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 65,
1 Aralık 1956.
188
Forum’un, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler alanında, klasik hak ve özgürlükler
alanı ile mukayese edildiğinde, iktidarı eleştiri-iktidara öneri dengesinde ikincinse
ağırlık vermiş olduğu söylenebilir. Kuşkusuz hiçbir hak ve özgürlük biri birinden
üstün değildir, kaldı ki tüm hak ve özgürlükler birbirine bağlıdır. Öte yandan şu da
bir gerçektir ki, Forum, tüm yurttaşları ilgilendiren klasik hak ve özgürlükler
alanındaki sorunların giderilmesini, sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler alanındaki
sorunlara göre biraz daha ön planda tutmuştur. Çünkü Forumculara göre, klasik hak
ve özgürlüklerin sağlanamadığı bir ortamda ikinci kuşak hak ve özgürlük
mücadelesi, DP zihniyeti göz önüne alındığında oldukça güç gözükmekteydi.
Dolayısıyla Forumcular, önce birinci kuşak hak ve özgürlükler sorununun çözülmesi
gerektiğini düşünmekteydiler. Bunu açıkça ortaya koyan şu sözleri nakletmek
yerinde olacaktır: “İşçiler şunu anlamalıdırlar. Demokrasinin gerilere doğru
götürüldüğü bir toplum içinde grev gibi, hakiki sendika hürriyeti gibi davaların
gerçekleşmesi mümkün değildir. Demokrasi her şeyden önce bir inanç meselesidir.
Demokrasiye inanmayanlardan demokrasi müesseselerinin kurulmasını istemek
beyhude emek ve gayrettir.”195
3.Siyasal Hak ve Özgürlükler
Demokratik bir rejimden bahsedebilmek için seçimlerin yapılması yeter bir ölçüt
değildir. Seçimlerin serbest yapılması, basın organların seçim sürecinde baskı
altında olmaması ve bu sayede kamuoyunun memleket meselelerine dair
bilgilendirilmesine sınırlama getirilmemesi, bir diğer deyişle seçmenlerin seçim
sürecinde kendilerini, içinde bulundukları sosyal zümreyi veya sınıflarını ve tüm
ülkeyi ilgilendiren konularla tam olarak aydınlanmış olmaları, iktidar tarafından
seçim sürecinde iktidar olanaklarının kullanılmaması ve bu sayede iktidar partisi ile
muhalefet partisinin seçimlere eşit koşullarda girmesinin temin edilmesi,
seçmenlerin vaatlerle kandırılmaması, aynı şekilde seçmenlerin özel kişiler veya
gruplar tarafından yönlendirilmemesi, oyların gizli verilmesi, bu gizliliğe gölge
düşürecek her türlü davranıştan kaçınılmasının sağlanması, sandıktan çıkan oyların
açık sayımının yapılması ve seçim sonuçlarının tahrif edilmemesi ki bu sayede
sandıktan girdiği şekilde oyların çıkmasının garanti altına alınması, seçim
sonuçlarının yargı denetiminde olması, demokratik rejimin diğer ölçütleridir.
Kuşkusuz bunlardan kamuoyunun tam aydınlanmış olması gibi ölçütler yasa ile
düzenlenmemiş olabilir. Ancak demokratik bir rejimde ahlaki olan bu gibi unsurlara
riayet esastır.
Şu halde, Türkiye’nin geçirmiş olduğu 1954 ve 1957 genel seçimlerinin ‘demokratik
rejimin gerektirdiği ölçütlerden yoksun’ olarak gerçekleşmiş olduğunu iddia etmek
mümkündür. Bu ölçütlerin yokluğu halinde, demokrasi ‘şekli’ bir diğer deyişle
‘sandık demokrasisi’ olmaktan öteye gidemez. Kaldı ki bu çeşit bir seçim, totaliter
rejimlerde de görülür, yani demokrasi için seçim başlı başına karine teşkil etmez.
İlaveten demokratik rejimde temsilin de adaletli olması esastır. Daha açık bir
ifadeyle, partiler aldıkları oylara paralel şekilde parlamentoda temsil edilmelidirler.
Dolayısıyla seçim sistemi de demokratik rejim ölçütlerinden biri olarak sayılmalıdır.
Ayrıca, seçim sonuçlarına dair tüm partilerin saygı göstermesi, çoğunluk oylarını
195
Beyhude Emek, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:122, 15 Nisan 1959.
189
alan partinin kendini her şeyi yapmaya muktedir görmemesi, daha az oy almış olan
partilerin de demokratik bir ortamda seçime gidilmiş olduğunun bilinciyle, seçim
sonuçlarından ümitsizlik çıkarmadan, hükümeti denetleme görevini layıkıyla yerine
getirmede istekli olması demokrasinin gereklerindendir.
Mesela Forum’da iktidar partisinin çoğunluk ve muhalefet partisinin aldığı azınlık
oyları ile demokrasi arasındaki ilişki, İngiltere örneği üzerinden şöyle
değerlendirilmektedir: “Hükümet, devleti ve milleti temsil eden bir organdır. Yalnız
devlet, hükümet ve onu destekleyen ekseriyet partisinden ibaret değildir. Muhalefet,
ekalliyet ve hususi vatandaşın da devlet içinde özel bir statüsü vardır. Bu mevki,
muhalefet ve vatandaşa hükümet tarafından verilmemiştir. Bu yüzdendir ki mesele
İngiltere’de hükümet ‘majestenin hükümeti’, muhalefet de gene ‘majestenin
muhalefeti’dir. Binaenaleyh muhalefet de devletin bir parçasıdır ve onu temsil eden
unsurlardan biridir. Aynı sebepten dolayı, bir demokraside hükümet inhisarı yoktur.
Bir tarafta ekseriyet partisinin kurduğu, mesul, karar ve icra makamında bir
hükümet vardır. Öte tarafta ise idare mesuliyeti olmamakla beraber karar alan,
tetkik eden, soruşturan, tenkit eden muhalefet partisinin kurduğu ‘gölge hükümet’
vardır.”196
Buradan hareketle şunu belirtmek gerekir ki: ‘Demokrasi şahıslar rejimi değildir.’
Dolayısıyla seçimlerde parti liderleri yarışmaz, liderin karizmatik olup olmaması
değil partinin programında neyin yer alıp neyin almadığı yurttaş tercihlerinin
belirleyicisidir. Bu çerçevede, seçim sürecinde, başta parti liderleri olmak üzere tüm
partililerin, şahıslar üzerinden münakaşadan kaçınması esastır. O halde demokratik
bir rejim bahsinde siyaset adamlarının tüm demokratik ilkeleri özümsemiş
olmalarının önem arz ettiği söylenebilir. Yani demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi
için siyaset adamlarının zihniyeti de bir ölçüttür, ki rejimin demokrasi olarak tasnif
edilebilmesi için milletvekili seçilecek adayların demokrat olup olmadığına dair en
ufak bir şüphe olmamalıdır. Tüm bu hususlar ışığında bir kez daha 1954 ve 1957
seçimleri gözden geçirildiğinde, pek çok DP li milletvekilinin demokratik ilkeleri
benimsemekten uzak olması bakımından, bu iki seçimde, demokratik rejimin işlemiş
olduğunu iddia etmek bir hayli güçleşmektedir.
Forum’un siyasal hak ve özgürlükler bağlamında üzerinde önemle durduğu haklar
arasında seçilme hakkı ve siyasal parti kurma ve siyasal partilerde çalışma hakkıdır.
Bu çerçevede Forum özellikle memurların siyaset yapması meselesine sayfalarında
geniş yer verir. Forum 1954 seçimleri arifesinde memurların muhalefet partilerinden
aday olmalarına iktidar partisinin şiddetle karşı çıkması hususunda şöyle
demektedir: “Kanunlarımız memurlara aday olma hakkını tanımıştır. Seçim
propagandasına çıkmış bir memurun herhangi bir aday vatandaştan farklı olmaması
için hiçbir sebep yoktur. Bu bakımdan memurla siyasi amir arasındaki mücadeleyi
tabii karşılamak icap eder. Şüphe yok ki bir memur mesleğine ait sırları vatandaşlar
önünde, hatta istifa etmiş bile olsa açıklayamaz. Bunun müeyyideleri idari
mevzuatta gösterilmiştir. Fakat bu yasak ve müeyyidelerin bir partinin menfaati için
196
Bir Demokraside Vatandaşın ve Muhalefetin Hakları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:69,
1 Şubat 1957.
190
değil, amme hizmetlerinin icabı olarak konulduğunu da unutmamak lazımdır.
Demokrasi rejimlerinin umumi temayülü devlet sırrı ve hikmeti hükümet
mefhumlarını hukuk dışı etmek yolundadır. Devlet Şurasının nihai olarak
halledeceği birkaç memuriyet sıfatını suiistimal hadisesinin memurlarımızı
adaylıktan men ve tasfiye kanunları çıkarmak gibi neticelere varması, genç
demokrasimiz için pek üzücü olacaktır. Bu gidişin bir ‘spoils system’e gitmesinden
ve memurları işbaşındaki partinin korkak hizmetkarları haline getirmesinden
korkmamak elden gelmiyor.”197
Memurların siyasetle uğraşmaları meselesinin 1954 seçimlerinin hemen öncesinde
siyasi gündemi işgal etmesinin altında iki sebep mevcuttur: Birincisi DP’nin, memur
zümresinin Cumhuriyet kadrosunca Devrimin orta sınıfı kabul edilmiş olmasından
hareketle memurların Türk Devrim sürecindeki sorumluluklarının ifadesi olarak
CHP’ye yakın olduklarını varsayması; ikincisi ise DP zihniyetinin devlet
memurlarını hükümet memurları zannetmesi ve memurların hükümetin
politikalarından ayrı kanaatlere sahip olmalarına karşı tahammülsüzlüğüdür. DP’nin
bu tutumunun sebebini, Devrim sürecinde tamamen silinememiş olan Osmanlı
zihniyet bakiyesinde aramak yanlış olmayacaktır.
DP’nin söz konusu tutumuna dair Forum’daki şu sözler ilginçtir: “Milli Eğitim
Bakanı, DP iktidarı zamanında henüz teknik üniversite rektörüyken DP’nin Taksim
ocağına kayıtlı bulunuyormuş. Halen İstanbul Belediye Meclisinde de İstanbul
Üniversitesine mensup şahıslar varmış. Nihayet son günlerin gazeteleri de İstanbul
Üniversitesinden bir doçentin DP kongrelerine iştirak ettiğini ve bir üst kongreye
delege seçildiğini ve bir toplantıya başkanlık ettiğini yazdılar.”198 Forum burada,
DP’yi destekledikleri müddetçe memurların siyaset ile uğraşmasının memuriyet
açısından, DP iktidarı tarafından yanlış telakki edilmediğine dikkat çekmektedir.
Forum’da memur ve siyasi alan ilişkilerinde yazıların büyük çoğunluğunun Bahri
Savcı tarafından yazılmış olduğu göze çarpmaktadır. Bahri Savcı’nın
incelemelerinde ise hakim üslup, meseleyi değerlendirmeden önce hangi
kavramlardan neyi kastettiğine dair geniş bir izahat vermesidir. 1954 genel
seçimlerinden üç ay sonra yazdığı incelemesinde memur-siyasi alan ilişkilerine dair
Bahri Savcı şunları söylemektedir: “Siyaset, bugünkü şartlara göre en yüksek
emretme ve tanzim etme iktidarını ele geçirmek veya muhafaza etmek için, bu
iktidarı ele geçirmenin demokratik yolu olan çoğunluğun rızasını kazanabilme veya
muhafaza edebilme hususunda belli fikirleri bildirme, onları ikna yoluyla kabul
ettirme ve nihayet bu fikirleri icra etme yetkisini kazanma veya muhafaza etme
hususlarında bir teşkilat ve kadronun herhangi bir kademesinde yer alındığı zaman,
bu teşkilat ne kadronun iktidarı ele geçirme veya muhafaza etme faaliyetine katılmış
olunur, yani siyaset yapılmış olur ve bu siyaset de faal surette siyaset olarak tavsif
edilmek gerekir. Zaten bundan başkasına da faal surette siyaset denemez.”
197
198
Memurlar ve Siyaset, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1955.
Partili Profesör ve Siyaset, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:67, 1 Ocak 1957.
191
Savcı açıklamalarını şöyle sürdürmektedir: “Binaenaleyh bir memurun içine
giremeyeceği politik alan ancak ve ancak budur yani memura yasak olması gereken
alan, iktidarı ele geçirmek veya muhafaza etmek için ortaya çıkmış bir teşkilat ve
kadronun kademelerinde yer almak, iktidarı ele geçirmeye veya muhafaza etmeye
müteveccih fikirleri bildirme, kabul ettirme ve icra faaliyetlerinin alanıdır. Burada,
‘fikir hürriyeti hatta siyasi de olsa, insanın fikirlerini serbestçe izhar etmesini de
istilzam eder, herkesin siyasi mahiyeti ve rengi dahi olsa, fikirlerini bildirme, izhar
etme, muzaffer kılma faaliyetine girmesi tabii ve mukaddes haktır’ diyerek, memurun
da politik alana girebilmesini nazari olarak savunmak mümkündür. Fakat realiteyi
müşahede ettiğimiz zaman, amme hizmetlerinin teknik zarureti ile iktidarı ele
geçirme veya muhafaza etme gayretinin istilzam ettiği zaruretleri ahenkli götürme
güçlüğünü görürüz. Filhakika, memur, memur kaldığı müddetçe kendisine seçim
kazanmak suretiyle amme hizmetlerine istikamet ve prensip göstermek hakkını
kazanmış olanların göstereceği istikamet ve prensip dahilinde olarak, hizmeti işletir.
Bu işi yaparken aynı zamanda bir iktidar mücadelesi teşkilat ve kadrosunda yer
alırsa, o zaman, hizmeti, mensup olduğu teşkilat ve kadronun temayüllerine göre
saptırabilir. Saptırmayacak şekilde bir kemale varıncaya kadar memuru bu politik
alandan uzak tutmada içtimai fayda mülahaza edenlerin görüşü şimdilik galip
durumdadır.”199
Bahri Savcı, bu açıklamalardan sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Memur,
politik alana girmediği halde yani iktidar mücadelesi yapan bir teşkilat ve kadro
içinde, iktidarın kazanılmasına veya muhafaza edilmesine müteveccih bir faaliyette
bulunmadığı halde, elindeki amme hizmetini, hizmetin zaruretlerine göre değil
herhangi bir teşkilatın veya herhangi bir görüşün hedeflerine göre idare etmeye
kalkarsa, bu da, hizmetin saptırılmasıdır, fakat memurun faal şekilde politika ile
uğraşması değildir. Bir siyasi teşkilat ve kadro içinde yer alamayan ve o teşkilatın
iktidarı ele geçirmeye veya muhafaza etmeye müteveccih fikirlerini bildirme, kabul
ettirme, icra etme faaliyetinde bulunmayan bir memur, elindeki amme hizmetini gene
de bir teşkilatın veya mücerret bir görüşün hedeflerine göre işletebilir, yetkilerini
ona göre kullanabilir. O zaman teknik zaruretlere uymayarak hizmeti saptıran
memurun bu hizmeti saptırma fiili, memurun statüsüne dahil olan usullerle tespit
edilirse ve ona göre müeyyidelendirilir. Bu hukuki yolu ihmal ederek başka yol ve
mekanizmalar aramaya esaslı bir sebep mevcut değildir.”
İnceleme devamla şöyledir: “Bir siyasi teşekkül dışında olarak ve doğrudan doğruya
iktidarı kazanmaya veya muhafazaya müteveccih olmayacak, eşyanın tabiatına ve
umumun dilek ve temayüllerine en fazla yaklaşan hareket tarzının belirmesine
müteveccih fikir beyanları, teşvik ve tahliller, çözüm yolları gösterme ise bir siyaset
hele faal bir siyaset değildir, sadece ve sadece bir fikir ve ifade hürriyetidir. Bunda
ne iktidarın kazanılmasına veya muhafazasına müteveccih bir faaliyet mahiyeti
vardır ne de hükümet icraatını bozma, onu başarısızlığa sürükleme mahiyeti vardır.
Bunun siyasetle ilgisi sadece bu fikir beyanlarının, teşrih ve tahlillerinin, çözüm yolu
göstermelerin, sonunda, muhtevası bakımından ele aldığımız siyaseti tayin ve
tespitte birer yapıcı unsur olarak kullanılabilmeleri ihtimalidir. Fakat bizatihi
199
Bahri Savcı, Memur-Politik Alan Münasebetleri, İncelemeler, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954.
192
mahiyetleri bakımından bunlar fikir hürriyetinin ta kendisini teşkil etmektedirler ve
bunlara bir başka mahiyet atfı da mümkün değildir.”
Burada Savcı memuriyet ve siyaset alanı arasındaki ilişkiyi hem klasik hak ve
özgürlüklerden olan düşünce ve ifade hürriyeti hem de siyasal hak ve özgürlüklerden
olan seçilme hakkı çerçevesinde değerlendirmektedir. Kuşkusuz memur bir yurttaş
olarak siyasi bir kanaate sahip olabilir. Öte yandan buradaki hassas olan mevzu,
memurun bu kanaatinin vermekte olduğu hizmete yansımamasıdır. Şunu hemen
belirtmek gerekir ki, siyasi bir parti içerisinde çalışmalara katılan bir memurun ister
istemez memuriyet hizmeti bundan etkilenecektir. Dolayısıyla idari yapının bundan
zarar görme ihtimali, nihayetinde de memurun aktif siyasetle uğraşması kamu yararı
açısından tartışmalı hale gelecektir. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki tüm
memurların hukuki durumu aynı değildir. Örneğin üniversite mensupları ile
subayların aynı hukuki durumda olduğu iddia edilemez. Hukuki durumları farklı
memurların siyasi alanla ilişkisi aynı olmayacağından, üniversite mensuplarının aktif
siyasetle uğraşmasının kamu yararı açısından sorun teşkil etmeyeceği öte yandan
subayların siyasi alandan uzak durması gerektiği öne sürülebilir.
Aslında dönemin siyasi konjonktürü hatırlandığında memuriyet-siyasi alan
ilişkilerinde iktidarın yaklaşımı tarafsız olmadığından mesele büyümüştür. Şöyle ki,
iktidar sahipleri, memurun DP’de aktif olarak siyaset yapması halinde bunu normal
karşılıyor, ancak memurun değil aktif olarak siyaset yapması muhalif partilere siyasi
kanaat düzeyinde bir yakınlık şüphesi uyandırmasını hırçınlıkla karşılıyordu.
Örneğin Haziran 1954’te, genel seçimlerden hemen sonra çıkartılan milletvekili
seçim yasasında, memurların aday olabilmeleri için seçimlerden altı öncesinden
istifa etmeleri hüküm altına alınmıştı. Bu yasa ile DP’nin amacı, memura, iktidar
partisinden aday olması halinde seçilmese de eski görevine dönebileceği, ancak
muhalif partiden aday olması halinde, seçilememiş ise işsiz kalmayı göze alması
gerektiği mesajını vermesidir. Kuşkusuz bu yaklaşım devlet idaresindeki
yozlaşmaya kapı aralaması bakımından çok tehlikeli bir durum arz etmekteydi.
Forum, siyasi hak ve özgürlüklerin korunmasında, bu hak ve özgürlüklerin
kullanılmasının ehemmiyetine dikkat çekildiği çok sayıda yazıya, sayfalarında yer
vermiştir. Bunlardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Lütfen politikayla
uğraşınız, icap ederse işinizi bırakarak lütfen politika ile uğraşınız. Çünkü her işiniz,
hürriyetlerinizi kurmanın, korumanın ilk şartı, önce, hürriyetlerinize sahip
çıkmaktır. Hürriyetlerinizin baş düşmanı da bizzat sizin, hürriyetlerinize
ilgisizliğinizdir. Hürriyetlere sahip çıkmanın hürriyetlerle ilgilenmenin tek yolu
politikayla uğraşmaktır. Politika ile uğraşmak da yalnız dört yılda bir seçim sandığı
başına gitmek değildir. Bu, politika ile uğraşması, amme intizamı mülahazaları ile
yasaklanmış olan yurttaşlar da dahil herkesin bir hakkıdır. Burada, hürriyetleri
kurma, koruma hususunda söz konusu ettiğimiz politika, faal, dinamik bir ilgi
isteyen hareket politikasıdır. Lütfen politika ile uğraşınız derken de kanunun böyle
193
bir hareket politikasına atılmaktan yasaklamadığı bütün yurttaşların bu politikaya
katılmalarını kastediyoruz.”200
Aslında siyasetle uğraşmak sadece siyasi hak kullanımının ve siyasal özgürlük
alanının gelişmesine katkı sağlamaz, aynı zamanda diğer kuşak hakların da
gelişimine tesir eder. Nitekim aynı yazıda Forum şöyle demektedir: “Memleketin
kaderini cumhura bağlamalı, cumhurca tedbirler almalıyız. Eğer kanunların
yasakladığı kişilerden başka herkes, faal, dinamik bir politika ile uğraşmazsa,
politika, kitlelerin malı olmazsa birkaç zümrenin bir iktidar oyunu haline gelir. Bu
iktidar oyunu ise zarını, seçim sandıklarının sükun atmosferi içine atmaktan ibaret
kalır.” Türk siyasal yaşamında Forumculara yönelik ‘seçkinci’ yakıştırmasının
mesnetsiz olduğu bu cümlelerde bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Çünkü Forum,
siyasetin profesyonellerce değil yurttaşlarca yapılmasını savunmaktadır. Ancak
şunun altını çizmek gerekir ki, az gelişmiş bir ülkede, geniş kalabalıkların yurttaş
olduğunun dahi farkında olmadığı ve bu geniş kütleyi oy deposu olarak gören bir
zihniyetin iktidar olanaklarından sınırsızca faydalanabildiği bir ortamda, kuşkusuz
aydınlar geniş kütleye yol göstericilik yapmalıdırlar. Bu durum ulusal egemenliğe
gölge düşürmek söyle olsun, bizzat ulusal egemenliğin tesisi için zaruridir.
Öte yandan eğer Türkiye gelişmiş bir ülke olsaydı veya bir başka deyişle rejim Batı
demokrasilerindeki durumun bir benzerini arz etmiş olsaydı, aydınların rehberliğine
ulusun egemenliğini sağlamada ihtiyaç duyulmazdı. Nitekim Forumcuların da
sıklıkla ifade ettiği üzere, gelişmiş demokrasilerde, yurttaşlar partilerin
programlarını okuyarak oylarını kullanmaktadırlar. Buna mukabil Türk
demokrasisinin cılızlığı düşünüldüğünde, DP iktidarının, aydınların rehberliğini
antidemokratik sayıp, aydınlar ile geniş halk kütlesi arasındaki bağları koparma
gayreti hatırlandığında, Türkiye koşullarında aydınların kılavuzluğundan istifade
etmek cumhurun takdirini sağlıklı hale getirecek bir etken olmaktan öte bir anlam
taşımayacaktır. Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, burada, ‘aydınlar’ ile
kastedilen; öznel çıkarları yerine kamunun yani halkın çıkarını öne alan, kişisel
hırslarına yenik düşmemiş, bilim alanındaki otoritesini başka alanlara ithal edip
bundan kişisel fayda arama gayreti içinde olmayan, aşırı sol veya aşırı sağ
cereyanların tesiri altında olmayan, ideolojisine destekçi bulmak amacıyla bu
rehberlik görevini suiistimal etmeyen, halkoyuna yol göstericilik yapmayı ulusa
hizmet sayan, son tahlilde ‘demokrat aydınlar’ dır.
Bu hususta Bahri savcının bilim insanlarının siyasi alanla ilişkisini değerlendirdiği
incelemesinden şu sözleri nakletmek yerinde olur: “İlim, tefekkür, tecrübe, prensip
adamlarının yoğurduğu, geliştirdiği siyaset, iktidar savaşı dışında bir araştırma,
yorumlama, karşılaştırma çözüm yolları arama faaliyetidir. İktidarın da,
muhalefetin de üstünde kalarak, meselelere bir ilmi aydınlık getirme faaliyetidir. Bu
anlamdaki siyaset tarifine gelince: Bu, eşyanın tabiatına, cemiyet gerçeklerinin
icaplarına, umumun dilek ve temayüllerine en fazla yaklaşan, bilim verilerine en
geniş ölçüde uygun olan hareket tarzını tespittir. Bu manada siyaset ile uğraşan ilim
200
Lütfen Politikayla Uğraşın, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:31, 1 Temmuz 1955.
194
adamları, prensip adamları, şu tarafın iktidarı nasıl elde edeceği, bu tarafın iktidarı
nasıl muhafaza edeceği endişesi ile ilgili değildir. Siyasi iktidarı icra ederken tespit
edilecek hareket tarzını, eşyanın tabiatından, umumun dilek ve temayüllerinden,
bilim verilerinden çıkartma, bunlara dayatma endişesiyle ilgilidir. Bunun içindir ki
iktidar savaşı yapan iktidarın da muhalefetin de üstündedir.”201
Aynı incelemede devamla şöyle denilmektedir: “Türk cemiyeti için eşyanın tabiatı,
gerçeklerin icabı şunları ifade eder: Türkiye’nin insan şahsına değer veren bir
anlayışı vardır. Burada kişi, bizatihi bir değerdir. Kendi kaderini kendi istediği
yönde arar, gerçekleştirir. Bu, kendi kaderini, kendi sorumluluğu altında çizmektir.
İşte Türk cemiyetindeki hareket tarzını tespit ederken, dikkat edeceğimiz
unsurlardan ilki budur. Bunun da iktidar savaşı ile doğrudan doğruya bir ilişiği
yoktur. İkinci unsura gelelim. Bu, cemiyette tespit edeceğimiz hareket tarzını
umumun dilek ve temayüllerine dayatmak idi. Bu da şunu ifade eder: Türkiye, Batı
demokrasisine yönelmiştir. Batı demokrasisinin, kendisine mahsus bir siyasi ve
hukuki çerçevesi, mekanizması vardır ki bütün siyasi, iktisadi, kültürel, sosyal
münasebetler ve olaylar, bu siyasi ve hukuki mekanizmanın şartlarına göre
düzenlenecektir. Umumi dilek ve temayülleri Batı demokrasisinin siyasi ve hukuki
şartları içersinde gelişecek, belirecek, gerçekleşecektir. Bir başka ifadeyle,
seçeceğimiz hareket tarzları, Batı demokrasisinin siyasi ve hukuki şartlarına daha
doğrusu ilkelerine ne kadar uygunsa umumun dilek ve temayüllerine de o kadar
uygun demektir. Cemiyetçe seçtiğimiz hareket tarzlarının Batı demokrasisinin siyasi
ve hukuki ilkelerinin ölçülerine, idraklerine göre tahlili, yorumlanması, yönlerinin
araştırılması bir siyasettir ama iktidar savaşı siyaseti değildir. Nihayet bilim verileri
ile anlatmak istediğimiz unsura gelelim. Cemiyetçe seçeceğimiz hareket tarzı,
bilhassa siyasi, hukuki ve iktisadi olayların düzenlenmesini ifade eder. Bu
düzenlemeyi yaparken siyaset, hukuk, iktisat bilimlerinin verilerinden
faydalanmamız gerekir. Ele aldığımız siyasi, hukuki, iktisadi olayları nasıl sevk ve
idare edeceğimiz hakkında bir hareket tarzı seçerken siyaset, hukuk, iktisat
ilimlerinin tahlillerinden, yorumlamalarından faydalanma da bir siyasettir. Fakat,
gene doğrudan doğruya iktidarı elde etmeye veya muhafaza etmeye müteveccih bir
günlük faal politika değildir.”
Ekim 1955’teki DP kongresi şu temenni ile kapanmıştı: ‘Partilerinden ayrılan
milletvekilleri Meclisten ayrılmalıdırlar.’ DP genel başkanına göre ‘bir parti kisvesi
altında vatandaşların karşısına çıkarak onların reylerini aldıktan sonra partiyi terk
etmek siyasi ahlaka tamamıyla aykırı bir hareket tarzıdır ve seçmenlerini aldatan bu
şahıslar mebusluktan da atılmalıdırlar.’ Kuşkusuz bu görüşün demokratik rejim
anlayışıyla bağdaştığını iddia etmek imkan dahilinde değildir.
Forum bu bahiste şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır: “Iskat kanunu adı
verilen kanun tasarısının Anayasaya aykırı olacağında bütün hukukçular
müttefiktirler. Bugünkü temsili demokrasinin dayandığı en mühim temel
milletvekillerinin siyasi kanaatlerinde tam bir istiklalle hareket etmesidir. Medeni
201
Bahri Savcı, İktidar Savaşı Yapmadan Siyaset, İncelemeler, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955.
195
alemin bütün Anayasalarında bu esas açıkça vazedilmiş bulunmaktadır. Bizim
Anayasamız da bunu birçok maddesinde göstermiş bulunmaktadır. Bu kaidenin
mucip sebebini izaha bile lüzum yoktur. Hürriyet esasına dayanan bir rejimde bu
hürriyet milli iradeyi, hür milli iradeyi, izhar edecek olan mebuslarda bulunmayacak
olursa, o memlekette müstakil düşünceyi aramak beyhude olacaktır. Anayasaların
seçmenleri karşısında bile müstakil kılmaya çalıştığı milletvekillerini bir partinin
neferi haline getirmeye imkan var mıdır? Zamanımızın en mühim esas teşkilat
meselesi parti tüzüklerinin ağır veya hafif müeyyideleri karşısında milletvekiline
milli hakimiyet prensibinin gerektirdiği muhtariyet ve istiklali temin için tedbirler
aramaktır. Başka memleketlerde partiden çıkarılmak tehdidi bile milletvekilinin
istiklaline ve milli hakimiyete ağır bir darbe telakki edilirken, bizim milletvekilini
partisi tarafından herhangi bir memurdan daha kolay azledebilir hale getirmeye
çalışmamız demokratik bir rejimi samimiyetle arzu ettiğimizden şüphe ettirecek bir
husustur. Kaldı ki son parti kongresi partinin ali menfaatleri sebebiyle tüzüğün bir
tarafa bırakılmasında mahzur görülmediğini açıkça göstermiştir. O halde
milletvekili, vazifesinin ifasında ve haklarının kullanılmasında en az garantiye sahip
yahut hiç garantisi olmayan vatandaş haline geliyor demektir. Böyle bir vatandaşın
‘barikai hakikat için mücadele efkar’da bulunacağını zannetmek bir hayalden ileri
geçmez.”202
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Partileriyle ilgisini kesen
milletvekillerinin ıskatının bizim sistemimizle ne derece bağdaşmayacağının en bariz
bir misalini Çekoslovak 1920 Anayasasında görmek mümkündür. Filhakika bu
Anayasa birçok kayıtlar ve kontroller altında olmak şartıyla partiden ayrılan bir
mebusun temsil sıfatını da kaldırıyordu. Fakat nispi temsili en koyu bir şekilde tatbik
eden bu memlekette seçmenler reylerini sarahaten partilere vermekte ve hakikatte
partiler kazandıkları mebuslukları kendi azaları arasında taksim etmekteydiler.
Halbuki bizim bütün esas teşkilat sistemimiz milletvekillerinin şahsiyeti etrafında
kurulmuştur. Kaldı ki bizim siyasi partilerimizin de Avrupa’dakilere benzer bir
tarafı mevcut değildir. Batı dünyasında siyasi partiler muayyen fikirler ve
programlar etrafında toplanmışlardır. Seçimlerde vatandaşlar önüne sarih bir seçim
beyannamesiyle çıkarak, kazandıkları takdirde neler yapacaklarını tafsilatıyla ve
insicamla bildirirler. Halbuki bizde mesela DP 1954 seçimlerinde seçim
beyannamesi bile neşretmemiştir.”
Mebusluktan ıskat meselesine dair Forum’da çok sayıda yazı yer almaktadır. Bu
meseleye dair bir başka yazıda şöyle denilmektedir: “Anayasa rejimi mebusluğun ne
zaman zail veya sakıt olacağını göstermiştir. Mebusluk, hep, suç ve suçluluk teşkil
eden durumların ayıpların hasıl olması ile veya hacir altına alınma gibi beşeri
şahsiyete dokunan noksanların ortaya çıkması ile zail veya sakıt olur. Şimdi,
fikirlerindeki hürriyet, şahsiyetindeki serbestlik, inançlarındaki gelişmeler yüzünden
partiden çıkan veya atılanları da suçlulukla veya beşeri şahsiyet noksanlığı ile tavsif
edilenler arasına katmak akıl alır şey değildir. Mebusluktan ıskat teklifine dair olan
50 imzalı takrir ile onun kongrede kabulü parti başkanınca da benimsenip
savunulması, siyasi rejim tarihimizde müstesna bir olay olarak yer alacaktır. Bu
202
Sıra Milletin Vekillerinde mi?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955.
196
olay, belli bir devrede siyasi fikir karşılaşmalarında içine düştüğümüz
müsamahasızlığın delili, içtihat ve hareket tarzı ayrılığı göstererek direnenleri
topyekun ezme arzumuzun bir ifadesi olarak siyaset tarihimize geçecektir.”203
Gerçekten de burada ilginç olan, DP içindeki 19 ların basın özgürlüğü taleplerini
yüksek sesle dile getirmiş olmalarının ve basına ispat hakkı tanınmasını istemiş
olmalarının akabinde, bu milletvekillerinin partiden ihracının istenmesi, hak ve
özgürlüklere dair en ufak bir isteği büyük bir husumetle karşılayan DP yönetici
kadrosunun kızgınlığını kontrol edememesi, yanlışın farkına varmak ve yanlıştan
geri dönmek şöyle dursun, antidemokratik yaklaşımlarını meşrulaştırma gayreti
içerisinde olmaları, dolayısıyla milletvekillerini örgütlemeleri ve 50 kadar
milletvekilinin milletvekilliğinden ıskat teklifinde bulunması dünyada, demokratik
rejim olma iddiasında olan bir memlekette görülecek bir hadise değildir.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, bir parti kongresinde demokratik zihniyetten uzak
bir kimse, partiden ayrılanların milletvekilliğinin de düşürülmesi yönünde bir
dileğini diğer partililerle paylaşabilir, daha ötesi bu dilek, anayasa prensiplerini
bilmeyen kimi diğer partililerce de desteklenebilir, hatta bu kişiler bir araya gelebilir
ve bir teklif hazırlayabilirler de, ancak bu kimselerin sayısının 50’yi bulması Türk
demokrasisi açısından endişe verici bir durum arz etmiştir. Kaldı ki bu teklif,
50 kişinin teklifi olarak da kalmamış, Kongrede kabul edilmiştir. Demokratik
zihniyete sahip olduğu iddiasında olan siyaset insanlarının bu meselenin, bütün
kadroları ve bütün programı ile bir siyasi partinin gücünü, sahasını aşan bir mahiyet
arz ettiğini bilmemesi ve görememesi olası değildir. Bu ancak totaliter bir zihniyetin
ifadesi olarak değerlendirebilir. Şunu da belirtmek gerekir ki, böyle bir mesele
herhangi bir Anayasa değişikliği ile çözülecek bir mesele değildir, ancak bir kurucu
meclis kararı ile böyle bir değişikliğe gidilebilir. Nitekim, Forum’da,
50 milletvekilinin takririnin kabulündeki usulsüzlük şu şekilde yorumlanmaktadır:
“50 li takrir hiç münakaşa yapılmadan kabul edilmiştir. Bu ise, usule aykırıdır.”
Bilindiği üzere DP’den ayrılan 19 lar, 1955 Kasım’ında Hürriyet Partisini
kurmuşlardır. Forum da bu partiye açık destek vermiştir. Kuşkusuz bunda Hürriyet
Partisinde aktif siyaset yapan Forumcuların tesiri büyüktür. Forum’un Hürriyet
Partisine açık destek vereceğine dair ilk işareti Aralık 1955’de Muammer Aksoy’un
şu sözlerinde bulmak mümkündür: “Parti, millet ve devlet; şef parti olunca; devlet
ve millet şeften ibaret olacaktır. O halde şef gibi düşünmeyen, onun istediği gibi
hareket etmeyen yani ‘ona ihanet eden’ bir faninin, ne partide ne teşri organında ne
de devlet teşkilatındaki herhangi bir makamda ve hatta ne de cemiyette kalmaya
hakkı yoktur. Bu gibi ‘bozguncular, hainler, muhterisler, sapıklar’ şefin veya
yakınlarının arzusuna göre partiden, Meclisten, memurluktan atılır ve hatta (bu
aşağı mantık sistemine tamamen uygun olarak) temerküz kamplarına, gaz
hücrelerine veya insan fırınlarına nakledilirler. Tatbikat da böyle olmuştur. Hitler
ve Stalin gibi düşünmeyenler yani ‘onları arkadan hançerlemeye yeltenenler’
partinin en ileri safında yer almış bile olsalar, kendilerini müdafaa imkanına dahi
203
Ezme Politikası: Mebusluktan Iskat, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955.
197
sahip olmaksızın bir gün içinde partiden atılmış ve bütün makamlarından tecrit
edilmişlerdir. Böyle rejimlerde, partiden atılan şahsın mebusluk sıfatının dahi sona
ermesi bir bedahittir. Parti şefi gibi düşünmeyen bir üyenin partiden atılması ve
partiden atılan bir şahsın da milletvekilliği sıfatını kaybetmesi acaba bir
demokraside dahi bu rejimin mantığına ve hareket noktasına uygun düşebilir
mi?”204
Muammer Aksoy’un Bayar ve Menderes ile Hitler ve Stalin gibi diktatörlerin
tutumları arasında paralellik kurduğu bu incelemesinde, Aksoy, partiden ayrılmanın
mebusluk sıfatının kaybedilmesi ile neticelenip neticelenmeyeceğini şu şekilde
açıklanmaktadır: “Mebusluğun hukuki mahiyeti nedir? Mebus, partinin mi
mümessilidir yoksa milletin mi? Partiler milli iradenin teşekkül ve icrasında devlet
hukuku bakımından ne dereceye kadar teşri organın hukuken tanınmış bir parçası
telakki edilebilirler? Milletvekillerinin, partilerinin kuklası haline gelmesi demokrasi
rejiminin hakikaten halk hakimiyetini gerçekleştirmesi ve nihayet dejenere olmadan
iyi bir surette işleyebilmesi için müspet mi yoksa menfi mi neticeler doğurur?
Mebuslar partinin değil milletin vekilleridir. Biricik doğru ve yüksek hükümet şekli
olan demokrasi rejiminde, hakimiyet bir şahıs, bir sınıf veya partinin değil, ancak
halkındır. Fakat gelişmiş her cemiyette icra ve kaza fonksiyonunun, millet namına
yalnız bu işlerle meşgul organlar tarafından görülmesinde zaruret vardır.
Milyonlara, on milyonlara varan geniş insan topluluğunda, kanun koyma vazifesinin
dahi doğrudan doğruya siyasi haklara sahip vatandaşlar tarafından beraberce
görülmesi pek zordur. Bunun için millet, teşri vazifesini kendi yerine görecek
mümessilleri seçmekle iktifa etmektedir. Bu vekiller onun namına ve aynı
salahiyetlere sahip olarak, kanun koyma işini görür. İntihap müddetleri bitinceye
kadar da aynen milletin kendisi gibi hakimiyeti serbestçe kullanırlar. Milletin
vekilleri, anayasanın ve hukuk devleti mefhumunun hudutları içinde kalmak şartıyla,
doğru buldukları hal suretlerini kanunlaştırırlar ve millet namına icra organını
kontrol ederler. Görülüyor ki mebuslar sadece hakimiyete sahip olan organın yani
milletin mümessilleridir.”
Aynı yazı devamla şöyledir: “Partiler milli iradenin teşekkülüne doğrudan doğruya
iştirak etmezler, devletin bir organı değildirler. Demokratik devlet hukukunda halk
devletin bir organıdır. Temsili sistemlerde, kanun koyan organı seçmek suretiyle asli
kurucu organ olarak, doğrudan doğruya demokrasilerde veya yarı doğrudan
demokrasilerde ise kanun koyucu organın bizzat kendisi veya bir parçası olarak.
Partilerin ise demokrasi temeline dayanan devlet hukukunda, bir organ olarak
yerleri yoktur. Onların demokrasi tatbikatında çok mühim rol oynadıkları ve bir
memlekette en aşağı iki parti mevcut olmadan demokrasiden bahsedilemeyeceği
şüphesiz bulunmakla beraber, partiler, milli iradenin teşekkül ve temsiline hukuken
doğrudan doğruya yani müstakil varlıklar olarak iştirak edemezler. Rolleri, fiilidir
veya vasıtalıdır. Partiler ne hakimiyetin sahibidirler ve ne de bu hakimiyeti millet
namına kullanacak olan mümessillerdir. Hakimiyetin sahibi millet onun
204
Muammer Aksoy, Partiden Ayrılma Mebusluk Sıfatını Kaybettirir mi?, İncelemeler, Forum,
sayı:41, 1 Aralık 1955.
198
mümessilleri de mebuslardır. Partiler ancak bu mümessillerin seçilmesinde aracı
rolü görürler.
Aksoy partilerin demokratik rejimdeki işlevine dair şunları söylemektedir: “Partiler,
seçimin milletin hakiki iradesini ortaya çıkarmasını ve nispi seçim usulünü kabul
etmeyen memleketlerde ayrıca halkın muhtelif görüşler bakımından arz ettiği
tablonun, kanun koyan organa dahi aksettirilebilmesini temine hizmet eden
vasıtalardan ibarettirler. Seçimlerde fiili bakımdan ne kadar büyük tesirler olursa
olsun, rolleri hukuken bizzat seçimi millet namına icra etmek değildir. Seçim daima
halk tarafından yapılmaktadır. Yoksa demokrasi mantığında ‘millet partiyi seçiyor,
parti de mebusları seçiyor’ demeye imkan yoktur. Değil bizim gibi ekseriyet
sistemini, hatta nispi seçim sistemini kabul etmiş olan memleketlerde bile, tenakuza
düşmeksizin ve demokrasi prensiplerinden ayrılmaksızın böyle bir iddiada
bulunulamaz. Nispi seçim sistemini kabul eden memleketlerde, milletvekilleri en çok
rey almış olma esasına göre değil sandıktan çıkan parti listelerinin sayısına göre,
her partinin aldığı reyle mütenasip ve çok kere partilerin tespit ettiği sıraya uygun
olarak seçilmiş sayılmaktadırlar. Partilere, mebusların seçiminde en ileri derecede
yer vermiş olan bu demokrasilerde bile mebusların partinin mümessili olduğu
görüşü reddedilmektedir. Hatta yeni Federal Almanya Cumhuriyetinde sadece nispi
seçim sisteminin kabulü ile de kalınmayarak, partiler bizzat anayasada ‘millet
iradesinin teşekkülüne hizmet eden’ varlıklar olarak zikredildikleri halde, orada bile
milletvekilinin partinin mümessili olmadığı bilhassa belirtilmektedir.”
Muammer Aksoy’un sözü getirmeye çalıştığı yer şurasıdır: “Mebuslar, partinin
değil milletin vekili olunca, onların parti değiştirmeleri veya partiden çıkarılmaları,
milletvekilliği sıfatına asla tesir etmez. Diktatörlüklerin aksine olarak
demokrasilerde, egemenlik doğrudan doğruya millete ait bulunduğu, seçim hakkına
sahip seçmen, parti değil milletin fertleri olduğu içindir ki, milletvekili partisini
değiştirince milletvekili olmak sıfatını da kaybetmesi, demokrasinin ne prensiplerine
ve ne de mantığına sığmayacak bir durumdur. Bu netice, Anayasada hiçbir hüküm
bulunmasa bile, demokrasinin prensiplerinden zaruri olarak çıkarılması gereken bir
sonuçtur. Kaldı ki birçok memleketlerin anayasasında ‘milletvekili, bütün milletin
vekilidir’ kaidesi yer almaktadır. Türk anayasasında da mevcut olan bu hükme
rağmen, parti değiştirme yüzünden milletvekilliği sıfatının sona ereceğini bir
kanunla kabul etmek, bir hukuk devletinde rastlanmayacak hadisedir.”
Forum, partilerin artan gücü bağlamında demokratik irade oluşumunun tehlikeye
düştüğünü dair Prof. Forsthoff’un sözlerini şöyle nakletmektedir: “Mebusun
durumunu kuvvetlendirmek neticesine ulaştıran hiçbir fırsat kaçırılmamalıdır.
Meclis grubu disiplininin hududunu, serbest vekalet mefhumu teşkil eder, Meclis
grubu herhangi bir azasını atabilir, fakat ondan milletvekilliği sıfatını gasp edemez.
Bugünkü parlamento sistemi, grup disiplininden tamamen feragat etmeyi
imkansızlaştırmaktadır. Duyulan endişeler grup disiplinin bizatihi kendisine değil,
onun suiistimaline karşıdır.”
199
Benzer şekilde, Forum, İsviçreli kamu hukukçusu Prof. Werner Kaegi’nin öne
sürdüğü şu fikirleri de sayfasına taşımıştır: “Siyasi hakimiyet, siyasi iradenin fiilen
ancak siyasi partiler tarafından tesis ve icra edilebilmesi neticesini doğuracak kadar
siyasi partiler elinde temerküz ederse, halk artık hakim olmaktan çıkar ve demokrasi
sadece bir zevarih haline gelir. Siyasi partilerin hizmet eden unsurlar olmaktan
çıkarak hükmeden unsurlar haline geldiği bir yerde, hakimiyetin bünyesi esaslı
surette değişmiş olur. Millet ile vekilleri arasındaki teşekküllerin yani parti veya
birliklerin üstün kudreti amme idaresinin vücut bulmasını imkansızlaştırır. Fikirleri
ortaya koyabilme hürriyeti parti ve birlik devleti temayüllerine karşı müdafaa
edilmek mecburiyetindedir. Demokrasinin dayandığı temel, ferdin vicdanında yer
alır. Yalnız bu temel üzerinedir ki bir amme iradesi vücut bulabilir. Ve bir mebus
yalnız bir partinin veya bir grubun mümessili değil bilakis bütün milletin mümessili
olduğu takdirde ve ancak bu müddetçe, parlamentonun ve parlamentodaki
münakaşaların herhangi bir manası olabilir. Vatandaşı iradeden mahrum bir tabii
adam menzilesine düşüren bir parti disiplininin ve keza milletin mümessillerini,
partinin kuklaları menzilesine düşüren bir meclis grubu disiplininin demokrasilerde
yeri yoktur.”205
Forum, siyasal hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi bağlamında ‘vatandaşlık
eğitimi’ni önermektedir. Aslında bu fikir Forumcuların özgün önerisi değil, kimi
Batı demokrasilerde gördükleri bir uygulamaydı ve onlar bunun Türk
demokrasisinin kurumsallaştırılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteydiler.
Mesele bir yazıda şöyle denilmektedir: “Bugün, birçok Amerikan eğitimcisi,
vatandaşlık öğretim ve eğitiminde sade bilginin verilmesi ve öğretilmesinden öteye
geçmek lüzumuna ve vatandaşlık eğitimi davasının ‘yaparak eğitim’ metodu ile
çözülebileceğine inanmaktadır. Yaparak öğretmek ve öğrenmek veya yaparak eğitim
usulünün vatandaşlık eğitiminde kullanımını gerçekleştirmek şu şekilde olacaktır:
Günün meselelerini müzakere ve münakaşa eden gençlik parlamentoları kurmak,
öğrencilerin mühim politika adamlarıyla mülakatlar yapmaları, öğrenciler arasında
muhtelif seçimler yapılması vs. gibi çalışmalar yapmak. Vatandaşlık eğitimindeki bu
yeni istikametin daha tesirli ve şümullü olarak memleketimizde de tatbiki çok müspet
neticeler vereceği düşünülmektedir.”206
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Bir demokraside halkın irade izharına
sayısız ferdi kanaatlerin izharı yoluyla ulaşılamaz. Milyonlarca ferdin görüş ve
telakkilerinin muayyen fikirler ve programlar etrafında toplanması lazımdır. Bu ise
yalnız vatandaşların partilere, sendikalara, derneklere, aksiyon gruplarına vs. dahil
olmaları ile mümkündür. Gençliğin bu mevzuda demokrasinin kötüye kullanılma
imkanlarının yok edilmesi bakımından eğitime tabi tutulması gerekmektedir.
Gençlerin faaliyet komiteleri, grupları, teşkil etmeleri, dilekçeler vermeleri, diğer
gruplarla müzakere ve münakaşa etmeleri, meselelerin halli için uzlaşma çareleri
aramaları ve bütün bunları yaparken demokratik oyunun kaidelerine riayet etmeleri
ve gazete, risale, duvar ilanları, nutuk vs. den faydalanmaları lazımdır. Ancak bu
205
206
Demokratik İrade, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:41, 1 Aralık 1955.
Vatandaşlık Eğitiminde Yeni Yol, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:48, 15 Mart 1956.
200
suretle gençlik, cemiyetin yani okulun, memleketin, milletin hizmetine girmeye
hazırlanabilir.”
Forum’un vatandaşlık eğitimine dair yayınladığı yazılar, okurlar tarafından kuvvetle
tasvip edilmiş, hatta bu konuya dair birçok okur görüşlerini mektupla beyan etmiştir.
Mektuplar incelendiğinde görülen şudur ki; okurlar, vatandaşlık eğitimi mevzusunun
üniversite gençlerinin siyasete ilgisinin sıcak tutulmasını sağlayacak olması
bakımından önemsemektedirler. Okurlar, üniversite gençlerinin siyasetle
ilgilenmesinin, Türk Devriminin 1923’te öngördüğü yurttaş yaratılması amacına
hizmet etmesi bakımından ve bunun bir sonucu olarak da Türk siyasal yaşamındaki
köhne zihniyeti
tamamen silip atması bakımından ehemmiyet arz ettiğini
düşünmektedirler.
Mesela bir okur bu mevzuda şöyle demektedir: “Üniversite talebesi her şeyden evvel
kendini çalışmaya, bilgi edinmeye vermelidir, bunun dışında siyasetle uğraşmaya ne
vakti ne de enerjisi kalır. Onun için, talebe bu iki faaliyetten birisini seçmek
zorundadır, şeklindeki düşünce, bir bakıma yerinde bir düşünce ise de aslında yersiz
bir görüşe dayanıyor. Çünkü eğitim ve bilhassa üniversite eğitimi muhakkak ki
sadece akademik bilgi edinmekten ibaret değildir. Üniversiteye gitmekle her
üniversite talebesinin gayesi ne ileride bir üniversite profesörü olmak hatta ne de
ileride tutacağı mesleği tam olarak öğrenmek olabilir. Üniversite bir insan hayatının
herhangi bir safhasında öğrenmek istediği bir şeyi kendi kendine nasıl öğreneceğini
öğreten bir müessesedir. Umumiyetle üniversite tahsilinin gayesi bunun ötesine
geçerse üniversiteden layıkıyla istifade edileceği şüphelidir. Üniversitede geçen
yılların gayesi bir genci kendi kendine düşünmesini, muhakeme etmesini bilen bir
kimse olduğu kadar fiiliyat sahasında iş yapabilir bir aksiyon adamı olarak hayata
hazırlamak olmalıdır. Diğer taraftan siyaset gerek ferdi gerek içtimai satıhlarda
faaliyetlerin en önemlisi ve hayatisi değilse bile en önemli ve hayati olanlarından
biridir. Bu yüzden üniversiteli gençler siyasetin pratik bir faaliyet olarak mahiyetini,
aslını, esasını gerek hakiki bir siyasi şuura sahip gençlik teşekkülleri içersinde
gerekse memleket çapında siyasi faaliyetlere katılaraktan yakından görüp
hazırlanmalıdırlar.”207
Aynı mektupta şunlar belirtilmektedir: “Bir diğer iddia şudur: ‘Üniversite
talebesinin gençliği ve tecrübesizliği dolayısıyla demagogların, oportünistlerin
elinde oyuncak
olması ihtimali’ Bu fikrinde zayıflığı realist bir görüşe
dayanmamasındadır. 21 yaşına varan genci ona seçimlerde oy hakkı verecek kadar
olgun addeden kanun veya umumi politika bu görüşle tezat halinde değil midir?
Yaşları 21’den aşağı olan talebelere gelince, mülahaza gene aynı yaşlarda olan
fakat üniversiteye devam etmeyen gençlik kütlesi içinde aynen varit değil midir?
Kaldı ki üniversite gençliğinin oportünistlerin elinde alet olması ihtimali gençliğin
siyasetle alenen ve fiilen meşgul olmasıyla artmak değil bilakis azalmak yolunu
tutacaktır.”
207
Gençlik ve Siyaset, Okurların Forumu, Forum, sayı:55, 1 Temmuz 1956.
201
Forum, siyasal hak ve özgürlüklerin DP iktidarı tarafından kısıtlanması bahsinde bir
dönüm noktası teşkil eden muhalif partilerin kongre ve toplantılarının yasaklanması
kararını şiddetle eleştirmiştir. Bu kararın alındığı Mayıs 1959’dan itibaren,
Forum’daki pek çok yazıda, DP iktidarının hukuk düzenini bozduğu ve DP
grubunun da bu duruma göz yumduğu, iktidarı yanlışlarından döndürme mesuliyeti
göstermediği gibi, iktidara mutlak destek vermek suretiyle iktidarın aşırı
uygulamalarının suçuna Grubun da dahil olduğu belirtilmiştir.
Bu çerçevedeki yazıların birinde şöyle denilmektedir: “Asayişi temin bahanesi
altında Anayasa hükümlerine muhalif olarak muhalif partilerin kongre ve
toplantıları yasak olunmuştur. Neşir yasakları birbirini takip etmiş ve fiili bir sansür
hali ihdas edilmiştir. Bütün bu hadiseler içinde yaşadığımız siyasi buhranı vahim bir
şekilde artırmış bulunuyor. Fakat DP grubunun tutumu bu durumu daha da
ağırlaştırmak istidadındadır. Zira hükümete daha doğrusu hükümet başkanına açık
bono vermişe benziyor. Son hadiseler karşısında hükümetin mesuliyeti münakaşa
kabul etmez derecede barizdir. Hukuk düzenini bozan tehlikeli yollara sapmıştır. Bu
tutum ve sebep olduğu hadiseler aynı zamanda amme vicdanını derin bir şekilde
yaralamış bulunuyor. Fakat DP grubu uykusundan uyanmıyor. Son kararı ile
mesuliyetini artık tamamıyla unutmuşa benzemektedir. Öyle görünüyor ki bütün
gaye, iktidarda kalmak etrafında toplanmaktadır. Bu sebepten ötürüdür ki,
kendilerinden çok kuvvetli olduğunu kendilerinin de anlamış bulundukları başlıca
muhalefet partisinin faaliyetlerini men etmekten, muhtelif vesilelerle muhalefeti felce
uğratmaktan başka bir şey düşünemez olmuşlardır. Bu yol, demokrasiye veda
yoludur. Bu soğukluk, tayin olunan bir müddet için halkı, memleketi idareye çağrılır.
Bu çoğunluğun idaresinin demokratik prensiplere uygun olması için adaleti kaide
olarak kabul etmesi gerekir. Adaletten uzaklaştıkça seviyesiz bir idare doğar ve
çoğunluk diktatoryası teşekkül eder. Bir memleket için en büyük talihsizlik ise yalnız
görünüşte demokratik olan bir çoğunluk tarafından idare olunmaktır.”208
Forum, siyasal hak ve özgürlükler alanında, bu hakların kullanımındaki
suiistimallere de yer yer değinmiştir. Bu minvalde birçok DP milletvekilinin,
milletvekilliği sürerken, kendi işini de yapmaya devam etmesinin mahsurlarının
altını çizmiştir. Özellikle inşaat işleri uğraşısı olan ve avukatlık mesleğine sahip olan
DP li milletvekillerinin bu tutumlarından vazgeçmeleri gerektiğini, bunun bir teamül
olduğunu, bu teamüle uymak istemeyenlerin sözlü uyarıları dikkate almamaları
durumunda, ki Forum DP li milletvekillerinden bunu beklemediğini özellikle 1958
yılı ikinci yarısından sonraki birçok yazıda belirtmiştir, bu hususta bir prensip kararı
alınmasının çözüm olacağını 1959 yılından itibaren savunmaya başlamıştır.
Avukatlığa devam etmenin diğer işlere nazaran daha da tehlikeli bir vaziyet arz
ettiği görüşünde olan Forum, bunu şöyle açıklamaktadır: “Bir milletvekilinin avukat
olarak iş kabul etmesi, hele parti erkanından milletvekili avukatların siyasi
mahiyetteki davalarda duruşmaya çıkmaları mahkeme üzerinde doğrudan doğruya
veya dolayısıyla bir baskı vasıtası olabilir, avukat milletvekili siyasi veya diğer
208
Tezahüratlı Karar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959.
202
maksatlarla mahkemedeki avukat sıfatını bırakarak milletvekili sıfatıyla adliye
vekaletine müessir olma yollarını arayabilir.”209 Aslında, milletvekili avukatların
avukatlık yapmamaları hakkındaki bir teklif CHP li milletvekillerince Meclise
getirilmişse de, bu teklif, TBMM Genel Kurulunda, görüşmeye dahi gerek
görülmeden, ilgili komisyonda reddedilmiştir. Ticaret yapan milletvekilleri hakkında
ise bu mahiyette bir teklif yapılmamıştır.
Forum’un siyasal hak ve özgürlükler alanında, bu hakların kullanımındaki
suiistimallere dair sayfalarında öne çıkardığı bir diğer konu da DP li
milletvekillerinin Türk siyasetinde Osmanlı zihniyetindeki bir tutumu hortlatmış
olmasıdır: ‘Memurların nakil ve tayinlerinde aracılık.’ Forum, bu tutumun ahlaki
değerlendirmesini bir yana bırakıp, daha çok bu tutumun toplum hayatında
yaratacağı aksaklıklara değinmeyi yeğlemiştir. Örneğin bir yazıda şöyle
denilmektedir: “Bunun sonucudur ki, bugün köylerimiz öğretmen bulamazken bazı
şehirlerimizde ihtiyacından fazla öğretmeni olan ve bu yüzden küçük sınıfları bile
bölüp yeni gelen torpilli öğretmene küçük bir sınıf hazırlayan okullar da mevcuttur.
Vekilliğin tasarrufuyla sağda solda, bir ilkokul mezunu katibin yapabileceği iş tutan
mühendisler…Ya doktorsuz köyler…Hemşire yerine türeyen sıhhiyeciler…”210 Bu,
Türk siyasal yaşamında kanayan bir yaraya dönüşecektir, ancak ilginç olan
Forum’un bunu daha o yıllarda görebilmiş olmasıdır.
Forum’un siyasal haklar ve özgürlükleri, klasik hak ve özgürlükler kadar hayati
bulduğunu, öte yandan sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükleri de önemli bulmakla
beraber, bu iki kuşak özgürlüğün biraz altında bir yere yerleştirdiğini söylemek
mümkündür. Ayrıca, diğer iki hak ve özgürlükler alanında 1954’ten itibaren artan
yoğunlukta iktidara dair eleştiriler getirirken, bu alanda üslubunun sertleştiğini, öte
yandan aynı durumun sosyal ve iktisadi hak ve özgürlükler için söylenemeyeceğini
belirtmek gerekir. Forumcuların bu yaklaşımının sebebini, onların sosyal ve iktisadi
hak ve özgürlüklerin, diğer iki kuşak hak ve özgürlüklerin geliştirilmesinin doğal bir
sonucu olarak gelişeceğini düşünmesinde aramak gerekir.
209
210
Milletvekilliği ve Memurluk, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:144, 15 Mart 1960.
Memur ve Milletvekili, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:144, 15 Mart 1960.
203
IV.BÖLÜM
FORUM:ULUS-TEMSİL
1.Seçimler ve Seçim Sistemleri
Serbest seçimler demokratik rejimin ölçütlerinden biridir. Demokratik bir rejimde
seçimlerin dayandığı esaslar vardır. Seçimlere dair esaslar maddi ve manevi esaslar
olmak üzere iki bağlamda tasnif edilebilir. Maddi esaslar, seçimlere dair ilkelerin
yasayla düzenlenmiş olmasını gerektirir. Örneğin gizli oy, açık sayım, yurttaşın
oyunu kullanırken baskıya maruz kalmaması, sandığa giren oy ile sandıktan çıkan
oyun aynı olması gibi. Manevi esaslar ise, yasayla yapılan bu düzenlemelerin
uygulanmasında şekilci değil özcü olmayı gerektirir. Bir diğer ifadeyle tüm bu
uygulamalar kerhen değil, samimiyetle yerine getirilmelidir. Çünkü seçim sürecinin
herhangi bir safhasında oluşacak en ufak bir şüphe, sadece seçimin şaibeli
olabileceğine delalet etmez, aynı zamanda seçim sonrasında oluşacak hükümetin
meşruiyetinin sorgulanmasına kadar vardırılabilecek argümanlar oluşturur, bizzat
demokrasi için yapılmış olan seçim, demokratik rejimin aleyhine çalışacak bir hale
dönüşür. İşte bu esaslar, demokratik bir rejim için asgari esaslardır. Sadece bu asgari
esasların gerçekleştirilmiş olması, rejimin ‘cılız demokrasi’ özelliği gösterdiğine
delil teşkil eder.
Kuşkusuz demokratik zihniyet sahipleri cılız demokrasinin güçlü bir demokrasiye
dönüşmesini isterler. Bunun için ise dört esasın gerçekleşmesi gerekir. Bunlar
adaletli bir seçim sistemi, seçimlerin yargı denetiminde gerçekleştirilmesi, seçime
girecek olanların hepsinin eşit koşullarda yarışması ve seçim sonuçlarına saygıdır.
Adaletli bir seçim sistemi için mucizevi bir tek model yoktur. Ülkeler, kendi
toplumsal ve siyasal yapılarını göz önünde bulundurarak bir sistem oluştururlar.
Bunu yaparken kuşkusuz iyi işleyen seçim sistemlerinden örneklere bakabilirler ama
burada dikkat edilmesi gereken, başka bir memlekette çok iyi neticeler veren bir
sistemin her zaman her yerde aynı sonucu vermeyebilecek olmasının
hesaplanmasıdır. Seçimlerin yargı denetiminde olması bahsinde ise, kastedilen,
yasayla bunun hüküm altına alınması değildir. Seçim sürecinin yargı denetiminde
olacağı kanunla düzenlenmiş bile olsa, eğer ülkede yargı bağımsızlığı mevcut değil
ise, hakimler üzerinde dolaylı bir tesir ihtimalinin dahi doğması, seçimlerin
serbestliğine gölge düşürür.
Seçim eşitliği ise adayların ve partilerin kendilerini seçmenlere tanıtmakta ve kabul
ettirmede, beğendirmede, eşit şartlar içinde hareket edebilmelerinin temin
edilmesidir. Kuşkusuz bu basın ve yayın organlarından eşit şekilde istifade
edebilmeyi gerektirir. Düşünce ve ifade, toplanma, gösteri, yürüyüş gibi hak ve
özgürlükler üzerinde en ufak bir baskı veya müdahalenin olmaması şarttır. Seçim
sonuçlarına saygı ise, zaten diğer esasların temin edildiği bir seçimin kendiliğinden
sonucu olacaktır. Seçim sonuçlarının ilanından sonra, geriye dönük olarak suç
isnatlarının olmaması bunun temin edildiğinin açık göstergesidir. Kuşkusuz burada
geriye dönük her suçlama muteber değildir. Her şey kamuoyunun önünde açıkça
cereyan ettiği için bir diğer ifadeyle seçim sürecinde herkes her şeyden haberdar
204
olduğu için, olası kötü niyetli kimselerin muhtemel iddiaları halkoyunda itibar
görmeyecektir.
Forumcular demokrasisinin güçlendirilmesi için adaletli bir seçim sistemin kabul
edilmesi gerekliliğini vurgularlar. Forumcuların büyük çoğunluğu çoğunluk
sisteminin, demokratik zihniyetin yerleşmemiş olduğu Türkiye gibi bir memlekette,
tehlikeli neticeler doğurabileceğini iddia ederler. Forum’un Nisan 1954’te çıkmaya
başladığı hatırlandığında, Forumcular, yaklaşan Mayıs 1954 seçimlerine yönelik
olarak, seçim sisteminde bir değişiklik yapılması için geç kalınmış olduğunu
belirtirler, ancak genel seçimlerden hemen sonra hangi parti iktidara gelirse gelsin,
seçim sisteminin değiştirilmesi gerektiğine dikkat çekmeyi ihmal etmezler.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum’da 1954 seçimlerinden sonra ülkede nasıl
bir sistem uygulanması gerektiğine dair çok sayıda inceleme yayınlanmıştır. Bu
incelemelere bakıldığında, İlhan Arsel dışındaki tüm Forumcular, nispi temsil
sistemini savunmaktadırlar. Hatta bu mevzuda nispi temsil sistemini savunan Turhan
Feyzioğlu ve İlhan Arsel arasında ilmi tartışmalara rastlamak mümkündür. Forum,
seçim serbestliğinin temin edilmediği bir ortamda seçimlerin kumara dönüşeceğinin
altını çizer. Kaldı ki Forumcular pek çok kereler, Türk toplum yapısındaki gerilik
unsurlarına işaret ederek, siyasi partilerin ve adaylarının ülkenin temel değerlerini
seçim malzemesi yapmaması gerektiğinin altını çizerler. Öyle ki Forum, böyle bir
tutumun kurucu zemini, dolayısıyla da demokratik rejimi tamamen silip atacağını
açıkça söyler ve siyasetçileri duyarlı olmaya çağırır.
Seçim kampanyalarında ilk ve son sözler, hemen daima, ‘milletin hakemliğine
müracaat ediyoruz!’ şeklindedir. Ayrıca bir seçim döneminin normal sona erişi de
‘milletin hakemliğine müracaat vakti geldi’ şeklinde ifade olunur ya da erken seçim
kararı alınırken de aynı ifadenin kullanıldığına rastlanır. Gerçekten hakemliğe
müracaatın en güzel örneklerinden birisi, İngiltere’de, 1950 seçimlerinde,
İşçi Partisinin daha altı ay iktidarda kalabileceği halde, birinci beş yıllık kalkınma
programını dört buçuk yılda bitirdiğinden, iktidardaki kanuni süresinin altı ay sonra
dolacağını düşünüp, uygulanmaya başlanması halinde yurttaşlara kimi yükler
getireceği tahmin edilen ikinci beş yıllık programın uygulamasına girişmeden, bu işe
girişip girişmemek hususunda ‘milletin hakemliğine müracaatı’dır. Ancak cılız
demokrasilerde bu gibi dürüst hareketlere rastlamak oldukça zordur. Yine bu
noktada hatırlatmak gerekir ki Batı demokrasilerinde seçimlerden önce
gerçekleştirilemeyecek vaatlerde bulunulmaz, bulunulan vaatler gerçekleştirilir.
Kaldı ki zaten yurttaş partilerin programına bakarak seçme hakkını kullanır. Böyle
bir seçmen davranışı ise, 1950 li yıllar için, Türkiye gerçeğinden çok uzaktır. Bugün
dahi, Türkiye’de böyle bir seçmen davranışına rastlamak güçtür.
Forum ikinci sayısında yabancı basında Türkiye’nin yaklaşan seçimlerine dair
değerlendirmelerin tercümelerine yer verir. Örneğin The Economist’in 6 Mart 1954
tarihli sayısında şöyle denilmektedir: “Gelecek hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi
2 Mayıstaki genel seçimlerden sonra yeniden toplanmak üzere dağılacaktır. İktidar
205
için mücadele eden iki esas parti, yani Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi
arasında büyük prensip ayrılıkları bulunmamakla birlikte, seçim kampanyasının çok
canlı ve çetin olacağı anlaşılmaktadır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Halk Partisi, dört
yıl önce Türkiye’de yapılan ilk gerçek serbest seçimlerde iktidarı kaybettiğinden bu
yana, Türk politikasında hüküm süren gerginliği bu kampanya geniş ölçüde
aksettirecektir. Başbakan Adnan Menderes bu seçimlerin de 1950’deki kadar serbest
olacağına dair teminat vermiştir. Muhalifler buna inanmak hususunda biraz
mütereddit görünmekte ve henüz yayınlanmamış olan basın kanununa işaret
etmektedirler. Onların nazarında bu kanunun bazı kısımları, seçim kampanyası
sırasında muhalefet basınının ağzına gem vuracak şekilde tefsire müsaittir.
Muhalefeti en çok galeyana getiren husus hükümetin geçen Aralık ayında Halk
Partisinin uzun iktidar devresinde eline geçmiş olan bütün malların gayri meşru
yollarla iktisap edildiğini ileri sürerek bu mallara el koymuş olmasıdır. Muhalifler
tabiatıyla bu kanunu, Halk Partisinin tam ve geniş bir seçim mücadelesine girişme
kabiliyetini baltalamak amacıyla yapılan bir teşebbüs olarak görmektedirler.”211
Bu sözlerden dikkat çekici olanı, kuşkusuz, DP ve CHP arasında bir ayrım
görülmemesidir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki DP, 1950 seçimlerine girerken
liberal demokrasi ideolojisine, CHP ise cumhuriyetçi demokrasi ideolojisine sahipti.
Bu minvalde ikisi arasında bir farkın olmadığını söylemek isabetli değildir. Kaldı ki
birincisi merkez sağ bir parti, ikincisi ise merkez sol bir partiydi. Her ikisinin de sağ
veya sol da olsa merkeze yakın durması ve demokrasi ideolojilerini benimsemiş
olmasından hareketle böyle bir değerlendirme yapılmış ise, bu da bilimsellikten
uzaktır. İki partinin aynı ilkelere sahip olması iddiasından kasıt, her ikisinin de Türk
Devrim ilkelerine sahip çıkması veya kurucu düşünce üzerinde mutabık oldukları
varsayımı ise, bu da, yüzeysel bir bakışın ifadesidir ki 1950-1954 arası yıllarda
DP’nin ne siyasi, ne iktisadi ne de toplumsal alandaki icraatları Türk Devrim
sürecinin tamamlanmasına yönelik olmadığından, DP’nin Devrim ilkelerine CHP
gibi aynı derecede sahip çıktığını söylemek hatalıdır.
Forumcular, Batıda eğitim alıp yurda döndükten sonra siyasi alanın iki partinin
rekabeti üzerine kurulu olduğunu görmekten memnun olmuşlardır. Nitekim bu, ilk
başlarda, onlara Anglosakson ülkelerdeki durumun bir benzeri gibi görünmüştü.
Anglosakson ülkelerde, iki ana parti mevcuttur ve esas rekabet bunlar arasında
cereyan eder. Her iki partinin kemik oyu diyebileceğimiz belirli bir seçmen kütlesi
vardır, ancak bir de, her iki partiden hangisinin tarafına geçeceği belli olmayan
yüzen oylar mevcuttur. Seçimin sonucunu belirleyen de bu yüzen oylardır. Seçim
kampanyaları da aslında yüzen oylara yönelik yapılır, yoksa partilerin kendi seçmen
kitlesinin fikirleri sabittir.212 Forumcular Dergiyi çıkarmadan önce, Türkiye’de de bu
tablonun varlığı varsayımı üzerinden düşünmekteydiler. Ancak, hemen belirtmek
gerekir ki, bu varsayım, bazı Forumcuların seçim sürecini gözlemlemek için
Anadolu’ya gitmeleri ile ortadan kalkmıştır. Çünkü Forumcular, Anadolu’daki seçim
sürecinin, Ankara’daki ile aynı saiklerle işlemediğini fark etmişlerdir. Forum’un
3. sayısında bu izlenimlerin yer aldığı yazılar yayınlanmıştır.
211
212
Türkiye Seçimlere Hazırlanıyor, Ne Diyorlar, Forum, sayı:2, 15 Nisan 1954.
Yüzen Oylar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954.
206
Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denmektedir: “Görülen şudur: Seçim bölgelerini
tatmin etmek, seçim bölgelerindeki yurttaşların, grupların şahsi, mesleki moral
çıkarlarının savunucusu görünmek, nihayet, o bölgenin mahalli menfaatlerini
gerçekleştirmek için milletin yapıcı güçlerinin ve imkanlarının o bölgede
kullanılacağına o bölge halkını inandırmak. Bir kelime ile bu, seçimi tamamıyla
mahalli menfaatler planına indirmektir, şahsen meclis üyeliği nimetlerine
kavuşabilmek için ya da grupça, zümrece iktidarı elde tutmanın imkanlarından
yararlanabilmek için mahalli seçmenin gözünü boyama tekniğidir. Ve hiçbir zaman
da gerçek Batılı temsili demokrasinin seçimi değildir. İşte bunun için bütün dikkat ve
teyakkuzları, bu noktada uyanık bulunmaya, bütün aydın seçmenleri çevrelerindeki
saf halka seçimin bu demek olmadığını açıklamaya davet ediyoruz. Hakimiyet, 1919
Mondros Mütarekesinin karanlık günlerini takip eden destanlık kuruluş savaşını
ancak kendi azim ve kararı ile kendi maddi ve moral imkanları ile başaran millete
aittir. Fakat şahısların, grupların, bölgelerin şahsi, mahalli kaderleri değildir.
Seçilen de milletin genel menfaatleri için isteyecek, emredecek, hareket edecek
meclisi kurucu şahıslardır, fakat belli seçmenlerin, belli bir bölgenin özel, mahalli
menfaatleri için Mecliste savaşacak, Bakan odalarında yüzsuyu dökecek aracılar
değildir. Modern siyaset bilimlerince, seçmen, kendisini seçen bölgeyi değil, bütün
halkı temsil eder. ”213
Bu sözler, Forumcuların kitaplardan öğrendikleri, daha ötesi Batı demokrasilerinde
gördükleri tablo ile Türkiye gerçeğinin nasıl bir zıtlık içerisinde olduğunu
göstermesi bakımından önemlidir. Bu görünen Türkiye tablosu ise onlarda Türk
Devrim sürecinin tamamlanmamış olduğu gerçeğini uyandırmıştır. Daha ötesi, bu
uyanış, Türk siyasal yaşamında bir türlü anlamlandırılamayan liberal demokrat ve
cumhuriyetçi demokratların nasıl olup da Forum çatısı altında güç birliği içinde yedi
yıl demokrasi mücadelesi verebildiklerini açıklamaktadır. Kuşkusuz bu demek
değildir ki Forumcular, bu tabloyu gördükten sonra, birbirlerinden farklı düşünmeyi
bırakmışlardır. Onlar farklı ideolojileri savunmaktan vazgeçmemekle birlikte,
kurucu düşüncenin sağlamlaştırılmasını sağlayacak ve tüm demokrasi ideolojilerinin
yaşaması için gerekli olduğu düşünülen kurum ve mekanizmaların oluşturulmasında,
meşruiyetini kurucu düşünceden alan ideolojilerin birlikte demokrasi mücadelesi
verebileceğini düşünmüşlerdir. Ayrıca, Anadolu’daki seçim sürecinin
gözlemlenmesi tecrübesi, Forumculara, Türk toplumuna ışık tutma
sorumluluklarının kendilerinin tahmin ettiklerinden çok daha aciliyet ve ehemmiyet
arz ettiğini fark ettirmiştir.
Forum, 1954 genel seçimlerinden sonraki ilk sayıda, uygulanmakta olan çoğunluk
seçim sisteminin sakatlıklarını tek tek saymıştır. Mukbil Özyörük’ün incelemesi bu
bahisteki yazılardan bir tanesidir. Özyörük şöyle demekteydi: “Seçmen sayısının on
milyon olduğu bildiriliyor. İştirak nispeti bir hayli yüksektir, iktidar takriben dört
buçuk, muhalefet de üç buçuk milyon rey toplamış durumdadır. Alınan reylerin
yekunu ile çıkarılan mebus sayıları arasındaki aşikar nispetsizlik göze
çarpmaktadır.Dergimiz bundan sonra, ‘ekseriyet usulü-nispi temsil’ meselesini,
bundan sonra iç siyasetimizin belli başlı tartışma ve mücadele mevzularından biri
213
Seçim Mahalli Planda Kalmamalıdır, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:3, 27 Nisan 1954.
207
haline koyacaktır. Bugün geniş seçim çevreleri usulüyle memleketimizde tatbik
edilmekte bulunan ekseriyet sisteminin milli temsilin mümkün mertebe sahih ve
mükemmel bir şekilde tahakkukuna engel olduğu aşikardır. Dört buçuk milyon oyla
Meclisin 11’de 10’u ele geçirilmiş, üç buçuk milyon oyla ancak 11’de 1’i temin
edilebilmiş ve iki muhalefet partisi arasında paylaşılmıştır.”214
Yazı devamla şöyledir: “Ekseriyet usulü dünya demokrasilerinin tanıyıp tatbik
ettikleri yegane usul değildir. Deniliyor ki ‘ekseriyet usulünün bizdeki tatbik şekli,
belki seçim çevreleri daraltılmak, tek isme, iki isme indirilmek suretiyle daha adil bir
yola sokulabilir; fakat bu usul mahalli hizipleri canlandıracak hatta doğuracak ve
kuvvetlendirecektir, Meclisi birbiriyle bağdaşmayacak çok sayıda gruplara
ayıracak, hükümette istikrarı sarsacaktır.’ Hele nispi temsil müstakar hükümet
prensibiyle büsbütün zıt bir sistem telakki ediliyor. Bu sistem kabul edilirse
partilerin çok artacağından, oyların çok bölüneceğinden, Mecliste hiçbir partinin
sağlam ve devamlı, istikrarlı bir hükümet kurabilecek bir ekseriyete sahip
olamayacağından, memleketin kabine buhranları içinde kıvranacağından
bahsediliyor. Nispi temsil sistemiyle hükümet istikrarsızlığı arasında zaruri bir
illiyet bağı mevcut mudur? Mevcutsa bu, seçim sistemimiz bakımından bizim milli
temsil prensibinden büyük ölçüde fedakarlığa katlanmamızı icap ettirecek kadar
kuvvetli midir?”
Gerçekten de çoğunluk sisteminden kaynaklı adaletsizlik, DP’nin totaliter eğilimler
göstermesinde tesirli bir amil olmuştur. Öyle ki zaten demokratik zihniyete sahip
olmayan DP kadrosu, 1954 seçim sonuçlarına göre Meclisteki çoğunluğu öne
sürerek, her icraatının meşruluğunu iddia etmiştir. Bu çoğunluğa dayanarak,
muhalefet partilerini siyaset alanından silmek için kısıtlar ve yasaklar düzeni tesis
etmiştir. Bu bağlamda, eğer 1954 seçimlerinde nispi temsil sistemi uygulanmış
olsaydı, 1954 sonrası Türk siyasal yaşamı demokratik ilkelerden pek uzaklaşılmadığı
bir tecrübe yaşayabilirdi, demek yanlış olmayacaktır. Şunu hemen belirtmek gerekir
ki, nispi temsil sistemine karşı, bu sistemin istikrarsızlık getireceği iddia edilebilirdi,
ki o dönem çoğunluk sistemine taraf kimi aydınların iddiası buydu. Ancak mesele
sadece hükümetin istikrarı değil, demokratik rejim içinde hükümetin istikrarı temin
etme meselesiydi. Yoksa biri birine tercih söz konusu olamazdı.
1954 seçim neticelerinin Adalet Bakanlığı tarafından ilanından sonra, neticelerin
esas alınması suretiyle nispi temsil sistemine göre Forumcular bir hesaplama
yapmışlar ve şöyle bir milletvekili dağılımı ortaya çıkmıştır: “Çok partili rejime
girmemizden bu yana demokrasi hayatımızda zaman zaman ortaya atılan
meselelerden biri 1954 seçimlerinde partilerin aldıkları rey nispetine nazaran
Meclisteki temsilin anormal bir şekilde tezahür etmesinden sonra ciddiyetle üzerinde
düşünülmesi gereken seçim sistemi meselesi olmuştur. Ekseriyet usulü ile yapılan
2 Mayıs seçimlerinde DP oy adedinde %58.42 gibi bir ekseriyet temin etmek
suretiyle parlamentodaki 541 yerden 503 tanesini alarak, çok üstün bir çoğunluk
sağlamış bulunmaktadır. Buna mukabil ana muhalefet partisi olan CHP %35.11
214
Mukbil Özyörük, Seçim Sistemimizin
15 Mayıs 1954.
Değeri Hakkında, İncelemeler, Forum, sayı:4,
208
gibi bir nispette oy aldığı halde Meclisteki temsilci adedi 31 tanedir. DP ile
aralarındaki fark, oy nispeti bakımından %23.31 olduğu halde, Meclisteki mebus
adetleri bakımından fark 472 yani %6’dır. CMP yönünden de mesele başka türlü
değildir. %5.28 kadar bir seçmen topluluğunu peşinde toplamış olan bu parti,
Mecliste ancak milletvekillerinin %1’ine sahip bulunmaktadır. Halbuki nispi
sistemde bu partinin mebus sayısının daha yüksek olması iktiza ederdi.” 215
Yazıda devamla şöyle denilmektedir: “1954 milletvekili seçimlerinde
memleketimizde seçmen olarak 10.262.063 kişi vardı. Bunlardan 9.095.617 kişi
seçime katılmıştır. Buna göre umumi iştirak nispeti %88.63’tür. Adliye Vekaletinin
neşretmiş olduğu bu rakamları nazarı itibara alarak 1954 seçimlerinin bir de nispi
usule göre tetkikini yapacak olursak, neticenin çok alaka çekici olduğunu görürüz.
Seçime iştirak eden partilerin ve müstakil adayların almış oldukları reylerin
mecmuunu 541’e taksim edecek olursak, mebus seçilebilmek için bir adayın alması
icap eden rey miktarı ortaya çıkacaktır. Bu rakam 16.812’dir. Her partinin almış
olduğu rey adedini 16.812’ye bölecek olursak, bu partinin nispi usulde Meclise
gönderebileceği temsilci adedi meydana çıkacaktır. Bu şekilde elde edilen mebus
yekununu (539) hakiki mebus adedine (541) inkılap ettirmek için, en çok reyi artan
partilere birer ilave yapılır. Şimdi vaziyet şöyle olmaktadır: DP 316, CHP 190,
CMP 29, TKP 3, bağımsız 3 milletvekili çıkarır.”
Forum, aynı şekilde 1950 seçim sonuçlarını da nispi temsil sistemini esas alarak
hazırlamıştır: “Adliye vekaletinin neşrettiği neticelere göre 1950’de oyunu kullanan
seçmen adedi 7.953.085’dir. Partilerin ve bağımsızların almış oldukları rey miktarı
da şöyledir: DP 4.391.694, CHP 3.148.626, MP 368.537 ve bağımsız 44.537’dir.
Burada bir noktayı işaret edelim. 1954 seçimlerinde siyasi partilerle müstakil
adayların almış oldukları reylerin mecmuu, seçime katılanların adedine tamamen
uyduğu halde, 1950 seçimlerinde siyasi parti ve bağımsızların aldıkları rey yekunu
7.953.394 olduğu halde, rey verenlerin sayısı 7.953.085 olarak gözükmektedir.
Hesaplarımıza esas olarak 7.953.394 rakamını almayı doğru addettik. Buna göre
eğer nispi temsil sistemi 1950 seçimlerinde tatbik edilmiş olsaydı, Meclisteki durum
şöyle olurdu: DP 269, CHP 192, CMP 23, bağımsız 3 olmak üzere toplam 487
milletvekili. Bu rakamlar ve seçim neticeleri göz önüne getirilecek olursa, görülür ki
bugün memleketimizde hakikaten bir seçim sistemi meselesi bahis mevzuudur.”
1954 genel seçimleri sonucunda DP 503 yerine 316 milletvekiline, CHP de 31
yerine 190 milletvekiline sahip olsa idi 1954 sonrası Türk siyasi sahnesinde
yaşananlar kuşkusuz daha farklı olurdu. Bahri Savcı nispi sistem sisteminde
hesaplamaların nasıl yapıldığını şöyle açıklamaktadır: “Nispi temsil sisteminin türlü
tatbik şekilleri vardır. Fakat hesabı esas itibariyle şöyledir: Bir bölgede 100 bin
seçmen veya ifade edilmiş oy var. 10 tane de temsilci çıkacak. Bu 100 bini 10’a
böleriz. 10 bin çıkar. Bu emsaldir. Şimdi seçim sonunda her partinin kazandığı oy
sayısına bakarız. Diyelim ki A partisi 50 bin oy kazandı. Bunu emsal ile böleriz.
Öyle ise 50 bin/10 bin=5, A partisi beş milletvekilliği kazanmış demektir. Öyle ise A
215
Seçim Neticeleri ve Nispi Usul, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 5, 1 Haziran 1954.
209
partisinin listesinin başından itibaren ilk 5 kişi seçimi kazanmıştır. B partisi de 30
bin, C partisi de 20 bin oy almışsa, 30 bin/10 bin=3, B partisinin listesinin
başından itibaren 3 kişi; 20 bin/10 bin=2, C partisinin listesinin başından itibaren
de 2 kişi kazanmıştır. Hesaplar her zaman misaldeki gibi denk düşmeyebilir, buçuklu
sandalye kazanmak mümkün değildir. Ancak bu anlattığımız şekil, sistemin esasını
teşkil eder. Aslında daimi prensip şudur; partilere, adedi kuvvetlerine sandalye
vermek. Bunun hesabında ise türlü nispi temsil usulleri vardır.”216
Bahri Savcı açıklamalarına şöyle devam etmektedir: “Nispi sistemin taraftarları
diyorlar ki, bu sistemde Meclis, bütün milleti aksettirir. İrili, ufaklı bütün temayüller,
bütün fikirler, Mecliste sandalye kazanacağından, bu sistem Meclisi, milleti olduğu
gibi aksettiren bir ayna haline sokar. Böylece her temayül Mecliste sesini
dinletebilir. Bu suretle de Mecliste iyi bir tartışma mümkün olur. İşte taraftarları
böyle söylüyorlar. Fakat nispi sistemi beğenmeyenler hemen şu cevabı veriyorlar.
Kanun koyucu meclislerin rolü, sadece bir tartışma yapmak ve bu tartışma içinde
her temayülün sesini işittirmek değildir. Kanun koyucu Meclisin esas görevi karar
vermektir. Karar vermek içinde bir nokta üzerinde birleşmek gerekir. Halbuki ancak
çoğunluk bir nokta üzerinde birleşip karar verebilir. Gene nispi sistemin taraftarları
derler ki, nispi temsil partilerin birleşmesine yol açar. Nispi temsilde partiler, adedi
kuvvetlerine göre sandalye kazanacaklardır. Öyle ise aralarında az fark olan
partiler birleşirlerse, yekun halinde adedi kuvvetleri ve binaenaleyh sandalye
sayıları artar. Onun için birleşirler. Böylece parti sayısı da azalır, bu da hükümet
istikrarını sağlar. Fakat nispi sistemi beğenmeyenler şu cevabı verirler. Asıl nispi
çoğunluk sistemi partilerin birleşmesine yol açar, nispi temsil ise ufalanıp
parçalanmalarına. Çünkü nispi temsil usulü muhafaza edilirse, her temayül az çok
birkaç sandalye kazanacağından, diğerleri ile birleşmeye lüzum kalmaz. Hele parti
içinde kuvvetli olanlar daima liste başı olacaklarından, nasıl olsa kazanacaklarını
bildiklerinden, partilerini başka partilerle birleştirip müşterek liste içinde eritmek
istemezler. Halbuki, nispi çoğunluk sistemi güdülürse, ufak partiler, nasıl olsa
ekseriyeti kazanamayacaklarından, kendilerine benzer temayülü olan diğer
partilerle birleşip, büyümeye ve bu yol ile çoğunluğu kazanmaya uğraşırlar.”
İnceleme devamla şöyledir: “Nispi temsil muarızları diyorlar ki, nispi temsil
kanunların yapılması işini güçleştirir. Kanun belli bir program etrafında birleşerek
seçimi kazanan çoğunluğun bu programının gerçekleşme formülleridir. Temsili
parlamenter hükümet bu sonucu verir. Seçimi kazanan program, umumun tasvibini
kazanmış demektir. Bu suretle, kanunlaşmak hakkını almış demektir. Nispi temsil
usulü güdülürse, ortaya umumi tasvibi kazanmış, belli ve müşahhas bir program
çıkmayacaktır. Program telifleri yapılmaya uğraşılacaktır. Bu ise hem güçtür, hem
de bu telif programlarının kanunlaşması için yapılacak tartışmaların boyuna
uzamasına yol açar. Bir mesele kanun halinde tartışılırken, her grup, her temayül
boyuna tadil teklifleri getirir, belli noktalar üzerinde anlaşma zorlaşır. Ancak bütün
bu düşüncelere rağmen nispi temsil, birçok yerlerde kabul edilmiştir. Bizde kabul
edilir mi bilmem. Ama nispi çoğunluk veya nispi temsil tartışması yapılırken ve
elverişli bir seçim sistemi ararken şu iki zarureti gözden uzak tutmamak gerekir:
216
Bahri Savcı, Seçim Sistemi Üzerine Bir Diyalog, İncelemeler, Forum, sayı: 5, 1 Haziran 1954.
210
Birincisi, Mecliste, daima ve daima istikrarlı bir hükümet kuracak bir parti
çoğunluğu bulundurmak. İkincisi ise, aynı zamanda, azlıklara verilen oyları da
yanmaktan kurtarmak”
Forumcular arasında çoğunluk sistemine taraftar olan tek yazar İlhan Arsel’dir. Bu
meseleye dair bir incelemesinde şöyle demektedir: “Nispi temsile taraftar
görünenlerin büyük bir kısmı, muhalefetin adetçe üstünlüğünü hakikaten memleket
hayrına yoran samimi vatandaşlardır, fakat bunlar kendilerine bu kadar cazip
görünen veya gösterilmek istenen nispi temsil sisteminin memleket bünyesinde ne
dereceye kadar elverişli olabileceği hususunda kafi bilgi ve malumata sahip
değillerdir, yegane temennileri 2 Mayıs seçimlerinin hakkaniyete yer vermez telakki
edilen neticelerinin bir daha tekerrür etmemesidir. Ekseriyet sisteminin
adaletsizliğini alınan oylarla çıkarılan mebus sayıları arasındaki nispetsizlikte
bulan ve bütün felaketin burada başladığını kabul eden zihniyetle, sandık başında
oyunu kullanırken iktidarın bütün icraat ve siyasetini ıspanağın manavdaki rayiç
fiyatına göre takdir eden zihniyet arasında hiçbir fark yoktur ve her ikisi de cemiyet
için aynı tehlikeyi arz eder.”217
İlhan Arsel sözlerine şöyle devam etmektedir: “Ekseriyet sistemi adaletsiz bir
sistemdir, diyerek işin içinden çıkmak mantıki bir hal çaresi olamaz. Unutmamak
lazımdır ki nispi temsil sisteminin ortaya çıkmasına ve birçok Garp
demokrasilerinde kabul edilmesine muhalefetin çok sayıda temsilci çıkarması ve
teşri murakabenin daha iyi yapılması gayesi sebep olmamıştır. Nispi temsil sistemi
18. asırda meydana çıkmış bir sistemdir ve meydana çıkmasında sebep de 18.
asırdan itibaren başlayan iktisadi ve içtimai gelişmelerin doğurduğu sınıf
ayrılıklarıdır. Memleketimizde henüz Garp anlamında bir sınıf ayrılığı mevcut
olmadığına yani henüz bir işçi sınıfı veya bir burjuva sınıfı teessüs etmediğine göre,
nispi temsil sistemini kabul etmekle her şeyden evvel adeta suni bir sınıf ayrılığının
yaratılmasına ve aynı zamanda sayıları şimdiden kestirilemeyerek kadar çok sayıda
partilerin mantar gibi bitmelerine sebebiyet verilmiş olunacaktır. Siyasi partiler
adedinin bu şekilde artmış olmasını makul karşılayacak kimseler bulunabilir, zira
nispi temsil, bütün bu partilerin Mecliste az çok temsilci çıkarmalarını sağlar. Fakat
şunu da hatırdan çıkarmamak icap eder ki bu şekilde kurulmuş bir teşri Mecliste
memleketi ne ekseriyet partisi ve ne de ana muhalefet partisi idare edebilecektir,
böyle bir Mecliste hükümetin umumi siyasetini ve dolayısıyla milletin mukadderatını,
bu iki büyük parti arasında yer alan ve umumi seçimler esnasında ehemmiyetsiz
nispette oy kazanmış bulunan mutavassıt küçük partiler tayin edeceklerdir. Çünkü
bunlar, iki ana muhalefet partisi arasında Meclis ekseriyetinin oynamasına, yani bu
ekseriyetin birinden diğerine geçmesine amil olacaklardır. İktidarda bulunan bir
parti, mevkiini ancak bu mutavassıt partilerin desteklemesi sayesinde muhafaza
edebileceğinden, onların arzu ve keyfine uygun bir siyaset takip etmek
mecburiyetinde kalacaktır, zira aksi takdirde bu mutavassıt partilerin ana muhalefet
partisine iltihak ederek Mecliste onun ekseriyet ve iktidarı elde etmesine vesile
olmaları işten bile değildir.”
217
İlhan Arsel, Ekseriyet Sistemini terk Etmek Doğru Olur mu?, İncelemeler, Forum, sayı:7,
1 Temmuz 1954.
211
İlhan Arsel, nispi temsil sistemine karşı çıkarken, 1954 seçim sonuçlarında DP’nin
aldığı yüksek oyun sebebini çoğunluk sisteminde bulmanın yanlış olduğunu
vurgulamaktadır. Ayrıca muhalefetin iyi çalışması halinde iktidarı elde
edebileceğine inanmaktadır. Nitekim İngiliz demokrasisinden bu çerçevede misaller
vermektedir. Arsel’in düşüncelerine, hak ve özgürlüklerin herhangi bir kısıtlamaya
maruz kalmadığı toplumlarda hak vermek mümkündür. Kuşkusuz nispi temsil
sisteminin tarihsel gelişimi sınıf farklılıklarına dayanmaktadır, bu da inkar edilecek
değildir. Ancak Türkiye örneği için dönemin koşulları düşünüldüğünde nispi temsil
sistemi, totaliter eğilimleri baskı altında tutması bakımından işlevsel gözükmekteydi.
Elbette tersinden düşünmek de mümkündür. Şöyle ki, eğer 1950 ve 1954
seçimlerinde CHP iktidara gelmiş olsaydı, Meclisteki çoğunluktan istifade edip,
tarihsel sorumluluğunun bir gereği olarak Devrim sürecini tamamlayabilirdi.
Dolayısıyla Türk toplum yapısı DP dönemi politikalarıyla can bulmuş arızalarından
kurtulabilirdi. Ondan sonra da, zaten seçim sisteminin değiştirilmesine dair bir
tartışmaya gerek kalmayabilirdi veya sınıflar teşekkül etmiş olacağından yine nispi
temsil sistemi savunulabilirdi, ancak farklı gerekçeyle savunulabilirdi.
İlhan Arsel’in çoğunluk sistemini savunduğu yazısına dair Turhan Feyzioğlu karşı
düşüncesini şu şekilde açıklamıştır: “Mesele en büyük faydayı sağlayan ve
memleketimizin şartları bakımından en zararsız, en az fedakarlığa yol açan sistemi
bulmaktadır. Seçim sistemleri birer vasıtadır, vasıtalar arasında seçim tercih bazı
gayeler arasında tercih yapılmasını gerektirir. Seçim sistemleri arasında tercihin
çok düşündürücü olması şu iki sebepten ileri geliyor sanırım: Birincisi, bir seçim
sisteminin belli bir memleketin siyasi hayatı üzerinde nasıl bir tesir yaratacağını
önceden kestirmedeki güçlük. İkincisi ise, çeşitli seçim sistemlerinin siyasi hayatta
husule getirecekleri neticeler açıkça bilinse bile, bu neticeler arasında yani muhtelif
gayeler arasında tercih yapmaktaki güçlüktür. Böyle olunca, ‘Türkiye için en uygun
seçim sistemi hangisidir?’ konusu üzerinde planlı bir şekilde düşünmek için
meselenin bu iki cephesi ele alınmalıdır.”218
Turhan Feyzioğlu, aynı yazıda, Türkiye için doğru seçim sistemi bulmada öncelikle
şu soruların sorulması gerektiğini belirtmektedir: “Çeşitli seçim sistemlerinin
partilerin sayısı üzerinde, dolayısıyla hükümetlerin bünyesi ve istikrarı üzerindeki
tesirleri ne olabilir? Bu muhtelif sistemlerin partilerin insicamı ve disiplini üzerinde,
milletvekillerinin seçmenleriyle ve parti liderleriyle münasebetleri üzerinde
muhtemel tesirleri nelerdir? Memleket içindeki çeşitli fikir cereyanları Meclise
sadakatle aksettirmek, halk oyunun temsilini mümkün kılmak, memleket işlerinin
halkın tercihlerine göre yürütülmesini sağlamak bakımından birbirlerine nispetle
kıymetleri nedir? Buna benzer meseleler hakkında yeter derecede açık bir fikir
edindikten sonra, Türkiye’nin özel şartlarına göre hangi gayelere en önde yer
verilmesi gerektiği meselesinin halli gerekir. Muhalefetin sesini boğmayan adaletli
temsil gayesi mi yoksa istikrarlı ve kuvvetli hükümete mi ön planda kıymet
vereceğiz? Partilerin daha disiplinli ve insicamlı olmasına mı, milletvekillerinin
daha şahsiyetli ve müstakil olmalarına mı en çok muhtacız? Muhtelif gayelerin
uzlaştırılmasını mümkün kılan bir sistem memleketimizde tatbik edilebilir mi? Buna
218
Turhan Feyzioğlu, Seçim Sistemine Dair, İncelemeler, Forum, sayı:8, 15 Temmuz 1954.
212
benzer birçok sual üzerinde durularak seçim sistemleri arasında makul bir tercihe
ulaşılabilir.”
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Seçim sistemleri üzerindeki münakaşaları
güçleştiren noktalardan biri, siyasi partilerin bu meseleye tabii olarak kendi
menfaatleri açısından bakmaya temayül etmeleridir. Bunu yaparken kısa görüşle
hareket ettikleri ve hasımları için kazdıkları kuyuya bir müddet sonra kendilerinin
düştükleri de oldukça sık görülen hadiselerdendir. Bu konudaki tartışmaları
kısırlaştıran hallerden biri de, bazen bir seçim sisteminin bir tek faydasına veya
mahzuruna bakılarak yapılan peşin tercihlerdir. Bu gibi tercihler madalyonun
tersini görmeye ve muhtelif delillerin gerçek değerini vermeye engel olur. Nihayet
seçim sistemleri konusunda dar anlamda hukuki açıdan ve sadece milli hakimiyet ve
temsili hükümet gibi nazariyeler çerçevesinden bakılması da hiç doğru olmaz. Böyle
yapılırsa seçim sistemlerinin bazı fayda ve mahzurları izam edilir, bazıları
karanlıkta kalır.”
Feyzioğlu sözlerini şöyle sürdürür: “Ekseriyet sistemi ile nispi temsil sisteminin
partilerin sayısı üzerinde zıt tesirlerinden bahsedildiği zaman kastedilen sistem ‘tek
turlu çoğunluk sistemi’ veya bir diğer ifadeyle ‘nispi çoğunluk sistemi’dir. Yani
İngiltere’de ve Türkiye’de uygulanan sistemdir. Oysaki bir de ‘iki turlu çoğunluk
sistemi’ veya bir diğer ifadeyle ‘mutlak çoğunluk sistemi’ vardır ki, bu çoğunluk
sistemi de tıpkı nispi temsil sistemi gibi partilerin sayısını çoğaltmaktadır. Ancak
şunu belirtmek gerekir ki, birinci turda küçük partilere verilen oylar heba
olmayabilir, çünkü seçim birinci turda bitmezse ki genellikle bitmemektedir, ikinci
tur başlamadan önce partiler arasında pazarlıklar, anlaşmalar yapılır. Karşılıklı
vazgeçmeler sayesinde anlaşan partilerden biri bir seçim bölgesinde, öteki başka
seçim bölgesinde kazanma imkanına kavuşabilir. Örneğin Fransa’da uygulanmakta
olan sistem budur.”
Bu noktada şunu da kabul etmek gerekir ki, tek turlu çoğunluk sistemi, seçim
bölgelerinin hiçbirinde en kuvvetli parti durumuna geçemeyen veya pek azında
geçebilen partilerin aldığı oyların yanmasına yol açar. Temsilde adaletsizlik doğurur.
Örneğin Cemal Aygen bu hususta Forum’daki incelemesinde şunları yazmıştır:
“1950 ve 1954 seçimlerinde partilerin aldığı reyler ve bunların nispetleri, umumi
olarak denilebilir ki DP reylerin gittikçe daha fazlasını kazanmakta, buna mukabil
CHP’nin aldığı reylerin adedi ve nispeti azalmaktadır. Diğer taraftan ise 1950
seçimlerinde Millet Partisi ve 1954 seçimlerinde de Cumhuriyetçi Millet Partisi
adıyla giren partinin gerek aldığı rey ve gerekse bu reylerin nispeti yükselmektedir.
Seçimleri seçim adaleti bakımından tetkik etmek mümkündür. Seçim adaletinden
kastedilen nokta, partilerin almış oldukları rey yekunu nispetinde Mecliste temsil
edilip edilmediğidir. Gerek 1950 ve gerekse 1954 seçimlerine bu zaviyeden
bakılacak olursa, bugünkü seçim kanunumuzda seçim adaletinin temin edilmediği
bir hakikattir. Mesela hakiki oy miktarına göre 1954 seçimlerinde, DP 103.494 reyle
bir temsilci kazandığı halde, CHP 1.192.101 ve CMP de 1.074.587 rey karşılığı
birer temsilciyi Meclise sokabilmektedirler. Diğer taraftan TKP’nin kazanmış
olduğu 537.136 rey tamamen temsilcisiz kalmaktadır. Şu halde bugünkü seçim
213
sistemimizin Mecliste hakiki temsili yani partilerin asıl kuvvetlerine göre temsil
edilmelerini temin etmekten uzak olduğu görülmektedir.”219
Tek turlu çoğunluk sisteminde küçük partiler büyümeyi başarmak ve silinip gitmek
gibi iki uçtan birine yerleşmek durumunda kalırlar. Şöyle ki eğer bu partiler
büyümeyi başaramazlarsa, üst üste gelen seçim başarısızlıkları bu partileri gittikçe
zayıflatır ve bu partiler eğer başka bir partiyle birleşmezlerse, silinir giderler. Gerçi,
kimi gönüllüler bu partileri ayakta tutmak isteyebilirler ve onlara mali destekte
bulunabilirler, ancak bir müddet sonra gönüllü destekçiler bulmak güçleşir, nasıl
olsa kazanmayacağı bilinen bir parti değerli aday bulmakta da güçlük çekmeye
başlar; yine aynı sebeple seçim masraflarını kendileri ödemeye razı adaylar bulmak
güçleşir. İngiltere’de köklü bir geleneği olan Liberal Partinin başına gelenler bu
duruma dair verilebilecek bir örnektir.
Tüm bunlara ilaveten, tek turlu çoğunluk sisteminde, iki büyük parti dışındaki zayıf
partilere verilen oyların nasıl olsa yanacağı düşüncesiyle, bu partilerin seçmenleri,
iktidara geçmesine mani olmak istedikleri başlıca partinin en kuvvetli rakibi hangisi
ise oylarını ona aktarmaya yönelirler. Türkiye’de aslında Millet Partisine taraftar
olan birçok seçmenin, oylarını boşa harcamamak ve CHP’yi iktidardan
uzaklaştırmak için 1950’de DP’ye oy verdikleri bilinmektedir. Nitekim 1945-1954
arası yıllardaki parti sayısı kağıt üzerinde çok olmasına rağmen, büyük partilerin
sayısı artmamıştır. Şu halde, tek turlu çoğunluk sisteminin üçüncü partilerin doğup
büyümesini güçleştirdiğini söylemek mümkündür. Fakat İngiliz İşçi Partisi
örneğinin gösterdiği üzere, üçüncü parti kuvvetli bir temele dayanıyorsa, gerçek ve
devamlı bir ihtiyaca cevap veriyorsa, seçim sisteminin başlangıçtaki köstekleyici
tesirine rağmen üçüncü parti yavaş yavaş gelişebilir. Ancak bu kez de üçüncü parti
eski iki büyük partiden biri aleyhine genişler ve ikinci parti halini alır. Yani sistem
tekrar iki parti arası rekabete dönüşür. Her zaman üçüncü partinin akıbeti bu
olmayabilir, nitekim,üçüncü partinin siyasal hayattan silinmesi daha beklenir bir
durumdur.
Dergide, Turhan Feyzioğlu ile İlhan Arsel arasında seçim sistemi tartışmaları 1954
yılı sonuna kadar aralıklarla sürmüştür. Her ikisinin de cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisine bağlı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu tartışma, Forumcuların
dogmatik düşünmediklerinin göstergesi olması bakımından önemlidir. Bir yazısında
Arsel’in nispi temsil sisteminin seçim işlemlerini ve hesaplarını da güçleştiren bir
usul olduğunu, ilaveten nispi temsilin liste usulünü ve geniş seçim bölgelerini
gerektirdiği, seçmenle milletvekilleri arasındaki teması azalttığı, milletvekillerinin
akıbetini parti liderlerinin takdirine terk ettiği, bağımsız adaylığı imkansız kıldığı
yolundaki iddialarına cevaben Feyzioğlu bunların sisteme yüz çevirmek için yeter
sebep olmadığını yazmıştır. Ayrıca şöyle demiştir: “Asıl güçlüğü seçmen değil,
tasnif heyetleri çekecektir ve nispi temsilin basit, hesaplanması kolay şekilleri de
vardır. Karışık usuller için de hesapları son derece basitleştiren cetveller kolayca
yapılabilir. Bizdeki gibi esasen liste usulüne ve geniş seçim bölgelerine dayanan bir
219
Cemal Aygen, 1950 ve 1954 Seçimleri, İncelemeler, Forum, sayı:26, 15 Nisan 1955.
214
ekseriyet sistemi ile kıyas edilince, seçim kanunumuzda yapılan son tadiller, nispi
temsil aleyhinde ileri sürülen klasik delillerden bir kısmını büsbütün değerden
düşürmüştür. Kaldı ki bazı nispi temsil çeşitleri, mesela devredilebilen tek oy
sistemi, milletvekilinin şahsi değerinin seçmenlerce göz önünde tutulabilmesini de,
bağımsız adaylığı da pekala mümkün kılar.”220
Yazı şöyle devam etmektedir: “Bizim sistemimizde, tek turlu ekseriyet usulünün
adaletsizliğini katmerleştiren bir hususiyet vardır. Muhtelif seçim bölgelerindeki
seçmen sayıları arasında muazzam farklar bulunması. Bu yüzden İstanbul’daki
seçmen Ahmet’in veya Apostol’ün oyu ile yalnız iki veya üç milletvekili çıkaran bir
seçim bölgesindeki seçmen Mehmet’in oyu arasında büyük bir değer farkı
doğmaktadır. Buna bir de İstanbul’daki 150 bine yakın oy aldığı halde seçilmeyen
aday ile küçük bir seçim bölgesinde birkaç bin oyla seçilen aday arasındaki tezadı
eklerseniz, bizim sistemimizin ekseriyet usulünü tatbik eden başlıca
memleketlerdekinden çok ağır adaletsizliklere yol açtığı anlaşılır.”
Aynı sayıda İlhan Arsel’in şu sözleri ilginçtir: “Demek istemiyoruz ki ekseriyet
sistemi kusursuz bir sistemdir ve tatbik etmekte olduğumuz listeli ekseriyet sistemi
kusursuz bir sistemdir ve listeli ekseriyet sisteminin tadil ve tashihe ihtiyacı yoktur.
Hayır! Bütün dava, ekseriyet sisteminin mahzurlarını bertaraf edecek çareleri
arayıp bulmaktadır, zira bütün avantajlarına rağmen ekseriyet sisteminin tehlikeli
olan cihetleri yok değildir. Mesela bir parti umumi seçimler sonunda, memlekette ve
Mecliste hakikaten büyük bir ekseriyete malik olabilir ve azınlığın temsilcisi rolünü
deruhte eden muhalefet bu ezici kuvvet karşısında hiç bir şey yapmamak durumuna
düşebilir, yani memleketteki çoğunluğu temsil eden iktidar partisinin, karşı tarafın
hukukunu tanımazlıktan geleceği tutabilir.”221
Turhan Feyzioğlu da, nispi temsil sisteminin olası olumsuz neticelerini yabancı
ülkelerden örnek vererek işaret etmeyi ihmal etmez: “Geçenlerdeki Belçika
seçimlerinde, partilerden hiçbiri çoğunluğu kazanamamıştır. Bu seçimlerin
sonucuna göre Belçika meclisinde üç türlü hükümet koalisyonu kurulabilirdi:
Liberal ve Katoliklerin, Katolik ve Sosyalistlerin, Sosyalist ve Liberallerin
birleşmesi suretiyle. Fiiliyatta liberaller ile sosyalistler birleşmişler ve bir koalisyon
hükümeti kurmuşlardır. İktisadi görüşleri birbirine zıt olan bu iki partiyi birleştiren
bağ daha ziyade menfi bir bağdır: Katolik partisine husumetleridir. Yoksa, iktisadi
görüş bakımından Katolikler liberaller ile sosyalistler arasındadır. Seçim
propagandalarında sosyalistler amme masraflarını artıracak birçok vaatte
bulunmuşlar, liberaller ise tam aksine vergilerde pek büyük indirimler vaat
etmişlerdir. Liberal parti, parlamentodaki sandalye adedi nispeten az olduğu halde,
hangi tarafa meylederse o tarafı iktidara geçirebileceği için, ittifakını pahalıya
satmış ve en mühim bazı bakanlıkları ele geçirmiştir. Başlıca masraf bakanlıkları
sosyalistler elinde, başlıca gelir bakanlıkları liberaller elindedir. Belçika’da
önümüzdeki yıllarda kabine istikrarsızlığı görülmesi muhtemel değildir, fakat bu
220
Turhan Feyzioğlu, Seçim Sistemine Dair, İncelemeler, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954.
İlhan Arsel, Çoğunluğun Hakimiyeti Karşısında Ferdin ve Azınlığın Teminatı, İncelemeler, Forum,
sayı:10, 15 Ağustos 1954.
221
215
şekilde kurulan bir hükümetin herhangi bir yapıcı politika güdebileceği oldukça
şüphelidir.” 222
Turhan Feyzioğlu’nun nispi temsil sistemini savunurken, bilimselliği elden
bırakmayarak, bu sistemin sorunlu yanlarına işaret etmesi, aynı şekilde İlhan
Arsel’in de çoğunluk sisteminin de uygulamadan kaynaklanan sorunlarına dikkat
çekmesi, Forumcuların, ‘doğruyu bulma arayışının’ ifadesi olarak sayılabilir.
Nitekim Forum’da pek çok konuda, aynı ideolojiye veya farklı ideolojiye sahip
yazarların bilimsel tartışmalarına rastlanmak mümkündür.
Şunu belirtmek gerekir ki, Forum’da seçim sistemine dair bu yazılar yayınlanırken,
DP iktidarının tek turlu çoğunluk sistemini değiştirmeyeceği açıkça görülmekteydi.
Oysaki ‘Milletvekilleri Seçim Kanunu’ tek dereceli seçim esasına göre
değiştirilirken 31 Mayıs 1946’da Menderes’in DP grubu adına söylediği şu sözler
DP’nin nispi temsil sistemini savunduğunun açık delilidir: ‘...iktidar partisinden
başka diğer partilerin vaziyetleri üzerinde hiç durulmamış olması, tasarının aleyhine
kaydolunacak esaslı noktalardır. Azlıkta kalacak partilere teminat olmak üzere bir
nispi temsil prensibinin hiç düşünülmemiş olması da ayrıca üzerinde ehemmiyetle
durulacak bir meseledir.’
Turhan Feyzioğlu, seçim sisteminin demokrasiyi geliştirmeye tek başına yeterli
olmadığına işaret ettiği bir yazısında şunları söylemektedir: “Yabancı memleketlerin
tecrübelerinden faydalanmazsak, partiler arası münasebetleri karşılıklı itimat ve
insaf mecralarına dökecek usulleri benimsemezsek, partiler dışı, bağımsız, muhtar
müesseseler kurmaz ve yaşatmazsak, hangi usulü kabul edersek edelim parlak
neticeler bekleyemeyiz. Birbirleriyle ilgili olan bütün bu meseleler, memleketin uzun
vadeli menfaatleri bakımından, yetkili heyetlerce, tarafsız teşekküllerce tetkik
edilirse, yarınki gelişmelerin sağlam temellere dayanması kabil olur. Yurdumuzda
istikrarlı hükümetler kurulmasını mümkün kılan verimli bir demokrasi rejiminin kök
salabileceğine kaniiyiz. Bugünkü durumda, partilerin kesin ve sert sınıf çizgileri ile
ayrılmamış olması, iki parti sisteminin işlemesini güçleştiren değil, belki
kolaylaştıran bir amildir. Partilerimiz birbirleriyle bağdaşması ve uzlaşması
imkansız nazariyelere taassupla sarılmış birer doktrin partisi değildir.
Demokrasinin yerleşme devrinde, bu durumun zararlı olmadığını sanıyoruz.
Türkiye’de ana partilerin irtica ve komünizme karşı koymak hususunda müşterek bir
görüşe sahip olmaları, aralarında demokratça bir mücadeleyi mümkün kılabilecek
bir hususiyettir. Yeter ki milliyetçi ve inkılapçı partiler arasında karşılıklı bir itimat
havası kurulabilsin.”223
Eylül 1956’da DP iktidarı muhtar seçimleri ile ara seçimlerin ertelendiğini açıkladı.
Gerekçeler şunlardı: “Birincisi; muhtarların iki senede bir seçilmesi vazife ve
salahiyetlerinin icaplarını yerine getirmeye mütevakkıf olan bilgiyi elde etmek için
çok zaman geçmesi icap ettiği halde, sık sık seçimle bunun temin edilmediğidir.
222
223
Turhan Feyzioğlu, Seçim Sistemine Dair, İncelemeler, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954.
Turhan Feyzioğlu, Ekseriyet Sistemi, İncelemeler, Forum, sayı:14, 15 Ekim 1954.
216
İkinci sebep; milletvekilliği ve mahalli idare kurulu üyeliği seçimlerinin
mevzuatımızda dört yıllık devrelerde yapılmasını amir bulunmasıdır. Üçüncü sebep;
sık seçimin mali külfet teşkil ettiğidir.”224 Bu durumun ilginç yanı, Forumcular
sıklıkla demokrasinin kurumsallaşması için seçimlerin başlı başına yeter ölçüt
olmadığına işaret ederlerken, DP iktidarının, muhtar ve ara seçimlerin dahi
yapılmaması yönünde karar almak suretiyle iktidar icraatlarını büsbütün kontrolsüz
bırakmaya çalışıyor olmasıydı. Forumcular demokrasinin niteliği üzerinde kafa
yorarken, iktidar sahipleri demokratik rejimler için asgari bir esas olan seçimlerin
geriye bırakılması kararı almaktan imtina etmemişlerdir.
İktidarın öne sürdüğü gerekçeleri ise, sınırlı bir muhakemenin veya kötü niyetin
ürünü olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Şöyle ki, seçimin görev
tecrübesini biriktirmeye engel olduğu iddiası demokratik zihniyetle bağdaşmayacak
bir iddiadır. Eğer kişiler seçildikten sonra yurttaşlara layıkıyla hizmet vermişlerse,
bir kez daha seçilmemeleri için sebep yoktur. Bu durumda da seçim hangi sıklıkla
yapılırsa yapılsın, yurttaşın takdirini kazanan kişiler tekrar seçilebileceğine göre,
görev tecrübesi biriktirememe söz konusu olmayacaktır. Ayrıca, hep aynı kişilerin iş
başında kalması, bu kişilerde demokratik rejime bağlılıktan uzaklaşma eğilimini
doğurabilecektir. Seçim ise hizmete gönüllü yeni insanlara olanak sağlayacaktır.
Ayrıca muhtarlık seçimlerinin iki yılda bir olması ile milletvekilliği ve mahalli idare
kurulu üyeliği seçimlerinin dört yılda bir olması arasında nasıl bir ilişki kurulmuş
olduğu anlaşılamamaktadır. Yalnız, iktidar sahipleri, muhtar seçimlerini genel
seçimlere denk getirip, bir sonraki seçimde oy avcılığı için muhtarlardan istifade
etmeyi düşünmüşlerse, buna ihtimal vermek üzücüdür. Seçimlerin masraflı olduğuna
gelince, buna itiraz edilecek değildir. Fakat seçimler yaparak girişilen masraf, kötü,
kabiliyetsiz ve bilgisiz bir ekibin tesadüfen başa geçmesi yüzünden, memleketin
maruz kalacağı zararların tamirinden daha ekonomiktir. Şunu da hatırlatmak
gerekir ki seçimlerin masraflı olduğu gerekçesiyle sürekli ertelenmesi,
diktatörlüklerde yaygın kullanılan bir argümandır.
1957 yılında Forumcular, iktidarın mevcut siyasi sistemi, 1950’deki haline
dönüştürmesini dahi iktidarın demokratik bir adımı olarak görmeye hazırdılar. Şu
sözler ilginçtir: “Türkiye’nin hakiki demokrasiler arasında yer alabilmesi için DP
iktidarı, siyasi rejimimizi hiç değilse 1950’de devraldığı duruma getirmelidir. 1950
seçimlerinden sonra kurulan ilk Menderes hükümetinin programındaki açık
taahhütleri hatırlayacak olursak, bu isteğin çok kanaatkarane bir istek olduğu
derhal anlaşılır. İktidara geçtikten bir ay sonra bütün antidemokratik kanunları tadil
edeceğini vaat eden bir parti, altı buçuk yıldan beri iktidardadır. 1950’de kurulan
‘antidemokratik kanunlar komisyonu’ nun parmak bastığı antidemokratik
hükümlere, birçok yenileri eklenmiş bulunuyor. Komisyon raporu ise anılmaz oldu.
Hatta başbakan şunları söyledi: ‘Anayasayı Meclis tadil eder. Hükümet değişiklik
teklif edemez. Programımıza böyle bir şey girmiş ise hata etmişiz’ Ancak bir yıl
kadar önce, DP grubunun ağır töhmetleri altında kalan bazı bakanları birer birer
224
Seçimler Lüzumsuz mu?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956.
217
istifaya zorlaması üzerine, 3. Menderes kabinesi düşüp 4. Menderes kabinesi
kurulunca, Anayasanın 1958’e kadar mutlaka değiştirileceği vaadi tekrar hükümet
programında yer aldı. Dördüncü Menderes hükümetinin programında, 1954’ten
sonra seçim kanununda yapılan değişikliklerin kaldırılacağı vaat ediliyordu.”225
Forum, 1957 seçimlerine doğru giden süreçte, DP dışındaki partilerin seçim için
işbirliği yapmalarının gerekleri arasında mevcut çoğunluk sistemini de
göstermekteydi. Partilere, gayelerine erişinceye kadar karşılıklı fedakarlık pahasına
da olsa işbirliği yapmalarının zaruri olduğunu sıklıkla anımsatırken, mevcut seçim
sisteminin aşırı adaletsizliği karşısında parçalara ayrılmış bir muhalefete verilen
oyların boşa gidebileceğini vurgulamaktaydı. İktidar ise, karma listeyi aşağı yukarı
men eden ve dolayısıyla muhalif partilerin seçimde işbirliği yapmalarını son derece
güçleştiren hükümleri içeren seçim kanunu değişiklikleri yapmış olduğundan
işbirliğini tehlikeli bulmuyordu. Bu noktada Forum’dan şu alıntıyı yapmak yerinde
olacaktır: “Charles Beudant şöyle demiştir: Bir cemiyet dahilinde fiziki ilimler
sahasında fahiş hatalar düşülmüş dahi olsa, o cemiyet büyük ve zengin kalabilir;
mesela uzun bir müddet güneşin dünyanın etrafında döndüğü zannolunmuştu. Buna
mukabil bir memleket siyasi sahada bir hataya düşerse büyük zararlara duçar
olur.”226
Forum 1957 seçimlerinden umutluydu. Bu hususta şöyle denilmekteydi:
“Seçimlerin, memleketimizin kaderinde mühim değişiklikler yapacak bir hadise
olacağına herkes müttefiktir. Bu derece mühim milli bir karar arifesinde, siyasi
liderlerimizin, milletin benimsemek veya reddetmek durumunda olduğu muhtelif
noktaları, kafi bir vuzuh ve açıklıkla millete arz ettiğini iddia etmek zordur. Bugün
birçok mesele elan müphem bir his halindedir. Henüz bu hisler vuzuhlu bir şekilde
ifadesini bulmamıştır. Memleket gayri memnundur, fakat halkın neyi reddedip neyi
benimsemesi gerektiği hususunda, halk elan aydın bir siyasi liderliğin ihtiyacını
duymaktadır. Bazı siyasi muhitlerin hesaplarını dayandırdığı gibi, 1946-50
devresinde memleketin ümit bağladığı bir siyasi hareketin tam iflası karşısında ‘bu
iş tutmadı, en iyisi eskiye dönelim, denenmiş ve haddi zatında şimdilerden daha kötü
olmadığı bugün anlaşılmış olan ekibi yeniden işbaşına getirelim’ tarzında bir karar
mı alacaktır? Yoksa, memleket yeni bir seçme mi yapacaktır?”227
Bu sözler Forum’un Hürriyet partisini desteklediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Öyle ki Forum, ‘ne DP ne CHP’ mesajı vermekte ve yurttaşın yeni bir seçmen
davranışı gösterebileceğine dair umudunu ifade etmektedir. İlginç olan nokta ise,
DP’nin ‘kötü’, CHP’nin ise ‘kötünün iyisi’ olarak nitelendirilmesidir. Şöyle
denilmektedir: “Mevcut iktidardan ve tecrübe edilmiş eski iktidar partisinden farklı
bir üçüncü yolun başarı şansları her şeyden önce, ortaya yeni ve kuvvetli bir fikrin
ve ekibin atılması, diğer taraftan Türk halkının buna temayülde göstereceği
elastikiyet ve yeni fikirlere açık olma kabiliyeti ile ölçülebilir. Önümüzdeki günler,
şimdiki iktidar partisi, eski iktidar partisi ve üçüncü yolu temsil eden diğer bir
225
Turhan Feyzioğlu, İlk İhtiyaç:Serbest ve Adil Seçim, İncelemeler, Forum, sayı:67, 1 Ocak 1957.
Seçim Kanunu, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957.
227
Seçim Sathı Maili, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:75, 1 Mayıs 1957.
226
218
muhalefet partisinin halkı farklı şeylere ikna faaliyetiyle geçecektir. İktidar partisi
daima yaptığı gibi gene eski günleri hatırlatacak, eski iktidar partisine dönmekle
memleketin hiç bir şey kazanmayacağına belki de şimdi elde ettiklerinden bazılarını
bile kaybedebileceğine halkı ikna etmeye çalışacaktır. Eski iktidar partisi,
şimdikilerin uyandırdığı hayal kırıklığı üzerinde durarak, kendilerinin tercihe şayan
olduklarını ifadeye çalışacaktır. Eskinin müdafaasını yapmamakla beraber,
durumun bugünkünden kötü olmadığını anlatmak isteyecek ve istikbal hakkında
garanti verecektir. Üçüncü yolu savunan diğer parti, kendilerinin 1946’da başlayan
yeni siyasi hareketin bir devamı olduğunu, aynı idealizmi temsil ettiklerini, son sekiz
yıldır alınan dersler ve geçirilen tecrübeler muvacehesinde içtimai hayatımıza
temelli bazı fikirler getirdiklerini, arzulanıp da kavuşulamayan hedefleri, ancak
kendilerinin tahakkuk ettirebileceğini anlatmaya çalışacaktır.”
Forum, 76. sayısındaki başyazı ile çizgisini Hür. Partiden yana koyduğunu şu
sözlerle ifade etmekteydi: “1950’de büyük ümitler ve vaatlerle işbaşına gelen
zümrenin derin bir hayal kırıklığı yarattığını artık herkes açık bir şekilde müşahede
etme imkanına kavuşmuştur. 1954’de böyle bir imkanın mevcut olduğu iddia
edilemezdi, çünkü vakit çok erkendi ve hadiseler herkesi vuzuha eriştirecek bir
şekilde durulmamıştı.” Hemen belirtmek gerekir ki, Forum, bu yazıda, çıkmaya
başladığı 1954 yılından 1957 yılına kadar olan dönemin üstü örtülü bir muhasebesini
yapmaktadır. Çünkü ancak bu şekilde Hür. Partiye desteğini okurları gözünde haklı
kılabileceğini düşünmüştür. DP iktidarının icraatlarının özellikle 1954 sonrasında
kötüleştiği vurgusu, 1955 sonunda DP’den ayrılan milletvekillerinin başlattığı
demokratik hareketi meşrulaştıracak, bu meşruiyet algısı, liberal demokrat olamayan
DP’nin karşısına liberal demokrat bir parti olarak Hür. Partinin çıkmasını anlamlı
hale getirecek, böylece de okurlar Hür. Partiyi muhalefetin oyunu bölen bir parti
olarak görmeyeceklerdir.
Başyazı şöyle devam etmekteydi: “1954’den sonra rejim bahsinde siyasi hürriyetler
konusunda girişilen işler artık herkeste nereye gidildiği hususunda açık bir kanaatin
hasıl olmasına hizmet etmiştir. Rejimin temelini sarsan, seri halinde şuurlu ve planlı
bir tarzda girişilen bazı tertipler artık rejim bahsinde mevcut hükümetin niyet ve
tasavvurlarını gün gibi açığa vurmuştur. Bu bahiste hükümet icraatlarının mahiyeti
hakkında, halkın kafi bir kanaate sahip olarak yeni seçimlere gireceği söylenebilir.
İktidar partisinin niyetleri ve yapılan işlerin manası hakkında ikaz ve yorumların
devamı zaruri olmakla beraber seçmenin bu hususta şimdiden bir kanaate sahip
olduğu bilinmektedir. Binaenaleyh seçim arifesinde, mevcut iktidar partisinin rejim
meselelerindeki tutumu üzerinde en çok durulacak konulardan biri olmayacaktır
kanaatindeyiz. Diğer taraftan iktisadi gelişmenin duraklaması ve birkaç yıl evveline
nispetle iktisadi sıkıntının büsbütün artışı seçmene durmadan anlatılması gereken
bir konu olmaktan da çıkmıştır. Bugün üç yıldır arka arkaya devam eden iktisadi
sıkıntılar ‘süratle kalkınıyoruz’ sözünün ve propagandasının ikna gücünü artık çok
azaltmıştır. Fert başına isabet eden hakiki gelir 1953 yılına nispetle önemli bir
şekilde düşmüştür. Hatta bugün hayat seviyemiz 1952 yılına nispetle de gerilemiştir.
Bunu şehirli ve köylü, her vatandaş kendi şahsi hayatında, o kadar açık
hissetmektedir ki onun karşısına geçip ‘yüzleriniz gülüyor, her gün daha iyisiniz’
tarzında yapılan resmi propaganda ancak aksi tesir yaratabilir. Bu vakıanın
219
yarattığı tesir ve akisler o kadar yaygındır ki bunu buğday fiyatlarına ilave yahut
seçim arifesinde vaat ve kredi dağıtma gibi ufak taktik oyunlar hiçbir surette silmeye
kadir değildir. Şu halde seçmen karşısında söylenecek sözler ve konuşulacak
konular arasında işte hayat pahalılığı arttı, yahut iktisadi kalkınma ters çıktı gibi
sözlerin fazla bir yer tutmasına lüzum kalmamıştır. Artık seçmen şahsi tecrübeleriyle
ve ferdi idrakiyle mevcut iktidarın milli hayatı bir çıkmaza götürdüğünü sezmiş
bulunmaktadır.”228
Forum’un bu yazısının Aydın Yalçın tarafından kaleme alınmış olduğu
düşünülmektedir. Çünkü yazar kadrosu içinde liberal demokratların başını Aydın
Yalçın çekmekteydi. Forum’un Hür. Partiye desteği konusunda Turhan Feyzioğlu,
Bülent Ecevit gibi cumhuriyetçi demokrat yazarlar huzursuzluklarını dile
getirmişlerse de, Hür. Partiye kimi cumhuriyetçi demokrat Forumcuların da
katılması, üstelik bu partinin CHP karşısında ‘liberal demokrasi’ savunuculuğu
yapmakta olması, dolayısıyla, aslında her iki partinin farklı seçmen tabanına hitap
edeceği düşünülmesi sebepleriyle; cumhuriyetçi demokrat Forumcular, Derginin bu
partiye desteğini, Forumcuların birliğini bozacak noktaya vardıracak tartışmalara
konu etmemişlerdir. Bu tutumu, cumhuriyetçi demokratların, farklı görüşlere
hoşgörü ile yaklaşmaları, kurucu düşünce üzerinde mutabakat zarar görmediği
sürece, herkesin her ideolojiyi savunabilmesini hazmetmiş olmaları bağlamında
açıklamak mümkündür.
Cumhuriyetçi demokrat Forumcuların, Derginin Hür. Partiyi desteklenmesi
konusunda gösterdiği mesafeli, isteksiz ama kabullenir tutumlarının bir örneği de,
1958 yılı ortasından itibaren liberal demokrat Forumcularda görülecektir. Liberal
demokrat Forumcular, bir yıl önce cumhuriyetçi demokrat Forumcuların, Derginin
Hür. Partiyi desteklemede gösterdiği hoşgörüyü, Derginin CHP’ye örtülü destek
vermesinde göstereceklerdir. Zaten bunu takip eden süreçte de, Hür. Partinin
CHP’ye katılması gündeme gelmiş ve Kasım 1958’de Hür. Parti kendini
feshetmiştir.
Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, 1957 seçimlerine giden süreçte, DP iktidar
uygulamalarından muzdarip olan insanların sayısı artmış olmakla birlikte, DP hala
arkasında geniş kalabalıkları tutabiliyordu. Forum’un iddia ettiği gibi yurttaş
bilinçlenmiş değildi. Tabi bir yayın organının bir partiye açıktan destek vermesi
durumunda hayal edilen bir tablonun var olarak sunulmasında da şaşılacak bir şey
yoktur. Ayrıca bu ifadeler, bütün muhalefet partili okurların duygularına tercüman
olmaktaydı.
Forum’da, 1957 seçimleri yaklaştıkça Hür. Partinin farkını ortaya koymak için
CHP’nin ‘bir ölçü olarak’ daha sık kullanıldığını görmek mümkündür. Örneğin bir
başyazıda şöyle denilmektedir: “Bugün iktisadi bakımdan vasati olarak halkımızın
1950’den evvelki devreye nispetle daha fazla imkanlara kavuştuğuna şüphe yoktur.
228
Yapıcı Tekliflere Muhtacız, Başyazı, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957.
220
Mukayese 1950 ile değil 1953 yılı ile yapılırsa ancak o zaman, netice bugünkü
durum aleyhine çıkabilir. Binaenaleyh bazı partilerin yaptığı gibi halk 1950’den
evvelki hayat standardını, refah seviyesini aramaktadır, tarzında bir propaganda
hakiki duruma uymayan bir teze dayanmaktadır. Diğer taraftan siyasi hürriyetler
bakımından bugün şahit olduğumuz çeşitli suiistimaller, asap bozucu tutuma rağmen
kimsenin, 1946’dan evvelki devreyi bugüne tercih edeceğini sanmıyoruz. 1946-1950
arasında, intikal devresinde kavuşulan daha geniş hürriyetlere rağmen itiraf etmek
gerekir ki Batı ölçülerine uygun, ileri bir demokrasinin gerektirdiği birçok müessese
ve hükümlerden 1950 senesinde dahi mahrumduk. Zaten onun için değil midir ki
hürriyetleri kısma ve hukuk devleti esaslarını zedeleme hususunda 1946-50
iktidarını haklı olarak aratan DP, mevcut antidemokratik kanunları gidermek
parolası sayesinde iktidara gelebildi. Bu gerçek dahi halkımızın amme hürriyetleri
alanında çok daha ileriye gitmek istediğinin açık bir delilidir. Bugün memleket battı,
batıyor yahut batacak tarzında feryatlarla, memleket zindana çevrildi, eski devirde
mevcut hürriyetler imha edildi yakınmalarıyla halkı bugünkü rejimden dünkü rejime
çevirmek imkanı yoktur. Halkı bugünkü rejimden yüz çevirtecek amil, ancak ve
ancak mevcut şartlarla kaybedilen fırsatların mukayesesi, ufak bir gayretle
istikbalde elde edilmesi mümkün kazançların karşılaştırılmasıdır.”229
1955 nüfus sayımına göre, 24 küsur milyon olan nüfusun %71’i, köylerde
oturmaktaydı. Gene bu sayıya göre çalışan, faal nüfusun %66.64’ü bilfiil ziraatla
uğraşmaktaydı. Bu durum, göstermekteydi ki Türkiye’nin iç politikasında en etkili
söz sahibi zümre bir müddet daha köylüler olacaktı. Bu tablo ortadayken,
Forumcuların Hür. Partinin seçimlerden başarılı çıkacağına dair inançlarını
korumaları kendilerini kandırmalarından öte bir anlam taşımıyordu. Ülke nüfusunun
büyük çoğunluğunu oluşturan köylü zümrenin oylarının nereye gideceğini tahmin
etmek güç değildi. Seçimlerden önce Forum yurttaşın ne ile ne arasında seçim
yapacağını şöyle ifade etmiştir: “Bugün karşımızda ne hürriyetlerimize mukabil,
daha süratli kalkınma ve iktisadi refah ve ne de adil ve ahenkli bir cemiyet düzeni
vadi mevcuttur. Yapacağımız seçme, karanlık kuvvetlerin, karanlık ve vuzuhsuz bir
şekilde geveledikleri bugünkü gibi bir keşmekeş hali ile hür insanların yaşayacağı,
adil ve müreffeh ve korkudan azade bir düzen arasında olacaktır. Hayale
kapılmayalım, önümüzde tercih edeceğimiz yollar bu kadar açık ve aydınlıktır. Bir
millet yaşama ve mesut olma şanslarını kaybetmek istemiyorsa, basireti kör
kuvvetler tarafından tamamen bağlanmamışsa, mutlaka aydın bir yola doğru
yönelecektir.”230
Seçim kanununda yapılan değişikliklerle vatandaşın sadece seçme hürriyeti değil
aynı zamanda seçilme hakkı da Anayasaya aykırı olarak kısılmıştı. Anayasanın
milletvekilliğine seçilmeye mani olan hallerine seçim kanundaki değişiklikle DP
buna bir yenisini eklemişti: ‘Muayyen bir zaman içinde bir siyasi partiden istifa
etmiş olmak hali.’ Böylece, herhangi bir sebeple bir siyasi partiden istifa etmiş
olmak, mesela hırsızlık suçundan mahkum olmak veya hacir altında bulunmak veya
da medeni haklardan ıskat edilmiş olmak gibi milletvekili seçilmeye mani bir hal
229
230
Niçin Sabırsızlanmayalım?, Başyazı, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957.
Neyin Seçimini Yapıyoruz, Başyazı, Forum, sayı:84, 15 Eylül 1957.
221
sayılmıştı. Hiçbir demokraside benzeri bulunmayan bu tedbirin alelacele kanuna
sıkıştırılmasındaki gaye herkesçe bilinmekteyken, bunu, DP’nin, siyasi ahlaksızlığı
önlemek için yapılmış gibi gösterme gayreti, DP’nin zihniyetini ortaya koyması
bakımından anlamlıdır.
Partiler arasında seçim eşitliğinin kaldırılmış olduğu bir ortamda 1957 seçimleri
yapılacaktı. Ayrıca, muhalefet partilerinin iktidar partisi ile propaganda gibi bir çok
konuda eşit imkanlara sahip olmadığı koşullarda, örneğin muhalefete radyodan
istifade veya basın organları aracılığıyla seçmenlere ulaşma yollarının tıkandığı
antidemokratik bir seçim sürecine girilmişti. Seçim güvenliği söz konusu değildi.
Nitekim hakimlerin üzerindeki baskıyı artıran ‘görülen lüzum üzerine’ emekliye
sevk hükmü, 1954 seçimlerinden daha da zor bir döneme girileceğinin işaretlerini
vermekteydi. Yüksek Seçim Kurulu üyeleri kanuni teminatlarını kaybetmişlerdi. Bu
bağlamda sandıktan çıkacak olan neticelerin ‘ulusun iradesi’ olarak nitelendirilmesi
mümkün değildi. Özetle, DP, her ne pahasına olursa olsun kendisinin iktidarda
kalmasını sağlayarak ve muhalif partilerin kazanmasını önleyecek her türlü tedbiri
almış olarak seçimlere gitmekteydi ve bunu da iktidar partisi olarak kendisinin en
doğal hakkı görmekteydi. DP’nin bu tutumu, rakibinin elini kolunu sımsıkı
bağladıktan sonra ‘haydi şimdi gel güreşelim’ diyen bir pehlivanın haline
benzetmek yanlış olmayacaktır.
Kaldı ki tarikatların ve bilhassa Nurcuların DP için oy toplama faaliyetleri göz
önünde bulundurulduğunda seçimlerin adaletinden kuşku duymamak pek mümkün
değildir. Nitekim bizzat Saidi Nursi’nin kendisine özel bir otomobil tahsis edilmiş ve
DP lehine seçim kampanyasına katılmıştır. Bu bahiste Forum’da şöyle
denilmektedir: “Yeşil şemsiyesi, kıyafet kanununa aykırı giyinişi, her şehirdeki
mürteci mensuplarının himayesinde dolaşan Saidi Nursi, Meşrutiyet’ten bu yana
memleket içerisindeki hareket ve faaliyetlerinden dolayı müteaddit takiplere maruz
kalmış, fikir ve neşriyatından dolayı da Cumhuriyet devrinde mahkum edilerek
eserleri toplatılmış ve kendisi Isparta’da ikamete mecbur edilmiştir. Ancak
Demokrat Parti hükümetleri döneminde, öteden beri takip eder göründüğü
faaliyetlerine, yeniden başlamış; 1957 seçimleri yaklaşırken de faaliyetlerini
genişletmiştir. Kendisine Eskişehir Şoförler Cemiyeti tarafından hediye edilmiş olan
hususi bir otomobil ile 1957 seçimleri esnasında Isparta ve civarında faaliyette
bulunmuş ve gerici muhitlerde seçimlerin DP lehine tecelli etmesine çalışmıştır.
Ankara, İstanbul, tekrar Ankara, Konya ve Eskişehir taraflarında seyahatlerde
bulunmuş ve ziyaretler kabul etmiştir. Saidi Nursi, halk efkarını tenvir vazifesini
deruhte etmiş olan gazetecilerden ve suallerinden kaçmaktadır. Talebeleri ve
yakınlarının beyanlarına göre, bütün memlekette 600 bin müridi vardır. Müritlerinin
sayısı bu kadar sarih bir şekilde belirtildiğine göre, ortada bir teşkilat mevcut
demektir. Merkezi Isparta olduğu kuvvetle tahmin edilen bu teşkilatın büyük
şehirlerde, ezcümle, Ankara, Samsun, Diyarbakır, Konya, Eskişehir ve muhtemelen
İstanbul’da da şubeleri bulunduğu kanaati hakimdir.”231
231
Saidi Nursi Meselesi, Başyazı, Forum, sayı:140, 15 Ocak 1960.
222
Aynı yazıda Saidi Nursi’nin propaganda faaliyetleri yürütmesinin cezalandırılması
gerekirken teşvik edilmesi ise şu şekilde eleştirilmektedir: “Eğer bu peygamberlik
iddiasında bulunan şahıs, birçok kanunu hiçe sayarak yani Kıyafet Kanunu,
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Milli Selamet Kanunu, Ceza Kanunu gibi,
serbestçe dolaşabiliyorsa, mevcut iktidar tarafından himaye görüyor demektir.
Çünkü aynı iktidar, muhalefet mensuplarını, kanunların kendisine tanıdığı toplantı
ve seyahat hürriyetlerinden, hem de dini siyasete alet etmedikleri yani suç
işlemedikleri halde mahrum etmiştir. Saidi Nursi, ‘Nur Meyvaları’ isimli risalesine
hiçbir serveti bulunmadığını ve halkın yardımı ile yaşadığını beyan ettiği halde,
Konya’da tevkif edilen Nurcu bir hocanın üzerinde 43 bin liranın mevcut olması,
üzerinde dikkatle durulacak bir noktadır. Yine, Ankara’da kendisi için tutulan evin
iki aylık kirasının müritlerince ödendiği hadisesi üzerinde durulacak olursa, Saidi
Kürdi’nin taraftarlarının kuvvetli ve mali bakımdan kaynağı meçhul yardımlar
gören bir teşkilata bağlı olduklarına kuvvetli bir delildir. Saidi Nursi’nin yakınları
daimi surette kendisini gazetecilerden kaçırmışlar, mülakat taleplerini de
reddetmişlerdir. Yegane tavsiyeleri ‘Nur Meyvalarını okuyun’ olmuştur. Gazetecileri
kabul edemeyecek kadar hasta olduğu, hasta olduğu halde doktora ihtiyacı olmadan
kendi kendisini tedavi edebilecek kadar da ‘ilmi tıbba aşina bulunduğu’ söylenen 93
yaşındaki bu adamın Ankara’da bulunduğu zaman zarfında, DP’nin Şark vilayetleri
mebuslarını kabul etmesi ve onlarla saatlerce görüşmesi ve fakat CHP li bir
milletvekilini de kabul etmemesi üzerinde dikkatle durulacak ve Saidi Kürdi’nin esas
maksadının ne olduğunu ortaya çıkarmaya yarayacak bir ipucudur.”
Saidi Nursi’nin Demokrat Parti ile ilişkisini ortaya koyan şu sözler ise dikkat
çekicidir: “Saidi Kürdi’nin ‘Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede
Müslümanları DP cephesine topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu
Risaleyi Nurlarla komünizm ve masonlukla savaşacağız. Müslüman demokratların
göstereceği yardıma inanıyorum. Bundan ötürü birkaç kere Ankara’ya gittim.
Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa sayın Adnan Bey ve Tevfik İleri ve sayın
Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim’ şeklindeki sözleri, kendisini Millet
Meclisi’nin üstünde gördüğünün ve daha ötesi açıkça Demokrat Parti için din
propagandası yaptığının ispatıdır. Nur Meyvaları isimli risale Atatürk inkılaplarına
aykırıdır. Senelerce elde etmek için uğraştığımız yeni sosyal nizamın fikren
benimsemeye çalıştığımız Batı medeniyeti, böyle bir hareket karşısında ciddi olarak
zedelenmez mi? Laik bir devlet nizamı içinde dini ibadet serbest olduğuna göre, din
ile bir ilgisi olamayan bu hareketin kanunlarımızın müeyyidesi altında takibata
maruz kalması icap ederken, bir de Demokrat Parti iktidarınca himaye görür bir
şekilde tezahür etmesi ciddi bir endişe mevzuu olmaktadır.”
27 Ekim 1957 seçimleri yapılmış ve sandıktan DP iktidar partisi olarak çıkmıştı.
Forum, seçimlerden hemen sonraki sayısında seçim sonuçlarının değerlendirildiği
bir başyazı kaleme almıştır. Başyazıda şöyle denilmekteydi: “Seçimlerin
neticesinden hiçbir partinin tam olarak memnun olduğu söylenemez. İktidar partisi
oldukça büyük bir ekseriyetle işbalında kalmaya muvaffak olsa da, aldığı oyların
adedinde ve nispetindeki önemli düşmeler, bu Mecliste daha az temsilciyle gelme
durumuna intaç etmiştir. Bu seçimler CHP’yi de tam olarak tatmin etmemiştir. Bu
parti işbirliğinden çekilip seçimlere yalnız olarak girme kararını verdiği zaman
223
millete karşı iktidarı yalnız başına devirme vecibesinin manevi mesuliyetini de
yüklenmiş oluyordu. İşte bu sorumluluğu hissederek, seçim propagandasını
ayarlamış ve iktidarı devirebilmek için altı ay sonra nispi seçim esasından seçimleri
yenileme vaadinde bulunmuştu. Bu suretle kendi partisine mensup olmayan, taraflı
tarafsız birçok vatandaşın da oylarını alarak 1954 yılına nispetle oy miktarını 650
bin kadar artırmış oluyordu. Fakat bütün bu gayretlere rağmen büyük bir rey
kayması meydana gelmemiş ve iktidarı ele geçirmemiş olması, bu seçimlerden
CHP’nin de tam olarak tatmin edilmediğini ifade eder.”232
Seçimlerde Hür. Partinin başarısız olmasını Dergi şöyle değerlendirmekteydi:
“Daha önceki sayılarımızda demiştik ki, memlekette seçmen karşısına ‘CHP mi DP
mi?’ tarzında bir seçme şıkkı koyarsak, netice hiç de parlak olmayacaktır. Çünkü bu
takdirde seçmen 1950 ile 1957 devresini, CHP devresiyle mukayese edecek ve
neticede de DP lehine reyini kullanmaya temayül edecektir, demiştik. Hakikaten
CHP’nin takip ettiği seçim mücadelesi taktiği ve bunun basın tarafından da
benimsenişi, halkı DP ile CHP arasında bir seçim yapmaya zorlamıştır. Seçmenin
büyük bir kısmı DP’den memnun olmadığı halde reyini gene de DP lehine vermiş ve
DP liderlerinin muarız olarak CHP ile karşılaşmaktan fazla çekinmedikleri seçim
kampanyası esnasında söyledikleri nutuklardan açıkça anlaşılmıştır. Memleketin
zengin mıntıkaları sayılan Batı Anadolu iktisadi sıkıntılar ve rejim buhranına
rağmen, DP’nin iktidarda kalmasını CHP’ye tercih etmiştir. Rejim meseleleri
bahsinde daha hassas olması gereken zengin ve şehirleşmiş bölgelerde DP’nin elan
CHP’den daha fazla rey alışı hadisesi üzerinde ciddiyetle düşünmek lazımdır. CHP,
Orta ve Doğu Anadolu gibi bazı fakir bölgelerde son yıllarda artan iktisadi
sıkıntılar yüzünden oy almış görünmektedir. CHP’nin tek başına DP ile
karşılaşmasında iktidarı alamayacağı yolundaki tahminimiz tahakkuk etmiştir.
Tahminlerimiz arasında tahakkuk etmeyen yegane nokta Hür Partinin reylerinin bu
kadar dağılmasıdır. Bu seçimlerde müşahede ettiğimiz diğer bir hususiyet,
işbirliğinin tahakkuk ettirilemeyişi yüzünden halkın DP iktidarına karşı heyecanlı
bir mücadele yoluna sevk edilmeyişidir. Seçimlere düşük iştirakin sebeplerinden biri
de bu olsa gerekir.” 233
Forum, ayrıca, 1957 seçimlerinde nispi temsil sisteminin uygulanmış olması halinde,
siyasi tablonun daha farklı olabileceğine işaret eder. Bununla beraber, iktidar
partisinin oylarındaki gerilemelerin iktidar partisinin totaliter eğilimlerinde bir
gerileme ile sonuçlanabileceğine dair tahminde bulunur. Şöyle denilmektedir: “1954
seçimlerinden sonra DP hükümetleri hürriyetleri tahrip yoluna sevk eden amillerden
biri de seçimlerde muhalefetin zayıflamış olarak çıkmasıydı. Bugün durum tam
tersidir. Bu bakımdan hükümet, Meclisteki adedi ekseriyetine güvense de bir evvelki
devrede olduğu kadar muhalefetin haklarına tecavüz etme cesaretine sahip
olamayacaktır.”234 Ancak Forum’un atladığı bir nokta vardı, DP li yöneticiler,
oylarının düştüğü ve TBMM’de temsilci sayısının azaldığı gerçeğini dışarıda
bırakarak, partisinin üç seçim üst üstüne halkın takdirini kazanmış olduğu savını ileri
sürebilirlerdi, ki DP liler bunu yapmışlardır.
232
Seçimin Düşürdükleri, Başyazı, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957.
Seçimin Düşürdükleri, Başyazı, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957.
234
Seçim Sonunda Türkiye, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957.
233
224
Forum, seçimlerden sonra bir müddet Hür. Partinin başarısızlığının değerlendirildiği
yazılarda CHP’ye yüklenmişse de, bu, 1958 yılı başından itibaren azalmaya
başlamış, yerini DP’ye yönelik yoğun eleştiri yapma eğilimine bırakmıştır. Zaten
24 Kasım 1958 tarihinde Hür. Parti de CHP’ye katılma kararı vermiştir. Bu noktada
şunu hemen belirtmek gerekir ki Hür. Partinin bu tercihini etkileyen faktörlerden bir
tanesi de seçim sistemidir. Çünkü Hür. Parti iki parti arasında süren rekabete bir
üçüncü parti olarak iştirak etmiş, ancak DP’nin yerine geçememiş, bu başarısızlık
sonrasında eriyerek yok olma ve bir parti ile birleşme seçeneklerinden ikincisini
tercih etmiştir.
Aslında, eğer Hür. Parti, DP’nin yerini alabilmiş olsaydı, Türk demokrasisi bundan
çok karlı çıkabilirdi, demek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu kez rekabet kurucu
düşünce üzerinde mutabık olan iki ideoloji arasında gerçekleşebilecek, DP üçüncü
parti durumuna düşmüş olacağından eriyecek, nihayetinde Türk demokrasisi
demokrat iki partinin rekabeti düzenine kavuşacak, bunun bir sonucu olarak veya
buna eşlik eder şekilde, ülkenin kalkınmasına dair sorunlar gündemin baş maddesi
olacak, tüm ülke iktisadi kalkınma için seferber edilebilecek ve az gelişmişlik tarihe
gömülebilecek, Türk toplum yapısı değişecek, tüm bunların neticesinde de geri
unsurlar marjinalleşecek ve Türk siyasetindeki etkilerini kaybedebileceklerdi. Öte
yandan, bu varsayımlar, böyle olsaydı, Türk demokrasisi ilelebet korunaklı olacağı
şeklinde yorumlanmamalıdır. Fakat bunlar gerçekleşmiş olsaydı, Türk demokrasinin
bağışıklık sistemi güçlenmiş olacağından, her türlü totaliter eğilimle mücadele
etmek, sonraki yıllarda daha kolay olabilecekti, bir diğer deyişle demokratik rejim
kurumsallaşabilecek, Türk demokrasisi güçlenebilecekti.
Aralık 1958’de köy, kasaba ve şehirlerde muhtar seçimlerinin bir yıl sonraya tehiri
kararı alındı. CHP sözcüsü, 1957 seçimlerindeki aksaklıklar üzerinde ısrarlı şekilde
durarak, muhtar seçimlerini bir kere daha tehir etmenin zararlarını belirtti ve teklifin
reddini istediyse, de CHP’nin istemi reddedildi. DP, 1957 seçimlerinden önceki
iktidar döneminde; muhtarlar ve ihtiyar heyetleri seçimlerinin ertelenmesi kararı
almış, ancak ikinci bir erteleme kararı alacakken, bu kez seçilme yılını iki yıldan
dört yıla çıkarmış, yani kanun değişikliğine gitmiştir. Ancak kanunda öngörülen dört
yıllık sürenin de dolmasına yakın, seçimlerin yeniden tehir edilmesi kararı almayı
uygun bulmuştur.
Daha açık bir ifadeyle 1957 seçimlerinde oy oranını düşürmüş olmasına rağmen
iktidar partisi, 1954 devresindeki uygulamalarından geri atmadığı gibi, artan oranda
daha da radikal kararlar almaya devam etti. Meclisteki DP grubu iktidara açık çek
vermiş olduğundan, Mecliste muhalefet milletvekillerinin itirazları pek anlam
taşımamaktaydı. Forum, DP grubunun bu tavrını ‘memleketçi ölçülerden
uzaklaşmak’ olarak nitelendirmiştir.235
235
Geri Bırakılan Seçimler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:113, 1 Aralık 1958.
225
Forum, seçim bölgelerinin yeniden tanzim edilmesi hususunda da yazılara
sayfalarında yer vermiştir. Bununla beraber bu konudaki yazıların sayısının az
olduğunu belirtmek gerekir. Bunun sebebini, seçim bölgeleri meselesinin seçim
sisteminden bağımsız görülmediğinde aramak yanlış olmayacaktır. Ancak şunun da
altını çizmek gerekir ki seçim sistemine dair yazılarda da seçim bölgeleri bahsine
geniş ölçüde yer verilmemiş, birkaç cümle ile böyle bir sorunun da var olduğuna
değinmekle yetinilmiştir. Örneğin Cemal Aygen bir yazıda bu konuya şöyle bir
paragraf ayırmıştır: “Bazı kazaların nüfusu diğer bazı vilayetlerin nüfusunun iki
veya üç misli olduğu halde, bir mebus çıkarmaktadır. Bu, adaletli değildir. Gerek
nüfus gerekse seçmen sayısı itibariyle birbirine eşit seçim bölgeleri kurmak, birkaç
ilçeyi birleştirerek bir tek seçim bölgesi ittihaz etmek, nüfusu çok fazla olan illeri
bölerek yeni seçim bölgesi teşkil etmek…üzerinde uzun çalışmayı gerektiren bir
meseledir. Henüz dört seçim geçirmiş olan memleketimizde bu hususta gidilecek
olan değişikliklerde azami özen gerekmektedir. Aksi halde çıkabilecek olan
karışıklıklar seçim sisteminden sağlanacak faydayı da asgariye indirir.”236
1951’den beri ara seçimi yapmamış olan DP iktidarı, 1959’da da ara seçimleri geri
bırakmıştı. 1954’te iki yıl için seçilmiş olan köy muhtarları ve ihtiyar meclisleri ile
şehir ve kasabalardaki muhtar ve ihtiyar heyetleri, üçüncü defa süreleri uzatılmak
suretiyle, seçmenden almadıkları bir yetkiyi DP li milletvekillerinin bir bağışı olarak
almışlardı. Kanunun açık hükmüne göre 1959 yılında yenilenmesi gereken il genel
meclisleri ile belediye meclisleri seçimleri de 1960 sonbaharına bırakılmıştı
Forum bu hususta şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Seçim yapmama
kararlarının hukuki bakımdan milli hakimiyet ve Anayasa prensiplerine aykırılığı ve
siyasi manası açıktır. Anayasamızın ve seçim kanunumuzun açık, amir hükümleri
boşalan milletvekilleri için ara seçimi yapılmasını emrettiği halde, bir takım tefsir
oyunlarına ve hukukla ilgisi olmayan mütalaalara sığınarak, Anayasa ve kanun dışı
tatbikat savunulmak istenmişti. Hakikatte, siyasi mülahazalarla ve partizan
hesaplarla, milli hükümranlığın temel müesseselerinden biri olan ‘seçim müessesesi’
feda edilmiştir. Hakikatte, seçimlerin yapılmamasının sebebi DP’nin bugünkü
şartlar içinde bir seçim kampanyasının hararetli ve hareketli havasını göze
alamamasıdır; seçimlerin sonucuna güvenememesidir. Seçimler yapılsa idi, bugünkü
heyetler, geniş ölçüde, yerlerini muhalif parti mensuplarına terk edeceklerdi.
Milletçe bu tehlikeli tutumu teşhis edip haklarımızı korumakta titiz olmalıyız.”237
27 Mayıs askeri müdahalesinin gerekçelerinden bir de DP’nin seçimlerden
kaçmasıdır. Ara seçimler ve muhtar seçimlerindeki kaçış genel seçimlerden de
kaçma eğilimine varmıştı. Normal şartlarda 1960 baharında yapılması beklenilen
genel seçimlerin yapılmayacağına dair kanaat oluşmaya başlamıştı. Forum, bu
çerçevede şöyle demektedir: “İktidar partisi kendisini 1960 baharında, genel
seçimler yapılacağı beyanı ile açıkça bağlamak istemediği anlaşılıyor. Bununla
beraber iktidar partisi kesif bir yer altı faaliyetine girmiştir. Saidi Kürdi ve
benzerlerinin eteği altında, memleket bir baştan diğer başa taranmakta, iktidara
236
237
Cemal Aygen, Mutlaka Nispi Temsil, İncelemeler, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959.
Seçim Korkusu, Başyazı, Forum, sayı:129, 1 Ağustos 1959.
226
yürek verecek bir ön hava hazırlamaya gayret edilmektedir. Bu yeni propaganda
biçiminde milli kurtuluş günleri kullanılmaktadır. Günün karakterinden doğan,
coşkun his ve duyguların izharı, iktidar partisinin liderine karşı taşınan duyguların
tezahürü intibaını uyandıracak biçimde, radyo ile bütün yurda duyurulmaya
çalışılıyor.”238
Forum, 1957 seçim sonuçlarından sonra, aydınların seçim neticelerini tahmin
etmede başarısızlığının nedenlerini araştıran yazılara da yer vermeye başlamıştır.
Bu, askeri müdahaleye kadar sürmüştür. Çıkan bu yazıları, Forum’un Hür. Partiye
verdiği desteğin muhasebesi çerçevesinde değerlendirmek yerinde olur. Öte yandan,
Forum, aslında aydınların Anadolu insanının seçim davranışlarını tespit etmedeki
güçlüğüne vurgu yaparken, kendi hatasını kabul etmekle birlikte, bu gibi hataların
Cumhuriyet sonrası Türk aydınlarının genelinde görüldüğüne işaret etmekte ve
böylece Forum’un hatasının bir ölçüde mazur görülebileceği kanısını okurlarında
uyandırmaya çalışmaktadır. Forumcuların kendi kendilerine sordukları sorular ise
şöyledir: “Niçin sık sık yanılıyoruz? Bu yanılmalarımız yurdumuzu bütünüyle
tanımamamızdan mı ileri geliyor?”
Bu bahiste Forum’da yayınlanan Aziz Nesin’in incelemesindeki şu sözler dikkat
çekicidir: “Birçok iller, ilçeler gördüm; oralarda bir partinin seçimi kazanmasının
o partinin programı ile tutumu ile hatta adı ile hiçbir ilgisi yoktu. Oralarda seçimi,
politika, parti kazanmıyor, herhangi bir adam kazanıyordu. Bir parti için, orada
seçimi kazanmak, falan kişiyi aday olarak elde edip edememesine bağlı. Seçim
şansını, aday listesine girdikleri parti lehine değiştirebilen kimseler olduğu içindir ki
partiden partiye ayartmalar, aktarmalar da sık görülüyor. Şimdi siz, bir büyük
kentte oturan bir aydınsanız, herhangi bir partinin seçimi kazanmasında,
hürriyetleri, demokratik hakları, iktisadi meseleleri ilk plana alır, buna göre bir
yargıya varırsınız. Ama hiçbir zaman bunların dışında Bay filancanın şu ilçede bir
partiye seçimi kazandırabileceğini düşünemezsiniz. Bu yüzden Türkiye’de bir TürkGürcü meselesi çıkarılmıştır, bir Alevi-Sünni ayrılığı yaratılmıştır. Bunlar
gazetelere bile geçmez, kamuya duyurulmaz, ama vardır ve var edilmiştir. Gizli
gizli, bu ayrılık duyguları şişirilmiş, seçimlerde bundan yararlanma yolları aranıp
bulunmuştur. Bütün bu bölge özelliklerini bilmeyen bir büyük kent aydını, elbette
sanılarında yanılacaktır.”239
Yazı şöyle devam etmektedir: “Bir örnek vereyim. Burası bir Karadeniz ilçesidir.
Bu zengin Karadeniz ilçesinde 1960 Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına karşı,
gerçekte derebeylik düzeni yürürlüktedir. Yüzde yüz bir Ortaçağ derebeylik düzeni
olmasa bile, yine de bir derebeylik kırması..O ilçenin başta ekonomik, sonra da buna
bağlı bütün toplumsal düzeni üç büyük derebeyi ailesinin elinde. Şimdi durumun
gülünçlüğünü şöylece gözünüzün önüne getiriniz. Bu üç derebeyi ailesi de
‘demokrasi!...’ diye bağırıyorlar. Bağırarak istedikleri demokrasi gerçekten gelirse,
önce kendi derebeylikleri ortadan kalkmaz mı? Yani dayanaklarının temellerini
sarsıyorlar. Ama onların demokrasi diye istedikleri, o ilçede kendi nüfuzlarının daha
238
239
Yeni Propaganda Örneği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:140, 15 Ocak 1960.
Aziz Nesin, Seçimin Kazanılması, , İncelemeler, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960.
227
da genişlemesidir. Daha güçlü, daha sağlam duruma gelmek istiyorlar. Böyle
olunca onlar için partinin adı hiç de önemli değil, bugün işlerine öyle geldiği için şu
parti içinde ‘demokrasi’ diye bağırırlarken, yarın yine işlerine öyle geldiği için bir
başka parti bayrağı altında ‘demokrasi’ diye bağırabilirler. Şimdi, bir büyük kentin
içindeki aydın, hangi hesaplara dayanarak yanılmayacağı bir yargıya varabilir?”
Yazı çarpıcı örneklerle şöyle dürmektedir: “Bir bölgede seçim öncesi tütüne verilen
prim, başka bir bölgede fındığa verilen prim seçimi etkileyebiliyor. Bakınız, çay
ekim bölgesinde, bir ‘iki buçuk yaprak’ işi var ki çay bölgesi dışında bunu bilen pek
yoktur, sanırım. İşte bu ‘iki buçuk yaprak’ bile seçimler için önem kazanabilir. Çay,
yerden 60 santim kadar yükselen bir bitkidir. Bu bitkinin dallarının ucundaki iki
yapracıkla, en uçtaki filize ‘iki buçuk yaprak’ adı veriliyor. Çay fabrikalarının çay
için, ekiciden aldığı işte bu iki buçuk yapraktır. Daha aşağıdaki yapraklarda tein
maddesinin oranı düşüyor. Ekici, çok para kazanmak için, daha aşağıdaki
yaprakları da satmak ister, fabrika almak istemez. Tekel’in seçimden önce iki buçuk
yaprağı beş yaprağa çıkarması, çayın alış fiyatını artırması, yapma gübrenin bol ve
daha ucuz verilmesi, o bölgedeki seçimlerde rol oynayabilir. Fındık kabuğunun bile
seçimlerle ilgili olduğunu düşünebilir miydiniz? Fındık, iki milyon insanı
ilgilendiren bir üründür. Fındık kabuğunun, bir bölgede halkın en başta gelen kış
yakacağı olduğunu, bu yurt gezisine çıkmadan önce bilmiyordum. Fındık bölgenin
çok yerinde belediyelerin dağıttığı fındık kabuğunun DP kartı ile, Vatan cephesi
kartı ile alınabildiğini hesaplarsanız, fındık kabuğunun seçimlerdeki rolünü de
anlamış oluruz. İlçelerin il yapılması için verilen sözler de artık herkesin bildiği bir
seçim propagandasıdır. İl olacakları umuduyla muhaliflerin sustuğu ilçeler vardır.
Samsun ile Bafra arasındaki sık ormandan bugün tek ağaç kalmamışsa, bu büyük
ormanın ulu ağaçları, seçim kazanma uğruna şehit edilmişlerdir. Adapazarı
ormanları, yarıdan çok azalmışsa, bu ağaçlar da seçim kurbanlarıdır. Herşey yine
dönüp dolaşıp eğitime dayanıyor. Bizim de tahminlerimizde, yargılarımızda
yanılmalarımız, dar çevremiz içinde sıkışıp kalmamızdan, yurdumuzu iyice
tanımamamızdan ileri geliyor, sanırım.”
DP’nin erkene alması beklenen, bir diğer deyişle 1960 Mayıs’ında yapılacağı sanılan
genel seçimleri ertelemesi, Forum tarafından Nisan 1960’ta çıkan iki sayıda şiddetle
eleştirilmiştir. 146. sayısında Forum şöyle demektedir: “Seçimin öne alınmak
istendiğini gösteren ve son zamanlarda şahit olduğumuz başlıca olay ve faaliyetler
şunlardı: Yeni bütçe çok kabarık bir masraf yekununa göre hazırlanmış ve istikrar
programı bakımından zaruri olan bütçe denkliği esası tamamen unutulmuştu. Yeni
masrafların bilhassa köy yolları, suları ve okulları ilgilendirmesi, tabiatıyla
köylülere vaat edilen bu hizmetler ile oyların kazanılmak istendiği tahminine yol
açmıştı. Fındığa ödenmekte olan ihracat primi 620 kuruşa yükseltildikten sonra, son
olarak tütünün ihracat primi de 620 kuruşa çıkarılmıştır. Prim değişikliklerinin
başlıca sebebi, büyük sayıda müstahsili ilgilendiren bu iki mühim maddenin dahili
fiyatlarını yükseltmek ve bu suretle müstahsilleri seçim arifesinde memnun etmekti.
Bütçenin kabulünden sonra Meclise beş haftalık uzun bir tatil verilmiştir. Bunda
maksat, vekillerle DP’ye mensup mebusların memleket dahilinde propaganda ve
nabız yoklaması seyahatlerine çıkmaları ve İstanbul’da başvekilin çeşitli zümrelerle
temas etmesini sağlamaktı. İktidar, radyoda ve kendine tabi gazetelerde son
228
haftalarda memlekette DP’ye katılmaların fevkalade yükseldiği intibaını yaratmak
istemiştir. İşadamları ve münevverler üzerinde tazyikler yapılmış ve bu tazyikler
neticesinde DP’ye iltihak edenlerin isimleri zafer teranesi ile radyoda ve DP
gazetelerinde ilan edilmiştir. Bu suretle DP lilerin maneviyatı yükseltilmek
istenmiştir. Bayram sırasında İzmir’e giden başvekil yardımcısı, başvekile en yakın
icra vekili sıfatıyla konuştuğunu ilan ederek seçimlerin ilkbaharda yapılacağını
söylemiştir. Bu işaretler, başvekilin seçimleri 1960 ilkbaharında yapmak niyetinde
olduğunu göstermekteydi.”240
Aslında bu beklentinin temel sebebi, 1961 yılından itibaren baş göstereceği tahmin
edilen
iktisadi sorunlar öncesinde başbakanın genel seçimlere gideceği
varsayımıydı. Nitekim Ağustos 1958’de elde edilen dış krediler sayesinde ithalat
yapılarak senelerdir mal kıtlığından kırılan piyasalara yeniden mal arz edilmiş
olması, diğer yandan 1960’dan itibaren borç taksitlerinin ödenmesi mükellefiyeti
dolayısıyla, ileride ve bilhassa 1961’de ithalat imkanlarının yeniden daralması ve
mal buhranlarının belirmesi tehlikesi mevcuttu ve bu tehlike sonrasında Menderes’in
genel seçimlere gitmesi halinde iktisadi buhranın ağır sonuçlarından kaynaklı tekrar
iktidara gelemeyecek olması muhtemeldi. İşte bu noktadan hareketle, aydınlar ve
tabii Forumcular 1960 yılı içinde bir erken seçim beklemekteydiler. Ancak 1960
Mart’ından itibaren DP’nin seçimlere gitmeyeceğine dair işaretler görülmeye
başlamıştı ve nihayetinde Nisan 1960’da iktidar, genel seçimlerin geriye
bırakıldığını ilan etti. Forum bu hususta şöyle demekteydi: “DP’nin kazanma
şansları bakımından öne alınması icap eden bir seçimi tehir etmeye sevk eden husus
nedir? Bu karar, seçimler öne alınsa dahi, seçimin kaybedileceği korkusunun
kuvvetlendiğini gösteriyor.”
DP’nin normalde 1961 yılında yapılacak olan seçimleri, olası iktisadi buhranının
etkisi ile seçimlerde oy kaybetmemek için seçimleri öne çekmeye niyetlenmiş,
Kayseri hadisesinden sonra da 1960 Mayıs’ında genel seçimlere gitmekten geri adım
atmıştı. Bilindiği üzere 3 Nisan 1960 tarihinde yapılacak olan Kayseri İl Kongresi’ne
katılmak için CHP genel başkanı Kayseri’ye gitmeye karar vermiş, Kayseri valisi
İnönü’ye gelmemesi yönünde uyarıda bulunmuş, İnönü ise gitmekte kararlı
olduğunu ifade etmiş, İnönü tren ile yola çıkmış ancak vali treni Kayseri
yakınlarında durdurmuş, İnönü trenden inip Kayseri yönünde arabayla devam
etmeye koyulmuş, bunun üzerine Yeşilhisar’da askeri kuvvetlere vali barikat
kurdurmuş, İnönü ise arabadan inip yürüyerek barikatı aşmaya yönelmiş, askerler de
valinin emirlerine karşı çıkarak barikatı açmışlar ve İnönü’ye sevgi gösterisinde
bulunmuşlardı.241 İşte Menderes’i bu olay çok etkilemiş ve seçimleri 1960
Mayıs’ında yapmama yönünde karar almaya sevk etmişti.
Kayseri hadisesi DP’nin sonunun başlangıcı olmuştu. Çünkü Menderes bu olaydan
sonra CHP’nin kapatılması için tahkikat komisyonu kurulması kararını almıştı.
Aslında CHP’nin kapatılması düşüncesi CHP’nin mallarına el konulmasından
itibaren DP gündeminden düşmemiş bir plandır. 21 Eylül 1958 tarihinde İzmir’de
240
241
Seçimler Geri Bırakılıyor, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:146, 15 Nisan 1960.
Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, cilt III, İstanbul:Remzi Kitabevi, 1980, s.386-390.
229
yaptığı konuşmada Menderes, bu planı gerçekleştirmeye dair isteğini açıkça ifade de
etmişti. Ancak DP yöneticilerinin bu hayalleri gerçekleşemeyecektir. Tahkikat
komisyonunun göreve başlaması ile, büyük kentlerde asker ve sivil, öğrenci,
meslekli tüm aydınlar sokaklara dökülecektir. Burada Demokrat Parti Meclis
grubunun tahkikat komisyonu kurulmasına giden yolda nasıl bir anlayış içerisinde
olduğunu göstermek bakımından 21 Nisan 1960 tarihinde parti grubu toplantısından
ilginç bazı sözleri nakletmek yerinde olur.
Grupta konuşan milletvekilleri birbiriyle yarışır şekilde demokrasi ile bağdaşmaz
sözler etmişlerdir. Mesela Ahmet Hamdi Sancar şöyle demiştir: “Demokrat Parti
grubunun ekseriyette olması itibariyle TBMM’nin hüviyetini taşıdığını, Türkiye’nin
ve milletin bütün mukadderatına hakim bulunduğunu ilan etmek ve kabul ettirmek
lazımdır……Şimdi artık tahkikat yapma için değil, meydanda gezen suçluyu
muhakeme etmek için mahkeme kuracaksınız. Yapılacak iş budur. Suçlu
meydandadır.” Sancar’ın işaret ettiği suçlu CHP’dir. Şu halde bütün CHP liler suçlu
olarak idam edilebilirlerdi.
Nitekim Nusret Kirişçioğlu şöyle demekteydi: “….Memlekette hakiki sükunun
kurulması için bir an evvel bir hususi mahkemenin kurulması zaruridir.” Bahadır
Dülger’in şu sözleri ise Türk siyasal yaşamında Demokrat Parti’yi ‘demokrasinin
simgesi’ konumuna getirmeye çalışanlara bir hatırlatma olması bakımından
önemlidir: “İsmet Paşa ölür ama leşi ortada kalır. Tefessüh etmiş leşi zihniyeti kalır.
Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. Başvekilimiz, başımız ve büyüğümüz olarak,
mahkemelere intikal edecek davalar yolu ile bu işin halledilemeyeceğini
söyledi…..Anayasaya muhalefet var, yok. Teknik komisyon onu tetkik etsin. Fakat
kurduğumuz tahkikat komisyonuna acil ve müessir müeyyidelerle salahiyetlerin
verilmesi zaruridir. Hareketleri takip ve tahkik edecek ve hükme bağlayacak hususi
salahiyetli mahkemelerin kurulması bugün bir mecburiyet halindedir.”242
Zeki Erataman ise şöyle demiştir: “….ne pahasına olursa olsun CHP lilerin teşri
masuniyetlerini kaldırmak zaruretindeyiz. Mebusu tevkif edeceğiz. Kanunda yeri
varmış, yokmuş, tıkarız içeriye. Kanunu da, sonra çıkartırız. Başta Sıdık Sami Onar
içeri girecek.” 243 Bu sözleri söyleyen kimselerle ilgili olarak Yasssıada
mahkemesinde Demokrat Parti liderlerinden Celal Bayar’ın şu sözleri ilginçtir: “Bu
kanunu hazırlayanlar, menfaat saiki ile memleketi zarara sokacak insanlar
değildiler.”
Hatırlatmak gerekir ki DP liler, tahkikat komisyonunun kurulması hakkındaki kanun
tasarısını Meclis Genel Kuruluna ‘İstiklal Mahkemelerinin bir benzeri olduğunu’
beyan ettiler. Nitekim Hadi Tan ile Reşat Akşemsettinoğlu’nun tahkikat komisyonu
ile istiklal mahkemesi arasında paralellik kurduğu konuşmalarının akabinde CHP
milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata şunları söylemiştir: “Arkadaşlar…Açık ve cesur
242
Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisinin Mevkii II, Ankara:Ayyıldız
Matbaası, 1965, s.34.
243
Fahir Giritlioğlu, 1965, a.g.e., s.35.
230
olunuz, tasarının başlığını şöyle yazınız: ‘CHP ve Basın aleyhine tahkikat yapmak
için kurulan DP encümenine, Anayasa dışı fevkalade salahiyetler verilmesi hakkında
kanun teklifi’ Böyle deyiniz ki perde tam açılsın!” 244 Perde açılmış ve perdenin
açılışıyla Türk ulusu sevince boğulmuştu: Türk Silahlı Kuvvetleri, ulus adına,
antidemokratik DP iktidarını düşürmüştü.
Nadir Nadi 27 Nisan 1960 tarihinde Cumhuriyet’teki ‘Nasıl Bir Rejime Gidiyoruz?’
başlıklı yazısında tahkikat komisyonu bahsinde şunları yazar: “Bugün Büyük Millet
Meclisinde görüşülecek olan kanun teklifi kabul edildiği takdirde, artık Türkiye’de
hürriyet rejiminin göstermelik kabilinden olsun yürürlükte bulunduğunu, ne içeride
ne de dışarıda kimseye kabul ettiremeyeceğiz. Büyük Millet Meclisi tarafından
Soruşturma Komisyonuna tanınması istenen yetkiler, Anayasanın vatandaşlara
sağladığı hak ve hürriyetleri tamamen ortadan kaldıracak kuvvettedir. Komisyon
dilediği kimseyi, dilediği gibi sorguya çekecek, evlerde, bürolarda araştırmalar
yapacak, her türlü evrak, vesika veya eşyayı zapt edebilecek, vatandaşlara ceza
verebilecek, gazeteleri toplatabilecek, matbaaları kapatabilecektir. Komisyonun bu
tasarruflarına karşı vatandaşa hiçbir itiraz hakkı tanınmamaktadır. Bu şartlar altında
bir hukuk rejiminin himayesi altında yaşadığımızı iddia etmek güç olacaktır. Ama
buna rağmen iktidar sorumluları ne kendilerini, ne de yurdumuzu, özlenen huzura
kavuşturamayacaklardır. Hukuka ve adalete sırt çevirenleri bekleyen akıbet, eninde
sonunda hüsrandır. Hukukun olmadığı yerde orman rejimi hüküm sürer. Haklı
haksızı değil, kuvvetli zayıfı yener. Böyle bir idare anlayışı ise insan tabiatına
aykırıdır, uzun zaman payidar olamaz.”245
2.Siyasi Partiler
Türkiye’de partiler arasındaki mücadeleyi 1908’den itibaren başlatmak yerinde olur.
Abdülhamit’in istibdat rejimini devirmek için Jön Türklerin birleşmesiyle
oluşturulan İttihat Terakki, içinde farklı gayelere sahip kimseleri bulundurduğundan,
istibdat rejiminin devrilmesinden sonra parçalanmış ve ortaya yeni partiler
çıkmıştır.Ancak İttihat Terakki içinden kopan bu partiler, İttihat Terakki’nin
güçlenmesiyle, siyasi alandan silinmişlerdir. İttihat Terakki, 1918 yılına kadar yedi
yıl tek parti olarak kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve Osmanlı’nın bu
savaştan ağır kayıplarla çıkmasının faturası İttihatçılara kesilmiş ve bu da, İttihat
Terakki’nin sonunu hazırlamıştır.
Kurtuluş Mücadelesi sırasındaki müdafaa-ı hukuk hareketleri particiliği reddetmiş
olmakla birlikte, önceleri Halk Fırkası olarak anılacak olan CHP’nin bu hareket
içinden çıkmış olduğunu söylemek mümkündür. Cumhuriyetin ilanından sonra
Devrimin yerleştirilmesi sorumluluğu bu partinin omuzlarına yüklenmiştir. 1923
senesinden 1945 senesine kadar, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası tecrübeleri hariç olmak üzere, 1923-1945 arasında CHP siyasal
yaşamdaki tek parti olmuştur. Bu dönemde çok partili yaşama geçme girişimlerinde
244
Fahir Giritlioğlu, 1965, a.g.e., s.36.
Nadir Nadi, Atatürk İlkeleri Işığında Uyarmalar-Bir İflasın Kronolojisi 1950-1960, İstanbul:
Cumhuriyet Yayınları, 1961, s.312.
245
231
bulunulmuş olması itibariyle, dönem için ‘tek parti rejimi’ ifadesini kullanmanın
uygun olmadığı düşünülmektedir. Zaten, eğer bu yıllarda tek parti rejimi hakim
olmuş olsaydı, çok partili yaşama, tecrübe edildiği şekilde sorunsuz geçmek
mümkün olmazdı.
Çok partili yaşama geçtikten sonra, geniş bir parti içi koalisyona sahip CHP’nin
içinden bir grup ayrılarak Demokrat Partiyi kurmuş ve böylece 1946 seçimleri çok
partili ilk seçim olmuştur. Cumhuriyetçi demokrat ideolojiye sahip CHP karşısında,
liberal demokrasi ideolojisini savunan Demokrat Parti 1946-1950 devresinde
özellikle aydın kesimden destek almıştır. 14 Mayıs 1950 seçimleri yapılmış ve bu
seçimlerden DP birinci parti çıkmış, CHP kendini muhalefette bulmuştur. Ancak
şunu hemen belirtmek gerekir ki CHP içindeki cumhuriyet kadrosunun sağduyulu
tavrı sayesinde 1950 seçimlerindeki iktidar değişikliği sakin ve sarsıntısız
gerçekleşmiştir.
DP kurulduğu ilk zamanlarda homojen bir parti değildir. Farklı eğilimler, CHP
karşıtlığı üzerinden bu partide yer almıştır. Mesela 1946 seçimlerinde CHP’nin
iktidara seçilmesinden sonra, DP içinde Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Cami Baykurt
gibi isimler CHP ile demokratik yolla mücadele etmenin mümkün olmadığını iddia
etmişlerse de Celal Bayar tarafından bu doğru bulunmamıştır.246 Bu hareketten
başka, 12 Temmuz Beyannamesinin yayınlanmasından sonra İnönü karşıtlığı ile
bilinen Yusuf Hikmet Bayur önderliğinde DP içinde ikinci bir hareket oluşmuştur.
Bu grup da, İnönü’nün bu beyannameyi yayınlamaktaki amacının demokratlıkla
ilgisi olmadığını, İnönü’nün CHP ile mesafeli durmasının olanaksız olacağını iddia
etmiş ve bu beyannameyi ‘Demokrat Parti ruhunu’ öldürmek için hazırlanmış bir
tertip olarak değerlendirmiştir. Ancak DP yöneticileri bu grubun iddiasını da doğru
bulmamışlar, aksine beyannameyi olumlu karşıladıklarını belirtmişlerdir.
Bu iki grubun ortak tarafı DP yöneticilerinin CHP ve İnönü’ye karşı partinin etkin
bir mücadele vermediği iddiasıydı. Onların bu ortak iddiası DP’nin Birinci Büyük
Kongresinde ciddi tartışmalara sebebiyet vermişti. Bayar, Kongrede şöyle
konuşmuştur: “Pekala arkadaşlar siz kestirmeden gitmek istiyorsanız kılıcınız keskin
olsun. Biz hukuk yollarından ayrılmayacağız. Sırtımız teneşire deyinceye kadar biz
hukuk yolu ile mücadele edeceğiz. Bize inananlar kalır, size inananlar sizinle
gider.”247
DP içi mücadelenin kamuoyuna yansımasından sonra 1948’de, yöneticileri
komünistlere alet olmakla suçlayan Kenan Öner, partisinden istifa etmiştir. Nitekim
Kenan Öner’in kimi asılsız iddialarıdır ki, sonraki yıllarda, DP’nin başlarda CHP’nin
denetiminde bir parti olduğu ve hatta DP yöneticilerinin gerçek muhalefet yapmak
istemedikleri yönünde şüpheler uyandırmış, kimi Devrim karşıtları ise bu şüpheleri
olgunlaştırmaya çalışmışlardır. Aslında 1950 seçimlerinden DP’nin birinci parti
246
Ağaoğlu, 1992, a.g.e., s. 414.
Mehmet Ali Birand, Demirkırat:Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul: Doğan Yayıncılık, 2001,
s.46.
247
232
olarak çıkması, bu şüpheleri tamamen silecektir, ancak 1947 yılında bu şüphe
varlığını sürdürmüştür.
Öner’in istifasından sonra muhalif bir grup milletvekili de DP’den ihraç edilir. Bu
isimler bir araya gelir ve 20 Temmuz 1948 tarihinde Millet Partisini kurarlar.248 Bu
partinin kurulmasıyla Mecliste üç partili bir düzen oluşur. Bu üç parti dışında bir de
DP kurultayının haklarında vereceği kararı bekleyen on milletvekili vardır ki bunlara
‘Müstakil Demokratlar’ denilmektedir. Müstakil Demokratlar, ihraç kararının
onanmasından sonra bir müddet beklerler ve 5 Temmuz 1949 tarihinde Millet
Partisine girerler.249 Gerici unsurlarca desteklenen Millet Partisi 1950 seçimlerinde
bir milletvekili çıkarabilmiştir.
DP içinden muhalif grupların temizlenmesinden sonradır ki DP’nin homojen bir
parti özelliği göstermeye başladığı söylenebilir. Bu bağlamda şunun hemen altının
çizilmesi gerekir ki DP içinden ayrılan grupların gerici unsurlar oluşu ve onların
aşırı niyetleri, onların bu niyetlerinin DP yöneticileri tarafından tasvip görmemesi,
kamuoyunda DP’nin bir liberal demokrat parti olduğuna dair düşünceleri
güçlendirmiştir. Özellikle Anglosakson memleketlerdeki basın organlarında DP’nin
seçimleri kazanması Türk demokrasisi için bir merhale olarak görülmüştür. Ayrıca,
1950 seçimleri her ne kadar CHP için sürpriz olmuşsa da cumhuriyetçi demokratlar
Devrim sürecinin tamamlanmasında liberal demokrat bir yaklaşımın elverişli
olmadığını düşünseler de, DP’nin iktidara geçtikten sonra, Devrim sürecini geriye
götüreceğini, kurucu düşünce zeminine zarar vereceğini kestirememişlerdi. Aslında
bunu dönemin hiçbir aydını kestirememiştir.
Bu noktada şunu söylemek gerekir ki, Devrim sürecinin yerleştirilmesinde,
cumhuriyetçi demokrat ideoloji ile liberal demokrat ideoloji farklı yöntemler
kullanılmasını savunmaktaydılar. DP kuruluncaya kadar bu farklı yöntem
kullanılması konusu CHP içinde de çok zaman tartışmalara neden olmuş ve hatta tek
parti döneminde CHP farklı grupların ve düşüncelerin bir koalisyonu görünümü
vermiştir. Kuşkusuz bu koalisyonu birbirine bağlayan Devrim ilkeleridir. Bununla
beraber farklı görüşlerin ortaya çıkması da tam da bu ilkelerin farklı
yorumlanmasından kaynaklanmaktaydı. Ancak hemen belirtmek gerekir ki CHP
içinde asli iki cephe vardı: Liberal demokrat ve cumhuriyetçi demokrat cepheler.
Atatürk’ün ölümünden sonra cumhuriyetçi demokrat cephenin parti içindeki
etkinliği artmıştır. Bu ise genellikle Türk siyasal yaşamında Atatürk’ün liberal
demokrat olduğu varsayımına delil olarak gösterilir. Oysa ki Atatürk hayattayken
sadece her iki cephe arasında dengeleyici rol oynamış, liberal demokratların zayıf
olması sebebiyle, kimi zaman onlardan yana ağırlığını koymuştur. Atatürk’ün
ölümünden sonra CHP içinde güç ağırlığının cumhuriyetçi demokrat cepheye
geçmesi, liberal demokratlar tarafından o vakit ve sonraki dönemde çokça
248
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara:Türk Tarih Kurumu,
2000, s.307.
249
Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1998, s.67.
233
eleştirilmiştir. 1946-1950 arasında aydınların DP’yi desteklemesinin sebebini de
burada aramak gerekir.
İkinci Dünya Savaşı sonunda, Avrupa’ya kurtarıcı olarak giren ABD’de liberal
demokrasi ideolojinin hakim olduğu, ilaveten, ABD’nin savaşın yaralarını sarmak
için Avrupa’ya desteği ve bu destekle beraber Avrupa’ya tesir eden liberal
demokrasi ideoloji, Türkiye’nin yerini dar anlamda Avrupa’da geniş anlamda Batıda
tayin etmesi, savaş esnasında ise Avrupa’da totaliter eğilimlerin hakimiyeti ve
bunların işlediği insanlık suçları, bu insanlık suçlarının hesabını soran ideolojinin
liberal demokrasi olması gibi saikler bir arada düşünüldüğünde, Türkiye’de liberal
demokrasiyi savunmak üzere kurulmuş olan Demokrat Partiye verilen desteği
anlamlandırmak güç değildir.
Dolayısıyla cumhuriyetçi demokrasi ideolojisinin Türk siyasetinde ivme
kaybetmesini dünyadaki gelişmelerden bağımsız değerlendirmek pek olası değildi.
Kaldı ki Savaş sonrası dönemde ABD’nin dünya iktisadi, siyasi ve toplumsal
yaşamına olan etkisiyle, aydınların ve pek tabi Türk aydınlarının da kıta Avrupa’sı
yerine ABD’de eğitime gitmeye başlamasıyla, doğal olarak ABD’den bir değerler
ithalatı süreci yaşanmıştı. Aslında Türk aydınlarının tanıdığı ilk Anglosakson
memleket ABD değildi, İngiltere’yi tanıyorlardı. Ancak İngiliz demokrasisinin tarihi
gelişimi Amerikan demokrasisi ile mukayese edildiğinde, Türkiye’de tatbik
edilebilmesi açısından Amerikan demokrasi modeli daha uygun gözüküyordu.
Yine bununla ilişkili olarak, Fransız demokrasi modelinin de, Türk ve Fransız
tarihleri mukayese edildiğinde, Türkiye için pek de uygun bir model olmayacağı
düşüncesi gelişmeye başlamıştı. Gerçi Amerikan tarihi ile Türk tarihi arasında da
paralellik kurmak zordu, nitekim Fransız Devrimi özelliklerinin Türk Devrim
özelliklerine daha yakın olduğu da ortadaydı.
Ancak İkinci Dünya Savaşını kazanan ABD ve ABD’nin liberal demokrasi
ideolojisiydi. Bunun bir sonucu olarak da zaten Türkiye’de özellikle 1950 li yıllarla
birlikte, Amerikan yardımının artması ve savaş sonrası Türkiye ekonomisinin
düzlüğe çıkmasının nimetlerini 1950’den sonra göstermesi, DP politikaları ile
yaratılan ekonomideki suni bolluk, bunun ülkede 1953 yılına kadar göreceli bir
iktisadi rahatlık sağlaması gibi hadiseler bir arada düşünüldüğünde, Türk siyasetinde
ve fikir hayatında cumhuriyetçi demokrasi ideolojisini savunmanın ‘arkaik bir
ideolojiyi’ savunmak şeklinde algılanmasını anlamlandırmak kolaylaşmaktadır.
Öte yandan bir gerçek vardı ki, o da, Türkiye’nin kendine özgü iktisadi ve toplumsal
yapısı, siyasal kültür düzeyi düşünüldüğünde ve hatta Osmanlı zihniyetinin tamamen
silinememiş olduğu hatırlandığında, Devrim sürecinin tamamlanması, ki bu,
demokratik rejimin kurumsallaşması ve ekonomik ve toplumsal olarak
gelişmenin/kalkınmanın temin edilmesi demekti,
liberal demokrasi ile
gerçekleşmesi oldukça güçtü. Güç olmaktan öte, bu ideoloji, başarının zamana
yayılacak hamlelerle sağlanmasını gerektirmekteydi. Öte yandan cumhuriyetçi
demokrasi, söz konusu amaca ulaşmada daha elverişli gözükmekteydi.
234
Bu iki demokrasi ideolojisine sahip iki parti ele alındığında, görülür ki; liberal
demokrat bir parti seçimlerde aldığı oylara dair niceliksel, oysaki cumhuriyetçi
demokrat parti ise niteliksel bir değerlendirme yapar. Seçim sürecinde işbirliği,
liberal demokrat partilerde salt çıkar mutabakatları ile gerçekleştirilir; cumhuriyetçi
demokrat partilerde ise partilerin birbirlerinin haklarını gözettiği bir anlaşma
biçiminde gerçekleşir. Hemen belirtmek gerekir ki bu tasnifler birer modeldir,
siyasal yaşamda partilerin bu modele birebir oturması beklenmez ancak şu da var ki
pratikte partiler modelin esas unsurlarını taşırlar.
Liberal demokrat bir parti oy girdisi ve güç çıktısı hesabı yapar, çünkü onun için tek
dava yönetim gücünü ele geçirmektir; cumhuriyetçi demokrat parti ise seçim
başarısını hükümet kuracak çoğunluğa sahip olmak şeklinde tanımlamaz, çünkü
yöneten toplumun bizatihi kendisidir ve hükümet bir encümen olarak, programı
yürütür. Her iki partinin seçim sürecinde yürüttükleri kampanyalar da birbirinden
farklıdır. Liberal demokrat parti bireysel mutlulukların doyurulacağı mesajını
verirken, cumhuriyetçi demokrat parti ise yurttaşa bütünün veya ulusun kuruluş
felsefesini hatırlatmayı yeğler. Mesela 1954 seçimlerine giderken CHP’nin
ekonomik politikalar ekseninde, özellikle Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve
Petrol Kanununu eleştirmesi ve bu kanunlar ile Osmanlı’nın son dönemindeki
Düyun-u Umumiye arasında paralellik kurması, Türk ulusunun yabancılarla iktisadi
kurtuluş savaşı da yapmış olduğunu hatırlatması bu çerçevede değerlendirilebilir.
Öte yandan 1957 seçimlerinde Hürriyet Partisinin ekonomik politikalar ekseninde,
iktidara geldiğinde, Milli Koruma Kanununu kaldıracağı vaadi onun bir liberal
demokrat parti olduğunun göstergesidir.
Şunun altını çizmek gerekir ki, liberal demokrat parti iyidir veya kötüdür, ya da
cumhuriyetçi demokrat parti iyidir veya kötüdür şeklinde genel bir iddiada
bulunmak bilimsellikten uzak olur. Çünkü her ülkenin kendine özgü iktisadi ve
toplumsal yapısı vardır. Bununla beraber Türkiye’nin 1950-1960 arasında
modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreçlerinin yani Devrim sürecinin
tamamlanmasında, cumhuriyetçi demokrat bir parti iktidarı daha yararlı olabilirdi.
Çünkü başka memleketlerin yüzyıllar sonucunda ulaşmış olduğu bir hedefe
otuz-kırk yılda ulaşma gayesi güden az gelişmiş bir memleket, ancak cumhuriyetçi
demokrat bir ideoloji ile hızlıca hedefine erişebilirdi. Öte yandan şunu da
hatırlatmak gerekir ki DP, eğer on yıllık iktidarı boyunca, 1946-1950 arası
savunuculuğunu yaptığı liberal demokrasi ideolojisini pratikte uygulasaydı, yine
modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreci tamamlanabilirdi. Bununla
beraber, liberal demokrasinin kurama içkin sorunlarının, bu sürecin
tamamlanmasında, sisteme olduğu gibi nakil olabileceği de göz önünde
bulundurulmalıdır. Son tahlilde, kurucu düşüncenin sağlamlaştırılması ve demokrasi
ideolojilerinin yaşam alanı bulabilmesi açısından, cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisinin daha elverişli olduğu varsayılmaktadır.
DP, 1954 seçimlerine hazırlanırken siyasi ortam üzerindeki baskılarını daha da
artırmaya başlamıştı. 16 Temmuz 1953 tarihinde Meclisi olağanüstü toplantıya
235
çağıran DP meclis grubu, antidemokratik kanun tasarılarını Meclisten geçirmeden
Meclisin tatile çıkmamasına karar vermişti.250 Bu kanunlar, üniversite öğretim
üyelerinin politika yapmasını yasaklayan 21.07.1953 tarihli üniversite kanununda
değişiklik yapan kanun ile vicdan özgürlüğünü koruma kanunu, basının verdiği
isimle ‘milli selamet kanunu’ idi. Kanunla dinin siyasi amaçlar için kullanılması
önlenecekti.251 Kuşkusuz bu önlemi, DP’nin siyasi amaçlar için dini kullanmasını
kendi tekeline alması şeklinde yorumlamak yerinde olacaktır. Çünkü DP, milli
selamet kanunu ile aslında Millet Partisinin faaliyet alanını daraltmıştı, ancak aynı
alanı kendine açmıştı. Nitekim bu kanunlarla ilgili olarak Kasım Gülek’in şu ifadesi
ilginçtir: ‘DP dolambaçlı yollardan seçimi kazanmak istiyor.’252
Ekim 1953’te iktidar muhalefet ilişkileri iyice gerginleşmiştir. CHP’nin yayın organı
olan Ulus gazetesine dair Menderes, ‘Moskova radyosunun yayınlar kadar iğrenç’
ifadesini kullanmıştır, yani DP kurmaylarına göre bu gazete ‘yıkıcılık ve
bozgunculuk’ yapmaktadır.253 Bu ifade, DP’nin 1950 öncesinden çok farklılaştığını
ortaya koymaktaydı. Nitekim Aralık 1953’te çıkartılan ‘CHP Malları Kanunu’ ile
DP, demokrasi yolundan ayrıldığını açıkça gösterecektir. Bununla beraber
Menderes, Ocak 1954’te, basın mensuplarıyla yenilen bir yemekte siyasal tabloyu
liberalleştireceğini, buna dair reformlar yapacağını, 1950-1954 döneminin bir geçiş
dönemi olarak değerlendirilmesi gerektiğini, 1954 seçimlerinden sonra yepyeni bir
Türkiye tablosu yaratılacağını söyler.254 Basın mensuplarını umutlandıran bu
konuşma aslında pek masum bir konuşma değildir. Kaldı ki Türk demokrasisi için
sevindirici bir beyanat hiç değildir. Çünkü Menderes, liberalleşme yönünde
taahhütte bulunurken, aslında CHP’yi Türk siyasal yaşamdan silmek ile
demokrasinin kurumsallaştırılması arasında paralellik kurmaktaydı. Bu tarz bir
düşünce ise demokratlıkla bağdaşan bir düşünce değildir. Zaten Menderes,
1950-1960 arası icraatlarıyla, liberal demokratik bir rejim tesis etme kisvesi altında,
kurucu düşünce zeminini yurttaşların altından çekmiştir.
Şubat 1954’te Millet Partisi kapatılmıştır. Ancak kapatılan bu partinin yerine
Cumhuriyetçi Millet Partisi kurulmuştur. Bu yeni kurulan parti de gerici oyları
almaya aday olmuştur. Bu dönemde İnönü’nün bu partiye destek vermesi Türk
siyasal yaşamında çokça tartışılan konulardan birisini teşkil etmiştir. Nitekim kimi
aydınlar, İnönü’yü gerici unsurlarla işbirliği yapmakla suçlamışlardır. Hadisenin aslı
şöyleydi: ‘CMP, 13 Mart 1954 tarihinde yayınladığı bir beyanname ile muhalefet
partiler ile yaklaşan genel seçimlerde işbirliğine gitmek istediğini ilan etmişti. CHP
genel idare kurulu, işbirliği çağrısına cevabını 14 Mart 1954’de bir tebliğ
yayınlayarak vermişti.’
CHP şöyle diyordu: “Hukuk devletinin teminatlarını biran önce tamamlamak zoru
vardır. Bunu yapacak bir idarenin kurulmasına çalışmak gerekir. Bu, her türlü
250
Cumhuriyet, 17 Temmuz 1954.
Cumhuriyet, 21-25 Temmuz 1953.
252
Cumhuriyet, 7 Ağustos 1953.
253
Cumhuriyet, 24 Ekim 1953.
254
Cihat Baban, Politika Galerisi (Büstler ve Portreler), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970, s.151-152.
251
236
ayırıcı parti menfaat ve mülahazalarının üstündedir. Bunun için, illerdeki
teşkilatlar, laik Cumhuriyet ve inkılap umdelerini programlarında kabul etmiş olan
ve bu umdeleri de seçim beyannamesinde ilan edecek olan partilerle elbirliği
yapabilir.”255 Hatırlatmak gerekir ki o zamanki CHP tüzüğü, partili olmayanlarla
seçim işbirliği yapmayı il teşkilatına bırakmaktaydı.
CHP genel başkanı, partinin 14 Mart’taki tebliğinden beş gün sonra CMP ile
ittifakın söz konusu olmadığını ifade etmiştir. Bu hadiseyi, CHP’nin siyasi bir
manevrası olarak değerlendirmek uygun olur. Nitekim, İnönü’nün yapmaya çalıştığı
CMP’yi, kurucu düşünce zeminine çekmekti. Bu ise, kimi aydınlar tarafından
CHP-CMP ittifakı şeklinde algılanmıştır. Tabii bu noktada, İnönü’nün CMP’deki
gelişmelere dolaylı olarak sirayet etmek istemesi, demokratik ilkelerle bağdaşmaz,
denilebilir. Hatta bu tutumun, CHP’nin kendini tüm diğer partilerin üzerinde görme
eğiliminin bir ifadesi olarak da yorumlamak mümkündür. Ancak liberal demokrat ile
cumhuriyetçi demokrat arasındaki bakış farkı burada da kendini göstermektedir.
Şöyle ki, İnönü, bir cumhuriyetçi demokrat olarak, bütünün iyiliğini gözetme
algısına sahiptir, CMP’nin gerici unsurlarla yolunu ayırması bütün için yararlıdır.
İnönü de, gerici unsurlarla işbirliği yapmak niyetiyle değil, bütün için yararlı olanı
temin etmek için, CMP’nin çağrısına kayıtsız kalmamıştır.
CHP, kendini diğer partilerden üstün görmemekteydi. Cumhuriyetçi demokrasi
ideolojisi bütünden sorumlu olma üzerine kurulu olduğu için, bütün içinde yer alan
her kurum ve her birey için cumhuriyetçi demokrat bir kişinin kendini sorumlu
görmesi beklenir bir durumdu. Bütün içinde, DP de CMP de ve diğer partiler de yer
aldığından, CHP li yöneticilerin, bu partilere de aynı sorumluluk anlayışıyla
yaklaşmalarını anlamlandırmak güç değildir. Bununla beraber, CHP li yöneticilerin
bu tutumu, liberal demokrasi ideoloji penceresinden ‘CHP’nin kendini tüm diğer
partilerin üzerinde görme eğiliminin bir ifadesi olarak’ hatta demokrasi karşıtlığı
şeklinde yorumlanabilir. Tersinden, cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi
penceresinden bu sorumluluk duygusundan yoksun siyasetçilerin anti-demokrat
olarak yorumlanabileceğinin altını çizmek gerekir.
1954 seçimleri gerçekleşmişti. CHP’nin ülkede özgürlük ve güvenliğin olmadığına
dair yurttaşlara yaptığı uyarı, seçmenler üzerinde tesirli olmamıştır. DP’nin
propaganda olarak CHP’nin din özgürlüğünü kısıtlayabileceğini, yurttaşlaşamamış
geniş kalabalıklara CHP’nin iktidara gelmesi halinde ülkeyi dinsizleştireceğini
söylemesi, ayrıca 1950-1953 arası tarım sektöründeki hasadın artmış olmasına vurgu
yapması, yüksek hasat ile İkinci Dünya Savaşı koşulları arasında tezatlık kurarak,
kendi iktidarı dönemindeki refaha işaret etmesi, her ne kadar bu refah suni de olsa
geniş halk kütlesinin bunun idrakinde olmaması, artan Amerikan kredileri ile tarım
sektörü ile ilintili yatırımlar yapması ve bu yatırımları 1950 seçimlerinde DP’yi
desteklemiş seçim bölgelerinde yoğunlaştırması
gibi faktörler bir arada
düşünüldüğünde, DP’nin oyların büyük çoğunluğunu alması anlaşılır hale
gelmektedir. DP iktidarının ilk yıllarındaki göreli refaha dair, Fethi Naci, 1950-1954
255
Partilerin Seçim İttifakı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954.
237
döneminin bolluk içinde geçmesinde dış yardımın ve Türkiye’yi bir erzak deposu
yapma çabalarının payı olduğu görüşünü savunur. Fethi Naci, bu çabaya, uygun
hava koşulları da eklenince, halk kitlelerinde, bu dönemin, unutulmaz bir ‘ilk aşk’
halini aldığını ve tıpkı insanların ilk aşkını durmadan büyütüp güzelleştirmesi gibi
bir durumun, toplum hayatına egemen olduğunu belirtir.256 Fethi Naci’nin bu
betimlemesi, DP’ye gösterilen teveccühün en iyi betimlemesini teşkil etmektedir.
Forum, 1954 seçimlerinden ezici bir çoğunlukla çıkan Demokrat Partinin
sorumluluğunun önceki iktidar döneminden daha fazla olduğunu, 5. sayısında şöyle
dile getirmiştir: “Onuncu devre milletvekilleri 14 Mayıs 1954’te Büyük Millet
Meclisinde ant içtiler. Bu suretle de ancak vatan ve milletin saadeti, selameti,
milletin hakimiyeti, Cumhuriyet esaslarının gerçekleşmesi için çalışma taahhüdü
altına girdiler. Görülüyor ki taahhütleri çok şümullüdür. Bunu gerçekleştirmeye
yürek ve kafa ister, medeni ve sosyal cesaret ile enerji ister.”257 Forum aynı sayıda
yeni dönemde milletvekillerinin öncekinden daha fazla olması gereken bir
duyarlılığa sahip olmaları gerektiğine işaret etmiştir. Derginin duyarlılıktan
kastettiği, milletvekillerinin Mecliste, DP yöneticilerinin telkinlerinden bağımsız
olarak, ülke menfaatleri lehinde çalışmalarıdır. Forum, milletvekillerinden parti
disiplinini bozmama ve bağımsız düşünme ile davranma arasında dengeyi tesis
etmelerini bekler.
Forum şöyle demektedir: “Milletvekili, parlamento içindeki bütün çalışmalarında
partisinin birleşik fikrine, bu fikrin disiplinine bağlı kalmaya mecburdur. Siyasal
partinin manası, iktidarı ele geçirmek ve uzun zaman muhafaza etmektir. Bunun için
de milletvekili olan partililerin de partilerini, partilerinin şeflerini takip etmeleri
gerekir. Ama bütün bu yorumlar, milletvekilinin mutlak bağımsızlığı
baltalamamalıdır. Bağımsızlığını, biraz savunmaya kalkışan milletvekilinin
karşısına, derhal parti disiplini, bir sorumluluk mekanizması çıkarırsa,
milletvekilinin bütün çalışmaları sorumluluk korkusu ile felce uğrar. Bir müddet
sonra karşımızda iktidar için savaşan birleşik hareket tarzı yerine, bir kişinin veya
dar bir oligarşinin fikrini, emrettiği hareket tarzını görürüz. Bu ise hem millet
kürsüsünde içilen andın manevi borcu ile hem de bizzat demokrasi ile
bağdaşmaz.Aynı parti içinde bile bir serbest tartışma olmazsa o parti sıhhatli bir
birleşik fikre, birleşik karara nasıl ulaşabilir? Böyle yapılmazsa demokrasi nerede
kalır?”258
Forum, parti içi demokrasinin geliştirilmesinin Türk demokrasisinin
kurumsallaşmasına ciddi katkı sağlayacağını düşünmektedir. Bu konuda Dergide
yayınlanmış bir çok yazı bulunmaktadır. Mesela İlhan Arsel’in bir incelemesinde
şöyle denilmektedir: “Parti sistemi bugün her memlekette o derece inkişaf göstermiş
ve o derece mutlak bir ehemmiyet kesbetmiştir ki fert, ister aza ister aday olarak
parti muvacehesinde hiçe sayılmakta ve seçmen vatandaş ister istemez oyunu
muayyen bir parti adına kullanmayı itiyat edinmektedir. Öyle ki siyasi bir partiye
256
Hikmet Özdemir, Kalkınmada Strateji Arayışı Yön Hareketi, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1986, s.90.
Ant İçme, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1954.
258
Parti Disiplini, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1954.
257
238
mensup olmadan seçimlerde kazanmak şansı fert için ne kadar azalmışsa
kazandıktan sonra fikri hürriyetini ve şahsiyetini muhafaza etmek de o kadar
imkansızlaşmıştır. Gerek seçimler dolayısıyla ve gerek bir fikrin mücadelesinde parti
ile ferdin karşı karşıya geldiği her defasında galebe çalan parti teşkilatı
olmaktadır.”259
Forum’un ülkedeki partilerin dış basında nasıl tasnif edildiğine dair yaptığı
tercümeler bir hayli fazladır. Mesele 5. sayısında, 1954 seçimlerinden hemen sonra,
The Economist’teki şu değerlendirmeye yer vermiştir: “Türkiye’de bugün ne
matbuatta ne de açıkça Mecliste tezahür etmeyen hakiki bir doktrin ayrılığı
mevcuttur. Bu ihtilaf memleketin şimdiki liberal Batılılaşma yolunda devamını
isteyenlerle Atatürk’ün reformlarını hiçbir zaman benimsememiş olanlar
arasındadır. Fakat bu ikinci grubun mücadeleyi kaybetmekte oldukları gittikçe daha
fazla göze çarpmaktadır. Cumhuriyetçi Millet Partisinin çok az oy almış olması,
halkın bu partide hala aşırı muhafazakarlığın kalıntılarının mevcudiyetine kani
bulunduğunu gösterir.”260
1954 seçimlerinden sonra, dört yıllık DP iktidarının uygulamış olduğu yanlış
politikaların neticeleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Temmuz 1954’de fiyatlar
ve enflasyon çok yükselir. Mal kıtlığı ve karaborsacılık görülmeye başlar. Hükümet
ekonomideki kötü gidişi kabul ettiğini ortaya koyan bir açıklama yapar, bu
açıklamada ‘vurguncularla savaşılacağı’ ilan edilir. Olumsuz gidişatın karşısında
hükümet tedbir olarak döviz kontrolü uygulamalarına gider ve liberal dış ticaret
yönetmeliğini değiştirir.261 Ancak bütün bunlar büyüyen krizi önlemeye yeterli
olmaz, tarım durgunluk işaretleri vermeye başlar. DP, liberal iktisadi politikalardan
uzaklaşmaya başlar. DP ikilem içindedir. Bir yandan iktisadi buhran büyümektedir
ve buna dair tedbirler alınmaya çalışılmaktadır, öte yandan da iktisadi duruma dair
muhalif yazarlara tarafından çizilen tablonun gerçeği yansıtmadığını iddia
etmektedir. Hatta Menderes, iktisadi buhrana dair eleştiriler artmaya başlayınca,
bunu yapanların ülkeyi karanlık göstermek isteyen kötü niyetli kimseler olduğunu
söyleyecektir.262
Ekonomik alandaki sıkıntılar giderilemediği için DP, çareyi basını susturmakta
bulur. DP, iktisadi liberalizmi terk ettiği gibi, artık siyasi liberalizmi de tamamen
terk etme yolunda hızla ilerler. Menderes, hak ve özgürlükler alanından hızla
uzaklaşmaya başlar. Feroz Ahmad’ın ifadesiyle ‘Menderes, bir ülkenin rejimini
liberalleştirmek ile onu liberal bir rejime dönüştürmenin aynı şey olmadığını’263
görmeye başlar. Aslında bu, başka ve daha esaslı bir gerçeği ortaya koyar. Türkiye
örneğinde, ülkede liberal demokratik bir rejim kurmak da ancak uzun süreli
259
İlhan Arsel, Parti Disiplini Karşısında Ferdin Fikri Hürriyeti ve Şahsiyeti, İncelemeler, Forum,
sayı:26, 15 Nisan 1955.
260
Batılılaşma Yolunda Türkiye, Ne Diyorlar, Forum, sayı:5, 1 Haziran 1954.
261
Cumhuriyet, 22 Eylül 1954.
262
Cumhuriyet, 19 Ocak 1955.
263
Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Hil
Yayınları, 1992, s.65.
239
cumhuriyetçi demokrat bir rejim sürecinden geçtikten sonra mümkündür. CHP
yöneticileri 1950’den itibaren savundukları görüşlerinde haklı çıkmışlardır. Ancak
onların bu haklılığının geniş halk kütlesi tarafından anlaşılmasına imkan olmadığını
da hatırlatmak gerekir.
Forum, 1954 seçimleri sonrası döneme dair CHP’ye şu tavsiyede bulunur:
“Memleketin son yıllardaki siyasi, içtimai ve iktisadi gelişmeleri, yepyeni meseleler
ortaya koymuştur. İktisadi gelişmenin ve politikanın ağır yükünü çeken, şehirli, işçi
ve küçük çiftçi huzursuzluğunu gizlememektedir. İktidar partisinin muhafazacı
kitlelerin itibarına dayanmak ve zengin şehirli ve köylünün menfaatlerini ve
temayüllerine daha çok uyan bir yol takip etmek temayülü sezilmektedir. CHP siyasi
geleneğine daha çok uyan küçük sınıfların davasına tercümanlığı başarabilirse,
kendine siyasi bir istikbal hazırlamak şansı çıkabilir. Filhakika plansız ve
programsız bir iktisadi ve içtimai gelişmenin mümkün olmayacağı, günlük
tecrübelerimizle büsbütün meydana çıkmaktadır.
CHP iktisadi gelişmeyi
hızlandırma ve aynı zamanda Batıda içtimai refah veya sosyal refah devleti diye
tercüme edebileceğimiz ‘welfare state’ ideallerini de tahakkuk ettirme yolunda,
umdesinde esasen mevcut fakat henüz işlenmemiş hedefleri geliştirebilir.”264
Forum CHP’nin bünyesini şöyle tahlil etmektedir: “İnönü çok partili yaşama geçme
kararını verdiği zaman partinin ikiye ayrıldığı söylenir. Halbuki üçe ayrıldığını
söylemek daha doğrudur. Küçük bir grup, İnönü’yü giriştiği demokrasi hareketinde
destekliyor, teşvik ediyordu. Bu grubun küçüklüğüne rağmen kuvvetli ve nüfuzlu
oluşu İnönü’nün kendilerini korumasındandı. İkinci grup Türkiye’nin henüz
demokrasiye hazır olmadığı, bu demokrasi denemesinin de öncekiler gibi
başarısızlığa
uğrayacağı
hatta
memleketi
felakete
sürükleyebileceği
düşüncesindeydi. Bu gruba dahil olanlardan birçoğu yaşlı kimseler olmalarına
rağmen, devrimleri candan benimsemişlerdi. Devrimleri tehlikeye düşürebilecek
herhangi bir teşebbüs onların görüşünce Türkiye’ye ancak zarar getirebilirdi.
Üçüncü grup, şahsiyetsiz ve menfaatperest insanların grubu idi.”265
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Forum’un bu üçlü tasnifi isabetli değildir. Çünkü
çıkarcı kimseler her partide görülür, dolayısıyla bu kimselerin ayrı bir grup
oluşturduğunu söylemek, bu kişilerin mevcudiyetini abartmak anlamına gelir. Öte
yandan altını çizmek gerekir ki, bu gibi kimseler çıkarcı olduklarından zaten ya
birinci ya da ikinci grup içinde yer almayı seçerler, ayrı bir grup oluşturmak bizzat
çıkarcılıklarını ifşa edeceği için, bu yolu seçmezler. Kaldı ki zaten çıkarcı diye
nitelendirilebilecek kimselerin hemen hemen tamamı, 1950 seçimlerinden sonra ya
saf değiştirmiş ve DP’yi desteklemişlerdir ya da aktif siyaseti bırakmışlardır.
Bu bağlamda CHP’de iki grup olduğunu söylemek mümkündür.
Birinci grup Devrim sürecinde radikal tutumlardan kaçınmaktan yana olanlardan
müteşekkildi. İkinci grup ise radikal kararlar alınmadığı sürece, Devrim
264
265
CHP Kurultayı, Başyazı, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954.
CHP’deki Buhran, Başyazı, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954.
240
kazanımlarının tehlikeye düşeceğine inanan kişilerden oluşmaktaydı. Hemen
belirtmek gerekir, CHP’nin bu ikili grup yapısı, CHP’de parti içi demokrasinin
oldukça gelişmiş olduğunun bir göstergesidir. İlaveten, işaret etmek gerekir ki, bu iki
grup arasında cumhuriyetçi demokrasiye bağlılık konusunda bir fark mevcut
değildir, iki grup arasındaki fark, savundukları yöntem farklılığıdır. Nitekim
özellikle 1946 sonrasında ve devam eden süreçte birinci grubun parti içinde daha
etkin olduğu, buna rağmen ikinci gruptan kişilerin bundan rahatsızlık duymayıp,
parti teşkilatı içinde daha alt görevlerde çalışmaya devam ettikleri hatırlandığında,
farklılığın yöntemden kaynaklandığı, daha ötesi birinci grubun demokrat da ikinci
grubun totaliter zihniyete sahip olduğu şeklinde bir yargıya varmanın yanlış olacağı
açıkça ortaya çıkmaktadır.
Forum, CHP içindeki bu gruplaşmalar bahsinde şöyle demektedir: “Her halükarda
CHP süratle tek bir vücut haline gelebilmelidir. Aksi takdirde bugünkü iktidarın ağır
baskısı karşısında gereken tahammül ve mukavemeti gösterememesinden ve
demokrasimizin son teminatı olan ana muhalefet partisinin de böylece silinip
gitmesinden korkulabilir.” Her ne kadar, o dönemde CHP’nin 11. Kurultayından
çıkan sonucun tek vücut idealini gerçekleşmekten uzak olduğunu yönünde iddiada
bulunanlar olmuşsa da, zaman içindeki gelişmeler bu iddiayı yanlışlamıştır.
Kurultayda Türk siyasi sisteminde kimi değişiklikler yapılmasına dair kararlar da
alınmıştır. Örneğin çift meclislilik, nispi temsilin kabulü gibi. Ayrıca, seçme ve
seçilme hakkı, hakim teminatı, ilim ve üniversite muhtariyeti, siyasi parti, sendika ve
meslek teşekkülleri kurmak hürriyeti, memurların sendika kurması, basın
hürriyetlerinin daraltılmasına yol açan tedbirlerin yasak edilmesi gibi hususlarda da
görüş alışverişinde bulunulmuş, bu hakların teminat altına alınması için hazırlanması
gereken hukuki düzenlemelerin neler olabileceği yönünde bilimsel çalışmalar
yapılmasına karar verilmiştir.266
1954 yılı Ekim ortasında CHP genel sekreteri Kasım Gülek, iktidara, partiler üstü bir
iktisadi istişare yapmasını önermiştir. Çünkü CHP, iktisadi krizin elbirliği ile
çözülebileceğine inanmaktaydı. Buna karşılık DP yöneticileri ‘Gülek, kurnazca bir
tehlikeli iktisadi buhranın mevcudiyetini bize kabul ettirmek istiyor’ diyerek öneriyi
geri çevirdiler.267 Forum, DP’nin bu tutumuna dair şöyle bir değerlendirme
yapmıştır:“CHP tecrübeli bir partimiz olmak itibariyle hükümetin yardımına
koşmaya hazırdır. Bu alicenap teklif iktidar partisi sözcüleri tarafından şiddetle
reddedildi. Muhalefet liderinin zannettiği gibi bir vahamet bahis mevzuu olmadığı
gibi bilakis daimi bir inkişafın mevcut olduğu iddia edildi. Bize öyle geliyor ki henüz
partilerimiz muhalefetin nasıl çalışması lazım geldiğini sarahatle bilmemektedirler.
İki partili rejimlerde muhalefet istikbalin muhtemel iktidar partisidir ve kendisini
buna göre hazırlaması gerekir. İngiltere’de muhalefet partisinin bütün devlet
faaliyetlerini yakından takip eden ve iktidara geldiği zaman işleri vukufla ele alacak
bir gölge kabinesi ‘shadow cabinet’ mevcuttur.”268
266
CHP Kurultayının Tahlili, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:10, 15 Ağustos 1954.
Cumhuriyet, 24 Ekim 1954.
268
Partiler Arası İşbirliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:16, 15 Kasım 1954.
267
241
Forum, genel kongreler kadar partilerin il kongrelerinin de önemsenmesi
gerekliliğine birçok yazıda işaret eder. Öyle ki Forumculara göre, il kongreleri
sadece yerel plandaki çekişmeleri nihayetlendirme amacına hizmet etmemeli,
bundan öte, partinin yaptıklarını ve yapacaklarını mütalaa eden bir tartışma
platformu olarak görülmelidir. Örneğin Forum DP İzmir kongresini bu minvalde
şöyle eleştirir: “Demokrasimiz DP iktidarı altında bir takım siyasi problemlerle
karşılaşmıştır. Bunları yaygın ve kontrollü halk hakimiyetinden, mütemerkiz ve
kontrolden kaçan parti oligarşisi hakimiyetine doğru gidişin meseleleri diye genel
bir bakışla adlandırabiliriz. Keza, memleketimizin iktisadi ve sosyal hayatı da
günlük sıkıntıların ve ileriye ait ümitlerin arasında dalgalanıp durmaktadır. Bunlara
da iktisadi kalkınma ve istihsal hayatı meselesi diyebiliriz. İşte DP İzmir kongresi,
bu mühim ve hatta cari meselelerde, parti tabanını teşkil eden kademelerin
görüşlerini aksettirecek bir fikri muhtevaya yükselebilirdi. Oysa ki bu kongre,
bunların hiçbirini yapmamıştır. Bu kongre, mahalli planda kalan bazı meselelerin
tartışılmasından artan geniş zamanını, ileriki büyük kongrede, mevcut merkez
organlarının destekleyecek hizipleri meydana getirme kombinezonları uğruna
harcamıştır. Bu gibi kongreler, büyük merkezi liderlerin şahsi prestijleri için
savaşan mahalli liderlerin bu gibi verimsiz tesirlerinden kurtulup bir nefis
murakabesi ve partinin kendi kendini kontrolü anlamında bir çalışma yapmazlarsa,
bir parti oligarşisini önleme umutları azalır.”269
Bir parti disiplini olmazsa her partili aklına geleni söyler ve davranışlarını, oylarını
ona göre ayarlarsa, bir partiden bahsedilemez. Fakat partinin hayata bakışını
sağlayan genel esasların içinde serbest düşünmeye, konuşmaya, oya müsaade
edilmezse, bu sefer de bir demokratik partiden söz edilemez. Parti kademeleri ve
partililer, partinin ilkelerine bağlıdırlar. Fakat bu ilkelerin sağladığı bir geniş alan
vardır ki orada, düşünme-tartışma-oy verme hususlarında partililer serbesttirler. Bu
bağlamda DP örneğinde parti içi demokrasinin olduğunu söylemek çok zordur.
Nitekim DP içinden bir grup milletvekilinin ispat hakkının basına tanınması
yönündeki talepleri DP yöneticileri tarafından çok sert karşılanmıştır. Bu hadise dahi
parti içi demokrasinin yokluğunun açık bir delilidir.
Öte yandan aynı iddiayı CHP örneği için öne sürmek neredeyse olanaksızdır. CHP,
kurulduğu tarihten itibaren hep tartışmaların partisi olmuştur. CHP kurultayları ise
bilimsel tartışmaların yapıldığı toplantılar dizisi olma özelliğini taşımıştır. Ayrıca
ilave etmek gerekir ki, CHP il kongreleri, kişisel hesaplaşmalardan veya mahalli
düzeydeki gerginliklerin çözüme kavuşturulması özelliği ile değil, memleket
meselelerinin etraflıca konuşulduğu, parti yöneticilerinin izlediği politikalara dair
lehte veya aleyhte değerlendirmeler yapıldığı birer münazara toplantısı özelliği ile
öne çıkmıştır. Kuşkusuz bunun sebebini, tek parti döneminde, CHP’nin birçok
eğilimi içinde barındırması, dolayısıyla da şeklen tek parti olmakla birlikte, tek çatı
altında çok partili bir yapı arz etmesinde aramak yanlış olmayacaktır. Ayrıca, hemen
belirtmek gerekir ki bunda İnönü’nün gruplar arasında denge siyaseti kurmada
kişisel becerisi ve ihtisasını da Mustafa Kemal’in yanında yapmasının ve Mustafa
Kemal’den öğrendiklerini uygulamadaki istek ve kararlılığında, daha da ötesi
269
DP İzmir Kongresi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:25, 1 Nisan 1955.
242
cumhuriyetçi demokrat yaklaşımın kişi ve kurumlarla değil düşünceleri esas alması
ve İnönü’nün cumhuriyetçi demokrat bir kimliğe sahip olmasında aramak yerinde
olacaktır.
CHP ve DP arasındaki farkı görmek açısından, bir diğer ifadeyle DP içinde
demokrasi olmadığını tespit etmek açısından Forum’da yer alan şu değerlendirme
ilginçtir: “Meclis yaz tatiline girmeden önce on bir DP li milletvekili basın
mensupları için ispat hakkının tekrar tanınmasını istemişler. İsteyebilirler mi? Tabii.
On bir milletvekili, partisinin geniş esasları içinde, demokrasinin şartlarından biri
olan ispat hakkını düşünmede, tartışmada ve istemede serbesttir. Hatta bunu
istemeye mecburdur. Ancak bu on bir milletvekili, tekliflerini geri almaları yönünde
parti genel idare kurulunda bir çeşit moral telkine uğratılmışlardır, adeta sorguya
çekilmişlerdir, adeta teklif haklarını kullanmaktan yasaklanmışlardır. DP genel
idare kurulu bunu yapabilir mi? Yapamaz. Çünkü bu on bir millet temsilcisi, önce,
anayasanın kendilerine tanıdığı bir hakkı kullanmaktan, bir anayasa dışı organ
tarafından yasaklanamaz. Sonra, genel idare kurulu, bu on bir milletvekili hakkında
parti içi inzibati karar alamaz çünkü teklif parti programına uygundur. Genel idare
kurulu, on birleri böyle bir moral telkine maruz bırakmakla olsa bir siyasi maksat
gütmüş olabilir. Başkalarının da hele Meclis müzakereleri sırasında on birlere
katılmasını önlemek...Evet ama o zaman da parti içi demokrasi ne oluyor?”270
CHP, tarihsel süreç içerisinde ‘hizipler partisi’ olmuştur. Çünkü serbest tartışma
ortamını değil yasaklamak, tartışmalar bilakis teşvik edilmiştir. Çünkü ancak
tartışılırsa, bu tartışmalarda öne çıkan görüşler bilimsel olarak incelenir ve daha
sonra bunlar bir programa dönüştürülürse, bundan bütün, yani toplum yani ulus
faydalı çıkar diye düşünülmüştür. Ancak aynı şeyi DP için iddia etmek olası
değildir. Tabi bunu, DP’nin kuruluşunda benimsediği, 1946-1950 arasında
savunduğu, iktidara geldikten sonra ise uzaklaştığı liberal demokrasi ideolojisinde
aramak gerekir. Meseleye bu noktadan bakınca, DP’nin kongrelerinin de kişisel
çıkar çatışmalarından öteye gidememesi doğaldır. Kişisel çıkarlar birbirleriyle
örtüştüğü müddetçe parti birliğini koruyabilir, aksi durumda ise birileri partiden
ihraç edilir veya parti disiplinin baskısı altında, parti yöneticilerinin kölesi haline
gelir.
Bu çerçevede Forum’un DP’nin Büyük Kongresine dair şu sözlerine yer vermek
uygun olur: “İktidar partisinin yıllardan beri beklenen Büyük Kongresi nihayet
toplanıyor. Bu kongreye DP’nin türlü hizip temayülleri, belirtileri, kıpırdanışları
içinde gireceği anlaşılıyor. Şimdi beklenen şudur: Bir parti içinde hizipleri yani bazı
noktalarda ayrı düşünüp bilgi ve enerjilerini bu farklı düşünce uğrunda kullanmak
isteyenleri, günahkar sayan liderlerin etkisi altında kalan bir çoğunluk kararı ile
hizipleşme istidatları mahkumiyete mi uğrayacak, tasfiye mi edilecek? Yoksa DP,
umumi heyeti içinde, gerçek bir parti içi demokrasinin parti içi hürriyet havası
hakim olarak, iktidar partisi, içinde hizipler de barındıran, modern bir parti olmaya
doğru mu gidecek? Biz çok partili rejime gösteriş olsun diye girmedik, siyasi
270
Demokrat Parti İçinde Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:33, 1 Ağustos 1955.
243
iktidarın icrasını kontrol etmek, frenlemek, siyasi iktidarı bugün için halk
tercihlerinin baş dileği olan Batı demokrasine göre işletmek için girdik. Bunun için
Batı demokrasisi müesseselerini, onların kontrol ve fren mekanizmalarını,
demokrasiyi geliştirecek tertipleri aramaya mecburuz. Bunlardan birisi de, ki bu
tertiplerin başında geleni de, partilerin içinde türlü hiziplerin bulunmasıdır. Onun
için, DP’nin büyük kongresinin, hizip belirtilerini bir günah sayıp mahkum etmesi
yerine, bu temayüllerin ne dediğine, hangi doğruyu göstermeye uğraştığına
bakmasını dileriz.”271
Forum, DP kongresine dair değerlendirmesini başyazıya da taşımıştır. Söz konusu
kongre bağlamında DP lilere uyarılarda bulunulan yazıda şöyle denilmektedir: “Bu
parti, hem memleketin siyasi istikbali hem de kendi hayatiyetinin idamesi için temel
şart olan, demokratik müesseselerin son yıllardaki tahribatını, en ön planda bir
konu olarak ele almalıdır. Hakikaten herşey buna bağlıdır. Demokrat liderlerin
siyasi istikballerini bağlamış göründükleri, iktisadi gelişme de buna bağlıdır.
Dergimizde hürriyet ve serbest tartışma havası olmadan hiçbir teknik meselenin
halline imkan bulunmadığını defalarca belirttik. Kaldı ki millet halinde toplu ve
kolektif bir hareketi ifade eden, demokratik usul, partilerin millete serbestçe
alternatif yollar teklif etmelerini icap ettirir. Muayyen bir devre için, bir fikir ve
planın tatbiki hususunda siyasi vekalet talep etmek demek olan seçimler, ancak
siyasi partilerde fikirlerin hazırlanıp olgun bir hale getirilmesine ve milli tartışmaya
arz edilmesine bağlıdır. Seçim devreleri arasında bu daimi tartışma ve fikir
hazırlığında bulunmadan seçim, hiçbir kıymet ifade etmez. İşte bu açıdan, fikir
ortaya koyma, bunları başkalarıyla karşılaştırma ve tartışma faaliyetlerini
köstekleyen her hareket, hem memleketin istikbali hem de siyasi partilerin canlı ve
hayatiyet dolu merkezler halinde devamı bakımından son derece zararlıdır.”272
Aynı yazı devamla şöyledir: “Geç kalmış hem de çok geç kalmış bir kongreye gelen
DP delegelerinin, milletvekili aday yoklamalarının daha dar bir zümreye inhisar
ettirilmesi, parti teşkilatının daha da daraltılması, genel kongrenin daha uzun
fasılalarla yapılması gibi demokratik organizasyon ve ruhla taban tabana zıt
tekliflere iltifat etmemesi beklenir. Bundan başka geçen yıllarda, partinin icra
organı olan genel idare kurulu ve hükümet gibi organların, ne dereceye kadar parti
murakabesi altında hareket ettiğinin de gözden geçirilmesi gerekir. Bütün bu ana
davalar bir kenara atılır, partiye yeni fikir ve yollar telkin etmeye çalışanlara karşı,
idare ve sorumluluğu elden bırakmamak için kaba ve çıplak bir iktidar mücadelesine
başvurulursa, bu yüzde yüz bir kendini aldatma olur. Gitgide içtimai bünyeden ve
onun hakiki ihtiyaçlarını tatmine yarayacak kanallardan ilgisini koparan bir
organizmanın sonu şiddet ve yıkılma olur.”
DP’nin Büyük Kongresi toplanmış ve memleket meseleleri üzerinde konuşmadan
dağılmıştır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Kongreye katılanların ülke
meselelerini konuşmak hususunda bir hazırlıkları olmadığı da bir gerçektir. Bunu
DP lilerin ağırlıklı olarak dar görüşlü ve bilime karşı şüpheci bakan, tam da
271
272
Hizip Günah mı?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:37, 1 Ekim 1955.
Tarihi Sorumluluğu Olan Bir Kongre, Başyazı, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955.
244
gelişmenin önünde engel teşkil eden ‘köylülüğe’ kutsiyet atfeden kimseler
olmasında bulmak mümkün olduğu gibi, seçmen tabanı olarak geniş eğitimsiz bir
kütleyi görmesi ve dolayısıyla gerekli bilimsel hazırlığı yapmaya lüzum
görmemesinde de aramak mümkündür.
Forum, kongrenin verimsiz geçtiğinin altını çizer, ayrıca hükümet politikalarının
iyileştirilmesi için büyük bir fırsatın kaçırılmış olduğunu belirtir ve Kongreye dair
değerlendirmesini bir sonraki sayıda da başyazıya taşır. Forum aynı konu ile ilgili
ikinci başyazısında şunları söyler: “Bütün kongre, istikbali ümit, emniyet ve fikir
dolu bir şekilde karşılamaya hazırlanan bir topluluk olmaktan uzak, cansız ve pasif
bir yığın manzarası arz ediyordu. Bütün endişeler, konuşmalar, nutuklar, perde
arkası faaliyetleri, çiğ ve aşikar bir iktidar inhisarı ve mücadelesi gayretlerinden
öteye geçemedi. Meseleleri açıkça konuşma, karşı tarafın noktayı nazarını da
dinleme, adalet ve insaf hudutları içinde oyun kaidelerine riayet ederek, halkın
hakemliğini kabul etme zihniyetinden eser yoktu. Hatta açıkça kaidelerin çiğnendiği
ifade edildi, muhtelif vesilelerle söylenen nutuklarda, mahiyeti iyice açıklanmayan
bir siyasi istikrar projesi için, icabında kanunların da ötesine geçileceği tarzında
beyanlara yer verildi. Memlekette basın, adliye, üniversite, sendika vs. olarak ne
kadar müstakil müessese varsa, hepsi bir fırsatla sille yemiş oldukları halde, siyasi
inhisar zihniyeti elan tatmin olmamış görünüyordu.”273
Yazı şöyle devam etmektedir: “Siyasi cihazın, millet topluluğunun neresinde bir
farklı ve müstakil görüş varsa ikinci hedef orası oluyordu. Milletvekilini bir intihap
dairesinin vekili, yahut mensup olduğu partinin delegesi şeklinde tasavvur etmek
yanlıştır ve bizi demokrasiyle telifi mümkün olmayan neticelere götürür. Bunlar
şöyle özetlenebilir: Birincisi; müstakil karakterli kimseler parlamentoya girmekten
men edilmiş olur. İkincisi; partisinin delegesi olan ve onun tesiri halinde gelen
mebuslar yüzünden, parlamentonun asıl fonksiyonu olan tartışma ve müzakerelerin
kıymeti olmaz. Üçüncüsü; mahalli parti komitelerinin kontrol ve murakabesi çok
artmış olur. Dördüncüsü; hükümetin, onu murakabe edecek milletvekilleri
üzerindeki baskısı çok daha fazla artar. Bu suretle, tartışan, müzakere eden ve fikir
karşılaştırmasıyla yeni yollar arayan parlamento faaliyeti, el kaldırılan ve rey
verilen bir ‘oy makinesi’ haline sokulmuş olur.” DP’nin Büyük Kongresi
15-18 Ekim 1955 tarihinde yani iki yıl gecikmeli olarak yapılmıştı. Dolayısıyla
Forum’un kongreye dair değerlendirmelerini iki sayı ardı ardına başyazıya taşımış
olması anlaşılır bir durum arz etmekteydi.
DP Büyük Kongresinin, iki yıl ertelenmiş olması başlı başına parti içinde demokrasi
olmadığının bir göstergesi sayılabilir. Parti içi demokrasinin yokluğuna dair en bariz
delil ise, ispatçı milletvekillerinden dokuzunun Kongrenin başlamasına birkaç saat
kala partiden ihraç edilmiş olmasıdır. Zaten bunun üzerine ispatçı diğer on
milletvekili de Kongreye katılmamış ve Kongrenin son günü partiden istifa
etmişlerdir. Bu hususta Forum şöyle der: “Bir parti içindeki ahenk ve tesanüt,
liderin ve lider organın şahsi telakkilerine körü körüne uymaktan gelmez.
273
Yol Ayrımındayız, Başyazı, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955.
245
Programdan gelir. Bir programın insicamlı hükümlerine uymaktan gelir. Liderlerin
ve lider organların programı ihmal eden şahsi telakkilerine uymamak bir
ahenksizlik yaratmaz. Nereden gelirse gelsin programa, programın insicamlı
prensiplerine uymayan düşünce ve hareket tarzları ahenksizlik yaratır. İspat hakkı
isteği ise DP programının esasına, prensibine, ruhuna uygundur. O halde onu
istemek, mücerret, DP içinde ahenk ve tesanütü bozucu fiil teşkil edemez.”274
DP kongresindeki gelişmelerin bu kadarı dahi demokratik bir iklimle bağdaşmazken,
ayrıca bir partiden milletvekili seçilen kimsenin o partiden ayrılması ile
milletvekilliğinin de düşürülmesi gerektiği görüşünün savunulması, şaşkınlık
vericiydi. Bu hususta Menderes’in şu sözlerini ise üsluptaki ölçüsüzlük mü yoksa
içerikteki ilkellik açısından mı incelemek gerektiği konusunda insan şüpheye
düşmektedir: “Partiden çıkarılan milletvekillerinin aramızda kuyrukları vardır. Bu
kuyrukların da kesilmesi lazım gelmektedir.”275 DP kongresi gerçek ödevinin dışına
çıkmıştır. Murakabe, sorumlu tutma görevini yerine getirecek yerde; parti içinde
iktidar birikmesine engel olup bir parti içi demokrasi hareketini geliştirecek yerde,
liderlerin kuvvet gösterilerine sahne olmaktan ileri gidememiş hatta onların oligarşik
egemenliğini meşrulaştırmaya çalışmıştır.
Kongrenin görevinin ne olması gerektiği bağlamında Forum’dan şu sözleri
nakletmek uygun olur: “Büyük kongre bir partinin en büyük organıdır. Büyük
kongre birleşik fikre ulaşmada, kontrol etmede, mesul etmede en büyük organdır.
Onun gerçek görevi de bu tariften çıkar. Bir kere parti, bir birleşik fikirdir. Parti
içindeki en büyük birleşik fikir de en büyük organ olan kongrede meydana çıkar.
Birleşik fikre tartışma yolu ile ve türlü temayülleri uzlaştırmak sureti ile varılır.
Onun için, bir kongrenin ilk görevi, bir tartışma sahnesi içinde, program etrafındaki
türlü cereyanları ve fikirleri, programın içinde uzlaştırmadır. Kongrenin ikinci
görevi, parti icraatını kontroldür. Bu kontrol, bir raporu dinlemek, sonra, birkaç
ağız vasıtası ile onu övmek, nihayet hitabet gösterileri içinde onu tasvip etmek
değildir. Her meseleyi, künhüne varıncaya kadar didiklemektir, belagatları
mantıkla, güzel edebiyatları matematikle karşılayarak değirmenin suyunu
araştırmaktır. Kongrenin üçüncü görevi de, mantıktan, matematikten, dikkat edelim
rakamdan demiyoruz, geçerek künhüne varılan hesaplar sonunda, beraat ettirmek
veya mesul etmektir.”276
DP’nin kongresini takip eden iki ay içinde ispatçılar partileşme süreci içerisine
girmişlerdir. Bu dönemde Forum’da çıkan yazılar daha çok bir siyasi partinin
demokratik rejimdeki işlevi ve Türkiye’de yeni kurulacak bir partinin benimsemesi
gereken ilkeler üzerine yoğunlaşmıştır. Forum siyasi partilere dair şöyle bir tasnif
yapar: “Partiler devlet idaresinde farklı görüş, davranış ve vaziyet alış ifade eden
siyasi gruplaşmalardır. Siyasi gruplaşmaya asıl karakterini veren fikir, doktrin,
iman ve sınıf menfaati olabileceği gibi şuurlu olarak ifadesi zor olan bazı davranış
274
Genel İdare Kurulu ve Müşterek Haysiyet Divanına Bakış, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39,
1 Kasım 1955.
275
Rıfkı Salim Burçak, 10 Yılın Anıları (1950-1960), Ankara: Nurol Matbaacılık, 1998, s.350.
276
Bir Siyasi Parti Kongresinin Asıl Görevi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955.
246
ve vaziyet alışlar da olabilir. Birinci grup, liberal, muhafazakar, sosyalist, Katolik,
işçi vs. gibi adlarla tefrik edilen fikir, din, doktrin ifade eden, sınıf ve zümre
menfaatlerini temsil eden partilerdir. İkinci grup partiler mesela Amerika’daki
Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerinde olduğu gibi vazıh ve şuurlu bir fikri
farklılığa dayanmayıp, umumi bir davranış ve vaziyet alış ifade eden siyasi
topluluklardır. Bunlar daha çok şahıs ve ekip partileridir. Bu ekipleri dolduran
şahsiyetlerin kültür seviyesi, siyasi gelenek ve göreneklerinin başkalığı, mizaç ve
zihniyetleri, partiler arasındaki farkı yaratan en mühim amillerden biridir.”277
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Yeni bir partinin başarısı, mevcut
iktidar partisine karşı halkın güveninin tamamen kaybolması ve güvenini kaybeden
bu kütlenin ihtiyaçlarına mevcut muhalefet partilerinin cevap veremeyecek durumda
olmalarına bağlıdır. Bu şartlar içinde parti kurma, hiç şüphe yok halkı ve memleketi
iyi tanıyan, eski partilerin hatalarını tekrarlamayacağı hususunda bilgi ve
karakterleriyle garanti teşkil eden, yeni siyasi liderlerin verebilecekleri bir kararla
mümkün olabilir. Böyle bir parti artık siyasi rejimimizin temel faraziyeleri olan ve
tartışma dışı tutulması gereken, inkılap prensiplerine hürmetkar, memleketi Batı
zihniyet ve müesseseleri ile, hürriyet ve ilerleme yolunda hakikaten idare etmeye
istekli ve kararlı bir yeni ekip tarafından kurulabilir. İç ve dışta bir müddettir
şekillenen hayal kırıklıkları, sabırsızlanmalar, medeni, bilgili ve karakterli bir ekibin
Türk siyasi ve içtimai hayatına bir düzen ve kararlılık getirmesini arzu ettirmektedir.
İktidar partisi, hürriyet mücadelesine atıldığı yıllarda kendine beslenen ümitleri
bugün tamamen boşa çıkarmıştır. Yapılan vaatler, verilen sözler artık tamamen
unutulmuştur. Milletin yaratıcı kabiliyetlerinin ortaya dökülmesi, ilerleme yolunda
adımların köstekleyici bağlardan kurtulabilmesi için, hür siyasi rejimin
kurulabilmesi davası her şeyden önce gelmektedir. Hürriyete susayan ve
aldatılmaktan bıkmış olan bu millet, kendine emniyet, güven ve hürmet telkin eden
bir siyasi hareketin hasretini çekmektedir.”
Forum, 41. sayısında ispatçıların yeni parti kurma hareketini başyazısına taşımıştır.
Yazıda şöyle denilmektedir: “Yeni partiyi kurmaya hazırlananlar, bu niyetlerini
açıklayan demeçlerinde, tasavvurları hakkında bazı işaretler verdiler. Biz şüphesiz
kurucuların niyetlerinin ve görüşlerinin mühim olduğunu bilmekle beraber, Türk iç
politikasının bugünkü gelişme safhasında, yeni bir siyasi hareketin üzerinde dikkatle
durması gereken bazı meselelere işaret etmek istiyoruz. Kanaatimizce bu meseleler
dört grup etrafında toplanabilir:Demokratik düzen ve siyasi rejime istikrar
verilmesi;İnkılapların geliştirilmesi ve kökleştirilmesiyle dünya düzeninde Batı
alemine mensup bir toplum oluşumuzun belirtilmesi; iktisadi gelişmemizin
hızlandırılması ve kesintisiz devamı için şartların ve çarelerin aranması; iktisadi
gelişmenin içtimai intibaksızlıklar ve muvazenesizlikler yaratmasının önlenmesi.
Adını ‘hürriyet’ partisi koymak suretiyle niyetlerini daha iyi açıklamak isteyen bu
yeni siyasi hareketin müteşebbislerinin, siyasi rejim bahsinde mevcut diğer
partilerden daha avantajlı bir mevkide bulunduklarını inkar etmek zordur.
277
Yeni Bir Parti Kurulması, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955.
247
Gerçekten hemen hemen hepsi, her devirde hürriyet rejimine karşı gelmek
isteyenlere direnmiş şahsiyetlerdir.”278
Şunu da hatırlatmak gerekir ki, 19 milletvekilinin DP’den ayrılarak ayrı bir parti
kurmasına giden yol sadece ispat hakkına indirilemeyecek kadar önemlidir. İktisadi
buhran, bununla mücadelede iktidarın yetersizliği, bu yetersizliğe dair eleştirilere
tahammülsüzlük, bu tahammülsüzlüğün bir sonucu olarak antidemokratik bir dizi
yasa çıkarılması, buna karşı çıkan az sayıdaki partilinin uyarılarına kulak
verilmemesi, daha ötesi bu eleştirilerin bastırılmaya çalışılması, bir kısım
milletvekilinin yolunu DP ile ayırması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla üzerinde
düşünülmesi gereken husus, DP’den kaç kişinin ayrılmış olduğu veya bunların
kuracağı partinin Türk siyasal yaşamındaki geleceğinin ne olacağı değil, DP
hareketine emek vermiş kimselerin demokrasiye bağlı olduklarından DP içinde
siyaset yapmaya devam edemez hale gelmeleridir.
Nitekim Forum bu hususta şöyle demektedir: “İktidar partisi içinde seçim
serbestliği yoktur. Partinin hemen her kademesinin idarecileri, bir demokratik
serbest seçimle gösterilmektedir ancak DP kademeleri içindeki seçimler üst
kademelerin empoze ettiği adayların sıkı bir disiplini ve kombinezonları mihrakı
üzerinde cereyan eden bir plebisit yolu ile tasvibi şeklinde icra edilmektedir. Parti
idarecileri adeta demokratik bir seçimden değil, mutlakıyetçi bir plebisitten
çıkmaktadır. Oylar, her kademenin parti işlerini, o kademe içinde serbestçe
tartışarak tespit edecek ve yürütecek hür organları göstermeye yaramıyor; her
kademede bir üst kademenin ve en sonunda merkezi en yüksek organın görüşünü
tasvibe memur tabi makam ve peykleri meydana getirmeye yarıyor.”279
Forum’un ıspatçılara sempatiyle bakması ve DP’ye dair eleştirilerini artırmaya
başlamasının altında Forumcu Turan Güneş’in bu ekip içinde yer almasının yanı
sıra, Forum aydınlarının cumhuriyetçi demokrat CHP karşısında liberal demokrat
bir parti modeli görmek istemeleridir. Bu sayede Türk demokrasisinin
kurumsallaşacağına inanmaktaydılar. Bu inancı, liberal demokrat ve cumhuriyetçi
demokrat, istisnasız tüm Forumcular taşımaktaydılar. Ayrıca Forumcular, her türlü
demokrasi karşıtı yaklaşıma şiddetle itiraz etmekteydiler. Yine DP’ye dair şu sözler
Forumcuların partileşme sürecindeki hareketi desteklemelerini anlaşılır kılmaktadır:
“Muhalif görüş müessir olmaktan mahrum bırakılmıştır. Böyle bir otoriter zihniyet
ve dar bir silsileler düzeni kurmuş olan bu siyasi teşekkül, kendi içinde tartışmaya ve
karşı fikre imkan vermediği gibi kendi dışında da imkan vermiyor.”
19 Aralık 1955 tarihinde Hürriyet Partisi kurulmuştur. Genel başkanlığa F. Lütfi
Karaosmanoğlu, ikinci başkanlığa Enver Güreli, genel sekreterliğe Dr. İbrahim
Öktem getirilirken, genel idare kurulu üyeleri E.Hayri Üstündağ, Turan Güneş,
Safaeddin Karanakçı, İsmail Hakkı Akyüz, Şeref Kamil Mengü, Ekrem Alican,
Zeyyad Ebüzziya, Feridun Ergin, Mustafa Ekinci, şekip İnal, Muhlis Ete, İhsan
278
279
Değişen Türkiye’de Yeni Adımlar, Başyazı, Forum, sayı:41, 1 Aralık 1955.
Parti Mutlakıyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955.
248
Hamit Tiğrel ve Raif Aybar’dan oluşur. Demokrat Partinin yayın organı olan Zafer
gazetesi, DP’nin Hür. Partiyi ‘doğar doğmaz hareketsizliğe mahkum olması
mukadder bir sakat çocuğa benzettiğini’ yazmıştır.280 Hürriyet Partisinin
kurucularından birçoğu DP içinde önemli görevlerde yer almışlardı, aralarında
bakanlık yapmış isimler vardı. Dolayısıyla kuruluş aşamasında bu parti
yöneticilerinin samimiyeti, kamuoyunda biraz kuşku yaratmıştı. Bu kuşku ise
iktidarı destekleyen besleme basın organları tarafından özellikle işlenmekteydi.
Forum, bu kuşkuyu bertaraf etmede kendini sorumlu hissetmiş ve belli nispette de
bunu başarmıştır.
Bu çerçevede kaleme alınmış yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir:
“Hürriyet Partisi kurucularına Türk milleti çok şey borçludur. Memleketi totaliter
bir nizamın karanlık ufuklarına doğru dolu düzgün götürenlerin karşısına bu bir
avuç idealist çıkmamış olsaydı, 1956 yılı başlarında yeniden beliren ümit ve
iyimserlik havasına kavuşmamız belki de mümkün olmazdı. Hürriyet Partisi
kurucuları ‘artık yeter!’ deyinceye kadar DP oligarşisine hakim olan bir avuç
muhteris, bu memlekette hürriyet diye sayıklayan insanları dehşet içinde bırakan
niyetlerini artık gizlemek lüzumunu dahi görmemeye başlamışlardır. Yakın siyasi
tarihimiz yazılırken, Türk milletinin siyasi hürriyetlerine yeniden kavuşmasında
memleket içinde her an daralan diktatörlük çemberini kıran hareket ‘19 lar
hareketi’ne neler borçlu olduğu
daha iyi anlaşılacaktır. Hürriyet Partisi,
vicdanlarının derinliğinde isyan alevini duyanların, teker teker verdikleri ferdi
kararlar neticesinde doğmuş bir siyasi harekettir. Kuvveti ve kıymeti asıl
buradadır.”281
Forum, Hür. Partiyi 15 Mayıs 1957 tarihli 76. sayısından itibaren açıkça
desteklemeye başlamıştır. Bu sayıdaki ‘Yapıcı Tekliflere Muhtacız’ başlıklı
başyazıyı, verilecek olan açık desteğin kamuoyuna ilanı olarak saymak yanlış olmaz.
Dergi partiye desteğini, 1957 genel seçimlerine kadar sürdürmüştür. Destek vermede
izlediği yol, özellikle iktidar partisine yönelik eleştirilerini yoğunlaştırmak olmuştur.
Bu arada ifade etmek gerekir ki CHP’yi de eleştirmiş ancak bu eleştiriler oldukça
sınırlı kalmıştır. Çünkü Hür. Partinin DP’nin tabanına, liberal demokrat bir parti
olarak oturacağı düşünülmüştür. İlaveten, CHP’ye yönelik eleştirilerin CHP
yönetimince husumetle karşılanmadığının altını çizmek gerekir, çünkü CHP zaten
parti içinde eleştiri mekanizmasını sürekli işler kılan bir partiydi, dolayısıyla bu parti
DP’den farklı olarak her türlü uyarıyı istifade edilebilecek bir öneri olarak
görmekteydi. Kaldı ki CHP, Hür. Partinin gelişmesini ve liberal demokrat bir parti
olarak DP’nin yerine geçmesini toplum için yararlı görmekteydi. İlginç olan ise,
DP iktidarı, her ne kadar icraatlarına yönelik Forum’un yaptığı eleştirilerden rahatsız
olmakta ise de, Derginin Hür. Partiyi desteklediği dönemde, DP iktidarının,
Dergiye, diğer muhalif basın organlarına uyguladığı şiddette baskı uygulamamış
olmasıdır. Çünkü DP yöneticileri, kendi tabanlarından değil Hür. Partinin CHP
tabanından oy alacağını düşünmekteydiler. Hür. Parti, CHP ve DP yöneticilerinin
280
Zafer, 23 Aralık 1955. (Gazete Demokrat Parti iktidarından finansal destek aldığından ücretsiz de
dağıtılmaktaydı. Şu halde bugün, ‘Zaman’ gazetesinin veya ‘Bugün’ gazetesinin ücretsiz dağıtımı
usulünün köklerini, Demokrat Partili yıllarda bulmak mümkündür.)
281
Yeni Parti ve Hürriyet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:43, 1 Ocak 1956.
249
seçmen tabanına dair birbirinden farklı ve kimi kez birbirini desteklemeyen bu
varsayımlarının sebebini, o dönem için ülkede henüz tam bir sınıflaşmanın
olmadığında aramak yanlış olmayacaktır.
Mesela Hürriyet Partisi kendini liberal demokrat parti olarak sunuyordu ama ortada
bir sorun vardı. Devrim süreci tamamlanmamıştı. DP iktidarının 1950-1954 arası
tecrübesi, az gelişmiş bir ülkede liberal demokratik bir rejimin liberal demokrasi ile
kurulamayacağı ortaya koymuştu. Nitekim DP’nin 1946-1950 arasındaki vaatlerini
1950 sonrasında gerçekleştirememiş olmasını, sadece ve sadece DP li yöneticilerinin
demokrasiyi sindirememiş olmalarına bağlamak eksik bir tespit olurdu. Dolayısıyla
sorunu liberal demokrasi ideolojinin kuramında da aramak gerekmekteydi. Oysaki
liberal demokrat Forumcular, dönemin diğer birçok aydını gibi, bunu, 1957 seçim
sonuçları açıklanıncaya kadar görememişlerdi.
Şunun altını çizmek gerekir ki Hür. Partinin programı yazılı bir metin olarak çok
iyiydi ancak uygulamada iyi sonuçlar vereceği şüpheliydi. Şöyle ki, programında
demokrasi ‘amme işlerinin müzakere, münakaşa ve tam bir murakabe serbestliği
içinde bütün vatandaşların iştirakiyle yürütüldüğü rejimdir’282 şeklinde
tanımlanmaktaydı. Yazı düzeyinde itiraz edilmeyecek bu tanımın uygulamada
tehlikeleri çağıracağı açıktı. Yurttaşlaştırılamamış kişilerle yapılacak olan istişarenin
nereye varacağını kestirmek güçtü. Birileri çıkıp Devrim ilkelerinin de murakabeye
açılmasını isteyebilirdi, şu halde kendini liberal demokrat olarak sunan bu parti bu
talebi reddederse kendi baktığı zaviyeden demokrat olamaz, cumhuriyetçi demokrat
zaviyeden bakacaksa, kendini neden cumhuriyetçi demokrat ideolojinin karşısında
bir konuma yerleştirmişti, ki bu gibi cevabı olmayan çok soru vardı. Yinelemek
gerekirse, sorun Hür. Partinin liberal demokrat ideolojiyi benimsemesindeydi, yani
program üzerinde çok ideal gözüken sözler, pratik ihtiyaca cevap vermekten uzaktı.
Forum’un 1957 yılının ortalarından itibaren iktidara yönelik eleştirilerinin daha da
arttığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz bunda, Hür. Partiye verilen destek ile
yaklaşan seçimlerin tesiri büyüktür. Mesela 1 Temmuz 1957 tarihli 79. sayısında
Forum, başyazısında DP için şu ifadeler kullanmaktadır: “Bugün fikri muhtevasını
kaybetmiş, manevi bakımdan boşalmış bir uzviyet olarak DP Türk siyasi hayatında
menfaat, korku ve küçük kombinezonlarla ayakta durmaya çalışan bir ucube
durumuna sokulmuştur.”283 Muhalif partilerin 1957 seçimleri için işbirliği yapması
meselesi de bu dönemde Forum sayfalarında ağırlıklı olarak yer almaktaydı. Forum,
işbirliğine dair, muhalif partilerin birbiriyle ilgili her türlü anlaşmazlığı bir kenara
bırakıp, muhalif tüm partilerin programları bağlamındaki kan uyuşmazlıklarını
askıya alıp sadece ülkeyi iktisadi, siyasi ve toplumsal buhrandan kurtarmak için
işbirliği yapmaları gerektiğini savunuyordu. Bu savını bir başyazıda şu sözlerle ifade
etmekteydi: “Gaye, her şeyden evvel, devletin bekasını sağlayacak bir hukuk nizamı
282
Hürriyet Partisi, Hürriyet Partisi Ana Nizamnamesi ve Parti Programı, Ankara: Hürriyet Partisi
Yayınları, 1956, s.29.
283
Güven Nasıl Kurulabilir, Başyazı, Forum, sayı:79, 1 Temmuz 1957.
250
kurmaktır. İşte bu cihet, işbirliği davasına partiler üstünde ve millet çapında bir
mahiyet vermektedir.”284
Şunu hatırlatmak gerekir ki CHP, işbirliği için pek istekli olmamıştır. Çünkü CHP
yöneticileri, Hür. Partinin geniş halk kütlesi tarafından desteklenmeyeceğini,
Hür. Partinin ancak evvelden DP’ye ümit bağlamış bununla beraber 1954
seçimlerinden sonra bu ümidini kaybetmiş bir avuç liberal demokrat aydınların
oylarını alabileceğini düşünmekteydiler. Öte yandan CMP bahsinde ise CHP
yöneticilerinin, bu partinin Devrim ilkelerini benimsemiş olduğuna dair şüpheleri
çok kuvvetliydi. Kaldı ki CHP, DP meselesine, Hür. Parti yöneticilerinden biraz
farklı yaklaşmaktaydı, yani iktidardan indirilmesi gerekenin bir kurum veya kişiler
değil, zihniyet olduğunu düşünmekteydi. Üstelik, sadece seçime yönelik bir işbirliği
yapmak, cumhuriyetçi demokrat ideoloji ile bağdaşmamaktaydı. Nitekim CHP
seçimleri, oy girdisi güç çıktısı olarak görmüyordu. Aslında Forum Dergisi de
sadece DP’nin iktidardan indirilmesine odaklı bir seçim işbirliğinin sakat yanlarını
okurları ile paylaşmaktan imtina etmiyordu. Öte yandan da günden güne ağırlaşan
memleket koşulları vardı ve liberal demokrat Forumcular çok sabırsızlardı. CHP’nin
işbirliğini etraflıca değerlendirmesini, bir diğer deyişle temkinli siyaset anlayışını
liberal demokrat Forumcuların bazısı yavaşlık, bazısı da tek başına iktidar isteğinin
bir ifadesi olarak yorumluyordu. İki yorum da gerçeği yansıtmamaktaydı.
1957 seçimlerinden hemen önce Derginin hem DP hem de CHP’ye yönelik şu
değerlendirmesi ilginçtir. Şöyle denilmektedir: “Bugün daha iyi gördüğümüz gibi,
Demokrat Parti iktidara ciddi bir hazırlık safhasından geçmeden geldi. Gerek
harpten evvel gerekse bilhassa harp içinde memlekette hüküm süren totaliter düzen
ve hürriyetsizlik havası, bir demokraside yedek hükümet olarak yetişen ve gelişen
muhalefetin fikri hazırlığına imkan vermedi ki memleket kendine yeni fikirlerin
temsilcisi olarak, totaliter düzen içinde yetişmiş kimseleri seçmekten başka çare
görmedi. Bu kimseler yeni hedef ve ihtiyaçların parolası olan fikirleri ve sözleri
birer eğreti yafta olarak bir müddet için ustaca kullandılar. Halk ancak hür tenkit ve
serbest muhalefet muhiti içinde yetişebilen liderlerden, fikri önderlerden, cemiyetin
manevi sembolleri olan şahsiyetlerden ve devlet adamlarından mahrum bırakılmıştı.
İşte bu tarzda kurulmuş olan bir partinin halk kütlelerini bir arada tutan manevi
tesanüt çimentosu çok geçmeden eridi ve dağıldı. Demokrat Partinin bugün ancak
devlet otoritesine dayanan, tehdit ve menfaatle bir arada tutulmaya çalışılan,
aslında manevi harcı yok olmuş bir bina manzarası arz edişini başka türlü izaha
imkan yoktur. Bu hadise yakın Türk siyasi tarihinin en ibret verici derslerinden
birini teşkil etmektedir. Bugün yedek hükümet olarak hazırlanmakta olan muhalefet
partilerinin bundan gereken dersi almaya çalışmaları lazımdır.”285 Yazının Aydın
Yalçın tarafından kaleme alındığı düşünülmektedir.
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “CHP siyasi rekabetin hüküm sürmediği
bir devrede yerleşmiş olan usul ve geleneklerini, personel kadrosunu, mensuplarını
bir arada tutulacak manevi hedefleri dikkatli bir şekilde gözden geçirmek
284
285
Muhalif Partiler ve İşbirliği, Başyazı, Forum, sayı:81, 1 Ağustos 1957.
Fikir Partisi İmkanları, Başyazı, Forum, sayı:83, 1 Eylül 1957.
251
zorundadır. CHP eskiden olduğu gibi, artık devlet otoritesinin tesiriyle katılınan,
devlet desteği ile faaliyet gösteren bir içtimai topluluk olamaz.” Burada Forum’un
CHP’ye yaptığı bu eleştirinin haksız olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Çünkü bu
yazı Hür. Partinin propagandası mahiyetinde bir yazıdır, diğer bir deyişle, seçimlerin
yaklaştığı dönemde, Hür. Partinin siyaset alanında kendine bir türlü hareket alanı
oluşturamadığını gören liberal demokrat Forumcuların Hür. Partiyi, DP ve CHP’den
farklılaştırmaya çalışarak ona hareket alanı açma gayretinin bir ifadesi olarak
değerlendirilebilecek yazılardan bir tanesidir. Nitekim yazının sonunda,
Hür. Partinin bir fikir partisi olduğuna işaret edilmektedir.
Hürriyet Partisinin birinci büyük kongresi 1957 yılı Eylül ortasında Ankara’da
yapıldı, kongre üç gün sürdü. Seçimlerin öne alınması dolayısıyla alelacele
Ankara’da toplanmasına karar verilen büyük kongreye dair Forum’da şu
değerlendirme yapılmıştır: “Kongrenin en göze çarpan hususiyeti, delegelerin genç
nesle mensup, seçkin ve seviyeli bir kütle manzarası göstermesiydi. Kongrenin diğer
bir hususiyeti, kongrenin canlı ve aynı zamanda düzenli ve ahenkli bir hava
içerisinde geçmesiydi. Bilhassa bu hususiyeti bakımından, birinci kongre Hürriyet
Partisinin Batı anlamında hakiki bir parti yapan vasıflarını ortaya koymuş oluyordu.
Kongrenin bir başka hususiyeti de demagojik cazibesi fazla olan nutuk ve tekliflerin,
kongrenin büyük kütlesi tarafından fazla itibar görmemesi idi. Delegelerin büyük bir
kısmı, muhtevası boş, his ve heyecan hamulesi yüksek hitaplardan çok müspet,
soğukkanlı ve rasyonel tekliflere, söz ve kanaatlere daha çok temayül gösteriyordu.
Hülasa, partinin bu ilk kongresi, Türk siyasi hayatında yüksek seviyede politika
geleneklerinin teessüsüne yardım eden bir misal vermiş oluyordu.”286
Forum, Hürriyet Partisinin Kongrede ifade edilen iktisadi alandaki görüşlerini
naklederken, Hürriyet Partisinin diğer partilerden çok farklı olduğunu belirtir ve
şöyle der: “Hür dünyada birikmiş ve hazırlanmış olan bazı fikirlerin Türkiye’de ilk
defa bir siyasi cereyan tarafından benimsendiği görülmektedir. Köy kalkınması,
umumi iktisadi gelişme vetiresinin bir parçası olarak ele alınmaktadır. İktisadi
gelişme politikasında bir sistem ve felsefenin bulunduğu açıkça görülmektedir.”287
Forum’a bu değerlendirmeyi yaptıran ise Hür. Partinin şu sözleridir: “ İktisadi
kalkınmamızın, istihsalatımızı, iklim şartlarının tesirlerinden mümkün mertebe uzak
tutacak olan ve ziraat sektöründe mevcut gizli işsizliğin, peyderpey daha verimli
sahalarda kullanılmasını sağlamak suretiyle ve adam başına düşen milli gelirimizin
artış hızını devamlı surette çoğaltacak olan sanayi sektörüne aktarılmasını mümkün
kılacak tedbirlere dayanacağına inanmaktayız.....Aynı zamanda ziraatımızın ve köy
iktisadiyatımızın bir zirai gelişme ve reform hareketiyle takviye edilmesi gerektiğine
kaniiyiz. Köy kalkınmamız ve zirai reformda, teknik bilgi ve sermaye vasıtalarının
daha tam ve yaygın bir şekilde kullanılması mühim bir yer işgal
etmelidir....Sanayileşme ve onun tabii neticesi olan şehirlerimizde ahenkli ve süratli
bir iktisadi gelişmeyi sağlayacak şekilde yatırımlar yapılacaktır. Sanayileşmemizin
dış ticaretimizdeki muvazeneyi bozmaması, bilakis bu muvazenenin tesisine yardım
etmesi lazımdır.... En büyük sermayemiz olan insan gücümüzü israf etmemek ve
286
Hürriyet Partisi Kongresinden Notlar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85, 1 Ekim1957.
İktisadi Meselelerimizde Müşahhas Fikirlere Sahip Parti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85,
1 Ekim 1957.
287
252
kabiliyetli Türk halkını modern medeniyet seviyesine ulaştırmak için, bunu mümkün
kılacak olan yatırım hamlelerimizi daha rasyonel bir şekilde teşkilatlandırmamız
lazımdır. Halihazırda yapılan yatırımların imkanlarımızı tam olarak seferber
etmediği, israflı ve yanlış yollara yöneldiği görülmektedir. Geri kalmış her
memlekette olduğu gibi Türkiye’de de devletin, kalkınma bakımından elzem bazı
yatırımların yapılabilmesi için lüzumlu bazı tasarrufları sağlamasında, para ve
maliye politikası yoluyla çok mühim bir rol oynayacağına inanıyoruz...” 288
27 Ekim 1957’de genel seçimler yapıldı, bu seçimlerde Hür. Parti liberal demokrat
Forumcuların beklediği başarıyı gösteremedi. Seçimlerden hemen sonra çıkan ilk
sayıda şu değerlendirme yapıldı: “27 Ekim seçimleri H.P.’nin Meclisteki
temsilcilerini 30 küsur milletvekilinden 4’e indirmiştir. Bu suretle geçen devre
esnasında en mümtaz muhalefet sözcüleri sayılan bazı şahsiyetler Meclise
girememişlerdir. Bu seçimler, partiler arasında kalite ve mahiyet farklarına göre
yapılan normal bir seçim olmamıştır. Seçim arifesinde ve bizzat seçim esnasında
memlekette esen hava, ne pahasına olursa olsun memleketi istibdat dairesine doğru
sürüklemeye, memleket iktisadını iflasa sevk etmeye azmetmiş görünen iktidar
partisinin devrilmesi arzusunu her şeye hakim kılmıştır. Bu hava, işbirliği
müzakereleri esnasında bilhassa kuvvetlenmiş, işbirliği CHP’nin kararıyla
yapılamayınca halk büyük üzüntüye kapılmış, bunun müsebbibini tecziye etmek gibi
hissi bir arzuya kapılmamış bilakis işbirliğini reddeden partiyi desteklemenin bir
vazife olduğu hissi etrafa yayılmıştır. Bunda ‘en kuvvetli muhalefet partisine rey
verilmesi’ düsturu büyük rol oynamıştır. H.P. bütün memlekette teşkilatını
tamamlamadığı için, genç ve yeni bir parti olması dolayısıyla teşkilat kurduğu
mıntıkalarda tam manasıyla yerleşemediği için, seçmen kütlesini ‘en kuvvetli
muhalefet partisi’ olduğu hususunda ikna edememiştir. Bu sebeple birçok ilde
kayıtlı azalarının adedi kadar bile rey alamamıştır. Birçok sandıklardaki müşahitler
bile CHP’nin bu seçimlerde desteklenmesi gerektiğine hükmederek reylerini kendi
partilerine vermemişlerdir.”289
Yazı şöyle devam etmektedir: “CHP’nin seçimleri altı ay sonra yenilemek, nispi
temsil esasını kabul ederek H.P. gibi iç politika sahnesine yeni atılan bir siyasi
cereyana gelişme imkanı sağlamak vaadi H.P. taraftarlarının mühim bir kısmına da
mülayim gelmiştir. CHP’nin bu seçimlerde almış olduğu reylerin mühim bir kısmı
H.P. azalarından ve taraftarlarından gelmiştir. H.P.’ye verilmiş oylar bu partinin
hakiki kuvvetini göstermekten çok uzaktır. H.P., güzide kadrosuyla ve Türk
politikasına getirmek istediği yeni fikirler ve usullerle seçmen için üçüncü bir yol
olduğunu anlatabilirse, parlamentoda zayıf temsil edilmeden doğacak maniaları
aşabilirdi. Siyaset nihayet bazı fikirlerin ve tekliflerin geniş halk kütlelerine
satılabilmesi, benimsetilmesi sanatıdır. Seçimlerden önce ve seçimler boyunca
HP’nin bütün fikir ve teklifleri seçmene satarken büyük bir ustalık gösteremeyişi,
üzerinde durulacak eksikliklerden biridir. Teşkilatın seçimler için tam olarak hazır
olmayışı, bu fikir ve teklifleri halkın ayağına kadar götürecek nakil vasıtalarının iyi
işleyememesi demektir. Bundan başka halka ulaştırılmak istenilen fikir ve tekliflerin
288
İktisadi Meselelerimizde Müşahhas Fikirlere Sahip Parti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:85,
1 Ekim 1957.
289
Seçimler ve Hürriyet Partisi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:87, 1 Kasım 1957.
253
bir propaganda koordinasyonu ile idare edilemeyişi seçim boyunca müşahede edilen
zaaflardan biri olmuştur. Seçimlerin bilhassa H.P.’yi istihdat eden bir baskın
şeklinde öne alınmış olması, parti teşkilatı ve mekanizmasını, partinin halka
yapacağı teklifleri süratle memlekete yayacak şekilde hazırlanmasına imkan
vermemiştir. İlk defa seçime giren ve teşkilatı çok defa seçim tecrübesi olmayan
personelden ibaret olan Hürriyet Partisinin bu seçimlerden kıymetli dersler aldığını
şüphe yoktur.”
Bu yazı, henüz seçimin üzerinden çok zaman geçmemiş olduğu için Derginin
Hür. Partiyi desteklemekle ilgili bir öz eleştiriye başlamadığını göstermektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki bu durum seçimlerden sonraki birkaç sayıda da devam
etmektedir. Yine seçim sonuçlarının değerlendirildiği bir başka yazıda şöyle
denilmektedir: “Son seçim kampanyası esnasında sadece iktidar partisi ve muhalefet
partileri arasında mücadele olmamış aynı zamanda muhalefet partileri arasında da
tali bir mücadele ve rekabet cereyan etmiştir. Hemen hemen her seçim bölgesinde
CHP liler, kendilerinin en büyük ve kuvvetli muhalif parti olmak itibariyle diğer
muhalefet partileri ve onların mensuplarınca desteklenmesi gerektiği düşüncesiyle
diğerlerini rey bölmekle itham etmişler, buna mukabil H.P. ve CMP mensupları ise
istisnasız her seçim bölgesinde CHP’nin en kuvvetli muhalefet partisi olamayacağını
ileri sürmüşlerdir. CMP liderlerinin H.P.’nin belli başlı idarecilerinin aksine seçim
kampanyası esnasında CHP’ye daimi surette hücum etmeleri bu rivayetin doğruluk
ihtimalini kuvvetlendirmektedir. CHP’nin işbirliğindeki çekimserliğine dair
görüşlerimiz sürmekle beraber H.P. ve CMP’nin, kimi yerlerde, memleketin çok
yüksek menfaatleri düşünülerek tek taraflı da olsa fedakarlık yoluna sapmaları ve
seçimlerden çekilmek suretiyle CHP’yi desteklemeleri gerektiği, bu iki partiye karşı
bir tenkit olarak ileri sürülebilir.”290
Seçimlerden sonraki ikinci sayıda Dergi, yavaş yavaş Hür. Partinin seçim
mağlubiyetine farklı partilerin gözünden bakmaya başlar, gerçi Hür. Partiye verilen
destek henüz sorgulanmamaktadır, hatta CHP’nin, muhalefet partileri arasında
işbirliğini bozan taraf olarak nitelendirilmesi sona ermemiştir, ancak CHP lehine
kimi seçim bölgelerinde diğer muhalefet partilerinin de fedakarlık yapmamasının
hata olduğuna işaret edilmektedir. Belirtmek gerekir ki, 1958 yılı başlarından
itibaren Forum sayfalarında CHP’nin görüşlerine artan oranda yer verilmeye
başlandığı görülür. Kaldı ki 1958 yılındaki ilk sayıdan itibaren artık Hür. Partiye dair
pek az söz edilir. Bunun sebebini, bu süre zarfında Forumcuların öz eleştiri
yapmalarında aramak mümkündür. Nitekim 1 Nisan 1958 tarihli sayısında Forum,
Hür. Partiyi desteklemekle Derginin hata yapmış olduğunu okurlarıyla paylaşır. Bu
yazıda ayrıca Hürriyet Partisinin Türk siyasal yaşamında bir işlevi kalmadığı da
belirtilir ve şöyle denir: “Hürriyet Partisi için bundan sonra tutulacak yol, bizzat
mensup olduğu muhalefet cephesini zayıflatmamaktır.”291
290
Muhalefet partileri Arasındaki Münasebetler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:89,
1 Aralık 1957.
291
Hürriyet Partisinin İstişari Kongresi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:97, 1 Nisan 1958.
254
Bu iç muhasebe sonrasında, yazı kurulunda liberal demokratların ağırlığı yerini
cumhuriyetçi demokratlara bırakır. Çünkü liberal demokrat Forumcular kendilerini
başarısız görürler ama mücadele etmeyi de bırakmak istemezler, bu kez, kendileri
cumhuriyetçi demokratların ‘eşitlerin ilki’ pozisyonunu kabul ederler. Bu bir bayrak
devri değildir, sadece görevlerin yeniden dağıtımıdır. Şöyle ki, Derginin çizgisini
öne çıkaran yazılar başyazılar ve onbeş günün notlarıdır. Hür. Parti desteklendiği
dönemde bu yazılar liberal demokratlar tarafından yazılmıştır. Bununla beraber söz
konusu yazılara cumhuriyetçi demokratlar, eleştiri düzeyinde katkı sağlamışlardır.
Bu destek süresince, cumhuriyetçi demokratlar daha çok incelemeler kaleme
almışlardır. Dolayısıyla, bu süre zarfında, Dergi, liberal demokrat ideoloji
savunuculuğu yapar bir görünüm arz etmiştir. Bu, Forum Dergisine dair yüzeysel
inceleme yapan araştırmacıları da yanıltmıştır.
Dergi, Hür. Partiye verilen açık destek ve CHP’ye verilen örtülü destek müddetince
aynı aydınlar tarafından çıkarılmaktaydı. Fakat Hür. Partiye verilen destek sırasında
başyazı ve onbeş günün notları liberal demokrat Forumcular, CHP’ye verilen destek
sırasında da başyazı ve onbeş günün notları cumhuriyetçi demokrat Forumcular,
tarafından yazılmış olduğundan, Forum ‘önce liberal demokratların dergisiyken,
sonradan cumhuriyetçi demokratların eline geçmiş bir dergi’ sanılmıştır. Oysaki
Forum’a dair bir nitelendirme yapılacaksa bu ‘liberal demokrat ve cumhuriyetçi
demokratların dergisi’ veya ‘demokratların dergisi’ veya ‘demokrasi ideolojilerini
savunanların dergisi’ olabilirdi.
İlave etmek gerekir ki, CHP’ye verilen destek sırasında, liberal demokrat
Forumcular da başyazı ve onbeş günün notlarının yazımına katkı sağlamışlardır.
Ancak, son kertede, söz konusu yazılar cumhuriyetçi demokratların kaleminden
çıkmıştır. Bununla beraber, 1958 yılı başından itibaren Forumcuların ideolojik
farklılıkları bir kenara bırakıp, kurucu düşünce zeminini tamir edecek kurum ve
mekanizmaların kurulması önerilerine ağırlık verdikleri görülmektedir. Ancak bu
tamir de, bir ideolojiyi eyleyen olarak seçmeyi zorunlu kıldığından, tüm Forumcular,
cumhuriyetçi demokrasinin aktant olması gerektiğini düşünmüş ve savunmuşlardır.
Bu sebeple de, Forum Dergisi, özellikle 1958 yılı ikinci yatsısından itibaren
‘cumhuriyetçi demokrat bir dergi’ görünümü arz etmiş, hatta DP li yöneticiler
tarafından CHP’nin yayın organı olarak telakki edilmiştir. Oysaki bu bir yanılgıdır.
1958 yılı ortalarından itibaren Dergi üzerinde hükümetin baskıyı artırmasını da bu
yanılgının bir ifadesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Forum, 1958 yılı ortalarından itibaren Hürriyet partisinin CHP’ye katılmasının
faydaları üzerine yazılar yayınlar. Bu yazılarda birleşmenin gerekçelerini belirtir.
Nitekim bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: “Muhalefet, 1957
seçimlerinde DP’den çok daha fazla rey aldığı halde DP iktidarda kalmıştır. Oyların
%47’si ile mebuslukların 2/3’ünden fazlasını elde etmiştir. Muhalefetin reyleri
dağınık kaldığı müddetçe bugünkü seçim sistemiyle bir azınlık partisinin Mecliste
büyük çoğunluğa sahip olması önlenemez. Muhalif partiler arasında Batıda
benzerleri görülen bir seçim ittifakı kurmaya hukuken imkan bırakılmamış, seçim
sonuçları da elverişli bir işbirliği yolu bulmak hususunda hayale kapılmamak
255
gerektiğini göstermiştir. Yalnız bir muhalif partinin seçime katılması ve diğer
muhalefet partilerinin onu desteklemesi, birleşme yapılmadıkça, gerçekleştirilmesi
güç ve başarılsa bile ameli mahzurları aşikar olan bir usuldür. İktidara bugün nispi
temsili kabul ettirmek kabil değildir. Başlıca muhalif partiler, programlarıyla ve
taahhütleriyle aynı ideallere bağlı partilerdir. CHP programında seçim sistemi, iki
meclis, anayasa mahkemesi, mahkemelerin istiklali ve bir Yüksek Hakimler Şurası
kurulması, basın hürriyeti, idarenin tarafsızlığı, radyonun tarafsızlığı, ilim hürriyeti,
toplantı hürriyeti gibi temel konularda mevcut sarih hükümler ve taahhütler çoğu
zaman pek önemsiz farklarla, Hürriyet Partisinin programında da mevcuttur.”292
Forum’un telkinleri netice vermiş olacak ki 24 Kasım 1958 tarihinde Hür. Parti
CHP’ye katılır. Bu katılım öncesinde çıkan başyazıda ise Forum’un CHP’ye dair şu
sözleri dikkat çekicidir: “CHP çatısı ve adı altında H.P. ve CHP birleşmesi fikri
hızla ilerliyor. 35 yıllık zinde bir çınarı söküp yerine bir fidan dikmek zamanı
değildir. Memleket bu birleşmenin hiçbir pazarlık konusu ortaya atılmadan karşılıklı
sevgi ve saygı havası içinde gerçekleşmesini sabırsızlıkla bekliyor.”293 Altını çizmek
gerekir ki, Hür. Parti yöneticilerinin birleşme kararına varmaları tam bir yılı
bulmuştur.
Forum 1959 yılından itibaren DP’ye yönelik eleştirilerini daha da yoğunlaştırır ve
CHP’ye örtülü destek verir. Örneğin CHP’nin ‘İlk Hedefler Beyannamesi’ bir
anayasa formülü olarak okurlara takdim edilir.294 Aslında bu beyannamede yer alan
partizanlığın kaldırılması, seçim güvenliğinin sağlanması, anayasa mahkemesi,
yüksek hakimler heyeti kurulması, memurların iş güvenliğinin sağlanması, basın
hürriyeti, üniversite özerkliği, sosyal adalet ilkesinin anayasaya girmesi şeklindeki
tüm hedeflerin, Forum’un çıkmaya başladığı ilk günden itibaren savunduğu hedefler
olması bakımından, söz konusu hedeflerin, Forumcular tarafından takdirle
karşılanması şaşılacak bir durum arz etmemekteydi.
Forum, bu beyannamenin oluşturulduğu 14. Kurultayı siyasi olgunluğun açık bir
ifadesi olarak nitelendirmiştir. Ayrıca şöyle demiştir: “Ana hedefler Beyannamesinin
kabul edilmiş olması hakikaten inşirah vericidir. Kongre hususi bir ağırbaşlılık
havası içinde cereyan etmiştir.”295 CHP’nin beyannamesi Forumcuları çok
heyecanlandırmıştır. Forum, bu hedeflere binaen oluşturulacak ihtisas
komisyonlarının bir an evvel çalışmaya başlatılması gerekliliğine işaret etmiş ve bu
bahiste aynı yazıda CHP’ye şöyle seslenmiştir: “Halk Partisi dayandığı akademik
elemanlar sayesinde bu ihtiyacı karşılayacak durumdadır. Fazla vakit kaybetmeden
komisyonların çalışmaya başlamasından doğacak faydalar sonsuz olacaktır.”
292
Muhalefet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:109, 1Ekim 1958.
Muhalefet Cephesi, Başyazı, Forum, sayı:110, 15 Ekim 1958.
294
CHP ilk Hedefler Beyannamesi ve İhtisas Komisyonları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:118,
15 Şubat 1959.
295
Ana Hedefler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:120, 15 Mart 1959.
293
256
Beyannamenin kabul edildiği bu kurultay öncesi Türkiye tablosu 1 Şubat 1959
tarihli Dergide başyazıya taşınmıştır. Başyazıda şöyle denilmektedir: “CHP’nin
14. Kurultayı siyasi gelişmemizin dönüm noktasına tesadüf eden bir zamanda
toplanmıştır. Memleketin demokrasi yolunda ilerlemesi bir müddettir durmuş
bulunuyordu. Siyasi münakaşalarda ve Meclis müzakerelerinde, memleket
problemleri karşılıklı bir saygı ve anlayış havası içinde bir türlü ele alınamıyor,
dikkatlerin esas davalara teksif edilmesi lazım gelirken, siyaset adamlarımız
maalesef kıymetli zamanlarını karşılıklı ithamlar ve hücumlarla israf ediyorlardı.
DP iktidarı meselelerimizin parlamentoda ve efkarı umumiyede açıkça
görüşülmesini istememiş gerek parlamentoda gerek basında fikir ve düşüncelerin
serbestçe ifade edilmesine mani olmak istemiştir. Bu maksatla DP iktidarı
demokratik nizamın esas müesseselerini, türlü baskılar altında bulundurmuş,
faaliyetini tahdit etmiş, hür basını, adaleti, üniversite ve sendikaları sıkı kontrole
tabi tutmuştur. Demokratik gelişmemizi baltalama teşebbüsünün en ağır ve vahim
devresi 1958 yazına rastlar. O tarihte muhalefete ve bilhassa CHP’ye türlü isnat
yağdırılmış, ihtilal hazırlıklarından bahsedilmiş ve muhalefeti vatan hıyanetiyle
suçlamak kadar ileriye gidilmiştir. Akabinde toplanan CHP meclis grubu bu
korkunç isnatları kemali sükunetle reddetmiştir. Bu iklim dahilinde ve bu şartlar
altında demokrasi müesseselerinin memleketin hayrına işlemesi mümkün olabilir
mi?”296
Aynı yazı şöyle devam etmekteydi: “Şüphe ve ithamlarla dolu bir hava içinde
mebusların memleket meseleleri üzerinde serinkanlılıkla düşünmeleri ve
konuşmaları kabil midir? 1958 sonbaharına doğru, muhalefet aleyhindeki şiddet
kampanyası büsbütün arttı. DP genel başkanı çeşitli vilayet ve kazaları dolaşarak
muhalefet lideri İsmet İnönü’ye görülmemiş derecede ağır şahsi hücumlarda
bulundu. Muhalefeti idare ettiği iddia edilen küçük bir zümreyi türlü suçlarla
suçlandırdı. CHP genel başkanı ise yaptığı memleket gezilerinde bu şahsi ve hissi
hücumları sükunetle reddederek yorulmadan rejim davasının ehemmiyetini izah
etmeye devam etti. Ziyaret ettiği her yerde, halkın İnönü’ye karşı gösterdiği candan
sevgi ve alaka halk oyunun temayülünü açıkça belli etti. 1958 sonunda memleket
artık bariz şu hakikati anlamıştı: DP iktidarının arzuladığı ve memlekette
yerleştirmek istediği demokrasi anlayışı ve tatbikatı halk oyu tarafından kabul
edilmemektedir. Siyasi partileri ortadan kaldırmaya veya bunları gölge haline
getirmeye kadar giden bu görüş, icranın çabuk hareket edebilmesi için murakabenin
asgariye indirilmesi lüzumunu savunmaktadır. Kısaca, mazinin kötü usullerine avdet
şeklinde hülasa edilebilen DP iktidarının demokrasi görüşü halkoyu tarafından
reddedilmiş, memleketin demokrasi yolunda ilerlemesini, demokratik müesseselerin
geliştirilmesini savunan muhalefet görüşü galip gelmiştir.”
CHP, bu kurultayla Türk aydınlarının beklediğini gerçekleştirmişti. Kurultay, diğer
CHP kurultaylarında olduğu gibi, ancak öncekilerden daha ağır bir sorumlulukla
Türkiye’nin ilerleyeceği istikametteki merhalelerin neler olması gerektiğini tek tek
belirlemişti.
296
Demokratik Gelişmemiz ve Kurultay, Başyazı, Forum, sayı:117, 1 Şubat 1959.
257
Forum, bu hususta şöyle der: “CHP’nin 14. Kurultayı vazifesini başarmıştır, çetin
imtihanı muvaffakiyetle vermiştir. Bir kere, ihtilaflı mevzular müzakere edildiği
zamanlarda dahi Kurultayın çalışmaları olgunluk ve karşılıklı saygı içinde cereyan
etmiştir. Bu bakımdan hakim vasıfları itidal ve sükunet olan Kurultayın cereyan
tarzı memnuniyet verici olmuştur. Böylece Türk milletinin demokratik usullere
intibak edebilen bir millet olduğu bir kere daha teyit edilmiştir. Kurultayın aldığı
kararlara gelince, başta gelen mevzu Tek Hedefler Beyannamesidir. Bu beyanname
yeni bir insan hakları misakı mahiyetindedir. Beyannamenin başlıca noktaları hukuk
devleti rejimini Türkiye’de tesisine vasıta olacak müesseselere mütealliktir. Başta
ırk, mezhep ve din farkı olmaksızın bütün Türk vatandaşlarının ana hak ve
hürriyetlerinin Anayasada yer alacağı ve Anayasanın bu tarzda tadil edileceği
beyan ediliyor. Teşkil edilecek olan Anayasa mahkemesi bu hakları teminat altına
alacaktır. Devlet reisinin tarafsızlığı sağlanacaktır. Kanun vazında ahenk ve
muvazenenin temini için ikinci bir meclis kurulacaktır. Bağımsız mahkeme ve
hakimlerin istiklalini sağlamak üzere Yüksek Hakimler Şurası kurulacaktır. Bu esas
hükümlerden maada, demokratik nizamın verimli bir tarzda işlemesini sağlamak
üzere, şu değişikliklerin de yapılması kabul edilmiştir: Milli bünyemize uygun, nispi
temsil esasına dayanan bir seçim sistemi tatbik edilecek, Meclis Riyaset Divanının
tarafsızlığı sağlanacak, ispat hakkı ve mal beyanı kabul edilecektir. Beyannamenin
bugünkü rejimimizin bazı esaslı boşluklarını doldurduğunu söylemek lazımdır.
Demokratik inkişafımızın bir dönüm noktasında toplanan 14. Kurultayı, memleketin
ve halkın büyük bir kısmının CHP’ye bağladığı ümidinin yerinde olduğunu
göstermiştir.”
Forum, CHP kurultayının önemine dair 1959 yılı ortasına kadar birçok yazıya
sayfalarında yer verir. Yine bir başka yazıda kurultaya dair şöyle denilmektedir:
“Senelerden beri süren tereddütlerin dağılmasında, demokratik nizamın Türkiye’de
yerleşip yerleşmeyeceği hususundaki şüphelerin izalesinde Kurultayın hissesi büyük
olmuştur. İstikbale ait ana istikametler çizilmiştir. Bundan sonra CHP’yi bekleyen
vazife henüz umumi düşünce ve temenni mahiyetinde olan bu istikametleri işlemek,
bunları gözle görülür, elle tutulur şekle getirmektir.”297 Bu arada İnönü’nün de Türk
demokrasisindeki rolü vurgulanır. Örneğin Necat Erder’in bir incelemesinde şöyle
denilmektedir: “Siyasi olaylardaki son gelişmeler önümüzdeki yıllarda bir iktidar
değişmesinin muhtemel olduğunu gösteriyor. Bunun için, yakın zamana kadar daha
çok mücadele taktikleri ile meşgul olan muhalefet partisinin, artık iktidara geçtiği
takdirde yapılacak işler üzerinde dikkatle durması gerekmektedir. Nitekim bu yönde
kuvvetli bir temayül belirmiştir. Toplum yapısındaki çatışmaların şiddetli ve bundan
doğan hoşnutsuzluğun büyük olduğu devrelerde kütlelerin düşünce ve hareketlerine
istikamet vermekte liderlerin rolü çok büyük önem kazanır. Böyle hallerde
toplumdaki gerginliğe sebep olan unsurların tahlili, meselelerin hallini sağlayacak
tedbirlerin tespiti ve bunu gerçekleştirmek için baş vurulacak mücadele usullerinin
seçilmesi çok geniş ölçüde liderlerin şahsiyet ve kabiliyetine bağlı olur.”298
297
CHP Kurultayı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:118, 15 Şubat 1959.
Necat Erder, Muhalefetin Siyasi Görüşleri Üzerine Bazı Düşünceler, İncelemeler, Forum, sayı:120,
15 Mart 1959.
298
258
Bu arada, Forum, aynı dönemde CHP genel başkanının kamuoyuna yönelik
açıklamalarının tamamını da sayfalarına taşımaya özen gösterir. Bu dönemdeki
yazılarda öne çıkan bir diğer özellik de İnönü’nün geçmişten o güne kadar çeşitli
vesilelerle söylemiş olduğu sözlere atıflar yapılmasıdır. Örneğin İnönü’nün şu
sözleri en çok kullanılan sözlerdendir: “Demokrat Partinin sorumlu idarecileri,
millet hayatının her sahasında yarattıkları büyük ıstıraplara rağmen, mevkilerini ne
pahasına olursa olsun muhafaza etmek için her vasıtayı mubah sayan tehlikeli bir
zihniyete saplanmış görünüyorlar.” Bu söz, İnönü’nün 16 Mayıs 1959 tarihindeki
yazılı açıklamasında yer alıyordu. Özellikle 1959 yılı sonuna doğru, Dergide DP
yöneticileri için “idealsizlik, menfaatçilik”299 ifadelerini sıklıkla kullanılır.
İnönü için yapılan bir değerlendirmedeki şu sözler dikkat çekicidir: “Türkiye’de
siyasi hayat normal bir parti rekabetinin hudutlarını aşan bir gerginlik, bir buhran
devresi geçirmektedir. Bu devrede mücadele usullerinin seçilmesi bakımından CHP
genel başkanının gösterdiği başarı büyüktür. Kendileri bu hususta olgun ve
sorumluluklarını bilen yol gösterici olmuşlardır.”300
1959 yılı ortalarından itibaren, iktidar partisinde idealsizlik had safhaya varmıştır.
Nitekim bu durum, parti genel başkanı tarafından da sezilmiş olacak ki ‘Vatan
Cephesi’ kurulması ihtiyacı duyulmuştur. Forum bu bahiste şöyle der: “DP’nin
çoğunluk partisi olduğu intibaını yaratmak için Vatan Cephesine iltihaklar
propagandası süratle sürdürülmektedir. Normal olmayan bu durum memlekette
huzursuzluğu gittikçe tırmandırmaktadır. CHP’den kütle halinde istifalar olduğu ve
istifa edenlerin Vatan Cephesine katıldığı haberlerini muntazaman radyoda okutma
yolunu tutan hükümetin örtmeye çalıştığı hakikat, vatandaş çoğunluğunun DP’nin
düşünce ve fikirlerine muhalif olduğu hususudur.”301
1959 yılı ortalarında, iktidar sahiplerinin sinirlerinin çok gergin olduğu CHP genel
başkanına yönelik ağırlaştırılmış baskıdan anlaşılmaktaydı. Forum bu bahiste şöyle
demekteydi: “CHP lideri bir siyasi geziye mi çıkıyor! Evhamlar başlıyor ve bir
hukuk düzeni içinde anlaşılması ve tasvibi mümkün olmayan kararlar alınıyor.
Siyasi vazifelerini yapmakta olan muhalif parti mensupları, haber alma ve haber
vermeye çalışan basın üyeleri kanunsuzluklara karşı korunmuyor, mütecavizlere
emniyet kuvvetleri önünde her türlü küfür ve tecavüz hürriyeti tanınıyor.
Kanunsuzluk himaye görüyor. İktidar mevkiinde olanlar, bu memleketin kaderinde
hepimizin sözü olduğunu daima düşünmek mecburiyetindedirler. DP liler 1946-1950
yılları arasında durmadan dolaştılar, mitingler yaptılar, engellenmediler.”302
Forum’un, DP’nin hukuki varlığının şüpheli olduğuna dair kaleme aldığı ‘Ey Ruh
Geldinse’ başlıklı şu yazı ise oldukça ilginçtir: “Ruhun mevcudiyetine inananlar ve
inanmayanlar ve bu meselenin münakaşasını bir farazi sayanlar daima cemiyet
299
İktidar Partisindeki Hizip Mücadeleleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:130, 15 Ağustos 1959.
Siyasi Mücadele,Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 122, 15 Nisan 1959.
301
Vatan Cephesi ve Muhalefet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:123, 1 Mayıs 1959.
302
Yersiz İmalar, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959.
300
259
içerisinde mevcuttur. Ruh çağırmanın başlıca iki şartından biri ruh çağıranların
buna inanmış olmaları, ikincisi de ruhu çağrılacak kimsenin ölmüş bulunmasıdır.
Şimdi gazetelerde okuyoruz. Demokrat Parti büyük kongresini toplayacakmış. Diğer
taraftan da bu partinin içerisinde mevcut hizipleri yenmek ve eski cevvaliyetine
kavuşmak için 1946 ruhuna avdet etmek gerektiği ileri sürülmektedir. Demek oluyor
ki Demokrat Parti içerisinde ruh çağırmanın birinci şartı olan ruha inanlar
mevcuttur. Peki ruhu çağrılacak olan Demokrat Parti ölü müdür? Hakikat halde ve
mevcut mevzuatımız muvacehesinde bu parti ölmüştür. Çünkü parti tüzüğünün 12.
maddesinde şöyle bir hüküm vardır: ‘Büyük kongre iki yılda bir genel idare
kurulunun tespit edeceği yer ve zamanda toplanır. Genel idare kurulu zaruri
gördüğü hallerde bu müddeti altı aya kadar uzatabilir.’ Şimdi hadiseye geri
dönelim. 1956 senesinde toplanan DP büyük kongresinden bu yana çok fazla bir
zaman geçmiştir. Yani parti, kendi hukuki mevcudiyetinin esası ve temeli olan
tüzüğünde mevcut belirli zamanda büyük kongresini toplamadığına göre, hukuki bir
varlık olmak vasfını kaybetmiştir. Yani diğer bir tabirle söylemek gerekirse, hukuken
ölmüştür. Şu halde ruhu çağırabilir. Büyük masanın başına oturanlar ‘ey ruh
geldinse, Demokrat Partinin tüzük ve programını eline alarak, buna inanmayanların
veya bunu rafa koyanların başına üç defa vur’ demesi lazımdır.”303
Forum, İnönü’nün Bursa Nutkunu tıpkı CHP’nin 14. Kurultayı ve İlk Hedefler
Beyannamesi gibi çok önemsemiştir. Bu nutka Dergide yer verilirken, İnönü’nün
vatandaşlara hitap ederken büyük nimetler vaat etmediğinin altını çizilmiş, CHP
genel başkanı için “rey endişesinden uzak devlet adamı mesuliyetini müdrik
konuştu”304 denilmiştir. Ayrıca söz konusu nutukta İnönü’nün “Hastalığın tedavisi
her şeyden önce dertlerin açıkça teşhisine bağlıdır. DP iktidarı, kendini bir hayal
alemine ve sahte bir nikbinliğe kaptırmıştır. Hakikatlere sırt çevirenlerin müspet
adımlar atmalarına imkan yoktur” şeklindeki ifadesi Aydınlanmış bir aklın
değerlendirmesi olarak nitelendirilmiş, İnönü’nün Türk siyasal yaşamı için bir şans
olduğunun altı çizilmiştir. Kuşkusuz bu sözler, Derginin CHP’ye verdiği desteğin
had safhasını oluşturmuştur.
DP, hukuki olarak, aslında, 1956 yılından itibaren yaşamıyordu. Forum, askeri
müdahaleden sonra DP’nin kapatılıp katılmayacağı tartışmalarına ‘DP ölüdür’ diye
girer. Bu ise farklı bir açılımdır. Çünkü birçok kişi partinin kapatılmasını siyasi
gerekçelere dayandırırken, Forum, DP’nin hukuki durumuna dikkati çeker:
“Demokrat Parti yaşamaya devam edebilir mi ve etmeli midir? Bunda fayda ve
zarar var mıdır? Bize kalırsa ortaya atılmış olan mülahazalar henüz biraz nazari
görünmektedir. DP beş seneden beri, vilayet ve memleket seviyelerinde nizami
kongrelerini akdetmemiştir. Binaenaleyh, kanun nazarında varlığı şüpheli olduğu
gibi halihazırdaki idarecilerinin genel başkan ve genel idare kurulu azaları durumu
tamamen kanuna ve partinin kendi nizamnamesine aykırıdır. Oysa ki seçime iştirak
edebilmek için parti bir idareye muhtaçtır. Şu halde DP’nin seçime iştirak
edebilmesi, vilayet çapında kongrelerin yapılmasına ve bu kongrelerde Büyük
Kongre için delegelerin seçilmesine ve nihayet Büyük Kongrenin toplanıp yeni
303
304
Ey Ruh Geldinse, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:134, 15 Ekim 1959.
Bursa Nutku, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:140, 15 Ocak 1960.
260
başkan ve genel idare kurulunu seçmesine bağlıdır. Demokrat Partinin meşru
idaresi ancak bu şekilde teşekkül edebilir.”305
DP kapatılmıştır. Ancak bu partinin seçmen tabanının duruyor olması sebebiyle,
partinin kapatılması, umulan faydayı sağlamamıştır. Daha ötesi, parti kapatıldıktan
sonra 1950-1960 arasında parti içinde ikinci sınıf yönetici olanlar, DP tabanı üzerine
kurulan Adalet Partisinde birinci sınıf yöneticiler haline gelmişlerdir. Bir diğer
ifadeyle Demokrat Partinin ‘ayakları’ Adalet Partisinin ‘başı’ olmuşlardır. Forum’un
bu kişilere dair değerlendirmesi ise ilginçtir: “27 Mayıs’ın neden ve nasıl olduğunu
kavrayamamış ve artık kendisine hayat hakkı olmaması gereken bu yeni safhada,
gene asli temeli olan heyecan, kıskançlık, kin dolu metafizik imanına güvenerek,
silahlı kuvvetlerin bırakacağı ilk gedikten rakipleri üzerine çullanma ihtirasını açığa
vuran idraksizler…’306
Adalet Partisi idarecileri vatandaşın Anayasaya ‘hayır’ demesi için aleni ve gizli
olarak ellerinden geleni yapmışlardır. Adalet Partisinin planı şu idi: ‘Anayasa halk
tarafından reddedilirse, 27 Mayıs idaresiyle ve ona dayanak olan demokratik
cephenin memlekette azınlıkta olduğu meydana çıkacak ve Adalet Partisi de bundan
istifade edecekti.’ İşte bu plana yönelik olarak, Adalet Partisi idarecileri, anayasa
oylamasından önce, halk arasında sosyal adaletin Bolşevik adaleti olduğu,
Anayasaya beyaz oy verenlerin komünist olduğu propagandasını yapmışlardır.307
Onların bu propagandası geniş kütle üzerinde tesirli olmuştur. Bu tesir ise, Demokrat
Partinin kapatılmış olmasının, zihniyet değişimi olmadıkça, sonuç vermeyeceğinin
açık delili olmuştur.
3.İktidar-Muhalefet İlişkileri
Forum, güçlü bir demokratik rejim için serbest seçimle işbaşına gelen iktidarın
karşısında serbestçe faaliyette bululabilen örgütlü bir muhalefetin olması
gerekliliğine işaret eder ve muhalefeti siyasi düzenin esaslı ve faydalı bir unsuru
olarak kabul etmeyen bir görüşün demokratik olmayacağını vurgular. Yayın
hayatına girdiği ilk sayısında muhalefet ve iktidar arasındaki ilişkilerin eşitlik
esasına oturmadığı bir rejimin demokratik olup olmadığının sorgulanabileceğinin
altını çizerek, DP iktidarının demokratik olduğuna dair şüphesini okurları ile
paylaşır. İlk sayıda Turhan Feyzioğlu’nun bu çerçevedeki şu sözleri ilginçtir:
“Demokrasi en iyi iktidarın bile tenkit ve murakabeden uzak kalınca, havadan ve
güneşten mahrum nebat gibi, tereddi ve tefessüh edeceği hakikatine dayanır.
Demokrasi insanoğlunun hatadan münezzeh olmadığı ve fikirlerin serbestçe
münakaşa edilmesi sayesinde birçok vahim hataların önlenebileceği inancına
dayanır. Bunun içindir ki gerçek demokrasinin özünü, idarenin halkın rızasına
müstenit olması keyfiyetinden ziyade, serbest münakaşa ve murakabe aramalıdır.
Zaten teşkilatlı bir muhalefet ve münakaşa olmayan yerde rıza icap ederse
305
DP’nin İstikbali, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:149, 15 Haziran 1960.
Rejimin Şimdiki Çıkmazı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:168, 1 Nisan 1961.
307
Halkoyu ve Gericilik, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:178, 1 Eylül 1961.
306
261
yaratılabilir. Napolyon, Hitler, Stalin ve bunların çömezleri, plebisitten değil serbest
münakaşadan kaçmışlardır.”308
Gerçekten de Hitler halkoyu ile iktidara gelmiş ve daima halkın tasvibine
dayandığını ileri sürmüştür. Totaliter rejimlerde iktidarın halk oyuna ve çoğunluğun
arzusuna uygun olduğu iddia edilir ve böylece örgütlü muhalefet olmama hali
meşrulaştırılır. Nitekim bu rejimlerde örgütlü muhalefete ihtiyaç olmadığı, halkın
tamamının iktidarda temsil edildiği iddia edilir. Thomas Paine’in şu düşüncesini
nakletmek yerinde olacaktır: “Hükümet organlarının seçimle işbaşına gelmeleri,
seçilen kimseler sonradan hudutsuz bir salahiyete malik olacak iseler, istibdadı
ortadan kaldırmaz.”309 Forum, yayın hayatına girdiği ilk sayısında, demokrasinin ne
olduğuna dair ülkede birçok kimsenin kafasının karışık olduğunu, Forum’un bu
karışıklıkları gidermeyi kendine görev bildiğini de ifade etmektedir. Forum’da çıkan
birçok yazıda da zaten, demokrasinin bir takım ölçütleri olduğunu, bu ölçütlerin
mevcut olmadığı rejimlerin demokratik sayılamayacağı, demokrasiye herkes taraftar
gözükmekle birlikte herkesin demokrasiden anladığının birbirinden çok farklı
olduğunu, kurucu düşünce üzerinde bir mutabakat sağlanmadığı sürece Türk
demokrasinin gelişmesinin olanaklı olmadığı belirtilmiştir.
Forum, şekli demokrasi ile gerçek demokrasinin farkını ortaya koymaya çalışır. Bu
çabasında, tek kişinin istibdadı ile çoğunluk istibdadı arasında fark olmadığını
kanıtlamaya çalıştığı görülür. Şöyle ki, Forum şüphesiz seçimleri demokrasinin
asgari bir ölçütü görür, ama seçimlerin yapılmasını yeterli bulmaz. Seçimlerden
sonra kurulacak olan düzende, hükümetin karşısında örgütlü bir muhalefetin mevcut
olmaması durumunda hükümetin aldığı çoğunluk oylara güvenerek her istediğini
yapma eğilimi gösterebileceğini, hükümetin bu tutumu ile mücadele edecek bir
muhalefetin olmaması halinde ise, azınlıktakilerin çoğunluk altında ezilebileceğini,
bunun ise demokrasi ile bağdaşmaz olduğunu ifade eder. Forum, demokrasinin şekli
olarak var olduğu memleketlerde, gerçek demokrasinin gelişemeyişini de buraya,
yani iktidar-muhalefet ilişkilerine bağlar. Şekli demokrasilerin belirgin özelliğini
Forum, seçimlerle belirlenmiş çoğunluğun yönetimi ve bu yönetimin azınlığı siyaset
alanından silmeye çalışması olarak tespit eder. Forum’da yer alan şu söz ilginçtir:
“İki yüz başlı bir sezarizm tek başlı bir istibdattan daha korkunçtur”. 310
Forum, 1950-1954 arası dönemde yaşanan olayların en önemlisinin Cumhuriyet
Halk Partisinin mallarına el konulması olduğunu belirtir. Bu hususta şöyle der:
“İktisabın haksızlığına karar verecek makam neresidir? ‘CHP, bu haksız
iktisaplarını siyasi yollarla yapmıştır, siyasi yollarla yapılan haksız iktisap, siyasi
yollarla geri alınabilir. CP vaktiyle, meşruiyet dışına çıkarak iktisaplar yapmıştır.
Bu tarzda yapılan iktisaplar meselesini çözmek, hakimiyet hakkını kullanan
Meclisin hükümranlık hakkına girer’ dendi. Siyasi yol ile telafi yoluna gidildi,
hukuki yola gidilmedi. Haksız iktisabın iadesinde normal hukuk yollarına
gidilmediğine göre, bu görüşün altında acaba, ‘Türkiye’nin demokratik hayata
308
Turhan Feyzioğlu, Gerçek Demokrasinin Temel Taşı, İncelemeler, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954.
Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954.
310
Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:1, 1 Nisan 1954.
309
262
intibakı, bir çeşit ihtilal ile vaki olmuştur; demokrat iktidar, 1950’den önceki
hayatımızla ilgisi olmayan bir yeni hürriyet rejimini ifade eder. Bu yeni rejimin
icaplarını yerleştirmek için, ihtilal prensiplerine dayanarak harekete geçmesi mazur
görülür ve böyle hareket etmesi yeni rejimin hakkıdır. Yeni rejim, kendisinden önce
var olan ve demokratik görüşe ve hayat şartlarına uymayan eski rejimi tasfiyede
haklıdır, hiç olmazsa onun, yeni rejimin icaplarına uymayan yönlerini tasfiyede
haklıdır. Bu hususta normal hukuk yolları kendisine imkan sağlamıyor ise, bu
sonuca, siyasi yollara ulaşılabilir’ tezi mi yatıyor?”311
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “İhtilal prensiplerine dayanabilmek için ortada
gerçekten bir ihtilalin, bir ihtilal ile vaki olan ve bizzat bir ihtilal ifade eden bir
rejimin bulunması gerekir. İhtilalin şeraitini, elbette hukuki formüllerle tespit
edemeyiz. Fakat işe, bir nevi siyaset felsefesi bakımından bakarsak, ihtilalin şeraitini
şöyle gösterebiliriz: Öteden beri yerleşmiş bulunan bir iktidar ve düzenin yeni bir
siyasal kuvvet unsuru tarafından; kuvvet ve şiddet yoluyla, ani ve genel bir
hareketle, kendi istememesine rağmen değiştirilmesine ihtilal denilmektedir.
1950’de ihtilal olmuş mudur? Buna müspet cevap vermek imkansızdır. İktidarı ele
alışında bir ihtilal mahiyeti yoksa, kendinden önceki rejim ve müesseseleri veya
onların bir yönünü, siyasal yollarla tasfiye hakkı da doğmaz.” Forum’un CHP
malları meselesinde üzerinde durduğu husus, CHP’nin malları hukuk dışı veya
hukuka uygun elde etmiş olup olmadığı değildir. Forum, malların elde ediliş biçimi
her ne olursa olsun, bu mallara elle koymak suretiyle adaleti tesis etme girişiminin
demokratik rejimle bağdaşmayacağını belirtmektedir. Nitekim DP, 1950’de iktidara
ihtilal yaparak gelmemiştir, seçimlerle iktidara değişikliği olmuştur. Dolayısıyla
siyasi yolla muhalefet partisinin mallarına el konulması iktidarın hukuk dışına
çıkmış olduğunun bir ifadesidir. Bu bahiste Forum bir başka yazıda şöyle
demektedir: “Türkiye’de demokratik rejimin kök salıp tutunmasının ana
şartlarından biri muhalefet partilerinin ve mensuplarının kendilerini emniyette
hissetmeleridir. Bir muhalefet partisinin vazifesini hakkıyla yapabilmesi ve
gelişebilmesi, hükmi şahıs olarak bütün partinin ve en küçük kademelere kadar
bütün mensuplarının tehdit ve baskıdan masun olmalarıyla geniş ölçüde ilgilidir.”312
Forum, 1954 seçimlerine dair değerlendirmesinde, az gelişmiş bir ülkede seçim
sonuçlarının gelişmiş bir ülkede seçim sonuçlarını gibi yorumlanmasının sakatlığına
işaret eder. Forum, ‘Halk Partisi 1950’den itibaren halk nazarında itibarını tedrici bir
şekilde kaybetmeye devam etmektedir’ şeklinde bir yorumun isabetli olmadığını
belirtir. Gerçekten de az gelişmiş bir ülkedeki iktidar-muhalefet ilişkileri farklı
özellikler arz eder. Bu noktada Forum, DP’nin 1954 seçimlerinde aldığı yüksek
oyun, iktidarda kaldığı sürece memleket için çok başarılı icraatlar yapmış olduğuna
delil olarak gösterilemeyeceğini söyler.
Bunu şöyle açıklar: “Partiler muayyen sınıf ve zümrelere dayanmak zorundadır.
İngiltere’de İşçi Partisi, amele ve orta sınıfa dayanır. Amerika’da Demokrat Parti
işçi ve çiftçi sınıfına, Cumhuriyetçiler ise tüccar ve sanayicilere dayanır. DP ve
311
312
CHP Malları Meselesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:2, 15 Nisan 1954.
Kader Birliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957.
263
CHP hangi sınıflara dayanmaktadır? İlaveten, istihsal ve kalkınma hayatına hakim
meselelerin muhtevalarını gerçekçi ve bilimsel açıdan tartışmadan, laiklik
prensibinin mutlaka dinsizlik veya din düşmanlığı manasına alınmaması
gerektiğinin izahı yapılmadan seçmen oy sandığı başına çağrıldı. Böyle yarı
karanlık içinde bir seçime girişten de ana muhalefet partisi ziyanlı çıktı.”313 Forum,
muhalefetin kendini anlatamadığı bir seçimin sonucunda, halk ‘DP’ye iktidar görevi,
CHP’ye muhalefet görevi vermiştir’ şeklinde değerlendirme yapmanın eksikliğini
vurgular. Kaldı ki çoğunluk seçim sisteminin etkisini de göz ardı edilmemesi
gerektiğinin altını çizer.
Aynı yazıda DP’ye Forum şu uyarılarda bulunmaktadır: “Meclise ezici bir
çoğunlukla dönen iktidar partisinin, meydana gelen yeni şartlar içinde ciddi bazı
meseleler beklemektedir. İktidar partisi parlamento içinde gayet zayıf bir muhalefet
karşısında bulunacağından, murakabe vazifesini bizzat kendi içinde yapmak zorunda
kalacaktır. Bu devrede bilhassa gizli parti grubu toplantılarında meseleleri konuşup,
Meclise el kaldırmak için gelme usulüne artık hiç yer yoktur. Parlamento milli
meselelerin halkın gözü önünde açık olarak konuşulduğu bir yer olma vasfını
kaybettiği andan itibaren, o memlekette demokrasi yalnız sözde kalmış olur. DP,
Meclisi mizansen için kullanmamalıdır. Gizli parti grubu toplantıları usulüne ve
parti disiplinine lüzumundan fazla müracaat edilmemelidir. Millet bizi nasıl olsa
tasvip ediyor şeklinde düşünerek, tenkitsiz tartışmasız kolay devlet idaresi usullerine
kapılmamak lazım gelir.”
Forum, CHP’nin Mecliste az sayıda temsilcisi olmasına ilişkin şu ifadeyi kullanır:
“Parlamento muhalefetsiz kalmıştır.” İktidar ve muhalefet arasındaki ilişkilerde,
iktidarın rolü ile muhalefetin rolünü şu şekilde ayrıştırır: “Milletin bir şimdiki
hükümeti vardır. Bu hükümet, kendisine seçim zaferi zaferini sağlayan parti
programının esaslarını muhtevi bir çalışma programı ile teşri mekanizmayı harekete
geçirir, kanun teklifleri yaparak, kanun tasarı ve taslaklarının parlamentodaki
müzakeresinde yer alarak teşri faaliyeti sevk ve idare eder. Onun karşısında
milletin, bir de alternatif hükümeti vardır. Bütün parlamento çalışmaları da, milletin
şimdiki hükümeti ile alternatif hükümeti arasında bir çatışma, tartışma faaliyetinden
ibarettir. Şimdiki hükümet, seçim zaferine dayanan programını uygulama hakkına
sahiptir. Alternatif hükümet de bu programın ve onun tatbikatının karşısına
alternatif getirmek, bu alternatifi izah ve ispat etmek, böylece, onun ileride bir
çoğunluk kazanmasını sağlayacak faaliyette bulunmak hakkına sahiptir. İşte böyle
bir çalışma yolu iledir ki her ikisi, beraberce, Anayasa makinesinin işlemesini
sağlarlar. Bu rükünlerden, millete ait muhalefet yani alternatif hükümet mevcut
olmazsa, millete ait hükümetten, yani şimdiki iktidar hükümetinin faaliyetinden de
söz açılamaz. Daha doğrusu, bir milli hükümet, bir de milli muhalefet beraberce var
olmazlarsa ve meseleleri karşılıklı şıklar çerçevesi içinde tartışmazlarsa hürriyetler
de var olamaz.”314
313
314
2 Mayısın Manası, Başyazı, Forum, sayı:4, 15 Mayıs 1954.
Muhalefetsiz Parlamento, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:4, 15 Mayıs 1954.
264
Meclis içinde ulusun muhalefeti, ulusun hükümetini tamamlar, onun yanında ve
bizzat onun faaliyetinin yani hükümet faaliyetinin geniş çerçevesi içinde yer alır. Bir
çoğunluğa dayanan hükümet elbette dayandığı çoğunluğun programını
uygulayacaktır. Bu onun seçim zaferinden doğan hakkıdır. Azınlığın teşkil ettiği
muhalefetin bu programa müdahalesi mümkün değildir, seçimi kaybedenin, seçimi
kazananın programına karışma hakkı yoktur. Fakat demokraside, bütün parlamento
çalışmaları, ulusa ait hükümet ile gene ulusa ait muhalefet arasındaki tartışmadan,
tartışmanın sevk ve idaresi üzerinde şekillenir.
Ancak bariz bir şekilde 1954 seçimlerinden sonra, DP iktidarı, Meclisteki
çoğunluğuna dayanarak parlamentoda meseleleri tartışmaya gerek olmadığı fikriyle
hareket etmiştir. Bu arada CHP’nin meseleleri tartışma talebini ise ‘ulusun işine
karışma’ olarak değerlendirmiştir. Çünkü DP yöneticileri ulusu çoğunluk oyları
olarak tanımlamaktaydılar. Geniş halk kütlesinde DP’nin bu tutumu ise tasvip
görmekteydi. Aydınlar tarafından ise CHP, bir yandan Milli Kurtuluş Savaşından
beri Türkiye’deki bütün müspet başarıların yaratıcısı olarak nitelendirilmekte;
öte yandan da bütün sıkıntıların, her alanda yeter derecede gelişememenin
sorumluluğu CHP’ye yüklenmekteydi.
Bununla beraber şunu belirtmek gerekir ki CHP’nin 1954 seçimlerinde aldığı oyu
‘mutlak yenilgi’ olarak değerlendirmek doğru olmaz. CHP’nin kazandığı %35, geniş
kitleler içinde onun hala bir fonksiyonu olduğunu göstermekteydi. Çünkü Türk
toplumunun o zamanki yapısı hatırlandığında bu alınan oyun sadece eğitimli
kesimden geldiğini iddia etmek güçtü, çünkü eğitimli kişilerin sayısı CHP’nin oyları
ile mukayese edilmeyecek kadar düşüktü. Öte yandan CHP açısından bir zaruret
doğmuştu. CHP, kendinin sabit seçmen kitlesinin kimlerden müteşekkil olduğunu
belirlemeli, buna göre hareket etmeliydi. Nitekim Forum, CHP’yi, ‘DP’nin yanlış
iktisadi politikalarının olumsuz neticelerinin halk kütlesi üzerinde hissedilmesi ve
bunun sonucunda iktidar partisinin yıpranması, DP oylarının da tepki oyları olarak
CHP’ye dönmesi’ üzerinden bir tutum belirlemenin yanlışlığı bağlamında uyarır.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki CHP’nin zaten böyle bir niyeti yoktur, öte yandan
halk ile temasının özellikle iktidarın baskı uygulamaları ile kesildiği de bir gerçekti.
DP iktidarının 1954 sonrasında muhalefeti siyaset alanından silme niyetinin bir
göstergesi Haziran 1954’te ‘Kırşehir Vilayetinin Kaldırılması ve Nevşehir
Kazasında Nevşehir Adıyla Yeniden Bir Vilayet Kurulmasına Dair Kanun’un
çıkartılmasıdır. Kanun, CMP’ye verdiği oylar sebebiyle Kırşehir seçmenlerinin
cezalandırılmasına yönelik kabul edilmiştir. Forum’un bu bahisteki değerlendirmesi
şöyledir: “İktidarın görüşüne göre, ‘Kırşehir beş muhalif milletvekili çıkarma
cezasını çekecektir.’ İdari mevzuatımız, idari taksimatın nasıl ve hangi zorunlar
altında değiştirileceğini göstermiştir. ‘Bana iki satırlık herhangi bir yazınızı verin,
onu, idam hükmünüze dayanak olacak bir delil haline getireyim’ diyen zihniyet, bu
mevzuat arasında, Kırşehir’i haritadan silecek deliller bulabilir. Vatandaşın,
muhalefet safında bile bulunsa, dokunulmaz haklara sahip bir muhterem vatandaş
olmakta devam etmesini emreden medeni hürriyet anlayışını ve hoşgörürlüğü
kaybedersek, böyle deliller bulmakta güçlük çekmeyiz. Gerçekten bu anlayışı
265
kaybedince Kırşehir’i bir seçim çevresi olarak tarumar ettikten sonra henüz bir
kulak dedikodu halinde bile olsa, ‘madem ki Kırşehir ili ve seçim çevresi yoktur,
öyle ise milletvekilleri de olmamak gerekir. Binaenaleyh onların seçimleri de
batıldır’ diyecek kadar pervasızlığa da çıkarız.”315
O günkü şartlar içinde Kırşehir’e böyle bir ceza verilmesi, daha açık bir dille,
DP’nin aldığı çoğunluk oylarına rağmen hala muhalefetin aldığı oylara karşı
kıskançlık göstermesi, ancak, bu yüksek oranı tesadüfi görmesi ile açıklanabilir.
Yani, DP’nin bu tutumu, bu oyların bir defaya mahsus olabileceğini düşünmesi,
dolayısıyla hazır kendi çoğunluğa sahipken, muhalifleri yıldırıp yok ederek, bir
sonraki seçimde iktidarı garantilemek istemesinin bir ifadesi olarak
değerlendirilebilir. Bununla beraber, DP’nin gerekçesi böyle bir kanun çıkarmada
her ne olursa olsun, kendisine oy vermediği için bir seçim bölgesini cezalandırmak,
demokratik ilkelere bağlı bir yönetim anlayışı değildir. İlaveten, CMP’nin gerici
unsurlara dayandığı, DP’nin de rejimi korumak için böyle bir karar almış olduğunu
iddia etmek mümkünse de, mesnetsizdir. Kaldı ki liberal demokrat bir parti böyle bir
kararın liberal demokrat ideolojiyle çeliştiğini bilir. Öte yandan, DP’nin CHP’yi
tasfiye niyeti hatırlandığında, DP’nin gerici unsurlarla mücadele etme gibi bir derdi
olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu bağlamda Forum’un DP’nin CHP’yi tasfiye niyetine bakışına yer vermek uygun
olacaktır. Forum şöyle demektedir: “Geri fikirlere karşı mukavemet etmiş olan ve
doktrin itibariyle milli bünyemize yabancı ve kökü dışarıda cereyanlarla ilgisi
olmayan ve vatanperverliğinden şüphe edilmeyen bir partinin tasfiyesini arzu etmek,
iktidarı elinde bulunduran vatanperver bir parti için kendi kendinin kuyusunu
kazmak olur. Türkiye’de Halk Partisinin ortadan kalkmasını arzu edenler, hasıl
olacak boşluğu, diğer Ortadoğu memleketlerindeki gibi aşırı sağcı ve mürteci
gruplarla, aşırı solcu zümrelerin almayacağını temin edebilir mi? Bugün iç
politikamızda her zamandan fazla itidale ihtiyaç vardır. Birbirinin canına kasteder
tarzda hissiyata mağlup olmak, ileride kendi kuyusunu kazmak ve memleket
menfaatlerine karşı gelmek olur. Türkiye’de de demokrasinin geleceği, mutedil bir
zihniyet ve nizamı temsil eden iki ana partimizin centilmence faaliyet göstermelerine
bağlıdır. Yoksa birinin diğerini ortadan kaldırması veya bunu arzu etmesi
Türkiye’de demokrasinin sona ermesini istemek olur”316
CHP’nin tasfiye edilmesi planı DP lilerce gündemden hiç dürülmemiştir. Bu
minvalde DP’nin tek parti rejimi ihdas edeceği düşünülmemelidir. DP li yöneticiler,
ana muhalefet partisini siyasi alandan sildikten sonra, rejimin şeklen demokratik
olduğunu gösterecek, DP’den direktif alacak bir parti kurulmasını öngörmekteydiler.
Hatta bu parti için, sonradan Hürriyet Partisi kurucularından olacak olan isimlerin
adı geçmekteydi. Gerçi Feyzi Lütfi Karaosmanoğlu bunu yalanlamıştır ancak burada
önemli olan böyle bir arzunun hayata geçme imkanının olup olmadığı değildir.
Burada dikkati çeken, DP’nin muhalefete tahammülsüzlüğünün kontrol edilmez
noktalara doğru tırmanmakta olduğudur.
315
316
Kırşehir’e Ceza, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:6, 15 Haziran 1954.
Halk Partisinin Tasfiyesi Ne Demektir?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:7, 1 Temmuz 1954.
266
Forum’un bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: “Ortaya bir ‘güdümlü muhalefet’
kurma meselesi çıktı. Manisa milletvekili Karaosmanoğlu, böyle bir güdümlü
muhalefet partisi kurulması işinden haberi olmadığını zaten kendisinin ne gütme
niyeti olduğunu ne de güdülmeye istidadı bulunduğunu ifade etti. Türk milleti sürü
değildir, güdülmez, siyasi parti liderliklerinden sorumlu devlet adamlığı mevkilerine
getirdiği hükümet üyeleri de çoban değildir, gütmezler. Türk milleti kendi manevi
şahsiyetinde mündemiç iktidarı, ellerine emanet edeceği şahısları demokratik
yollarla ve sırf kendi iradesi ile gösterir ve sonra amme işlerini onların sevk ve
idaresine bırakır. Hükümetler de arkalarında böyle bir güvenlik desteği, amme
işlerinde hukukilik ve meşruluk gereklerine göre yürütürler. Türk siyasi hayatında
bir gütme-güdülme keyfiyeti olmadığı için, bir güdümlü muhalefet de bahis konusu
olamaz.”317
Forum, iktidar partisinin, muhalefetin önerilerinden istifade etmesinin, ülkenin
gelişmesine katkı sağlayacağını, iktidar sahiplerine hatırlatmayı kendine görev
bilmiştir. Bu bağlamda Forum, bünyesinde yetişmiş uzman ve akademisyenleri
bulundurması bakımından DP’ye CHP’nin araştırmalarından faydalanmasının bir
düşüklük olmadığını, demokratik zihniyette, karşılıklı fikir alışverişlerinin lüzumlu
olduğunu sıklıkla belirtir. Örneğin benzeri bir yaklaşımda bir sayıda CHP’nin bir
tebliğine dikkat çekerek, DP’nin, tebliğde yer alan hususlar üzerinde düşünüp, buna
göre bir yol tayin etmesinin yararlı olacağının altını çizer. Tebliğde, mesela eşit
muamele, mahkeme bağımsızlığı, basın rejimi, seçim kanunu, muhtar üniversite,
partizan olmayan radyo konuları gibi herkesi ilgilendiren ve herkes tarafından
benimsenen, iç politikada huzurun şartları olarak görülen davalara yer verilmiştir.318
Hemen belirtmek gerekir ki CHP’nin bu önerileri yeni değildir, öneriler bir yineleme
kabul edilebilir, ancak Forum’un işaret ettiği, önerinin eskiliği veya yeniliği değil,
iktidarın muhalefetin çalışmalarından faydalanmasının memleket menfaatine
olduğunu idrak etmesi gerekliliğidir.
İktidar ve muhalefet ilişkileri bahsinde, Forum’un üzerinde durduğu bir diğer nokta
da, DP yöneticilerinin muhalefet ile ilişkilerinde şahsiliği öne çıkarmalarıdır. Bunun
sebebini DP zihniyetinde aramak gerekir. Öte yandan CHP’nin düşünce merkezli
yaklaşımının iktidarda DP gibi bir parti olması hasebiyle yıprandığını belirtmek
gerekir. Çünkü CHP liler düşünceler üzerinden muhalefet yaptıklarında, her
defasında DP lilerin onların konuşmalarına şahısları hedef alan değerlendirmelerle
cevap vermeleri, daha ötesi hakaret içeren ve çoğu zaman tehditkar bir üslup
kullanmaları, CHP lileri düşünceler üzerinden muhalefet yapma mecrasından belki
koparmamış ancak bu mecrada mevzi kaybettirmiştir. Forum bu bağlamda şöyle
demektedir: “Şahsilik siyasette daha çok tatmin verebilir, ancak demokrasi
geliştikçe şahsilik yerini düşüncelerin mücadelesine bırakmalıdır.”319
317
Gütme ve Güdülme Üzerine, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:13, 1 Ekim 1954.
CHP Meclis Tebliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:24, 15 Mart 1955.
319
Son Parti Çalışmaları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:27, 1 Mayıs 1955.
318
267
Forum, önceleri DP’nin etkin bir muhalefet ile demokrasi yoluna çekilebileceğini
düşündüğünden CHP’ye de nasıl bir muhalefet rolü oynaması gerektiği konusunda
hatırlatmalarda bulunmaktaydı. Mesela bir yazıda şöyle denilmektedir: “İktisadi
sahada tesirini her gün artıran sıkıntılar, büyük bir halk kütlesinde maişet ve geçim
güçlüklerini şiddetlendirmiştir. İç politika sahasında hürriyetleri her gün biraz daha
kısan kanun ve tatbikat, siyasi huzurun büsbütün kaçmasına sebep olmaktadır.
Uyanık amme efkarı, hükümetin bilhassa son seçimlerden beri icraatından
rahatsızlık duymaktadır. Bütün bu gelişmelerden muhalefet partilerinin istifade
etmesi, ortaya atılarak halkın endişe ve düşüncelerine tercüman olması
beklenmektedir. Hükümetle şahsi çekişmelere girip vakit kaybetmemeleri gerekir.
Muhalefet için bu devre içinde yapılacak hareket, kötüye doğru gidişi frenlemeye
çalışacak iç mukavemeti takviye etmek olmalıdır.”320
Forum, DP’nin, ülkede iktisadi, siyasi ve toplumsal buhran varsa, bunun sebebinin
muhalefet olduğu iddiasını sürdürmesini ise birçok yazısında eleştirmiştir. Bir yazıda
şöyle denilmektedir: “Hükümetin, ağırlaşan duruma, muhalefetin tahriklerinin
sebep olduğu yolunda ithamlarda bulunması endişe vericidir. İktisadi buhran ile
muhalefet arasında münasebetin nasıl kurulduğunu anlamak büsbütün güçtür.
Hükümet yayınladığı bir tebliğde şunu söylemektedir: ‘Muhalefet iktidarı devirmek
istiyor.’ İktisat tarihinde hiçbir memlekette muhalefeti itham ve susturma
kampanyası ile kıtlık buhranlarının önüne geçildiği kaydedilmemiştir. Yine dünyanın
hiçbir yerinde demokrasi olduğunu iddia eden bir idarenin muhalefeti iktidarı
devirmek isteme suçuyla itham ettiği de görülmemiştir. memleketi hükümet mi yoksa
muhalefet mi idare ediyor? Muhalefet istediği şu anda maddeyi, istediği anda bu
maddeyi piyasadan yok etmek iktidarını nereden alıyor? Elinde her türlü ikna
imkanlarına sahip bulunan bir hükümetin, ortada hakiki sebepler olmasa, halkı aksi
istikamette inandırması daha kolay olmaz mıydı? Durumu soğukkanlılıkla mütalaa
eden herkes bugün biliyor ki birçok istihlak mallarında baş gösteren darlık ve kıtlık
reeldir ve umumidir. Bu hal müzmin bir hale gelen enflasyonun dünyanın her
yerinde aynı şekilde tecelli eden tipik bir belirtisidir.”321
Muhalefetin alınan kararları memleket menfaati için baltalamamasını istemek ve
işbirliği beklemek haklı bir taleptir. Bunu yapmayan bir muhalefet hem memlekete
hem de kendisine kötülük etmiş olur. Yalnız muhalefetin işbirliği yapması ve milli
meseleler karşısında devlet idaresi sorumluluğuna katılabilmesi için haklı
taleplerinin iktidar tarafından karşılanması şarttır. Görüşleri dikkate alınmayan bir
muhalefetten, yalnız başı sıkışınca yardım ve işbirliği talep etmek, demokratik devlet
idaresi ile bağdaşmaz. DP iktidarı hem kendi bildiğince hareket etmiş, kendi
partisine ve Meclise dahi danışmak, istişare etmek lüzumunu duymamış, sonra da
buhranlardan muhalefeti sorumlu tutmuştur.
Bu noktada buhrandan kastedilenin ne olduğunu belirtmek uygun olacaktır.
Buhranın tanımını Bahri Savcı Forum’daki bir incelemesinde söyle yapmaktadır:
“Siyasi edebiyatta buhran kelimesi, siyasi hayatın akışında olaylarla, onları yöneten
320
321
Türkiye’de Siyasi Buhran, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:30, 15 Haziran 1955.
Seçimler ve Muhalefetin Boykotu, Başyazı, Forum, sayı:34, 15 Ağustos 1955.
268
kurallar, bu kurallara uyularak alınacak tedbirler arasında açık bir çatışmanın
varlığını ve bu yüzden meselelerin çözülmezliğini ifade eder. Evet, bir yanda siyasi
hayatın türlü olayları vardır. Öte yandan da bu olayları sevk ve idare eden siyasi ve
hukuki kurallar, idari ve siyasi tedbirler vardır. Siyasi olaylar, bu kurallar ve
tedbirler yoluyla yönetilerek, onların açtığı kanal içinde gelişecektir. Fakat bir
devre olabilir ki, mevcut siyasi ve hukuki kurallar, alınan siyasi ve idari tedbirler,
siyasi hayatın olaylarını çevirip yönetmede yetersiz bir duruma düşebilirler. Gün
geçtikçe bu yetersizlik artar. En sonunda olaylarla onları yönetecek kurallar ve
tedbirler arasında açık bir çatışma ortaya çıkar. Bu çatışma sonucu mevcut siyasi ve
hatta idari müesseseler, normal işleme imkanlarını kaybederler. Bu yüzden
siyasetçilerin ve siyasi müesseselerin yani partilerin arasındaki münasebetler
muvazenesi de bozulur. Meseleler bir çözülmezlik halkası içine düşer ve işte
‘buhran’ budur.”322
Aynı yazıda Bahri Savcı buhranı önlemenin yollarını şöyle gösterir: “Demokrasinin
iyi işleyebilmesi için gerek iktidar, gerekse muhalefet safında çalışanların
birbirlerine karşı müsamahalı olmaları gerekir. İnsan şahsına değer veren bir
zihniyet, o insanın fiillerini de müsamaha ile karşılar. Böyle bir müsamaha mevcut
olmazsa, demokrasi işlemez hale gelir. İşte bugün içinde bulunduğumuz buhran
belirir. Öyle ise tedbirler kendiliğinden ortaya çıkıyor: İnsan şahsına değer veren
zihniyet ile demokratik müsamaha idrakini hem halkımızın gem de idarecilerimizin
siyasi tabiatı haline getirmek.”
Siyaset alanı, fikirden ve ilmi esaslardan uzak bir boğuşma manzarası arz ettiğinde,
bu dönemi buhran olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Temmuz 1955’te, iktidar;
belediye ve genel meclis seçimlerin yapılacağını ilan etmiştir. Ancak mevcut buhran
koşullarında CHP ve CMP, 1955 yerel seçimlerine girmemeye karar vermişlerdir.
Onların bu tutumu, buhran koşulları bağlamında anlaşılır bir durum arz etmektedir.
Demokratik rejimlerde seçimler partiler arasında hayat mücadelesi şeklinde değil,
halka hizmet mücadelesi şeklinde olur. Oysaki Türkiye örneğinde dönemin
koşullarında, muhalefet partileri iktidarın ezici uygulamaları karşısında var olma
mücadelesi vermekle karşı karşıya kalmışlardır.
Her ideoloji bir zihniyet ve hayat tarzı öngörür. Demokrasi ideolojileri de
kendilerine özgü birer zihniyet ve hayat tarzı öngörürler. Ancak tüm demokrasi
ideolojilerinin ortak özelliği, meselelerin çeşitli açılardan tartışılması ve tahlil
edilmesi esasına dayanmalarıdır. Kuşkusuz tartışma ve tahlilin, muhalefetin, başı
ezilecek bir düşman olarak görüldüğü bir düzende gerçekleşmesi beklenemez. Bu
hususta Forum şöyle demektedir: “Muhalefeti ne pahasına olursa olsun başı
ezilecek bir düşman olarak görmek, iktidardan düşmeyi bir kabus haline getirecek
olan işler yapmak, baskı yollarına sapmak, sonunda ne iktidar mensuplarına ne de
memlekete hayır getirecektir. Murakabesiz, münakaşasız bir rejimin, frensiz bir
hükümetin memleketin başına muazzam dertler açabileceğinden şüphemiz olmasın.
Memleketin dayandığı temel müesseseler sarsılırken, içtimai ve iktisadi bünyemizde
322
Bahri Savcı, Buhran İstidatları ve Önleme Yolları, İncelemeler, Forum, sayı:35, 1 Eylül 1955.
269
rahneler açılırken, dışarıda itibarımız, içeride yarının ileri, müreffeh, hür
Türkiye’sine olan inancımız zayıflarken, bu ters gidişe ‘dur’ demesi icap eden
samimi, imanlı siyaset adamlarına büyük mesuliyet düşmektedir.”323 Burada Forum,
DP Meclis grubundaki siyasetçileri sağduyuya çağırmaktadır, onlara particiliği bir
kenara bırakıp hükümetin dizginlerini ellerine almaları için sorumluluk düştüğünün
altını çizmektedir.
Forumcuların, partizanlığın iktidar ve muhalefet ilişkilerini zora soktuğunu
yazılarında çeşitli vesilelerle belirttikleri görülür. Dergi, iktidar sahiplerinin bu
tutumunu eleştirir. Mesela bir yazıda şöyle denilmektedir: “Zirai krediyi dağıtırken
geniş bir seçmen kitlesinin elde edilmesi, irtica ve geriliğe taviz veren tedbirlere
başvurulurken çok sayıda olduğu tahmin edilen cahil halka hoş görünmek istendiği
anlaşılmaktadır. Bu tarz bir siyasi mücadele bir bütün olan milli menfaatlerin parti
menfaatlerine feda edilmesi ve demokrasinin dejenere olması neticesini vermektedir.
Son günlerde Hürriyet Partisi’nin esnaf kredisinin artırılması ve turist dövizi ihdası
gibi konular hakkında hükümete sözlü soru verdiğini gazeteler yazdı. Umumi kredi
hacmi artırılmadan, esnaf kredisinin hacminin yükseltilmesini istemenin mesnedi
nedir bilmeliyiz. İktidar partisinin köylüyü tutması karşısında H.P. bu talebiyle
esnafı mı elde etmek istiyor? Enflasyondan acı bir dille şikayet eden bu parti, kredi
hacminin artırılmasını hedef tutan bu teklifi ile ne kazanmayı bekliyor?”324
Görüldüğü üzere, Forum, ülke menfaatlerinin önüne parti menfaatlerini koyan her
türlü yaklaşımı şiddetle eleştirmektedir.
DP’nin partizan tutumunun değerlendirildiği bir yazıda şöyle denilmektedir:
“Fabrikaların ve sondaj kuyularının açılış merasimleri, her taraftan devlet
vasıtaları ve propagandası ile toplanmaya çalışılan kalabalıklar, memlekete bir şeyi
daha anlatmaya yaramıştır. Bu da halk topluluklarına hitap etmek suretiyle
yapılacak siyasi propaganda bahsinde, hükümetin hiçbir müşküle rastlamayacağı,
buna mukabil radyoda olduğu gibi, sözle geniş kütlelere hitap etmede, muhalefete bu
imkanların tanınmamasıdır. Bir taraftan bütün emniyet teşkilatı, muhalefet
mensuplarının alelade hususi seyahatlerini bile takip ederken, kahvede, lokantada
nasıl konuşacaklarını, nasıl yemek yiyeceklerini tanzime kadar işi ileri götürürken,
hükümetin sorumlu şahsiyetlerinin meydan nutukları çekebilmesi için bütün devlet
vasıtalarının seferber edilmesi arasındaki tezat, en basit halkın bile gözünden
kaçmamaktadır. Hükümetin kendine tanıdığı bu salahiyetleri ve imkanları,
muhaliflerden esirgemesi, çıkarılan son kanunların hakiki hedefleri hakkında, halkı
çok iyi aydınlatmaya yaramaktadır. Bu gibi hadiseler rejimin nasıl çürük bir temele
dayandığını göstermektedir, amme efkarına tesir edebilme ve hitap edebilme,
totaliter devletlerde tipik tezahürlerine şahit olduğumuz, siyasi propaganda
inhisarına doğru temayülün tehlikelerine işaret etmek yerinde olur. Muhaliflere
müsavi haklar tanımayan, onlara eşit şartlar içinde mücadele imkanı vermeyen bir
rejimin adına demokrasi denemez.”325
323
DP Grubu Nerede?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:51, 1 Mayıs 1956.
Demokrasi ve Sorumlu Muhalefet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:55, 1 Temmuz 1956.
325
Tek Taraflı Siyasi propaganda, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:62, 15 Ekim 1956.
324
270
Forum, muhalefet partilerinin birbirleriyle rekabet edebilmeleri için, dönemin
koşullarının uygun olmadığını, muhalefet parti liderlerine sıklıkla anımsatır. Bu
bahiste şu sözler ilginçtir: “Nerede demokratik prensiplere bağlı olan muhalefet
partileri, aralarındaki farkları mübalağa etmişse, Bolşevik ihtilalinde, Nazi ve
Peron tecrübelerinde olduğu gibi demokratik düzen fazla mukavemet göstermeden
kolayca yıkılıvermiştir. Demokratik müesseslerimizin idamesi ve hürriyetlerimizin
büsbütün kaybolmaması için herkese düşen vazife, aşırı ve marazi ferdiyetçilikten
kurtulmaktır.”326 Forum ayrıca, iktidarın baskıcı tedbirler aldığı bir ortamda,
muhalefet partilerinin ellerindeki halka ulaşma araçlarını, örneğin varsa gazete ve
dergi gibi, birbirlerine kullandırmalarının arzu edilir olduğunu ifade eder. Örneğin
şöyle denilmektedir: “Film, afiş, ilan vs. yapıştırılması; cip, otomobil gibi, konuşma
ile halka erişme işini mümkün kılacak vasıtalara her parti şiddetle muhtaçtır. En
nihayet gerek daimi çalışma mekanları, gerekse toplantı yerlerinin kirası gibi mühim
maddi vasıtaların temini müşterek gayretle çok daha tatminkar olacaktır.”327
Forum, iktidar sahiplerinin, muhalefet arasındaki dayanışmayı bozmak
isteyebileceklerini, bu suretle de kimi partilere propaganda faaliyetinde daha
müsamahalı davranabilineceğini, ancak muhalefet partilerinin bu oyuna gelmemeleri
gerektiğini de zaman zaman yazmıştır. Şunu belirtmek gerekir ki CHP, Hür. Parti ve
CMP arasında 1956 yılı sonlarına doğru, iktidarın baskısına en az maruz kalan CMP
olmuştur. Bu bahiste Forum şöyle der: “CMP, faaliyetini fikir ve parlamento
çalışmasından çok halk hatibi seviyesindeki birkaç liderinin, hicivli hikayeli kahve
ve meydan toplantısında yaptığı için, iktidar organları kendilerine daha çok
müsamahalı bir muamele gösteriyorlar. Bu suretle karşılarında kalabalık bulan ve
esasen yegane faaliyet tarzları resmi makamların müsamahalı muamelesiyle
karşılaşan bu parti ileri gelenleri, son zamanlarda kendilerini Anglosaksonların
tabiriyle ‘saf insanlar cennetinde’ hissetmeye başlamış görünüyorlar. Bunlara göre
artık demokratların %60’ı, CHP lilerin %20’si, H.P. lilerin pişmanlık duyan yeni
mensupları CMP’ye iltihak etmişlerdir.”328
Forum’un birçok sayısında iktidar-muhalefet ilişkilerine dair Batı demokrasilerinden
örnekler yer almaktadır. Bu örneklerden bir tanesi şöyledir: “Başkan Eisenhower,
Amerika’da muhalefet partisi lideri olan ve önümüzdeki Kasım ayında
Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisine rakip olarak çıkacak olan Demokrat Parti
adayı Mr. Stevenson’a dış siyasete ait Merkez Haberalma Dairesi tarafından
hazırlanan gizli devlet raporlarının verilmesi teklifinde bulunmuştur. Mr. Stevenson
tarafından kabul edilen bu teklif, Amerika’da demokratik idare tarzının normal ve
tabii bir tezahürü olarak karşılanmıştır. Nitekim 1948 cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde o zamanki başkan, Mr. Truman, rakibi Cumhuriyetçi adayı
Mr. Dewey’e de aynı teklifi yaparak kendisini devlet sırları hakkında haberdar
etmişti. 1952 seçimlerinde de Mr. Truman aynı şeyi iki rakip partinin adayları olan
General Eisenhower ve Mr. Stevenson için tekrar etmişti. Muhalefeti ‘fesatçı,
bozguncu, hain, zalim, ihtilalci’ gibi vasıflarla itham eden bugünkü iktidarın
zihniyeti ile, modern bir demokraside, kendini ve karşısındakini aynı derecede
326
İşbirliği, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:56, 15 Temmuz 1956.
Zaman Kaybının Sırrı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:57, 1 Ağustos 1956.
328
Rejim Buhranı ve Muhalefet Buhranı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:59, 1 Eylül 1956.
327
271
muteber, aynı haklara sahip iki rakip kuvvet olarak gören Amerika misali, üzerinde
uzun uzun durulacak bir tezattır. Bu bizde, muhalefeti nerde karşılaşırsa, ne vesile
ile temas ederse, daima yıkmak, ezmek ve baskı altında tutmak isteyen totaliter
zihniyetle, onu müsavi şartlarla mücadele edeceği bir rakip olarak kabul eden
demokratik gelenek arasındaki uçurumu ifade etmektedir.”329
Örneğin ardından çıkarılacak ders ise şöyle özetlenmektedir: “Bununla başlıca iki
hedef güdüldüğü anlaşılmaktadır. Birincisi, gerek seçim devresinde gerekse seçimi
takip eden intikal devresinde, seçimde kazanma ihtimali olan rakip parti adayına,
devletin mühim sırlarını vererek, demokratik devlet idaresinde devamlılık unsurunu
takviye etmek ve gerçekleştirmektir. Bu suretle, muhalefet partisi adayı, en mühim
konular hakkında devlet teşkilatının topladığı bazı bilgilere sahip olarak seçime
girerken, milli menfaatlerin parti mücadelesi yüzünden zarar görmesi de
önlenmektedir. Çünkü işin esasına dair tam bilgisi olmadan, eksik mutalarla seçim
kampanyasına girilmesi, lüzumsuz bazı tartışmalara meydan vererek milli
menfaatleri incitebilirlerdi. Bu usul, hem devlet hizmetinde ekip değişmesine rağmen
devamlılık ve istikrarı temin etme hem de bazı konular üzerinde daha iyi
aydınlanarak milli menfaate dokunan noktaları, tartışma konusu dışında tutma
noktasından çok faydalı neticeler vermektedir.”
Forum, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki, iktidarın tutumundan kaynaklanan sorunlu
duruma ilişkin, iktidar sahiplerine hitaben şu sözü sıklıkla yineler: ‘İhtilafa taraf
olan hakem olamaz’. Daha sonra da, ihtilafa taraf olanın hakem olmak istemesinin
Şark zihniyetinin bir tezahürü olarak görülmesi gerektiğini belirtir.330 Gerçekten de
DP’nin eleştiriye tahammülsüzlüğünü Şark zihniyetine bağlamak isabetli olur.
Çünkü Batı demokrasilerinde eleştiri hakaret olarak görülmez ancak Doğuda eleştiri
hoş görülmez, daha ötesi eleştiriye muhatap olan kişi, bunu şahsileştirme eğilimi
içinde olur. DP yöneticilerinin bu zihniyetinin bir başka ifadesi de gürültülü patırtılı
karşılama törenleridir.
Forum’da bir yazıda şöyle denilmektedir: “Bir hükümet gittikçe amme efkarının
salim ve olgunlaştırıcı temas ve ikazlarından kendi isteğiyle irtibatını keserse, halkın
sevgi ve itimadının devam ettiği intibaını yaratacak kütle tezahürlerine şiddetle
ihtiyaç duyar. Bu sayede hem kendisinde, hem de etrafta sarsılan güveni tamir etmek
imkanlarına kavuştuğunu sanır. Bu yola hürriyet rejimini planlı bir şekilde ortadan
kaldırmayı aklına koyan birçok şahsiyetler müracaat etmiştir. Üçüncü Napolyon,
imparatorluğu ilan etmeyi aklına koyduğu zaman Fransa içinde yaptığı seyahatlerde
kendini büyük merasimlerle ve tezahüratla karşılatmış, nihayet halk beni tasvip
ediyor diyerek cumhuriyet idaresini ortadan kaldırmıştır.”331
DP yöneticilerinin zihniyetini, özellikle de Menderes’in demokrasi anlayışını
göstermek açısından Forum’dan başbakanın şu sözlerini de aynen nakletmek yerinde
329
Demokrasi ve Muhalefet Saygı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956.
Muhalefet Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:73, 1 Nisan 1957.
331
Davullar Kimin İçin Çalıyor?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957.
330
272
olacaktır: “Başbakan, Bursa’da, bir parti kongresinde ilgi çekici bazı itiraflarda
bulunmuştur. Mesela son yıllarda DP iktidarının rejimle ilgili olarak aldığı
antidemokratik tedbirlerin ‘vatan hayrına’ sayılamayacağını açıklamış, ancak
iktidarı bu tedbirleri almaya muhalefetin zorladığını ileri sürmüştür. Muhalefetin
çalışabilmesini, görüşlerini yayabilmesini güçleştirici antidemokratik tedbirler
almaya iktidarı zorlama ihtiyacını duyacak kadar mazoşist bir muhalefet tasavvur
olunamayacağına göre, başbakanın vatan hayrına sayılamayacak tedbirler
alındığına dair itirafı pek yerinde olmakla beraber, ileri sürdüğü mazereti ciddiye
almak imkansızdır. Başbakanın Bursa konuşmasında rejim meseleleriyle ilgili başka
bir itirafı ise büsbütün kaygı vericidir. Konuşmanın sonlarında, başbakan, son
seçimlerde CHP’nin iktidarı kazanmasına ramak kaldığını hatırlatarak şöyle
demektedir: ‘O seçim gecesini Allah bir daha göstermesin, Türk milletini bir
faciadan kurtardı...’ Başbakanın ‘facia’ dediği şey, bir muhalefet partisinin
vatandaş oyuyla iktidara gelmesi ihtimalinden ibarettir. Böyle bir ihtimali facia
sayabilmek için DP genel başkanı, partisinin ‘kuruluşunun temelini teşkil eden
prensiplerden’ artık bu prensipleri hiç hatırlamayacak kadar uzaklaşmış
olmalıdır.”332
Demokratik rejim yalnız bir hukuki düzen değildir, bunun yanında demokratik
rejime yaşama gücü veren, rejimin kendine has gelenekleridir. Bu bakımdan
demokratik düzeni gerçekleştirme amacını taşıyan her kişi, bu geleneklerin
yerleşmesinde kitleye öncü olmak zorundadır. Demokratik bir düzende toplumun
meseleleri hakkında farklı düşünüş ve kanaatte bulunanların mevcudiyeti doğaldır.
Düşünüş ve kanaat ayrılığı medeni ilişkilere zarar vermez. DP yöneticileri ise
iktidarda bulundukları süre zarfında muhalefeti sürekli ezmişler, hatta muhalefeti
siyasi alandan silmeye çalışmışlardır. Bunun için iktidar olanaklarını kullanmaktan
bir an olsun geri durmamışlardır. Muhalefet partisi liderlerinin basın konferansları
yapabilmelerini izne bağlı tutmak üzere kanun çıkarmayı dahi zaman zaman ciddi
olarak düşünen iktidar, böyle acayip bir kanuna diktatörlüklerde bile
rastlanmayacağı hatırlatıldığı için olsa gerek, bu düşünceden vazgeçmiş, fakat daha
kötü bir yola saparak, hoşuna gitmeyen basın konferanslarının yayınlanmasını yayın
yasakları yoluyla önleme yoluna gitmiştir.
Bu bağlamda Forum şöyle demektedir: “İktidar, halk tarafından duyulmasını
kendisi için siyasi bakımdan mahzurlu gördüğü Meclis konuşmaları hakkında,
Anayasa ve İçtüzüğe aykırı olarak ‘zabıttan çıkarma’ kararları almakta, öylece
zabıttan çıkarılan konuşmaların, içlerinde en küçük bir suç unsuru bulunmasa bile
yayınlanmasını önlemek için, gazetelerin gözünü korkutmaya çalışmaktadır. Üstelik
bununla yetinmeyip, muhalif milletvekillerinin zabıttan çıkarılan sözlerini, devlet
radyosu ve başta iktidar vasıtasıyla, o milletvekillerine karşı husumet
uyandıracağını umduğu bir şekilde halkoyuna aksettirmektedir. Bir yazı, demeç veya
bildiri hakkında yayın yasağı konulabilmesi, o yazı, demeç veya bildir hakkında
kanuni takibata geçilmesi şartına bağlı bulunduğu halde, muhalefet partilerinin
haklarında dava açılması imkansız bulunan meclis gruplarınca yayınlanmış
bildirileri için bile yayın yasakları konulmaktadır. Bütün bu tertiplerin sonucu
332
Başbakanın itirafları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:95, 1 Mart 1958.
273
olarak gazetelerde sık sık rastlanan beyaz sütunlar, rejimin yeni bir yüz karası
olmuştur.”333
Forum, 1959 yılında cereyan eden Geyikli hadisesinden sonra bir an evvel genel
seçimlere gidilmesini gündeme taşır. Geyikli hadisesini başyazısına taşıyan Forum
şöyle demektedir: “Geyikli ve Çanakkale olayları gibi bir sürü hadise,
memleketimizde mühim bir hukuk, nizam ve hükümet otoritesi buhranı yaratmış
bulunuyor. Geyikli’de önceden hazırlanmış bir tertip ile CHP genel sekreterine,
refakatindeki milletvekillerine ve basın mensuplarına tecavüz olunmuştur. Fakat bu
tecavüz Demokrat Partililer tarafından yapıldığı için bu memleketin kanunları
işleyememiştir. Olayı yerinde incelemek için ve icabında Büyük Millet Meclisine
intikal ettirmek üzere iki CHP milletvekili Geyikli’ye gönderilmek istenmiştir. Zira
müşahede olunan odur ki, hükümet mütecavizleri, suçluları cezalandırmak için
herhangi bir harekete tevessül etmemektedir. Fakat Çanakkale’de gece iskelede
toplanmış olan Demokrat Partililer, Cumhuriyet Halk Partili milletvekillerinin
dışarıya çıkmalarına mani olmuşlardır. Vali, hükümet otoritesini, kanunları
dinlemeyen kalabalığı dağıtmakta acz göstermiş ve görevini yapamamıştır. Halbuki
emri altında nizam ve sükunu sağlayacak yeter ölçüde kuvvet bulunmaktaydı. Diğer
taraftan yalnız muhaliflere tatbik olunan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu da
müdahaleyi gerektirmekteydi. Mesele hukuki ve siyasi düzen bakımından üzerinde
ısrarla durulması gereken vahamet arz etmektedir.”334
Yazı şöyle devam eder: “DP’nin kendi taraftarlarını milis kuvvetleri halinde
toplayıp dövme, sövme ve cana kastetme gibi kanunlar muvacehesinde mutlaka suç
konusu olan hareketlere baş vurması, kendi iddialarında haklı olmadığının bir delili
kabul olunabileceği gibi memlekete, hiçbir zaman arzu olunmayan bir siyasi
mücadele taktiğini sokma teşebbüsü olarak da mütalaa edilebilir. DP kendi hoşuna
gitmeyen fakat esasında suç da teşkil etmeyen her harekete karşı Uşak, İzmir,
Geyikli ve Çanakkale’de yaptığı gibi gayri mesul topluluklarla karşı koymaya
kalktığı takdirde, halkın kanunlara, hükümete, idareye karşı duyması gereken itimat
derin bir surette sarsılmış olur. Bir memlekette böyle bir itimatsızlık havası esmeye
başlayınca hem o memleket hem de hükümet edenler için en büyük talihsizliklerden
biri doğar. Son hadiseler bir defa daha göstermiştir ki hükümet mesnetsiz, yersiz
ihtilal vahimlerine kendini kaptırmaktadır. Bu kompleks hükümet etmeye mani
olmaktadır. Binaenaleyh bir hükümet değişmesine kati ihtiyaç vardır. Bu yalnız
memleketin değil, bizzat DP’nin de menfaatine olacaktır.”
Forum, Gedikli hadisesinden sonra hemen hemen her sayısında iktidar değişikliğinin
gereği ve erken genel seçimlere gidilmesinin ülke menfaatine olduğunu yineler. Öte
yandan DP yöneticileri ise ‘seçimleri kaybetsek dahi iktidarı bırakmayacağız’
şeklinde bir propaganda yayarlar. Şunun altını çizmek gerekir ki, geniş halk kütlesi
arasında yayılmaya çalışılan bu ifadenin propaganda olduğu da şüphelidir. Nitekim
Türk aydınları bunun iktidar sahiplerinin gerçek düşüncesi olduğunu
düşünmekteydiler, zaten, 1960 yılı Mayıs’ında yapılması beklenen genel seçimlerin
333
334
Sansür, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:129, 1 Ağustos 1959.
Uşak’tan Geyikli’ye, Başyazı, Forum, sayı:133, 1 Ekim 1959.
274
geriye bırakılması ve tahkikat komisyonunun kurulması ve faaliyete başlaması, bu
ifadenin propaganda olmaktan daha ziyade bir nabız yoklama olduğu fikrini
güçlendirmekteydi. Aslında CHP yöneticileri de böyle düşünmekteydiler, fakat
bunun bir propaganda olduğuna ısrarla vurgu yapmayı tercih etmişlerdir. Çünkü aksi
bir yaklaşımın, kaynamakta olan toplumu büyük felaketlere sürükleyebileceğini
öngörmekteydiler. Mesela Bursa Nutkunda İnönü’nün, ulusun iradesine karşı
gelindiği takdirde, bu yola sapanlar için neticenin vahim olacağını hatırlatması
anlamlıdır.335 Çok geçmeden, iktidar sahipleri, tahkikat komisyonunu kurup
demokratik rejimi tasfiye etmekte tereddüt etmeyeceklerini açık olarak ilan
etmişlerdir. Bunu takiben de, 27 Mayıs askeri müdahalesi ile Demokrat Parti
yöneticileri tasfiye olmuşlardır.
335
İnönü’nün Bursa Nutku, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı: 140, 15 Ocak 1960.
275
V.BÖLÜM
FORUM:DEVLET-İKTİDAR
1.Devletin Nitelikleri
1.1.Milli Devlet
Forum’da doğrudan ‘milli devlet’i konu alan yazıya rastlanmaz. Bununla beraber,
Türk Devriminin yerleştirilmesi sürecini konu alan yazılarda, milli devletten ne
anlaşılması gerektiğine yer verilir. Bu bahiste Türk milliyetçiliğinin tarihsel kökeni
olarak Meşrutiyet dönemi Türkçülük akımı gösterilmekle birlikte, Kurtuluş Savaşı
koşullarında ve sonraki süreçte Türk milliyetçiliğinin Türkçülükten tamamen
ayrıldığı belirtilir. Türk milliyetçiliği ile Türkçülük, Tutancılık gibi ideolojiler
arasında bir ilişki kurulmasının gayri makul olduğu ifade edilir. Forum, Turancılığı
ve Türkçülüğü, “memleketimizde içte ani-demokratik ve dışta da saldırgan bir siyasi
düzene ısrarla varmaya çalışan ideolojiler” şeklinde tarif ederek bu ideolojilerin
gericiliğine vurgu yapar. Özellikle Kıbrıs meselesinden kaynaklı olarak bu gibi
ideolojilerin can bulduklarına da işaret eder. Irkçı ve Turancıların, Türkçülük
kelimesini bir yana bırakıp kendilerini milliyetçi olarak takdim etmelerini ise
eleştirir. Bunun geniş halk kütlesinin eğitimsiz olduğu bir ülkede tehlikeli sonuçlara
varabileceğini söyler.
Forum, İmparatorluktan ulus-devlete geçiş döneminde, konuşulan dilin Türkçe
olması esasına göre vatandaşlığa kabul politikasının uygulanmasını ve Cumhuriyetin
erken döneminde ulus-devlet yaratmanın bir gereği olarak yapılan dil devriminde,
Arapça ve Farsça kelimelerden Türkçe’yi arındırmak için, Orta Asya menşeinin öne
çıkartılmasının geri çevrelerce Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını tahrip etmek için
kullanılmış olduğunu belirtir. Devletin kuruluş aşamasında dünyanın başka
coğrafyalarındaki Türkler ile Anadolu Türkleri arasında akrabalık olabileceğini,
ancak bunun özel bir siyasi programın esasını teşkil edemeyeceğini, bunun sadece
kültür birliği çerçevesinde değerlendirilebileceğini vurgular.
Forum, Cumhuriyetin milli devlet anlayışının, etnik veya ırki ölçüyü açıkça
reddettiğinin altını çizer. Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan, Türkçe konuşan,
Türk kültürü ile yetişen ve kendisini Türklük ideali ile bağlı sayan herkesin Türk
olduğunu; Türklüğün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yurttaşı olmak şeklinde
tanımlandığına işaret eder. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin ‘sözleşme’ üzerine
oturmadığını, bunu reddettiğini, ‘birleşme/kabul’ üzerine oturduğunu söyleyen
Forum, buradan hareketle birleşmenin bizatihi kendisinin taraf kavramını tasfiye
ettiğinden; tüm etnik grupların birer taraf olmasının ortadan katlığını, Türklüğün
yurttaşlık bağının adı haline dönüştüğünü belirtir. Bu noktada, Forumcuların, ulusdevletin inşasında, cumhuriyetçi demokrasinin aktant olarak seçilmiş olduğunu
tespit etmiş olduklarına dikkat çekmek gerekir.
276
Forum, Türkçe konuşan ve Devrimi benimseyen herkesin Türk siyasi toplumunun
asıl üyesi sıfatını kazandığını; bunun herhangi bir istisnası olmadığını; Rum,
Ermeni ve Yahudilerin de Türk olduklarını vurgular. Cumhuriyet öncesinde,
Osmanlı döneminde Çerkez, Laz, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Yahudi vb. olan
Osmanlı tebaası, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Türk yurttaşlarıdır. Bir diğer
ifadeyle Türk milli devleti veya Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk yurttaşların
devletidir.
Hemen belirtmek gerekir ki, Forum’un milli devlet algısının cumhuriyetçi demokrat
ideolojinin milli devlet algısı ile taban tabana oturması, liberal demokrat ideolojiyi
savunan Forumcular açısından kuramsal bir sorun yaratmamaktadır. Nitekim, hem
cumhuriyetçi demokrat hem de liberal demokrat ideolojiler, kurucu düşünceden
meşruiyetlerini almaktadırlar. Kurucu düşünceden meşruiyetini alan ideolojiler de,
kurucu düşüncenin eyleyeninin cumhuriyetçi demokrasi ideolojisi olduğunu
bildiklerinden, devletin nitelikleri bahsinde, ideolojiler arasında bir farklılık
görülmesi beklenmez. Kurucu düşüncede, milli devlet bir bütün olarak görülmekte,
sözleşme ile devletin tesisi reddedilmektedir. Kaldı ki eğer sözleşme esası kabul
edilmiş olsaydı, sözleşmeye taraf olan etnik gruplar, devlet kurulduktan sonra da
etnik kimlikleri ile taraf olarak kalmaya devam edeceklerdi ve herhangi bir zamanda
sözleşmenin tarafı olmaktan çekilebileceklerdi. Ancak devlet birleşme esası ile
kurulduğunda, milli devlet birleşik Türk yurttaşlığı ile eşitlenmekte ve tek varlık
olarak Türk yurttaşlığı kendini göstermektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, milli devlet tek başına düşünüldüğünde havada
kalmaktadır. Ancak bunu, diğer Devrim ilkeleri ile birlikte ve bu ilkelerin devlet
yapısında somutlaştığı mekanizmalar ile birlikte düşünmek gerekir. Mesela, milli
devletin yanına Devrimin diğer kabullerinden birisini, yöneten ile yönetilenin
özdeşliği eklendiğinde, milli devlet amacının gerçekçiliği ortaya çıkar. Çünkü
yöneten ile yönetilenin özdeşliğinden hareketle, yabancı irade Türk yurttaşı
dışındakiler olarak kabul edilmekte, bu da birleşme sonrasında ayrılma niyeti vuku
bulduğunda dahi yurttaşların ayrılamamasını temin etmektedir. Şöyle ki, her ne
kadar, Devrim yerleştikten sonra bu beklenen bir hal olmasa da, böyle bir niyetin
örneğin dış çevrelerce tahrik vb. şekilde oluştuğu varsayılsa, bu niyet sahipleri
ayrılamazlar, çünkü yapı tümden çöker, bir diğer ifadeyle parçalara ayrılma değil,
eriyip yok olma gerçekleşir. Ki bu bilindiği için de, zaten bu niyet oluşturulmaya
çalışılsa dahi, gerçekleşmesi olanaksızdır.
Kuşkusuz, siyasi birliğin nasıl tanımlandığı da milli devlet algısını şekillendiren bir
unsurdur. Kurucu düşünce, cumhuriyetçi demokrasiyi eyleyen olarak seçtiğinden, bu
seçimin bir sonucu olarak da, devlet, liberal demokrat ideolojideki gibi toplumsal
kurumlardan biri durumuna indirgenmediğinden, devlet organize olmuş halk olarak
görüldüğünden, politik birlik de tek tek bireylerin toplamı olmaktan çıkmakta, halkın
bilinç sahibi olarak ulaşacağı bir durum haline gelmektedir. Şu halde, bu birliğin
dışındaki herkes yabancı olmakta ve birliğin korunması yabancılara karşı dikkatli
olmayı gerektirmektedir. Ulus-devletin kuruluş aşamasında, cumhuriyetçi demokrat
ideolojinin ne kadar işlevsel olduğunu, burada görmek mümkündür.
277
Hemen belirtmek gerekir ki, ulus-devletin kuruluşu aşamasında yabancıların düşman
olarak kabulü, ulus-devletin kökleşmesi sürecinde, yerini, yabancıların düşmanlık
edebileceği ihtimali kabulüne bırakacaktır. Ulus-devletin kökleşmesinden sonra ise,
ki bu, modernleşme, kapitalistleşme, demokratikleşme süreçlerinin tamamlanması
ile doğrudan doğruya ilişkilidir, ‘yabancıların düşmanlık edebileceği ihtimali
kabulü’ de, kendiliğinden silinecektir.
Ancak, ulus-devletin kuruluş ve kökleşmesi süreçlerinde, birliğini korumada dikkatli
olmayan halk, düşmanını fark edemeyebilir, bu ise birleşik iradeye veya politik
birliğin iradesine zarar verir ve ulus-devletin çöküşüyle sonuçlanır. Bu çöküş birden
olmaz, önce Mecliste yani politik birliğin temsil edildiği yerde yozlaşma başlar. Bu
yozlaşma, Meclisi politik birliğin temsil edildiği bir yer olmaktan çıkartır, onu çıkar
gruplarının arenasına dönüştürür, temsil artık basit bir vekaletle eşdeğer sayılmaya
başlar, yöneten ve yönetilen özdeşliği yerini yönetilen aleyhine hiyerarşiye bırakır,
başta birliğin dışladığı yabancı iradeler tanınmamaya başlarlar, devletin kurumları ki
bu yurttaşın kurumlarıdır aslında, artık farklı çıkarların hizmetinde polemikselleşmiş
yapılara dönüşürler, kimi partiler bu birliği tekrar sağlamak için öne çıkarlar, ancak
birlik bir kez delinmiş olduğu için, bunlar da diğer çıkarların temsilcisi partilerle
eşdeğer görülürler, ulus devletin savunulması hukuki bir savunmaya indirgenir,
politik korumadan söz edilmez ve ulus-devletin sonu böylece gelir.
Forum, Türk milliyetçiliğinin veya Atatürk milliyetçiliğinin, Türkçülük veya
Turancılıktan farklılığını vurgularken harf inkılabı üzerinden, bu kesimlerin ‘Yazı ve
dil değişikliği dolayısıyla yeni neslin eski eserleri okuma imkanından mahrum
bırakılması suretiyle dini ve milli kültürün sükutu temin edilmiştir’336 şeklindeki
ifadelerle, ayrıca medeni kanun tercüme olduğu için milli bünye, örf ve adetlere
uymadığını iddia ederek ve kıyafet inkılabını Avrupa’yı şekli ve sathi olarak taklit
etme biçiminde eleştirmek suretiyle örtülü bir Devrim karşıtlığı yaparak, aslında
İslamcılar ile aynı safta yer aldıklarını ve bu kesimlerin de demokrasi için tehdit
oluşturduklarına dikkat çeker. Forum şöyle der: “Atatürk hiçbir zaman Türk halkının
taassup yeri olduğunu kabul etmemiştir. Halkımızın modern bir millet olmak
kabiliyetine fıtri bir şekilde haiz olduğu inancı, Atatürk devrimlerinin temelini teşkil
eder.”337
Bu bağlamda Bülent Daver’in şu değerlendirmesine yer vermek uygun olur:
“Atatürk siyasal rejim konusunda, demokratik rejimi benimsemektedir. Bu rejimin
üstünlüğüne ve değerine yürekten inanmaktadır. Türk milletinin doğuştan
niteliklerinin de demokratik rejimi kabul etmeyi kolaylaştırdığını ileri sürmektedir.
Onun demokratik cumhuriyet kurmayı daha Kurtuluş Savaşı başında hatta belki daha
önceleri kararlaştırmış olması çok olasıdır ve bunu doğrulayan belirtiler az değildir.
Bununla birlikte o, bu görüşünü başlangıçta pek açığa vurmamış, ülkedeki çeşitli
siyasal eğilimleri ve Meclis’teki grupları göz önünde tutarak oldukça kapalı ve
336
337
Doktrinler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:146, 1 Nisan 1960.
İnkılapların Felsefesi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:59, 1Eylül 1956.
278
ölçülü konuşma yolunu tutmuştur. Bunalımlı savaş yıllarında demokrasi ve
cumhuriyet sözcüklerini Mustafa Kemal Meclis’te ya da kamusal yaşamında
kullanmamıştı. Ancak zaferden sonradır ki, önce ‘halk yönetimi’ diye andığı rejimin
aslında bir cumhuriyet, hem de Batılı demokratik bir cumhuriyet olduğunu gitgide
büyük bir kesinlik ve açıklıkla ortaya koymuştur.”338
Forum, ırkçı totaliter akımları, Devrim felsefesini anlamamakla eleştirir. Forum’a
göre, bu totaliter akımların aslında söylediği şudur: ‘Devrimler sebebiyle, milli
anlayış sarsıntı geçirmiş, milli kültür kısırlaşmış ve ahlak buhran içine girmiştir.’
Forum, bu düşüncenin tehlikesine işaret ederek, bu akımların milli ahlaktan kastının
köylü ahlakı olduğunu ifade eder. Forum, bu tespitinde haklıdır. Nitekim 6/7 Eylül
olayları hatırlandığında Forum’un bu değerlendirmesinin isabeti kendiliğinden
ortaya çıkar. Gerçekten de bu olaylar, basit bir köylü-şehirli karşıtlığı olsaydı,
köylüler karışıklık çıkarttıktan sonra malları talan ederler ve dağılırlardı; ilaveten
eğer bu olaylar Kıbrıs davasına dair bir duyarlılıktan kaynaklanmış olsaydı,
aydınların ve üniversite öğrencilerinin Kıbrıs davasına dair yaptıkları gösterilerin
özelliklerini ihtiva ederdi. Oysa bariz bir şekilde, iktisadi sıkıntılar içinde kıvranan
kalabalıklar, ırkçı bir ideolojinin aracı haline dönüşmüşlerdir. Bu bağlamda
6/7 Eylül olaylarında İstanbul’daki karışıklıklarda, gayri Müslim Türk yurttaşların
can güvenliğinin kalabalık köylü kütlesi tarafından tehdit edildiği olaylara dair
Forum’daki şu sözler dikkat çekicidir: “Türklerin Türk olmayanlar tarafından
istismar edilmekte olduğu şeklindeki ilkel fikirler basit dimağlarda öfkeleri tahrik
ederek hisleri izhar fırsatını verdi.”339
27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra Turancıların, Atatürkçü aydınlara dair şu
değerlendirmeleri ilginçtir: “Bir inkılap sarhoşluğu, mistisizmi, bir ihtilal sadizmi ve
yıkıcılığı içinde kıvranan...eskiden kalma ne varsa, iyi olsun, kötü olsun, yanlış
olsun, doğru olsun, hepsini silip süpürmek, yeni bir dünya yaratmak sevdasında olan
kimseler Atatürkçüdürler. Sözde ilim, asrilik, modernlik, inkılapçılık perdesi
arkasında oynanan bu oyunlar, sart edilen fikirler, yapılan bu telkinler hakikatte ruh
gibi, iman gibi, şeref, haysiyet gibi, bütün insani varlığımız, seciyemizi aşağılara
doğru çeken, menfi, yıkıcı propagandaları yapanlar, Allah’ı ebediyeti bir anlık
nefese, bir yığın gübreye tercih edenler inkılapçıdırlar. Neslimizi mahvedenler
bunlardır. İnkılapçıların bunu anlamaması bizzat inkılap fikrine zıttır. İşte bu
inkılapçılar yüzünden din, aile, adet ve örf gibi bizi ayakta tutan başlıca içtimai
müesseselerin sarsılması neticesi bu millet, mazisini, kendini kaybetmek tehlikesiyle
karşı karşıyadır.”340
Bu noktada Atatürk’ün şu sözlerini hatırlamak yerinde olur: “Yaptığımız ve
yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen
modern ve bütün mana ve şekliyle olgun bir topluluk haline getirmektir,
inkılaplarımızın esas gayesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri perişan
338
Bülent Daver, ‘Atatürk ve Sosyo-Politik Sistem Görüşü’, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk,
İstanbul:Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 1983, s. 252.
339
6 Eylül, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:60, 15 Eylül 1956.
340
Atatürkçülük, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:159, 15 Kasım 1960.
279
etmek zaruridir. Memleket mutlaka asri, medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu,
hayat davasıdır. Bütün fedakarlığımızın semere vermesi buna bağlıdır.”
Forum, Türk milliyetçiliğinin totaliter akımlara alet edilmesinin demokrasiye zarar
vermekten de önce milli devlet yapısını tahrip edeceğine işaret etmeyi ihmal etmez.
Hemen belirtmek gerekir ki, milli devlete zarar verebilecek olan bu gibi akımların,
1950 li yılların ortasında tekrar canlanmasının müsebbibi olarak Demokrat Parti
idarecilerini görür. Forum, DP’nin bu gibi faaliyetleri arasında 6/7 Eylül olayları,
köylülüğün yüceltilmesine dair izlediği politikalar, Türk ocaklarının açılmasını
sağlaması sayılır. Nitekim Forum, 1950-1960 DP iktidarını, milli devlete zarar
verdiği iddiasıyla da eleştirmiştir.
1.2.Demokratik Devlet
Forum demokratik devletin, Demokrat Parti iktidarı ile tehlikeye girdiğini çeşitli
yazılarında belirtmiştir. Hatta bu konuda Forum’un şu benzetmesi ilginçtir:
“Almanların ‘banyo suyu ile beraber çocuğu da kubura dökmek’ diye güzel bir
deyimleri vardır. Biz de demokratik devlet suyu ile inkılaplarımızı kubura dökmek
tehlikesi içindeyiz.”341 Forum’u demokratik devletin tehlikeye girdiğini düşündüren,
iktidar partisinin 1954 seçimlerinden sonra sağladığı çoğunluk ile her şeyi yapabilme
gücünü elde ettiğine dair iddiasıdır. Bu bağlamda Forum şöyle demektedir:
“Demagojinin hakim olduğu memleketlerde, küçük bir politikacı zümresinin her ne
pahasına olursa olsun ‘ekseriyet kazanmak’ için kullandığı bütün ‘oy avlama
vasıtaları’ halkın istediğiymiş gibi göstermek hünerinin demokratik devlet idaresi ile
hiçbir ilgisi yoktur. Ekseriyetin istediği gibi görünen şey, hakikatte küçük bir
politikacı zümrenin iktidarı ele geçirmek için yarattıkları suni bir vasıtadır.” 342
Yazı devamla şöyledir: “Milli kurtuluş savaşını, kongrelerde, meclislerde daima
inandırma gücünü kullanarak kazanmadı mı? Şapkayı halka yurdumuzun en
mutaassıp sanılan bir kasabasında ‘çuşu huruş’ içinde kabule ettirmedi mi? Milleti
Arap harfleri belasından kurtarmak için, memleketi bir havasri gibi şehir şehir,
meydan meydan, köy köy, mektep mektep dolaşan ve konuşan o değil miydi? Tarih
ve dil çalışmalarını da hep cemiyetler kurarak, kongreler toplayarak yürütmek
yolunu tutmadı mı? Hatta Serbest Fırka denemesi bile onun tahriki ile yapılmadı
mı? Atatürk, demokrasinin değil, halkın menfaatleri zararına işleyen demagojinin
düşmanıydı. Atatürk, halkın cehaletini kendi hırsları hesabına sömüren,
ayaklandıran küçük politikacıların düşmanıydı. Serbest Fırka liderleri,
inkılaplarımızın, yani halkın yüksek menfaatleri aleyhine işlemeyen bir demokratik
gelişmeyi hedef tutsalardı, siyasi hayatımız bugünkü inkılap-irtica çıkmazına
düşmezdi. Aydınlarımız da, Serbest Fırka denemesinden ibret alarak, inkılaplarımızı
geniş halk yığınlarına şöyle dursun, kendi içlerine bile sindirmesini bilemedi. Siyasi
hayat çok partili yaşama açılınca da partiler arasında inkılapçı fütuhatımızı bir
açık eksiltme konusu haline koyma yarışı başladı.”
341
342
İnkılaplarımız ve Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954.
İnkılaplarımız ve Demokrasi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:9, 1 Ağustos 1954.
280
Yazı şöyle sürmektedir: “Gerçek demokrasi, inkılaplarımızı geriye döndürmek değil,
tamamlamak yolunda ileri adımlar atmayı emreder. Mesela şu ‘Arapça ezan’ işini
ele alalım. Basit gibi görünen bu hadise gerçekte çok tipik ve çok manalıdır. Atatürk
birden dirilse, Arapça’yı din dili diye Türkçe’ye tercih eden zihniyetin
inkılaplarımıza şöyle dursun, hatta gerçek demokrasi ile olan münasebetini
kendisine nasıl izah edebiliriz? Osmanlı cemiyetindeki hakim idareciler sınıfının bir
imtiyazı olan o Arap-Acem kırması dil, milli şuuruna ermiş, gerçek demokratik bir
Türkiye’nin kanun dili nasıl olabilir? Halbuki şimdi cenaze törenlerinde, ölülerin
tabutu önünde yapılan duaları, camilerde söylenen vaazları, radyoda okunan dini
mevizeleri bile Arap kırması bir şive ile okumak günün modası olmuştur. Milletin dil
terbiyesinde mühim bir rolü olan radyodan okunan haberler bile Osmanlı devrinin
resmi kitabet dili ile yazılmaya başlandı. Konuşma dilimizden tamamen kovulmuş
olan bir sürü Arap, Acem kelimler yine diriltildi. Türk diline benliğini kazandırmak
için yaşayan köklerden yapılan üretmeleri bile ‘uydurma dil’ diye alaya alan
zihniyet, 1908 Osmanlıcasını hortlattı. Bütün bu hazin hadiseler karşısında suçlu
aramanın hiçbir faydası yoktur. Suçlu olan ne halktır, ne de demokrasidir.
Demokrasiyi bir kalabalık ve çoğunluk rejimi olarak kabul eden demagojik
anlayıştır.”
Türk milletinin seviyesini ve itibarını düşürecek hareketlerin ilerleme sayılması
mümkün olmadığı gibi, bu gibi hareketlerin demokratik devlet anlayışının bir ifadesi
olduğu iddiası büsbütün yanlıştır. Yurttaşın geriye doğru gitme talebinin oy temini
maksadıyla yerine getirilmesini, ‘demokratik devlet anlayışı’ şeklinde yorumlamak
demokratik ilkelerle çelişir. Hattı zatında geriye gitme talebinde olan kişiler
yurttaşlaştırılamamış kimselerdir. Demokratik devletin kökeni, felsefi bakımdan
aydınlanma devrimine dayanır. Aydınlanmış akıl ise Türkiye örneğinde Devrim
ilkeleriyle bağdaşmayacak taleplerde bulunmaz. Kaldı ki ilkelerin hepsi eşit
değerdedir. Hiçbir kimsenin ne iktisadi, ne siyasi ne de toplumsal yaşamda;
demokrasiden istifade ederek ‘madem demokrasi var, ben geriye gitme hakkımı
kullanıyorum’ demesi kabul edilemez. Çünkü bu birinin çıkıp ‘köle olmak
istiyorum’ demesinden farklı değildir.
Forum’a göre, demokratik devlette idarecilerin sahip olması beklenilen temel ilke
‘laik umdeye sadakat’ tir.343 Forum’un bu bahisteki şu sözleri anlamlıdır:
“İktidardaki siyasi kuvvet tarafından henüz, demokratik hayat prensipleri, bütün
vuzuhu ile idrak edilmemiştir. Sonra, belli bir siyasi gücü ifade ederek iktidara
gelmiş olan partinin türlü icra ve kontrol kademelerinde yer alanlar demokratik
hayat prensiplerine uyma suplesini de tam gösterememişlerdir. İşte bu boşluklar
yüzünden, bazı parti kademelerini işgal edenlerin veya bunlara dayananların
hareket notlarında, demokratik rejimin ana kurallarına, bu kurallardan çıkan ana
meşruluk prensiplerine, alelumum ileri ahlakın gereklerine uymayan hareketlere
rastlanmıştır.”344 Her insan topluluğunda, boyuna ilerici ya da gerici kuvvetler
arasında sürekli bir savaş görülür. Batı medeniyetine uymaya uğraşan ülkelerde
ilerici kuvvetlerin sürekli alan kazanması gerekir. Sosyal alanda kazanılan her
343
344
Demokratik Devlet Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:20, 15 Ocak 1955.
Bütün Suiistimallerle Savaş, Onbeş Günün notları, Forum, sayı:26, 15 Nisan 1955.
281
adımın memleketin idari ve siyasi teşkilatında ve bu teşkilatın ruhunda da bir yer
elde etmesi gerekir. Ancak bu şekilde demokrasi geliştirilebilir. Öte yandan bir
ülkede iktidar sahipleri, ilerici güçlere baskı uygular, gerici güçlere destek verirse,
orada demokrasinin gelişmesine imkan yoktur.
Forum, demokratik devlet anlayışına sahip olan DP yöneticilerini bu hususta kimi
zaman uyarıp kimi zaman da eleştirirken Menderes’in şu sözünün hatalı olduğunu
çeşitli yazılarda dile getirmiş ve bir yanlış örnek olarak yazılarda bu söze yer
vermiştir: “Tek dereceli seçim yapan, tek dereceli ve serbest seçimle bir partiyi
işbaşına getiren bir memlekette idare demokratiktir. Hür ve serbest seçim istibdadı
nef eder, seçimin olduğu yerde istibdat, istibdadın olduğu yerde seçim olmaz.”
Forum, demokratik devlette olmazsa olmazları ise sıklıkla şöyle sıralar: “Serbest
tartışma, başka ve karşı fikre yer verme, azınlıkta kalanların haklarına saygı”.
Forum pek çok yazıda demokratik devlete dair şu tanımı yapar: “Demokratik
devlette iktidar her şeyi yapamaz. Vakıa, seçim zaferi iktidara büyük bir hareket
serbestliği verir. Fakat bu ancak, belli şartlara göre kendi dileklerini gerçekleştirme
anlamındadır. Bu belli şartlar ise; birincisi, anayasa rejiminin temel müessese ve
kanunlarına riayet; ikincisi ise kendi parti tüzüğü, seçim programı ve beyanlarına
uygun harekettir. İşte iktidar, ancak bu şartlara uygun olanları yapabilir, aykırı
olanları ise katiyen yapamaz. Hükümetin bir oligarşi haline girmemesini bunun için
isteriz. Çünkü hükümet bir oligarşi haline gelirse, bu oligarşi, bir müddet sonra,
hatta iyi niyetlerine rağmen, Anayasa rejiminin temel müessese ve kanunları ile
bağlı kalmamaya başlar. Aynı zamanda kendi programı, seçim programı ve
beyanlarına da sadık kalmaktan gittikçe uzaklaşır. O zaman ‘her şeyi yapmaya’
kalkar ki burada bir demokratik devlet mevzubahis değildir.”345
Forum, bir devlete ‘demokratik devlet’ denilebilmesi için yurttaşlarının kendini
güvende hissetmesi gerekliliğine de sıklıkla pek çok yazıda işaret eder. Değil
iktidarın karşısında taraf tutmayı, tarafsız olmanın dahi güvenli olmadığı bir yerde
demokratik devletin var olmayacağını belirtir. Forum ayrıca demokratik bir devletin
her faaliyetinin, ülkenin yüksek çıkarlarını gerektiren kimi meseleler hariç olmak
üzere, aleni olmasının şart olduğunun altını çizer. Bu bahiste şöyle der: “Demokrasi
aleniyet cereyanıdır, mahkemede itham ve müdafaanın, parlamentoda fikir ve karşı
fikrin, hükümet işlerinde alınan kararların, yapılan icraların, halk oyunun gözleri ve
idraki önünde geçmesi cereyanıdır. Çünkü bu işler, bu icralar, halkın ya canına ya
malına ya şerefine dokunabilecektir.”346 Forum, ayrıca demokratik devlet ile
ekonomik gelişmenin telifinin zor olarak sunulmasını da antidemokratik bir yaklaşım
olarak değerlendirir. Nitekim şöyle demektedir: “Türkiye’miz, demokrasi içinde,
sosyal ve ekonomik meselelerin çözüm yollarını arayacaktır.”347 Gerçekten de siyasi
rejim sorununu çoktan halletmiş ülkelerde başlıca ilgilenilen mesele ekonomik ve
toplumsal meselelerdir.
345
Yapmak Hürriyeti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:30, 15 Haziran 1955.
Vuzuh Lazım, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:35, 1 Ekim 1955.
347
Batılı Demokrasinin Kavramları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:47, 1 Mart 1957.
346
282
Forum’un şu sözleri ise ilginçtir: “Demokrasi zor bir rejimdir. Ona ayak uydurmayı,
onun prensiplerini samimi olarak benimsemeyi herkes beceremez.”348 Forum, aynı
yazıda, Demokrat Partinin adı ile mütenasip bir parti olmadığını da belirtmeyi ihmal
etmemiştir.
1.3.Laik Devlet
Forum, laiklik ilkesini demokratik rejimin esası olarak görmektedir. Bu hususta
şöyle denilmektedir: “Laiklik prensibi günümüzün ve geleceğimizin bütün sosyal ve
siyasal meselelerini kucaklayan bir ana dava olarak ortada durmaktadır. Bu
prensip, zaman içinde birbirinden aralıklı tek tek olaylarla kuvvet kazanması lazım
gelirken boyuna kuvvet kaybetmektedir. Çok partili siyasi hayat çağı, bize, boyuna
gerici eğilimlerle uzlaşmalar yapan partiler hediye etmiştir. Bu uzlaşmalardan
cesaret alan gericilik eğilimi, cemiyetimizi, şeriat temellerine dayanan ve bunun kati
sonucu olan bir İslamcı otokrasiye kadar gidecek bir bünyeye kaydırma istidadı
göstermeye başlamıştır.”349
Forum, laik bir devleti sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı devlet
olarak görmez. Forum’a göre laik bir devlette, demokratik rejimin
kurumsallaşabilmesi için, din istismarcılığına karşı tedbirler alınır ve din
istismarcılığı engellenir. Forum, modern bir devlette, siyasi iktidarın, bu engellemeyi
bir kamu hizmeti olarak görmesi ve gerçekleştirmesi gerektiğini vurgular. Bir yazıda
şöyle denilmektedir: “Laiklik, yalnız din ile siyasetin arasında bir alaka
kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münasebet
kurulmamasıdır. Binaenaleyh, laiklik, sosyal hayatın her yönünü din ölçülerinden
ayırmaya, sosyal hayatın her yönünü zamanın, hayatın, müspet bilimin verilerine
uydurmayı tazammun eder.”350
Bahri Savcı SBF Dergisinde 1964 yılında yayımlanan makalesinde bu bahiste şöyle
demektedir: “Siyasal hayatın laisize edilmesi, bir laik siyasal yapıya ve laik siyasal
iktidar olayına ulaşılması; siyasal hayatın her safhasında ve siyasal teşkilatın her
kademesinde dini tesirlerin, dini mutlakıyetin bertaraf edilmesi, bunların yerine
beşeri teşkilat esaslarının ve şemasının getirilmesi ile birlikte; dinin, camiin, diğer
dini merkezlerin karşısında, bunların eğitim hayatını, sosyal dayanışma hayatını,
iktisat hayatını, bir kelime ile modern siyasi hayatı kendi mutlakıyetlerine tabi
kılmalarına pasif kalınmaması demektir. Laik devlet, din ve dinci müesseseler
karşısında, pasif bir durumun kabulü değil, tersine reddidir. Laik devlet, din ve dinci
müesseselerin, devlet yapısını, siyasal iktidar olayını, sosyal ve kişisel yaşayış
tarzını kendi tesirine tabi kılma istidatları karşısında önleyici, durdurucu, bertaraf
edici bir aktif durumun kabulüdür. Aksi halde, Anayasa yapısı olarak din ile devlet
birbirinden ayrıldığı halde, siyasal iktidarı dinilik idraki içinde tutan, dini temele
348
Yeni Tedbirlere Doğru, Başyazı, Forum, sayı:142, 15 Şubat 1960.
Demokrasi ve Laiklik, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:20, 15 Ocak 1955.
350
Laikliği Noksan Anlama, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1955.
349
283
dayanan müesseseler getirecekleri dinci etki ile toplumsal ilerleme yönünde
yürümeyi, yani akıl ve bilim yolunu uygulamayı imkansız kılarlar.”351
Forum’un laik bir devlette görülmemesi gerekenler arasında dini sembolleri de
sayması anlamlıdır. Bu bahiste kara çarşafa dair şöyle denilmektedir: “Kara çarşaf,
dinlerin, ahlakların, üzerinde titrediği bir ‘ismet’ ve ‘nezahat’ koruyucusu değildir.
Çarşafı kadınlarımızın omuzlarından kaldırıp yere çaldığımız zaman ortaya çıkacak
olan, ne azgın bir şehvet, ne de utanma bilmeyen bir ahlaksızlıktır, sadece medeni
insanların medeni yüzüdür.”352
Forum, camilerdeki, din istismarcılığına dair tedbir almaması sebebiyle iktidarı
birçok yazıda eleştirmiştir. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle denilmektedir:
“Bilindiği üzere bugün halk yığınlarının en çok toplandıkları yerler camilerdir.
Buna bir diyeceğimiz yok. Laik Türkiye’de herkes tanrısıyla olan münasebetlerini
dilediği gibi düzenlemekte hürdür. Yalnız, camilerde toplanan halka yapılmakta olan
telkinler, Atatürkçü Türkiye’nin idealleri ile çatışırlarsa, o vakit üzerinde ciddiyetle
durulması gereken büyük bir millet ve rejim davası karşısındayız. Halbuki,
camilerde hiçbir kontrole tabi olmadan, halka yapılan telkinler, çokluk tamamıyla
kara taassubun ve kızıl cehaletin zararlı safsataları ve zehirlerdir. Mesela, radyo
dinlemenin, hele kadın sesi dinlemenin en büyük cehennemlik günahlardan biri
olduğunu; roman okuyanların, erkek çocuklarını çıplak yıkayan annelerin, plajlarda
denize girenlerin, fotoğraf çektirenlerin kafir olacaklarını, önündeki kara
kitaplardan birini göstere göstere ve bağıra bağıra anlatan kara çember sakallı,
kara beyinli softaları memleketin her yanındaki camilerde dinlemek mümkündür.
Bütün Türkiye’nin en küçük köylerine bile dağılmış bulunan bu kara sakallı, kara
beyinli softalar ordusunun zavallı halkın tanrı ile olan münasebetlerini kim bilir
daha ne menfi istikametlere çevirdikleri kolayca düşünülebilir.” 353
Yazı devamla şöyledir: “Bu nasıl bir din hürriyetidir? Ve İslam dini bu mudur?
İslam dini, geriliğin, cehaletin, sefaletin, pisliğin, iptidailiğin, medeniyet
düşmanlığının müdafii nasıl olabilir? İnkılapçı Atatürkçü Türkiye’nin Maarif
Vekaleti, Dahiliye Vekaleti ve bilhassa Diyanet İşleri Riyaseti, bu gerçek İslamlıkla
hiç alakası olmayan ve aynı zamanda Türkiye’nin ideallerine aykırı düşen telkinlere
nasıl müsaade ediyor? Camilerde kıyafet kanununa ve şapka kanununa aykırı olarak
ibadet edildiği de malumdur. Hatta birçok camilerde şaşılacak kadar çok fesli göze
çarpmaktadır. Yine sokaklarımızda bilhassa kadınlarımız kıyafet kanununa aykırı
bir kıyafetle dolaşıp duruyorlar. Ve umumiyetle kadına kıymet vermeyen, onu
yeniden taassubun baskısı altına sokmak isteyen zihniyet bütün vahşetiyle
hortlamıştır. Sözün kısası, Atatürk inkılaplarının hayat üslubuna ve hayat anlayışına
tamamen zıt ve düşman bir cemiyet kurulmak üzeredir.”
351
Bahri Savcı, Laiklik Prensibinin Türkiye Şartları İçinde Mütalaası (1), SBF Dergisi, cilt:19, 1964,
s.150.
352
Çarşafa Hücum, Onbeş Günün notları, Forum, sayı:11, 1 Eylül 1954.
353
Diyanet İşleri Reisliği Neden Harekete Geçmiyor?, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:18,
15 Aralık 1954.
284
DP iktidarının atadığı Diyanet İşleri Başkanının Batı Trakya’daki ‘Sebat’ gazetesine
Ekim 1958’te verdiği demeçte, Kuran’ın Latin alfabesiyle yazılmasının uygun
olmadığını belirtmesinin akabinde çıkan bir yazıda laiklik ilkesine dair şunlar
söylenmektedir: “Kuran’da yeri bulunsun, bulunmasın, surelerin Arap harfleriyle
yazılması şeklindeki inanç da yeni hayat tarzının unsurlarından biri yani Latin
alfabesi önünde boyun eğmek zorundadır. Bunu böylece toplumsal bir vakıa olarak
kabul edecek yerde, metafiziğin ve teolojinin karanlıklarında deliller aramak, çok
karılı evliliği yasaklamak için yine dinden yardım ummaya benzer ki düpedüz
tenakuzdur. Mesela şu veya bu şahsın ‘Kuran’ı Latin alfabesiyle yazmak caiz
değildir’ demiş olması değil, aynı sözleri laik Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Diyanet
İşleri Başkanının sarf etmiş olmasıdır. Bu ise, insanı, Diyanet İşleri Başkanlığının
siyasi mahiyeti üzerinde tekrar düşünmeye sevk ediyor. Her şeyden önce şurasını
unutmamak gerekir ki, Türkiye Cumhuriyetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı Osmanlı
Devletindeki şeyhülislamlıkla aynı mahiyeti taşımamaktadır. Bu sebeple Diyanet
İşleri Başkanı, ‘Kuran’ın Latin alfabesiyle yazılması caizdir’ dediği takdirde de yine
istifaya davet edilmelidir. Çünkü bir ruhani şef sıfatıyla hareket etmiştir ve adeta
bir fetva vermiştir. Halbuki, Başbakanlığa bağlı bir devlet dairesi olan Diyanet
İşleri Başkanlığının en üst makamını işgal eden zatın görevleri tamamen idari
mahiyettedir. Türk devlet nazariyesi, Diyanet İşleri Başkanlığını, muayyen bir
cemaatin en yüksek uzvu veya muayyen bir inanışın icazet makamı olarak
tanımamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, aslında, laik bir toplumun gelişmesi
sırasında güçlük çıkarabilecek kuvvetleri yine laik devlet eliyle kontrol edebilmek
üzere kurulmuş bir vasıtadır ve mutlak laikliğin gerektirdiği din hürriyeti ile çabuk
ilerleme zarureti arasında Atatürk’ün bulduğu dahiyane bir hal çaresi
sayılmalıdır.”354
Burada altını çizmek gerekir ki Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanının dahi
laik devlet anlayışını benimsemediği bir ortamda, Saidi Nursi veya diğer tarikatlara
bağlılıklarını ifade eden kalabalıkları yadırgamak, buz dağının suyun üzerindeki
kısmı ile ilgilenmek anlamına gelmekteydi. Nitekim bir Forum okuru Forum’u
dinsizlikle suçlayan tarikat mensubu kişilerin eleştirilerine cevap olarak şunları
yazmıştır: “Atam başını kaldır da kulak ver. Kimimiz komünist oldu. Kimimiz
mason, kimimiz de kafir! Müslüman kala kala Sait ile etrafındakiler kaldı. Evde
yapılan ibadetin de kalmadı kıymeti. Ya cami ya da Filistin’e. Atam, yolumu
şaşırmak üzereyim. Bugün sana dünden fazla ihtiyacım var.”355
Bu gibi okur mektuplarının 1959 yılından itibaren daha da arttığını Forum
sayfalarında tespit etmek mümkündür. Bunun sebebini her gün laik devlet
anlayışından uzaklaşıldığına delil teşkil edecek yeni bir olayın vuku bulmasında
aramak gerekir. Nitekim Demokrat Parti hükümetleri döneminde atanan müftülerin
her vaazı laiklik ilkesi ile bağdaşmaz bir yığın ifadeyi içermekteydi. Mesela bu
bahiste Forum’dan şu hadiseyi nakletmek yerinde olur: “İstanbul gazetelerinin
birinde şöyle bir havadis çıktı: ‘Kayseri camilerinden birinde vaaz veren ve Nurcu
olması çok muhtemel bir hoca, diş doldurmanın ve krom taktırmanın İslam dini ile
354
355
Teoloji Tartışmaları, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:110, 15 Ekim 1958.
Risale-i Nur Talebeleri, Okurların Forumu, Forum, sayı:111, 1 Kasım 1958.
285
bağdaşmayacağını vaaz etmiş. Bunun üzerine dişçilerin müşterileri birden bire
azalmış. Dişçiler bu vaziyetin sebebini anlayınca, kendilerini dindar zanneden
birçok hastanın, hocanın bu vaazını dinlemiş olduklarını ve bundan dolayı da,
dişlerini doldurmaktan vazgeçtiklerini tespit etmişlerdir. Hep bir araya gelip
Müftülüğe giderek durumu anlatmışlar. Müftü Efendi düşünmüş ve taşınmış,
fetvasını vermiş. Fetvası şu; doktorun lüzum göreceği hallerde diş doldurmak ve
krom taktırmak dine aykırı değildir.”356
Bu hadiseye dair Forum’un yorumu ise şöyledir: “Bütün dişçiler de, derhal bu
fetvayı alarak, bir zamanlar gene fetvalarda gavur icadı diye memlekete sokulmayan
matbaalara gitmişler ve fetvayı bastırarak muayenehanelerine birer tane asmışlar.
Gazete yazmıyor ama belki mutat ilan vasıtaları olan mahalli gazete ve davullarla
halka duyurmuşlardır ve hatta belki de bugünkü rejim ve anlayış içerisinde bu
fetvadan ümit bekleyen hekimler, keyfiyetin devlet radyosundan da neşrini
istemişlerdir. Böyle yerinde (!) bir fetvayı Sıhhat Bakanlığının radyodan
yayınlamasını temin etmek, herhalde mümin ve fakat dişleri hasta olan
vatandaşların sıhhati bakımından faydalı da olacaktır! Zannedersek 20. asırda,
inkılaplar gerçekleştirmiş, Batı medeniyeti seviyesine ulaşmayı şiar edinmiş bir
memlekette yaşıyoruz. Ve bu memlekette, tıbbi bir müdahale bir imam tarafından
dine aykırı addediliyor ve aykırılığın olmadığını ispat için de münevver dişçilerimiz,
müftülerden fetva almak zaruretini hissediyorlar. Bu hadisede suçlu arıyoruz: Böyle
bir vaaz veren imamı işinden etmeyen Diyanet İşleri nerede? İnkılapları korumak
vazifesini deruhte etmiş mesul makamlar ne yapıyor? Hiç. Ve ekmek parası
çıkartmak için çalışan tahsil görmüş münevver dişçiler de, böyle bir hareketi
önlemek için ancak müftülükten imdat umuyorlar. Böyle bir vaziyet ancak tek
temennide bahis mevzuudur: Çürük dişleri doldurmanın dine aykırı olduğunu
söyleyen imamın dişleri çürüsün ve ağrısından inim inim inlesin de, dişlerini tedavi
ettirecek bir tek dişçi bulamasın.”
Bir başka okur ise ‘Korkmayın ben de sizdenim’ dedikten sonra gerici kesimlerin
arzu ettiği tabloyu şöyle çizmektedir: “Cuma günleri akşamlara kadar tatil edilip
her tarikat ayinine devam edecek, jandarma kuvvetleri gönderilecek, herkes
mecburen abdestini alacak, namazını kılacak, Ramazan gelmeden hazırlıklarına
başlanıp, Ramazan boyunca gündüz hatta gece oruç tutulacak ve tutmayanlar ters
eşeği dahi aratan cezalara çarptırılacak, hatta sallandırılacak, çünkü üç cumayı
arka arkaya kılmayanın katli vacipmiş. Namazı terk edeni attıracaksın içeri, seni
zındık, seni dinsiz seni…Haç mevsimi geldi değil mi? Dolduracaksın vatandaşları
kamyonlara, öyle ya, bu 20. asırda hacca yaya gidilir mi? İlimde olduğu gibi dinde
de terakki var. Hocalar öyle emrediyor. Kamyonlarla hatta otobüslerle ve hususi
tahsisatlarla sevk edeceksin doğru Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep teşhir
edeceksin, Türk vatandaşlarını Arap ülkelerinde bizlerin keselerine, onların
ekmeğine yağ süreceksin. Sonra dönüp merasimle şeyhlerin ellerini öpüp dualarını
alacaksın, türbeler ve sakalı şerifler ziyaret edilecek, hafızlar okuyacak, sen
dinleyeceksin, amin diyeceksin.”357
356
357
Müftünün Emri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:141, 1 Şubat 1960.
Korkmayın Ben de Sizdenim, Okurların Forumu, Forum, sayı:113, 1 Aralık 1958.
286
Okur sözlerine şöyle devam eder: “Nazar ayetleri asılacak duvarlara, muskalar
yazılacak, evlerin köşe bucağı böylece nurlarla dolacak, şeytandan eser
kalmayacak. Sabah dinleyeceksin, akşam dinleyeceksin, ondan sonra ortalık güllük
gülistanlık, Rahmetullah vatanı tamamen saracak, bolluk haddini aşacak, radyolar
harıl harıl Kuranlar, mevlitler, dini nasihatler yayınlayacak. Adam mı öldürdün bir
kere ‘Ya Rabbi sen bilirsin’ de affolunur, hırsızlık mı ettin ‘affet ya Rabbi’ de hepsi
affolunur. Gavurların bin bir gürültü patırtılarla uçtukları yerlerde biz dualarımız
sayesinde seccadelerimize binip göklere yükseleceğiz, uçacağız. ‘Ya Rabbi sen
bilirsin acıktım’ diyeceksin, bir de bakmışsın ki önüne aklına dahi getiremeyeceğin
türlü yemekler gelmiş, okuyacaksın karınca duasını ve diğer bildiğin bütün duaları
ve onlar sayesinde her istediğin derhal yerine gelecek. Nasıl gelmesin ki bu kadar
dua okundu. Çalışmayı ne yapacaksın, nasıl olsa bütün millet 7’den 70’e abdestini
alıyor, namazını kılıyor, orucunu tutuyor, gece gündüz harıl harıl Kuran okuyor,
medreselerde genç nesillere gırtlak terbiyesi veriliyor, hafız kursları köylere
varıncaya kadar harıl harıl çalışıyorlar, tarikatlar ayinlerini muntazam yapıyorlar.
Şeyhler, pirin aşkı için, keyif için, gösteriş için şiş sokanlar, alevli ateş yutanlar,
ayinlere devam…Geride bolluk, bereket olmasın da ne olsun!”
Şerif Mardin ise ‘Din İptidailiği’ başlıklı incelemesinde şöyle demektedir: “İslam’da
bir kiliseye benzer bir teşekkül kurmak yasak olduğu halde Osmanlı
İmparatorluğu’nda kulla Allah arasında mutavassıt vazifesini gören birçok
teşekküller teessüs etmişti. Osmanlı ahalisinin bu zaafını bildiği ve Yeniçerilerin
‘İslam’ dedikleri anda Bektaşi tarikatını kastettiklerini anladığı içindir ki Sultan
Mahmut, bundan yüz otuz sene evvel Bektaşi tarikatını dağıtmış ve tarikat
mensuplarını gayet şiddetli bir şekilde takip ettirmişti. Türkiye’de bu gibi mutavassıt
teşekküllerin mevcudiyeti mahalli hurafelerin kıymet bulması ve din kisvesine
bürünmesiyle neticelenmiştir. Başka bir deyimle, bizde gayri İslami hurafelerin
rağbet bulması ile mutavassıt teşekküllerin mevcudiyeti umumiyetle birbirini
tamamlar mahiyette iki unsur olarak çalışmıştır. Atatürk inkılaplarındaki laiklikten
maksat, basit görüşlülerin ileri sürdükleri gibi ‘dini yıkmak’ olmamıştır. Bu
hareketin bir cephesi Allah ile kul arasına girmiş ve İslam’ı birtakım gayri İslami
kisvelere büründürmüş olan unsurların ortadan kaldırılmasıdır. Binaenaleyh bugün
memleketimizde birkaç seneden beri dinle ilgili olarak yapılan icraat tenkit edildiği
zaman, bundan kastedilen konunun siyasi cephesi olduğu kadar, diğer bir
cephesidir: Hiç İslami olmayan bir din anlayışının gittikçe kuvvet kazanması..Bu
cereyanın mahiyeti, en kolay bir şekilde piyasaya binlerle sürülen küçük din
risalelerinden anlaşılabilir. Bugün işportada satılan bu kitapların en rağbette
olanları, hakikatte dinimizin esasları ile ilgili olmayıp primitif zihniyeti ve inançları
istismar eden eserlerdir. Mesela birden fazla kadınla evlenmek İslam’ın temel
şartlarından veya vecibelerinden değil iken, fazilet, temizlik ve ilme hürmet gibi
mevzuları bir tarafa bırakıp şu veya bu şekilde taaddüdü zevcatı teşvik eden birçok
kitapçıklar neşredilmektedir. Medeni kanunumuzu hiçe saymaları bir tarafa, bu
eserler, tercümanı oldukları iptidai bir zihniyetin bir ifadesi olarak bizatihi İslam
inançlarını baltalayan tehlikeli birer neşriyattır.”358
358
Şerif Mardin, Din İptidailiği, İncelemeler, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1956.
287
Mardin sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Çocuklar için hazırlanmış bir metne
bakalım. Salih Yeşil’in ‘Türk Yavrusunun Din ve Ahlak Bilgisi’ başlıklı kitabında;
kader, kaza, alın yazısına inanmak hususunda şöyle bir izahata rastlanmaktadır:
‘...Dünyanın Ulu Tanrının kader ve kazasından başka bir şey olmayacağına
inanmak Müslümanlıktır. Hatta elimize aldığımız bir bardak suyu içmemiz, ağzımıza
soktuğumuz bir lokma ekmeği dahi yememiz, yine Cenabı Allah’ın kader ve kazası
iledir. Cenabı Hak dilemese ağzımızdaki lokma bile boğazımızdan geçmez, yere
düşer zayi olur.’ Herhalde gayet muğlak teolojik bir meseleyi bu kadar basite irca
etmiş olmanın çocuklarda doğuracağı aksülameli tahmin etmesinden olacak, müellif,
hemen arkasından ilave ediyor: ‘Bize lazım olan çalışmakta kusur etmemek ve
tembellik yapmamaktır.’ Fakat hususi neşriyatın yanında milli eğitim programında
kabul edilen din kitaplarında hiç de aydın bir İslami düşünceye dayanmayan
kısımların bulunması hakikaten teessüfe şayandır. Mesela ilkokul kitaplarından ‘Din
Dersleri’ ismini taşıyan bir esere bakalım. Bu kitap ilkokullarda verilen din
derslerinde kullanılmakta ve mektep çocuğunun dinle olan ilk temasını
sağlamaktadır. Kitabın başlangıcında şu sözler vardır: ‘Allah’a çok şükür ben
Müslümanım, Müslüman doğdum, Müslüman yaşayacağım. Anam babam
Müslümandır, dedem atam Müslümandır. Soyum sopum Müslüman gelmişler,
Müslüman yaşamışlar, Müslüman gitmişlerdir.’ Bilhassa genç dimağların bu takım
mugalatalarla dinlerine bağlılıklarını temin etmeye çalışmak, hüsnü niyetle hareket
edilmediğini göstermeye kafidir.”
Bu bahiste bir Forum okuru ise şunları dile getirmektedir: “Din sadece ibadet
değildir. Dindar insanın dünya görüşüdür. Kişi, her cins davranışında olduğu
kadar, topluma etkili olmak için yaptığı çabada da bu görüşün icaplarını
gerçekleştirmeye çalışacaktır. Kendi kaderini tayinde günden güne daha fazla söz
sahibi olan kişi, sosyal hayatın her yönünü, kendi görüşüne göre biçimleyecektir.
Kendi oyu ile işbaşına gelerek toplumu yönetenlere yön verecektir. Böylece toplum
hayatının her yönü ve gidişi, bilimsel olmayan kuvvetli bir akımın etkisi içine
girecektir. İşbaşına gelecek memleket aydını da, işbaşına gelmek ve tutunmak için,
bilimsel olmayan dogmatik dünya görüşüne çanak tutmak zorundadır. Böyle olmadı
mı? Böyle olmuyor mu? ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ diyen büyük insan laiklik
ilkesinin belli toplum şartları içinde, bu konuda olabilecek en ileri ilke olarak
koymuştu. Eninde sonunda bilim düşüncesinin zaferine inanıyordu. İnkılabımızdan
bu yana geçen hiç de azımsanmayacak bu kadar yıl sonra laiklik ilkesi, bu sonucu
sağlamış mıdır? Bakalım. Genç Cumhuriyet kuşakları bilimsel düşüncenin
öncülüğünü yapabiliyorlar mı? Memleketimize ait her türlü problemde, çözüme
varan yolun bilimsel düşünce yolu olduğuna inanıyor ve bu yoldan gidiyorlar mı?
Dogmaya ve peşin yargılara karşı, bilimin savunmasını üzerlerine alıyorlar mı?
Çelişmeler içinde bocalamayan bilimsel bir dünya görüşüne ulaşmışlar mı?
Aydınlığa bilim yolundan çıkılacağına inanıyorlar mı? Hangi iyi niyet ve sağduyu
sahibi bu sorulara korkmadan ve güvenle ‘evet’ diyebilir? Her türlü baskıya,
töhmete, kara çalmaya rağmen bilimi savunmakta direnen bir avuç aydınımızın,
bütün gençliğimize maya olmasını dileyelim.”359
359
Laiklik ve Din, Okurların Forumu, Forum, sayı:45, 1 Şubat 1956.
288
Din meselesinin bilimsel bir metotla incelenmesinin laik bir toplum düzeni için
önem arz ettiğini belirten Necat Erder ‘Din Meselesi’ başlıklı yazısında şunları
söylemektedir: “Din, insanın dış çevresi ile münasebetlerinin bir şekli olarak
karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten din, insanın gerek tabii ve kozmik gerek sosyal
çevresini izah ve bu çevreyle münasebetini tanzim için yaptığı teşebbüslerin bir
şeklidir. Bu şekliyle dinin değişik fonksiyonları olduğunu görüyoruz. Bunlar
arasında insan tabiatının dış alemi bir bütün olarak izah etme ve tabiatı değişmez
unsurlardan mürekkep farz etme temayülünü tatmin; tabii ve beşeri çevresi ile iyi
münasebetler tesis etme arzusunu gerçekleştirme fonksiyonlarını ön planda saymak
mümkündür. Bunların ifasında dini ayıran unsur bunun irrasyonel ve hissi temellere
dayanmasıdır. İşte dinlerin tarihi gelişmesinde sosyal bünyeden doğan amiller
(kabileden siteye ve milli gruplara kadar gelişen cemiyet şekillerinin dinler üzerinde
yaptığı tesir gibi) yanında, insanın çevresi hakkındaki bilgisinin büyük bir rol
oynadığını görüyoruz.”360
Erder sözlerini şöyle sürdürmektedir: “İlksel topluluklarda tabii çevrenin en basit ve
en müşahhas olaylarını izah din yoluyla yapılıyor ve hemen hemen bütün sosyal
münasebetlerin izahında ve tanziminde din başlıca unsur oluyordu. Fakat insanların
çevreleri hakkındaki bilgileri yani bu hususta rasyonel izahta bulunma imkanları
arttıkça dinin tesir sahasının daraldığını ve müşahhas meselelerden, insanın henüz
izah edemediği olaylara geçtiğini ve daha genel, daha mücerret fiksiyonlara
başvurduğunu görüyoruz. Dinin tarih içindeki başlıca temayülü olan
manevileşmenin bu şekilde anlatılması doğru olur, Batı aleminde rasyonel
düşüncenin sistemleşmesi olan bilim metotlarının bulunması ile, insanın çevresini ve
bu çevre üzerinde tesir etme imkanları muazzam gelişmeler kaydetmiştir. Tabii ve
sosyal çevreyi izahta ve bunlara tesirde insanın artan imkanları, dini davranışların
sosyal düzendeki rolünü gittikçe azaltma temayülünü doğurmuştur. Bugün din
kainatın menşe ve yaradılışını izah eden bir temel prensip ve hümanist düşüncenin
kendisine yüklediği büyük sorumluluklar altında ezilen modern insana melce olan
bir ferdi vicdan meselesi haline gelmiştir. Bu bakımdan bugünkü Hıristiyanlık ile
ortaçağ Hıristiyanlığı arasında temelli bir fark ve hatta bir mahiyet farkı olduğunu
söylemek doğru olur.”
Erder meseleyi Türkiye örneğine şöyle bağlamaktadır: “Fakat dünyanın gelişmemiş
bölgelerinde durum tamamen farklı bir mahiyet arz etmektedir. Memleketimiz de
bunlar arasında saymak gerekiyor. Türkiye’de bilgi seviyesi çok düşüktür. Bunun
neticesi olarak dini davranışların, irrasyonel izah şekillerinin sosyal düzendeki rolü
büyüktür. Fakat biz cemiyetin gelişmesini tabii tekamüle bırakmak istemiyoruz.
Gelişmeyi süratlendirmek için sosyal düzene müdahalede bulunuyoruz. İnkılaplarla,
kalkınma ile ifade etmek istediğimiz şey bu hızlandırma arzusu ve gayesidir.
Kalkınma felsefesinin temeli hümanist-rasyonel-bilimsel bir dünya görüşüne
dayanmaktadır. Bu görüş, insanın kendi mukadderatı üzerinde tesirli olabileceği,
ilmi metotlarla sosyal düzeni arzu ettiği istikamette geliştirebileceği, yani tabiatı
kontrol edebileceği hakkındaki temel fikre dayanmaktadır. Tespit edilen gayeye
ulaşabilmek için ilmi metotlar kullanılmaktadır ve bunun gerçekleşmesi ilmi
360
Necat Erder, Din Meselesi, İncelemeler, Forum, sayı:52, 15 Mayıs 1956.
289
davranışın sosyal düzene hakim olmasına bağlıdır. Bu bakımdan dini davranışın
sosyal düzendeki tezahürlerinin kalkınma felsefesi ile bir tezat teşkil ettiğini ve buna
engel olduğunu kabul etmek gerekiyor. Gerçi Müslümanlığın ideal şekli ile bunları
bağdaştırabileceği iddia edilebilir. Fakat bizi ilgilendiren dinin ideal felsefesi değil,
bugünkü şartlar içinde toplumda yaşayan şeklidir, Türkiye’deki durum vardığımız
hükümleri teyit eder mahiyettedir. Dini, bir ferdi vicdan meselesi olarak kabul etmek
ve bunun sosyal düzende ve müesseselerdeki tezahürlerini bertaraf etmek şeklinde
bir müdahale yapmak zorundayız. İnkılap umdelerinden başlıcası olan laiklik
prensibinin bu şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesi icap eder. Bu konuda Batı ile
yapılacak mukayesede dikkatli olmak lazımdır. Zira durumlar tamamen farklıdır.
Batıda din tabii bir tekamül neticesi olarak toplumun düzenlenmesindeki rolünü
kaybetmiş ve bir ferdi vicdan meselesi haline gelmiştir. Bizde ise dini davranış,
bugünkü şekliyle, sosyal düzendeki gelişmeye mukavemet eden bir kuvvettir.”
Forum’a göre, Devrimin, laiklik uygulamasında, din ile halk arasına çektiği sınır ve
bu sınırda dinsel alanı daraltmak adına alınan kararlar, ülke rejim sorununu
hallettikten sonra sıradanlaşacaktır. Forum, iktidarın gerici unsurlara verdiği
tavizlere rağmen bu iyimserliğini hiç kaybetmemiştir. Forum’un laikliğe dair şu
tanımına birçok sayıda rastlamak mümkündür: “Laiklik, Türk milleti için medeni,
hür ve mesut bir toplum haline gelme cehtinin dayandığı ana temeldir.”361
Bilimde ilerleme ile laik devlet anlayışı arasındaki bağlantıya işaret edilen pek çok
yazıya Dergi sayfalarında rastlamak mümkündür. Bunlardan bir tanesinde bu ilişkiye
dair şunlar söylenmektedir: “Batı medeniyeti, ilim sayesinde dış alemi son derece
mudil hale sokulan beşeri varlıkların yaşama kabiliyetleri bakımından, ortaya
şaşmaz bazı kıstaslar koymuştur. Bu kıstas dış aleme intibakta, seyyal halde
bulunmak, her istikamete yönelmeye açık ve hazır olmaktır. Atatürk, gelenekler,
hurafeler, batıl inançlarla, seyyaliyeti kaybolmuş, yeni istikametlere açılma
kabiliyeti ortadan kalkmış bir cemiyetin, süratle değişen karışık bir dünyada yaşama
şansından mahrum olduğunu gayet açık bir şekilde görmüş ve bu umdeyi Türk
milletine kılavuz seçmiştir. Ananevi cemiyet düzenimiz, hayat tarzımız, dünya görüşü
ve zihniyetimize sarılmakla, karşımıza çıkan girift ve çeşitli meseleleri halletmemize
imkan olmadığını asırlık tecrübelerden sonra görmüş bulunuyoruz. Motor sesi
duyunca paniğe kapılan Afrika yerlilerine benzemek istemeyen her toplum, ilmin ve
Batı medeniyetinin ortaya sürdüğü meseleleri halletmek için, manevi cesaret ve
hazırlığa sahip olmalıdır. İşte laik devlet, Türk milletine böyle bir güven ve manevi
hazırlık imkanı vermektedir.”362
Forum, DP iktidar sahiplerinin din ve vicdan hürriyetini suiistimal etmek için halka,
halkın yanlış anlam çıkartacağı beyanatlar vermekle eleştirir. Mesela bir yazıda
Menderes’in laik devlet anlayışındaki noksanlığa dair şöyle der: “Başbakan,
‘Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabii bir haktan mahrum
edilmeyecektir’ diyor. Laikliği, kendilerinin beyanına göre, yalnız din ile siyasetin
birbirinden ayrılması diye tavsif etmek noksanıdır. Ve bu noksan, yanlış anlamalara
361
362
Aydınlıktan Kaçma Politikası, Başyazı, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1956.
Bilimde İlerleme, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1956.
290
yol açar. Kendilerine göre laiklik, vicdan hürriyetidir. Vicdan hürriyeti de bizde:
‘Türk Müslümandır, ebediyen Müslüman kalacaktır, ebediyen Müslüman kalmanın
şartları da, evlada ve gelecek nesillere Müslüman dini telkini yapılması, dini kaide
ve esasların öğretilmesi gibi bir mana ifade etmektedir.’ Bir kere laiklik eşittir
vicdan hürriyeti sözü, gene doğru esasların hepsini ihtiva etmez. İşin doğrusu şudur:
‘Laik devletin gerçekleşmesi için, bazı hakların esas haklar sayılması gerekir. Din
hürriyeti bunlardan biridir. Din hürriyeti de iki husustan mürekkeptir, vicdan
hürriyeti ve ibadet hürriyeti. Vicdan hürriyeti, bir dine inanmak veya inanmamak
hürriyetidir. İbadet hürriyeti ise vicdan hürriyetinin tabii sonucu olarak inandığı
dinini ve dini kanaatini dış belirtileri ile ve birtakım törenlerle izhar etme veya
etmeme hürriyetidir.’ Vicdan hürriyeti ile onun tabii sonucu olan ibadet hürriyeti ve
her iki hususu ifade eden din hürriyeti ancak ve ancak bundan ibarettir. Fakat böyle
saymayıp da vicdan hürriyetini, ‘Türk milletinin Müslüman kalmasının şartı
evlatlarına ve gelecek nesillere din telkin etmesi’ şeklinde anlamak ve bunun içinde
de, devlete, din öğretimi alanında hizmet görme zorunu yükseltmek yanlış ve
tehlikelidir. bu yolun, mantıki sonucu, bizi, topyekun bir teokratik topluluğun
şartlarına götürür.”363
Forum, DP iktidarını, laik devleti tahrip ettiği için şiddetli eleştirilerde bulunur ve
iktidar sahiplerini ortaçağ zihniyetini canlandırmakla suçlar. Çünkü Forum, Türk
ulusunun ümit bağladığı gelecek nesillerin irtica hareketinin kurbanı olmasından
endişelenir. Bu hususta şöyle der: “Altı asır evvel Avrupa’da tasfiyesine başlanan
orta zaman zihniyetini, memleketimizde de aynı ameliyeye tabi tutma teşebbüsü
ancak Atatürk inkılabına nasip olmuştur. Hayata karşı laik bir vaziyet alma,
hadiseleri öğrenme ve izah etme hususunda ilimden istifade, bu konuda merak ve
tecessüs, Türk inkılabının manevi temellerini teşkil etmektedir. İlmi düşünceyi
frenleyecek manevi unsurların ve sosyal müesseselerin tasfiyesi, Türk inkılabının
ana hedeflerinden biri olmuştur. Laiklikle birlikte, Batı kültürü ve zihniyetini
benimseme yolunda atılan adımların son zamanlarda umumi bir gerilemeye maruz
kalması düşündürücüdür. Biz münferit birçok misallerle, sorumlu devlet
adamlarının ilme, bilgiye, ihtisasa ve rasyonel düşünceye nasıl yüz çevirmiş
olduklarını, bu dergide daima belirttik. Modern bir devlette, ilim adamının ve ilmi
tahlillerin hizmetinden istifade etmeyi beceremeyen bir siyasi şahsiyet, hakikaten
yerine layık değildir. Türk milleti, müstesna devlet adamı Atatürk’ün koyduğu
standartlara uygun, ilim ve bilgiye, rasyonel düşünceye kıymet veren siyasi liderler
tercih ve tasvip ettiğini daima göstermiştir. Bütün temennimiz bu gerileme
devresinin, müteakip ileri hamle için bir hazırlığa yol açmasıdır.”364
Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: ‘Türk milleti Müslüman kalacaktır!’
sloganı altında, inkılabımızın temeli olan laikliğin parça parça ortadan kalkmasına
göz yumamayız. Aynı esastan hareket edersek, kısa bir müddet evvel kabul ettiği
anayasa ile teokratik bir devlet kuran Pakistan’ın yaptığını aynen kabul etmek icap
eder. ‘Başka ileri memleketlerde din tedrisatı yok mu? İşte biz de aynı şeyi
yapıyoruz!’ demek suretiyle de, inkılabımızın temel faraziyelerini inkar etmiş oluruz.
363
364
Laiklik ve Başvekilin Sözleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:44, 15 Ocak 1955.
İlme Verdiğimiz Kıymet, Başyazı, Forum, sayı:48, 15 Mart 1956.
291
Türk inkılabı Türkiye’ye mahsus bir içtimai ve kültürel tecrübedir. Asırlardır
modern ilim ve düşüncenin tesiri altında dini müesseselerine şekil vermiş
memleketlerin usulleriyle, kendimizinkileri mukayeseye kalkmak inkılabın tahakkuk
ettirmeye çalıştığı hedefler hakkında tam bir bilgisizlik ifade eder.” Forum ayrıca
İslam’ı Hıristiyanlıkla mukayese ederek, İslam’ın teşkilatlanmış bir din olmadığını,
dolayısıyla, Türkiye’de laiklik uygulamasının daha kolay olabileceğine işaret eder.
Forum, birçok yazıda, siyasi partilerin laik devlet anlayışını benimsemiş
siyasetçilerden teşekkül etmesi gerekliliğinin de altını çizer. İlaveten Forum,
Türkiye’deki laik devlet anlayışı ile Batı demokrasilerindeki anlayışın aynı olmasını
beklemenin yanlışlığını vurgular. Şu tespite sıklıkla yer verilir: “Batıda din tabii bir
tekamül neticesi olarak toplumun düzenlenmesindeki rolünü kaybetmiş ve bir ferdi
vicdan meselesi haline gelmiştir. Bizde ise dini davranış, bugünkü şekliyle, sosyal
düzendeki gelişmeye mukavemet eden bir kuvvettir.”365
Bu bahiste bir Forum okuru ise mektubunda şunları söylemektedir: “Bugün İslam
memleketlerinin geri, tembel, uyuşuk kalışında iklimle beraber dini mistisizmin rolü
büyüktür. Bu din teşekkül etmiş, dinamik bir ruhla gelişmiş, zamanına göre ileri bir
medeniyet kurmuş, devrini tamamlamıştır. Eski haliyle katı bir haldedir. Felsefesi,
içine sonradan dondurulmuş birçok Batıl inançları ve dünya işlerini tanzim eden
büyük kısmından temizlemek zamanı gelmiştir. Dini Tanrı ile insanlar arasındaki
münasebetleri tanzim eden daha ziyade ahlakın konusuna giren kısımları hariç bir
ayrıma tabi tutmak, müphemiyeti kaldırmak için Türkçe’ye tercüme etmek, içindeki
aslında mevcut olmayan batıl inançları atmak, müspet bilimle çelişen kısımlarını
ayıklamak, kısa yoldan saf ve temiz haline getirmek en çıkar yoldur.”366
DP iktidarı laik devleti tahrip etmiştir. Bu iktidar döneminde, aydın zannedilen
birçok kimse, gerici temayüller göstermiştir. 1950 lerde medeni kanunu eleştiren ve
hatta bu kanuna açıkça cephe alan akademisyenlerin varlığı ise kaygı verici
olmuştur. Mesela Profesör Ali Fuat Başgil’in 1951 senesindeki şu ifadesi çok
ilginçtir: “Medeni kanunun milli hayatımıza, hususiyle aile yuvamıza indirdiği
darbeler inkar kabul eder şeyler midir? Bu kanunun evlenme ve miras sistemlerinin
bu memleketin aile ocağını bombaladığı bir hakikattir. Millet varlığımızın temeli
olan bu ocak, gözlerimizin önünde her gün biraz daha çökmektedir. Komünizmin
aile düşmanlığından bahsolunuyor. Fakat Türk ailesi için bu düşmanlığı
evvelemirde medeni kanunda aramak lazımdır. Bu kanunu memleketin tarihi
realitelerine, içtimai mutalarına, ruhi ve örfi temayüllerine intibak ettirmek üzere
yeniden gözden geçirmek kanaatimce acil bir milli zarurettir. Fakat sorarım, bunu
görüp söylemek irtica mıdır?”367
Bu ifadeyi asıl ilginç kılan ise aynı profesörün 1942 yılında medeni kanunu öven şu
sözleridir: “Bir memlekette kanunların iki nevi rolü vardır ve birbirinden farklı iki
maksatla yapılır. Biri hayatta mevcut olan ihtiyaçları ve bunların birer ifadesi olan
hakiki münasebetleri tanzim etmektir ki, bu türlü kanunlar mevcut olan ihtiyaçlar ve
365
Din Problemi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:54, 15 Haziran 1956.
Din Problemine Dair, Okurların Forumu, Forum, sayı:54, 15 Haziran 1954.
367
Medeni Kanun Devrimi, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957.
366
292
münasebetlerin arkasından gider. Kanunların bir diğer rolü de, yetiştirme, seviyeyi
muayyen bir dereceye çıkarma, hayatı ve münasebetleri rasyonel bir surette
ahlakileştirmedir. Bu türlü kanunlar, münasebet ve ihtiyaçların önünde yürür,
bunların yolunu aydınlatır, bunları yüksek bir ideale doğru çeker ve sürükler. İşte
medeni kanunumuz ve bu kanunun hususiyle aile ahkamı, bu çeşit kanunlardandır.
Devlet, Avrupa milletleri aile ahkamını kabul etmekle, Türk camiasına modern bir
aile teşkilatı vermek, asrın aile ahlakiyatı emperatiflerine uygun bir aile nizamı
kurmak ve aile seviyesini yükseltmek istemiştir. Medeni kanunun aile ahkamında,
yerleşmiş itiyatlara ve telakkilere göre rötuşlar yapmak, kanunu bu rolünden ve
maksadından çevirmek ve hukuki inkılabı yarıda bırakmak demek olurdu. Bu
düşünce iledir ki, bu ahkam olduğu gibi kabul ve tatbik edilmiştir.”
“Aydın” kavramı “Aydınlanma’dan gelir. Aydın laiktir. Sadece devletin laik
olabileceği iddiası ya gericilikle ya da gericiliğe alet olmakla açıklanabilir. Şu halde
Türkiye’nin aydınları Aydınlanamamış iken, ya da 1950’ye kadar Aydınlanmışlık
takiyyesi yapmış iken, geniş köylü kütlesinin Aydınlanmasını ve onlardan laik
devlete sahip çıkmalarını beklemek saflık olacaktır. Kaldı ki halkevlerinin 1951’de,
köy enstitülerinin de 1954 yılında kapatılmış olduğu hatırlandığında, 1959 yılında
başbakanın geçirdiği uçak kazası sonrasında yayılmaya çalışılan başbakanın
‘Allah’ın sevgili kulu’ simsarcılığının geniş halk kütlesinde karşılık bulmasını
yadırgamamak gerekir. Bununla beraber, üzücü olan, mahiyeti bakımından nihayet
bir uçak kazasından öteye geçmeyen bir olayın, 20.yüzyılın ikinci yarısında
Ortaçağa taş çıkartacak bir anlayış içinde yorumlanmış, Ortaçağ anlayışının tipik
illiyet bağlantıları kurulmuş, başbakanın kazadan kurtuluşu ile takip ettiği siyaset
arasında bir münasebetin varlığı ortaya konulmaya çalışılmış olmasıdır. Rasyonel bir
kafanın kabul edemeyeceği veya üzerinde düşünmek ihtiyacını bile duymayacağı
böyle bir münasebet ülkeyi tehlikeli sonuçlara gebe bırakmıştır.
Bunun yabancı basın tarafından da tespit edildiğini The Economist’in 4 Nisan 1959
tarihli sayısındaki bir yazısında şu sözlerden çıkarmak mümkündür: “Ortadoğu
rahatsız edici bir belirsizliğe doğru kayarken, Türkiye’deki politikacılar
demokrasinin büyüleyici oyunlarına kendilerini tamamen kaptırmış durumdalar. Son
günlerin meselesi Atatürk’ün Müslüman imparatorluğu laik cumhuriyet haline
soktuğu günden beri nezaketini muhafaza eden din meselesidir. Aslında zaten
şiddetli olan fırtına, bir de tam Ramazan ayının ortasında patlak veren olaylar
dolayısıyla büsbütün büyümüştür. Geçen hafta, Ankara’daki bir ajansın vitrininde
garip bir fotoğraf görülüyordu. Resmin birinci planında, henüz kurban edilmiş bir
devenin işlek bir yol ağzında trafiği durdurduğu göze çarpıyordu. Koskoca hayvanın
etrafında kalabalık toplanmıştı ve kalabalığın başları üzerinde iktidardaki DP’yi
öven dövizler vardı. Devenin ve onun gibi bir sürü deveyle birlikte binlerce koyun,
dana ve öküzün öldürülüşüne sebep, Menderes’in Gatwick yakınlarındaki Surey
ormanlarında mucizevi bir şekilde ölümden kurtuluşu üzerine halkın sevinmesiydi.
Hayvanlar caddelerde kesilmişti ve başbakanın korteji geçtikçe heyecan son haddini
buluyordu. Yepyeni resmi arabaların lastiklerine kurban kanını bulaşmış görmek
hayli tiksinti uyandırıyordu. Tam Kıbrıs anlaşmasının arifesinde, seçkin on dört
Türk vatandaşının ölümüne sebep olan facia, Menderes’i 1950’de iktidara geçtiği
günden beri ender eriştiği bir popülerlik mertebesine yükseltmiştir. Dinine düşkün
293
Türk halkının olayda kendi liderleri lehine bir ilahi müdahale vuku bulduğuna
inanmasına şaşmamak lazım gelir. Türkiye’ye dönüşünden beri, Menderes efsanesi
iç siyasetin belli başlı amili haline gelmiştir. Başbakan kutsal bir adam, bir gazi ve
adeta bir aziz gibi göklere yükselmiştir. Demokrat Parti idarecileri, talihin bu tuhaf
ihsanından faydalanmak hususunda pek azizce hareket etmemişlerdir. Demokratlar
Atatürk’ün kurduğu Halk Partisi’ne üye olanların gavur ve dinsiz sayılacakları
yolundaki yıkıcı isnatlarını yenilemişlerdir.”368
Yazı devamla şöyledir: “Toplanma ve hapis kararlarıyla dolu karanlık bir mazisi
olan ‘Büyük Doğu’ adında haftalık bir gazete, birdenbire tekrar ortaya çıkmış,
Atatürk’ü ve onun devrimlerini kötüleyen bir baş makale yayınlamıştır. Büyük
Doğu’ya karşı hiç bir şey yapmayan hükümet tecavüzkar gazeteye göz yumar
gibidir. Hükümet bir çıkmaza girmiş gibidir. Sofular arasında hayli satılan Büyük
Doğu’yu kapatmak halkın düşmanlığını çekebilir. Fakat derginin yazdıklarını tasvip
etmek de Atatürk’e karşı gelmektir. İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik dikkatle
ayarlanmış bir beyanat verdi. Bakana göre, irtica tehlikesi gayet hafiftir ve Atatürk
devrimleri mevcut kanunlarla gereği gibi muhafaza altındadır. Bakan, laikliği
korumak bahanesiyle kimsenin vicdan hürriyetine müdahale edilmesine göz
yummayacağını bildirdi. Geniş çerçeveden bakıldığı zaman, meseleyi Atatürk’ün
büyük hamlelerini yavaşlatacak veya ortadan kaldıracak mahiyette gören
Türkiye’deki öncülerin bütün aşırı korkuları tekrar uyanmıştır. Bu Ramazan,
camiler yine dolup boşalmaktadır ve her sınıftan daha fazla kimse oruç tutar
görünmektedir. İnanılır kaynaklardan bildirilen malumata göre bugün Türkiye’de
okuldan çok cami inşa edilmektedir. Bu gibi olaylar Türkiye’de tartışılırken,
ekseriya takınılan tavır şudur: ‘Dinin tekrar uyanmasında bir mahzur yoktur.’ Fakat
Kemal Atatürk’e candan inanarak onu takip edenler için durum hiç de böyle
değildir.”
Forum, laik devlet ile gelişmişlik arasında pozitif korelasyon kurar. Şöyle ki:
“İptidai, geri bir toplumda işler taksim olunmamıştır. İleri, medeni bir toplumdaysa
her işin ayrı bir adamı vardır. Böyle toplumlarda din adamları ile teknik elemanlar
teknikle, politikacılar ancak ve ancak devlet sevk ve idaresiyle meşgul olurlar.
Aralarında karşılıklı anlayış ve saygı havası hakimdir. Kimse kimsenin işine
burnunu sokmaz. Ve böyle medeni bir toplumda, gayesi mukaddese yaklaşmak olan
din, politik emellerin tasallutundan masun bir halde en muhterem mevkiini almış
olur. Tabiatın içinde ve onunla sürekli bir temas halinde bulunan insanlık, başlıca
gayesini bir mukaddese yaklaşmakta bulmuştur. Din, mahiyet itibariyle kutsiyet
mefhumundan ibaret olduğu halde, din adamlarımızın nüfuzu altında bu gayeden
inhirafa duçar olmuş ve gerçek ilmin teşekkül etmediği yerde ilmin yerini, filozofik
düşüncenin bulunmadığı yerde felsefenin yerini, iktisadi müesseselerin inkişaf
etmediği yerlerde bu müesseselerin yerini, ahlakın ahlak müessesi olarak taazzuv
etmediği yerlerde ahlakın yerini almıştır. İşbölümü ilerledikçe hukuki, iktisadi,
politik müesseselerin, kutsiyet mefhumuna halel getirmeden din hududundan
ayrılmaları insana has olgun bir şuurla tekevvün etmiş olur. İptidai cemiyetlerde
birçok ağır kayıtlarla yüklü, birçok ayinleri ihtiva eden ve aynı zamanda kainatı izah
368
Ramazanda Siyaset, Ne Diyorlar, Forum, sayı:122, 14 Nisan 1959.
294
eden bir felsefe ve bilim yerine kaim olan din, laikliğin hüsnüniyetle tatbikine
tevessül edilen bir ülkede, beşeri ve maşeri hayatta sırf kutsiyete intikal ettirilmek
suretiyle en muhterem mevkii işgal eder.”369
Laikliği korumak için iktidarın elinde bulunan imkanlar, hiç şüphesiz, muhalefetin
elindeki imkanlardan çok daha etkili olduğu halde, Demokrat Parti iktidarı bu
sorumluluğu CHP’den devralmamış, daha çok, muhalefetteki CHP’nin ve başka
muhalefet partileri içindeki devrimci unsurlarla, laik eğitim almış aydın gençliğin
omuzlarında bırakmıştır. 1950-60 arası Türk toplum tablosu göz önüne
getirildiğinde, DP iktidarınca laiklikten verilen tavizlerin ölçüsünü ve etkisini tespit
edebilmek güç değildir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, DP iktidarının olumsuz
tutumuna, mesela ilahiyat enstitüleri açılması şeklindeki dahiyane(!) fikirlerin
tatbikata geçirilmesi gibi veya ‘isteyenlere verilen’ resmi din eğitiminin
‘istemeyenlere verilmeyen’ bir eğitim haline sokulması gibi hadiselere rağmen, laik
dünya görüşü, o dönemdeki genç kesimlerde kökleşmeye devam etmiştir. Bunda
kuşkusuz, bu gençlerin demokrasiyi benimsemiş anne ve babalarının etkisi büyüktür.
Ancak, özellikle 1954’ten sonra bariz bir şekilde olmak üzere, bu kökleşmenin
yavaşlaması da bir başka gerçektir. Nitekim Forum Dergisi aydınlarını kaygılandıran
da bu olmuştur. Çünkü bu yavaşlama, Türk toplumunun bütün alanlardaki
Batılılaşma ve kalkınma hareketlerini de yavaşlatmış, durma noktasına getirmiştir.
Laik devlet çerçevesi dışında demokrasinin yaşayamayacağına inanan Forumcuların,
1959 yılından itibaren Demokrat Parti iktidarına bir an önce erken genel seçimlere
gidilmesi çağrısı yapmasını ve bu çağrıyı yinelemesini, laiklik kaygısı bağlamında
da düşünmek mümkündür.
Demokrat Parti iktidarı irticayı açıkça himaye etmiştir. Bu yöndeki eleştirileri ise
‘memlekette irtica yoktur, sadece birkaç mürteci vardır’ diye yapılan resmi
beyanlarla adeta Türk aydınlarıyla dalga geçilmiştir. Kendilerine ‘Nur Talebeleri’
sıfatını yakıştıran ve maalesef Atatürk inkılaplarından uzak kalmış olanlar, açık açık
faaliyette bulunur, beyannameler dağıtırlarken, Atatürkçü ve inkılapçı olan Türk
gençliğine, Türk inkılabını korumak için miting yapma müsaadesi verilmemiştir.
Nitekim bu bahiste Forum’daki şu sözler çok anlamlıdır: “Bugün yüz amelenin eline
kazma ve küreği vererek ve vatan müdafaası için kullanılacak askeri malzeme ve
personeli çalıştırmak suretiyle, Süleymaniye Camisini bir hafta içerisinde yıkmak
mümkündür. Fakat bir de yapmak icap etti mi, bir Süleyman’a ve bir de Sinan’a
ihtiyaç vardır. Bu memleketi ve bu memleket evlatlarını Atatürk’ün yaptığı
inkılapları bir daha yeniden yapmaya sevk etmeye kimsenin hakkı yoktur.”370
1.4.Sosyal Devlet
Bir toplum cemiyet içinde sefalet ile refah yan yana yaşar ve hayatta kaybedecek
hiçbir şeye sahip olmayan büyük halk kütleleri teşekkül ederse, en tabii özgürlükler
369
370
Fanatizmin Çeşitleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:95, 1 Mart 1958.
Din ve Siyaset, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:121, 1 Nisan 1959.
295
ve hatta memleketlerin bekaları tehlikelere maruz kalır. Eşitlik ile özgürlük
birbiriyle bağdaştırılmadığında, toplumda erdem yerini erdemsizliğe, ahlak
ahlaksızlığa, adalet, adaletsizliğe, tüm bunlar ise devletin çöküşünü hazırlar. Çünkü
sadece yasalar önünde eşit olmak tek başına özgürlüğü getiremez. İşte bunun için
devletin sosyal devlet olması mecburiyeti vardır.
Bilindiği üzere sanayi inkılabı ilk olarak İngiltere’de ve devrin hakim iktisadi
doktrini liberalizmin etkisi altında gerçekleşmiştir. Liberalizm, ticari kapitalizme ve
ticari kapitalizmin ekonomi politiği olan merkantilizme tepki olarak doğmuştur.
Dolayısıyla ticari kapitalizm, sanayi kapitalizmine evirildikten sonra, devlet iktisadi
ve sosyal hayata her ne şekilde olursa olsun müdahaleden çekilmiştir. Bu dönemde,
devlet, doğmakta ve gelişmekte olan sanayi kapitalizminin işgücünü alabildiğine
istismar yolunu tutmasına ses çıkarmamıştır. Ancak devletin, böyle bir dönemde
tarafsız kalması daha sonraki dönemde sosyal politikanın gerekliliğini ortaya
çıkaracaktır. Nitekim, kimi insanlar ağır çalışma koşulları altında, devletin ‘tarafsız
kaldığı’ bir ortamda, daha da yoksullaşmış, ki işçi sınıfının doğuş sürecidir bu aynı
zamanda, diğer taraftan kimi insanlar da iktisadi gelişmeden büyük paylar
almışlardır, ki böylece sermayedar sınıfı teşekkül etmiştir. Böylece bir tarafta sefalet
içinde işçi sınıfı, diğer tarafta refah içinde sermayedar sınıfı ikiliği oluşmuştur.
Ancak bu ikilik keskinleştikçe sefalet içindekilerin yaşam koşulları daha da
ağırlaşmıştır. Çocuklar küçük yaşlarına rağmen fabrikalarda çalışmaya başlamışlar,
kadınlar asgari biyolojik ihtiyaçları karşılamak için çalışma hayatına girmek
durumunda kalmışlardır. Tüm işçiler gayri insani koşullarda çalıştırılmışlardır. Bu
süreç ise, işçi sınıfını düzeni değiştirme hareketine sevk etmiştir. İşçi sınıfının, bu
sömürü karşısında, şiddet yoluyla düzeni değiştirmek dışında bir seçeneği
kalmamıştır. Bu seçeneksizliğin bir diğer ifadesi de, sosyal barışın, özgürlük ve
demokrasinin tehlikeye düşmesidir. İşte böyle bir tehlikeyi önlemek için ilk önce
İngiltere’de başlayan sosyal politika hareketleri yavaş yavaş gelişmiş, bütün Batı
demokrasilerine yayılmıştır. 1950 li yıllar Türkiye’sine bakıldığında, sanayileşmenin
yüksek, sömürünün fazla olduğu bir tablo göze çarpmaz. Forum bu dönemdeki
sınıflaşmaya dair şöyle bir değerlendirme yapar: “Memleketimizde sosyal sınıflar
belirli bir şekilde teşekkül ve taazzuv etmiş, muayyen bir şuur kazanmış olmamakla
beraber bir köylü, memur, işçi ve işveren sınıfından bahsedilmektedir. Hattı zatında
köylü sınıfı da iktisadi kıstaslar itibariyle ekseriya ırgat denilen ziraat işçisi,
müstakil küçük çiftçi ve büyük çiftlik sahipleri diye tabakalara bölünebilir. Bu
takdirde ecir sınıfına ziraat işçilerini de katmak icap eder.”371
Bir sınıftan bahsedebilmek için bir grup insanın, gelir miktarı ve kaynaklarının aynı
olması bakımından, aynı gruba mensubiyet duygusu duymaları, bu duyguya binaen
grubun çıkarlarının en iyi gerçekleştirme yolunun bir araya gelmek olduğunu
anlamaları, ortak duruma karşı kolektif davranışa sahip olmaları, teşkilatlanmaları
veya en azından grubun çıkarlarını savunan teşkilatları desteklemeleri, diğer
gruplara karşı çıkarlarının korunmasında kıskanç olmaları gerekir. Kuşkusuz aynı
371
Ücretler, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955.
296
sınıf içerisindeki insanlar birbirlerinden hayat hikayelerinden kaynaklı farklılaşırlar,
ancak bu farklılaşma onların aynı sınıftan olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü
sınıflaşmanın olduğu yerde, sınıfa mensup kişiler hangi dine inanır veya
inanmazlarsa, hangi zevke sahip olurlarsa olsunlar, belirleyici olan o sınıf yapısının
toplum içindeki durumudur. Çünkü sınıfın kazanımını artırması, mensuplarının
çıkarlarını en çoklaşması anlamına gelmektedir. Oysaki 1950 li yıllarda Türk
toplum yapısında bu manada bir sınıflaşmaya rastlamak mümkün değildir.
Bununla beraber, bu dönemde, alt gelir grupları diyebileceğimiz kişilerin sayısı bir
hayli fazladır ve bunların ücretleri 1950-54 arası DP iktidarının iktisaden altın yılları
sayılabilecek dönemde dahi neredeyse yerinde saymıştır. Şu rakamlar ilginçtir:
“1950-1954 yılları arasında milli gelirimiz, 1948 fiyatlarıyla, nüfus başına 416,1
liradan 501,3 liraya çıkmak suretiyle %20 nispetinde arttığı halde reel ücretlerin
aynı kalması veya %14 nispetinde azalması, ecir sınıfının sosyal hasıladaki payının
aynı kalmayıp azaldığına delalet etmektedir.” 372 Bunun sebepleri ise şu şekilde
gösterilmektedir: “Ücret piyasasının başıboş bırakılmış ve tanzim edilmemiş
bulunması, işçilerin teşkilatsız bulunuşu, pazarlık kudretlerinin zayıf oluşu hasebiyle
akdi müdahalelerin tesirsiz oluşu, devletin makul ve iktisadi inkişafımızla tevem bir
ücret siyaseti takip etmeyişi, kanuni müdahalelerin kısır ve mahdut oluşu, mevcut tek
mekanizma olan kazai müdahale organlarının (tahkim mekanizmasının) çeşitli
bünyevi amiller hasebiyle geç ve güç işleyişi, ücretlerin seyyaliyetini büsbütün
güçleştirmiş ve kalkların uzamasına amil olmuştur. Milli gelir, gelir tevezzüündeki
aksaklıklar yüzünden, muayyen zümrelere dağılmış, bu arada ecir sınıfı, iktisadi
inkişaftan nasibedar olamamış, binnetice sosyal hasıladaki payı azalmıştır.”
Forum, sosyal politikasızlığın demokrasiyi tehdit edebileceğini çeşitli yazılarda
işaret etmiştir. Sosyal devlet anlayışı ile hareket edilmediğinde, demokratik
yollardan haklarını sağlayamayan kesimlerin, totaliter cereyanların tesirinde
kalabilecekleri konusunda iktidar sahiplerini uyarmıştır. Bir yazıda şöyle demiştir:
“İnsan hak ve hürriyetlerine kıymet veren cemiyetler, iktisaden zayıf durumda
bulunan nüfuz kategorilerinin sosyal ve gelir durumları ile yakından ve devamlı
olarak meşgul olmak vecibesinden kendilerini azade tutmazlar. Zira bu ilgisizlik bir
gün bağlı oldukları ve kıymet verdikleri ana insan haklarının ihlaline imkan veren
toplum hareketlerinin tomurcuklarını taşıyabilir.”373
DP iktidarı ise, zirai kazançları vergilendirmeyerek köylü kütlesini gözetmeyi
sürdürmüş; ziraat ve sanayi işçileri için önem arz eden asgari ücretin tespiti ve yasal
bir zemine oturtulması mevzusunu ihmal etmiş, arsa spekülasyonlarına göz yummuş,
daha ötesi bunları vergilendirmekten kaçınmış, öte yandan alt gelir gruplarına
yönelik mesken politikası izlemeye gerek görmemiş, sosyal güvenlik sistemi dar
alanda dondurulmuş, ancak milletvekili maaşlarının ve ödeneklerinin enflasyonun
üzerinde artışı sürdürülmüş, ihtiyarlık sigortası çerçevesi içinde bağlanan aylıklar
iştira kudretlerini günden güne kaybetmiş, işçiler örgütlenme haklarından mahrum
edilmişler, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay’da görev yapan kamu görevlileri
372
373
Sabahattin Zaim, Enflasyon ve Ücretler, İncelemeler, Forum, sayı:38, 15 Ekim 1955.
Sosyal Barış, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955.
297
yoksullaştırılmış, akademisyen maaşları düşük tutulmuş ve iş güvencesinden yoksun
hale getirilmişler ve tüm bunlar toplumsal barışa zarar vermiştir.
DP’nin sosyal politikasızlığı bağlamında özellikle işçilerin gözetilmemesinin
tehlikelerine işaret edilen bir yazıda da şöyle denilmektedir: “Bir memleket içinde
iktidarda bulunan partiler, müessir bir sosyal politikanın yerleşmesine imkan
verecek tedbirleri almaktan kaçınır, bazı ana hakları tanımakta tereddüde düşer ve
milli gelirin bütün istihsal faktörleri arasında adil bir şekilde dağılması için gerekli
tedbirleri almaktan istinkaf eder, aşırı israf ve lüks karşısında geçim darlıklarının
had bir dereceye varmasına ve yaygın bir hal almasına müsaade ederlerse, işçiler ve
onların teşekkülleri ister istemez nazarlarını siyaset ve hukuk dışı yollara
çevirirler.” 374
DP’nin sosyal devlet anlayışından uzak tutumu Forumculara şu soruyu
sordurmuştur: ‘Nedir bu! Maddiyat her şey, insanlar hiç bir şey midir?’ diye feryat
mı lazım?’ Bu bağlamda Forum’un ‘Bir Baş Soğan ve Yarım Ekmek’ başlıklı
yazısından şu sözleri nakletmek yerinde olur: “İstanbul Tekstil ve Örme Sanayi
İşçileri Sendikasının iki hafta kadar önce yapılan Genel Kurul toplantısında,
işçilerin bugün içinde bulundukları, hayat şartlarının bir ifadesi olmak üzere işçi
milletvekillerine birer torba içinde bir baş soğan ile yarım ekmek gönderilmesinin
karar altına alındığını hemen bütün günlük gazetelerde okuduk ve sonra düşündük.
Bilmiyoruz ilgili makamlar da, daha doğrusu hükümet de bu kararın ifade ettiği
durum üzerinde biraz olsun durmak lüzum ve ihtiyacını duydu mu? Yoksa ‘mucizevi
kalkınmamızdan işçiler de paylarını almaktadırlar; bu bir mübalağa ve muhalefetin
tahriklerinin bir neticesidir; hayat pahalılığı yoktur. Gerçi mebusların maaşları
2800 liraya çıkarıldı ama o başka şey, onun sebebini sizler anlamazsınız’ diyerek
sosyal meseleler bahsinde derin ve anlaşılmaz sükutuna devama mı karar verdi?”375
Yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Biz memleketin geleceği bakımından bu
‘soğan ve yarım ekmek’ hadisesinin ifade ettiği mana üzerinde ehemmiyetle
durulması lüzumuna kani bulunuyoruz. Forum, başlangıçtan beri, bütün hür ve
demokratik memleketlerde ekonomik gelişmelerin ana gayelerinin bütün halkın
refahını sağlamak olduğu üzerinde ısrarla durmuştur. Bunu temin için de
memleketler bir taraftan iktisaden zayıf sınıfların meşru iktisadi ve içtimai
menfaatlerini korumayı mümkün kılan lüzumlu hürriyetleri garanti ederken, diğer
taraftan da milli gelirin adil bir şekilde dağılışına matuf bir sosyal ve ekonomik
politikayı tatbik sahasına koymuşlardır. Demokratik hürriyetlere sadık ve bu
hürriyetleri korumak isteyen her memleket, refahın –şayet varsa- en geniş bir şekilde
bütün halk kategorilerine yayılmasına matuf tedbirleri almayı hiçbir zaman ihmal
etmez. Zira bu hürriyetler için en büyük tehlikenin ekonomik ve sosyal
müsavatsızlıkların yaratacağı ayrılıklardan geleceğini bilmektedirler. Bugün
memleketimizde ortalama gayri safi ücret 6 lira civarındadır. Birçok iş kollarında ve
mesela en ağır ve tehlikeli işlerden olan maden işçilerinde ortalama 5 lirayı biraz
374
375
Başlayan Bir Hareketin Düşündürdükleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:47, 1 Mart 1957.
Bir Baş Soğan ve Yarım Ekmek, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:33, 1 Ağustos 1955.
298
geçmektedir. Bugünkü geçinme şartları içinde ayda vasati 150 lira ile bir ailenin
normal fizyolojik ihtiyaçlarını dahi temin edebilmesi mümkün değildir.”
İktisaden zayıf olan geniş bir kütlenin hayat şartlarının ağırlaşmasına izin vermek,
daha ötesi bu kesimlerin geçim sıkıntısı çektiklerini görmezlikten gelmek sosyal
devlet anlayışı ile bağdaşmadığı gibi tüm toplumun huzurunu da tehdit eder. Nitekim
sosyal devletin görevi, olabildiğince geniş kütlenin ekonomik ve toplumsal
ihtiyaçlarını karşılamak, milli geliri adaletli dağıtmak, geniş kesimlerin hayat
seviyesini olabildiğince yüksek tutmak ve tüm bunları yaparken de demokratik
ilkelere bağlı kalmaktır. Kuşkusuz az gelişmiş bir memleketin sosyal devlet
uygulamaları gelişmiş bir devletten farklı olacaktır, bu inkar edilecek değildir.
Ancak az gelişmiş memleketlerde güçleri nispetinde sosyal politikalar
uygulamalıdırlar. Bu bahiste Cahit Talas şöyle der: “Geri kalmış memleketlerde
sosyal güvenlik sistemlerinin kifayetsizliği üzerinde müessir amil yalnız fakirlik ve
milli gelir yetersizliği değil, fakat belki birinci derecede sosyal politikanın yokluğu
ve müessir bir sosyal güvenlik sisteminin iktisadi ve içtimai zaruretinin anlaşılmamış
olmasıdır. Filhakika az gelişmiş memleketlerde insan unsuru boldur. Bu bolluk ona
daha az kıymet atfını, onun sağlığının, mesleki eğitiminin, verimliliğinin iktisadi ve
içtimai gelişme ve kalkınma içindeki yerinin ehemmiyetini iyice ölçmeyerek ihmalini
mucip olmaktadır.”376
Şunu hemen belirtmek gerekir ki sosyal politika, etkili bir iktisat politikası ile de
desteklenmelidir. Kaldı ki hiçbir iktisat politikası toplumsal sonuçları düşünülmeden
uygulamaya konulmaz. Forum bu bağlamda şöyle der: “İktisadi tedbirlerin bir
memleket hayatı üzerindeki sosyal tepkilerini düşünmemek mümkün değildir. İktisadi
davaların halli sosyal sonuçları hesaba katılmaksızın başarılmak istenildiği takdirde
bir memleket içinde arzu olunmayan, sosyal barış ve adaleti rencide eden neticeler
hasıl olabilir. Dertlerin söylenmemesi, tazyik altında tutulmaları onların mevcut
olmadığına delalet etmez. Demokratik hak ve hürriyetleri benimsemiş bütün
cemiyetlerde bütün iktisadi gelişme ve kalkınma gayretlerinin hedefi, halkın
bütününün refahını sağlamak etrafında toplanabilir. Eğer kalkınma gayretleri böyle
bir istikamet almaz, kalkınmanın yükü yanlış tedbirler veya tedbirsizliklerle bizatihi
himayeye muhtaç sınıflara tahmil olunur, başka bir deyimle sosyal politika tedbirleri
ihmal edilerek, bu tedbirlerin önemi azımsanarak hareket olunursa, hedeften
uzaklaşılmış ve zamanla sosyal huzursuzluklara zemin hazırlanmış olur.”377
Siyasi iktidarlar, ‘nerde olursa olsun fakirlik umumun refahı için bir tehlikedir’
kaidesini göz ardı ettikleri vakit, hem ülkeyi hem de kendi iktidarlarını zora sokarlar
ve sonradan telafisi güç meselelerle uğraşmak durumunda kalırlar. Örneğin
gecekondulaşma, bu soruna vaktinde tedbir alınmaması durumunda, siyasal alana
tazyik yapacak bir faktör haline gelebilir. Bugün gecekondulaşma, Türk siyasal
yaşamında, seçmen davranışları bağlamında ele alınacak en hassas konulardan birisi
376
Cahit Talas, Az Gelişmiş Memleketlerde Sosyal Politika, İncelemeler, Forum, sayı:55,
1 Temmuz 1956.
377
İktisadi Tedbirler ve İçtimai Sonuçlar, Başyazı, Forum, sayı:58, 15 Ağustos 1956.
299
haline gelmiştir. Oysaki bu, 1950 li yılların ortalarında çözülmeyen mesken
sorununun uzak sonucundan başka bir şey değildir.
O yıllardaki mesken sorununa dair Forum şöyle der: “Ankara ve İstanbul gibi çok
süratli bir nüfus artışına sahne olan büyük şehirlerimizde zaten çoktan beri sefalet
mahalleleri teessüs etmiştir ve nüfusun büyük bir çoğunluğu çok anormal ve gayri
sıhhi şartlar içinde ikamet etmek mecburiyeti içinde bunalmaktadır. Yalnız başına
bir memleketin nüfusunun artması çok sevinilecek bir hadise değildir. Eğer artan
nüfus iyi beslenme imkanlarına sahip değilse, iyi mesken şartları içinde ikamet
edememek durumunda kalmışsa nesiller cılız, mukavemetsiz, hastalıklarla malul
olurlar. Bunların yanında mesken sefaletlerinin doğurduğu manevi ve sosyal
bozukluklar cemiyetlerin temellerini yavaş yavaş kemirir. Bir memleketin istikbali ile
ekonomik ve sosyal gelişmesi ile çok yakından alakası bulunan mesken işinin hallini
kendi haline bırakmak ihtiyatlı bir yol değildir. Bu mevzuda diğer memleketlerin
yaptıkları üzerinde durmak ve mesken meselesine niçin o kadar ehemmiyet
verildiğinin sebeplerini araştırmak mesuliyet mevkiinde bulunanlar için çok faydalı
olabilir. Hatta zaman zaman gecekondu mahallelerindeki mesken sefaletini görmek
ve birkaç gözlü evimsi barakalarda on onbeş kişinin yaşamakta olduğunu müşahede
etmek bizi belki uykumuzdan uyandırabilir”378
Forum, birçok yazıda başbakanın sosyal devlet anlayışını eleştirir, daha doğru bir
ifadeyle sosyal devlet anlayışının olmamasına işaret eder. Mesela bir yazıda şöyle
denilmektedir: “Başbakan Adnan Menderes çok konuşur. Ancak Menderes’in pek az
hatta hiç temas etmediği bir mesele, sosyal adalettir. 25 Mayıs’ta Sivas’ta şöyle
demiştir: ‘İçtimai devlet, bizim kanaatimizce Türkiye’de çiftçi ve köylü davasıdır.
Bizim için sosyal adalet ve sosyal inkılabın asıl manası köylümüzün ve çiftçimizin
yaşama seviyesinin yükselmesinden ibarettir.’ Şüphesiz nüfusunun %72’si köylü
olan bir memlekette çiftçinin hayat seviyesini yükseltmek ana meselelerden biridir.
Ancak başbakana hatırlatmak istiyoruz: Memleketimizde köylü ve çiftçi ile birlikte
ekonomik ve sosyal adalete muhtaç başka nüfus kategorileri de bulunmaktadır.
Sosyal adalet, ister köyde ister şehirde yaşayan bütün fakir sınıflar, başka bir
deyişle hatalı iktisat politikasından ve müessir bir sosyal politika yokluğundan ötürü
milli gelirden yeter derecede hisse alamayanlar için bahis mevzuu olur. Bugün
memleketimizde her meslekten işçi şiddetli geçim sıkıntısı içindedir. Memur ve
emekliler durmadan artan fiyatların tazyiki altında her gün biraz daha
bunalmaktadırlar. Öyle anlaşılıyor ki başbakan asıl korunmaya, sosyal adalete
ihtiyacı olan bu sınıfları hiç düşünmemektedir. Şu halde bu kategori halk, hayat
seviyelerini ıslah edebilmek için bütün ümitlerini muhalif partilerin iktidara
gelmesine bağlamak zorundadırlar.”379
Demokrat Partinin belirli bir sosyal politikasının olmadığını Forum birçok defalar
belirtmiştir. Devlet ve hükümet idaresinde herhangi bir program ve prensibe bağlı
kalmayarak gelişigüzel ve ileriyi düşünmeden idare eden, CHP’den devraldığı ve
sosyal ve iktisadi haklar ve hürriyetler bakımından gerilere doğru getirdiği sosyal
378
379
Mesken Sefaleti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955.
Başbakanın Sosyal Adalet Anlayışı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:77, 1 Haziran 1957.
300
politikayı garip şekillerde finanse etmek yollarına yönelmiştir. Bu garipliklerden
birine dair Forum’un değerlendirmesi şöyledir: “Sosyal sigortalar, işçi ve
işverenlerden alınan primlerle finanse edilmektedir. Bu sigortaların finansmanında,
milli gelirin bir kısmının yeniden tevzii gibi bir gaye taşıyan ve sosyal adaletin
sağlanmasında bir vasıta olan finansmana devletin iştiraki primleri hiçbir zaman
düşünceler arasında yer almamaktadır. Buna mukabil İşçi sigortalarının müstakbel
vecibeleri karşılığı olarak birikmiş fonları, birçok defalar ve tamamıyla politik
maksatlarla kullanılmakta, yersiz, manasız, sırasız ve bugünkü iktisadi konjonktür
şartları altında izahı mümkün olmayan yıkım ve sözüm ona imar hareketlerine tahsis
olunmaktadır. Bu fonların yatırım işletmelerinde riayeti gereken prensipler
tamamıyla bir tarafa bırakılmaktadır. Devlet bu entitüsyonel tasarrufları esas
gayeleri dışında kullanmak itiyadını edinmeye başlamıştır. Enflasyonist iktisat
politikasından, tabii olarak en fazla ücretler müteessir olmuştur. Şimdi, enflasyonun
en fazla ıstırabına maruz kalan insanlar, işçiler sigorta primi olarak ödedikleri
paralarla büyük şehirlerin, belediye faaliyetlerini finanse eder bir duruma
getirilmişlerdir. Bu herkesin kolay kolay anlamayacağı bir sosyal politikadır.”380
DP, oy toplama kaygısıyla köylünün üzerinden gelir vergisini, yol vergisini, imece
ve salmayı ve bu arada onun kendine okul yapma yükümünü kaldırmıştır. Ancak
köylünün yükünü alıp, başkalarını sırtına koymuştur. Ekonomik kalkınmanın yükü
herkesin sırtına aynı ölçüde, eşit olarak binmemiştir. Sıkıntıları herkes eşit
çekmemiştir. On yıllık DP iktidarı, gerek dışarıya, gerekse içeriye karşı lüksten,
gösterişten hoşlanır, biraz övülmek için yorgandaki deliği büyütmekten çekinmez bir
tutum benimsemiştir. Dolayısıyla on yıl boyunca, köylünün desteğini almak için
birçok kesimin sırtına kocaman bir borç yükü bindirmiş ve sosyal devlete dair şu
tanıma hep sahip çıkmıştır: “İçtimai devlet, Türkiye’de çiftçi ve köylü davasıdır.”
Forum sorar: “Ekmek mi özgürlük mü? Mide mi kafa mı?”381 Böyle bir sorunun en
kesin ve kestirme karşılığı, ‘hem o hem öbürü’ olmalıdır. İnsanoğluna düşünceyi
verip de elinden ekmeğini almak ya da önüne ekmek atıp ondan düşünceyi
esirgemek hiçbir mantığa sığmaz. Fabrikalar, barajlar, yollar, limanlar..her şey ve
her şey insan içindir. Beslenmek, barınmak, çiftleşmekten gayrı amacı olmayan,
makinenin bir parçası durumuna giren insan için değil; bunlar düşünen ve duyan
insan içindir. Bu açıdan bakılınca, en ileri teknik gereçlerle donanmış, kurdelesi yeni
kesilmiş bir hastanenin yanı başında, hastalıkları üfürükle iyileştireceğine duyuran
adamla ona koşanların yan yana, burun buruna yaşadıkları bir ülkede, o örnek
hastane bir süs olmaktan ileri gidemez. Yerine oturmamış, amacını bulamamış bir
iğretilik, özenilmişlik taşır. İşte DP’nin sosyal devlet anlayışı en somut ifadesini bu
özenilmişlikte bulmuştur.
1.5.Hukuk Devleti
Forum, ‘hukuk devleti’ kavramını siyasi iktidara karşı hukukun baskın olması bir
diğer ifadeyle hükümetin keyfi uygulamalarının sınırlandırılması manasında
380
381
Sosyal Politikanın Yükü, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:129, 1 Ağustos 1959.
İçtimai Devlet, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:145, 1 Nisan 1960.
301
kullanır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Forum’daki pek çok yazıdan
anlaşıldığı üzere, bu kavram teknik bir kavram olmaktan öte bir anlama işaret eder,
daha açık bir dille hukuk devleti, siyasi ve ahlaki bir içerik de taşımaktadır. Çünkü
eğer Forum’un hukuk devleti anlayışı, siyasi iktidarın uygulamalarının yasallığından
ibaret olsaydı, Forum, DP iktidarını hukuk dışına çıkmakla eleştirmezdi. Nitekim
DP, tıpkı Hitler Almanya’sında görüldüğü gibi her uygulamasına dair bir kanun
çıkarmıştır. Burada hukukilik, demokratik ilkelerin ihlal edilmeyeceğine dair
güvence vermez. Dolayısıyla Forum’un hukukilik tanımının bu olduğunu iddia
etmek isabetli olmaz. Forum’un hukukilik tanımı, siyasi iradenin uygulamalarından
etkilenen kişi veya kurumların, bu uygulamaların yasallığını bağımsız mahkemeler
aracılığıyla sorgulayabilmesini gerektirir. Nitekim hukuk devletine dair yazılarda
ülkedeki tüm yurttaşların yasalar önünde eşit olmaları gerekliliğine vurgu yapılır.
Çünkü hukuk devleti, demokratik rejimin bir ifadesi olarak görülür.
Forum, hukuk devleti ile demokratik devleti birbiriyle sürekli ilişkilendirir. Dergi
hukuk devletine dair şöyle bir tanım yapar: “Devlet kudretini müşterek adalet hissi
ve hukuk kaidesiyle bağlamak için, bulunan yegane çare, hukuk devleti fikri
olmuştur. Bu üç beş alimin, masa başında hazırladıkları bir fikir değil, içtimai
bünyenin zaruretlerinden doğan bir gerçektir. Hukuk devletinin tahakkuk ettirilmesi
uğruna Fransa kanını akıtmış ve ondan ilham alan diğer devletler de kendi
bünyeleri içinde, zaman zaman ıslahat yaparak, hukuk devletinin tahakkukuna
çalışmışlardır. Hukuk üstatları, hukuk devletinde iki şartın mevcudiyetini ararlar:
Seçilmiş bir parlamento ve devlet karşısında vatandaşların haklarını koruyacak ve
icabında devleti mahkum edecek müstakil bir idari kaza.”382 Bir başka yazıda
demokrasi ve hukukilik ilişkisine şöyle değinilmektedir: “Başbakan ‘halk, bize
oyunu vermekle yaptığımız işleri tasvip ettiğini göstermektedir’ diyor. Halk
tasviplerini almak, demokrasinin vazgeçilmez bir prensibidir. Hatta bu
demokrasinin meşruiyet prensibidir. Fakat halk tasviplerini almak, Türkiye’de bizi
nerelere kadar götürür, bunu da bilmemiz gerekir. Başbakan ‘hürriyet isteyenler,
evvela hürriyeti kullanmasını bilmelidirler’ diyor. İşte hürriyeti kısıcı bütün rejimler
bu noktadan hareket etmişlerdir. İyi kullanmadığımız takdirde hürriyet istemek
hakkımız olmadığını ileri süren zihniyet, aynı zamanda kendini halktan ayıran,
kendini halka üstün gören bir zihniyettir.”383
Bu bağlamda Forum’un ‘meşruiyet’ kavramını nasıl algıladığına değinmek yerinde
olur. Forum’a göre iktidarın meşruiyetini sağlayan sadece alınan oy miktarı değildir.
Forum, bir iktidarın meşru sayılabilmesi için, iktidar uygulamalarının da, kabul
edilmiş değerler ile bağdaşır olması gerekliliğine işaret eder. Forum’a göre,
meşruiyet, neyin uygun olduğuna ilişkin paylaşılan bir duygu ve bu duygunun
kaynağı olarak da normlara uymak değildir. Nitekim bu tanımın kabulü, totaliter
partilerin hükümet etmesini de meşru kılacak bir anlayışı beraberinde getirir.
Forum’a göre meşruiyet, neyin uygun/haklı olduğuna dair paylaşılan bir duygu ve bu
duygunun kaynağı olarak da devletin kuruluş felsefesinden beslenen akılcı
denetimin süzgecinden geçmiş normlara uygun davranmak demektir. Böyle bir
382
383
Hukuk Devleti Hasreti, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:8, 15 Temmuz 1954.
İç Politika Alanında Hükümetin Görüşleri, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:24, 15 Mart 1955.
302
tanımda ise hiçbir totaliter akımın temsilcisi olan parti, meşruiyet iddiasında
bulunamaz. Görüldüğü üzere Forum, iktidarın meşru sayılabilmesi için, hukuki
bağlayıcılığın yanına ahlaki bağlayıcılığı da yerleştirmektedir.
Burada belirtmek gerekir ki Forum, ‘otoriterizm, despotizm, totalitarizm’
kavramlarının birbirinden farklı tanımlarını ihmal eder ve çoğunlukla bunları birbiri
yerine kullanır. Bu üç kavramın birbiri ile neredeyse eşanlamlı olarak
kullanılmasının nedenini, üçünün ortak yanının ‘temelde hiçbir kısıtlamaya tabi
olmayan yönetim biçimleri’ olmasında aramak gerekir. Dolayısıyla Forum, bu
terimleri DP hükümetleri için kullanırken ‘keyfi ve kısıtsız yönetim’e işaret
etmektedir, demek yanlış olmaz.
Öte yandan, bu terimlerin kullanım yerleri incelendiğinde, Dergi sayfalarında
kullanım açısından nüans farkı olduğunu tespit etmek de mümkündür. Mesela
‘totalitarizm’in daha çok, DP hükümetlerinin devlet gücünü kullanma tarzı ve
yöntemini küçümsemek amacıyla ve özellikle de İtalyan faşizmi ve Nazizm ile
Menderes hükümetleri arasındaki benzerliklere dikkat çekmek için; ‘despot’
ifadesinin Menderes için 1959 yılından itibaren daha sık olarak ‘kendi isteklerini
topluma dayatması, bu dayatmayı yaparken de kendisine tanrısal bir nitelik
atfetmesi’ bağlamında; ‘otoriterizm’in ise ‘Menderes’in egemenliği ulustan alıp
kendi elinde toplaması ve bu duruma karşı herhangi bir eleştiri veya başkaldırıya
izin vermemesi, özellikle de basın özgürlüğünün ortadan kaldırılması’ çerçevesinde
kullanıldığını belirtmek gerekir.
Fakat kimi yazılarda da, özellikle 1959 ortalarından itibaren başbakan Menderes’in
yasama, yürütme ve yargı yani tüm erkler ve üniversite, basın, sendika gibi
toplumsal denetim mekanizmaları üzerinde bütüncül bir denetim uygulaması ve
Türk yurttaşlarını ‘teba’ olarak görmesi bağlamında, öz bir ifadeyle iki dünya savaşı
arasındaki diktatörlüklere atıfla Menderes hükümetlerinin arkaik özellik göstermesi
çerçevesinde, rejimin ‘totaliter’ bir rejim olduğunun altı çizilir.
Forum, DP iktidarının hukuk devleti anlayışını eleştirdiği bir yazıda şöyle
demektedir: “DP iktidara geldikten kısa bir zaman sonra ancak bir oligarşinin
hakimiyetine elveren bir bünye arazı göstermeye başladı. İkinci defa iktidarı elde
ettikten sonra, milli hakimiyet prensibinin gerektirdiği ‘tartışma ve danışmadan
sızan birleşik fikir’ kaidesini büsbütün ihmal etti. ‘Kanun ötesi tedbirlerde’ bir
meşruluk bulma anlayışının, kanunilik, hukukilik rejimi olan demokraside hiç yeri
olamaz. DP icra kademeleri, münakaşa ve murakabeye paydos anlamında bir siyasi
istikrar rejimi kurmakta ısrar ederlerse, bu rejim, merkeziyetçi, mutlakıyetçi, dar
hürriyetli totaliter bir rejim olacaktır.”384
Bir başka yazıda şöyle denilmektedir: “Anayasa düzenimizin bıraktığı bazı boşluklar
ve müsamaha gösterdiği bazı sahalar, tamamıyla indi teamüllerle doldurulmak
384
Tartışma ve Denetlemeye Karşı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:39, 1 Kasım 1955.
303
üzeredir: Bakanların son istifalarının hemen Meclise gelmemesi; başbakanın
istifasının ve onun devlet başkanınca kabulünden önce şifahi cereyan etmesi ve
formalitelerin tamamlanmasının da Meclise geç gelmesi; kabine buhranı sekiz on
günü bulduğu halde başbakan namzedinin kabinesini kurmaktan vazgeçtiğinin veya
kabineyi kurma şansının hala devam ettiğinin bir türlü açıklanmaması; ortada bir
hükümet olmadığı halde Meclisin hükümeti kontrol vasıtalarının fuzuli ve tesirsiz
olarak kullanmaya sevk edilmesi..vb. Bir demokrasi ve onun parlamentosunu mu
kuruyoruz? Öyle ise, onun esprisine, mantığına açıkça kendini belirten kaidelerine
aykırı, indi hukuklar ve teamüller kurmaya paydos! İndi hukuk ve teamül koyma
merakının en son örneğini yeni kabinenin teşkil tarzında görüyoruz. Başbakanın
aynı zamanda ve asli görevi halinde bir diğer bakanlığı da uhdesine alması. Tekrar
edelim, anayasamız, hükümeti her bakanlığın ayrı bir vekil tarafından sevk ve
idaresi şartı altında bir heyet olarak tesir etmiştir. Birkaç bakanlığın bir bakan
elinde toplanmasını kabul edersek, bu işin mantığı bir gün bütün bakanlıkların bir
tek şahsın elinde temerküzü sonucunu davet eder. Bu, totaliter ve diktatoryal
rejimlerin temerküz kanunudur.”385
Forum, birçok yazıda DP iktidarının hukuk devletini tasfiye etmeye yönelik
eğilimler içinde olduğuna işaret eder. Bu yazılardan bir tanesinde şöyle
denilmektedir: “Şahsi ve mahalli menfaatlerin öne alınması, demokratik bir düzende
siyasi hürriyetlerden fedakarlığın felaketli neticelerini kafi vuzuhla tasavvur
edemeyiş, diktatörlüğe sürüklenen her memlekette olduğu gibi bizim için de bu en
büyük zaaf noktalarından biridir. Bir kasabaya veya vilayete fabrika ve köprü
yaptırabilmek için, milli davalar ve mülahazaları ikinci plana atan mahalli
menfaatperestlik; haksız muamele, zulüm ve baskı kendi yakın menfaatlerine
dokunmadıkça karşısında reaksiyonsuz kalma itiyadı, her yerde olduğu gibi
Türkiye’de de diktatörlüğe götüren köprü başlarıdır. Bu gidişi durdurmamız
mutlaka lazımdır. Otoriter idareye niyet edenlerin memelerinde muvaffak
olamayacaklarını son bir defa artık kedilerine milletçe gösterme zamanı gelmiş ve
hatta geçmek üzeredir.”386
Bir başka yazıda ise şu sözlere yer verilmektedir: “1954 seçimlerinden sonra bir
çırpıda çıkarılan Kırşehir Kanunu, Seçim Kanunu tadilatı, Memur teminatı ve
Üniversite muhtariyetini yok edici meşhur 6435 sayılı Kanun gibi muhtelif
antidemokratik kanunlara asrında belki en tehlikeli olan Emekli Sandığı Kanununun
39. maddesini değiştiren 6422 sayılı Kanun idi. Bu kanunla 25 yıl hizmet etmiş
herhangi bir hakimi, yaşı ne olursa olsun, emekliye ayırabilmek salahiyeti Adliye
Vekiline veriliyordu. Temyiz mahkemesine üye ve başkan seçilen hakimler
umumiyetle 25 yılı dolduran kimseler olduğuna göre, hakim teminatı en lüzumlu
bulunduğu hallerde, tamamen yok ediliyordu. Bu hükmün ve buna benzer
hükümlerin memleketimizde mahkemelerin bağımsızlığını nasıl tehdit ettiği, bu
durumun adliyemiz ve demokrasimiz için ne büyük tehlikeler gizlediği geçen iki yıl
içinde gerek bu dergide, gerek bütün Türk basınında teferruatıyla incelenmiş ve
belirtilmişti. O zaman, bu çeşit tenkit ve tahlillere cevap olarak ‘teminat hakimin
385
386
İndi Hukuk ve Teamül Koyma, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:42, 15 Aralık 1955.
İmtihan Zamanı, Başyazı, Forum, sayı:50, 15 Nisan 1956.
304
vicdanıdır’ diyen bir Adliye Vekili vardı. Elbette, bir memlekette hürriyetin de
adaletin de son sığınağı, en son teminatı, hakimin, gazetecinin, milletvekilinin,
üniversite hocasının hülasa her aydının ve hatta her vatandaşın yüreğindeki adalet
ve hürriyet aşkıdır. Fakat unutmayalım ki tüm medeni ve demokrat milletlerin
anayasalarında hakim teminatı bir prensip olarak yer almaktadır.”387
Hükümet etmekte olanlar, kanunların kendilerine tanıdıkları hakları kullanırlarken,
kamuoyunun reaksiyonlarını düşünmek durumundadırlar. Bir davranış, kanunlara
uygun olsa bile, o davranışın, adalet prensipleri ile bağdaşıp bağdaşmayacağı
üzerinde düşünülmelidir. Kuşkusuz böyle bir muhasebe hukuk devlet anlayışına
sahip iktidar sahiplerinden beklenilebilir. DP yöneticileri ise on yıllık iktidarları
boyunca bu şekilde nitelendirilmekten uzak tutum sergilemişlerdir. Şunu da
belirtmek gerekir ki, hukuk devleti anlayışında, ülkeyi yönetenler yurttaşlara açık
davranırlar ve hesap vermekten kaçınmazlar. Ülkedeki menfi veya müspet hadiseler
hakkında kamuoyunu bilgilendirirler. Kaldı ki ülkede herhangi bir alanda bir kriz
baş göstermişse, bu krizin çözülmesine dair izlenecek yol yine yurttaşlarla paylaşılır.
Yoksa DP iktidarının yaptığı gibi krizler yok sayılmaz.
Bir incelemesinde Bülent Ecevit, özgürlük-güvenlik-hukuk devleti ilişkisini şöyle
açıklar: “Vatan insanın yatağında korkusuz uyuyabildiği toprak olmalıdır. Biz
istediğimiz kadar hürriyet ve demokrasiden, ispat hakkı, yargıç teminatı, üniversite
bağımsızlığından söz edelim, Türkiye bir polis devleti zihniyetiyle yönetilmektedir.
Acı gerçek, tatsız, kötü gerçek budur. Bugün değişmesi gereken, güvenliğimizle ilgili
bir teşkilatın tutumundan, çalışma tarzından önce, sorumlu siyaset adamlarımızın
milli güvenlik zihniyetidir. Çünkü aslında gerçek bir ihtiyacı karşılaması gereken
güvenlik teşkilatının çalışma tarzındaki kusurlar, bu zihniyetin tabii sonuçlarından,
belirtilerinden başka bir şey olamaz. Sorumlu mevkilere gelmiş siyaset
adamlarındaki düşünene karşı bir korku, bir güvensizlik vardır. Bu, Osmanlı
çağından, Abdülhamit zamanından kalmış, kötü, zararlı bir mirastır. Bu mirasın
izleri tamamen silinmedikçe, Türkiye’de demokrasi de hürriyet de boş sözlerden
ibaret kalacak ve Türk milleti hiçbir zaman Batı dünyasının fikir hayatına
katılamayacaktır. Ergin bir millet güvenlikle hürriyet arasında bir seçme yapmak
zorunda değildir. Ergin bir millet, güvenliği ile hürriyeti arasında bir denge
kurabilir. Bu denge kurulmadıkça, güvenlik kaygısının fikir hürriyeti zararına
gelişmesi durdurulamaz.”388
Ecevit, devamla şunları söyler: “Mesele, milli güvenliğimiz ile ilgili teşkilatın
çalışma tarzına, kullandığı usullere hakim olan zihniyettedir. Bu zihniyet
değişmedikçe, o teşkilat parasını ve zamanını yanlış yollarda, faydasız yollarda
harcamış olacağı gibi, Türkiye’de bir fikir hayatı doğmasına da engel olmakta
devam edecek, bunun sonucu olarak da demokrasimiz, içi boş, işe yaramaz, doğru
dürüst işlemez bir kalıptan, bir süsten ibaret kalacaktır. Milli güvenliğimizden
sorumlu teşkilat, bugün iktidardaki kimselerin kendi siyasi güvenlikleri için
kullanılmakta, Türkiye’de demokrasi büsbütün yapmacık bir hale, bir polis
387
388
Adalete Vurulan Darbe, Başyazı, Forum, sayı:52, 15 Mayıs 1956.
Bülent Ecevit, Güvenlik, Hürriyet ve Kültür, İncelemeler, Forum, sayı:50, 15 Nisan 1956.
305
devletinin yüzüne takılı bir maske haline gelmiş olmaktadır. Dürüst yollardan
yenilemeyecek, yıkılamayacak, susturulamayacak kadar lekesiz, suçsuz ve korkusuz
siyasi rakiplere veya tenkitçilere leke vurmanın en kolay fakat en çirkin bir yolu,
onlar hakkında, lekeli veya şüpheli insanlarmış gibi ‘gizli’ tahkikatı bir yandan
siyasi rakibe veya tenkitçiye, bir yandan da onun dost veya seçmen çevresine
duyurmaktır. Böylelikle hem hakkında tahkikata ‘lüzum görülen’ kimseye gözdağı
verilmiş, hem de o kimsenin çevresine, kendisi hakkında şüphe tohumları ekilmiş
olacaktır.”
Forum, Demokrat Parti iktidarı ile hukuk devleti görünümündeki polis devleti
anlayışının hakim kılınmaya çalışılmasını, Demokrat Partili yöneticilerin, devlet
gücünü sınırlandıran hukuki tahditler gibi ahlaki tahdidi de yok saymalarına bağlar.
Bu çerçevede Münci Kapani şöyle demektedir: “Ahlaki tahdit, devlet kudretini
istimal edenlerin haiz olabilecekleri, yüksek bir adalet ve hakkaniyet duygusu, ferdi
haklara ve hürriyetlere hürmet, hakikate bağlılık gibi bir takım moral vasıf ve
inançların temin ettiği bir tahdit, bir nevi ahlaki kendi kendini tahdittir. Ahlaki
mahiyette bu tahdidin kıymet ve ehemmiyeti hiçbir zaman küçümsenemez. Hukuki
tahditlerin noksanlığı halinde, ahlaki tahdidin bu noksanı tamamladığı ve idare
edenleri keyfi bir şekilde hareket etmekten alıkoyduğu, medeni topluluklarda daima
müşahede edilen bir vakıadır.”389
Forum’a göre, bir memlekette hukuk devletinin düzeninin kurulması bütün milletin,
bilhassa bütün aydınlar beraberce ulaşmaları gereken bir hedeftir. Eğer topluluk
henüz hukuk devleti anlayışına kavuşamamış, topluluk üzerinde keyfi ve mutlak
idarenin zulmü hakim ise, bundan birinci derecede Forum, aydınları sorumlu tutar.
Bu bağlamda Forumcular, kendilerinin görevlerini yerine getirdiklerini düşünürler.
Nitekim Forumcular, iktidar sahiplerine hitaben zaman zaman mektup kaleme alırlar
ve bu mektupta onları demokratik yola davet ederler.
Bu çerçevede Muammer Aksoy’un yazdığı mektuptaki şu sözlere yer vermek uygun
olur: “Türkiye içinde biricik doğru idare tarzının demokratik bir hukuk devlet
olduğu hakikatini, DP’nin artık samimi olarak kabul etmesi zamanı çoktan gelmiştir.
Esasen DP, bu gerçeği ilan ederek ortaya çıkmıştı. DP liderleri, iktidara gelmeden
önce, bunun müdafaasını yapmışlar, demokratik hukuk devlet düzenine methiyeler
söylemişler, kasideler yazmışlardı. Bu nizamın gerçekleştirilmesi, DP’nin doğuş
sebebi olduğuna göre demokrasiye zıt istikamette yol alan bir Demokrat Parti, kendi
kendisini inkar etmiş duruma düşmektedir. Eğer DP gereken kudreti göstererek
1950 mevzuatına dönmek suretiyle demokrasi ve hukuk yolunu tutmazsa, totaliter
devlet istikametindeki bu gidiş, gerek memleket gerekse DP için çok zararlı ve
tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. İktidar partisinin önünde duran iki yoldan biri ne
kadar karanlıksa, diğeri de o derece aydınlıktır. Biri çıkmaza, diğeri muasır
medeniyetin üstün seviyesine ulaştırmaktadır.”390
389
390
Münci Kapani, Devlet Kudretinin Tahdidi, İncelemeler, Forum, sayı:76, 15 Mayıs 1957.
Muammer Aksoy, Açık Mektup, Forum, sayı:88, 15 Kasım 1957.
306
Mektup şöyle devam etmektedir: “Asla şüphe edilmesin ki, şiddet yolu, hem
memleketi zulmete götürecek ve hem de milletin sevgisini süratle kaybetmeye
başlamış olan Demokrat Partiyi tam bir hezimete uğratmaktan asla
kurtaramayacaktır. Antidemokratik kanunların yarattığı aldatıcı zırha, para veya
devlet radyosunun tek taraflı uyuşturucu yahut sindirici yayınlarına ve diğer her
türlü vasıtalara rağmen Demokrat Parti hezimete uğramaktan kurtulamayacaktır.
Çünkü milletin sevgisini kaybeden bir partiyi, bu sevginin azalmasına sebep olacak
böyle yanlış tedbirler sayesinde iktidarda tutabilmenin sırrı, insanlık tarihinde
keşfedilmemiştir ve asla edilemeyecektir. Daima her türlü parti mülahazalarının
dışında kalmış ve bugüne kadar hiçbir partiye intisap etmemiş bir şahıs olarak, en
samimi temennimiz DP’nin 1946-1950 ruhuna yeniden sahip olması ve o yolda
hareket etmeye başlamasıdır. Aksi halde millet, DP’nin mukavemetine rağmen,
muhalefet vasıtasıyla rejim davasını halledecektir.” Forum, iktidarı, yok ettiği
hukukiliğe bir gün kendisinin de ihtiyaç duyabileceğini düşünmesi gerekliliğine
işaret eden yazılara özellikle 1958 yılı ikinci yarısından itibaren çok yer verir. Bu
minvalde bir başyazı da kaleme alınmıştır. Yazıda şöyle denilmektedir: “DP lilere
şu iki sosyal gerçeği hatırlatmak isteriz. Birincisi; çok partili rejime girmiş bir
memlekette demokrasi yolundan ayrılmış olan bir iktidar partisi, ne kadar
antidemokratik tedbirler alırsa alsın, günün birinde ve bu totaliter tedbirlerin arz
ettiği şiddetle mütenasip bir sürat ve vüsatta tam bir mağlubiyete uğramaya ve
iktidarı terk etmeye mecbur kalır. İkincisi ise; hürriyeti bir kere tatmış bir milleti,
totaliter bir rejime sürüklemeye, bu durumu uzunca bir zaman muhafaza etmeye asla
imkan yoktur. Bu yoldaki safdilce teşebbüsler, sonunda feci bir şekilde iflas etmeye
mahkumdurlar.”391
Forum, Irak’taki darbeyi, darbe öncesi iktidarın hukuk devletini tasfiye edişinin bir
sonucu olarak yorumlar. Aslında bu yorum ile DP iktidarına bir mesaj verme kaygısı
güdülür. Forum’un yorumu şöyledir: “Türkiye’nin kaderini ellerinde bulunduranlar
ve bulunduracak olanlar, Irak olaylarının sebepleri, cereyan tarzları ve sonuçları
üzerine dikkatle eğilmelidirler. Bağdat’ta bir defa daha görülmüştür ki, memlekette
düşünce ve ifade hürriyeti ortadan kaldırılırsa, muhalefet partileri yok edilir,
muhalifler zindanlara atılırsa, basın mensupları hürriyetsizlik içinde bunaltılırsa,
halk efkarı baskı altında tutulursa, insanların içindeki kırgınlıklar, haksızlık
duygularını ortaya çıkartacak emniyet supapları tıkanırsa, yani hukuk devleti tasfiye
edilirse, buna tepkiler de son derece şiddetli olmaktadır. Meclislerinde kendi
aleyhlerine cümleler sarf edilmesine tahammül göstermeyenler, gazetelerde sadece
kendilerini alkışlayan yazılara müsaade verenler, bu tahammülsüzlüklerinin
cezasını, aynı derecede tahammülsüz ve müsamahasız kalabalıkların elinde ölmekle
çekmişlerdir.”392
Şu sözler ise ilginçtir: “İktidara meşru yollardan gelmiş bile olsa, sonradan
anayasaya ve insan hak ve hürriyetlerine aykırı hareket ederek hukuk dışına çıkan
bir iktidarın mümessillerini öldürmek caiz midir? Ta Eflatun ve Çiçeron
devirlerinden beri kah müspet kah menfi cevap veren birçok fikir adamına ve
391
392
Muhalefetin Üstündeki Ağır Baskı, Başyazı, Forum, sayı:100, 15 Mayıs 1958.
Irak’tan Alınacak Ders, Başyazı, Forum, sayı:105, 1 Ağustos 1958.
307
hukukçuya rastlamaktayız. Müstebitleri öldürmenin sadece mazur görülecek bir
hareket değil, aynı zamanda bir hak hatta vazife olduğu görüşünü savunan
hukukçular hiçbir devirde eksik olmamıştır. Biz şahsen bir zalimi bile öldürmenin
hak teşkil edemeyeceği kanaatindeyiz. Müstebit bir kere alaşağı edildiyse, o dahi
ancak ve ancak tamamen müstakil mahkemelerce ve aleni olarak yapılan bir
muhakemeden sonra cezalandırılmak gerekir.”393
Demokratik rejimin hukukilikten uzak olmayacağının altını çizen Forumcular,
iktidarın demokratik hukuk devleti anlayışının sürdürülmekte olduğu izlenimi
vermesinin yanlışlığını şiddetle eleştirmişlerdir. Bu şiddetli eleştirilerini başyazıya
da taşımışlardır. Başyazıda şöyle denilmektedir: “İktidarın gayesi bir taraftan
demokratik hukuk devletinin esas kaidelerini hiçe saymak ve muhalefeti sımsıkı
bağlamak, diğer taraftan Türkiye’de demokratik hukuk devlet düzeni devam
ediyormuş intibaını vererek iktidarda kalmaktır. İddialarına göre, kendileri
Türkiye’de rejim eğrisini daima yükseltmek için çalışmaktadırlar ve eğer bu eğride
bir alçalma var ise kabahati muhalefetin demokrasiye aleyhtar tutumunda aramak
gerekir. Başka bir deyimle bugünkü iktidar mensupları çizdikleri yolun, evvelden
düşünülmüş ve hesaplanmış bir yol olmadığını, her ne pahasına olursa olsun hatta
rejimin özünü değiştirerek iktidarda kalmak gibi bir şeyin akıllarından geçmediğini
göstermek istemektedirler.” 394
Yazı şöyle devam etmektedir: “Demokrasi belli ve riayet edilmesi mecburi kaidelere
dayanan bir oyundur. Bu kaidelerin iki tarafça kabul edilmesi, hakemin, cezaların ve
yasakların müşterek rızaya dayanması şartıdır. Oyun kaidelerini tek taraflı
zorlamaya başladığımız anda, rejimin adını da değiştirmeye hazırlanmalıyız.
Türkiye’de kaidelerin değiştirilmesi hareketine yol açan adım, oyunu devam
ettirebilmek endişesinden değil, oyun içinde kurulmuş olan hakimiyeti biraz daha
sürdürebilmek arzusundan doğmuştur. Kaideleri çiğnenen demokrasi oyunları ve
mahiyeti belli olmayan bir rejim içinde her geçen gün, milletin sağduyusunu ve
karakterini için için kemirmektedir. Kaidelerin değişmesine rağmen, oyunun hala
eski oyun olduğu söylenmekte, fertler mahiyetini iyice kestiremedikleri bir havanın
içinde yaşamaya zorlanmaktadırlar. Bu yüzden kütlelerin dalgalanması, zayıf
karakterlerin tamamen yıkılması ve sahte fikirlerin piyasayı kaplaması çok
kolaylaşmaktadır. Bu durum millet içinde değer olarak bilinen şeyleri
yıpratmaktadır. Vicdan, karakter üstünlüğü, dürüstlük gibi vasıflar, iki yüzlü gidişin
temposuna ayak uydurmuşlardır. Milletin daha fazla için için kemirilmesine
müsaade edilmemeli, rejimin adı açıkça söylenmelidir” Forum, 1959 yılından
itibaren ülkede hukuk devleti düzeninin kalktığını, bunun yerine anarşi ve çatışma
ortamının bizzat iktidar sahipleri tarafından yaratıldığını ifade eder. Bu noktada
muhalefeti ise, daha açık bir ifadeyle CHP’yi, hukuk devleti anlayışının temsilcisi
olarak nitelendirir.
393
394
Muammer Aksoy, Milletlerin İsyan Hakkı, İncelemeler, Forum, sayı:107, 1 Eylül 1958.
Rejimin Adı, Başyazı, Forum, sayı:124, 15 Mayıs 1959.
308
2.Egemenliği Kullanma Biçimleri
2.1.Yasama
Türkiye’nin kurulduğu tarihten itibaren ulusal istikametinin belirleyicisi parlamento
olmuştur. Bu, modern devletin tesisi sürecinde bir kamu hukuku ilkesi haline de
getirilmiştir. İlkenin siyasi kökenini, Birinci Dünya Savaşının arkasından gelen
felaketleri bertaraf etme gayretlerinin belirdiği günlerde aramak gerekir. 1919’da
Osmanlı Mebusan Meclisinin Türk milletinin kaderini kurtaramayacağı anlaşıldıktan
sonra, Anadolu’da milleti gene bizzat milletin azim ve kararı ile kurtarmak için yeni
bir Meclis kurulmuştur. İşte o tarihlerden itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi,
bütün milli plandaki işlerin sevkinde, idaresinde ve kontrolünde en hakim mevkii
elde etmiştir. Daha sonra bu siyasi ilke hukuki bir ilke haline getirilmiştir. Bu
durumu ifade eden bir anayasa hukuku ve siyaset geleneği oluşturulmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra da parlamenter sistemin ruhuna uygun olan bu ilkeye
bağlılık sürdürülmüştür. Nitekim, demokratik rejimin başlangıcı TBMM’nin
kurulmasıyla başlatılabilse de, demokrasinin yetkinleşmesi cumhuriyetin ilanı ile
gerçekleşmiştir. Bu minvalde cumhuriyeti de, demokrasinin en yetkin biçimi olarak
tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Meclis, üç işlevi görmeye başlamıştır. Bunlar Türk
ulusunu temsil etmek, Türk ulusu adına kanun yapmak, yaptığı kanunları Türk ulusu
adına uygulamak üzere kendi içinden çıkarttığı yürütmeyi denetlemektir. Ancak bu
üç işlevi veya özelliğinin yanında; Meclis, tarihsel olarak üstün organ olma
özelliğini muhafaza etmiştir. Nitekim, Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca Meclis, ulus
adına tek yetkili organ olma vazifesini görmüş, bu vazifeyi icra ederken de tüm
yetkeleri yani yasama yanında, yürütme ve yargı yetkelerini de elinde toplamıştır.
Zaten 1921 Anayasası Meclisin bu yapısının somut bir ifadesidir.
Cumhuriyetin ilanından sonra bu yetkelerin birbirinden ayrılması durumu hasıl
olunca da, Meclis hukuken üstünlüğünü sürdürmüştür. Kaldı ki 1924 Anayasası ile
Meclisin bu üstünlüğü hukuken teminat altına alınmıştır. Ancak hemen belirtmek
gerekir ki modern devletin inşası sürecinde, Meclis fiili üstünlüğünü kaybetmeye
başlamıştır. Devrim sürecinin yerleştirilmesinin bir gereği olarak yürütme organının
etkinleşmesi sebebiyle, yasama-yürütme arasında önce bir denge hali görülmeye
başlamış, bu ise yerini yürütmenin üstünlüğüne bırakmıştır. Altını çizmek gerekir ki
Cumhuriyet rejiminin kurucuları, tek parti döneminde milli istikametin sevk ve
idaresinde en etkili noktayı teşkil ettikleri ve bu şartlar içinde hükümetler de fiilen
Meclisten kuvvetli duruma geldikleri halde, Meclis üstünlüğü anlayışını, saf bir
inanç ve romantizm halinde sürdürmüşlerdir.
Aslında Cumhuriyet rejiminin kurucuları, Meclisin üstünlüğünü koruma gayreti
içerisinde olmuş olsalar da, bir diğer ifadeyle hem hukuken hem de siyaseten bunu
muhafaza etmeye çalışmış olsalar da, fiili durum buna pek imkan vermemiştir. Çok
partili yaşama geçildikten sonra ise, hükümetin Meclis karşısında üstünlüğü
büsbütün hissedilir hale gelmiştir. Çünkü genel seçimlerde en yüksek oyu alan parti,
309
yani CHP, Meclisteki çoğunluğa sahip olmuş, dolayısıyla hükümeti kurma görevi
CHP’nin olmuştur. Meclis de CHP hükümetinin çıkarılmasını istediği yasaları
çıkartan bir organ halini almıştır. Gerçi hemen belirtmek gerekir ki, buna rağmen,
CHP kadrosu, Meclisin üstünlüğü fikrini bir romantizm içinde sürdürme gayretini
bırakmamıştır. Öte yandan bu dönemde DP liler, CHP’yi Meclisin üstünlüğü
ilkesine riayet etmemekle eleştirmişlerdir.
Kuşkusuz DP’nin bu eleştirisi haklı değildir. Her ne kadar Meclisin üstünlüğü fikren
arzu edilse bile, fiilen bu tam anlamıyla gerçekleşememiştir, ki bu parlamenter
rejimin doğasına içkin bir durumdur. Şu halde, 1946-1950 arası dönemde, Meclis
Türk ulusunun temsil etmeye devam etmekle birlikte, yürütmenin etkinliği, temsilin
yürütme organında biriktiği izlenimini vermiştir. Meclis Türk ulusu adına kanun
yapmayı sürdürmekle birlikte, daha çok yürütmenin önerdiği kanunları çıkarma
eğilimi içine girmiş, yürütmeyi denetlemek görevi de kendiliğinden yürütmenin
geçirmek istediği yasaları kabul veya reddetmek şeklinde cereyan eder bir durum arz
etmiştir.
1950 yılında iktidar değişimi gerçekleştikten sonra yani DP, hükümeti kurduktan ve
Mecliste çoğunluğa sahip olduktan sonra da, Cumhuriyet rejiminin kurucularının
Meclisin üstünlüğünü, fiilen olmasa da, tarihsel özelliği sebebiyle siyasi erdemin bir
gereği olarak muhafaza ettikleri gibi, DP lilerin de bunu sürdüreceklerinden kimse
kuşku duymamıştır. Gerçi CHP yöneticileri arasında bu kuşkuyu taşıyanlar yok
değildi ancak, Meclisin üstünlüğünü kabul erdeminin canlı tutulduğu bir siyasi
ortamda yetişmiş olan DP lilerden kimse aksini beklememekteydi.
Ancak bunu onlardan beklememek bir yanılgı olacaktı. Çünkü bu erdem
cumhuriyetçi demokrat ideolojiye ait bir erdemdi. Liberal demokrasi özü itibariyle
erdemin yerine özgürlüğü koymaktaydı. Cumhuriyetçi demokrasi ise erdemin ve
özgürlüğün bir arada olması esasına dayanmaktaydı. Kuşkusuz bu, yasaları yaratanın
ne veya kim olduğuna dair tanımla ilgiliydi. Cumhuriyetçi demokrat, yasaları
bütünün, liberal demokrat ise çıkar gruplarının yarattığını kabul etmekteydi. Şu
halde liberal demokratik ideoloji çerçevesinde Meclisin üstünlünü savunmak,
hükümetin meşruiyetini teminden öte bir anlam taşımamaktaydı.
Altını çizmek gerekir ki cumhuriyetçi demokrasinin erdem ile özgürlük arasında bir
tercih yerine her ikisinin birlikteliği kabulü, modernist düşüncenin bir ifadesidir.
Çünkü modernizm de özgürleşme sürecini, disiplin altına almak suretiyle işleyen bir
süreç olarak görür. Öte yandan liberal demokrasi, erdemi tasfiye edip yerine
özgürlük koymak suretiyle, aslında modernizmin özgürleşme sürecindeki disiplin
altına alma unsurunu dışlar, böylece modernizmin bir ürünü olmasına rağmen
modernizmin eleştirilmesine kapı açan bir ideolojiye evrilir.
Aslında bunun bir benzerini, bugünün tartışma konularından biri olan yeniİslamcılık - buradaki yenilik sadece, İslamcılığın kendine siyasi alanda daha geniş
310
yer bulmak için araçlarını değiştirmiş olması bağlamında kullanılmaktadır- ve
postmodernizm arasındaki ilişkide de görmek mümkündür. Şöyle ki yeni-İslamcılık;
demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayan ahlaki mutlakıyete sahip bir ideoloji
olmasına rağmen; postmodermizmin bir ürünü olarak gelişmiş, ancak bir kez
olgunlaştıktan sonra, postmodernizin ahlaki göreliliğinin karşısına dikilmiştir.
Bu hatırlatmadan sonra tekrar 1950 li yıllardaki Türk siyasal yaşamına dönersek,
DP, beklenilenin aksine Meclisin üstünlüğünü siyasi erdemin bir gereği olarak dahi
muhafaza etme lüzumu görmemiştir. Ancak bunu, DP li yöneticilerin ahlaki zafiyet
içerisinde olmaları ile açıklamaya imkan yoktur. Bu, çok açıktır ki, DP li
yöneticilerin, liberal demokrat olma gayretinden başka bir şey değildir. Daha açık
bir ifadeyle, burada DP li yöneticiler örneğinde görülen, hem liberal demokrasi hem
de cumhuriyetçi demokrasinin ortak kabullerinden uzak bir yaklaşıma sahip olan bu
yöneticilerin, liberal demokrat ideolojiye temayül etmeleri ve bunun bir sonucu
olarak da anti-demokratik bir anlayışın belirmesidir.
1950-1954 arası dönem değerlendirildiğinde, CHP liler bakımından belirtilmesi
gereken husus ise, DP’nin Meclis üstünlüğüne kendini bağlı görmemesine dikkat
çekmek için CHP’nin, 1924 Anayasasını savunmasıdır. Bu ilk muhalefet döneminde
CHP, mevcut anayasanın iyileştirilmeyecek olması durumunda, en azından o
zamana kadar edinilmiş kazanımları korumayı başarı saymıştır. Bu da, 1950-1954
arasında CHP’ye dair statükoculuk iddiasının öne sürülmesine zemin hazırlamış ve
söz konusu nitelendirme Türk siyasal yaşamında CHP’ye yapıştırılmış olarak öylece
kalmıştır. Dolayısıyla CHP’nin bu dört yıllık süreçteki en belirgin hatası 1924
Anayasasını eksikleri ile birlikte savunmak olmuştur. Gerçi bunu, CHP, 1954
seçimlerinden sonra fark etmiş ve buna binaen adımlar atmış, hatta 1961
Anayasasının özünü teşkil eden demokratik kurum ve kuruluşların savunucusu
olmuşsa da, bir kez bu dört yıllık dönemdeki tutumu, liberal demokratların da yaygın
savlarının etkisiyle hafızalara kazınmıştır.
Özellikle 1954 seçimlerinden sonra, Meclisin üstünlüğü, düşünsel olarak dahi
iktidar sahipleri tarafından benimsenmediğinden, daha ötesi Meclisin üstünlüğünün
Anayasada yazılı olması hasebiyle, DP’nin bunu, icraatlarını meşrulaştıran bir ilke
olarak görmesinden, 1954 genel seçimleri sonrasında, rejim, bir temsil krizi ile
karşı karşıya kalmıştır. Yürütmenin, Meclis aleyhine gücü kuvvetlendikçe, yönetenyönetilen aynılığı fiili olarak bozulmuştur. Bu bozulmanın bir ifadesi olarak da
Meclis, Türk ulusunun kendisi olmaktan çıkmış, Demokrat Partinin Meclisi haline
dönüşmüştür. Kuşkusuz bunda seçim sisteminin de etkisini göz ardı etmemek
gerekir.
Bu bağlamda Burdeau’nün, Fransız Devrimi ile halkın iradesi ile yasama iktidarının
eşitlenmesi hususundaki şu sözlerine yer vermek uygun olur: “Demokrasinin Fransız
nazariyecilerinin eserlerinde mütemadiyen tekrar edilen tabirle, ‘temsil, bir irade
devri meydana getirmeyip, irade beyanı sağlar.’ Temsile verilen bu mananın önemli
sonucu halkın iktidarının bütünü ile temsili organ içinde olduğudur. Millet ile
311
temsilcileri arasındaki bu ayniyet Fransız ihtilali prensiplerinde kusursuz bir akli
ispat bulmuştur. İngiltere ve Amerika gibi yerlerde ise, halk iktidarı seçilmiş
meclisler tarafından ele geçirilmiştir. Fakat pratik netice her ikisinde de aynı
olmuştur.”395 Burdeau, bu bahiste her iki durumda da özgürlüğün tehdit altına
girdiğini savunur ve halkın iktidarının ancak ‘halkçı demokraside’ olabileceğini
söylemekle Marksizm’in farklı bir yorumunu ortaya koyar. Burada dikkat çekilmeye
çalışılan husus düşünürün görüşleri değil, düşünürün Fransız Devrimi’nden
kaynağını alan ‘cumhuriyetçi demokrasi’nin ulus ile temsilcilerin aynılığı iddiasına
değinmesidir. Dolayısıyla bu noktadan tekrar CHP ve DP dönemlerinde farklılaşan
ulus-temsil ilişkisi bahsine dönülürse, DP döneminde ‘Türk halkının iktidarının
seçilmiş DP li milletvekilleri tarafından ele geçirilmiş’ olduğunu, bunun ise ‘halkın
iradesi ile yasama iktidarının eşitlenmesi’nin aksi bir durum teşkil ettiğini söylemek
yanlış olmaz.
Aslında bu bahiste Burdeau’ye kadar gitmenin gereksiz olduğu iddia edilebilir.
Nitekim ‘halkın iradesi ile yasama iktidarının eşitlenmesi’ meselesini demokrasi ile
ilişkilendirerek açıklayan kapsamlı bir çalışmaya Bahri Savcı’nın eserleri arasında
da rastlamak mümkündür. Bahri Savcı, ‘Demokrasi Üzerine Düşünceler’ isimli bu
çalışmasını 1963 yılında kaleme almıştır. Savcı şöyle demektedir: “Sadece siyasi ve
hukuki olarak Meclis-halk ayniyeti ile yetinmeyip, bu ayniyeti bir sosyo-politik
fenomen olarak kurmanın yolu, genel oyu, muhafazacı merkezlerin tekelinden
kurtarıp, onu reformcu akımların etkisini de almaya istidatlı kılmak gerekir. Bunun
da yolu, yani, reformcu akımların da genel oya etkisini getirebilmenin de yolu,
demokratik hürriyetleri Anayasa içi imkanlara göre geliştirerek, bu reformcu
akımların yaşamasına, şahsiyet bulmasına imkan hazırlamaktır. Ancak demokratik
hürriyetlerin gelişmiş bulunduğu bir ortam içindedir ki, demokratik reformcu
akımlar, Anayasa içi yani Anayasa himayesinde birer müessese olma imkanına
kavuşur ve halka, Batılı olan içtimai terakki istikametimizin gerçekleşmesinin şartı
olan yeni aspirasyonlar, dilekler, operasyonlar teklif edip, bu hususlarda onun
rızasını alır ve bu rıza da, Meclise intikal ettiği zamandır ki, Meclis-Halk ayniyeti,
aynı zamanda bir sosyal realite ayniyeti haline gelebilir ve demokrasimizin sıhhati
de bu ayniyet içinde kendisini bulur.”396
Forum, Meclisin üstünlüğü ilkesine dair, yayın hayatına girdiği tarihten itibaren pek
çok yazıya sayfalarında yer vermiştir. Dergi, 1954 yılı yasama döneminin açılışına
denk gelen günlerde çıkan sayısında Meclis üstünlüğüne dair şunları söylemektedir:
“Bugün bütün siyasi kuvvet ve nüfuz Anayasa metnine göre, şeklen bir numaralı
devlet organı olan parlamento elindedir. Fakat, gerçekte, bütün siyasi kuvvet ve
nüfuz, gittikçe partililere, partilerin merkez organlarına geçmektedir. Bu, önüne
geçilmez bir akımdır. Fakat bu akım yumuşatılmazsa parlamento bir gün bütün
iktidarlarından soyunmaya ve devlet gücünü bir avuç parti oligarşisinin eline
bırakmaya mecbur kalır. O zaman, parti merkez organlarının eline geçen siyasi
iktidar gücü, kontrolsüz bir kuvvet olarak, bütün vatandaşların ve türlü içtimai
kategorilerin hürriyetleri ile onlara bunu vermeye uğraşan demokratik müesseseleri
395
Georges Burdeau, Demokrasi Sentetik Deneme, çev.B.N. Esen, Ankara:A.Ü. Hukuk Fakültesi
Yayınları, 1964, s. 22-23.
396
Bahri Savcı, Demokrasimiz Üzerine Düşünceler, Ankara:A.Ü. S.B.F. Yayınları, 1963, s.45.
312
zeval buldurur. Buna engel olmak için bizzat parlamentonun kendi imkanları ile
müspet çalışma yapması gerekir.”397
Aynı yazı şöyle devam etmektedir: “Biliyoruz ki, Türk parlamentosu, önce bir karar
verme organıdır, sonra da hükümet icralarının kontrol sahnesidir. O halde, bu iki
alanda, kendisine Anayasa hukukunun ve modern parlamentarizmin verdiği siyasi
imkan ve vasıtaları hakkı ile kullanırsa, hükümet-parlamento münasebetlerinin
mesut bir muvazene içinde kurulmasına ve bu yol ile de hak ve hürriyetlerin
gerçekleşmesine yol açar. Evet, Türkiye Büyük Millet Meclisi, bir karar verme
organıdır; ya meselelere bizzat el atarak karar verir ya da hükümet eli kendisine
getirilen meseleleri teemmül ederek karar verir. Çokluk, bu ikinci yolu kullanır. Bu,
modern parlamentarizmin bir icabıdır. Fakat bir parti oligarşisinin tesiri de bu
noktada ve bu yol ile gözükmeye başlayabilir. Meclisimiz, Meclise parti kanalı ile
tesir edecek olan hükümetin kendisine getirdiği meselelerin içinde, günün dar siyasi
menfaat icaplarına göre ayarlanmış olanları ayırmayıp, o meselelerde de hükümetin
telkin istikametinde karar verme yoluna girebilir. Bu suretle de yavaş yavaş, ancak
gücünün ilcalarından, kabine menfaatlerinin icaplarından ilham alan fakat devlet
hayatının dayanması gereken prensiplere uymayan icralar adet olmaya ve terazinin
kefesinde ağır basmaya başlayabilir. Oysa ki Meclisimiz, karar verirken bazı
prensipleri kendisine ölçü yaparsa, hükümetin günlük ilca ve basit menfaat
icaplarına dayanan telkinlerini seçebilir, ayıklayabilir, ıslah edebilir. En iyi niyetli
hükümetler bile, karışık hayat şartları içindeki mücadele hissiyatı dolayısıyla böyle
telkinlerde bulunurlar. Bu itibarla, Meclisin kendini bunlar karşısında koruması,
onları ıslaha çalışması gerekir. Bu hususta kendisine yarayacak prensip ve ölçüler
ise bizzat Anayasa, parti programı nihayet demokratik espriye sadakat
duygusudur.”
Yazıda Meclisin hükümeti denetleme görevine dair ise şu sözlere yer verilmektedir:
“Kontrol meselesine gelince, Meclisimiz hükümeti kontrol sahasıdır. Fakat bugün
kontrol hususunda da Meclisin faaliyetine gene Meclisteki parti çoğunluğu hakim ve
müessirdir. O halde, iktidar, bizzat kendini kontrol edecek demektir. Çoğunluk,
Mecliste bu işi yaparken, liderin ve onun kabinesinin karşısında çekingen
davranırsa, bu bizzat hükümetin de aleyhinde olacaktır. Çünkü kontrol
mekanizmasının türlü işlemleri, daima, hükümete hangi noktada olduğunu hatırlatan
ve onu Anayasaya, parti programına, demokratik espriye sadakate sevk eden birer
uyarıcı vazifesi görür. Böyle bir kontrol işlemlerinden uzakta kalan hükümet,
kendisini uyaran bir samimi vasıtadan mahrum kalacak demektir.”
Forum, Mecliste milletvekillerinin seviyesiz hal ve tavırlardan kaçınmalarını
demokratik zihniyetin gereği olarak görmektedir. Oysaki hatırlanacağı üzere, DP
iktidarı döneminde Mecliste DP li milletvekillerinin CHP lilere karşı yakışıksız
saldırılarına tanık olunmuştur. Bu hadiselerden birini başyazıya taşıyan Forum şöyle
demektedir: “Bir muhalif milletvekilinin Büyük Millet Meclisi kürsüsünde konuştuğu
sırada iktidar partisine mensup bir milletvekili tarafından kucaklanıp indirilmesi ve
397
Meclisin Açılışı ve Ümitlerimiz, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:15, 15 Kasım 1954.
313
hırpalanması parlamento adabı ile ilgili bazı meseleleri ön plana geçirmiş
bulunuyor. Hadisenin üzücü olduğuna şüphe yok. Bu, demokrasi anlayışının ve
terbiyesinin yeter derecede yaygın olmadığını gösteren bir alamettir. Türkiye’de
parlamentonun itibarını zedelemekten fayda umabilecek bir parti mevcut olmadığı
sanılmaktadır. O halde, Meclis içinde ahenkli ve nizamlı bir siyasi mücadelenin
gerçekleştirilmesi için zemin müsaittir.”398
Forum, Mecliste, ahenkli çalışmayı temin edecek düzenlemelerin eksikliğini de dile
getirir. Burada Forum’un referans noktası İngiliz parlamentosudur. Şöyle
denilmektedir: “Meclis içinde ahenkli ve nizamlı bir siyasi mücadelenin
gerçekleştirilmesi için her şeyden önce başkanlık makamının prestij ve otoritesini ve
partiler üstü durumunu titizlikle korumak lazımdır. Usulleri ve gelenekleri bütün
dünya parlamentolarına örnek teşkil etmiş olan ‘parlamentoların anası’ diye
isimlendirilen İngiliz parlamentosu, başkanlık müessesesi bakımından ilham kaynağı
teşkil edebilir. Avam Kamarası başkanının (speaker) parti çatışmalarının dışında
kalması ve mutlak tarafsızlıktan ayrılmaması, İngiliz demokrasisinin kilit
taşlarından biridir. Çoğunluk partileri Avam Kamarası başkanlığına siyasi bir renk
vermekten kaçınırlar ve başkan adayını muhalif partilerle konuşup anlaşarak tespit
etmenin faydasına inanırlar. Başkanlığa daima aşırı partizanlıktan uzak kalmış ve
itidali ile tanınmış kimseler getirilir. Bizde olduğu gibi İngiltere’de de speaker
parlamento üyeleri arasından, yani umumiyetle bir partiye intisap etmek suretiyle
siyasi hayata girmiş kimseler arasından seçilir. Fakat bir kere başkanlığa
seçildikten sonra speaker’ın tamamıyla tarafsız ve partiler üstü kalması icap eder.
Başkanın gelecek seçimleri düşünerek bir tarafı kayırmasını ve seçimler sırasında
da siyasi mücadele sahnesine inip taraf tutmasını önlemek için İngiliz siyasi
aklıselimi basit bir hal çaresi bulmuştur: Speaker’ın aday olduğu seçim bölgesinde
hiçbir siyasi partinin ona rakip çıkarmaması.” Forum, , Meclis çalışmalarının adaba
uygun ve demokratik ülkelerde benzer şekilde çalışabilmesi için, Meclis başkanının
tarafsızlığının sağlanması önerisini getirmektedir.
Yazıda, Meclis başkanının partiler üstü kalması zaruretinin yanı sıra parlamentodaki
oturma düzeni ile parlamenterlerin özenli ve saygılı tutumları da Meclisin düzgün
işleyişine etki eden birer unsur olarak belirtilmiştir. Şöyle denilmektedir: “İngiliz
parlamentosunda sert münakaşalar cereyan eder, bazı ölçüleri aşmamak şartıyla
karşılıklı ithamlar savrulur, fakat bir hatibin konuşma imkanını ortadan kaldıracak
derecede gürültü ve nümayiş yapılması pek nadirdir ve bu gibi hadiseler ilmi
eserlerde parlamento tarihi bakımından bir leke olarak zikredilir. Avam
Kamarasında üyelerin birbirlerine hitap etmeleri yasaktır, daima başkana hitap
ederek konuşulur. Mantıki bakımdan sağlam olmayan, fakat parlak ve süslü hitabete
özenen nutuklar hoş karşılanmaz. Bazı iddialara göre, iktidar ve muhalefet
partilerinin karşı karşıya oturmaları ve üyelerin yerlerinde ayağa kalkarak
konuşmaları coşturucu hitabete müsait değildir. Hatipler, karşılarında alkışlamaya
mütemayil taraftarlar görerek değil, tenkitçi nazarlar altında konuşmaya
mecburdurlar. Her iki tarafta da en öndeki sırayı liderler işgal ederler. Ayağa
kalktığı zaman hatibin ayağı yerdeki bir çizgiyi hafifçe aşarsa, derhal sözü kesilir.
398
Parlamento Adabına Dair, Başyazı, Forum, sayı:17, 1 Aralık 1954.
314
Böylece iki taraf mensupları arasında fiziki bir çatışmayı önleyen bir nevi yasak
bölge yaratılmıştır. Bir başka üyeden bahsedilirken, mensup olduğu partiye göre
‘pek sayın dostum’ veya ‘pek sayın centilmen’ gibi tabirlerin kullanılması şarttır.
Meclisin gündemi, dış ve iç politika üzerinde müzakereler açılması gibi hususlar
iktidar ve muhalefet temsilcileri arasındaki temas ve anlaşmalarla tanzim edilir.
Bazen yabancılara garip görünen buna benzer usul ve merasimlerin Meclis
müzakerelerine hakikaten vakarlı bir hava getirmeye yardım ettiği şüphesizdir.”
Bu bağlamda şunu hatırlatmak gerekir ki, İngiliz parlamentosunun sakin
oturumlarına karşılık, Fransız parlamentosunun da tarihsel olarak patırtılı, gürültülü
oturumları meşhurdur. Dolayısıyla parlamentoda oturumların sakin geçmesinden
ziyade, Meclis çalışmalarının düzenli olmasında esas mesele parlamenterlerin
medeni davranış ölçülerine sahip olmalarıdır. Yoksa, medeni insan ses çıkarmaz
veya bağırmaz diye bir varsayımda bulunmak yanlıştır. Meclis tartışma yeridir ve bu
tartışmalarda gürültü de olabilir, sataşma da olabilir, karşı iddia da olabilir, hepsi
mümkündür, öte yandan sözlü veya fiziki tecavüzde bulunmak bütün bunların
dışında bir tutumdur ve ancak gayri medenilik ile açıklanabilir.
Batı demokrasilerinde, seçmenin uzun aralıklarla seçim sandığına gitmesi ve bu
sayede hükümetin icraatlarının denetiminin yeterince sağlanamaması öngörüsüyle,
seçimler dışında, halkın da yürütülmekte olan politikalara kabul veya reddetmesine
imkan verecek araçlar tahsis edilmiştir. Bu araçlardan bir tanesi de referandumdur.
İşte Forum, Türk demokrasisinde de, hükümetin siyasetinin halk iradesi tarafından
tasdik edilip edilmediğini görmek açısından referandumu önermektedir.
Referandum, Meclisin halkı tam temsil edememesinden kaynaklı sorunları gidermek
için elverişli bir araçtır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki,
referandumun amacına erişmesi için, referanduma katılacak seçmenlerin iradelerini
belirtmeden önce ülke meseleleri hakkında tam olarak bilgilenmiş olmaları
gerekliliğidir. Aksi halde referandum bir kumara dönüşebilir ki demokratik rejim
‘zar atma rejimi’ değildir. Bir de gelir durumu meselesi vardır ki, bu da, seçmenin
davranışını etkileyecektir. Şu halde Forum’un bu önerisinin o günkü koşullarda
Türkiye’de uygulanması halinde pek de beklenen neticeyi vermeyeceği açıktır.
Daha ötesi, kimse o zaman için DP iktidarının kurucu düşünceyi referanduma
götürmeyeceğinin garantisini veremeyeceğinden, referandum önerisinin umulan
amaca hizmet etmeyeceği açıktı. Fakat altını çizmek gerekir ki, bu öneri, Meclisin
Türk ulusunu temsil etmediği düşüncesini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bu
bağlamda Forum’un referandum önerisini getirdiği şu sözlerini nakletmek yerinde
olacaktır: “Muhtelif memleketler, halk iradesinin daima taze bir şekilde tesir icra
edebilmesini temin zımnında muhtelif usuller kabul etmişlerdir ki bu usullerden en
ehemmiyetlisi kanaatimizce referandumdur. Referandum sayesinde halk gerek teşri
meclisler ve gerek hükümet tarafından alınmış veya alınacak olan kararlar hakkında
fikrini ve iradesini beyan eder. Bu suretle referandum bilhassa garp
315
memleketlerinde her şeyden evvel parlamentonun ve nihayet hükümetin suiistimale
kaçan icraatını önleyecek vasıfta bir mekanizma işini görür.”399
Demokratik memleketlerde parlamentoya başkanlık eden kimselerin tarafsızlığı
rejimin garantilerinden birini teşkil eder. Meclis başkanı çoğunluk tarafından
seçildiğine göre, bu seçimde şahsiyetinden başka siyasi kanaatlerinin de rol
oynaması mümkündür. Fakat bir defa seçildikten sonra, kendisini bütün Meclisin
temsilcisi ve içtüzük hükümlerinin koruyucusu olarak görmeye mecburdur. Kendini
bir partinin temsilcisi olarak görmemelidir. Bu bahiste Forum Fransa’dan şu örneği
vermektedir: “Fransa’da Meclis başkanları büyük bir otoriteye sahiptirler ve
müzakereleri tarafsızlıkla idare etmeye her şeyden fazla önem verirler. Mecliste
başkanlık etmek şerefine nail olan güpegündüz frak giyen milletvekili, ihtiraslarını,
peşin hükümlerini, dostluklarını ve kinlerini vestiyerde bırakır. Kürsüye çıktığı
zaman, karşısında göreceği milletvekilleri ve gruplar birbirine eşittir. Kürsüdeki
milletvekili kim olursa olsun, hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, başkanın
vazifesi bütün öteki milletvekillerini susturmak ve dinlemelerini sağlamaktır. Sağ
cenahın ateşli hatipleri konuşurken soldaki müfritleri, sol taraftan coşkun sözcüleri
kürsüde iken sağdaki müfritleri susturacaktır. Başkanın tarafsızlığı her türlü
şüphenin üstünde olmalıdır. Meclis başkanının bir siyasi lider haline gelmesi çok
tehlikeli bir hata olur, bu hata işlenirse herkesin haklarını korumakla mükellef bir
makam bir siyasi kanaatin veya partinin emrine verilmiş, kürsü hürriyeti ortadan
kaldırılmış, münakaşa ve murakabe rejimine öldürücü bir darbe indirilmiş olur.”400
Aynı yazıda Türkiye’deki durum ise şöyle anlatılmaktadır: “TBMM başkanı aynı
zamanda iktidar partisinin genel idare kurulu üyesidir. Parti kongrelerinde bulunur
hatta genel idare kurulu adına konuşur. Propaganda seyahatlerine çıkar, seçimlerde
en faal siyasi liderler gibi mücadeleye karışır. Meclis başkanı seçimi o derece bir
siyasi parti meselesi haline getirilmiştir ki, aday tespiti bir partinin meclis grubunda
yapılır. Halbuki parti disiplininin hiç mi hiç bahis konusu olmayacağı bir mesele
varsa, o da meclis başkanı seçimidir. İçtüzük, başkanın seçimini gizli oyla
yapılacağını belirtmekle, bu seçimde herkesin şahsi ve vicdani kanaatine göre oy
kullanmasını sağlamak istemiştir. Başkan olacak kimse hangi partiye mensup hangi
milletvekilinin kendi aleyhinde oy kullandığını bilmemelidir. Hülasa, körpe
demokrasimizin yaralarından biri de budur.”
Meclis başkanının tarafsızlığı bahsinde bir başka yazıda ise şöyle denilmektedir:
“Meclise riyaset eden kimseler, hükümetin Meclise ve Meclisin bir rüknü olan
muhalefete karşı müdafii değildirler. Aksine TBMM’nin murakabe imkanlarını,
milletvekillerinin haklarını icra uzvuna ve herkese karşı titizlikle korumak vazifesini
omuzlarında taşırlar. Meclis Riyaset Divanı, bir Meclis organıdır, hükümetin bir
parçası, hükümetin bir devamı değildir. TBMM başkanı, parti kavgalarının üstünde
kalmalıdır. Meclis başkanlığı partiler üstünde ve siyasi mücadeleler dışında bir
mevki haline gelmediği takdirde, bu makama Meclisin muvafık-muhalif bütün
üyelerinin beslemeleri gereken mutlak saygı sarsılır. Hakemin tarafsız hareket
399
400
Efkarı Umumiyeyi Hakim Kılmak, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:32, 15 Temmuz 1955.
Meclis Başkanı, Onbeş Günün Notları, Forum, sayı:40, 15 Kasım 1955.
316
etmediği veya tarafsızlığı hususunda iki taraftan birinde ciddi şüpheler uyandırdığı
bir futbol maçı nasıl çığırından çıkarsa, başkanın tarafsızlığına herkesin tam
manasıyla inanmadığı bir parlamento da müzakereler öylece normal mecrasından
çıkar, sertleşir.”401
Forum, Meclis başkanlığının tarafsızlığının korunmasını için bazı öneriler getirmeyi
ihmal etmez. Forum, Meclis başkanlarının her yıl için seçilmeleri usulü yerine, dört
yıllık bir seçim müddeti kabul etmenin daha uygun olacağını söyler. Böylece Meclis
başkanlarını ve başkan vekillerini bir yıl veya birkaç ay sonraki başkanlık
seçimlerini düşünerek çoğunluğa karşı hoş görünmek endişelerinden kurtarmanın
mümkün olabileceğinin altını çizer. Bunun yanı sıra, çoğunluk partisi arasından
başkan adayı seçilirken, muhtelif parti liderleriyle ve Meclis grupları ileri
gelenl

Similar documents

Untitled - Marmara Üniversitesi Bilişim Merkezi

Untitled - Marmara Üniversitesi Bilişim Merkezi Teknolojileri Sempozyumuna katıldığınız için hepinize gönülden teşekkür ederiz. Türkiye’de öğretim teknolojileri alanında en temel sempozyum olan bu bilimsel organizasyonda Fatih projesinden mobil ...

More information