PDF için tıklayınız... - Atatürk Kültür Merkezi
Transcription
PDF için tıklayınız... - Atatürk Kültür Merkezi
9 ISSN:1010-867-X Atatür k Kültür M er kezi D ergisi Sayı 2009 Journal of Atatürk Culture Center Issue 54 54 2009 Nisan, Ağustos ve Aralık Aylarında Yayımlanan Uluslararası Hakemli Dergi International Peer Reviewed Journal Published in April, August and December ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ ATATÜRK SUPREME COUNCIL FOR CULTURE, LANGUAGE AND HISTORY ATATÜRK CULTURE CENTER Atatürk Kültür Merkezi Dergisi TÜBİTAK / ULAKBİM, SBVT (Sosyal Bilimler Veri Tabanı) tarafından dizinlenmektedir. Yıl / Year: 2009 Sayı / Issue: 54 Atatürk Kültür Merkezi Dergisi Kurucusu / Founder Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı (1913-1993) Sahibi / Owner on behalf of Atatürk Atatürk Kültür Merkezi Culture Center adına Başkan Prof. Dr. Osman Horata Editörler / Editors Doç. Dr. Recep Boztemur (ODTÜ) Uzm. Alim Yanık (AKM Uzmanı) Yazı İşleri Müdürü / Journal İmran Baba Administrator Yayın Kurulu / Editorial Board Prof. Dr. Hakkı Acun (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ali Fuat Bilkan (TOBB ETÜ) Prof. Dr. Nihat Boydaş (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Nurettin Demir (Başkent Ü) Prof. Dr. Melek Dosay-Gökdoğan (Ankara Ü) Prof. Dr. Önder Göçgün (Pamukkale Ü) Hakem Kurulu / Referees Board Prof. Dr. Hakkı Acun (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Şerif Aktaş (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ömür Bakırer (ODTÜ) Prof. Dr. Ali Fuat Bilkan (TOBB ETÜ) Prof. Dr. Halit Çal (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. İsmail Doğan (Ankara Üniversitesi) Yard. Doç. Dr. Nurşen Fındık (Gazi Üniversitesi) Yard. Doç. Dr. Nevin Güngör-Ergan (Ankara Ü) Prof. Dr. Kenan Gürsoy (GS Üniversitesi) Prof. Dr. Osman Horata (AKM Başkanı) Doç. Dr. Mehmet Z. İbrahimgil (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Zahide İmer (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Esin Kâhya Yard. Doç. Dr. Ayten Koç-Aydın (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ramazan Korkmaz (Ardahan Ü) Prof. Dr. Çağatay Özdemir (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Metin Özkul (Süleyman Demirel Ü) Doç. Dr. Dilek Yalçın (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Berin Yurdadoğ Yönetim Yeri / Managing Office Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, 133 06570 Maltepe - Ankara, TURKEY Telefonlar / Telephones Santral: +90 312. 232 22 57 - 231 23 48 Yazı İşleri / Editorial: +90 312. 232 43 21 elmek erdemdergisi@gmail.com web / web www.akmb.gov.tr Süreli Yayın Dört Ayda Bir Çıkar Abone İşleri / Subscription Vedat Demirbaş +90 312. 232 39 13 Belgegeçer (Faks): +90 312. 232 43 21 Posta Çek Numarası 212938 ISSN 1010-867-X Kapak Tasarımı / Cover Design Grafiker ® Grafik-Ofset Matbaacılık Reklamcılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. Sayfa Tasarımı / Page Design Grafiker Ltd. Şti. ® Grafik-Ofset Matbaacılık Reklamcılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. 1. cadde 33. sokak No: 6 06520 (oğuzlar mahallesi) Balgat-Ankara tel +90 312. 284 16 39 Pbx faks +90 312. 284 37 27 elmek grafiker@grafiker.com.tr web www.grafiker.com.tr Baskı Yeri ve Tarihi / Press House and Date Grafiker Ofset ® Kazım Karabekir Caddesi Ali Kapakçı İşhanı 85/3 İskitler-ANKARA / +90 312. 384 00 18 Ankara, 10 Eylül 2009 / Ankara, 10 September 2009 Not: Makelelerdeki görüşlerin sorumluluğu yazarına aittir. Yazıların yayın hakkı merkezimize devredilmiş sayılır. Bu devir sanal ortamda yayımlanmayı da kapsar. İÇİNDEKİLER / CONTENTS Turhan Yörükân Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar Social Classes as a Factor of Socialization and Personality Formation Turhan Yörükân Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı The Relationship of Physical and Mental Health to Social Classes as an Urban Community İhsan Sabri Balkaya Türk- Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) The Reflections of Turco-Hungarian Diplomatic Visits on the Turkish Press (1930-1931) 1-52 53-84 85-106 Nusret Çam Kırgızistan’ın Özkent Şehrinde Serahsî’ye Atfedilen Mezar 107-110 The Tomb Attributed Serahsi in Ozkent, Kirghizistan Hamet Erbaş ‘ Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 111-126 Mawlana Jalal al-Din al-Rumi and Paintings: The Gurcy Khatun’s Trip to Kayseri and the Painter, Ayn al-Dawla al-Rumi Mustafa Karabulut “Esir Şehrin İnsanları” Romanı Üzerine Bir İnceleme A Study of Kemal Tahir’s “Esir Şehrin insanları” (The People of the Captured City) Günseli Naymansoy Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız From Shadow to Reality: Women Intellectuals from the Ottoman Empire to Present Fatih Rukancı / Hakan Anameriç Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası Ahmed İhsan (Tokgöz) in Turkish Printing, and His Printing House Mümtaz Sarıçiçek Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları The Republic’s Ideals and Disappointments in the Novels of Yakup Kadri 127-136 137-148 149-188 189-200 Zekiye Uysal Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı The Glass-Work of the Anatolian Seljukid Period according to Historical Sources Ömer Çakır Merkezimizden Haberler Erdem Yayın İlkeleri / Publication Policy 201-216 217-237 238 Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar Turhan YÖRÜKÂN ÖZ Bir sosyo-ekonomik seviye göstergesi olarak sosyal sınıf gruplaşmaları, kastlara ve renk kastlarına nazaran, kendi içerisinde, bir dereceye kadar sosyal hareketliliğe imkân veren sosyal yapı kuruluşlarıdır. En belirgin şekilleriyle şehirlerde oluşmuş olan bu gruplar, aynı zamanda birer cemaat (yerel toplum) özelliğine sahiptirler. İş, meslek, gelir, eğitim seviyesi ve benimsenen hayat tarzı bakımından farklaşmış, değişik özellikte mahalle veya semtlerde ve evlerde oturmakta olan bu gruplar, benimsedikleri genel kültürün yanında, birer grup olarak, onların tavır ve hareketlerine şekil veren, birbirleriyle olan kalıplaşmış ilişkilerini belirleyen, en belirgin şekillerini Amerika Birleşik Devletleri’nde gördüğümüz tâli-kültür kalıplarına da sahiptirler. Yazımız, tarihî bir inceleme seyri izleyerek, kabaca yüksek, orta ve aşağı olarak nitelenebilecek sosyal sınıfların ne tür tâli- kültür özelliklerine sahip olduklarını; oluşmuş bulunan bu kültürel zeminlerde ne tür sosyalleşme tekniklerinin uygulanmış olduğunu; tâli-kültürlerin bireylerin kişilikleri ve sosyo-kültürel kişilikleri üzerinde ne gibi olumlu ve olumsuz etkileri bulunabileceğini; bu etkileme ile oluşmuş status kişiliklerinin, sınıf atlama anlamında, bir dikey hareketliliğe yol açıp açmadığını; bir insanın sınıfını yükseltmesinde, başarı motivasyonu denen psikolojik mekanizmanın, aşılanan yükselme hırsının bir etkisinin bulunup bulunmadığını; ve bugünün sanayileşmiş toplumlarında sınıf atlamada öne çıkan bir faktör olarak, eğitimin, maharet sahibi olmanın, bir başka deyimle, insanî sermayenin rolünün ne olduğunu incelemeye çalışmaktadır. Anahtar Kelimeler: Sosyal sınıf, tâli-kültür, sosyalleşme, kişilik, dikey hareketlilik, başarı motivasyonu, eğitim. ABSTRACT Social Classes as a Factor of Socialization and Personality Formation Social class groupings, in reference to castes and color castes as an indicator of socioeconomic status, are social structures which, to certain extent, allow social mobility. These groups, in their most Turhan YÖRÜKÂN 2 coherent shape, have formed in the cities, at the same time each have local community characteristics. These groups that are residing in districts, neighborhoods and buildings of different characters are differentiated by occupation, income, education level and accepted life style, in addition to the general culture they have adopted, have also sub-cultural patterns that shape their attitudes and value orientations which are observed most manifestly in the United States (of America). Following an historical investigation route, our essay tries to study the kinds of social structural characteristics of classes that may rouphly be classified as high, medium and low. We also study, whether the socializing functions of sub-cultures have these classes on personality formation; whether the status personalities formed by sociocultural interaction processes cause any vertical mobility; whether the psychological mechanism called achievement motivation has any effect in one’s going up and down in class position and whether the role of education and aspiration in occupation as a leading factor or nearly indispensable prerequisite for social mobility in the industrialized communities of present day. Key Words: Social class, sub-culture, socialization, personality, vertical mobility, achievement motivation, education 54 2009 İ ster fizikî, isterse sosyal psikolojik olsun, kişiler ve gruplar arasındaki sosyal mesafe, ekolojik araştırmalar ve yerleşme yerleri ile ilgili olarak yapılmış olan araştırmalar açısından büyük öneme sahiptirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde şehir ekolojisi araştırmalarını başlatmış bir kimse olarak Robert Park’ın işaret ettiği üzere, her türlü sosyal ilişki, kaçınılmaz bir şekilde, bir mekân içerisinde cereyan ettiği içindir ki, bireyler ve gruplar arasında var olan fizikî ve sosyal mesafe, insan davranışlarını bir şekilde etkilemektedir. Şehirlerde yaşamakta olan yerel toplumlar, cemaatler (communities) etkileşme ve kültürleşme problemleri açısından genelde birer sosyal mesafe mağdurudurlar. Bu bakımdan şehri bütünüyle incelemek amacıyla kurulmuş bulunan şehir sosyolojisi ve şehir sosyal psikolojisi, yerleşme yerleri açısından grup ilişkilerini incelemeye büyük bir önem vermeyi temel görevlerinden birisi olarak görmüştür. Tarih boyunca kentler (burg, borough), şehirler, hattâ büyük şehirler, metropolitan alanlar, iradî veya arzuya dayalı bir şekilde yapılmış olan yerleşmeler söz konusu olduğu zaman bile, bir mekânî ayrımcılığa maruz kalmıştır. Bir zamanlar Avrupa’da Yahudilerin ghettolar içerisinde yaşamaya mecbur tutulmaları gibi olmasa da, ülkemizde bazı tarikat gruplarının veya ideolojik grupların yaşadığı, İstanbul’da, Güney ve Güneydoğu Anadolu’da bazı etnik grupların bir arada olmayı tercih ettikleri yerleşme yerlerinde görüldüğü Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 3 şekilde, insanlar gruplar hâlinde belli yerlerde yaşamayı tercih etmişlerdir. Mecburî olarak yapılmış olan yerleştirmelerin dışında, bu tür yerleşmeler bile bir sosyal mesafe koyma davranışı geliştirmeye vesile olmaktadır. Bir an için bu şekilde hareket etmelerine sebep olan temel sosyo-kültürel, sosyoekonomik, hattâ siyasî sebepleri hesaba katmadan söyleyecek olursak, insanların, tatminkâr bir hayatı garanti etmek, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinden yararlanmak, aidiyet duygusunu tatmin etmek, güvenlik sağlamak ve bizden olan veya olmayanları belirlemek için de bu şekilde hareket ettikleri görülmektedir. Bununla birlikte, meydana gelmiş olan sosyal yapı zamanla katılaşarak, sınırlandırmalar yaparak, dışlayıcı bir tutum izleyerek, özellikle kast, renk kastı, ırkî, etnik ve dinî ayrımcılıklar şeklinde ve hemen her toplumda bir şekilde var olan sosyo-ekonomik tabakalaşma şeklinde, başka bir deyişle, açık veya kapalı olmak üzere, sosyal sınıf oluşumları hâlinde kendisini ifade etmenin yolunu bulmuştur. Kapalı-sınıf sistemi, açık-sınıf sistemine, yani bir kimsenin sosyal sınıf pozisyonunu düzeltmesine imkân tanıyan açık-sınıf sistemine nazaran, bireyin dikey hareket özgürlüğünü sınırlayan, kişisel kabiliyet ve başarı seviyesini hesaba katmayan, özellikle geleneksel aile statusuna önem veren bir sistemdir. Bununla birlikte kapalı-sınıf sistemi, hemen hiç hareketlilik tanımayan kast sistemi ve Orta Çağ’da Kıta Avrupa’sında görüldüğü şekilde, asillerin, din adamlarının ve alelâde insanların (serflerin) oluşturduğu, İngiltere’de ruhanî lordlardan, dünyevî lordlardan ve alelâde insanlardan oluşmuş bulunan üçlü bir estate sistemi ile açık-sınıf sistemi arasında yer alan bir tabakalaşma türü olarak kabul edilir. Kast sistemi, üyelerinin itibarını, meşguliyetlerini, oturma alanlarını, sosyal ilişkilerini doğum yoluyla belirleyen, başka bir ifadeyle, içinde doğdukları ailenin kendilerine bahşettiği imkânlar çerçevesinde belirleyici olan bir tabakalaşma sistemidir. Kesin sınırlar içerisinde yukarı-aşağı bir seviyede olmayı içeren bu tabakalaşma sistemi, din ile, güçlü bir gelenekle, hattâ kanunlarla korunabilmiştir. Bu sebepledir ki, ancak aynı bir grup içerisinden evlenmeye, sosyal ilişkiler kurmaya cevaz vermektedir; ilişkileri sınırlandırmakta ve resmîleştirmektedir. En belirgin, hattâ en aşırı şeklini Hindistan’da gördüğümüz bu sistem, bu ülkede katı sınırları bulunan bir tabakalaşmayı öngörmüştür. Din adamı brahmanlardan, asker ve yönetici olarak kshatriyalardan, üreticiler ve ticaret erbabı olarak vaisyalardan ve paryalardan oluşmuş bulunan bu sistem, bireye verilmiş olan, onun kabul etmek zorunda olduğu bir oluşumdur. En azından, teorik olarak, belli bir pozisyonda bulunmayı ifade etmektedir. Böyle bir sistemde yukarı kastları temsil edenler, ritüel bir kirlenmeden korktukları için kendi kastının dışında olan bir kişinin kendi aralarına sız- 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 4 54 2009 masını önlemeye büyük bir özen gösterirler; herhangi bir dikey hareketliliğe imkân tanımazlar. Bu açıdan bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri ile Güney Afrika’da benimsenmiş olan politik sistem, Zencilerin, kendi aralarında sosyal sınıf farklılıkları bulunsa da, bir renk kastı oluşmasına zemin hazırlamış; bu kast sistemini pekiştirmek üzere de her türlü politik, sosyoekonomik, sosyal psikolojik baskı sisteminin uygulanmasını sağlamıştır. Aynı şey, Avrupa ülkelerinde Çingenelerin, Yahudilerin ghettolar içerisinde yaşamalarını, kendi aralarında evlenmelerini, sınırlı bir alanda ekonomik faaliyette bulunmalarını zorunlu hâle getirmiştir. Bugün bile Amerikan filmlerinde, bir Zenci erkeğin, beyaz bir kadınla evlenmesine veya cinsel ilişkide bulunmasına pek rastlayamayız. Gerçekte böyle olmasa da, film yapımcıları Amerikan kamusal bakış açısını hesaba katarak, böyle bir birlikteliğe filmlerinde yer vermek istememişlerdir. Türkiye’de Ermeni ve Rumlarla bir birliktelik olabildiği hâlde, ne Türkler, ne de diğer etnik gruplar Yahudilerle ve Çingenelerle, yakın bir zamana kadar bir birliktelik içerisine girmemişlerdir. Aynı şeyi, dinî gruplar için de, Alevîler ve Sunnîler için de söylemek mümkündür. Kast sistemi ile karşılaştırıldığında, sosyal sınıf sistemi nispeten açık veya yarı açık bir sistemdir. Böyle bir sistemde bireylere, toplum içerisindeki başarı seviyeleri dolayısıyla ister nesiller arası (intergeneration), isterse nesil içi (intrageneration) denen bir dikey hareketlilik imkânı tanınmıştır. Bu hareketlilikte özellikle eğitim, iş, belli bir maharet sahibi olma dolayısıyla servet sahibi olma önemli bir rol oynamaktadır. Hattâ bir zamanlar Avrupa ve Rusya’da görüldüğü şekilde, asil bir kadınla evlenerek veya savaşlarda başarı göstererek von, baron, lord, prens, vs. unvanları kazanarak pek çok insan sosyal mevkiini yükseltmiş ve bu unvanlarını miras yoluyla daha sonraki nesillere intikal ettirerek onların pozisyonlarının yükselmesini de sağlanmıştır. İster kast, isterse kapalı-sınıf ve açık-sınıf sistemleri olsun, sosyologlar belirgin özellikleri bulunan bu tabakalaşma sistemlerini organize olmuş bireylerden ve ailelerden teşekkül etmiş yapısal gruplar olarak kabul etmişlerdir. Bu insanlar çoğunlukla benzer eğitim, gelir ve prestij seviyesine sahip insanlar olarak kabul edilmişlerdir; başka bir deyimle benzer yaşama şansına sahip insanlar olarak görülmüşlerdir. Marksist eğilimli sosyologlar bu tür gurupları genellikle ekonomik nitelikli gruplar olarak görme eğilimde bulundukları hâlde, bizim de katıldığımız ve daha yaygın olarak kabul görmekte olan bir görüşe göre, bu guruplar, ekonomik yapının yanında ve birbirleriyle ilişkili olarak, eğitim seviyesi, meslek, prestij, hayat tarzı, takınılan tavırlar ve grup aynîleşmesi gibi faktörlerin işe karıştığı, insan kişiliğine etki yapan, içerik bakımından daha zengin bir kavramla ifade edecek olursak, tâli-kültür gruplarıdır. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 5 İnsanoğlunun değerlerini, ideolojilerini, gelirlerini, üretim ilişkileri içersindeki pozisyonuna bağlayan ve fazlasıyla basitleştirilmiş olan Marksist sistemin, sergilenen oluşumu yeterince açıklamaya yetmediği hemen görülmüştür. Ayrıca, Peter Saunders’in de1 ifade ettiği gibi Karl Marx’ın sosyal sınıflar konusunda yapmış olduğu irdeleme, tamamen makro seviyede yapılmış olduğu için, olayın cereyan ettiği mahal olarak şehirsel yapılanmanın önemli özelliklerini de hesaba katmamıştır. Marx için sosyal sınıfların yoğun bir şekilde varlık gösterdiği şehir, burjuva ve proleter çatışmasının yer aldığı, kapitalizmin kötülüklerinin sergilendiği bir mahaldir. Engels, yazılarında, şehir kapitalizminin irdelenmesine daha çok yer vermiş olmasına rağmen, 20. yüzyılın ikinci çeyreğine gelinceye kadar, konu ideolojik amaçlı olarak tartışma konusu yapılmayı sürdürmüştür. Max Weber’in çabaları da dahil olmak üzere, sosyal sınıfların ampirik yönden araştırılmasına ve birer tâlikültür olarak kişilik üzerine olan etkilerinin incelenmesine ise bu dönemde hemen hiç teşebbüs edilmemiştir. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yapılmaya başlanan sosyolojik ve antropolojik araştırmalar, şehir ve köy yerel toplumlarının (cemaatlerinin), ırkî ve kültürel azınlıkların ve özellikle sosyo-ekonomik sınıfların veya sosyal sınıfların, benimsenen genel kültürün yanında kendine mahsus birtakım tâli kültürlerinin de bulunduğunu ve bu tâli-kültürlerin kişilik üzerinde birtakım etkilerinin bulunduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ne var ki, başlangıçta gerçekleştirilmiş olan Warner, Lund ve arkadaşlarının yaptığı Yankee City araştırmaları,2 James West’in, sonradan Abram Kardiner’in The Psychological Frontiers of Society adlı eserinde kültürel kişilik açısından bir irdelemeye tâbi tutulmuş olan Plainville U.S.A. araştırması ile Drake ve Cayton’ın Black Metropolis araştırması, doğrudan doğruya veya dolaylı bir şekilde insan davranışlarıyla ilgili birtakım bulgular ortaya koymuş olsa da, esasta sosyal yapı araştırmalarıdır. Lynd’lerin tekrarladıkları Middletown araştırmasından sonra yayımladıkları Middletown in Transition adlı kitaplarına ekledikleri uzun bir değerler bölümüne rağmen bu araştırma da, belli bir cemaat grubunun benimsediği tâli-kültürün kişilik üzerine yaptığı etkiyi doğrudan doğruya 1 P. Saunders, Social Theory and the Urban Question, New York: Holmes and Meier Publishers, 1981. 2 W.L. Warner and Paul S. Lund, The Social Life of a Modern Community, New Haven: Yale University Press, 1941 ve The Status System of a Modern Community, New Haven: Yale University Press, 1942; W.L. Warner and Leo Srole, The Social Systems of American Ethnic Groups, New Haven: Yale University Press, 1945; W. L. Warner and J. O. Low, The Social System of the Modern Factory, New Haven: Yale University Press, 1947; W. L. Warner, The Living and the Dead, New Haven: Yale University Press, 1959. Warner, ayrıca, bu beş ciltlik eserini özetleyerek Yankee City (1963) adıyla da yayımlamıştır. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 6 54 2009 incelemiş değildir. Biz, bu tarz bir yaklaşımın John Dollard, Allison Davis, Robert Havighurst, Claudia Lewis, Herbert Hyman ve Richard Centers gibi araştırmacıların çalışmalarıyla, özellikle de Allison Davis’in3 uğraşlarıyla gündeme kesin bir şekilde gelmiş olduğu görüşündeyiz. Yazımızda onun çalışmaları üzerinde ağırlıklı olarak duracak, sınıf kültürlerini şekillendirmiş olan ve onu yeni nesillere ulaştırmada, kişilikleri etkilemede görev üstlenmiş olan sosyalleşme araç, amaç ve ideallerini tanıtmaya çalışacağız. Bu noktada, söz konusu edeceğimiz araştırmalar sırasında toplanmış olan verilerin bir kısmının doğrudan doğruya, bir kısmının ise dolaylı şekilde etkilendiği metodolojik yaklaşımlardan kısaca bahsetmenin yararlı olacağını; metodolojik yaklaşımları tanımanın, sunacağımız araştırma verilerinin daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacağını düşünmekteyiz. Karl Marx’tan bu yana, ekonomik determinizmle hareket edilerek, çıkar esasına dayalı olarak yapılan bir sosyo-ekonomik sınıf ayrımcılığında ortaya çıkan bazı tatmin etmeyici sonuçlar, araştırıcıları başka güvenilir, geçerli kıstaslar aramaya, değişik görüş açısıyla ortaya konmuş olan sonuçların birbirleriyle ne derece uyum içerisinde olabilecekleri konusunu incelemeye sevk etmiştir. Gelir, meslek ve eğitim durumu en çok kullanılan kıstaslar olmakla birlikte, kolayca görülebilir olarak kabul edilen bu kıstasların sosyal sınıfın boyutlarını, sınırlarını belirlemeye yetmeyeceği görülmüştür. Bu bağlamda olmak üzere, birinci elden belirleyici, değerlendirici bir yaklaşımın, hem kendi başına önemli, hem de diğer yaklaşımları tamamlayıcı bir yaklaşım tarzı olarak, bireyin kendisini hangi pozisyonda gördüğü, ne tür bir sınıf şuuruna sahip olduğu problemini gündeme taşımıştır. Herbert H. Hyman, 1940’lı yıllarda, bu sosyal psikolojik yaklaşımın önemli savunucularından birisi olmuş, bir kimsenin kendi posizyonunu başkalarınınkine nispet ederek şuurlaştırmasının önemli bir değerlendirme kıstası hizmeti göreceğini dile getirmeye çalışmıştır. Ona göre, bireyler, genel top3 Kariyerine bir sosyal antropolog olarak, sosyal yapı araştırmalarıyla başlamış olan Allison Davis, Harvard, London School of Economics ve Chicago üniversitelerinde eğitimini tamamladıktan sonra, 1930’lu yılların ortalarından itibaren renk kastlarının ve sosyal sınıfların sosyalleşme teknikleri aracılığı ile kişilik oluşması üzerine yapmış olduğu etkileri incelemeye başlamıştır. Bir psikolojik sistem olarak kültür ve sosyalleşme sırasında öğrenilmiş belirgin bir hayat tarzı olarak sosyal sınıflar üzerinde yoğun çalışmalar yürütmüştür. Zekâ testlerinin zihnî kapasiteyi ölçmekten çok, öğrenilmiş kültürü ölçmeye yönelik olduğunu söyleyerek, IQ incelemelerine ağır bir eleştri yöneltmiştir. John Dollard, R. J. Havighurst ve Gardner’ler ile birlikte, birinci sorumlu olarak yürüttüğü çalışmaların yanında, Havighurst ile birlikte yayımladığı ve bizim de araştırmalarımızda kullandığımız Father of the Man: How Your Child Gets His Personality (Boston: Houghton Mifflin, 1947) adlı kitabıyla, bir mânâda çalışmalarını bütünüyle değerlendirdiği Pyschology of the Child in the Middle Class (Pittsburg, PA.: University of Pittsburg Press, 1960) adlı kitabı, sosyal psikolojik çalışmalarının bir ürünüdür. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 7 lum içerisinde, küçük grupların birer üyesi olarak eylemde bulunurlar. Arkadaşları, birlikte çalıştıkları, iş yaptıkları küçük gruplar, genel topluma veya büyük topluma oranla onlar için, subjektif bir değerlendirme yapmada daha fazla önem taşırlar. Bu bakımdan, genel topluma veya genel nüfus kitlesine dayanılarak yapılacak bir değerlendirme, subjektif belirlemenin yaptığı işi yapamaz. Yapılacak değerlendirmeyi kişi, kendi kişilik yapısı açısından yapmış olacak; bu ise sınıfsal değerlendirmeye daha fazla bir katkıda bulunmayı sağlayacaktır. Nitekim, bir izafet (reference) grubu olarak aşağı sınıf halkı, diğer sınıflara nazaran organize faaliyetlere daha az katılmakta; iradî organizasyonları daha az ziyaret ettiği için de daha az insan tanımaktadır. Okuma-yazma konusunda daha az imkân ve kolaylığa sahiptir. Daha az dergi okumakta, daha az ciddi radyo ve televizyon programları izlemektedir. Politik konulara, günlük haber kaynaklarına daha az ilgi duymakta ve onlara daha az kritik bir gözle bakma eğiliminde bulunmaktadır. Fikirlerini ifade etmede daha çekingendir; “bilmiyorum” demeyi daha çok tercih etmektedir.4 Orta-sınıflara nazaran yüksek tahsil ve gelir beklentileri konusunda fazla bir çaba sarf etme eğiliminde değildir. İşaret ettiğimiz üzere, bütün bunlar, belli bir sınıf atmosferini yaşayan insan gruplarını, kendi gibilerini arayıp bulmaya, kendisini onlara nispet etmeye ve ona göre bir değerlendirme yapmaya sevk etmektedir. Hyman gibi bir sosyal psikolog olan Richard Centers, Hyman’ın görüşünü bir adım daha ileriye götürerek radikalleştirmiştir. Tabakalaşmanın objektif olduğunu, ekonomik sistemden kaynaklanmış olduğunu, sınıfların ise psikososyal bir gruplaşmanın eseri olduğunu söylemektedir. Ona göre sınıflar, subjektif karakterde oluşumlardır. Grup üyeliği duygusuna, bir sınıf şuuru duygusu eklenmek suretiyle teşekkül etmişlerdir; ayrıca bir sınıfa katılmış olmayı ve onu benimsemiş olmayı da gerektirmektedir. Bir kimsenin içinde yer aldığı tabaka ile benimsediği sınıf anlayışı birbiriyle uyuşabildiği gibi, uyuşamayabilmektedir de. Nitekim Centers, 1945 yılında 1100 yetişkin kimse üzerinde yapmış olduğu bir araştırmada, objektif kıstaslara göre yapılmış olan değerlendirmelerle, subjektif değerlendirmelerin birbirine uymadığını ortaya koymuş, % 1 oranında aşağı-sınıf değerlendirmesine karşılık, büyük çoğunluk kendisini orta-sınıfta bulunuyor olarak görmüştür. Yapılan araştırma, orta-sınıfla aynîleşmenin daha kuvvetli bir eğilim olarak kendisini 4 Subjektif statusu ölçmek üzere bir ölçü tekniği, bir skala da geliştirmiş olan Hyman’ın çalışmaları için, “The Psychology of Status” (Archives of Psychology, 1942, No. 269) adlı yazısı ile “The Value Systems of Different Classes: A Social Psychological Contribution to the Analysis of Stratification” adlı yazısının yer aldığı Reinhard Bendix ve Seymour M. Lipset’ın derlediği Class, Status and Power (Glencoe, Ill.: Free Press, 1953) adlı kitaba bakınız. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 8 54 2009 hissettirdiğini ortaya koymuştur. Şu husus açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, ister sınıf, gelir, meslek ve eğitim gibi objektif kıstaslarla ölçülmüş olsun, isterse kişinin grup aynîleşmesi veya kendi nisbî pozisyonu esas alınarak ölçülmüş olsun, pek çok insan için söz konusu iki açıdan verilmiş olan karar, önemli bulunmaktadır.5 Araştırıcılar tarafından psikolojik görüş açısı da olumlu bulunduğu içindir ki, bireyin kendi değerlendirmesine ilâve olarak, başkalarının onun için yaptığı subjektif değerlendirmeler de eklenmek suretiyle, objektif değerlendirmeler ile birlikte, subjektif değerlendirmelerde de bulunmak suretiyle, sosyal sınıflar, iki yönlü olarak incelenmeye başlanmıştır. Kullanılan medotoloji, Lloyd Warner’in çalışmalarında görüleceği üzere, maddî unsurlar içerse de, Karl Marx’ta olduğu gibi, basit bir üretim araçları unsuruna dayandırılmamaktadır. Nitekim, bugünün diğer teorisyenleri de, sosyal sınıfı oluşturan temel unsurları Marx’tan farklı bir görüş açısıyla ele almışlardır. A. Joseph Schumpeter, Robert M. MacIver ile C. H. Page ve Stanislaw Ossowski’ye göre, sınıfı belirleyen unsurlar, bir grup sosyal etkileşmesidir (interactiondur); bir sınıf şuuruna ve kültürüne sahip olmaktır. Gary Becker ve Daniel Bell’e göre eğitim, maharet kazanmış olma gibi bir insanî sermayeye, bir ihtisas bilgisine; Pierre Bourdieu’ye göre de, bir kültürel sermayeye, belirli bir zevk türüne ve hayat tarzına sahip olmaktır. W. Lloyd Warner’in hem subjektif, hem de objektif açıdan yaptığı araştırmalara yön veren teorik yaklaşım fonksiyonalizmdir. Ona göre, bir mahallî toplum olarak cemaat, müşterek bir organizasyona sahip veya müşterek ilgi ve menfaatleri bulunan, aynı kanun ve nizamlara tâbi olan ve aynı mekânı paylaşan bir insan topluluğudur. Benimsediği fonksiyonalist görüş açısından cemaat, her bölümü belli fonksiyonları yerine getirecek şekilde hareket eden veya böyle çalışan bir bütündür. Daha önce bu görüşü esas alarak Avustralya’da bir yerli kabîle olan Murngin üzerinde bir araştırma yapmıştır.6 Warner, üç yıl süren bu araştırması sırasında yaşadığı tecrübeleri ve deneme fırsatını bulduğu araştırma metodolojisini, Amerika Birleşik Devletleri’ne döndükten sonra, bir mânâda yenilik içerecek şekilde, modern şehir hayatına uygulayarak, antropolojik metotları, daha önce söz konusu ettiğimiz ve takma adı Yankee City olan bir yerleşme yerinde kullanarak, arkadaşlarının 5 R. Centers de, Hyman gibi bir endeks düzenleyerek söz konusu ettiğimiz 1100 kişinin sınıf pozisyonunu ölçmeye çalışmıştır. Gerek bu endeks için, gerekse Centers’in özetlemeye çalıştığımız görüşleri için The Psychology of Social Classes (Princeton, N J.: Princeton University Press, 1949) adlı kitabına bakınız. 6 W. Lloyd Warner, Black Civilization, Harper and Brothers, 1937, rev. ed. 1958. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 9 da yardımlarıyla, birbirini tamamlayan beş kitap yayımlamıştır. Kendisine bazı tenkitler yöneltilmiş olsa da, Chicago ve Harvard üniversitelerinin etkili bir antropoloji ve sosyoloji profesörü olarak, daha sonra yapılacak araştırmalara âdetâ damgasını vuran bir araştırıcı olmuştur. Sosyal sınıf araştırmaları, 1941 yılından itibaren yayımlanmaya başlayan Yankee City serisi ile, Amerikan sosyal antropolojisinde ve şehir sosyolojisinde çok büyük bir ilgi konusu olmaya başlamış ve daha sonra yapılacak araştırmaları da derinden etkilemiştir. Yankee City araştırmalarını, W. L. Warner’in yönettiği, Allison Davis ve Gardner’lerin (Burleigh ve Mary Gardner’in gerçekleştirdiği)7 Deep South’ta yaptığı önemli bir araştırma takip etmiş; John Dollard’ın8, bunları da August Holligshead’in Elmtown’da yaptığı bir araştırma ile Avrupa’da Warner’in iki öğrencisi olan Conrad Arensberg ve Solon Kimball’ın İrlanda’da ve daha başkalarının İngiltere’nin başka yerlerinde, Hollanda’da, İtalya’da yapmış olduğu araştırmalar takip etmiştir. Ayrıca bu araştırmaları, Holligshead ve Redlich’in ruh sağlığı ve sosyal sınıf ilişkisi konusunda yapmış oldukları araştırmalarla, Willam H. Form’un yaptığı “aşağı ve orta gelir konut alanlarında tabakalaşma”, J. Rex ve R. Pahl’ın yaptığı “mahallî sosyal tabakalaşma” veya “konut sınıfları” ve mahallî sosyal sistemler üzerine yaptıkları araştırmalar izlemiştir. W. L. Warner’in Meeker ve Eells ile birlikte hazırladığı ve Social Class in America9 adını verdiği kitap, bize “Measuring Social Class and the Class Position of Individuals” adlı bölümünde, yaptıkları araştırmalar sırasında kullandıkları ve tekrar tekrar gözden geçirdikleri, Hyman ve Centers’in daha önce söz konusu ettiğimiz yaklaşımına benzeyen bir yaklaşımla değerlendirilmiş katılım (evaluated participation) dediği bir metodolojinin yanında, maddî esaslı olan ve tanıtmaya çalışacağın bir sosyal status indeksinin ayrıntılarını da vermiştir. 7 W. L. Warner, kitaba yazdığı “Giriş” yazısında belirttiği üzere, bu araştırma, Amerika Birleşik Devletleri’nin Deep South denen ve 10 bin kişinin üzerinde insanın yaşadığı Old City’de, karıkoca Zenci ve karı-koca beyaz dört sosyal antropolog tarafından gerçekleştirilmiştir. Yarı yarıya Zenci ve beyaz insanların yaşadığı bir cemaatinin kültürünü ve sosyal hayatını incelemeyi amaçlamıştır. Birinci baskısı 1941 yılında Chicago Universitesince yapılmış olan, 1954 yılına kadar sekiz baskı yapacak kadar ilgi görmüş bulunan bu kitabın, 1965 yılında kısaltılmış bir edisyonu daha gerçekleştirilmiştir. Allison Davis, B. B. Gardner, and M. R. Gardner, Deep South, A Study of Social Class and Color Caste in a Southern City, Chicago: University of Chicago Press, 1941. 8 John Dollard, Cast and Class in a Southern Town, New Haven: Yale University Press, 1937; Allison Davis and John Dollard, Children of Bondage, Washington, D C.: American Council on Education, 1940. 9 W. L. Warner, M. Meeker, and K. Eells, Social Class in America, Chicago: Science Recearch Associates, 1949, ss. 34-44, 131-159, özellikle 153-154. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 10 54 2009 Warner, araştırmalarında, bütün Amerikan cemaatlerinde uygulanabilecek ve kolay elde edilebilir, doğru karşılaştırmalara imkân verecek dört status karakteristiğini esas olarak almıştır. Bunlar iş veya meşguliyet / meslek, gelir kaynağı, ev tipi, ve konutun içinde yer aldığı oturma alanı denen unsurlardır. İş ve gelir kategorileri, sınıfları, hattâ insanları birbirinden ayırmak için tarih boyunca kullanılagelmiş olan kategorilerdir. Warner ve arkadaşları bu iki kategoriyi kullanırken, bir derecelendirme yaparak, iş veya meslek grubunda profesyonel ve yarı profesyonel olarak çalışanlardan başlayarak, eğitim görmemiş işçilere varıncaya kadar derece derece vasıfsızlığa varan bir skala kullanmışlar; gelir kaynağı olarak da, miras yoluyla servet sahibi olmaktan başlayarak, kazanılmış servet, bireyin gördüğü iş ve yaptığı danışmanlık hizmeti karşılığında elde ettiği gelir, aylık veya yıllık maaş, saat esası üzerinden takdir edilen ücret, arkadaşlık veya akrabalık bağları dolayısıyla temin edilen özel yardım veya bağış ile devlet veya hayır kurumlarınca sağlanan yardımlara veya bağışlara varıncaya kadar ayrıntıya inen bir değerlendirme skalası kullanmayı uygun bulmuşlardır. Daha önceleri pek üzerinde durulmayan kategoriler olarak, konut tipi ve oturma alanı indeksleri, görülebilir ve güvenilebilir bir değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Konutlar, büyüklüklerine ve durumlarına göre iki bakımdan bir değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Büyüklüklerine göre, çok büyük, büyük, orta, küçük, çok küçük olmak üzere beş kategori hâlinde; durumlarına göre ise, çok iyi durumda, iyi, orta, kötü, çok kötü olmak üzere gene beş kategori esas alınarak bir değerlendirmeye tâbi tutulmuşlardır. Bu iki kategorinin muhtemel kombinasyonu ise yirmi beş konut durumunu ortaya çıkarmaktadır. Warner ve arkadaşları, yaptıkları araştırmalar sırasında, meslek ve gelir durumunda olduğu gibi, konut değerlendirmesi alanında da bir kısaltma yaparak, kullanacakları kategorileri yediye indirmiştir. Gözden geçirilmiş ev tipi skalasında, birinci kategoriyi temsil eden mükemmel evler kategorisine girenler, iyice bakım görmüş, son derece büyük, tek tek ailelerin yaşadıkları evlerdir. Bunlar, etrafları düzenlenmiş ve iyice korunmuş büyük yeşil alanlara sahip olan avlulu evlerdir. Bu evler, aynı zamanda, büyüklüğü, mimarî tarzı, avlusu ve yeşil alanları bakımından gösteriş yapmaya elverişli olanlardır. Öbür yönden, altıncı kategoriyi temsil etmekte olan konutlar, durumları bakımından, bakımsız olan, etrafları bozuk, döküntülerle dolu, henüz onarılamayacak kadar kötüye gitmemiş olan evlerdir. Yedinci kategoriye girenler ise, onarım kabul etmeyecek kadar harap durumda olan konutlardır. Bunlar, sağlığa aykırı olan, içerisinde güvenle oturulamayacak derecede bakımsız olan veya oturulmak üzere inşa edilmemiş olan kapalı mekânlardır; derme çatma ve aşırı derecede kalabalık insan barındıran konutlar veya benzeri yapılardır. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 11 Warner ve arkadaşlarının benimsediği dördüncü karakteristik, oturma alanı ile ilgilidir. Görülmüştür ki şehirsel yerleşme alanı bir nevi ekolojik alana dönüşmüş durumdadır; bu alanlar sosyal ve ekonomik bakımdan eşit olmayan prestij durumlarına işaret etmekte ve eşit ağırlıklı olmayan değerleri temsil etmektedir. Şehir veya kasabaların bazı oturma alanları, diğerlerine nazaran, daha arzu edilebilir alanlar olmaktadır. Nitekim, evlerin değerleri de sadece evin yapısal değerine değil, bu evin yerleşme yeri, mahallî toplum (cemaat) içerisindeki yerine de bağlı bulunmaktadır. Bunun içindir ki, aynı sosyal statusa mensup bulunmakta olan kişiler, aynı yerleşme alanlarını paylaşmakla; farklı sosyal sınıflar, yerleşme yerinin farklı kısımlarına dağılarak sosyal mesafeli coğrafî bir birliktelik meydana getirmekte ve sınıf içerikli fizik ve sosyal mekânlar oluşturmaktadırlar ve bireyler de, bu gibi farklı yerleşme yerlerinde yaşamanın kendileri için bir farklılık yaratacağını düşünmektedirler. Warner ve arkadaşları, yaptıkları araştırmalar sırasında yedi kalemlik bir skala kullanarak bir oturma alanı ayrımı yapmışlardır. Birinci grubu, çok yüksek vasıflı olarak kabul edilen yerleşme yerleri oluşturmaktadır. Buraları, yerleşme yerinin en iyi evlerinin bulunduğu alanlardır; buralarda sokaklar geniş ve temizdir ve pek çok ağaçla bezenmiştir. İkinci grubu oluşturan yerler, yüksek kategorisine girmiş olan yerlerdir. Buraları, ortanın üzerinde, daha önce bildirilen çok yüksek nitelikli yerlerin biraz altında kabul denilen alanlardır. Çok yüksek olarak kabul edilen yerlere nazaran, daha az sayıda büyük, güzel ve gösterişli eve sahip olan alanlardır. Bununla birlikte esas farkı yaratan unsur, oturanların indinde buralarının şöhretli bir yer olup olmadığı hususudur. Üçüncü grubu oluşturan, ortanın üzerinde olarak kabul edilen yerleşme yerlerinde, hoş, cazip evler bulunmakla birlikte, bu evler veya binalar, gösterişli yapılar değildir. Sokakları temiz tutulmuş ve evler bakım görmüş olmakla birlikte, bilinmektedir ki burada “sosyete” yaşamamaktadır. Altıncı grubu oluşturmakta olan ve aşağı durumda olarak kabul edilen yerleşme alanı, kötüye gitmekte olan, yarı-slum (sefalet mahallesi) özelliği gösteren yerlerdir. Evler veya binalar birbirine bitişik veya yakın olarak inşa edilmiştir. Sokaklar ve avlular artık veya atılacak döküntü malzemeyle işgal edilmiş veya kirletilmiştir. Buralarda bazı yollar asfaltlanmış veya taşla kaplanmış değildir. Yedinci grubu oluşturan en düşük seviyede bulunan yerler, sefalet mahallesi (slum) denen yerlerdir. Buraları, sadece hoş olmayan, sağlığa aykırı olan, yakın çevresinde çöplük alanlarının, bataklıkların bulunduğu alanlardır. Bu konutlar veya evler, kulübe denen barınaklardan biraz daha iyi durumda olan yapılardır. Kabiliyetleri veya başarıları hesaba katılmadan yapılmış olmakla birlikte, buralarda yaşayan insanlara yakıştırılan genel değerlendirme, onların tembel, sünepe, cahil ve ahlâksız oldukları yönündedir. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 12 54 2009 Kabaca esaslarını verdiğiniz değerlendirme kategorilerini ve değerlendirilmiş katılım yaklaşımını kullanarak Warner ve arkadaşları, gerek Yankee City’de, gerekse Jonesville’de yaptıkları araştırmalarda, söz konusu yerleşim alanlarında birbirine çok yakın oranlarda mahallî nüfus barındıran sosyal sınıfların yaşamakta olduğunu tespit etmişlerdir. Yankee City’de “yukarı-yukarı” sınıf oranı %1.4; “yukarı-aşağı” sınıf oranı % 1.6; “yukarı-orta” sınıf oranı % 10; “aşağı-orta” sınıf oranı % 28”; “aşağı-yukarı” sınıf oranı %33; “aşağıaşağı” sınıf oranı ise % 25 olarak tespit edilmiştir.10 Jonesville’de yapılmış araştırmanın kabalaştırılmış olan sonuçlarına göre de, “yukarı-sınıf” oranı % 3; “yukarı-orta” sınıf oranı % 11; “aşağı-orta” sınıf oranı %31; “yukarı-aşağı” sınıf oranı % 41; “aşağı-aşağı” sınıf oranı ise % 14 olarak tespit edilmiştir.11 Jonesville’de yapılmış araştırmanın sonuçlarına göre, 17 oturma alanında yaşayanların % 2.7’sini yukarı-sınıftan (upper), % 11.98’ini “yukarı-orta” sınıftan (upper-middle), % 32.22’sini “aşağı-orta” sınıftan (lower-middle), % 41.00’ini “yukarı-aşağı” sınıftan (upper-lower), % 12’sini ise “aşağı-aşağı” sınıftan (lower-lower) insanlar oluşturmaktadır. Verdikleri bir tabloda (dört numaralı tablo) görüldüğü üzere, Top Circle, West Side, North Circle, Featherton bölgelerinde “aşağı-aşağı” sınıftan hiçbir insan yaşamamakta; yukarı sınıfa mensup insanların çok büyük bir çoğunluğu da (39 kişi olarak) Top Circle alanında oturmaktadır.12 Bu durum, genel sınıf değerlendirmesi açısından büyük bir uyum göstermektedir. Warner ve arkadaşları, kolayca görülen veya tespit edilen bu maddî unsurların yanında, çeşitli mülâkatlarla, vatandaşların subjektif değerlendirmelerine de başvurarak, bu maddî değerlendirmelere birer içerik de kazandırmıştır. Warner gibi, sosyo-ekonomik statusun veya sosyal sınıfların insanlar üzerindeki etkisini inceleme konusu yapan August Hollingshead de, Frederick Redlich ile birlikte New Haven’de13 yaptıkları sosyal sınıf - ruh sağlığı 10 W. L. Warner and P. S. Lund, The Social Life of a Modern Community, New Haven: Yale University Press, 1941, s. 88. Uygun bulmamakla birlikte, Warner ve arkadaşlarının yaptığı sınıflandırmayı, Türkçe olarak, yukarı-üst (upper-upper), yukarı-alt (lower-upper), orta-üst (upper-middle), orta-alt (lower-middle), aşağı-üst (upper-lower) ve aşağı-alt (lower-lower) şeklinde ifade etmek de mümkündür. 11 Warner, bu sonuçları, Georgia’da yapılmış olan bir araştırmanın sonuçlarıyla da karşılaştırarak, sınıf dağılımının cemaatin kurulma sürecine ve eskiliğine bağlı olarak farklı bir oran gösterdiğine işaret etmektedir: İki yukarı sınıf, toplam olarak % 4.2; yukarı-orta sınıf %22; aşağı-orta sınıf %35; yukarı-aşağı sınıf % 25; aşağı-aşağı sınıf % 10 oranında bulunmuştur. W. L. Warner, American Life: Dream and Reality, Chicago: University of Chicago Press, 1953, ss. 58-59. 12 W. L. Warner, et al., Democracy in Jonesville, Harper and Brothers, 1949, ss. 50-51. 13 A. B. Hollingshead and F. C. Redlich, Social Class and Mental Illness: A Community Study, New York: John Wiley, 1958. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 13 araştırması sırasında, daha sonra sık sık kullanılmakta olan bir sosyal sınıf pozisyonu skalası geliştirmiştir. Bu skalada, esas olarak, Warner’ınkinde olduğu gibi, altı kalemlik bir oturma alanı skalasının yanında, bir ucunda idarecilerin ve büyük profesyonellerin, diğer ucunda herhangi bir maharete sahip bulunmayan sıradan işçilerin bulunduğu yedi kalemlik bir iş veya meşguliyet skalası endeksi ile formel eğitime dayanan ve tamamlanmış yıllarla ifade edilmiş olan yedi kalemlik bir eğitim skalasına yer verilmiştir. Bu skalada da, Warner skalasında olduğu gibi, iş veya meşguliyet alanı, önemli bir faktör olarak yerini almıştır. Hollingshead skalasının en önemli yanı ise, eğitim durumunun skalaya dahil edilmiş olmasıdır. Çeşitli kimseler tarafından geliştirilmiş olan, tekli veya üzerinde durduğumuz türden çoklu skalalar üzerinde yapılmış olan değerlendirmelere baktığımızda, T. E. Smith ile P. B. Graham’ın yayımladığı genel bir değerlendirme yazısında14, araştırıcıların eğitim, gelir ile iş veya meşguliyet içeren sosyoekonomik ölçü tekniklerini en yaygın bir şekilde kullanmış olduklarını görüyoruz. Margaret Ensminger ve Kate Fothergill’in15 Child Development, American Journal of Public Health ve Journal of Health and Social Behavior dergilerinde 19912000 yılları arasında yayımlanmış olan 926 makale içerisinden, belli bir kıstas uygulayarak seçtikleri 471 makalede, eğitim, iş veya meşguliyet ölçülerinin ağırlıklı olarak kullanılmış olduğuna şahit oluyoruz. İnceleme konusu yapılmış olan bu çalışmalarda eğitimin öne çıkması, Karl Marx’ın düşüncesinin tamamen tersine çevrilmiş olduğunu, status seviyesini tayin eden unsurun, bugün için eğitim ile iş veya meşguliyet alanı olduğunu, özellikle de eğitim faktörünün ağır basmış bulunduğunu göstermektedir. Yazımızın sonlarına doğru, sunacağımız araştırma sonuçları da, bize, eğitim ve meslek yönünde benimsenecek bir yaklaşımın, kişilik oluşturması bakımından, daha gerçekçi bir adım olduğunu ortaya koyacaktır. Bu yoğun metodolojik faaliyetlerinden sonradır ki, sosyal sınıflar üzerinde yapısal araştırmalar yapmış olan bilim adamları, söz konusu sosyal yapıların insanların kişisel ve kültürel özelliklerini ne şekilde etkiledikleri konusu üzerinde ağırlıklı olarak durmaya başlamışlardır. Hattâ bu konuda 14 T. E. Smith and P. B . Graham, “Socioeconomic Stratification in Family Research”, Journal of Marriage and the Family, 1995, 57, ss. 930-941. 15 M. E. Ensminger and Kate E. Fothergill, “A Decade of Measuring SES: What it Tells Us and Where to go From Here” (ss. 13-27); Marc H. Bornstein, et al., “Socioeconomic Status, Parenting, and Child Development: The Hollingshead Four-Factor Index of Social Status and the Socioeconomic Index of Occupations” (ss. 29-82), her iki yazı da , Marc H. Bornstein ve Robert H. Bradlley’in derlediği Socioeconomic Status, Parenting, and Child Development (Mahwah, New Jersey: Lawrence Erlbaum, 2003) adlı eserde, zekredilen sayfalar arasında bulunmaktadır. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 14 54 2009 ortaya konmuş olan sonuçlar çok daha ilgi çekici ve sosyal problem çözme bakımından çok daha verimli olmuştur. Bu yöneliş, araştırmacıları aynı zamanda, çeşitli tâli-kültürlerin ne gibi değişik etkileri olabileceği konusunu incelemeye de yöneltmiştir. Nispeten süreklilik gösteren ihtiyaçların, saiklerin, tavır takınmaların, değerlerin, inanç türlerinin ve benlik anlayışlarının bütününden oluşmuş olan kişilik, insanın içinde yaşadığı sosyo-kültürel dönemde edindiği tecrübelerden etkilenerek oluşmuştur. Bu etkilenme, Ortodoks Freudcuların özellikle üzerinde durdukları küçük yaşlarda daha yoğun olmakla birlikte, bütün bir hayat boyunca sürmektedir. İster insanın içinde yaşadığı kültürü öğrenme şeklinde olsun, isterse başka bir kültürü edinme şeklinde olsun etkilenme bir hayat boyu sürmektedir. Toplumsal yapı, insana, verilmiş ve kazanılmış olarak, işgal edeceği birtakım statuslar, yerler, mevkiler sunmuş ve ondan bu statusların gereği olan sosyal rolleri ifa etmesini beklemiş veya istemiştir. Böylece oynadığı her sosyal rol, daha önemlisi, hevenk hâlindeki her rol grubu onun kişiliği üzerinde birtakım izler bırakmıştır. Bu sebepledir ki, sosyo-ekonomik sistem veya bir sosyal sınıf sistemi içerisinde benimsenmiş veya işgal edilmiş olan statuslar gereği oynanacak olan sosyal rolleri, formel ve formel olmayan teknik ve telkinlerle öğrenmenin ve benimsemenin önemi büyük olmaktadır.16 Görülmüştür ki, sosyal sınıf gibi bir imtiyaz sistemi, kendi aralarında bulunan çeşitli hareketlilik dereceleriyle birlikte, sosyo-kültürel ve sosyoekonomik olarak mertebelenmiş bir gruplar, hattâ bir ekolojik gruplar sistemidir. Bunların her biri, bir diğeri ile serbest bir şekilde düşüp kalkan, yahut düşüp kalkabilen, ilişki kurabilen, aralarında herhangi bir sosyal mesafe bulunmayan, başka bir ifadeyle, kendilerinden “üstte” ve “altta” olan veya öyle kabul edilen gruplarla serbest bir şekilde ilişki kurabilen gruplar değildir. Sosyal sınıflar ve bu sınıflara mensup bireyler, “bizim grubumuzla uyuşamazlar”, “ailesini bilmiyoruz, sosyal ilişkilerimiz sırasında ona hiç rastlamadım”, “bizim gibi alelâde kimselerdir, onların arasında kendini yabancı hissetmeyeceksin”, “çocuklarımın o kadının çocuklarıyla oynamasına izin vermeyeceğim; onlar cahildirler, alelâde ve pis insanlardır” tarzındaki cümlelerle ifade edilen bir tavır takınma ile kendisini gösteren, sınır koyucu bir davranış içerisinde bulunurlar. Kullandıkları dil tipleri, şiveler, âdetler, mores, ritüeller, ekonomik özellikler, iş kolları, eğitim düzeyi ve diğer fark ifade eden mertebe sembolleri bakımından birbirinden ayrılan kimselerden meydana gelmişlerdir. 16 Turhan Yörükân, Alfred Adler, Sosyal Roller ve Kişilik, 2. baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, ss. 108-111. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 15 Araştırıcılar, Amerikan toplumu içerisinde ve diğer toplumlarda sosyal sınıfların sayısı konusunda tam bir uyuşma içerisinde olmamakla birlikte, Warner’in araştırmalarında görüldüğü şekilde, her birisi iki alt gruba mensup üç sınıfın, böylece altı veya beş grubun var olduğu görüşündedirler. Araştırma sonuçları da, genellikle yukarı, orta ve aşağı olmak üzere üç sınıf üzerinden verilmektedir. Böyle kabalaştırılmış bir tabakalaşma süreciyle sosyal sınıfların birbirlerinden az çok belirgin düşünce, değer ve davranış tarzlarıyla ayrılmış olduğu, her birimin belirli bir kültürü temsil ettiği daha kolay görülebilir hâle getirilmeye çalışılmıştır. Sadece sosyal sınıf yapısını ve renk kastı sistemini incelemekle yetinmeyip, bu sistemlerin kişilik oluşması üzerindeki etkilerini de incelemiş bulunan Allison Davis, kendisinin gerçekleştirmiş olduklarının dışında Warner, Dollard, Gardner’ler, Havighurst, Martha Ericson ve benzeri kişilerin Amerikalı beyazlar ve zenciler üzerinde yaptıkları araştırmalardan da yararlanarak, çocuğun ailesi tarafından yapılmış bir yorumlama ile değiştirilmiş olsa da, geliştirilmiş olan davranışların, Who Shall be Educated? adlı eserde belirtildiği üzere, sınıf standartlarına göre nasıl şekil almış olduğunu, sosyal sınıf sosyalleşmesinin, bir bireyi, sınıfının bireyi yapmakta belirleyici bir rol oynadığını çok açık olarak ortaya koymaktadır. Araştırmalar, sınıf üyeliğinin, çocuğun oynayacağı rollere, benimseyeceği amaçlara, ahlâkî kodlara ve benzeri unsurlara nasıl şekil vermiş olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda olmak üzere sosyal sınıf, çocuğun ne yiyeceğine, ne giyeceğine, arkadaş seçimine, ne cins bir iş tutacağına veya ne cins bir meslek sahibi olacağına, nerede ve ne zaman eğleneceğine, daha küçük yaşta bile ne gibi işler yapacağına, odaları ve eşyaları nasıl kullanacağına, parasını nasıl harcayacağına ve nasıl bir doğru-yanlış anlayışına sahip olacağına ve nerede oturacağına varıncaya kadar etkide bulunmuş olmaktadır. Bu etkilenme sürecini bazı sosyal ve psikolojik problem alanları üzerinde yoğunlaşarak, biraz daha yakından ve somut örnekler vererek incelemeye çalışalım. Lloyd Warner’in yönetimi altında Allison Davis, Burleight Gardner ve Mary R. Gardner tarafından yapılmış ve Deep South17 adıyla yayımlanmış olan araştırma, küçük bir şehirde, Eski Şehir (Old City) denen bir yerleşme yerinde 17 Allison Davis, B.B. Gardner and M. R. Gardner, Deep South: A Study of Social Class and Color Caste in a Southern City, Chicago: University of Chicago Press, 1941. 1954 yılında yapılmış sekizinci baskısının kapağına alınmış olan tanıtma örneklerinden birisini oluşturmakta olan H. Aptheker’in yazısında, hiçbir kitabın tek başına bu derece ayrıntılı, tasvir edici ve doğru bir kast-sınıf sistemini resmetmediği söylenmektedir. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 16 54 2009 yapılmıştır. Bu küçük şehir 1800’lü yıllardan bu yana pamuk ticaretinin merkezi konumunda bulunmaktadır. “Yukarı-yukarı” (yukarı-üst) sınıfı oluşturan “eski aristokrasi”nin yanında, “yukarı-aşağı” (yukarı-alt) grubu oluşturan ve öncekiler kadar eski olmayan “aristokratik” bir yukarı sınıfa sahiptir. Ayrıca, Warner’in Yankee City araştırmasında olduğu gibi, “yukarı-orta” ve “aşağıorta” sınıflarla birlikte “aşağı-yukarı” (aşağı-üst) ve “aşağı-aşağı” (aşağı-alt) sınıflara da sahiptir. Yayımlandığı zaman büyük övgüler almış olan bu kapsamlı araştırmanın dördüncü, beşinci ve altıncı bölümleri, yukarı, orta ve aşağı sınıf beyaz ailelerin uyguladığı eğitim sisteminin ve sosyalleşme teknik ve ideallerinin neler olduğunu araştırma konusu yapmaktadır. Bu araştırma, orta sınıf ailelere mensup ana-babaların çocuklarına ısrarla kendi kültürlerine uygun bir davranış tarzı aşılamak istediklerini; hattâ bebelik safhasında, sürekli bir şekilde, beğenmeme, tasvip etmeme, utanç, suçluluk duygusu veya bir intibak endişesi yaratma yollarına başvurarak çocuklarına şekil vermeye çalıştıklarını; çeşitli sosyalleşme tekniklerini kullanarak çocuklarını memeden kesmeye, temizlik alışkanlıkları edinmeye yönlendirmiş olduklarını göstermektedirler. Bu insanlar çocuklarına malamülke saygılı olmayı aşılamaktadırlar. Bu araştırmanın ortaya koyduğu üzere, beyaz orta sınıf çocukları, yemek yeme zamanı ve görgü kuralları, kiliseye veya pazar okuluna gitme, arkadaş grubunun seçimi, evde hangi şartlarda eğlence tertip edecekleri, ekonomik konular, sinemaya gitme ve görülecek filmler, okul, alınacak dereceler, takınılacak tavır ve hareketler, kendi aile ilişkileri içerisinde aşağı sınıfa mensup gençlerin maruz kalmadığı birçok kontrol alanında ana-babaları tarafından yönetilmiş, kontrol edilmiş veya nezaret altında bulundurulmuşlardır. Bu yolla, beyaz orta sınıf genci, yetişkin hâle gelirken yetişkinliğin gerektirdiği davranışları kabule davet edilmiş; yüksek okulun sonuna doğru, hattâ kollej kariyerinin başlangıcında ailenin statusunu devam ettirecek veya geliştirecek bir iş, bir meslek için ciddi bir hayat mücadelesi vermeye sevk edilmiş; kızlar “nezih”, “iyi” yahut “parlak” bir evlenme yapmaya, yahut da bir meslek sahibi olmaya yönlendirilmiş olmaktadır. Böylece orta sınıf bireyi, sosyal mevkini muhafaza etmek için devamlı şekilde çabalamaya, sosyalleşme süreçlerinin meydana getirmek istediği güç ilca (itki) kontrollerini kazanmaya, uykusuzluk, rahatsızlık ve açlık gibi organik mahrumiyetlere alışmaya sevk edilerek, hattâ zorlanarak, Dollard’ın,18 Davis ve Dollar’ın19 bildirdikleri gibi, tecavüzkârlık, cinsel ilişki, yaş, cinsiyet, aile rolleri ve daha birçok ilişki 18 John Dollard, Caste and Class in a Southern Town, Hew Haven: Yale University Press, 1937. 19 Allison Davis and J. Dollard, Children of Bondage, Washington, DC.: American Council on Education, 1940. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 17 türleri aracılığı ile içinde yaşadığı sınıf kültürü tarafından şekillendirilmişler; bir tâli-kültür kişiliği kazanmaya yönlendirilmişlerdir. Motivasyon bakımından bu süreç, bir gencin, gaye tepkilerinin (öğrenmenin, etkili takviyelerinin yahut mükâfatlarının) ne olacağını, neden korkacağını, nefret edeceğini, neyi arzu edeceğini, değerli yahut kutsal telâkki edeceğini ve ne için çalışacağını yahut mücadele edeceğini belirleyecek, yapacağı davranışların şeklini tayin ederek ve ona toplumun tümüne özellik kazandırmış olan “kültürel kişiliğe”, “sosyal karaktere” veya “temel kişiliğe”20 ek olarak, Ralph Linton’ın21 tâbiri ile sınıfına uygun bir status kişiliği de kazandıracaktır. Orta sınıf Amerikan halkının Amerikan hayatını devam ettiren, organize eden ve yönlendiren bir sınıf olarak telâkki edilmesinin sebebi bu olmak gerekir. Cumhurbaşkanı Özal’ın Türkiye’de orta direk benzetmesi ile ifade etmek istediği yakıştırma da bu olsa gerektir. Özal, buna, bir de “köşeyi dönme” çabası ekleyerek, daha yukarılara çıkmanın yolunu göstermeye çalışmış; Amerika’dan davet ettiği “prenslerle” örneklik de etmiştir. Allison Davis, belirleyici bir çalışma olarak gördüğümüz “Socalization and Adolescent Personality” adlı yazısında22 orta ve aşağı sınıf davranış kalıplarını karşılaştırırken, tecavüzkârlığın, orta sınıfta konvansiyonel “inisiyatif”, “ihtiras” yahut “ilerleme” şekline büründüğünü; aşağı sınıfta ise fizikî tecavüz yahut tehtidde bulunma gibi ekseriya açıkça yapılan tecavüzkârlık şekilleriyle ifade edildiğini söylemektedir. Orta sınıf, tecavüzkârlığı bir tür sosyal ve ekonomik maharetler kazanma şeklinde öğretmeye çalıştığı hâlde, aşağı sınıf, çocuklarına ve gençlerine yumrukla, muşta ile veyahut bıçakla vurmasını, vururken de önce davranmasını öğretmektedir. Aşağı sınıf kız ve oğlan çocukları, gençlik devrelerinde babalarına lânet yağdırabilmektedirler; evce yapılan kavgalarda babalarına yumrukla, sopa ile saldırabilmektedirler. Aşağı sınıf ailelerde silleli tokatlı karı koca kavgaları birçok ailede er-geç vukû bulmaktadır. Bununla birlikte, Davis’in belirttiği üzere, bu tür davranışlar, aşağı sınıf kültürlerinde tasvip edilmiş, sosyal olarak mükâfatlandırılmış olmadığı hâlde yaşanarak öğrenilmiştir. Küçük çocuklar babalarının sustalı çakılarının uzunluğu ile övünür olmuşlardır. Çocuk veya genç kendisinden büyük olan hasmını dövemez ise, ana veya baba kavgaya dahil olmuştur. Bu gibi aşağı sınıf gruplarında iyi bir kavgacı olmaya çalışmayan bir genç babasının tasvibini alamayacağı gibi oyun grubuna yahut mensup olduğu çeteye 20 Turhan Yörükân, “Temel Şahsiyet ve Kültür”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 1958-1959, 13-14, ss. 107-136. 21 R. Linton, The Cultural Background of Personality, London: Routledge and Kegan Paul, 1947. 22 Allison Davis, “Socialization and Adolescent Personality”, T.M. Newcomb ve E.L. Hartley’in derlediği Readings in Social Psychology (New York: Henry Holt and Co., 1947, ss. 139-150) adlı eserde. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 18 54 2009 (gang’a) de kabul edilmemektedir. Bu kültürel müeyyidelerin sonucu şudur ki genç, kavga edenleri, kavgacıları takdir etmesini öğrenmekte, öyle olmaya, öyle bir kişilik yapısı geliştirmeye çalışmaktadır. Aralarında zehirle, ırza geçme suretiyle tecavüzde bulunmayı içerisine alan, hem orta sınıf gençleri, hem de aşağı sınıf gençleri tarafından tasvip edilmeyen birçok tecavüzkârlık şekilleri bulunmakla birlikte, gene de bu tecavüzkârlık şekillerinin bazı aşağı sınıf bölgelerinde yaygın bir şekilde uygulandığı görülmektedir. Sosyal sınıf kültürlerinde, sosyalleşme yoluyla kişiliği etkileyen bir davranış kalıbı olarak hırsızlık, aşağı sınıf ana-babasının sözle yasak ettiği, fakat bireyler kendi ailesinden veya yakın akrabalarından çalmadığı takdirde, bazı ailelerin göz yumduğu, kendi ailesinin yanında oyun grubunun ve akrabalarının örneklik ettiği bir tecavüzkârlık şeklidir. Allison Davis, hattâ aşağı sınıf ana-babasının çocuğa orta sınıfın mores’ini aşılama hususunda sarf ettiği çabalara rağmen, çocuğun ve gencin eğitildiği sokak kültürünün, ana-babanın etkisini ortadan kaldırdığını söylemekte; tecavüzkârlıkta olduğu gibi, cinsel davranışın şekil almasında da, görgü faktörünün, bütünüyle sosyal sınıf kültürünün, bireyin davranışlarına şekil vermiş olduğunu söylemektedir. Bu şu demektir ki, bu yolla yetişmiş olan bireylerin davranışları, gene sosyal sınıf sosyo-kültürel yapısı içerisinde yerini almaya devam ederek, Donald Cressey’in, Hagan ve Peterson ile Bourguignon’un yazılarında bahsettiği problemlerin sürüp gitmesine sebep olacaktır. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’ndeki resmî istatistikler, suç oranlarının, diğer sınıflara nazaran, işçi sınıfları arasında daha yüksek seviyede bulunduğunu ortaya koymuştur. Suçluluk türlerinde çeşitli farklar bulunmakla birlikte, genelde erkeklerin üçte ikisi ile dörtte üçü arasında bir oranın, kadınların ise onda dokuzunun işçi sınıfı veya aşağı sınıf mensupları arasında ortaya çıkmış olduğu görülmüştür. New England’da ve Wisconsin’de sosyal sınıflar üzerinde yapılmış olan araştırmalar, aşağı sınıflara mensup iki grup halkın, mahallî toplumun nüfusunun %57’sini temsil etmesine karşılık, yedi yıllık bir dönemde tutuklanmış olanların %90’ının aşağı sınıf mensupları olduğunu; göz altına alınmış bulunan kimselerin ve genç suçlu oğlan çocuklarının %33’ünün ana-babalarının bir meslek sahibi olmadıklarını, yani kaba bir işçi durumunda bulunduklarını ortaya koymuştur.23 Çocuk veya genç suçlular üzerinde yapılmış olan çok sayıda başka araştırma, sosyal sınıf farklılıklarına göre değişiklik gösterse de, aşağı sınıfa mensup çocukların ciddi oran23 Donald R. Cressey, “Crime”, Robert K. Merton ile R. A. Nisbet’in derlediği Contemporary Social Problems (New York: Harcourt, Brace and World, 2nd ed., 1966, ss. 157-158)adlı eserde. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 19 da suçlu bulunduklarını belgelemiştir. Ayrıca, J. Hagan ve R. D. Peterson , Amerika Birleşik Devletleri’nde, fakirliğin yüksek oranda görüldüğü mahallelerde, suç ve şiddet oranlarının daha yaygın bir şekilde görüldüğünü; F. Bourguignon’un25 gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde yapmış olduğu bir çalışma da, suç ve şiddet gösterme olaylarının fakir halkın yaşadığı marjinal şehir alanlarında daha yoğun bir şekilde ortaya çıkmış olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmalar, aynı zamanda, yüksek oranda suçluluğun, eşitsizliğin süratle ortaya çıkmış olduğu hâl veya dönemlerde artma eğilimi gösterdiğini de ortaya koymuştur. Nitekim suç konusunda yapılmış olan karşılaştırmalı kültür araştırmaları bu hususu teyit etmiştir. Sovyetler Birliği’ne bağlı ülkeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, fakir ve zengin sayısında süratli bir artış olmuş, bu da Türkiye’de olduğu gibi, organize suçların artmasına sebep26 olmuştur. Araştırmalar, suçlulukta izafî değerlendirmenin, fakir kimselerin kendilerini başkalarıyla kıyaslamasının büyük bir önemi bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu bağlamda olmak üzere, fakirliğin ne olduğu konusunda C. Cozzarelli ve arkadaşları27, O. M. Hunt28 ve A. Furnham29 tarafından yapılmış araştırmaların yanında, zenginliğin30 ve eşitsizliğin halk indinde ne mânâya geldiği konusunda da birtakım araştırmalar yapılmıştır. J. R. Kluegel ve E. R. Smith’ın31 yapmış olduğu bir araştırma, eşitsizliğin bulunduğuna inanmanın, olan ile olması gerekenin arasındaki farkın, ümit ve başarı seviyesi arasında görü24 24 J. Hagan and R.D. Peterson, eds.,Crime and Inequality, Stanford, A.: Stanford University Press, 1995. 25 F. Bourguignon, “Crime as a Social Cost of Poverty and Inequality: A Review Focusing on Developing Countries”, S. Yusuf ve arkadaşlarının derlediği Facets of Globalization: International and Local Dimensions of Development (Washington, DC.: World Bank, 2001, ss. 171-191) adlı eserde. 26 S. E. Bunnel, “Global Crime Calls for Global Pertnerships, “FBI Low Enforcement Bulletin, 1995, 64, ss. 6-7. Türkiye açısından yapılmış genel bir değerlendirme için, Turhan Yörükân’ın “Suça Zemin Oluşturan Yerler Olarak Şehirler veya Büyük Şehirler”, (Bilge, 2005, 45, ss. 4-16) adlı yazısına bakınız. 27 C.Cozzarelli, et al., “Attitudes Toward the Poor and Attributions for Poverty”, Journal of Social Issues. 2001, 57, ss. 207-227. 28 M. O. Hunt, “The Individual, Society, or Both? A Comparison of Black, Latino, and White Beliefs about the Causes of Poverty”, Social Forces, 1996, 75, ss.293-322. 29 A. Furnham, “Why are the Poor Always with Us? Explanations for Poverty in Britain”, British Journal of Social Psychology, 1982, 21, ss. 311-322. 30 K. B. Smith, “I Made it Because of Me: Beliefs about the Causes of Wealth and Poverty”, Sociological Spectrum, 1985, 5, ss.255-267; K. B. Smith and L. Stone, “Rags, Riches, and Bootstraps: Beliefs about the Causes of Welth and Poverty”, The Sociological Quarterly, 1989, 30, ss. 93-107. 31 J. R. Kluegel and E. R. Smith, Beliefs about Inequality: America’s Views of What is and What Ought to Be, New York: Adline De Gruyter, 1986. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 20 54 2009 len uyuşmazlığın büyük bir önemi bulunduğunu ortaya koymuştur. “Suça Zemin Oluşturan Yerler Olarak Şehirler ve Büyükşehirler” adıyla yayımladığımız yazımızda da belirttiğimiz üzere, İstanbul’da görülen suç patlamasında, bizzat fakir olmaktan çok, sözünü ettiğimiz psikolojik mekanizmalar açısından, fakir-zengin, güçlü-güçsüz olma, iyi ve kötü yerlerde yaşama gibi kıyaslamaların ve sokak kültürünün etkisinin bulunduğu görülmektedir. Hemen belirtelim ki, her ne kadar pek çok kimse, fakirliğin bireysel bir özellikten, özellikle tembellikten ve hesabını bilmemekten kaynaklanmış olduğu görüşünde bulunsa da, sosyal sınıf araştırmaları, aşağı sınıfa mensup veya fakir olmanın bir sosyo-kültürel yapı problemi olduğunu ortaya koymuştur. Aile içi şiddet gösterimi ile ilgili olarak yapılan araştırmalar, şiddet gösteriminin bütün sosyal sınıflarda görülmüş olmasına karşılık, Allison Davis’in belirttiği üzere, aşağı sınıflarda çok daha yaygın bir şekilde bulunmuş olduğunu ortaya koymuştur. J.E. Bunnell’in, R. I Geller’in ve Steven Platt’ın yaptığı araştırmalar, daha yüksek sınıflara mensup insanlarla karşılaştırıldığında, aşağı sınıf mensuplarının daha az maharet ve kaynak sahibi insanlar oldukları için, evlerinin dışında kişisel güçlerini sergileyebilecekleri bir imkâna sahip olamadıklarını, ancak evlerinde karılarına veya çocuklarının annelerine karşı tahakkümde bulunma imkânına sahip olduklarını göstermiştir. Aşağı sınıf erkekler karılarına, aynı zamanda aşağı sınıf kadınlar da çocuklarına karşı şiddet kullanmak suretiyle bir nevi boşalma yaşamışlardır. Gelles’in yapmış olduğu araştırmalar,32 aşağı gelir seviyesindeki erkekler ile mavi yakalı işçiler arasında şiddet uygulamasının daha yaygın olduğunu bulgulamıştır. Kesin olmamakla birlikte, genel kanaat şudur ki, fakirlik ve işsizlik, yarattığı süreçten ve yıkımdan (depresyondan) dolayı, fakir halk arasında veya aşağı sınıflarda şiddet kullanmanın daha çok görülmesine sebep olmaktadır. Gerek suçluluk, gerekse şiddet gösterme konusunda elde edilmiş olan bulgular, yukarı sınıf mensuplarının sahip oldukları güç ve para yüzünden, bu sınıflar için daha düşük bir oran göstermekle birlikte, aşağı sınıfların bu konuda daha yüksek oranlarda sosyal problem yaşadıklarını ortaya koymuştur. Genel kanaat şudur ki, gerek suç, gerekse şiddet gösterme, hattâ intihar33 olaylarında, fakirliğin ve işsizliğin yarattığı stresin ve yıkımın (depresyonun) büyük bir rolü bulunmaktadır. 32 R.I. Gelles, “The Myth of Battered Husbands and New Facts About Family Violence”, Robert L. David’in derlediği Social Problems 80-81 (Dushkin, Conn.: Guilford, 1980) adlı eserde; Contemporary Families: A Sociological View, Thousand Oaks, Calif.: Sage 1995; R. J. Gelles and Clair P. Cornell, Intimate Violence in Families, 2nd ed., Beverly Hills, Calif.: Sage, 1990. 33 Steven Stack, “Suicide: A Decade Review of the Sociological Literature”, Deviant Behavior, 1982, 4, ss. 49-51; Steven Platt, “Unemployment and Suicidal Behavior”, Social Science and Medicine, 1984, 19, ss. 93-115. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 21 Gerek suçluluk, gerekse şiddet gösterme konusunda ortaya çıkan sınıf farkı, Allison Davis’in işaret ettiği çatışmalı aile hayatının sonucu olarak, boşanma konusunda da kendisini göstermektedir. İş güvensizliğinden ve yetersiz gelir sahibi olmaktan kaynaklanan birçok gerginlik, aşağı sınıflarda pek çok evlilik çatışmasına dönüşmekte ve boşanma ile sonuçlanmaktadır. Bu durum, aynı zamanda, fakir ailelerde doğmuş çocukların, daha büyük oranda, kırık evlerde yaşamalarına sebep olmaktadır. Buna karşılık kapitalist aile geleneği, bu çeşit problemleri yaşamamak için yerleşmiş bir geleneğe sahiptir. Soy-sop ve aile tarihçesine ve aile geleneğine önem vermektedirler. Bu sınıf bireyleri, karı ve koca seçmenin sadece kendilerini değil, bütün bir aileyi ilgilendirdiğini, seçecekleri eşin aile çizgisini ne şekilde etkileyeceğini dikkatle düşünmektedirler. Bu bakımdan yapılacak seçim, diğer sınıflara nazaran daha sınırlı fakat daha kalıcı olmaya aday bulunmaktadır.34 Avrupa ülkelerinde gösterilen hassasiyetin daha da sınırlayıcı olması, birtakım dinî yasakların da etkisiyle insanları çok daha seçici olmaya sevketmektedir. Sapkın davranışlar konusunda yapılmış olan araştırmalar, aşağı sınıf yeni yetmelerinin (teenager’lerin) daha yüksek sınıflara mensup yeni yetmeler gibi uyuşturucu ve içki kullandıklarını, dersleri asma gibi sapkın davranışlarda bulunduklarını ortaya koymuştur. Genç insanlar olarak birtakım farklı davranışlara yöneldikleri, şiddet içeren saldırı olaylarına karıştıkları; daha önce de işaret ettiğimiz üzere, kendi yakınlarından çalmadıkları takdirde, insan, ev ve mağaza soydukları ve sokak suçlarını daha yüksek oranda işlemeye başladıkları; yetişkinlik durumunda sınıflar arasındaki farkların daha belirginleşmeye başladığı; aşağı sınıf yetişkinlerin soygun veya sokak suçlarına daha fazla karıştıkları, buna karşılık, yukarı gelir grubuna giren yetişkinlerin daha kazançlı beyaz yaka (memur) veya örgütlü denen suçlara bulaştıkları görülmüştür. Yukarı sınıflar, asgarî ve azamî fiyat ayarlama, vergi kaçırma, hileli reklâm ve tanıtmalar yapma gibi, aldıkları eğitime uygun düşecek şekilde, fırsat yakalamaya, vurgun yapmaya ve kolayca yakalanmamaya elverişli suçlar işlemeyi daha uygun bulmuşlardır.35 Allison Davis, cinsel ilişkide bulunmanın, aşağı sınıf gençlerinde fazlasıyla doğrudan doğruya, engellenmeye çalışılmadan gerçekleşmiş olduğunu söylemektedir. Bu davranış türü orta sınıfta olduğu gibi doğuştan tabu veya kötü, bir şer davranışı olarak kabul edilmemektedir. Aşağı sınıf kültürlerinde kendi kızları için bu davranışları yasaklayan; kızlarının evlenmeden 34 N. W. Aldrich, Old Money: The Mythology of America’s Upper Class, New York: Vintage Books, 1989. 35 Anthony R. Harris and L. R. Meidlinger, “Criminal Behavior: Race and Class”, Joseph F. Sheley’in derlediği Criminology: A Contemporary Handbook (Belmont, CA.: Wadsworth, 1995) adlı eserde. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 22 54 2009 önce çocuğa kalmalarını engellemeye çalışan anneler bulunmakla birlikte, kızın kendi ailesi, çoğunlukla buna aykırı bir örnek oluşturmaktadır. Gençler, erken bir yaşta, ailesi içerisindeki erkek ve kadınların evlilik dışı ilişkilerini öğrenmektedir. Babasının başka bir kadınla yaşamak için ortadan kaybolduğuna şahit olmuştur; veya diğer erkeklerin annesini, evli kızkardeşlerini ziyaret etmiş olduğunu görmüştür. Kardeşlerinden hiçbirisi gayrimeşru olmayabilir, fakat babasının ve annesinin bir diğerini er geç gayrimeşru bir çocuğa sahip olmakla suçlayabileceğine şahit olmuştur. Çocuğun oyun grubu daha 11, 12 yaşlarında iken, cesur bir şekilde cinsel ilişki tartışmaları yapmaya başlamış; böyle bir sosyo-kültürel zemin içerisinde yetişmekte olan çocuk da, cinsel ilişkiye erken yaşta başlamak suretiyle, onların arasında yerini almaya çalışmıştır. Bu bakımdan, tecavüzkârlıkta olduğu gibi, cinsel ilişki için de gençler, gaye tepkileri birbirine uymamakla birlikte, teşvik görme imkânına kavuşmuşlardır. Allison Davis, orta sınıf gençlerinin fizikî tecavüz ve cinsel ilişki konusunda cezalandırılmış olduklarını; aşağı sınıf gençlerin ise aynı davranışlar için hem sosyal, hem de organik olarak sık sık mükâfatlandırılmış olduklarını; yaşanan endişe ve suçluluk duygusunun, yahut bu davranışlara bağlanan engelleme derecelerinin, birer kişilik özelliği ve sosyo- kültürel zemin olarak, iki sınıf için tamamen farklı olduğunu; orta sınıf için bir ağırlığı bulunduğunu söylemektedir. Burada psikanalizin, ilk çocukluk yıllarında uygulanan sosyalleşme tekniklerinin kişilik oluşması üzerinde yapmış olduğu etkilerin hayvanlar üzerinde yapılmış araştırmalarla birçoklarının doğrulanmış olduğunu tartışmaya açacak değiliz. Belirtmek istediğimiz husus şudur ki, pek çok kimsenin “bundan ne çıkar” diyebileceği bir tuvalet eğitimi konusunda bile, sosyal sınıfların uyguladıkları sosyalleşme süreçleri arasında farklar bulunmakta olduğudur. Bu, meme emme davranışlarının tatmin edilip edilmemesi ile bağlantılı olan parmak emme davranışında bile kendisini göstermektedir. Parmak emme ile ilgili buluşların orta sınıf çocuğunun kültürel eğitiminde, organik ve heyecan dayanağı sağlayan kaynaklara sahip olma bakımından aşağı sınıf çocuklarına nazaran daha fazla bir mahrumiyet içerisinde bırakıldığı konusunda ileri sürülen teoriyi destekler mahiyette görülüyor. Orta sınıf beyaz çocuklarının aşağı sınıf çocuklara nazaran üç defa daha fazla parmaklarını emdikleri görülmüştür. Orta sınıf çocukları arasındaki parmak emmelerin çok yaygın bir şekilde bulunması, Freudcuların iddia ettikleri şekilde parmak emmenin açlık saikinin ve emme zevkinin kuvvetli bir şekilde engellenmiş olduğu, bir tepki davranışı olarak ortaya çıktığı tarzındaki görüşlerini destekler mahiyette görünse de, Zenci orta sınıf çocukları, meme emme ve memeden kesilme bakımdan çok daha fazla müsamaha gördükleri Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 23 hâlde, beyaz orta sınıf çocuklarından tuvalet alışkanlıkları bakımından çok daha serbest bir eğitime tâbi tutuldukları için, beyaz orta sınıfı için kaydedilen hemen hemen aynı vaka nispetinde parmaklarını emmişlerdir. Allison Davis, bunun içindir ki parmak emme (parmak tırnaklarını yeme, ısırma, burun çekme, vs.) gibi davranışların beslenme, emme engellemelerinden çok, çeşitli cinsten sınıfsal engellemelere karşı bir tepki olabileceğini düşünmektedir.36 Nitekim, başlı başına bir engelleme olan fakirliğin insan sağlığına aykırı önemli bir stres kaynağı olduğu ve davranış bozukluklarına yol açtığı, sağlık konularında yapılan araştırmalarla çok açık bir şekilde gösterilmiştir. Aşağı sınıf insanlarının fakirlikten, iş güvensizliğinden, yaşadıkları çevrenin itibar kırıcı olmasından ve birey olarak toplum içerisinde küçük görülmüş olmaktan, himayesiz olduklarını hissetmelerinden dolayı duydukları kırgınlığı, yaşadıkları stresi çocuklarına hissettirdikleri görünen ve bilinen bir gerçektir. Ayrıca, çocukların yaşadıkları kendilerine özgü stres olayları da onları, kendilerine dönük birtakım davranışlarda bulunmaya sevk etmiştir. Bu bakımdan, Allison Davis’in parmak emme konusunda yaptığı yorumlarının mastürbasyon konusunda da geçerli olabileceği görülmektedir. Ortalama orta sınıf ana-babası, ortalama aşağı sınıf ana-babasından, cinsiyet organlarıyla oynamayı engelleme konusunda çok daha dikkatli ve cezalandırıcı davranmıştır. Sıkı nezarette bulunmalarına rağmen, beyaz orta sınıf çocuklarının, beyaz aşağı sınıf çocuklarına nazaran üç misli daha fazla mastürbasyonda bulundukları görülmüştür. Zenciler arasında ise aşağı sınıf çocuklarına nazaran orta sınıf çocuklarının iki defa daha fazla mastürbasyonda bulundukları kaydedilmiştir. Bu vaziyet, meme emme engellemesinde olduğu gibi, çocukluktaki mastürbasyonun doğrudan doğruya cinsiyet saikinin engellenmesine karşı yapılan bir tepki olarak oluşmasından çok, çeşitli cinsten engellemelerin herhangi birisine, yahut hepsine birden yapılmış bir tepki olabileceğini akla getirmektedir. Görüldüğü üzere, orta sınıf çocuk bakımı teknikleri, bir kültürel özellik olarak, bu engellemeleri çok daha yaygın bir şekilde kullanmakta ve bir engellemeler bütünü olarak da söz konusu tepkiler daha yaygın bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 36 Çocuk bakımı konusuyla ilgili olarak, Allison Davis’in bazen Robert J. Havighurst ile birlikte yayımladığı, büyük çoğunluğu American Sociological Review adlı dergide yayımlandıktan sonra, Clyde Kluckhohn ve Henry A. Murray’ın derlediği Personality in Nature, Society and Culture (New York: Alfred A. Knopf, 1950) adlı kitapta tekrar yayımlanmış olan “Social Class and Color Differences in Child-rearing” (ss. 252-264) ve “American Status Systems and the Socialization of the Child” (ss. 459-468) adlı yazılarıyla, Roger G. Barker ve arkadaşlarının derlediği Child Behavior and Development (New York: McGraw-Mill, 1943) adlı kitaba alınmış “Child Training and Social Class” (ss. 617-619) adlı yazısına ve Harvard Üniversitesi’nin, 1948 yılında yayımladığı Social Class Influences upon Learning adlı kitabına bakınız. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 24 54 2009 Alfred C. Kinsey ve arkadaşları göstermiştir ki, aşağı sınıf heyecan ifadesi, doğrudan doğruya olmaktadır. Cinsel saik heteroseksüel davranış olarak, çok daha erken yaşta ve çok daha sık olarak mecra bulmaktadır. Buna karşılık, orta sınıflarda doğrudan doğruya cinsel ifadeye karşı konulmuş olan yasak, otoerotik faaliyetlere ve okşamalara yol açmaktadır. Fakir tabaka arasında mahrumiyet, çoğunlukla yiyecek ve maddî konforla ilgili bulunduğu, gündüz rüyaları bu objeler etrafında merkezleşme eğilimi gösterdiği hâlde, orta sınıf gencinin gündüz rüyaları daha yoğun bir cinsiyet unsuru ihtiva etmektedir. Kinsey ve arkadaşlarının 6300 Amerikan erkeği üzerinde yapmış olduğu araştırma, sosyo-ekonomik seviye ile cinsel davranış arasında manidar bir ilişkinin bulunduğunu açık şekilde ortaya koymuştur. Aşağı ekonomik seviyede bulunan sınıflar, yukarı sınıflara nazaran daha fazla evlilik öncesi ve evlilik dışı cinsel ilişkilerde bulunmuşlardır. Buna karşılık, yüksek sosyo-ekonomik sınıflara mensup insanlarda mastürbasyon oranının daha yüksek olduğu ve bu sınıf erkeklerin daha çok sayıda tenbihe karşı erotik tepkide bulundukları görülmüştür.37 Yukarı seviyede bulunan sınıflar, daha iyi yaşama sansına sahip oldukları içindir ki, aşağı sınıf halka nazaran daha iyi beslenmekte, daha sağlıklı ortamlarda yaşamaktadırlar. Pis işlerle meşgul olmadıkları gibi, hastalandıkları zaman da daha üstün bir tıbbî bakım görmektedirler. Buna karşılık, aşağı sınıf halk arasında ilk yıllarda meydana gelen çocuk ölüm oranlarının, yetişkin ve yaşlı insan ölüm oranlarının daha yüksek bir seviyede bulunduğu gözlemlenmektedir. Yukarı sınıflara nazaran, frengi, verem, mide ülserleri, şeker, hattâ grip gibi hastalıklardan ölenlerin oranları daha yüksek bir seviyede bulunmaktadır. Daha çok veya daha yoğun cinsten bir stres yaşadıkları içindir ki, bazı ruhî hastalıklar aşağı sınıfta daha büyük bir oranda bulunmaktadır.38 Yaşama şansları bakımından meydana gelen bu farklılık, aynı zamanda onların hayat tarzlarında, başkalarına karşı takındıkları tavırlarda, değerlerde; kendi seviyeleri açısından benimsedikleri, kabullendikleri sosyal değerlerde ifadesini bulmaktadır. Takınılan bu tavırlar, benimsenen bu değerlerdir ki, sınıfların kendi içlerinde ve dışarıya karşı geliştirdikleri davranışlarda sınıf bilincinin bir ifadesini oluşturulmuştur. Yüksek sınıfların 37 A. C. Kinsey, at al., Sexual Behavior in the Human Male, Philadelphia: W. B. Sanders, 1948. Bu kitabın 10’uncu bölümüne bakınız. 38 Dennis Gilbert, and J. A. Kahl, American Class Structure, 4th ed. , Belmont, CA.: Wadsworth, 1993; David, B. Grusky, Social Stratification: Class, Race, and Gender in Sociological Perspective, 2nd ed., Boulder, CO.: Westview, 2001; M. Bartley, Health Inequality: An Introduction to Theories, Concepts and Methods, Cambridge: Polity Press, 2004. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 25 benimsedikleri değerler, ekonomik alanda daha muhafazakâr, sosyal işler alanında ise daha liberal hareket etmelerini bile şekillendirmektedir. Görülmüştür ki, yukarı ve orta sınıflar, ev-dışı toplum faaliyetlerine daha fazla katıldıkları hâlde, işçi sınıfının sosyal hayatı, aileler ve akrabalar arası ilişkilerle sınırlı kalmaktadır. Aşağı sınıflar, iş hayatından arkadaşlarla nadiren eğlenmekte ve onlara nadiren ziyarette bulunmaktadırlar. Evlerine daha az misafir davet etmektedirler. Komşularıyla ilişki kurmaktan çok, ekseriya ana-babalarını, kardeşlerini ve diğer akrabalarını ziyarete gitmektedirler. Gilbert ve Joseph Kahl’un işaret ettiği üzere, bir mânâda, dış dünyanın korkutucu ve tahrip edici etkisinden kurtulabilmek için bu şekilde hareket etmektedirler. Ayrı ayrı sosyal sınıflara mensup olanlar, ayrı mağazalardan alış-veriş yapma; ayrı dergileri, gazeteleri, kitapları okuma eğilimindedirler; ayrı televizyon programları izlemektedirler. Bu da onların, mevcut ön yargılarını pekiştirmeye, daha içe kapanık bir hayat sürmelerine sebep olmaktadır. Bazı araştırmaların sonuçlarına göre, böyle bir sosyo-kültürel hayat, düşük gelirlilerde, daha önce de işaret ettiğimiz üzere, aile içi şiddet kullanımının daha çok görülmesine yol açmaktadır. Nitekim, aşağı sınıf aile bireyleri, şahsî güçlerini gösterme bakımından, evlerinin dışında daha az kaynağa veya fırsata sahiptirler. Straus, Gelles ve Steinmetz’in yapmış olduğu bir araştırma, aile içi şiddet olaylarının, sosyalleşme yoluyla genç nesillere de geçtiğini, ana-baba kavgalarına şahit olarak yetişmiş olan çocukların, bu davranış şeklini, kendilerinin kurdukları ailelere de büyük oranda taşımış olduklarını ortaya koymuştur.39 Böylece Allison Davis ve Hollingshead’ın araştırmalarıyla ortaya konmuş olan sosyalleşme süreçlerinin sonuçları görünür olmuştur. 1941-1942 yıllarında Elmtown denen 10 000 nüfuslu bir Ortabatı kasabasında August B. Hollingshead tarafından yapılmış olan bir araştırma, Allison Davis’in bize sunduğu verileri destekler mahiyette bulunmuştur. Daha sonra psikiyatrist Fredrick C. Redlich ile birlikte sosyal sınıf ve ruh sağlığı ilişkisi konusunda yapmış olduğu araştırma ile tanınmış olan Hollingshead, Elmtown araştırmasında, sınıf bağlantılarını göz önünde bulundurarak 735 kız ve erkek delikanlının davranışlarını ayrıntılı bir incelemeye tâbi tutmuştur. Bu araştırmanın sonucunda da, yukarı ve orta sınıf ailelerinin çocuklarına iyi bir hâl ve hareket tarzına sahip olmayı, tecavüzkâr olmamayı, çok çalışmayı, pazar okullarına gitmeyi ve aşağı sınıf çocukları ile arkadaş39 M. A. Straus, R. J. Gelles, and S. K. Steinmetz, Behind Closed Doors: Violence in the American Family, Garden City, New York: Doubleday, 1980; M. A. Straus, Physical Violence in American Families, New Brunswick, NJ.: Transaction, 1995. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 26 54 2009 lık etmekten kaçınmayı öğrettiklerini görmüştür. Buna karşılık Hollingshead, aşağı sınıf çocuklarının daha yukarı sınıf çocuklarından nefret etmeyi öğrendiklerine, pek az aile gözetimine tâbi oldukları hâlde, yeme, giyinme ve barınma konusunda ailelerine bağımlı olmalarından dolayı hayıflandıklarına; gençlik dönemlerinde tamamen bağımsız hareket edebilen bu çocukların bağlı bulundukları kliklerde ve diğer gruplarda bulunan aşağı sınıf gençlerinin büyük etkisinde kaldıklarına şahit olmuştur. Hollingshead, şu kanaate varmıştır ki, sosyal sınıf değerleri ve davranış kalıpları, aile ve mahalle tâli-kültürleri aracılığı ile etkide bulunarak, sadece çocuğun fiillerinin yer alacağı sahneyi değil, ona hareket etme tarzları ile fiilerini belirleme tarzlarını da vermektedir. Ayrıca bazı hareketlerinin cezalandırılacağını, bazılarını mükâfatlandırılacağını görmesini sağlamaktadır. Sağladığı sosyal rolleri nasıl oynayacağını; aile içerisinde, okulda ve sokakta, bir çocuk olarak, farklı pozisyonlarda farklı roller oynaması gerektiğini ve bu rolleri birbiriyle uyumlu bir hâle getirmesini de öğretmektedir. Bu yolla da sosyal kurumlara, müesseselere katılırken belli şekilde hareket etmeyi, kendisini gurubunun değerli bir üyesi olarak veya istenmeyen bir insan olarak görmeyi öğrenecek; farkında olmadan (gayrişuuri bir şekilde) edindiği tecrübelerin oluşturacağı yeni sitüasyonların yaratacısı olarak, bir kişilik geliştirmeye başlayacaktır.40 Hollingshead, söz konusu ettiğimiz araştırması sırasında görmüştür ki, başarı ve ümit seviyeleri de, ailelerin etkisiyle, ana-baba örnekleri ile, uygulanan sosyalleşme idealleri ile şekil almaktadır. Yukarı ve yukarı orta sınıf çocukları genelde iş adamı ve profesyonel kimseler olmak istemektedirler. Buna karşılık aşağı sınıf çocuklarının % 41’i, ileride ne olmak istediklerini bilmediklerini veya kâtip, sekreter, zanaatkâr, bazen romantik bir duyguyu içerecek şekilde, yabanî hayvan eğiticisi, bisiklet yarışçısı, karnavallarda hokkabaz olmak gibi işler yapmayı arzuladıklarını söylemişlerdir. Bu, aynı zamanda, hangi sınıftan olursa olsun, çocukların iş ümitlerinin hayatlarında yakalayabilecekleri fırsatlara bağlı olduğunu göstermektedir.41 Sosyal sınıfların kişilik özellikleri üzerinde; özellikle sosyal sınıf değerlerinin kişilik üzerinde yapmış olduğu etkiler, Davis ve Hollingshead’in 40 August B. Hollingshead, Elmtown’s Youth: The Impact of Social Classes on Adolescents, New York: John Wiley, 1949, ss. 443-445. Hollingshead, kitabının “Özet ve Sonuçlar” bölümünde, çocuğun, böylece 1) kendisi, 2) toplumun sosyal yapısı, 3) edineceği uygun status ve roller ile bu yapı içerisindeki yeri 4) tasvip edilen ve edilmeyen davranış şekilleri ve 5) kanunları ve ahlâk kurallarını, normları (mores) ihlâl ettiği zaman ne yapacağı, neyi arzu edeceği hakkında fikir edinme imkânlarına kavuşmuş olduğunu söylemektedir. 41 A. B. Hollingshead, age, 1949, ss. 282-287. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 27 yanında, H. G. Gough, Richard Centers, M. C. Kohn, A. Inkeles, J.R.H. Tudge 44 ve arkadaşları ile C. D. Ryff45 tarafından da inceleme konusu yapılmıştır. H. G. Gough, ailenin kültür, ekonomi, eğitim ve yaş durumlarını belirlemek üzere öğrencilerin kendileri tarafından doldurulan ve Sims Score Card soru cetveli (questionaire) ile Minnesota Multiphasic Personality Inventory adlı ünlü bir kişilik testini birlikte kullanmak suretiyle, bir Ortabatı şehrinde yaşamakta olan 223 lise öğrencisi üzerinde yaptığı araştırmalar sırasında, yüksek ekonomik seviye içerisinde yaşamakta olan öğrencilerin kuvvetli bir edebî ve estetik eğilime, daha güçlü bir sosyal dengeye ve güvenlik duygusuna sahip olduklarını belirlemiştir. Bu çocuklar, kendilerine ve başkalarına daha fazla güven duyduklarını, daha az korku ve endişe yaşadıklarını ifade etmişlerdir; aşağı sosyo-ekonomik sınıfa mensup çocuklara nazaran, ahlâkî, dinî ve cinsel konularda daha özgür ve cesur davranmışlardır; daha olumlu, dogmatik eğilimler göstermişler veya fikirlerinin doğru olduğuna inanmışlardır. Bu araştırmalar, ayrıca şu hususu ortaya koymuştur ki, yüksek sosyoekonomik statusa mensup olan öğrenciler, çok daha fazla tatmin edici sosyal uyum mekanizmaları geliştirmişler, çok daha az güvensizlik davranışı ve çok daha az sosyal içebakış tepkisi göstermişlerdir. Yapılan araştırmalar bir kişilik özelliği olarak, aşağı sınıf bireylerinin ise daha çok geleneksel (konvasiyonel) olduğunu ortaya koymuştur.46 Richard Centers, sosyo-ekonomik problemler ve sınıf aynîleşmesi konusunda 1100 kişi üzerinde yapmış olduğu araştırmada, mülâkata tâbi tuttuğu kimselerin muhafazakâr (konservatif) ve radikal yönelimlerini tespite çalışmıştır. Aşırı derecede muhafazakâr, muhafazakâr, orta seviyede muhafazakâr, radikal ve aşırı derecede radikal sınıflamasına tâbi tuttuğu cevapların çok açık bir şekilde, bireylerin sosyo-ekonomik durumlarıyla veya mensup oldukları sınıf statuslarıyla ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Bu 42 43 42 M. L. Kohn, “Social Class and Parental Values”, American Journal of Sociology, 1959, 64, ss. 337351; “Social Structure and Personality: A. Quintessentially Sociological Approach to Social Psychology”, Social Forces, 1989, 68, ss. 26-33. 43 A. Inkeles, “Industrial Man: The Relation of Status to Experiance, Perception and Value”, American Journal of Sociology, 1960, 66, ss. 1-31. 44 J. R. H. Tudge, at al., “Parents’ Child Rearing Values and Beliefs in the United States and Russia: The Impact of Culture and Social Class”, Infant and Child Development, 2000, 9, ss. 105-121. 45 C. D. Ryff, “The Place of Personality and Social Structure Research in Social Psychology”, Journal of Personality and Social Psychology, 1987, 53, ss. 1192-1202. 46 H. G. Gough, “New Dimension of Status I. Development of a Personality Scale”, American Sociological Review, 1948, 13, ss. 401-409; “A New Dimension of Status II. Relationship of St. Scale to Other Variables”, American Sociological Review, 1948. 13 , ss. 534-537. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 28 54 2009 araştırma sırasında, orta sınıflara nazaran, kendisini işçi sınıfına veya aşağı bir sınıfa mensup kabul eden bireylerin çok daha radikal olarak hareket ettikleri görülmüştür.47 Gesell ve Lord, eğitim şekillerinden de çıkarılabileceği üzere, çok daha müsamahakâr bir bakım gördükleri için aşağı sınıf çocuklarının, maruz bırakıldıkları sosyal baskıdan dolayı bir endişe-korku geliştirmiş olan orta sınıf çocuklarından daha rahat ve gevşek hareket etmiş olduklarını söylemektedirler.48 Aynı şekilde, Green göstermiştir ki, orta sınıf çocuklarında görülen nevrozluk, esasta statusa verilen önemin bir sonucudur.49 Bu ve benzeri araştırmaların bulguları, daha sonra, A. B. Hollingshead ile F. C. Redlich’in50, Leo Srole ve arkadaşlarının,51 sosyal sınıf ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi ayrıntılı bir şekilde inceleme konusu yaptıkları araştırmalarla ve diğer bazı araştırmalarla da desteklenmiştir.52 Yapılmış olan araştırmalar şu hususu ortaya koymuştur ki, fakir tabakalar arasında görülen nevrozluk dışı önemli ruhî bozukluklar, çocuk yetiştirmesinin müsamahakâr karakterine rağmen, ekonomik güvensizlik, bilgisizlik ve sevgi güvensizliği sebebi ile meydana gelmektedir. Bu sebeple de aşağı sınıflar, diğer sınıflara nazaran daha fazla olumsuz tepkiler gösteren insanlardan oluşmaktadır. Bu insanlar daha fazla sosyal problem yaşamaktadırlar; başta iş hayatları olmak üzere, bütünüyle hayat tarzları farklı olmakta, bu da onların geleceğe bakış açılarını etkilemekte; ümit seviyelerinde önemli düşüşe sebep olmaktadır. Beklenen bir davranış olarak da, ana-babaların çocuk bakım tarzları bu durumdan etkilenmektedir. Ovens ve arkadaşlarının aşağı sınıf mensupları arasında yapmış olduğu bir araştırmada, anne sorumluluğu ile olumsuz tepkiler gösteren veya “güç” denen bebeklerin davranışları arasında bir ilişkinin bulunduğu görülmüştür.53 Van den Boom tarafından yapılmış olan araştırmalar sırasında da, aşırı hassasiyeti bulunmayan bebeklerin anneleri ile karşılaştırıldığında, düşük ekonomik seviyede yaşayan annelerin, yeni doğmuş çocuklarının dert ve sıkıntılarına karşı nis47 R. Centers, The Psychology of Social of Classes , Princeton, N J.: Princeton University Press, 1949. 48 A. Gesell and E. E. Lord, “Psychological Comparison of Nursery School Childran from Homes of Low and High Economic Status”, Journal of Genetic Psychology, 1927, 34, ss. 339-354. 49 A. Green, “The Middle Class Male Child and Neurosis”, American Sociological Review, 1946, 11, ss 31-41. 50 A. B. Hollingshead and F. C. Redlich, Social Class and Mental Illnes, New York: J. Wiley, 1958. 51 L. Srole, at al., Mental Health in the Metropolis: The Midtown Manhattan Study, rev. and enlarged ed., New York: Harper and Row, 1975. 52 N. E. Adler, at al, “Socioeconomic Status and Health: The Challenge of the Gradient”, American Psychologist, 1994, 49, ss. 15-24; T. Wohlferth, “Socioeconomic Ineqality and Psychopathology: Are Socioeconomic Status and Social Class Interchangeable?”, Social Science and Medicine, 1997, 45, ss. 399-410. 53 E. B. Ovens, et al, “Relations Between Infant Irritability and Maternal Responsiveness in Lowincome Families”, Infant Behavior and Development, 1998, 21, ss. 761-778. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 29 peten tepkisiz kaldıkları; çocuklarına karşı güvenilmez bir bağlılıkları bulunduğu, bu sebeple de çocukların tepkili veya huysuz oldukları görülmüştür.54 Sosyal sınıf yapılanmasının önemli bir ayağını oluşturmakta olan meşguliyet alanının veya mesleğin kişilik üzerinde yapmış olduğu etki, sosyal bilimlerde önemli bir araştırma konusu olarak, Durkheim’den bu yana güncelliğini korumuş bulunmaktadır. Émile Durkheim’in sosyal iş bölümü, Herbert Spencer’in askerî zihniyet ve Max Weber’in bürokrasi üzerine yapmış olduğu çalışmalar, meşguliyetlerin, mesleklerin kişilik üzerinde bıraktıkları etkilerin önemine vurgu yapmıştır. Thorstein Veblen, belki de, bu kurucu sosyologlardan daha belirgin bir şekilde, işin, temel meşguliyetin, özellikle de işi ele alış tarzının bir kimsenin düşüncelerini, başkaları ile olan ilişkilerini, kültürlerini ve kullandığı kontrol mekanizmalarını etkilemiş olduğunu en açık şekilde ifade etmiş bir kişidir. W. Waller, The Sociology of Teaching55 adlı kitabına yazdığı “What Teaching Does to Teacher” adlı bölümde, okul sosyal yapısının, öğretmen-öğrenci, meslekdaş, yönetici ve bütünüyle yerel toplum (cemaat/community) ile olan ilişkisi üzerine yapmış olduğu etkiyi dile getirmeye çalışmıştır. Sosyal olarak müeyyidelenmiş davranış kalıpları üzerinde durarak rollerin, değerlerin ve uygulamaların nasıl şekil almış olduğunu incelemeye çalışmıştır. Fred Cottrel’in56 demiryolu çalışanları üzerinde yapmış olduğu bir araştırma, meşguliyet ile bazı teknolojik ve ekonomik hususların kişilik üzerindeki etkilerini gün ışığına çıkarmaya; demiryolu müessesesinin, bu muessesede çalışanların karakterlerini, kişiliklerini ne şekilde etkilediğini, kişi-mahal arasındaki bağın hareketlilik dolayısıyla sürekli bir şekilde kopmasının bu kimseler üzerinde nasıl bir etki bırakmış olduğunu incelemeye çalışmıştır. E.C. Hughes’in “Personality Types and Division of Labor” ve daha sonra “Institutional Office and the Person” adı ile yazdığı yazılar,57 dikkatleri bu konuya çekmeye devam etmiş; bu yazıları, Robert K. Merton’un “Bureaucratic Structure and Personality” adlı yazısı58 takip etmiştir. Pitirim Sorokin59 top54 D. C. Van den Boom, “Neonatal Irritability and the Development of Attachment”, G. A. Kohnstamm ve arkadaşlarının derlediği Temperament in Childhood (Chichester, UK.: John Wiley, 1989, ss. 299-318) adlı eserde; “An Experimental Manipulation of Sensitive Responsiveness Among Lower-class Mothers with Irritable Infants”, Child Development, 1994, 65, ss. 1457-1477. 55 W. Waller, The Sociology of Teaching, New York: John Wiley, 1932. 56 W. F. Cottrell, The Railroaders, Stanford: Stanford University Press, 1940. 57 E.C. Hughes, “Personality and the Division of Labor”, American Journal of Sociology, 1928, 33, ss. 754-768; “Institutional Office and the Person”, American Journal of Sociology, 1937, 43, ss. 404-414. 58 R. K. Merton, “Bureaucratic Structure and Personality”, Social Forces, 1940, 18, ss. 560-568. 59 P. Sorokin, Society, Culture and Personality: Their Structure and Dynamics, New York: Harper and Brothers, 1947. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 30 54 2009 lumu, kişiliği ve kütlürü bir bütün olarak ele aldığı çalışmasında, çeşitli egoların temelinde iş veya meşguliyetin çok önemli bir rolü bulunduğunu söyleyerek, onu bu bütünün önemli parçası hâline getirmiştir. Ben hastanelerde çalışan hemşirelerin, sosyal rolleri icabı, çok dakik hareket etmek zorunda kalmaları sebebiyle, bu davranışlarını hastane dışında da devam ettiklerine şahit olmuşumdur. Kohn’un bu bağlamda yaptığı çalışmalar da, bu gelenek doğrultusunda, fakat sosyal sınıf statusu ve benimsenen meslekî değerler açısından yapılmış olan çalışmalardır. Bu yönde bugüne kadar yapılmış olan araştırmalarda M. L. Kohn’un60 dikkat çektiği yaklaşım tarzı, önemli bir gelişme kaynağı olmuştur. Her ne kadar, L. Hoffman,61 E. G. Meneghan ve T. L. Parcels’in62 iş zamanı programlamasının ve yaşanan endişe seviyesinin çocukların kişilik gelişmesi üzerinde birtakım etkileri bulunduğunu ortaya koyan araştırmaları bulunsa da, bütünüyle işin veya ana-baba meşguliyetinin, özellikle baba mesleğinin çocuk gelişmesi üzerindeki etkisi, en yoğun bir şekilde Kohn tarafından inceleme konusu yapılmış; sosyal sınıf yapılanması içerisinde, bizzat işin ve benimsenen ana-baba değerlerinin ve oluşan kişilik yapısının çocuk bakımı kalıpları üzerine yaptığı etkiler konusunda çeşitli araştırmaların yapılmasına sebep olmuştur. Kohn’un63 ve Kohn ile Carmi Schooler’in64 yapmış olduğu araştırmalar, iş şartlarının işçilerin sosyal değerlerine ve kişiliklerine şekil vermiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur. Yüksek itibar sağlayan, bağımsızlık isteyen karmaşık yapılı görevler, kendi kendini yönetme mahareti ve zihnî esneklik 60 M. L. Kohn, “Social Class and the Exercise of Parental Authority, American Socioligical Review, 1959, 24, ss. 352-366; “Social Class and Parental Values”, American Journal of Sociology, 1959, 64, ss. 337-351; Class and Conformity: A Study of Values, Homewood, Ill.: Dorsey Press, 1969. 61 L. W. Hoffman, “Work, Family, and the Socialization of the Child”, R Parke ve arkadaşlarının derlediği Review of Child Development Research, Vol. 7 (Chicago: University of Chicago Press, 1984, ss. 223-282) adlı eserde; “Work, Family, and the Child”, M. S. Pallak ve R. O. Perloff’un derlediği Psychology and Work (Washington, DC.: American Psychological Association, 1986, ss. 169-220) adlı eserde. 62 E. G. Meneghan and T. L. Parcels, “Social Sources of Change in Children’s Home Environments: The Effects of Parental Occupational Experiences and Family Conditions”, Journal of Marriage and the Familiy, 1991, 57, ss. 69-94. 63 M. L. Kohn, “Social Class and Exercise of Parental Authority”, American Sociological Review, 1959, 24, ss.352-366; Class and Conformity: A Study in Values, Homewood, Ill.: Dorsey Press, 1969. 64 M. L. Kohn and C. Schooler, “Occupational Experience and Psychological Functioning: An Assessment of Reciprocal Effects”, American Psychological Review, 1973, 38, ss.97-118; “Job Conditions and Personality: A Longitudinal Assessment of Their Reciprocal Effects”, American Journal of Sociology, 1982, 87, ss. 1257-1285. Ayrıca, C. Schooler’ın, “Culture and Social Structure: The Relevance of Social Structure to Cultural Psychology”, Shinobu Kitayama ile Dov Cohen’in derlediği, Handbook of Cultural Psychology (New York: Guilford Press, 2007, ss. 370-388) adlı kitapta yer almış olan yazısına bakınız. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 31 isteyen görevlerdir; buna karşılık, az karmaşık olan işler ise, uyum özelliği isteyen görevlerdir. Bu araştırıcılara göre, iş hayatı sırasında kazanılmış olan değerler ve maharetler, bir genelleştirme işlemiyle hayatın diğer alanlarına da yaygınlaştırılmakta, bir hayat görüşü, bir talî-kültür oluşturarak, bir sosyalleşme tekniğine dönüştürülerek daha sonraki nesilleri etkilemektedir. Menaghan ile Parcel’in65 ve Parcel ile Menaghan’ın66 yapmış olduğu araştırmalar da bu etkilenmenin kognitif cephesine ışık tutmaya çalışmıştır. Onlara göre iş veya meşguliyet alanı, işçilerin kognitif maharetlerine şekil vermektedir. Özellikle aşağı seviyede itibar sağlayan, az bağımsızlık isteyen, rutin bir şekilde yapılan işler, ana-babanın kognitif maharetini aşındırmaktadır. Buna karşılık yüksek prestijli işler ise, inisiyatifi, düşünmeyi ve karar alma mekanizmalarını güçlendirmektedir. Bu etkilenme de sosyal sınıflar açısından dönüp çocuk geliştirme tavırlarına etkide bulunmaktadır. Kohn’a göre, orta sınıf ve aşağı sınıf arasında görülen farklılıkta, meşguliyet türünün önemli ölçüde etkisi bulunmaktadır. Orta sınıf meşguliyetleri, fikirleri, sembolleri ve şahıslar arası ilişkileri ele almayı, düzenlemeyi, ayrıca iş hayatı dolayısıyla esnek olmayı, düşünce ve karar sahibi olarak hareket etmeyi gerektirdiği hâlde, aşağı sınıf meşguliyetleri, maddî objeleri ele almayı, işlemeyi içermektedir. Aşağı sınıf meşguliyetleri, daha az karmaşık olan, ayrıca nezaret altında yapılagelen meşguliyetler olmuştur. Bütün bu durumlar, çocuk bakımı davranışlarını etkilemiştir. Bu bağlamda olarak, orta sınıf ana-babaları, onurlu olma, kendilerini kontrol etme konularını da içerisine alan birtakım standartlar üzerinde daha ağırlıklı bir şekilde durmayı; buna karşılık, işçi sınıfı ana-babaları, bir eğitim stratejisi olarak, saygılı olma, itaatkâr olma ve temiz olma konuları üzerinde durmayı benimsemişlerdir. Orta sınıf ana-babaları, yaşadıkları hayata uygun düşecek şekilde, çocukların kendi kendilerini yönetmelerine, bağımsız bir şekilde hareket etmelerine daha fazla değer verdikleri hâlde, aşağı sınıf ana-babaları itaat ve uyum sağlamaya daha fazla değer verir olmuşlardır. Gördüğümüz üzere, Kohn’un sunduğu veriler, daha önce yapılmış olan araştırmalarla da desteklenmiş olan, uygulanan pratiklerde de ifadesini bulan, davranış kalıplarıdır. Aşağı sınıf ana-babası daha çok bedenî cezalandırma tekniği uygulamış, akla daha az hitap etmiş ve çocukların davranışlarını sonuçları bakımından değerlendirmiş olduğu hâlde, orta-sınıf ana-babaları psikolojik disiplin teknikleri kullanmayı tercih etmişlerdir ve yanlış davra65 E. G. Menaghan and T. L. Parcel, “Social Sources of Change in Children’s Home Environments: The Effects of Parental Occupational Experiences and Family Conditions”, Journal of Marriage and the Family, 1991, 57, ss. 69-94. 66 T. L Parcel and E. G. Menagman, Parent’s Jobs and Children’s Lives, New York: deGruyer, 1994. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 32 54 2009 nışı, davranışın amacı açısından bir değerlendirmeye tâbi tutmuşlardır; çocuğun saik ve duygularını hesaba katma eğilimi göstermişlerdir. Aşağı sınıf ana-babalar çocuğun aksiyonlarında ne derece ciddi olduğunu göz önünde bulundurup uygun bir tepkide bulundukları hâlde, orta sınıf ana-babaları, çocuklarına daha az otoriter davranmışlardır. Gördüğümüz üzere, yapılan pek çok araştırma Kohn’un bu görüşünü destekler mahiyette bulunmuş, aşağı sınıf ana-babalarının daha çok güç kullanmayı tercih ettiklerini, akla daha az hitap etmiş olduklarını ortaya koymuştur. Bu ve benzeri araştırmalar, değer yönelmesi içeren meslekî sosyalleşme araç ve amaçlarının ve sınıf yapılanmasında veya sosyal sınıfların oluşmasında yapıcı unsur olarak kabul ettiğimiz bazı faktörlerin, insan kişiliğini nasıl etkilediğini açık bir şekilde göstermektedir. Yapılmış olan araştırmalar, özellikle kadının, eğitimli annenin çocuk yetiştirmedeki rolünün önemini artan oranda vurgulamış; sosyal sınıf yapısının unsurlarından olarak, gelirin, iş veya meşguliyetin, ana-babanın kognitif kabiliyetlerinin, heyecan sağlığı ve aile yapısı gibi faktörlerin kontrol altında tutulduğu hâllerde bile, özellikle annenin eğitim durumunun, çocuğun gelişmesine büyük bir etkide bulunmuş olduğunu göstermiştir. Kadının eğitimli olması, her konuda, özellikle de çocuğun davranışlarını gözleme konusunda hassas davranılmasını sağlamıştır. Bornstein ve Tamis-Le Monda’nın yapmış olduğu bir araştırma, çocuğun davranışlarına karşı annenin göstermiş olduğu hassasiyetin, çocuklarda algılamaya yönelik bir fark yarattığını ortaya koymuş;67 başka araştırmalar da, çocuğun bakımını üstlenmiş olan kişilerin hassasiyetinin merkezî bir katkısı bulunduğunu, çocuğun dikkatinin ve kognitif maharetlerinin artmasına, dilinin gelişmesine, olumlu heyecan ifadesinin artmasına sebep olduğunu bulgulamıştır. Çocuğun davranışlarına sosyal tepkide bulunan anneler, onların daha çabuk dil öğrenmelerini sağlamış;68 Rodriguez ve arkadaşlarının yapmış olduğu bir araştırma ise, annenin tepkisizliğinin çocukta daha sonra birtakım problemler yarattığını, yüksek seviyeli stres durumlarında, çocuğun kendi hareketlerini düzenleme, kendi kendini kontrol etme davranışlarına zarar vermiş olduğunu ortaya koymuştur.69 67 M. H. Bornstein and C. Tamis-LeMonda, “Maternal Responsiveness and Infant Mental Abilities: Specific Predictive Relation”, Infant Behavior and Development, 1997, 20, ss. 283-296. 68 C. Tamis-Le Monda and M. H. Bornstein, “Maternal Responsiveness and Early Language Aquisition”, R. V. Kail ve H. W. Reese’nin derlediği Advances in Child Development and Behavior (San Diego, CA.: Academic Press, 2002, ss. 89-127) adlı eserde. 69 M. L. Rodrigues, et al. , “A Contextual Approach to the Development of Self-regulatory Competencies: The Role of Maternal Unresponsivity and Toddler’s Negative Affect in Stressful Situation”, Social Development, 2005, 14, ss. 136-157. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 33 Lloyd Warner, Robert Havighurst ve Martin Loeb’in Who Shall be Educated? adıyla hazırlamış oldukları ve Amerikan kamu eğitim sistemini, bütün çocuklar için eşit fırsatlar sunmak açısından gözden geçirmekte oldukları kitap, Yankee City serisi ve benzeri araştırmalara dayanılarak, sosyo-ekonomik veya sosyal sınıf yapılanması içerisinde yaşamakta olan insanların nasıl bir sosyalleşme işlevine tâbi tutulmakta veya eğitilmekte olduklarını, sınıflarının veya bir yukarı sınıfının insanı olmaya yönlendirildikleri zaman ne şekilde hareket etmek zorunda kaldıklarını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Araştırıcılar, orta sınıfa mensup oğlan çocuklarının hangi yollarla Amerikalı olmayı öğrendiklerini; aşağı sınıf oğlan çocuklarının, Zenci kızların toplum içerisinde nerede durmaları gerektiğini ve yukarı sınıf çocuklarının ise hangi yollarla diğer sınıf üyelerinden farklı olduklarını öğrenmek zorunda kaldıklarını somut örneklerle gözler önüne sermektedir. Bu kitap, insanlar eşit doğmuş olmakla birlikte, bu eşitliğin sınıfsal bir yapı içerisinde geçerli olmadığını göstermeye çalışmaktadırlar. Açıkça görülmektedir ki, bir bireyin sosyal hareketlilik yoluyla yukarı bir sınıfa çıkabilmesi veya sınıfının seviyesini düşürmesi, sadece servet, gelir, iş veya meslek durumlarına bağlı olmamaktadır. Bu unsurlar, önemli prestij sembolleri olsalar da, sınıf sisteminde bir bireyin pozisyonunu tayin etmeye veya garantilemeye yetmemektedir. Nitekim, bir kimse önemli bir fabrikanın başında bulunabildiği, büyük bir gelire ve banka hesabına sahip olabildiği hâlde, içinde yaşadığı cemaatin (yerel toplumun) yukarı sınıfına mensup olmayabilir. Bu bağlamda olmak üzere, varlıklı bir ailenin ilk nesli, yüksek sınıftan bir kimse değildir. Bir bireyin ve ailesinin diğer birtakım prestij sembollerine, yüksek sınıf üyelerinin sahip olduğu veya kısmen sahip olduğu özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu sembollerin bir kısmının hâl ve hareket tarzları, görgü kuralları, özellikle İngiltere için geçerli bir husus olarak konuşma alışkanlıkları gibi hususları içerisine alacak şekilde birtakım vaziyet alışlarda veya tavır takınmalarda (attitude) ve diğer yönelim tarzlarında kendisini göstermesi, hattâ diğer zorunlu sembollerin de bunlara eklenmesi gerekmektedir. Evler, döşeme takımları gibi yüksek bir sınıftan olmayı pekiştiren birtakım sembollerin bu bütün içerisinde yer alması gerekmektedir. Bu gibi sınıf sembolleri, seviyesini yükseltecek olan bireyin parasını, yüksek bir statusun icabı olarak görülen hayat tarzına dönüştürmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Hattâ bu kadarı bile yeterli değildir. Yukarı bir seviyede olmak bir klike katılmayı, aile ilişkileri açısından bir birliğin, derneğin üyesi olmayı da gerektirmektedir. Bir erkekten ziyade kadınları ilgilendiren bir husus olarak, erkeğin yaptığı protokol hataları hoş görüldüğü hâlde, kadınlardan 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 34 54 2009 daha dikkatli davranmaları beklenmektedir. Ayrıca takdir edilen cinsten bir yeteneğe ve hünere sahip olmak da, bir kimsenin yükselmesi ve daha yüksek seviyelere ulaşması için gerekli olan diğer zorunlu sembolleri elde etmesini mümkün kılmaktadır. Müzikle uğraşmak, şarkı söylemek, resim yapmak, aktörlük etmek, yazıp çizmek ve atletik maharetler göstermek, prestij kazandıran ve bireyin pozisyonunu etkileyen unsurlardır. Bu bakımdan servet sahibi olmak, üretim araçlarına sahip olmak, yükselmek için gerekli fakat yeterli bir faktör değildir.70 Bizim ülkemizde de, pek çok görgüsüz zengin, vurguncu ve benzeri kişi, para sahibi olmalarına rağmen yüksek bir sınıfın mensubu değillerdir. Hareketlere yansıyan görgüsüzlük, sergilenen yaşama tarzı, servet sahibi olunmasına rağmen, bireyin statusunu engelleyen unsurlar olmaktadır. Aynı şekilde, bir üniversitede profesör, parlamento dönemlerinin birinde bir üye olmak bile, bu kişiyi, uygun davranış kalıplarını kişiliğinin bir parçası hâline getirmedikçe, o prestijli pozisyonun adamı yapmaya yetmemektedir; giyimkuşamından, yeme ve konuşma tarzından başlayarak kognitif özelliklerine varıncaya kadar her şey onun statusunu değerlendirmede birer ipucu hizmeti görmektedir. Bu bakımdan, bireyin, sosyalleşme denen kapsamlı süreçle, bir nesilden diğer bir nesile kültürün intikalini sağlamak anlamında Melville Herskovits’in enculturation (kültürleşme)71 dediği veya değişik bir kültürle temas etme sonucunda o kültürün birtakım özelliklerini benimseme anlamında acculturation (kültür edinme) denen veya kapsamlı bir kavram olarak Clyde Kluckhohn’un culturization72 dediği süreçle birtakım davranış kalıplarını öğrenmesi; teşvik edilmesi, belirli bir motivasyon seviyesini yakalaması ve birtakım özverilerde bulunması gerekmektedir. Bunu sağlayacak olan da, ailesini ve kendisini etkileyebilecek olan insanların benimsedikleri ve şekillendirdikleri sınıf kültürüdür; sosyalleşme tekniklerine içerik kazandırmış olan sosyal değerlerdir. Yapılmış olan araştırmalar sonunda görülmüştür ki, yukarı sosyal sınıflara mensup olan zenginler daha iyi evlerde, daha donanımlı, bakımlı, bu sebeple de daha itibarlı mahallelerde yaşamakta ve rahat bir hayat sürmektedirler. Daha fazla para kazanmak veya servet sahibi olmak imkânına sahip oldukları için istedikleri şeyleri daha kolay satın alabilmektedirler. Önlerine 70 4 W.L. Warner, et al., Who Shall be Educated? The Challenge of Unequal Opportunities, London: Kegan Paul, 1946, ss. 32-33. 71 M. I. Herskovits, Man and His Works, New York: Knopf, 1948. 72 C. Kluckhohn, “Theoretical Bases for an Empirical Method of Studying the Acquisition of Culture by Individuals”, Man, 1939, 39, ss. 98-105. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 35 serilmiş olan seçenekler, zevkler daha çeşitli ve vasıflı olmaktadır. Çocukları da bu imkânlardan yararlanarak yaşamakta, büyümekte, gelişmekte; kendilerinden daha aşağı sınıftan olan çocuklara nazaran bulundukları pozisyondan, mevkiden gurur duymaktadır. Daha güzel ve daha bol, daha çeşitli araç ve gereçlere sahip olmaktadırlar. Daha iyi giyinmekte, daha vasıflı okullarda veya özel okullarda okuyabilmektedirler. Hattâ bazıları mürebbiyeler eliyle ayrı bir eğitime bile tâbi tutulabilmektedirler. Her hâl ü kârda gördükleri eğitim ve öğrenimin kalitesi onlara daha iyi işler, dolayısıyla daha yüksek gelir ve itibar sağlayabilmektedir. Önemli bir unsur olarak sağladıkları avantajdan vazgeçmek istmemektedirler. W. L. Warner ve James C. Abegglen’in belirttiği üzere, 1928 yılında iş hayatının liderleri durumunda olan insanların babaları da 1900 yılında aynı durumda olmuşlar; 1952 yılındakilerin babaları da 1930’ların iş hayatının liderleri durumunda bulunmuşlardır.73 Joseph Kahl’ın yapmış olduğu araştırmalar, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1920-1950 yılları arasında iş gücünde bulunan kimselerin üçte ikisi (%67) oranında bir miktarının, 1950 yılında, babalarına oranla daha fazla bir dikey hareketlilik içerisinde bulunduklarını ortaya koymuştur. Khal’un Boston’lu oğlan çocukları üzerinde yaptığı ve Harvard “Hareketlilik İncelemesi” adıyla bilinen çalışması, bu çocuklar üzerinde ailelerinin yaptığı sosyal baskıyı gün yüzüne çıkarmış; bu çocuklara kollej tahsili yapma konusunda nasıl bir motivasyon aşılanmış olduğunu ortaya koymuştur.74 Olaya ekolojik açıdan bakıldığında daha güzel, daha gösterişli, daha donanımlı evlerde ve daha bakımlı, daha güzel mahallelerde ve semtlerde oturmak da bir umut seviyesinin oluşmasına ayrıca katkıda bulunmuştur. Warner ve Abegglen, mülâkatlar yaparak ve daha sonra ne biçim bir test olduğunu açıklayacağımız Thematic Apperception Test’i (TAT) kullanarak, yukarı bir hareketlilik yaşamakta olan insanların, pek çok şeyi ihmal ederek, seçtikleri belirli amaçlara yöneldiklerini, özellikle de iş üzerinde yoğunlaşmış olduklarını; ana-babalarına, kardeş, karı veya çocuklarına karşı derin bir bağlılık hissetmediklerini veya onlara karşı ihmalkâr davrandıklarını ortaya koymuştur. Warner ve Abegglen’in araştırması, iş ve meslek başarısı için, yüksek seviyede bir eğitim görmenin önemine de işaret etmiştir. Yaptıkları araştırma, sekiz bin üst düzey Amerikan iş adamının başarılarını, gördükleri 73 W. Lloyd Warner and. J. C. Abegglen, Occupational Mobility in American Business and Industry, 19281952., Universty of Minnesota Press, 1955, s.66. 74 J. A. Kahl, The American Class Structure, New York: Holt, Rinehart, and Winston, 1957; “Education and Occupational Aspirations of ‘Comman Man’ Boys”, Harvard Edutional Review, 1953, 23, ss. 186-203. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 36 54 2009 yüksek eğitime borçlu olduğunu; 1950’li yıllarda iş hayatının liderlerinden kollej derecesinde eğitim görmüş olanlarının, genel nüfusa oranla (% 7), % 57 gibi yüksek bir seviye gösterdiğini ortaya koymuştur.75 1950’li yıllardan 2000’li yıllara geldiğimizde, bu durumun değişmediğini; G. Maruyama’nın yapmış olduğu bir araştırma, fakir aile çocuklarının, eğitim açısından da fakir olduklarını; bu çocukların okullara daha az hazırlıklı olarak başlamış olduklarını76 ortaya koymuş; Denton ve West’in yapmış olduğu bir başka araştırma da, ana okulu ve ilkokul fakir aile çocuklarının okula başlarken, okuma ve matematik alanında, daha az hazırlıklı olduklarını77 belirlemiştir. Eğitim imkânlarının arttığı, bilginin yaygınlaştığı, teknolojinin çok büyük gelişmeler kaydetmeye başladığı, sanayi mallarının çeşitlendiği, dolayısıyla yetişmiş insana duyulan ihtiyacın arttığı bir dönemde, yeni nesillerin babalarını geçme gayreti içerisinde olacakları açıktır. Burada, yaşanan etkileyici gelişme dolayısıyla yukarı hareketlilikte ortaya çıkmış olan tablo dolayısıyla, çeşitli ülkelerde yapılmış yüzlerce araştırmanın sonuçlarını vermeyi gereksiz bulmaktayız. Şu kadarını söyleyelim ki, tarihî bir gelişme olarak 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, yeniden bir sosyal düzenlemeye geçmiş olan Avrupa ülkelerinde önemli bir sosyal hareketliliğin yaşanmış olduğu görülmektedir. Amsterdam’da Ağustos 1956 yılında toplanmış olan 3. Dünya Sosyoloji Kongresine sunulmuş olan Sosyal Tabakalaşma ve Sosyal Hareketlilik bildirileri Batı Almanya’da, Hollanda’da, Fransa’da ve Yugoslavya’da yaşanan dikey hareketliliğin ayrıntılı bir sunumunu vermektedir. Bugün Batı Avrupa’nın kalkınmasına ışık tutacak olan değişmelerin bu hareketlilik ile yaşanmış olduğu görülmektedir. Hemen her meslekten ve sosyal sınıftan insan, eğitim seviyesini yükselterek, nesiller arası hareketliliğe katkıda bulunuş ve kendisini geliştirmenin yollarını arayıp bulmuştur. Bunun için bugün, Japonya ve Güney Kore’de olduğu gibi, daha müreffeh bir hayat sürmektedirler. Japonya, büyük kalkınma hamleleri yapmaya başladığı, yüzlerce, binlerce genci Avrupa’da tahsile gönderdiği dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha ileri bir seviyede bulunmuyordu. Kore Savaşı sırasında da Güney Kore, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha ileri bir durumda değildi. Ne var ki, bu ülkeler, kızlarını ve oğlan çocuklarını, artan bir oranda, imam-hatip benzeri okullara 75 W. Lloyd Warner and J.C. Abegglen, age, 1955, s. 90, 96. 76 G. Maruyama, “Disparities in Educational Opportunities and Outcomes: What Can We Do?”, Journal of Social Issues, 2003, 59, ss 653-676. 77 K. Denton and J. West, “Children’s Reading and Mathematics Achievement in Kindergarten and First Grade”, Educational Statistics Quarterly, 2002, 18. İnternet aracılığı ile de ulaşılabilir (January 18, 2004). Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 37 göndermek yerine, ilim ve teknoloji öğrenmeye yönlendirmiş ve bugünkü başarılarıyla parmak ısırtır hâle gelmişlerdir. Olaya, şehirlerin yapılanması açısından baktığımızda, bugün, çoğunlukla, şehir nüfus kitlesinin, ana-babalarından çok daha değişik, özellikle de, daha fazla gelir getiren işlerde, gelir getirmese de daha itibarlı işlerde çalışmakta olduğunu görüyoruz. Dikey hareketlilikte görülen bu fark, ihtilâl, savaş, ekonomik buhran, zengin-fakir dengesizliği yaratan bir politik sistem, vs. sebebi ile meydana gelmiş yapısal bsir gerileme söz konusu olmadığı takdirde, kendisini nesillerarası bir hareketlilik şeklinde göstermektedir. Yeni nesiller, uygulanan sosyalleşme stratejileri ile daha avantajlı bir duruma getirilmiş olmaktadırlar. Londra nüfusu üzerinde yapılmış bir araştırma bize bunu açıkça göstermektedir. Bu şehirde 1961 yılında yönetici olarak çalışanların oranı % 11.9 iken, bu oran 1971 yılında %13.9’a, 1981 yılında % 16.1’e ve 1991 yılında ise % 20.3’e yükselmiştir. Profesyonel işlerde çalışanların oranı 1961yılında % 4.8 iken, bu oran 1971 yılında % 6.0’a, 1981’de % 6.4’e ve 1991 yılında ise % 8.2’ye yükselmiştir. Buna karşılık, yarı-hünerli veya az maharetli el işçilerinin 1961 yılında % 14.5 olan oranı, 1991 yılında % 12.4’e düşmüş; hiçbir maharete sahip olmayan kaba işçilerin oranı ise, 1961 yılında % 8.3 iken, 1991 yılında % 4.4 olmuştur.78 Ne var ki, sosyologlar, dikey hareketlilikte, sosyal sınıf pozisyonlarında meydan gelmiş olan yükselmelerin beraberinde birtakım huzursuzluklar getirdiğine de işaret etmektedirler. Richard Sennet ve J. Cobb’un79 Amerika Birleşik Devletleri’nde, Boston’da yapmış oldukları bir araştırmada çocuklarını yetiştirmek, kolejlerde okutmak için büyük fedakârlıklara katlanmış olan ana-babaların büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını görmüşlerdir. Bu anababalar gördükleri tahsil dolayısıyla ana-babalarından çok farklı bir dünyada yaşamakta olan çocukları için katlandıkları fedakârlıkların takdir edilmesi yerine, kendilerine soğuk davranıldığından şikâyet etmişlerdir. Steph Lawler tarafından İngiltere’de yapılmış olan bir başka araştırma sırasında,80 işçi sınıfından orta sınıfa geçmiş olan kadınların anneleri ile olan ilişkilerinde rahatsız edici birtakım durumların yaşanmış olduğu görülmüştür. Sınıf atlamış kadınların anneleri, çocuklarının ev döşeme zevklerinden, yiyecek tercihlerinden, konuşma tarzlarından rahatsız olduklarını ifade etmişlerdir. Bu, 78 Chris Hamnett, “Social Segration and Social Polarization”, Ronan Paddison’un derlediği Handbook of Urban Studies (London: Sage Publications, 2001, ss. 162-176, 166) adlı eserde. 79 R. Sennet and J. Cobb, The Hidden Injuries of Class, New York: Knopf, 1972. 80 S. Lawler, “‘Getting Out and Getting Away’: Women’s Narratives of Class Mobility”, Feminist Review, 1999, 63, ss. 3-34. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 38 54 2009 Türkiye’de de sık sık yaşanmakta olan bir durumdur. Yüksek tahsilli iki kardeşten birinin düğün töreninde bir köşeye oturtulup gözlerden uzak tutulmak istenen köylü annenin ağlayarak “sıçtığın boklar, şimdi beni beğenmiyorlar” dediğine şahit olmuşumdur. Baba, anne, büyük ağbey ve yengeleri, bu iki çocuğun yüksek tahsil yapabilmesi için var güçleri ile onlara ideal ve maddî olanaklar sağlamaya çalışmışlar; yükselmekte hudut tanımayan bir motivasyon aşılamışlardır. Sonunda, yatay hareketlilikle geldikleri büyük şehirde yaşadıkları dikey hareketlilik sebebiyle annelerinden utanır hâle gelmişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yatay hareketlilik ve iç göç yaşayan ailelerin yükselmek için sarfettikleri gayretler, çektikleri acılar pek çok romanın ve sinema filminin yanında çeşitli sosyolojik ve sosyal psikolojik araştırmalara da konu yapılmıştır. Görülmüştür ki, bu insanların ekonomik hayat için geçerli olan bazı maharetlere sahip olmaları yanında, yerleştikleri mahalde yaşamakta olan yerli halkın yeni gelenlere karşı gösterdikleri kabulün ve onlara iş, okul ve konut sağlamakta ne derece müsamahakâr davrandıklarının önemi büyük olmaktadır. Bunun yanında, çok önemli bir unsur olarak, bu göçmen grupların psikolojik ve kültürel yönelmelerine bağlı olarak içlerinde yaşattıkları başarı motivasyonun seviyesinin de itici bir güç olarak önemli olduğu; Fransız Kanada’sından gelenlere ve İtalyan’lara nazaran Yunanlıların ve Yahudilerin sınıflarını yükseltmekte daha başarılı oldukları görülmüştür. Türkiye’de de Rumlar ile Yahudiler de benzer bir başarı seviyesi göstermişler; bir zamanlar eskicilik yapan Yahudilerin hemen hepsi bugün Balat’da değil, İstanbul’un en mutena yerlerinde oturan, birçok dil bilen kültürlü ve zengin insanlar olmuşlardır. Araştırmalarından bahsedeceğimiz Bernard Rosen, altı etnik grup üzerinde yapmış olduğu bir araştırmada, bu guruplar arasında görülen başarı motivasyonunun (achievement motivation’ın), sosyal değerlerin, ümit seviyelerinin önemli faktörler olduğunu; dikey hareketlilikte bu faktörlerin bir sosyalleşme aracı ve amacı olarak, sınıf yapısı üzerinde önemli etkisi bulunduğunu ve kişiliğe şekil verdiğini ortaya koymuştur.81 Henry Murray tarafından ilk defa 1938 yılında geliştirilmiş olan Thematic Apperception Test’i (TAT) pek çok yorum yapmaya elverişli birtakım resimli sahnelere, teste tâbi tutulanlar tarafından yorum getirilmek, projektif tepkilerde bulunmayı sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Resimlerde içerilmek81 Fred L. Strodtbeck, “Family Interaction, Values, and Achievement”, D.C. McClelland ve arkadaşlarının derlediği Talent and Society (Princetion, N J.: D. Van Nustrand Co., 1958) adlı eserde. B.C. Rosen, “Race, Ethnicity, and the Achievement Syndrome”, American Sociological Review, 1959, 24, ss. 47-60. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 39 te olan şahısların ne yaptıkları ve ne düşündükleri sorulmak suretiyle resimlerin yapısı ve ne gibi hususları içerdiği öğrenilmek istenmiştir. Projektif bir davranış olarak, deneğin düşünce ve duyguları, ilgi alanları ve kişiliği hakkında dolaylı yoldan bilgi sahibi olmaya çalışılmıştır. Henry Murray gibi bir Harvard Üniversitesi profesörü olan David McClelland da benimsediği bu görüşü esas alarak uyguladığı TAT ile başkalarını etki altında bırakmayı, başkaları ile ilgili bazı kararlar vermeyi, açıkça tahakküm etmek de dahil olmak üzere, başkalarını kontrol edebilecek vasıtalara sahip olmayı ifade etmek üzere güç sahibi olmayı (power) ve karşılıklı sevgi ve anlayış ifade eden şahıslar arası bir ilişkinin tesis edilmesi, sürdürülmesi ve onarılması anlamında yakın ilişki kurmayı (affiliation) kapsayacak şekilde, önemli kabul edilen bir şey için gayret ve sebat göstererek başarma eğiliminde bulunmayı (achievement motivation), standart bir mükemmelliğe ulaşmak üzere yarışmayı, günlük hayatta başarılan görevlerin dışında, ender türden bir başarı kazanmayı ve uzun vadeli bir amaca ulaşmayı içerisine alacak şekilde bireysel farklılıkları ortaya çıkaran82 bir test ile motivasyon seviyelerini ölçmeye çalışmıştır.83 TAT testleri, resimlere getirilen yorumlarla bireylerin kendi değerlerini, bilgilerini ve saiklerini dolaylı yoldan ortaya çıkarmaya yardımcı olmuştur; bu yolla teste tâbi olanların kasıtlı yanıltmalarına mâni olmaya çalışılmıştır. McClalland bir kitabının hemen başında, “Bir kimsenin aklından geçenlerin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız ona bunu sormayacaksınız, çünkü her zaman doğruyu söylemeyecektir. Onun hayal âlemini (fantazilerini) ve rüyalarını incelemeye çalışın. Bunu belli bir süre yaptığınız takdirde bireyin tekrar tekrar aklından geçirdiği temaları keşfedebilirsiniz ve bu temalar da, onun yaptıklarını (fiillerini) açıklamakta kullanılabilir”84 demektedir. Ona göre bu testte yukarı derecede puan almış olan bir kimsenin, aşağı derecede puan almış olanlara nazaran, yukarı pozisyonlara doğru hareketlilik 82 B. S. Boneva ve H. Frieze’nin yapmış olduğu bir araştırma, göç etmeyi düşünmeyenlere nazaran, göç etmeyi amaçlamış olan kimselerin başarı ve güç motivasyonlarına yüksek derecede, affilation motivasyonuna ise düşük seviyede sahip olduklarını ortaya koymuştur. Yüksek başarı peşinde koşanlar, rutin olandan kaçınmak istedikleri için göç etmişlerdir. Yüksek güç sahibi olmak için göç etmiş olanlar ise, risk almak suretiyle, organize olmak ve başkalarını etki altında bırakmak amacıyla göç etmeyi düşünmüşlerdir, “Toward a Concept of a Migrant Personality”, Journal of Social Issues, 2001, 57, ss 477-491. 83 Bu testin 1951 yılından bu yana başarılı uygulamalarına şahit olunmuş ve test, W. D. Spangler’in yaptığı bir çalışma ile geçerliliğini (validity) kanıtlamıştır. “Validity of Questionnaire and TAT Measures of Need for Achievement: Two Meta-analyses”, Psychological Bulletin, 1992, 112, ss. 140-154. 84 D. C. McClelland, Motivational Trends in Society, Morristown, NJ.: General Learning Press, 1971 s. 75. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 40 54 2009 yaşama şansı daha fazla olmaktadır. Nitekim başarı motivasyon testinde (n Arch) yukarı seviyede puan almış olan bir oğlan çocuğunun, aşağı seviyede puan almış olan oğlan çocuğuna nazaran babalarının meşgul olduğu işlerin üzerinde bir gelişme gösterdiği görülmüştür.85 McClelland ile Carol Franz,86 1951 yılında 5 yaşında olan çocuklara uygulanmış olan bakım teknikleri sonuçlarıyla, 1987-1988 yıllarında 41 yaşına erişmiş olan bu çocukların başarı motivasyonu (n Arch) puanlarını ve kazanç durumlarını karşılaştırarak çocukluk yıllarında maruz kaldıkları etkilerin, gerçekleştirdikleri sonraki gelişmeler üzerinde ne tür izler bırakmış olduğunu incelemeye çalışmışlardır. Bu araştırmalar sırasında 1951 yılında ana-babaların sıkı kurallar uygulayarak besledikleri ve tuvalet alışkanlıkları kazandırmaya çalıştıkları- yüksek derecede bir başarı baskısı altında yetiştirdikleri- çocukların, böyle bir baskı ile yetiştirilmemiş olan çocuklara nazaran daha başarılı bir seviye yakaladıkları, başka bir ifade ile gerek başarı motivasyonu puanları bakımından, gerekse fiilî kazançları bakımından diğer çocuklardan daha yukarı bir seviyede bulundukları ortaya çıkmıştır. Geniş zaman içerisindeki etkilenme durumunu ölçme bakımından yapılmış olan bu araştırma, çocukluk döneminde yapılmış olan etkilerin önemine vurgu yapmış, TAT yoluyla ortaya konmuş olan bulguların, aşılanmış olan başarı motivasyonun kişilik üzerindeki etkisini sürdürmüş olduğunu ve elde edilen sonuçların testin geçerliliğini ve güvenirliliğini belgelemiş bulunduğunu göstermiştir. McClelland’ın yakın çalışma arkadaşı olarak, başarı motivasyonu konusunda yapılmış olan çalışmaların bir derlemesini yapmış olan John W. Atkinson, sosyal sınıflar konusunda hareketliliğe ışık tutacak önemli bir araştırmaya yer vermiştir kitabında. Kitapta yer almış ve Bernard Rosen tarafından yapılmış olan araştırma, motivasyonu ölçme amacıyla geliştirilmiş olan Apperception Testi’ni (TAT) kullanarak, sosyal sınıflar arası başarı motivasyon seviyelerini ölçmeye çalışmış; böylece bireylerin sınıf statuslarını yükseltmek için kullanılmış olan sosyalleşme tekniklerinin ve yapılan teşviklerin bireylerin başarı ihtiyaçlarını ne derece etkilemiş olduğunu hassas bir şekilde ölçmeye çalışmıştır. Rosen, uyguladığı psikolojik test sonucunda, daha önce yapılmış olan araştırmaların sonuçlarını destekleyecek şekilde, yukarı, özellikle de orta sınıf üyelerinin, aşağı sınıf üyelerine nazaran, başarı puanlarında çok daha yüksek bir seviye tutturduklarını ortaya koymuştur. 85 D.C. McClelland, at al., Achievement Motive, 2 nd ed., New York: Irvington, 1976. 86 D. C. McClelland and C. E. Franz, “Motivational and other Sources of Work Accomplishments in Mid-life: A Longitudinal Study”, Journal of Personality, 1992, 60, ss. 679-707. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 41 Araştırma, New Haven bölgesinde bulunan iki büyük lisede okuyan ikinci sınıf öğrencileri üzerinde yapılmıştır. Bu grup çocuklar, August B. Hollingshead tarafından geliştirilmiş olan sosyal sınıf ölçü sistemine ve bir soru cetveline göre, çoğu hâllerde babalarının olmak üzere, ailenin gelir durumları, yaptıkları işler (meşguliyet alanları), eğitim seviyeleri ve oturdukları ekolojik alanlar göz önünde bulundurularak bir sınıflandırmaya tâbi tutulmuştur. Tespit edilmiş olan tabakalar, Hollinshead ve arkadaşlarının yaptıkları araştırmalarda görüldüğü şekilde, en yüksek sosyal sınıftan en aşağıya doğru beş Romen rakamıyla belirlenmiştir. Denekler, her tabakadan rastgele (tesadüfî) bir örnekleme ile, en yüksek sınıfı temsil eden I’e 5 denek, sınıf II’ye 25, sınıf III, IV ve V’in her birine 30’ar denek düşecek şekilde seçilmiştir. Test, medyan yaşı 15 olan 14-16 yaş arasında bulunan toplam 120 beyaz çocuğa uygulanmıştır. Böylece bu araştırma, birleştirilmiş hâli ile sınıf I ve II de dahil olmak üzere her grupta 30’ar çocuk üzerinde uygulanmıştır. Her sınıf için elde edilen ortalama motivasyon puanı, yukarıdan aşağıya doğru 8.40, 8.68, 4.97, 3.40 ve 1.87 olarak bulunmuştur. Bu sonuçlar sosyal sınıf pozisyonları ile motivasyon puanları arasında açık bir ilişkinin bulunduğunu, başka bir ifade ile, yukarı sınıf ana-babalarının çocuklarına güçlü bir başarı ideali aşılamış olduklarını ortaya koymuştur. En aşağı sınıfı temsil eden sınıf V’de bulunan çocukların aldıkları % 23 oranındaki genel puana karşılık, birleştirilmiş hâli ile sınıf I ve II’ye mensup çocukların aldıkları puan, 3 katı da aşacak şekilde % 83 olarak bulunmuştur.87 Bernard Rosen, başarı motivasyonu puanları yüksek ve aşağı olan oğlan çocuklarının aileleri üzerinde yapmış olduğu bir başka araştırmada, McClelland ve Franz’da gördüğümüz üzere, çocuk bakım tekniklerinin başarı seviyesini tayin etmede önemli bir rol oynamış olduğunu tekrar belirlemiştir. Genel olarak şu hususu bulgulamıştır ki, başarı motivasyonu testinde yüksek puan almış çocukların anneleri, onlara karşı çok daha mütehakkim davranmışlar, bir şeyleri zorla kabul ettirmeye çalışmışlardır; bir etkileme tekniği olarak, onlardan uzak durmanın, reddetme davranışı göstermenin yanında, onlara karşı çok daha müşfik davranmak suretiyle bu çocuklarla yakından ilgilenmiş olduklarını göstermişlerdir. Buna karşılık babalar, çocuklardan daha uzak durma ve red davranışında bulunma yolunu seçmişler; bununla birlikte onları daha az itip kakmışlar; onlara karşı daha az mütahakkim davranışlar sergilemişlerdir. Çocuklar ve aileleri üzerinde yapılmış olan 87 B. C. Rosen, “The Achievement Syndrome: A Psychocultural Dimension of Social Stratification”, American Sociological Review, 1956, 21, ss. 203-211. John W. Atkinson, ed., Motives in Fantasy, Action, and Society, Princeton, N J.: Van Nostrand, 1958, ss. 495-508. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 42 54 2009 bu araştırma, yüksek puan almış olan çocukların, aynı zekâ seviyesinde olan çocuklara nazaran, beklenenin üzerinde bir okul başarısı gösterdiklerini ortaya koymuştur.88 Davis ve Hollingshead’in yapmış olduğu araştırmaların ortaya koyduğu üzere, diğer araştırma sonuçları da başarı ağırlıklı yukarı sınıf değer yönelme sistemlerinin, yukarı sınıf kültürünün, bir kişilik özelliği olarak, insanları daha çok çalışmaya, plânlar yapmaya, bazı özverilere katlanmaya ve bunun sonucunda da çevrelerini kontrol etme konusunda uygun adımlar atmaya sevk etmiş olduğunu ortaya koymuştur. Yukarı sınıf iş ve diğer meslek adamları ile çocukları üzerinde yapılmış olan araştırmalar, başarı motivasyonu aşılanmış olarak yetiştirilmiş olan çocukların, çok büyük oranda dikey hareketlilik yaşadıklarını ve kendilerini daha yukarı pozisyonlara yükselttiklerini, babalarını bile geçtiklerini ortaya koymuştur. Bu araştırmalar, gördüğümüz üzere, Warner’in ve Kahl’un yapmış olduğu araştırmanın sonuçlarını da belgelemiştir. Örneklerini vereceğimiz bazı ünlü insanların başarı durumlarına da açıklık getirmektedir. Avrupa sanat adamlarının bir kısmının varlıklı ana-babalarının teşviklerine pek çok şey borçlu olduklarını; müzisyen Jakop Ludwig Felix MendelssohnBartholdy’in bir bankacı olan babasının, bir zamanlar Alman Sokrates’i olarak nitelenen filozof babası Moses Mendelsshon ile, daha sonra da oğlu müzisyen Mendelsshon ile öğünmüş olduğunu; Avrupa’da Yahudi ailelerin yaşadıkları ezikliği yenmek, toplumda bir yer edinebilmek için çocuklarına büyük bir teşvik politikası uyguladıklarını, Hitler’in gazabına uğrayacak şekilde çok sayıda bilim, sanat ve ticaret adamı, sanayici yetiştirdiklerini biliyoruz. Aralarında sanayici Wedwood, Darwin, Huxley, Butler ve benzeri ailelerinin bulunduğu pek çok İngiliz entelektüel ailesinin, âdetâ bir seri oluşturacak şekilde, insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuş olduğunu görüyoruz. Leo Moulin’in yapmış olduğu bir araştırma,89 Nobel bilim ödülü almış olan insanların ailelerinin de yüksek sosyal pozisyona sahip kimseler olduklarını ortaya koymuştur. Bu kimselerin babalarının ya asil, yahut da yüksek seviyeden memur, yukarı sınıfa mensup iş adamı, avukat ve din büyüğü olduğu; entelektüel vasıflara ve ahlâkî bütünlüğe sahip bu babaların aileleri üzerinde, karakter ve umut aşılamak bakımından büyük etkilerinin bulunduğu görülmüştür. Türkiye’de yakın zamana kadar kitapevlerinin, sanayi ve ticaret kuruluşlarının çoğunlukla kurucularıyla kaim olması ve daha 88 B.C. Rosen, “Race, Ethnicity, and the Achievement Syndrome”, American Sociological Review, 1950, 24, ss. 47-60. 89 L. Moulin, “The Nobel Prizes for the Sciences, 1901-1950”, British Journal of Sociology, 1955, 6, ss. 246-263. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 43 sonra da kapanmaları olgusu, insanlarımızın yerlerine bırakacakları kimseleri yetiştirmekte herhangi bir çaba harcamadıklarını, gereken zemini hazırlamadıklarını, onlara bir başarı motivasyonu aşılamakta başarısız olduklarını göstermektedir. Böylece bize “nemelâzımcılık”, “paşazadelik” ve “mirasyedilik” tabirlerini armağan etmişler, bir lokma ve bir hırka ile yetinmemizi sağlamışlardır. Bu durumda, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerde yaşamakta olan pek çok zeki insanın beceriksizliğinin temel sebebinin de, teşvik edici bir kültürel atmosfere sahip olmamaktan kaynaklandığı kolayca görülmektedir. Bu yazımızda, sosyal sınıfların nasıl bir tâli-kültür oluşturduğunu, bu kültürel zeminin ne gibi sosyalleşme teknikleri kullandığını, etkilerinin ne gibi kişilik özelliklerine şekil vermiş olduğunu ve bu etkilemenin dikey hareketlilikte oynadığı önemli rolü, bugünün sanayileşmiş dünyasında sınıf atlamada eğitme tarzının ne derece etkili olduğunu incelemeye çalıştık. Gördük ki, kast sistemi, bireyi, kendi sınıfı içerisine hapsetmiş olan, onun kendi kast grubunu aşacağı bir çabada bulunmasına imkân tanımayan bir sistemdir. Renk kastları da böyle bir tutum içerisinde olurlar. Sosyal sınıflar ise, tabakalaşmada bir üst sınıfa yükselme konusunda, ülkelerin demokratik yapılarına bağlı olarak, nispeten daha serbest hareket etme imkânı tanıyan sosyal sistemlerdir. Eskiye nazaran bugün bu imkânın çok daha yaygınlaşmış ve sağlanmış olduğunu görüyoruz. Modern toplumda, iş kollarında, sanayinin gelişmesiyle ortaya çıkmış olan çeşitlilik ve belli bir bilgi ve yetenek sahibi olmaya yönelik ihtiyaç, eğitime verilen önemi de artırmıştır, böylece yukarı sınıfların doldurmakta yetersiz kaldığı kadrolar, daha aşağı sınıfa mensup kabiliyetli, kendisini yetiştirmiş olan bireyler tarafından doldurulmaya başlamıştır. Bu süreç, âdetâ sınıflar arası farkları, başka bir deyişle, sınıf ayrımını ortadan kaldırma yolunu açmıştır. Göç kabul eden zengin ülkeler de, etnik veya ırkî menşeine ve mensup olduğu sınıfa bakmaksızın ülkelerine bu yetişmiş kimseleri davet etmekte herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Bütünüyle bu süreç, sınıf atlamak için birdenbire olmasa da belli pozisyonları yakalamış olan ailelerin çocukları veya torunları açısından başarı motivasyonlarını besleyen ümit verici bir kaynak olmuştur. Son zamanlarda yapılmış olan araştırmalar, sermayenin veya üretim araçlarının değil, eğitimin sosyal sınıfı belirleyen en temel unsuru oluşturduğunu, hattâ sosyo-ekonomik seviye durumunu önceden haber veren, önceden bir kestirme yapmamıza imkân veren güçlü bir unsur olduğunu ortaya koymuştur. M. Winkleby ve arkadaşlarının ifade ettikleri üzere, eğitimin, temel 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 44 54 2009 bir insan hakkı olarak kabul edildiği bu dönemde, bir kişinin olumlu sosyal, psikolojik ve ekonomik kaynağa veya güce sahip olmasının işaretini veren önemli bir unsur olduğu görülmüştür. Ayrıca iyi eğitim görmüş bir kimsenin sağlık konularında daha bilgili olduğu, sağlıklı bir şekilde yaşamanın bilgisine daha fazla sahip olduğu da bulgulanmıştır. 90 “Para ile saadet olmaz” sözü, bugün yaşadığımız bu karmaşık dünyada, her türlü özendirici nesnenin sergilendiği, para harcamaya yönelik faaliyetlerin propagandasının yapıldığı şehirlerde veya büyük şehirlerde, eski inandırıcılığını kaybetmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, fakir halkı, zengin olanlarla karşılaştırdığımızda, zenginlerin dünyadan çok daha fazla “kâm” aldıklarını, hırslarına yenik düşmedikleri takdirde daha mutlu yaşadıklarını görmekteyiz. Eğitim aracılığı ile yakalanmış olan zenginliğin beraberinde getirdiği kültür içerisinde yaşayan insan, geleceğe çok daha güvenle, iyimser bir şekilde bakmaktadır. Daha sağlıklı ve daha uzun yaşamakta, evlilikleri de daha uzun sürmektedir. Bu durum bizim ülkemizde istenilen ölçüde olmuyorsa, bu, büyük oranda, eğitimsizlikten, meslek seçme problemlerinden, iş imkânlarının kısıtlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bugünün şartları, zengin olmak için eğitimli, dolayısıyla da itibar sağlayıcı bir meslek sahibi olmayı gerektirmektedir. Gelir sahibi olmak ancak o zaman bir varlık ve mânâ kazanmakta, bireyin hayaline olumlu katkılarda bulunmaktadır. Ayrıca, kadın okumadığı, ekonomiye katkıda bulunmadığı, kendi ayaklarının üzerine basabileceği bir meslekî zemine sahip olamadığı, sosyal hayat içerisinde ve erkeğinin yanında sosyal etkileşimde rol almadığı zaman, kendine güveni artırıcı, etkileyici zarif hareketlerden uzak kalmakta, insanlar arası ilişkilerin sağladığı davranış zenginliğinden nasibini alamamakta, dolayısıyla başarı kazanmış ailelerin son derece önemli sosyalleşme âmili olan kadınlarının yaptığı ölçüde ve “her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözünün haklılığını ortaya koyacak şekilde hem kocasını, hem çocuklarını, hem de yakınlarını etkileyecek kognitif, kendine güveni arttırıcı davranışları aşılayamamaktadır. Çocuklarının gelişmesine, ilerlemesine ve motivasyon seviyelerinin yükselmesine yeterince katkıda bulunamamaktadır. İslâm ülkelerinin hemen hepsinin geriliğinin bir sebebi de bu olmak gerekir. 90 M. Winkleby, et al., “Socioeconomic Status and Health: How Education, Income, and Occapation Contribute to Risk Faktors for Cardiovascular Desease”, American Journal of Public Health, 1992, 82, ss. 816-820; C. Ross and C. Wu, “The Links Beetveen Education and Health”, American Sociologicol Review”, 1995, 60, ss. 719-745. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 45 Kaynaklar Adler, N. E., et al. (2000), “Relationship of Subjective and Objective Social Status with Psychological and Physological Functioning”, Health Psychology, 19, ss. 586-592. Adler, N. E., at al. (1994), “Socioeconomic Status and Health: The Challenge of the Gradient”, American Psychologist, 49, ss. 15-24. Aldrich, N. W. (1989), Old Money: The Mythology of America’s Upper Class, New York: Vintage Books. Atkinson, John W. ed. (1958), Motives in Fantasy, Action, and Society, Princeton, NJ.: Van Nostrand. Bartley, M. (2004), Health Inequality: An Introduction to Theories, Concepts and Methods, Cambridge: Polity Press. Baum, A., et al. (1999), “Socioeconomic Status and Chronic Stress. Does Stress Account for the SES Effects on Health?” N. E. Adler ve arkadaşlarının derlediği Socioeconomic Status and Health in Industrial Nations (New York: Academy of Sciences, ss. 131-144) adlı eserde. Bell, Daniel (1973), The Coming of Post-Industrial Society in Social Forecasting, New York: Basic Books. Boneva, B. S. and H. Frieze (2001), “Toward a Concept of a Migrant Personality”, Journal of Social Issues, 57, ss 477-491. Bourdieu, P. (1987), “What Makes a Social Class? On the Theoretical and Practical Existence of Groups”, Berkeley Journal of Sociology, 32, ss. 1-17. Bornstein Marc, H. and C. Tamis-LeMonda (1997), “Maternal Responsiveness and Infant Mental Abilities: Specific Predictive Relation”, Infant Behavior and Development, 20, ss. 283-296. Bornstein, M. H. and R.H. Bradley, eds. (2003), Socioeconomic Status, Parenting, and Development, Mahwah, NJ. :Erlbaum. Bornstein, Marc H., et al. (2003), “Socioeconomic Status, Parenting, and Child Development: The Hollingshead Four-Factor Index of Social Status and the Socioeconomic Index of Occupations”, Marc H. Bornstein ve Robert H. Bradlley’in derlediği Socioeconomic Status, Parenting, and Child Development (Mahwah, New Jersey: Lawrence Erlbaum, ss. 29-82) adlı eserde. Bourguignon, F. (2001), “Crime as a Social Cost of Poverty and Inequality”, S. Yusuf ve arkadaşlarının derlediği Facets of Globalization: International and Local Dimensions of Development (Washington, DC.: World Bank, ss. 171-191) adlı eserde. Bullock, H. E. and W.M. Limbert (2003), “Scaling the Socioeconomic Ladder: Lowincome Women’s Perceptions of Class Status and Opportunity”, Journal of Social Issues, 59, ss. 693-709. Bunnel, S. E. (1995), “Global Crime Calls for Global Pertnerships, “FBI Low Enforcement Bulletin, 64, ss. 6-7. Burkam, D. T., et al. (2004), “Social- class Differences in Summer Learning between Kindergarten and First Grade”, Sociology of Education, 77, ss. 1-31. Centers, R. (1949), The Psychology of Social of Classes , Princeton, N J.: Princeton University Press. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 46 54 2009 Collins, W.A., et al. (2000), “Contemporary Research on Parenting”, American Psychologist, 55, ss. 218-232. Costello, E.J., et al. (2003), “Relationships Between Poverty and Psychopathology: A Natural Experiment”, Journal of the American Medical Association, 290, ss. 2023-2029. Cottrell, W. F. (1940), The Railroaders, Stanford: Stanford University Press. Cozzarelli, C., et al. (2001), “Attitudes Toward the Poor and Attributions for Poverty”, Journal of Social Issues, 57, ss 207-227. Cressey, Donald R. (1966), “Crime”, Robert K. Merton ile R. A. Nisbet’in derlediği Contemporary Social Problems (New York: Harcourt, Brace and World, 2nd ed., ss. 157-158) adlı eserde. Davis, Allison and J. Dollard (1940), Children of Bondage, Washington, DC.: American Council on Education. Davis, Allison (1947), “Socialization and Adolescent Personality”, T. M. Newcomb ve E. L. Hartley’in derlediği Readings in Social Psychology (New York: Henry Holt and Co., ss. 139-150) adlı eserde. Davis, Allison (1948), Social-class Influences upon Learning, Combridge: Harvard University Press. Davis, Allison (1960), Psychology of the Child in the Middle Class, Pittsburg, PA.: University Press. Davis, Allison, B. B. Gardner, and M. R. Gardner (1941), Deep South: A Study of Social Class and Color Caste in a Southern City, Chicago: University of Chicago Press. Davis, Allison and R. J. Havighurst (1946), “Social Class and Color Differences in ChildRearing”, American Sociological Review, 11, ss. 698-710. Davis, Allison and R. J. Havighurst (1947), Father of the Man: How Your Child Gets His Personality, Boston: Houghton Mifflin. Denton, K. and J. West (2002), “Children’s Reading and Mathematics Achievement in Kindergarten and First Grade”, Educational Statistics Quarterly, 18. İnternet aracılığı ile de ulaşılabilir (January 18, 2004). Dollard, John (1937), Caste and Class in a Southern Town, New Haven: Yale University Press. Duncan, G. J. and J. Brooks-Gunn, eds. (1997), Consequences of Growing up Poor, New York: Russell Sage. Ensminger, M. E. and Kate E. Fothergill (2003), “A Decade of Measuring SES: What it Tells Us and Where to go From Here”, Marc H. Bornstein ve Robert H. Bradley’in derlediği Socioeconomic Status, Parenting, and Child Devolopment (Mahwav, New Jersey: Lawrence Erlbaum, ss. 13-27) adlı eserde. Feagin, J. R., et al. (2006), Social Problems, A Critical Power- Coflict Perspective, 6th ed., Upper Saddle River, N J.: Prentice Hall. Fine, M. and L. Weis (1998), The Unknown City: Lives of Poor and Working- class Young Adults, Boston: Beacon Press. Form, W. H. (1951), “Stratification in Low and Middle Income Housing Areas”, Robert K. Metron ve arkadaşlarının derlediği Social Policy and Social Research in Housing (The Journal of Social Issues, 7, özel sayı, 1-2 , ss. 109-131) adlı eserde. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 47 Furnham, A. (1982), “Why are the Poor Always with Us? Explanations for Poverty in Britain”, British Journal of Social Psychology, 21, ss. 311-322. Gelles, R. I. (1980), “The Myth of Battered Husbands and New Facts About Family Violence”, Robert L. David’in derlediği Social Problems 80-81 (Dushkin, Conn.: Guilford) adlı eserde. Gelles, R. I. (1995), Contemporary Families: A Sociological View, Thousand Oaks, Calif.: Sage. Gelles, R. J. and Clair P. Cornell (1990), Intimate Violence in Families, 2nd ed., Beverly Hills, Calif.: Sage. Gesell, A. and E. E. Lord (1927), “Psychological Comparison of Nursey School Children from Homes of Low and High Economic Status”, Journal of Genetic Psychology, 34, ss. 339-354. Gilbert, Dennis, and J. A. Kahl (1993), American Class Structure, 4th ed., Belmont, CA.: Wadsworth. Gorman, T. J. (1998), “Social Class and Parental Attitudes Toward Education”, Journal of Contemporary Ethnography, 27, ss. 10-44. Gough, H. G. (1948), “New Dimension of Status I. Development of a Personality Scale”, American Sociological Review, 13, ss. 401-409; Gough, H. G. (1948), “A New Dimension of Status II. Relationship of St. Scale to Other Variables”, American Sociological Review, 13, ss. 534-537. Green, A. (1946), “The Middle Class Make Child and Neurosis”, American Sociological Review, 11, ss. 31-41. Grusec, J. E. and L. Kuczynski, eds. (1997), Parenting and Children’s Internalization of Values, New York: John Wiley. Grusec, J. E. and P. D. Hastings, eds. (2007), Handbook of Socialization, New York: The Guilford Press. Grusky, David B. (2001), Social Stratification: Class, Race, and Gender in Sociological Perspective, 2nd ed., Boulder, CO.: Westview. Hagan, J. and R. D. Peterson, eds. (1995), Crime and Inequality, Stanford, CA.: Stanford University Press. Hamnett, Chris (2001), “Social Segration and Social Polarization”, Ronan Paddison’un derlediği Handbook of Urban Studies (London: Sage Publications, ss. 162-176, 166) adlı eserde. Harris, Anthony and L. R. Meidlinger (1995), “Criminal Behavior: Race and Class”, Joseph F. Sheley’in derlediği Criminology: A Contemporary Handbook (Belmont, CA.: Wadsworth) adlı eserde. Henslin, J. M. (2006), Social Problems, 7th ed., Upper Saddle River, N. J.: Prentice Hall. Herskovits, M. I. (1948), Man and His Works, New York: Knopf. Hoff, E., et al. (2002), “Socioeconomic Status and Parenting”, M. H. Bornstein’in derlediği Handbook of Parenting: Vol. 2. Biology and Ecology of Parenting, (2nd. ed., Mahwah, NJ. :Erlbaum, ss. 231-252) adlı eserde. Hoffman, L. W. (1984), “Work, Family, and the Socialization of the Child”, R Parke ve arkadaşlarının derlediği Review of Child Development Research, Vol. 7 (Chicago: University of Chicago Press, ss. 223-282) adlı eserde. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 48 54 2009 Hoffman, L. W. (1986), “Work, Family, and the Child”, M. S. Pallak ve R. O. Perloff’un derlediği Psychology and Work (Washington, DC.: American Psychological Association, ss. 169-220) adlı eserde. Hoffman, L. W. (1988), “Cross - Cultural Differences in Childrearing Goals”, R. Levine ve arkadaşlarının derlediği Parental Behavior in Diverse Societies (San Francisco: Jossey- Bass, ss. 99-122) adlı eserde. Hollingshead, August B. (1949), Elmtown’s Youth: The Impact of Social Classes on Adolescents, New York: John Wiley. Hollingshead, A. B. and F. C. Redlich (1958), Social Class and Mental Illnes, New York: John Wiley Hughes, E. C. (1928), “Personality and the Division of Labor”, American Journal of Sociology, 33, ss. 754-768. Hughes, E. C. (1937), “Institutional Office and the Person”, American Journal of Sociology, 43, ss. 404-414. Hunt, M.O. (1996), “The Individual, Society, or Both? A Comparison of Black, Latino, and White Beliefs about the Causes of Poverty”, Social Forces, 75, ss. 293-322. Hyman, H. H. (1942), “The Psychology of Status”, Archives of Psychology, No. 269. Hyman, H. H. (1953), “The Value Systems of Different Classes: A Social Psychological Contribution to the Analysis of Stratification”, Reinhard Bendix ve Seymour M. Lipset’ın derlediği Class, Status and Power (Glencoe, Ill.: Free Press) adlı eserde. Inkeles, A. (1960), “Industrial Man: The Relation of Status to Experience, Perception and Value”, American Journal of Sociology, 66, ss. 1-31. Iversen, R. and N. Farber (1996), “Transmission and Family Values, Work and Welfare among Poor Urban Black Women”, Work and Occupation, 23, ss.437-460. Jackman, M. R. and R. W. Jackman (1973), “An Interpretation of the Relation Between Objective and Subjective Social Status”, American Journal of Sociology, 66, ss. 1-31. Khal, J. A. (1953), “Education and Occupational Aspirations of ‘Comman Man’ Boys”, Harvard Educational Review, 23, ss. 186-203. Kahl, J. A. (1957), The American Class Structure, New York: Holt, Rinehart, and Winston. Kelly, J., et al. (1995), “Class and Class Conflict in Six Western Nations”, American Sociological Review, 60, ss. 157-178. Kinsey, A. C., et al. (1948), Sexual Behavior in the Human Male, Philadelphia: W. B. Sanders. Kitayama, S. and Cohen, eds. (2007), Handbook of Cultural Psychology, New York: The Guilford Press. Kluckhohn, C. (1939), “Theoretical Bases for an Empirical Method of Studying the Acquisition of Calture by Individuals”, Man, 39, ss. 98-105. Kluegel, J.R. and E. R. Smith (1986), Beliefs about Inequality: America’s Views of What is and What Ought to Be, New York: Aldine De Gruyter. Kohn, M. L. (1959), “Social Class and Exercise of Parental Authority”, American Sociological Review, 24, ss. 352-366. Kohn, M. L. (1959), “Social Class and Parental Values”, American Journal of Sociology, 64, ss. 337-351. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 49 Kohn, M. L. (1969), Class and Conformity: A Study in Values, Homewood, Ill.: Dorsey Press. Kohn, M. L. (1982), “Job Conditions and Personality: A Longitudinal Assessment of Their Reciprocal Effects”, American Journal of Sociology, 87, ss. 1257-1285. Kohn, M. L. (1989), “Social Structure and Personality: A. Quintessentially Sociological Approach to Social Psychology”, Social Forces, 68, ss. 26-33. Kohn, M. L. and C. Schooler (1973), “Occupational Experience and Psychological Functioning: An Assessment of Reciprocal Effects”, American Psychological Review, 38, ss.97-118. Kohn, M.L. and C. Schooler (1982), “Job Conditions and Personality: A Longitudinal Assessment of Their Reciprocal Effects”, American Journal of Sociology, 87, ss. 1257-1285. Kohn, M. L., et al. (1997), “Social Structure and Personality under Contitions of Radical Social Change: A Comparative Analysis of Poland and Ukraine”, American Sociological Review, 62, ss. 614-638. Lawler, S. (1999), “‘Getting Out and Getting Away’: Women’s Narratives of Class Mobility”, Feminist Review, 63, ss. 3-34. Linton, R. (1947), The Cultural Background of Personality, London: Routledge and Kegan Paul. MacIver, R. M. and C. H. Page (1949), Society: An Introductory Analysis, New York: Rinehart and Co. Maruyama, G. (2003), “Disparities in Educational Opportunities and Outcomes: What Can We Do?”, Journal of Social Issues, 59, ss 653-676. McClelland, D. C. (1971), Motivational Trends in Society, Morristown, NJ.: General Learning Press. McClelland, D. C. and C. E. Franz (1992), “Motivational and other Sources of Work Accomplishments in Mid-life: A Longitudinal Study”, Journal of Personality, 60, ss. 679-707. McClelland, D.C., at al. (1976), Achievement Motive, 2nd ed., New York: Irvington. Meneghan, E. G. and T. L. Parcels (1991), “Social Sources of Change in Children’s Home Environments: The Effects of Parental Occupational Experiences and Family Conditions”, Journal of Marriage and the Family, 57, ss. 69-94. Merton, R. K. (1940), “Bureaucratic Structure and Personality”, Social Forces, 18, ss. 560568. Moulin, L. (1955), “The Nobel Prizes for the Sciences, 1901-1950”, British Journal of Sociology, 6, ss. 246-263. Oakes, J. M. and P. H. Rossi (2003), “The Measurement of SES in Health Research”, Social Science and Medicine, 56, ss. 769-784. Ossowski, S. (1963), Class Structure in the Social Conscousness, New York: Free Press. Other, S. B. (1998), “Identities: The Hidden Life of Class”, The Journal of Anthropological Research, 54, ss. 1-17. Ovens, E. B. et al. (1998), “Relations Between Infant Irritability and Maternal Responsiveness in Low-income Families”, Infant Behavior and Development, 21, ss. 761-778. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 50 54 2009 Parcel, T. L and E. G. Menagman (1994), Parent’s Jobs and Children’s Lives, New York: deGruyer. Parke, R. D., et al. (2004), “Economic Stress, Parenting, and Child Adjustment in Mexican American and European American Families”, Child Development, 75, ss. 1632-1656. Platt, Steven (1984), “Unemplayment and Suicidal Behavior”, Social Science and Medicine, 19, ss. 93-115. Rodrigues,M. L., et al. (2005) , “A Contextual Approach to the Development of Selfregulatory Competencies: The Role of Maternal Unresponsivity and Toddler’s Negative Affect in Stressful Situation”, Social Development, 14, ss. 136-157. Rosen, B.C. (1956), “The Achievement Syndrome: A Psychocultural Dimension of Social Stratification”, American Sociological Review, 21, ss. 203-211. Rosen, B.C. (1959), “Race, Ethnicity, and the Achievement Syndrome”, American Sociological Review, 24, ss. 47-60. Ross, C. and C. Wu (1995), “The Links Beetveen Education and Health”, American Sociologicol Review”, 60, ss. 719-745. Russel, G. M. (1996), “Internalized Classism: The Role of Class in the Development of Self”, Women and Therapy, 18, ss. 59-71. Ryff, C. D. (1987), “The Place of Personality and Social Structure Research in Social Psychology”, Journal of Personality and Social Psychology, 53, ss. 1192-1202. Sam, D. L. and J. W. Berry (2006), The Cambridge Handbook of Acculturation Psychology, Cambridge University Press. Saunders, P. (1981), Social Theory and the Urban Question, New York: Holmes and Meier Publishers. Schooler, C. (2007), “Culture and Social Structure: The Relevance of Social Structure to Cultural Psychology”, Shinobu Kitayama ile Dov Cohen’in derlediği, Handbook of Cultural Psychology (New York: Guilford Press, ss. 370-388) adlı eserde. Schooler, C. (2007), “The Effects of the Cognitive Complexity of Occupational Conditions and Leisure Time Activities on the Intellectual Functioning of Older Adults”, W. Chodzko- Zajko ve A. Kramer’in derlediği Aging, Exercise and Cognition (Champaign, Ill: Human Kinetics) adlı eserde. Schumpeter, A. J. (1951), Imperialism and Social Classes, New York: Kelley. Sennet, R. and J. Cobb (1972), The Hidden Injuries of Class, New York: Knopf. Sigel, I. E., et al. (1992), Parental Belief Systems: The Psychological Consequences for Children, Hillsdale, Nj.: Erlbaum. Stack, Steven (1982), “Suicide: A Decade Review of the Sociological Literature”, Deviant Behavior, 4, ss. 49-51. Slomczynski, K. M., J.Miller and M. L.Kohn (1981), “Stratification, Work, and Values: A Polish-United States Comparison”, American Sociological Review, 46, ss. 720-744. Smith, K.B. (1985), “I Made it Because of Me: Beliefs about the Causes of Wealth and Poverty”, Sociological Spectrum, 5, ss. 255-267. Smith, K. B. and L. Stone (1989), “Rags, Riches, and Bootstraps: Beliefs about the Causes of Welth and Poverty”, The Sociological Quarterly, 30, ss. 93-107. Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar 51 Smith, T. E. and P. B . Graham (1995), “Socioeconomic Stratification in Family Research”, Journal of Marriage and the Family, 57, ss. 930-941. Sobolewski, J. M. and P. R. Amato (2005), “Economic Hardship in the Family of Origin and Children’s Psychological Well-being in Adulthood”, Journal of Marriage and Family, 67, ss. 141-156. Sorokin, P. (1947), Society, Culture and Personality: Their Structure and Dynamics, New York: Harper and Brothers. Spangler, D. (1992), “Validity of Questionnaire and TAT Measures of Need for Achievement: Two Meta-analyses”, Psychological Bulletin, 112, ss. 140-154. Srole, L., at al. (1975), Mental Health in the Metropolis: The Midtown Manhattan Study, rev. and enlarged ed., New York: Harper and Row. Straus, M. A. (1995), Physical Violence in American Families, New Brunswick, NJ.: Transection. Straus, M. A., R. J. Gelles, and S. K. Steinmetz (1980), Behind Closed Doors: Violens in the American Family, Garden City, New York: Doubleday. Strodtbeck, Fred L. (1958), “Family Interaction, Values, and Achievement”, D.C. McClelland ve arkadaşlarının derlediği Talent and Society (Princetion, N. J.: D. Van Nustrand Co.,) adlı eserde. Suárez-Orozco, C. and M.M. Suárez- Orozco (1995), Transformations: Immigration, Family Life, and Achievement Motivation Among Latino Adolescents, Stanford, CA.: Stanford University Press. Tamis-Le Monda and M. H. Bornstein (2002), “Maternal Responsiveness and Early Language Aquisition”, R. V. Kail ve H. W. Reese’nin derlediği Advances in Child Development and Behavior (San Diego, CA.: Academic Press, ss. 89-127) adlı eserde. Tudge, J. R. H., at al. (2000), “Parents’ Child Rearing Values and Beliefs in the United States and Russia: The Impact of Culture and Social Class”, Infant and Child Development, 9, ss. 105-121. Van den Boom, D. C. (1989), “Neonatal Irritability and the Development of Attachment”, G. A. Kohnstamm ve arkadaşlarının derlediği Temperament in Childhood (Chichester, UK.: John Wiley, ss. 299-318) adlı eserde. Van den Boom, D. C. (1994), “An Experimental Manipulation of Sensitive Responsiveness Among Lower-class Mothers with Irritable Infants”, Child Development, 65, ss. 1457-1477. Waller, W. (1932), The Sociology of Teaching, New York: John Wiley, 1932. Warner, W. L. and J. O. Low (1947), The Social System of the Modern Factory, New Haven: Yale University Press. Warner, W. L. and P. S. Lund (1941), The Social Life of a Modern Community, New Haven: Yale University Press. Warner, W. L., et al. (1949), Democracy in Jonesville, Harper and Brothers. Warner, W. L., M. Meeker, and K. Eells (1949), Social Class in America, Chicago: Science Recearch Associates. Warner, W. L.(1959), The Living and the Dead, New Haven: Yale University Press. Warner, W. Lloyd (1937), rev. ed. 1958, Black Civilization, Harper and Brothers. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 52 54 2009 Warner, W. Lloyd and. J. C. Abegglen (1955), Occupational Mobility in American Business and Industry, 1928-1952, Universty of Minnesota Press. Warner, W. L. and Leo Srole (1945), The Social Systems of American Ethnic Groups, New Haven: Yale University Press. Warner, W. L. and Paul S. Lund (1942), The Status System of a Modern Community, New Haven: Yale University Press. Warner, W. L., et al.(1946), Who Shall be Educated? The Challenge of Unequal Opportunities, London: Kegan Paul. Winkleby, M., et al. (1992), “Socioeconomic Status and Health: How Education, Income, and Occapation Contribute to Risk Faktors for Cardiovascular Desease”, American Journal of Public Health, 82, ss. 816-820. Wohlferth, T. (1997), “Socioeconomic Ineqality and Psychopathology: Are Socioeconomic Status and Social Class Interchangeable?”, Social Science and Medicine, 45, ss. 399-410. Yörükân, Turhan (1956), “Çocuk Sosyalleşmesi, Davis-Havighurst Rehberi”, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, 9, ss. 143-167. Yörükân, Turhan (1958-1959), “Temel Şahsiyet ve Kültür”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 13-14, ss. 107-136. Yörükân, Turhan (2005), “Suça Zemin Oluşturan Yerler Olarak Şehirler veya Büyük Şehirler”, Bilge, 45, ss. 4-16. Yörükân, Turhan (2006), Alfred Adler, Sosyal Roller ve Kişilik, 2. baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Yörükân, Turhan (2009), “Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı”, Erdem, 54, ss. 52-84. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı Turhan YÖRÜKÂN ÖZ Batı ülkelerinde, aşağı sınıflara mensup kadın ve erkek nüfusun, bedenen ve ruhen daha büyük oranda hasta olmaları ve daha erken bir yaşta ölmeleri, dikkatleri yukarı ve aşağı sınıf yaşama şartlarına çevirmiştir. Bu durum, bazı ülkelerde, fakir tabakaları oluşturmakta olan aşağı sınıfların benimsedikleri hayat tarzlarının ve sahip oldukları imkânların yetersizliği sebebiyle birtakım politik plânlama tedbirlerinin alınmasını gerekli kılmıştır. Aşağı sınıfların sağlık sorunlarının yaratılmasında pek çok sosyoekonomik ve sosyo-kültürel faktörün etkili olduğu görülmüştür. Aşağı sınıflar, toksik, tehlikeli ve sağlığa aykırı ekolojik alanlarda yaşamak zorunda kalmış olan gruplardır. Bu insanların sağlıksız birtakım yeme alışkanlıklarına sahip oldukları; daha çok sigara içtikleri, daha büyük oranda uyuşturucu ve alkol kullandıkları da bulgulanmıştır. Ayrıca, bu insanların, düşük gelir sahibi olmanın yanında, her an işlerini kaybetme, kaza kurbanı olma, aile geçimsizliği yaşama ve boşanma gibi stres kaynağı olan psikolojik baskılar altında bulundukları, bu sebeple de bedenen ve ruhen sağlıklarını kaybettikleri görülmektedir. Yazımız, bugün Türkiye için de gündemde olduğunu ve üzerinde yeterince durulmadığını düşündüğümüz işsizliğin ve fakirliğin yaratacağı ve nesiller boyunca sürecek olan etkilerinin neler olduğunu incelemeye ve dikkatleri özellikle sağlık problemleri üzerine çekmeye çalışmaktadır. Anahtar Kelimeler: Şehir cemaati, sosyal sınıflar, fakirlik, stres, beden ve ruh sağlığı. ABSTRACT The Relationship of Physical and Mental Health to Social Classes as an Urban Community The fact that members of the lower class male and female population in Western countries become physically and mentally ill at a larger rate and that they die at a younger age has drawn attention to the living conditions of the upper and lower class. This situation has required certain political planning precautions to be taken in certain countries Turhan YÖRÜKÂN 54 54 2009 due to the life styles and inadequate opportunities of the lower class that makes up the poor segments of the society. Several socioeconomic and socio-cultural factors have been noted to have affected the health issues of the lower class, who has to live in toxical and hazardous ecologic conditions that contradict with health. It has been noted that these people have unhealthy eating habits and smoke a lot, as well as using a lot more drugs and alcohol. Furthermore, the other reason for these people to suffer from physical and mental health is that they are subject to such psychological pressure as losing job, becoming victim of an accident, family troubles and divorce, in addition to having to ends meet with a considerably low income, all of which contribute to their losing physical and mental health. This article aims at investigating and drawing attention to the consequences of unemployment and poverty, and the related corresponding effects on generations to follow, which is a current -though not receiving the necessary attention- issue in Turkey. Key Words: Urban community, social class, poverty, stress, physical and mental health. M ark Gottdiener ile Leslie Budd’un, P. Jargowski’nin Poverty and Place: Ghettos, Barrios and the American City (N Y.: Russell Sage Foundation, 1997) adlı kitabıyla, Birleşmiş Milletler’in Human Development Report 2000 ve Dünya Bankası’nın World Development Report 1999-2000 adlı yayınlarına dayanarak verdiği rakamlara göre, Amerika Birleşik Devletleri’nde, 19701990 yılları arasında Detroit’de yaşayan fakir halkın oranının % 11.3’den % 54’e yükseldiğini; New York şehrinde bu artışın % 27, Chicago’da % 21.4, Pittsburg’da ise % 21.7 olduğu görülmüştür. Birleşmiş Milletler’in 2000 yılı raporlarına göre, Birleşik Krallık’ta (İngiltere’de) % 15’in, Almanya’da % 10.4’ün, Fransa’da % 11.1’in üzerinde insanın fakirlik seviyesinde bulunduğu; Dünya Bankası’nın 2000 yılında yayımladığı bir rapora göre ise, Batı Avrupa ülkelerinde günlük kazancı 2 doların altında olan insanların oranının % 3.6’dan % 20.7’e yükseldiği görülmüştür. Bütün bu ülkeler âdetâ köylerine varıncaya kadar şehir veya küçük şehir özelliği gösteren yerleşmelerin bulunduğu ülkelerdir. Diğer yönden, gelişmekte olan ülkelerde şehirler, hızlı şehirleşme süreci sebebiyle, sadece büyümekle kalmamakta, bu şehirlerde yaşamakta olan fakir insanların oranında da bir artış yaşamaktadırlar. 1980-1993 yılları arasında Ghana’da yaşayan fakir halkın oranı % 23.7’den % 28.3’e, Çin’de % 6.0’dan % 10.0’a, Hindistan’da % 19.3’den % 23.3’e, Pakistan’da % 23.7’den % 28.6’ya, Colombia’da % 35.8’den % 37.4’e yükselmiştir. Güney Amerika Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 55 ile Afrika’da ise, fakirlik oranı daha yüksek bir seviyede bulunmaktadır. Bu rakamlar, köylerden ziyade şehirlere özgü bir yapılanma türü olan sosyal sınıfların, özellikle de pek çok sosyal problem yaşamakta olan aşağı sosyal sınıfların şehirlerde ne derece yoğunlaşmakta olduğunu göstermektedir. Sağlık Bakanlığı’nın iş birliği ile Türkiye’de yapılmış ve 1998 yılında yayımlanmış olan bir rapor da, 4-18 yaşları arasında bulunan çocuk ve gençlerin ilçe ve köylere nazaran şehirsel alanlarda daha fazla “davranış sorunları” yaşamakta olduklarını ortaya koymuştur.2 Unutmamak gerekir ki, bu sorunların daha yoğun olarak yaşandığı Batı, Güney ve Orta Anadolu bölgeleri, varoşlarında çok sayıda fakir halkın yaşadığı şehirleşmiş bölgelerimizdir. Başka kitap ve yazılarımızda vermeye çalıştığımız Türkiye şehirleşme oranlarını3 burada tekrar belirtmeye çalışmayacağız. Herkesin herhangi bir veriye dayanmadan görebileceği bir olay olarak, şehirlerimiz süratle büyümekte, iş ve aş için gelen insanlar varoşlarda kendilerine bir yer edinmeye çalışmaktadırlar ve bazen daha çok para kazanmış olsalar da, köylerinde yaşadıklarından daha düşük nitelikte bir hayat sürmek zorunda kalmaktadırlar. Bu insanlar, henüz bir sosyal sınıf özelliğine sahip olmasalar da, aşağı bir tabakayı, bir fakir halk topluluğunu oluşturmaktadırlar. Şehirlerimize gelen bu insanlar köylerinde de çoğunlukla topraksız veya verimli toprağı olmayan fakir insanlardır. Ne var ki orada yaşadıkları hayat bu derece yarışmalı, bu derece karşılaştırmalı ve bu derece zor ve çeşitli sıkıntılarla dolu, insan sağlığına aykırı4 bir çevrede gerçekleşmiyordu. Köydeki zengin insanların kendi1 1 M. Gottdiener and L. Budd, Key Concepts in Urban Studies , London: Sage Publications, 2005, ss. 70-71. 2 Neşe Erol, et al., Türkiye Ruh Sağlığı Profili Raporu, Ankara: T.C. Sağlık Bakanlığı, Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 1998, s. 67. 3 Turhan Yörükân ve Ayda Yörükân, Türkiye’de Şehirleşme ve Konut Durumu: Şehirleşme, Gecekondular ve Konut Politikası, Ankara: İmar ve İskân Bakanlığı, Mesken Genel Müdürlüğü Sosyal Araştırma Dairesi, 1966. Belli bir tarihe kadar gelişmeleri vermekte olan bu kitap, ayrıca İngilizce ve Fransızca olarak da yayımlanmıştır; Turhan Yörükân, “Geleneksel ve Yeni-Marksçı Görüşler Açısından Şehirleşme ve Şehir”, Kılavuz, 2005, 23, ss. 62-67. 4 İstanbul-Sağmalcılar gecekondu bölgesinde yaptığımız bir araştırma sırasında, Sağmalcılar’da çıkan ve ihbar edilen sâri hastalıkların, 1965 yılında Eyüp ilçesinde görülen vakaların %61.35’ini; aynı yılda Sağmalcılar nüfusunun Eyüp ilçesinin nüfusunun % 41.62’sini oluşturduğunu; diğer taraftan Sağmalcılar nüfusunun İstanbul ilinin % 3.00’ünü teşkil etmesine rağmen, İstanbul için ihbar edilen bulaşıcı hastalıkların % 6.73’ünün Sağmalcılar’da ortaya çıkmış olduğunu bulgulamıştık, Turhan Yörükân, Gecekondular ve Gecekondu Bölgelerinin Sosyokültürel Özellikleri, 3. baskı, Ankara: Nobel Yayınları, 2006, ss. 93-94. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanlığı’nın ve Uluslararası Verem Savaş Dernekleri’nin “Gecekondularda Verem Savaşı ve Ambulatoire Verem Tedavisi” konusunu tartışacağı panele, bir gecekondu tipolojisi sunmak üzere hazırlanmış olan bu kitap, aynı zamanda Türkiye’nin şehirlerindeki gecekondu alanları ve oranlarıyla ilgili 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 56 54 2009 lerinden farklı olarak daha çok tarlası, daha çok hayvanı, belki de daha çok karısı bulunduğu hâlde, yaşam kalitesi farklı değildi. Karşılaştırma yaparak hayıflanacağı şeyler değildi bunlar onlar için. Şehre geldikten sonra büyük bir zenginlik, büyük bir lüks içerisinde şehrin mutena yerlerinde yaşamakta olan insanları görerek kendilerini onlarla karşılaştırmak zorunda kalmamışlar, izafî bir fakirlik duygusuna kapılmamışlardı. Bu karşılaştırma, büyük şehirlerimizde birçok fakir kimseyi, biraz daha rahat bir hayat sürebilmek için hırsızlığa ve diğer suç türlerine de yönlendirmiş oldu.5 Bazen farkında olmasalar da bu insanlar, köydeyken pek bilmedikleri bir olay olarak bir stres duygusu yaşamaya başladılar. Gelirinin, meşguliyet alanının sağladığı itibar ve eğitim seviyesi de, ele alacağımız sağlık konularında kendilerine yardımcı olamayacağı için, hem yağmur altında banka kapılarında maaş almaya çalışırken, hem de sağlık tesislerinde kuyruk oluştururken veya kabul edilmedikleri sağlık tesislerinden buruk ayrılırken bazen isyan edecek bir konuma gelmişlerdir. Bugün, özellikle Batı ülkelerinde, insan hakları, önemli bir insanî değer hâline getirilmiş olduğu için, bir tabakalaşma türü olan sosyo-ekonomik status, başka bir ifade ile sosyal sınıflar, ırkî, dinî ve etnik ayrımcılığa oranla daha hoşgörü ile bakılan bir ayrımcılık türü olarak görülmektedir. Sosyal sınıfların diğer tabakalaşma türleri içerisinde varlığını sürdürmüş olması da, bu oluşumun kapsamlı bir tabakalaşma süreci olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Şehirlerde, ekolojik açıdan fakirlik ve sosyal sınıflar üzerinde yapılmış olan, epidemiyolojik araştırmalar sırasında görülmüştür ki, sanayileşme insanlığa pek çok iyi şeyler armağan etmiş olmakla birlikte, birçok sağlık probleminin yaşanmasına da sebep olmuştur. Fakir insanların büyük bir yoğunlukla yaşadığı şehirsel alanlar (yerel toplumlar/community’ler), bu durumdan daha çok etkilenmiş mekânlar olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nde Statistical Abstract’ta görüldüğü üzere, 2000 yılında, yarım günden daha fazla işini bırakmak zorunda kalmış olan insanların arasında, 35 000 doların üzerinde geliri olanların 10 günlük, buna karşılık 10 000 doların altında geliri olanların, başka bir ifadeyle, aşağı sınıf mensuplarının ise 28 günlük bir akayrıntılı demografik bilgiler de vermektedir. Slumlarla (sefalet mahalleleriyle) gecekonduları karşılaştırırken, yaşanan sağlık problemleri ile birlikte bu fakir yerleşme yerlerinin karşılaştığı diğer problemlerin nasıl bir sosyal maliyet ortaya koymuş olduğunu da belirtmeye çalışmaktadır. 5 Turhan Yörükân “Suça Zemin Oluşturan Yerler Olarak Şehirler veya Büyük Şehirler”, Bilge, 2005, 12, ss. 4-16. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 57 saklık yaşadıklarını ortaya koymuştur. Bu da daha çok hastalandıklarına işaret etmektedir. Ayrıca, ruhî bozukluk yaşama bakımından, aşağı sınıf mensuplarının daha çok etkilendikleri görülmüştür. Geleneksel kanı hâline gelmiş bir olay olarak, şehirlerde yaşayan fakir halk, sağlık ve kısa yaşama açısından en kötü durumda olan, daha fazla hastalanan ve ölen bir insan grubu olarak görülmektedirler. Obesite, sigara içme, stres, daha az aylak zamana sahip olma, kötü yeme alışkanlıkları ve yüksek tansiyon yüzünden meydana gelen birçok hastalık ile kanser, kalp hastalıkları, uyuşturucu düşkünlüğü, genel yaşlanmaktan, çevre kirliliğinden ve benzeri musibetlerden kaynaklanan pek çok müzmin hastalık, en çok bu fakir halk arasında yaygınlık kazanmıştır. Araştırmalar, fakir halkın, yetersiz konut şartlarına sahip olduğunu, daha fazla alkol kullandığını ve sigara içtiğini ortaya koymuştur.6 Tehlike içeren, suça yataklık eden, kaba davranışların yaygın olduğu, ev dışı beden hareketleri bakımından sınırlı imkânlara sahip olan mahalle veya semtlerde yaşayan bu insanların daha büyük oranda kronik sağlık problemleri sergiledikleri görülmüştür. Bu açıdan bakıldığında, bir şehir cemaati olarak sosyal sınıfın temel göstergelerinden birisi olan gelir, meslek veya meşguliyet ile eğitim konusu esas alınarak inceleme konusu yapılan sosyo-ekonomik status, doğrudan doğruya veya dolaylı bir şekilde sosyal hayatın diğer cepheleriyle de ilişkili bulunmuştur. Özellikle insan sağlığı söz konusu olduğunda, sosyo-ekonomik status’un bir unsuru olarak gelirin güç kazanma, konut edinme, yeme-içme, tıbbî bakım ve korunma ile; sahip olunan mesleğin, meşguliyet alanının, iş sorumluluğu, bedenî faaliyet ve işle ilgili sağlık problemleriyle ilişkili olduğu; eğitimin ise, psikolojik, sosyal, ve ekonomik kaynaklara sahip olma bakımından insanın sağlığına olumlu bir etkide bulunduğu; hattâ eğitimin, tek başına bireyin sağlık durumunu yansıtması bakımından önemli bir gösterge hizmeti gördüğü, önemli bir uyarıcı olduğu, bilinçli olmayı sağladığı ortaya çıkmıştır. Böylece, değişik konularda vereceğimiz araştırma sonuçlarıyla birlikte, insanları, özellikle fakir halkı etkilemekte olan bu üç temel unsuru hesaba katmak suretiyle bile, bir sosyo-ekonomik status ve sağlık ilişkisini incelemenin verimli sonuçlar ortaya koyacağı görülmüştür. Dünyanın hemen her yerinde, şehirli fakir halk veya aşağı sınıfa mensup bireyler, daha çok kamu hastanelerine ve kliniklerine başvuran kimseler olmuştur. Bu kuruluşlar, ekseriya yeterli personele sahip olmayan ve yoğun 6 B. Link and J. Phelan, “Evaluating the Fundamental Cause Explanation for Social Disparities in Health”, C. Bird ve arkadaşlarının derlediği Handbook of Medical Sociology (Uppersaddle River, N J.: Prentice Hall, 5th ed., 2000, ss. 47-67) adlı eserde. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 58 54 2009 hasta barındıran bizdeki Sosyal Sigortalar hastaneleri gibi kuruluşlardır. Bu gibi hastaneler, çoğunlukla iç veya merkezî şehirsel alanlarda ve fakir halkın yaşadığı mahallerde bulunmaktadır. Ayrıca, birçok ülkede, sosyal sigortası olmayan pek çok halk, bu hastane imkânlarından faydalanamadığı için, çeşitli sağlık problemleri yaşamaktadır. En zengin ülkelerden birisi olarak kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nde bile 2001 yılında, 18 ve 64 yaşları arasında bulunan nüfusun % 18.1’i sağlık sigortasına sahip değildir. Bu oranın % 40.1’ini, İspanyol menşeliler; % 22.8’ini, siyahlar ve % 13.5’ini ise İspanyol olmayan beyazlar oluşturmaktadır.7 Aşağı sosyal sınıfların sağlık ve ölüm oranları bakımından yukarı bir seviyede bulunmasını etkileyen faktörlerden birisinin, fakir halkın sağlık imkânlarından yeterince yararlanamadığı olgusudur. Büyük Britanya, herkese eşit seviyede sağlık imkânları tanıma bakımından önde gelen ülkelerden biri olduğu hâlde, 1948 yılından bu yana, yukarı sosyal sınıflar ile aşağı sosyal sınıflar arasındaki ayrımcılığa son vererek, aşağı sınıfları da eşit seviyede tıbbî bakıma kavuşturduğu hâlde, bu uygulama, aşağı sosyal sınıfların sağlık durumlarında bir gelişme yaratmamış; sosyal sağlık hizmeti, zannedildiği gibi süregelen farklılığı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. 1980 yılında yapılmış ve Black Raporu olarak ünlenmiş olan bir araştırma, aşağı sınıfların sağlık, malûliyet ve ortalama ömür açısından önemli derecede düşük bir seviyede bulunduğunu ortaya koymuştur. Black Raporu, sosyal ve siyasal bakımdan İngiliz toplumunun sağlık konusunda eşit olduğu görüşüne son vermiştir. Rapor, herkese eşit sağlık imkânı sağlanmasına rağmen, ortaya çıkan sınıf farkını, aşağı sınıfların kötü yaşama imkânlarına sahip yerlerde yaşamak zorunda kalmalarına, aşırı kalabalıklığa, iş kazalarına, rutubete ve soğuğa maruz kalmaya, sağlıksız hayat tarzına, fazla sigara ve içki içmeye ve kötü beslenmeye bağlamıştır. Yapılan araştırma, tıbbî bakımda sağlanan eşitliğe rağmen, yüksek tabakalara mensup kimselerin sadece daha uzun bir süre yaşamakta olduklarını değil, aynı zamanda aşağı ve yukarı sınıflar arasındaki farkın daha da açılmakta olduğunu ortaya koymuştur.8 7 W. C. Cockerham, “Health as a Social Problem”, G. Ritzer’in derlediği Handbook of Social Problems: A Comparative International Perspective (Thousand Oaks: Sage, 2004, ss. 281-297, 287-288) adlı eserde. 8 E. Annandale, The Sociology of Health and Medicine, Oxford, England: Polity Press, 1998; I. Reid, Class in Britain, Cambridge, England: Polity Press, 1998; M. D. Shaw and G. Smith, “Poverty, Social Exclusion and Minorities” M. Marmot ile R. Wilkinson’un derlediği Social Determinants of Health (Oxford, England: Oxford University Press, 1999, ss. 211-239) adlı eserde. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 59 Ne var ki, Lee Rainwater’in işaret ettiği üzere , tıbbî bakım yokluğu, fakir aşağı sınıf halkının sağlığını etkileyen faktörlerden bir tanesini oluşturmaktadır. Bizzat fakir olmak, kötü sağlıklı olmayı sağlayan temel unsurdur. Nitekim fakir, yeterince beslenmediği için zayıf düşmüş olan bir kimsedir. Solunum hastalıklarına yakalanabileceği, kirliliğe maruz kalmış alanlarda yaşamaktadır; hastalığa sebep olan çöplerin ve kemirgenlerin bolca bulunduğu sağlığa aykırı konutları paylaşmaktadır; en önemlisi de, zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabileceği yeterli paraya sahip değildir. Etkisi uzun sürecek olan bu durum, onun hem bedenen, hem de ruhen hastalanmasına sebep olabilmektedir. A. Birenbaum’a göre10, bu yüzden, bizim ülkemiz için de geçerli bir husus olarak, hafif cinsten bir hastalık belirtisi karşısında tepkisiz olmakta, kendisini ihmal etmek zorunda kalmaktadır. Türkiye de dahil olmak üzere bir kısım ülkelerin, tıbbî bakım konusunda almaya çalıştıkları tedbirler, ne yazık ki, fazla bir sonuç vermemektedir. Kanada’da yapılmış olan bir araştırma, aşağı sosyo-ekonomik seviyede bulunan grupların sağlık bakımından kötü bir durumda olduğunu ve daha kısa bir ömür yaşadığını ortaya koymuştur.11 Avustralya’da yapılmış olan bir başka araştırma, aynı eğilimin bu ülke için de geçerli olduğunu ortaya koymuştur.12 Araştırmalar, aynı çizginin Avrupa ülkeleri için de geçerli olduğunu göstermiştir. A. Kunst ve arkadaşlarının katılımı ile EU Working Group on Socioeconomic Inequalities in Health’ın yaptığı bir araştırma, on bir Avrupa ülkesinde bu sonucun farklı olmadığını ortaya koymuştur. Hattâ siyasal ve sosyal bakımdan en fazla eşitlikçi olan Danimarka, Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi Kuzey ülkelerinde bile aynı durumun söz konusu olduğu görülmüştür.13 Cockerham, Kuzey Avrupa ülkelerinin, tarih, kültür, dil, coğrafî mekân, ekonomi ve sosyal yapı bakımından birbirine benzer özel9 9 L. Reinwater, “The Lower Class Health, Illness and Medical Institutions”, Rainwater’ın kendisinin derlediği Inequality and Justice (Hawthorne, NY.: Aldine, 1974) adlı eserde. 10 A. Birenbaum, Putting Health Care on the National Agenda, Westport, CT.: Praeger, 1995. 11 N. Frohlich and C. Mustard, “A Regional Comparison and Health Indices in a Canadian Province”, Social Science and Medicine, 1996, 42, ss. 1273-1281; K. Humphries and E. Doorslaer, “Income-Related Health Inequality in Canada”, Social Science and Medicine, 2000, 50, ss. 663-671; P. McDonough, et al., “Chronic Stress and the Social Patterning of Women’s Health in Canada”, Social Science and Medicine, 2002, 54, ss. 767-782. 12 D. Lupton, “Health, Illness and Social Policy in Australia”, W. Cokerham’ın derlediği The Blackwell Companion to Medical Sociology (Oxford, England: Blackwell, 2000, ss. 441-455) adlı eserde. 13 A. Kunst, et al., “Mortality by Occupational Class among Men in 11 European Countries”, Social Science and Medicine, 1998, 46, ss. 1459-1476; E. Lahelma, “Health and Social Stratification”, W. Cockerham’ın derlediği The Blackwell Companion to Medical Sociology (Oxford, England: Blackwell, 2000, ss. 64-93) adlı eserde; J. Sundquist and S. Johanson, “Indicators of Socioeconomic Position and Their Relation to Mortality in Sweden”, Social Science and Medicine, 1997, 45, ss. 1757-1766. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 60 54 2009 liklere sahip olmalarının yanında, yüksek hayat standardına, sağlık, eğitim, geniş sosyal yardım sistemlerine sahip olmalarına rağmen, kadın ve erkek arasında, ayrıca kendi aralarında, sağlık seviyesi bakımından bir sosyoekonomik eşitsizliğin sürüp gitmekte olduğunu söylemektedir. Bu durum, konunun açıklanmaya ihtiyaç duyulan birtakım yönleri bulunduğuna işaret etmektedir. İngiltere’de yapılmış ve Whitehall İncelemeleri adıyla ünlenmiş olan bir araştırma, sağlık ve ölüm oranları konusunda ileri sürülen iddialara önemli bir açıklık getirmiştir. Michael Marmot ve arkadaşları tarafından 17.000 erkek sivil hükümet çalışanı (memur) üzerinde yapılmış olan bu araştırmada, bu insanlar, yaptıkları işlere göre sınıflamaya ve benimsedikleri sağlık uygulamaları bakımından mülâkatlara tâbi tutulmuşlardır. 1960 yılında 40-64 yaşları arasında bulunanlar arasında yapılmış olan ilk araştırma sırasında, ölüm sebebi hesaba katılmadan, bu insanların ölüm oranları inceleme konusu yapılmış; yüksek seviyeli bir işte çalışanların, daha düşük oranda ölmüş oldukları, iş veya pozisyon seviyesi düştükçe ölüm oranlarının artmış olduğu görülmüştür. Marmot ve arkadaşları, ulaştıkları sonuçları doğrulamak için yaptıkları bir diğer araştırmada, aynı sonuçlara tekrar ulaşmışlardır. Bu araştırmalar, teorik bir yaklaşımı da ifade etmek üzere, sınıflar arası bir derecelendirmenin bulunduğunu, bir yüksek tabakaya (sosyal sınıfa) mensup olanların, bir aşağı sınıfa nazaran daha uzun yaşadıklarını ortaya koymuştur.14 Araştırma sonuçlarıyla da desteklenmiş bulunan bu derecelenmenin gerçek sebebi bilinmemekle birlikte, sonuç, birçok araştırıcı tarafından doğal faktörlerin işleyişine bağlanmıştır. Ayrıca R. M. Evans ve arkadaşları,15 bu farklılığı sınıflar arası kendine saygı ve yaşanan stres farklılığından; R. Wilkinson16 gelir eşitsizliğinden; C. Power ve C. Hertzman17 yaşarken karşılaşılan mahrumiyetlerden; W. Cockerham18 ise, yaşama tarzı farklarından ve sosyal destek noksanlığından veya bütün bu faktörlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan karmaşık yapıdan kaynaklanmakta olduğunu düşünmektedir. Tıbbî bakımın sosyalleştirildiği bir ülkede yaşanan bu fark14 M. M. Marmot, et al., “Inequalities in Death-specific Explanations of a General Pattern”, Lancet, 1984, 83, ss. 1003-1006; “Health Inequalities Among British Civil Servants: The Whitehall II Study”, Lancet, 1991, 337, ss.1387-1393. 15 R. M. Evans and T. Marmor (eds.), Why Are Some People Healthy and Others Not? New York: Aldine DeGruyter, 1994. 16 R. Wilkinson, Unhealthy Societies: Afflictions of Inequality, London: Routledge, 1996. 17 C. Power and C. Hertzman, “Social and Behavioral Pathways Linking Early Life and Adult Disease”, British Medical Bulletin, 1997, 53, ss. 210-221. 18 W. Cockerham, et al., “The Social Gradient in Life Expectancy: The Contrary Case of Okinawa in Japan”, Social Science and Medicine, 2000, 51, ss. 115-122. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 61 lılık şunu ortaya koymuştur ki, başka ülkelerde yaygın bir şekilde görülen tıbbî bakım yokluğu, aşağı sınıf pozisyonunun sağlık üzerindeki etkisini izaha yetmemektedir.19 Skalada aşağı bir seviyede olmak, ölüme o derece yakın olmak mânâsına gelmektedir. Sosyal sınıflar ile sağlık ve ölüm oranları ilişkisi açısından yapılmış olan bir başka teorik açıklama, gene İngiltere’den gelmiştir. Richard Wilkinson’un nisbî gelir teorisine20 göre, bir sosyal hiyerarşi içerisinde yer almakta olan izafî pozisyon, izafî gelir ile beraber bulunan bir şeydir. Ona göre, bir toplum içerisindeki nisbî gelir seviyelerinin sağlık ve ölüm üzerindeki etkisi, toplumun mutlak gelir seviyesinden daha önemli olmaktadır. Gelir seviyeleri çok daha eşit olduğu zaman, stres, depresyon, endişe ve güvensizlik hâlleri azalmakta; kendine saygı, bir şeyleri kontrol etme duygusu artmakta; böylece sosyal dayanışma (tesanüd) ve bütünleşme sağlanmaktadır. Bu bakımdan, sağlık ve ölüm oranını tayin eden şey, bir toplumun ne derece varlıklı olduğu değil, Türkiye için de söz konusu olduğu üzere, o toplumun üyeleri arasındaki gelir seviyesinin ne derece dengeli bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığıdır. En uzun hayat beklentileri olan ülkeler, en zengin ülkeler değildir. En iyi sağlık şartlarına ve uzun yaşama imkânına sahip olan ülkeler, gelir seviyeleri arasında küçük farklar bulunan, fakirlik içerisinde yaşayan kimselerin en az oranda olduğu ülkelerdir. Bu bakımdan Amerika Birleşik Devletleri ile karşılaştırılacak olursa, gelirin çok daha eşit bir şekilde dağıldığı İsveç’te, hayattan beklenti çok daha yüksektir. Bununla birlikte, gelir eşitsizliği, ülkeler arasındaki sağlık farklılıklarını izah etmekte ~bebek ve çocuk ölümleri dışında~ yeterli görülmemekte, bütün ülkeler için etkisinin aynı olduğu açıklaması yetersiz kalmaktadır.21 Ayrıca, aşağı tabaka mensuplarının daha çok sağlık sorunları yaşadıkları veya daha erken yaşta öldükleri görüşü “yığılma-birikme / drifting” teorisi tarafından da bir değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Hasta olanların sınıflarını yükseltemediği, kendilerine aşağı sınıfları mekân tuttukları, oralarda yaşamak zorunda kaldıkları ve oralarda öldükleri iddiası, sosyal sınıf-ruh sağlığı ilişkisi ele alınırken daha ayrıntılı bir şekilde tartışma konusu yapılacaktır. Belli bir süre içerisinde, erkek nüfusa oranla daha az sayıda doğmuş olmasına rağmen, dişi nüfusun belli bir süre sonunda daha çok sayıda hayat19 “Social Gradient” teorisinin bir özeti ve genel değerlendirmesi için, W. Cockerham’ın, George Ritzer’in derlediği Handbook of Social Problems: A Comparative International Perspective (Thousand Oaks: Sage, 2004) adlı kitaba “Health as a Social Problem” adıyla yazdığı yazıya (ss. 281-297) bakınız. 20 R. Wilkinson, “Income Distribution and Life Expectancy”, British Medical Journal, 1992, 304, ss. 165-168; Unhealth Societies: The Affiliations of Inequality, London: Routledge, 1996. 21 J. Lynch, et.al., “Income Inequality, the Psychosocial Environment and Health: Comparisons of Wealthy Nations”, Lancet, 2001, 358, ss. 194-200; W. Cockerham, adı geçen yazı, 2004, s. 291. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 62 54 2009 ta kalmış olması, daha uzun bir ömür yaşadığını ortaya koymuştur.22 Antropolog Ashley Montagu’nun ünlü kitabında23 da belirtildiği üzere, bu, kadının erkeğe nazaran daha üstün cinsiyette bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Yapılan araştırmalar, kadının müzmin hastalıklara karşı daha dayanıklı bir varlık olduğunu, x kromozomuna bağlı olarak daha az sayıda hastalık türüne maruz kaldığını ortaya koymuştur. Kadının ürettiği cinsiyet hormonları, onları, menopoz dönemine gelinceye kadar, özellikle kalp-damar hastalıklarından korumaktadır. Ayrıca I. Waldron, erkek-kadın arasındaki ölüm oranı farkının, kadınlar açısından genetik faktörün yanında, risk alma ve sağlık bakımı faktörlerine bağlanabileceği görüşünde de bulunmaktadır. Bunların yanında, kadınlar, erkek kültürünün gereği olarak benimsenmiş bulunan sigara içme, alkol kullanma, araba sürme gibi davranışların yarattığı olumsuzluklardan da daha korunmuş bir durumdadırlar. Lehte olan bu duruma, bir hususu daha ekleyecek olursak, kadınlar, kadın psikolojisinin etkisiyle, başkalarıyla daha güçlü heyecanî bağlar kurmaktadırlar; bu da zor zamanlarda ve hastalık hâllerinde onları yalnızlıktan korumaya elverişli bir durum yaratmakta, onlara bir morale ve tedavi atmosferi sağlamaktadır. Yapılan araştırmalar, erkek ve kadın arasındaki bu farkın, ırk, etnisite ve sosyal sınıf söz konusu olduğu zaman da değişmediğini ortaya koymaktadır. Etnik grupların ve sosyal sınıfların insanları karşı karşıya getirdiği zor şartlar bakımından birtakım farklar bulunsa da, genelde kadın-erkek farkını ortadan kaldırmamakta; erkeği daha fazla etkilemektedir. Bunun içindir ki, aşağı sınıf şartlarına göğüs geren kadınların veya hayat mücadelesinde çocuklarıyla birlikte dul bir insan olarak hayatlarını sürdürmekte olan kadınların sayısının çokluğunu da bu olgu ile açıklamak gerekir. Irk ve etnisitenin, sağlıkla, özellikle sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik temelli olarak bir ilişkisi bulunduğu hemen görülmektedir. Bir karşılaştırma imkânı sağlayacak kadar çok çeşitli ırkların ve etnik grupların bir arada bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılmış olan araştırmalar, siyahların24, İspanyol menşeli olanların ve Yerli Amerikalıların daha kısa yaşamış olduklarını ortaya koymuştur. Bu insanlar, Beyazlara nazaran grip, zatürre ve AIDS dahil olmak üzere, çevresel etkilenmeye açık birçok hastalıktan daha büyük oranda ölmektedirler. Aldatıcı bir sonuç gibi görünse de, Beyazla22 I. Waldron, “What Do We Know about Causes of Sex Differences in Mortality? A Rewiew of the Literature”, A. Dan’ın derlediği The Sociology of Health and Illness: Critical Perspectives (New York: Worth, 2001, ss. 37-49) adlı eserde; R. Weitz, The Sociology of Health and Health Care: A Critical Approach, Belmont, CA.: Wadsworth / Thompson Learning, 2001. 23 M. F. Ashley Montagu, The Natural Superiority of Women, The Macmillan and Co., 1953. 24 J. Johnson, et al, “Why do Blacks Die Young?”, Time, 1991, September 16, ss. 50-52. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 63 rın kalp ve kanserden daha yüksek oranda ölüyor olarak bulunması, onların daha uzun bir süre yaşamış olmalarına bağlanmaktadır.25 Unutmamak gerekir ki, ırklar ve etnik gruplar arasında bulunmakta olan farklılıklar, sosyal sınıflarla kesişme hâlinde bulunmaktadır. Nitekim azınlık grupları en fazla etkilemiş olan hastalıklar, bir şekilde, fakirlik bağlantılı olan hastalıklardır; başka bir deyişle, daha çok aşağı sınıflar arasında görülmekte olan grip, verem gibi hastalıklardır. Birbirlerine oranla farklar göstermekle birlikte, hemen her yaş için geçerli olacak şekilde, aşağı sınıfa mensup kadın ve erkek nüfusun erken bir yaşta ölmeleri, genel olarak, sosyal sınıfların benimsedikleri hayat tarzları ve tıbbî bakım imkânlarıyla birlikte, bu insanların toksik, tehlikeli ve sağlığa aykırı ekolojik alanlarda daha yoğun bir şekilde yaşamak zorunda kalmalarıyla ilgili bulunmaktadır.26 Araştırıcılar, daha önce de işaret ettiğimiz üzere, aşağı sınıfların sağlıksız yeme alışkanlıklarında bulunduklarına işaret etmektedirler. Bu insanlar daha çok şekerli ve tuzlu madde tüketmekte, daha yağlı yiyecekler yemektedirler;27 daha çok sigara içmekte, uyuşturucu ve alkol kullanmaktadırlar. Bu insanların daha az egzersiz yaptıkları, sağlıklı cinsel ilişkilerde bulunmadıkları da görülmüştür. Ayrıca bu insanlar, her an işlerini kaybetme, geçimsizlik ve boşanma gibi stres kaynağı olan psikolojik bir baskının da etkisi altında bulunmuşlardır. Leo Srole ve arkadaşlarının Midtown Manhattan semtinde yaptıkları sosyal sınıf ve ruh sağlığı araştırmasında ve Leighton’ların Stirling County Psikiyatrik Bozukluk Araştırması’nda göreceğimiz üzere, stres, bu insanların hayat tarzlarının ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Sosyal pozisyonlarından dolayı, daha az imkâna sahip olmaları ve daha yetersiz savunma mekanizmaları geliştirmiş olmaları sebebiyle, yaşadıkları sosyal psikolojik stresin üstesinden gelememektedirler. Bu yüzden bağışıklık tepkileri azalmakta;28 çocukların IQ ve kognitif başarı seviyeleri düşmekte,29 hattâ tekrar tekrar yaşanan stres olayları sebebiyle bu insanla25 W. C. Cockerham, Medical Sociology, 8th ed., Englewood Cliffs, N J.: Prentice-Hall, 2001. 26 N. P. Chin, et al., “Social Determinants of Healthy Behavior”, Education for Health: Change in Learning and Practice, 2000, 13, ss. 317-328; V. Navarro (ed.), The Political Economy of Social Inequalities: Consequences for Health and Quality of Life, Amityville, N Y.: Baywood Publishing, 2002. 27 S. L. Syme and L. F. Berkman, “Social Class, Susceptibility, and Sickness”, H. D. Schwartz’ın derlediği Dominant Issues in Medical Sociology (2nd ed., New York: Random House, 1987) adlı eserde; R. Weitz, age, 2001. 28 R. Stone, “Stress: The Invisible Hand in Eastern Europe’s Death Rates”, Science, 2000, 288, ss. 1732-1733; L. C. Gallo and K. A. Matthews, “Understanding the Association Between Socioeconomic Status and Physical Health: Do Negative Emotions Play a Role?”, Psychological Bulletin, 2003, 129, ss. 10-51. 29 T. G. Plante and C. Sykora, “Are Stress and Coping Associated with WISC-III Performance among Children?”, Journal of Clinical Psychology, 1994, 50, ss. 759-762. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 64 54 2009 rın kansere yakalanma riskinin arttığı30 ve hipertansiyondan daha fazla etkilendikleri31 görülmektedir. Harburg ve arkadaşlarının yapmış olduğu bir araştırma, yüksek sosyoekonomik stres ve yüksek sosyal istikrarsızlık içermekte olan (başka bir ifade ile yüksek suç ve boşanma oranına sahip bulunan) mahallelerde veya semtlerde yaşamakta olan Detroit’li siyahların, sosyo-ekonomik seviye bakımından daha istikrarlı mahallelerde yaşayanlara nazaran, önemli denebilecek ölçüde kan basıncı (tansiyon) yüksekliğine maruz kaldıklarını tespit etmiştir.32 Kuzey Carolina’da, aşağı sosyo ekonomik ve yukarı seviyede sosyal istikrarsızlık gösteren yüksek stresli mahallelerde yaşayan 45-54 yaşları arasındaki siyah erkekler üzerinde yapılmış olan bir araştırma, yüksek kan basıncıyla (tansiyonla) ilişkili bulunan kalp hastalıkları ve kalp sekteleri şeklinde ortaya çıkan ölüm oranlarının sosyo-ekolojik durumlarla ilişkili bulunduğunu ortaya koymuştur.33 Harburg’un Detroit araştırmasında olduğu gibi, bu araştırmada da, aynı stresli hayatı yaşamayan beyazlar arasında bu seviyede bir stres-ölüm ilişkisine rastlanmamıştır. Fleming ve Baum tarafından oturma alanı kalabalıklığı ile ilgili olarak yapılmış bir araştırma ise, oturma alanlarında yoğun bir şekilde yaşayan bireylerin, bir tartışma veya yarışma durumunda, daha yüksek bir kan basıncı ve nabız seviyesi göstermiş olduklarını bulgulamıştır.34 Stres yaratıcılarına biraz daha yakından baktığımızda, Lazarus ve Cohen’in ifade ettiği üzere35, bunları üç gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan cataclysmic denen olaylar, tabiî âfetler, savaşlar, nükleer kazalar şeklinde, herkes ta30 B. Andersen, et al., “A Behavioral Model of Cancer Stress and Disease Course”, American Psychologist, 1994, 49, ss. 389-404; M. Kangas, et al., “Predictors of Posttraumatic Stress Disorder Following Cancer”, Health Psychology, 2005, 24, ss. 579-585. 31 M. J. Klag, et al., “The Association of Skin Color with Blood Pressure in U.S. Blacks with Low Socioeconomic Status”, Journal of American Medical Association, 1991, 265, ss. 599-640. Ayrıca, sosyo-kültürel sağlık etkilenmeleri ve hipertansiyonla ilgili araştırmalar için, Caroline A. Macera ve arkadaşlarının hazırladıkları “Sociocultural Influences on Health” adlı yazı için, A. Baum ve T. A. Revenson’un derlediği Handbook of Health Psychology (Mahwah, N J.: Lawrence Erlbaum, 2001, ss. 427-440) adlı kitaba bakınız. 32 E. Harburg, et al., “Sociological Stressor Areas and Black-White Blood Pressure: Detroit”, Journal of Chronic Diseases, 1973, 26, ss. 595-611. 33 S. A. James and D. G. Kleinbaum, “Socioecological Stress and Hypertension-related Mortality Rates in North Carolina”, American Journal of Public Health, 1976, 66, ss. 354-358. 34 I. Fleming , A. Baum and L. Weiss, “Social Density and Perceived Control as Mediators of Crowding Stress in High-density Residental Neighborhoods”, Journal of Personality and Social Psychology, 1987, 52, ss. 899-906. 35 R. S. Lazarus and J. B. Cohen, “Environmental Stress”, I. Altman ve J. F. Wohlwill’in derlediği Human Behavior and Environment: Current Theory and Research (Vol. 2, New York: Plenum, 1977, ss. 89-127) adlı eserde. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 65 rafından ve herkesi tehdit edecek, herkesi etkileyecek şekilde gelişmiş olan olaylardır. İkinci grubu oluşturanlar, kişisel stres yaratıcılarıdır. Bunlar, belirli bir zaman içerisinde, belirli kişileri veya kişiyi etki altına almış olan hastalıklar, sevilen kimselerin ölmesi, iş kaybetme, boşanma ve benzeri olayların yarattığı uygunsuzluk hâlleridir. Üçüncü grup stres yaratıcıları ise, zemin oluşturuculardır. Diğerlerine nazaran etkileri daha tedricî, süregelen, hemen her zaman karşılaşılan cinsten olan bu grup, hava kirliliği, gürültü, oturma alanı kalabalıklığı, trafik keşmekeşi gibi sağlık açısından zararlı etkileri olan; birçok ülkede, aşağı sınıfların oturma alanlarında kendisini daha yoğun bir şekilde hissettiren çevresel faktörlerdir. Ne var ki, bugün bu stres yaratıcıları, fakir halkı, aşağı sınıfları, çok daha fazla etkilemektedir. Aşağı sınıflar, hem bilgi kazanımları, hem de gelir seviyeleri ve sahip oldukları sosyal organizasyonlar sebebiyle, para ve güç ile sağlanan teknik yardımlardan daha az faydalanmaktadırlar. Bu sebeple, yaratılan çevresel stres, birey ve grup açısından, daha şiddetle yaşanmaktadır. Psikolojik olarak yaşanmış olan stresin en belirgin örneği de, beden sağlığı açısından hipertansiyonda, kalpdamar hastalıklarında, ölümle sonuçlanan diğer bazı hastalıklarda kendisini göstermekte ve de ruhî sağlık problemleri şeklinde yaşanmaktadır. W. W. Dressler’in yapmış olduğu bir araştırma, diastolik kan basıncı seviyesinin aşağı sosyo-ekonomik status seviyesiyle ilişki içerisinde bulunduğunu;36 hem siyahlar, hem de beyazlar üzerinde yapılmış olan bir başka araştırma, sosyo-ekonomik status seviyesinin en alt bölümünde yaşayanlarda, hipertansiyonun daha yaygın bir şekilde görüldüğünü ortaya koymuştur.37 D. Carroll ve arkadaşlarının yapmış olduğu bir başka araştırma ise, sistolik kan basıncı reaktivitesinin sosyo-ekonomik seviyedeki artış ile bir ilişki içerisinde bulunduğunu; sosyo-ekonomik seviye yüksekliğinin daha büyük bir reaktiviteye sebep olduğunu ortaya koymuştur.38 Sosyal sınıfların beden sağlığı açısından yapmış olduğu etkiyi, ruh sağlığı açısından da yapmış olduğu, pek çok araştırma tarafından belgelenmiştir. İncelenmesi daha zor olan bu konuda yapılan araştırmalar, sosyal sınıfların ruh sağlığı açısından önemli bir zemin oluşturduğu görüşüne varmış36 W. W. Dressler, “Hypertension in the African American Community: Social, Cultural and Psychological Factors”, Seminars in Nephrology, 1996, 16, ss. 71-82. 37 L. L. Adams-Campbell, et al., “Correlates of the Prevalence of Self-reported Hypertension Among African-American and White Women”, Ethnicity and Disease, 1993, 3, ss. 119-125; D. R. Williams, “Black-White Differences in Blood Pressure: The Role of Social Factors”, Ethnicity and Disease, 1992, 2, ss. 126-141. 38 D. Carroll, et al., “The Relationship Between Socioeconomic Status, Hostality and Blood Pressure Reactions to Mental Stress in Men: Data from the Whitehall II Study”, Health Psychology, 1997, 16, ss. 131-136. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 66 54 2009 lardır. 1930’lu ve 1950’li yıllarda ve daha sonraları yapılmış olan ve ayrıntılarına değineceğimiz klâsikleşmiş araştırmalar, fakirlikle birlikte giden stresin, sosyal sınıfların çeşitli kademelerinde değişik etkilerde bulunmuş olduğunu, beden sağlığı konusunda olduğu gibi, ruh sağlığı konusuna da ayrı ayrı görünümler ortaya koyduğunu belgelemiştir. Bireysel ve kitlesel etkilenme hem kendi, hem de yakınlarının başına gelebilecek vahim beden sağlığı durumları sebebiyle olduğu gibi, daha önce işaret ettiğimiz türden stres kategorilerinin yarattığı çeşitli şartlardan dolayı da olmaktadır; hattâ daha çok bu şartlardan dolayı olmaktadır. Çeşitli vesilelerle işaret ettiğimiz üzere, yukarı ve orta sınıflarla karşılaştırıldığında, aşağı sınıflar iş güvencesinden daha yoksun kimselerdir. Ayrıca daha az ücret almaktadırlar, daha çok ödenmemiş faturaya ve kredi kartı borcuna sahiptirler. Aralarında alkolizme müptelâ olanların sayısı daha fazladır. Türkiye’de olduğu gibi, hem bedenî hem ruhî hastalıklara, hem de ilgisizliklere ve bakım imkânsızlıklarına daha çok maruz kalmış, bu yüzden intihar etmiş, cinnet geçirip yakınlarını öldürmüş olan kimselerdir.39 Yukarı sınıf mensupları da stres yaşamaktadır, ancak stresten kurtulmanın imkânlarına daha fazla sahiptirler, bu da yaşadıkları stresin şiddetini azaltmaya yardımcı olmaktadır. İyi yerlerde tatil yapmak imkânlarına; psikiyatristlere, ruh sağlığı danışmanlarına başvurma imkânlarına daha fazla sahiptirler. Yukarı seviyede bir sınıfa mensup olmak, ayrıca, insanın hayatına çekidüzen getirmek bakımından da etkili bir vasat oluşturmaktadır; bunun ruhî hayat bakımından önemi büyük olmaktadır. Unutmamak gerekir ki, sahip olunan imkânların yanında, yukarı sınıflar, eğitim seviyelerinin yüksekliği veya kültürel birikimlerinin fazlalığı sebebiyle sağlık konusunda, özellikle ruh sağlığı konusunda daha duyarlı olan insanlardır. Yukarı düzeyde eğitimli olmak, onlara böyle bir avantaj sağlamaktadır. Tedbirleri zamanında almak, birçok hastalığı önlemenin bir önkoşulu olmaktadır. Şimdi, şehirsel bölgelerde belirgin hale gelmiş bulunan sınıf farklarının ortaya koyduğu tabloyu, sosyolojik, psikolojik, epidemiyolojik ve psikiyatrik yönden biraz daha yakından incelemeye çalışalım. 39 Türkiye’de Sosyal Sigortalar’ın, özel ve devlet hastaneleri ile üniversite hastanelerinin tedavi amacıyla ayrım gözetilmeden kullanılması, bunlarla birlikte ilâç tedariki konusunda yapılmış olan düzenlemeler, ne yazık ki, hâlâ rayına oturmuş değildir. Pek çok fakir halk, hastane hastane dolaşarak, polikliniklerde saatlerce, hattâ günlerce sıra bekleyerek tedavi olmanın peşinde koşmaktadır. En aşırı derecede hasta olmadıkça, kimseye “hasta” gözüyle bakılmamaktadır. İnsanlarımız tavsiye edilen ilâçları almada zorluklarla karşılaşmakta, bizzat devlet tarafından, daha ucuz olan sözümona muadillerini almaya zorlanmaktadırlar. Parası olmayanların gerek istediği doktora görünme, gerekse istediği ilâcı alma konusunda yaşadığı sıkıntıyı, fakir olmak, ne yazık ki, beraberinde getirmektedir. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 67 Chicago Okulu’na bağlı iki sosyolog tarafından ekolojik açıdan yapılmış öncü bir araştırma40, şehir mahallerinin ruh hastalıkları üzerinde nasıl bir etkide bulunmuş olduğunu göstermesi açısından dikkatleri üzerine çekmiştir. Chicago’nun çeşitli kesimlerinde meydana gelmiş olan ruhî hastalıkların bir dağılımını ortaya koymaya çalışan bu araştırma sonucunda, evsiz insanların yaşadığı, oda oda kiraya verilen evlerin bulunduğu bölgelerde, şehrin merkezî iş bölgelerinde ve bakımsız Zenci mahallelerinde, etnik veya ırkî yalnızlığın fazla olduğu, iç göç hareketliliğinin intibaksızlıklar yarattığı bölgelerde şizofreni vakalarının oranında bir artma gözlenmiştir. Faris ve Dunham’ın yapmış olduğu bu araştırma, bir sosyal yapı içerisinde bir kimsenin oturduğu mahallenin, o kimsenin ruhî sağlığı açısından birtakım ip uçlarına da işaret etmiş olduğunu ortaya koymuştur; başka bir ifadeyle, ekolojik bir özellik göstermekte olan sosyal çevre ile ruh hastalıkları arasında bir ilişki bulunduğunun ip uçlarını vermektedir. Faris ve Dunham’ın araştırması, 1922-1931 yılları arasında kamu ve özel psikiyatri kuruluşlarında tedavi görmüş 35 000 kişinin adreslerinin büyük bir Chicago haritası üzerinde işlenmesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu ekolojik araştırma sonucunda, 1927 yılında, şehrin merkezî kısımlarında 100 000 kişiye 700’den fazla şizofrenik vakanın düşmesine karşılık, merkezden uzaklaşıldıkça, varlıklı insanların oturduğu alanlara doğru gidildikçe, bu oranın 250’ye kadar düştüğü görülmüştür. En yüksek oranda şizofreni vakası, şehrin sefalet mahalleleri denen (slum), fakirlik içerisinde yaşayan, sosyal temas açısından oldukça tecrit edilmiş insanların yaşadığı alanlarda görülmüştür. Sosyal olarak tecrit edilmiş olmak, birsamların (halüsinasyonların), delüzyonların (vehim, kuruntu hâllerinin) ve diğer uygun olmayan davranışların artmasına sebep olduğu için, şizofreninin temel özelliği olarak kabul edilen münzevî kişilik özellikleri geliştirmenin de bu sebeple meydana geldiği düşünülmüştür. Hastalığın ilerlemesi durumunda yalnızlık hâlinin meydana gelmesi sebebiyle Faris ve Dunham, söz konusu ettiğimiz yorumlarında yanılmış olsa da, onların Chicago için bulmuş oldukları hastalık oranları, daha sonraki araştırmaların sonuçlarıyla teyid edilmiştir. Nitekim Robert E. Clark tarafından, 1922 ve 1934 yılları arasında ruh sağlığı enstitülerinde tedaviye alınmış 12 168 psikoz vakası üzerinde yapılmış olan bir araştırma, sosyal sınıf pozisyonlarında yükselme ile birlikte, psikoz vakalarında 40 Robert E. Faris and H. Warren Dunham, Mental Disorders in Urban Areas, Chicago: University of Chicago Press, 1939. Bu araştırma sonucunda görülmüştür ki, hastanelerde tedavi görmüş olan ruh hastaları, şehir içerisinde gelişigüzel bir şekilde dağılmış değildir. Hattâ, bu dağılım, evsiz ve işsiz erkeklerin barındığı, hane-berduşların yaşadığı yerlerde frengi ve alkol alımı dolayısıyla meydana gelen organik psikozlar için de söz konusu olmaktadır. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 68 54 2009 bir azalmanın meydana gelmiş olduğunu ortaya koymuştur.41 Leo Levy ve Louis Rowitz’in42 1973 yılında yayımlamış oldukları bir diğer araştırma, 1960 ve 1961 yıllarında hastanelere başvurmuş 10 653 Chicagolu hasta dolayısıyla toplanmış olan verilere dayanılarak, Faris ve Dunham’ın araştırmasında görüldüğü şekilde, şizofreni teşhisi konmuş olan hastaların şehrin iç kısımlarında toplanmış olduklarını ortaya koymuş; daha önce Faris ve Dunham tarafından ifade edilmiş olan dağılım şeklini de teyid etmiştir. Levy ve Rowitz şu sonuca varmışlardır ki, ciddi, önemli psikiyatrik bozukluklar, özellikle şizofreni ve alkol bozuklukları, aşağı sınıfların oturduğu iç mahallerde daha yaygın olarak görülmektedir. Chicago araştırmasına yapılmış ve daha sonraları da tartışma konusu yapılmaya devam edilmiş olan bir itiraz, özellikle şizofreni vakaları söz konusu olduğunda, bu tür hastaların, hastalığa yakalandıktan sonra aşağı sınıf yerleşme alanlarına göç ettikleri yönünde olmuştur. A. Myerson’un43 Faris ve Dunham’ın araştırmasını tenkit etmek üzere yayımladığı yazısında da ifade edildiği üzere, söz konusu hastaların aşağı sınıf bölgelerine göç ettiği, bu sebeple buralarda daha yüksek oranda bulundukları, biriktikleri (drift); aşağı sınıfta yaşamanın bir sebep değil, bir sonuç olduğu yönünde olmuştur. Bu iddia, aynı zamanda genetik yatkınlık görüşünden de güç almıştır. Aşağı sınıfların daha fazla ruhî bozukluğu bulunan kimseleri barındıran sınıflar olmasını izah için ileri sürülen genetik yatkınlık hipotezi, ikizler üzerinde yapılmış olan araştırmalarla test edilmeye çalışılmış; monozgotic (tek yumurtalı) ikizler üzerinde yapılmış olan araştırmaların, başta şizofreni olmak üzere bazı ruhî bozuklukların izah edilmesinde yalnız başına yeterli olmadığı görülmüştür.44 Genetik araştırmalar, bazı kimselerin, bazı ruhî hastalıklara özel bir yatkınlığının bulunabileceğini, bu yatkınlığın bir predispozisyon (bir eğilim) şeklinde kendisini ortaya koyabileceğini; psikolojik, sosyal veya diğer faktörlerin bu yatkınlığı tetiklemesi gerektiği görüşünde mutabık kalmışlardır. Nitekim, geçmişte şizofreniye yakalanmış olan ailelerden dünyaya gelmiş, aynı kalıtım özelliklerine sahip olan tek yumurtalı ikizlerden sadece 41 R. E. Clark, “Psychoses, Income and Occupational Prestige”, American Journal of Sociology, 1949, 54, ss. 433-440; “The Relationship on Schizophrenia to Occupational Income and Occupational Prestige”, American Sociological Review, 1948, 13, ss. 325-330. 42 L. Levy and L. Rowitz, The Ecology of Mental Disorder, New York: Behavioral Publications, 1973. 43 A. Myerson’un, American Journal of Psychiatry dergisinde, Mental Disorders in Urban Areas adlı kitap dolayısıyla yayımlamış olduğu yazıya (1940, 96, ss. 995-997) bakınız. 44 H. Kaplan ile B. Sadock’un derlediği Comprehensive Textbook of Psychiatry, 6nd ed. adlı kitaba (Baltimore: Williams and Wilkins, 1995), M. Karno ve B. Sadock’un “Schizophrenia: Epidemiology” (Vol. 1, ss. 902-910) adıyla yazdıkları yazı ile S. O. Moldin ve Irvin Gattesman’ın “Population Genetics” (Vol. 1, ss. 144-154) adlı yazısına bakınız. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 69 % 50 kadarının hastalığa yakalanmış olması; dizygotic ikizlerin ise ancak % 10-15’inin hastalandığı görülmüştür. Bu sonuç, genetik faktörün önemine işaret etmekle birlikte, tetikleyici faktörler olarak, psikolojik ve sosyal unsurların önemine de işaret etmiştir. Göreceğimiz üzere, Robert Faris’in, yapılan itiraza verdiği cevabın yanında, Chicago araştırmasına benzer bir araştırmayı New Haven’de yapmış olan Hollingshead ve Redlich de, birikme itirazının içerdiği şüpheleri bertaraf edebilmek için birtakım metodolojik tedbirleri almanın yanında, Chicago ekolojik araştırmasına yapılmış olan olumsuz itiraza da bir cevap vererek, Chicago araştırmasının geçerliliğini pekişmiştir.45 Sosyal sınıflar, genellikle belirli yerlerde yaşarlar; bu bakımdan şehir sosyal sınıfları üzerine yapılmış olan araştırmalar, aynı zamanda birer ekolojik araştırmadır. Bununla birlikte, sırf ekolojik olan araştırmalara nazaran bireyin işi, geliri, eğitimi, sosyo-kültürel değerleri, hayat tarzı, aile geçmişi, kendisinin dışındaki gruplara katılma veya onlarla ilişki kurma durumu, ırkî ve etnik menşei, dini ve mezhebi, dikey hareketlilik beklentileri ve kendi kendisini değerlendirme davranışı gibi faktörleri de kapsayacak şekilde, bireyin sosyal yapı içerisindeki yerini belirleme bakımından daha geniş ve kapsamlı araştırmalara konu olurlar. Bunun içindir ki, ruh sağlığının, bireyin bütününe yönelik olması bakımından sosyal sınıf, önemli bir araştırma konusu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, August B. Hollingshead ile Fredrick C. Redlich’in New Haven sosyal sınıfları üzerinde yapmış oldukları araştırma, sosyal sınıf-ruh sağlığı ilişkisini ortaya koymak üzere yapılmış sosyolojik araştırmalar arasında çok önemli bir yere sahiptir. Bu araştırma, göreceğimiz üzere, yukarı sınıflarda ortaya çıkmış olan ruhî hastalıkların oranının, aşağı sınıflara nazaran daha az olduğunu belgeleyen önemli ve güvenilir bir kaynak olmuştur. Hollingshead ve arkadaşlarının yaptıkları sosyal araştırma sırasında, oturulan ekolojik alanın durumunu ölçmek üzere kullanılan altı dereceli bir skalanın yanında, her biri yedi dereceli iş veya meşguliyet ve eğitim durumunu ölçmek üzere hazırlanmış bir sosyal pozisyon indeksi kullanılmıştır. Bireylerin adresleri, iş veya meşguliyetleri, tamamladıkları eğitim yılları sorulmuş; elde edilen sonuçlar, ekolojik oturma alanı için 5, iş veya meşguliyet için 8, eğitim için ise 6 faktör ağırlıklı bir hesaplamaya tâbi tutulmuştur. Araştırmada tespit edilmiş olan ve üst, yukarı orta, orta, işçi ve daha aşağı olmak üzere, Romen rakamlarıyla ifade edilmiş beş kategoriye ayrılmış sosyal sınıf 45 Robert E. Faris, Social Disorganization, New York: Ronald Press, 1948, ss. 230-231; August B. Hollingshead and F. C. Redlich, Social Class and Mental Illness, New York: John Wiley, 1958, s. 246. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 70 54 2009 yapılanmasının yanında, 44 kalemlik bir psikiyatrik hasta sayımı formu kullanılmak suretiyle toplanmış olan veriler karşılaştırılarak, sosyal sınıf-ruh sağlığı ilişkisi çok yönlü bir şekilde incelenmeye çalışılmıştır. 1950 yılında nüfusu 240 000 olarak tahmin edilen bir yerleşme yerinde, New Haven Cemaat Araştırması adıyla isimlendirilmiş olan bu çalışma, sosyal sınıf-ruh sağlığı ilişkisine kapsamlı bir ışık tutmak amacıyla yapılmıştır. Bu araştırma sırasında, hem hastalar, hem de kontrol amacıyla kullanılan nüfus kitlesi, W. L. Warner ve arkadaşlarının geliştirdikleri sınıflandırma sisteminin içeriğine benzer beş tabakayı (sınıfı) içeren, Hollingshead Sosyal Pozisyon Endeksi denen bir sınıflandırma sistemi kullanılarak yaş, cinsiyet, iş veya meşguliyet, gelir, eğitim, din, ırk, etnisite ve oturma alanı gibi konuları göz önünde bulunduran bir tabakalandırmaya tâbi tutulmuştur. İki kitap hâlinde46 yayımlanmış olan bu araştırmanın sonuçlarını kabaca bildirmeye çalışırken, I ve II’nci kategorileri birlikte ele alıp, V’inci kategori ile karşılaştıracağımız için, burada sadece bu sınıfların genel karakteristiklerini belirlemekle yetineceğiz.47 Şöyle ki, I ve II’nci sınıf mensupları ticaretle ve profesyonel işlerle meşgul oldukları veya yüksek yöneticilik yaptıkları hâlde, V’inci sınıf mensupları niteliksiz işçi durumundadırlar. I ve II’nci sınıfa mensup olanlar özel veya devlet üniversitelerinden mezun oldukları hâlde, V’inci sınıf mensupları ilk okul mezunu bile değildirler. I ve II’nci sınıf mensupları New Haven’in en iyi veya ona yakın iyilikte olan bir semtinde oturdukları hâlde, V’inci sınıfa mensup olanlar slum bölgelerinde yaşamaktadırlar. I ve II’nci sınıf insanları tamamen veya ağırlıklı olarak ırken beyaz, etnisite bakımından çoğunlukla eski Yankee ailelerine mensup ve dinen Protestan oldukları hâlde, V’inci sınıfa mensup olanlar ırken ve etnisite bakımından karışık ve çok büyük oranda Katoliktirler. Araştırma, böyle bir sınıfsal yapılanma içerisinde, yedi tip nevrotik bozukluk ile beş tip psikotik bozukluğun48 sosyal sınıf sistemiyle ne derece ilişkili 46 August B. Hollingshead and Fredrick C. Redlich, Social Class and Mental Illness, New York: John Wiley, 1958; Jerome K. Myers and Bertram H. Roberts, Family and Class Dynamics in Mental Illness, New York: John Wiley, 1959. 47 Beş sınıfa ayrılmış olan toplumun sınıflara göre dağılımı, I’inci sınıfta % 2.2, II’nci sınıfta % 7.7 (I ve II’nin toplamı olarak % 9.9), III’üncü sınıfta % 16.9, IV’üncü sınıfta % 44.7 ve V’inci sınıfta % 28.5 olarak gerçekleşmiştir. Hollingshead ve Redlich, age, 1958, s. 405, 3 numaralı tablo. 48 Bu araştırma sırasında, antisosyal davranışları, karakter bozukluklarını, korku ve endişe reaksiyonlarını, depresyon hâllerini, obsessive-compulsive reaksiyonları, psikosomatik olanlar ile histerik olan reaksiyonları içerisine alan nevrozluk hâlleri ile; alkolizm ve uyuşturucu kullanmaktan kaynaklanan psikozların yanında, organik olan ve yaşlılıktan dolayı meydana gelen psikozlar ile affective ve şizofrenik olan psikoz hâlleri incelemeye tâbi tutulmuştur. Hollingshead ve Redlich, age, 1958, ss. 223-227. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 71 olduğunu incelemeye çalışmıştır. Birleştirilmiş bir kategori olarak nevrozluğun I ve II’nci sınıflarda daha yaygın olduğu; kadınlara nazaran erkeklerin daha nevrotik davranışlar sergiledikleri görülmüştür. Buna karşılık, psikotik vak’alarda bu oranın tersine döndüğü, klâs I ve II’de çok düşük seviyede bulunan hasta oranının klâs V’de çok yüksek bir seviyeye ulaştığı, bu farkın yaşla birlikte büyüdüğü; sınıf I ve II’de 100 000 kişiye 434 hastanın düşmüş olmasına karşılık, sınıf V’de bu oranın 3 161 olduğu görülmüştür. Araştırma, aşağı sınıflara mensup olan hastaların tedavilerinin daha uzun bir süre almış olduğunu; hangi şahısların tedaviye geldiğini, ne tür bir tedavi gördüğünü ve tedavi süresinin sosyal sınıflara göre değişmiş olduğunu da ortaya koymuştur. Hollingshead ve Redlich’in birlikte yayımladıkları bir yazıda da ifade ettikleri gibi, bu araştırma, aynı zamanda, şizofreniklerin % 91’inin49, ana-babaları ile aynı sınıfı paylaşmış olduklarını da tespit etmiştir. Bu araştırma, şizofreni hastalarının pozisyonlarını koruyamayıp aşağı sınıflara sığındıkları, oralarda biriktikleri tarzındaki söz konusu itiraza da bir cevap oluşturmuş, aşağı sınıfın şartları içerisinde yaşamanın, kalıtım faktörünün etkili olduğu böyle bir hastalık türünde dahi sosyal sınıf atmosferinin hesaba katılması gereken bir faktör olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmayı yapanlar, “drift hipotezi” diye bilinen bu konuyu çok belirgin bir şekilde gün ışığına çıkarmak için üç test daha uygulamışlardır. Önce yetişkin hastaların yerlilik durumlarıyla, cemaati teşkil eden yetişkin nüfusun yerlilik durumunu birbiriyle karşılaştırarak, yerlilik ile şizofreniye yakalanma arasında herhangi bir ilişkinin bulunup bulunmadığını incelemeye çalışmışlar ve bir ilişkinin bulunmadığını görmüşlerdir. Araştırıcılar bu test ile yetinmeyip, sınıf pozisyonlarıyla coğrafî hareketlilik arasında herhangi bir ilişkinin bulunup bulunmadığını test etmek için yaptıkları bir araştırma sonucunda, hastaların % 65’inin yerli-doğumlu, % 35’inin ise göç sebebiyle gelmiş olanlar arasında bulunduğunu tespit etmişlerdir. Ayrıca önemli bir test olarak, V’inci sınıf hastalarının slum bölgelerinde birikip birikmediği konusunda yaptıkları bir inceleme sonunda, 428 hastanın ikamet tarihçelerinin, şizofreninin başlamasıyla slum bölgelerinde oturma arasında bir bağ oluşturmadığını görmüşlerdir.50 Buna rağmen, daha sonra yapılan araştırmalar ve yorumlamalarla, Faris ve Dunham ile Hollingshead ve Redlich’in yapmış oldukları araştırmalar do49 Hollingshead ve Redlich, birlikte yayımladıkları bir yazıda, sınıf menşeleri tam olarak bilinen şizofreniklerin bu oranı yakaladıklarını söylemektedir: “Schizophrenia and Social Structure”, American Journal of Psychiatry, 1954, 9, ss. 695-701. 50 Hollingshead ve Redlich, age, 1958, ss. 245-246. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 72 54 2009 layısıyla ileri sürülen ve ruh hastalarının aşağı sosyal sınıflarda daha yoğun bir şekilde bulunmuş olmasını bir sosyal seçilmeye (social selection) veya birikmeye (drift) bağlamaya çalışan yorumlamaların hâlâ gündemde kalmaya devam ettiğini görüyoruz. Birikme hipotezi olarak bilinen ve sağlıklı bireylerin aşağı sınıf statusunun üzerine yükselerek geride bir tortu bıraktıkları, aşağı sınıflarda ruh hastalarının sayısının fazla olmasının sebebinin de bu birikme olduğu görüşüne yaptığı itirazda John Fox, Midtown Manhattan araştırması sırasında, ruhen hasta olan kimselerin, yukarıya ve aşağıya doğru olmak üzere, herhangi bir status hareketliliğinde bulunmadıklarını, ne drift hipotezini ne de sosyal seçilme görüşünü destekleyecek bir bulguya rastlanmadığını ifade etmektedir.51 Sosyal sınıflar üzerinde ilginç araştırmalar yapmış bir teorisyen olarak Melvin Kohn da52, benzer bir görüşün sahibidir. Ona göre, şizofrenik bireyler, diğer bireylerle karşılaştırıldığında, aşağı ve yukarı hareketlilik konusunda birilerine fark atacak şekilde bir hareketliliğe sahip değildirler. Şizofrenik vakaların aşağı sosyo-ekonomik tabakalarda daha fazla bulunuyor olması, aşağı doğru bir hareketliliğin bulunduğunu kanıtlamaya yetmemektedir. Bununla birlikte, William Cockerham, deliller şunu göstermektedir ki, sosyal sınıf pozisyonu (ve onunla beraber giden, onunla birlikte olan çevre), ruhî bozukluğun yaratılmasında, ruhî bozukluğun sosyal sınıf pozisyonunu belirlemesinden çok daha önemli ve belirleyici bir etkide bulunmaktadır; fakat bu, sosyal seçilme hipotezinin yanlış olduğu mânâsına gelmemektedir. Çünkü ruhî bozukluğun, bir kimsenin sosyal sınıf pozisyonunu tayin ettiği vakalar vardır, demektedir.53 Bir diğer araştırma, Lloyd Warner’in bir çalışma arkadaşı olan Leo Srole ve arkadaşları54 tarafından, New York şehrinin Midtown Manhattan semtinde ve ortaya çıkmış olan psikiyatrik arazların güvenilir bir dağılımını ortaya koymak üzere yapılmıştır. 1950’li yıllarda yapılmış olan bu araştırma, Hollingshead ve Redlich’in araştırmasından farklı olarak, mülâkatlara dayalı bir vaka araştırması şeklinde yürütülmüştür. Hollingshead ve Redlich’in 51 J.Fox, “Social Class, Mental Illness and Social Mobility: The Social Selection-Drift Hypothesis for Serious Mental Illness”, Journal of Health and Social Behavior, 1990, 31, ss. 344-353. 52 M. Kohn, “Social Class and Schizophrenia: A Critical Review and Reformulation”, P. Roman ile H. Trice’in derlediği Explorations in Psychiatric Sociology (Philadelphia: Davis, 1974, ss. 113-137, 118) adlı eserde. 53 W. Cockerham, Sociology of Mental Disorder, 7th ed., Upper Saddle River, N J.: Prentice Hall, 2006, ss. 153-154. 54 Leo Srole, et al., Mental Health in the Metropolis: The Midtown Manhattan Study, New York: McGrawHill, 1962. Ayrıca, projeye ikinci ve üçüncü adam olarak katılmış bulunan T. Langner ve S. Michel’in stres ve ruh sağlığı ilişkisini belirlemek üzere hazırladıkları Life Stress and Mental Health: The Midtown Manhattan Study (1963) adlı kitaplarına da bakınız. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 73 araştırması, hastanelerden, kliniklerden ve özel çalışan psikiyatristlerin kayıtlarından yararlanılarak yapılmış olduğu hâlde, başka bir deyimle tedavi görmüş ruh hastaları için tutulmuş olan kayıtlara dayanılarak yapılmış olduğu hâlde, Midtown Manhattan araştırması, bu kişileri sahada arayıp bulmaya çalışmıştır. Rastgele (tesadüfî) örnekleme yolu ile seçilmiş 1911 hane içerisinden mülâkata tâbi tutulmuş 1660 şahıs üzerinde yapılmış olan bu araştırma sırasında, bu kişilerin arka zeminlerini oluşturan genel bilgilerin yanında, psikopatoloji ve psikoterapi durumlarıyla ilgili geçmişlerini ve bugünkü durumlarını aydınlatacak veriler de toplanmıştır. Bu mülâkatlar sırasında, şahısların bir ruh çöküntüsü yaşayıp yaşamadıkları veya herhangi bir psikoterapi tedavisine ihtiyaç duyup duymadıkları; sık sık psikojenik temeli bulunan bir somatik bozuklukları bulunup bulunmadığı; heyecan bozukluğuna yol açan bir fizyolojik görünüme sahip olup olmadıkları; hatırlama güçlükleri çekip çekmedikleri; kişiler arası ilişkilerde bir zorluk yaşayıp yaşamadıkları; ayrıca mülâkatın sonunda da, deneğin bu konuşmalar sırasında bir heyecan sıkıntısı gösterip göstermediği sorulmuş ve gözlenmiştir. Böylece, mülâkatı yapan kimselerce, mülâkata tâbi tutulanların, konuşmaların başlangıcında ve sonunda gösterdikleri gerginlik hâlleri de bir değerlendirmeye tâbi tutularak, bütün veriler, deneklerin psikiyatrik durumlarını değerlendirmeye tâbi tutacak olan bir psikiyatristler heyetine verilmiştir. Psikiyatrik semptomatoloji açısından yapılmış olan değerlendirme sonucunda, araştırmaya tâbi tutulanlardan % 23.4 oranındaki bir grubun, zarar görmüş veya ruhen zedelenmiş; % 13.2 oranındaki bir grubun, belirgin olarak kabul edilebilecek veya rahatsızlığı kolayca gözlenebilecek bir bozukluğa sahip olduğu tespit edilmiş; % 7.5 oranındaki bir grubun bozukluğunun önemli veya ciddi olduğu; % 2.7’lik bir grubun ise âciz veya yeterliği olmayan (ehliyetsiz) kişiler olduğu görüşüne varılmıştır. Bu araştırma sonucunda, bir defa daha, diğer sosyo-ekonomik gruplara nazaran, ruhî bozuklukların aşağı sınıflarda çok daha yaygın olduğu görülmüştür. En üst tabakada bulunanların % 12.5’i etkilenmiş kategorisine girdikleri hâlde, hiç kimse ehliyetsiz kategorisi içerisine sokulmamıştır. Buna karşılık, en alt tabakada bulunanların % 47.3’ü etkilenmiş, % 9.3’ü ise ehliyetsiz bulunmuştur. Sosyo-ekonomik farklılıklarla ilgili olarak ortaya çıkan bir başka husus da şu olmuştur: Yüksek status seviyesinde bulunup “etkilenmiş” kategorisine giren şahıslardan psikiyatrik tedavi görmüş olanların beşte biri “ayakta tedavi” görmüştür; bunların da yarısından fazlası bir defa tedavi görmüştür. Buna karşılık hastalığın şiddetini ve kalıcılığını ifade etmesi bakımından, en alt tabakada bulunanlardan “etkilenmiş” kategorisine giren hastaların ancak yüzde biri ayakta, diğerleri ise hastanede yata- 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 74 54 2009 rak tedavi görmüştür. Diğer yönden araştırıcılar, 20-29 yaş grubuna giren ve yüksek bir sosyo-ekonomik seviyede bulunan kimselerin çok daha “iyi” kategorisine girdiklerini; buna karşılık, özellikle çocuklukları fakirlik şartları altında geçmiş olan aşağı sınıf insanların, yaşadıkları şartlardan çok daha fazla etkilenmiş olduklarını bulgulamışlardır. Şu husus da ortaya çıkmıştır ki, aynı sosyo-ekonomik seviyeyi korumuş ve daha aşağı bir status’a düşmüş olanlara nazaran, toplum içerisinde daha üst seviyeye çıkmayı başarmış olan kimselerde heyecan bozuklukları daha az görünür olmuştur. Midtown Manhattan araştırması, kapsamlı ve önemli bir araştırma olarak kabul görmüştür. Bu araştırma aynı zamanda projeye ikinci adam olarak katılmış bulunan T. Langner’in55 adıyla anılan ve genellikle ruh sağlığını ölçmek için kullanılmış olan Langner Ruh Sağlığı Skalası’nın geliştirilmesinde de yardımcı olmuştur. Sadece, daha önceki araştırmaların ortaya koyduğu bir husus olarak, ruhî hastalığın en aşağı sınıfta daha çok bulunduğunu ortaya koymakla kalmamış, stresin ruhî bozuklukta önemli bir unsur olduğunu da açık bir şekilde göstermeye çalışmıştır. Aşağı sınıfa mensup olanın, orta ve yüksek sınıflara nazaran potansiyel olarak strese açık olduğunu ve bunun da ruh bozukluğu için bir vasat oluşturduğunu açık bir şekilde göstermiştir. Sosyal sınıf-ruh sağlığı ilişkisini bütün boyutlarıyla ortaya koyan Stirling County Psikiatrik Bozukluk Araştırması ise, Midtown Manhattan projesiyle aynı tarihlerde yapılmış ve ünlü bir sosyal psikiyatri uzmanı olmanın yanında, bir sosyoloji ve antropoloji profesörü de olan Alexander Leighton yönetiminde, Dorethea Leighton’un ve çeşitli alanlarda yetişmiş uzman kişilerin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Kanada’da Leighton’ların Stirling County diye isimlendirdikleri ve nüfusu yirmi bini geçmeyen bir ilçede yapılmış olan bu araştırma da, Dorethea Leighton ve arkadaşlarının56 yayımladıkları üçüncü ciltte ayrıntıları verildiği üzere, sosyal statusun düşük bir seviye göstermesi hâlinde, ruh sağlığı ârazlarında bir artmanın olduğunu ortaya koymuştur. Bir soru cetveli ve yirmi kalemlik bir psikiyatrik âraz envanteri uygulanmak suretiyle yürütülmüş olan bu araştırma sonunda, orta ve yuka55 T. Langner and S. Michael, Life Stress and Mental Health: The Midtown Manhattan Study, London: Free Press of Glencoe, 1963. 56 D. C. Leighton, et al., The Character of Danger: Psychiatric Symptoms in Selected Communities, New York: Basic Boooks, 1963. Stirling County Psikiyatrik Bozukluk Araştırması, birbirini tamamlayan üç cilt hâlinde yayımlanmıştır. Birinci cildi oluşturan ve Alexander Leighton’ın imzası ile yayımlanmış olan My Name is Legion: Foundation for a Theory of Man in Relation to Culture (New York: Basic Books, 1959) adlı kitabını, Charles Hughes ve arkadaşlarının hazırladığı People of Cove and Woodlot: Communities from the Viewpoint of Social Psychiatry (New York: Basic Books, 1960) adlı kitap ile D.C. Leighton ve arkadaşlarının hazırladıkları kitap takip etmiştir. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 75 rı sınıflara nazaran nevrozluğun aşağı sınıflarda çok daha yaygın bulunduğu; işçi sınıfında yaşanan hayatın, orta sınıfa nazaran çok daha fazla stres içermiş olmasının buna sebep olduğu görülmüştür. Bu araştırmada da, toplanmış olan bilgiler, iki veya daha fazla psikiyatrist tarafından değerlendirilmiştir. Elde edilen sonuçlar şunu göstermiştir ki, araştırmaya tâbi tutulanların % 57’lik kısmının bir ruhî hastalığa yakalanmış olduğu, bunların % 60 oranında olan kısmının ülser, adale-kemik ağrıları veya benzerleri türünde psikosomatik rahatsızlıklar yaşadığı; % 10’unun endişe (anxiety), % 7’sinin ruhî çöküntü (depresyon) hissettiği; % 1’den az bir kısmının ise şizofrenik olduğu; ayrım yapılarak ortaya konulacak bir değerlendirmede, bu oranların aşağı sınıflara düşen payının daha yüksek olduğu; oranların yaşla birlikte artmakta olduğu ve erkeklere nazaran kadınlarda daha yüksek olarak rahatsızlık belirtilerine rastlandığı, bu araştırmada da stres olgusunun önemli bir rol oynadığı görülmüştür. Howard B. Kaplan’ın ifade ettiği şekilde57 ruh hastalıklarının sosyal sebeplerini, 1) sosyal aidiyet, 2) sosyal stres yaratan süreçler, 3) ruh hastalığının şeklinin belirlenmesine ve ifade edilmesine etki yapan faktörler ile, 4) ruh hastalığının devam etmesinde (ve devam etmemesinde) etkili olan faktörler olmak üzere dört kategori altında toplamak mümkündür. Ancak burada, ilk iki sırada yer alan sebepler üzerinde durmakla yetineceğiz. İnsanlar birer aidiyet unsuru olarak, bir ırk ve etnik grup, bir sosyal sınıf, bir aile ve bir meslek veya meşguliyet çevresi içerisinde yaşarlar. İnsanların bağlı bulunduğunu, ait olduğunu düşündüğü sosyo-ekonomik status aidiyeti, evlilik, ana-babalık, iş veya meşguliyet dediğimiz diğer sosyal aidiyet unsurlarını da içerisinde bulundurur. Bir ırk ve etnisiteye ait olmak ise, kendi içerisinde sosyal sınıf barındıran sosyal unsurlardır. Bu bakımdan, sosyoekonomik status veya sosyal sınıf yapısı, kapsamlı bir yapı oluşturması sebebiyle, özel bir öneme sahip bulunuyor demektir. Ruh hastalıklarının sosyal sebeplerinin ikincisini oluşturan sosyal stres yaratan süreçler de, gene sosyo-ekonomik status ile yakından ilişkili unsurlardır.Bu kapsamlı oluşum, açık ve kapalı bir şekilde, çeşitli sosyal psikolojik ve fizik etki alanları yaratarak insanların stres yaşamalarına sebep olmaktadır. Stres, bir sosyal sınıf içerisinde bir aile bireyi olarak yaşarken, bir işte çalışırken veya uygun olmayan bir şehirsel çevrede veya mahallede yaşarken yaşanabilen bir durumdur. Sosyal stres yaratan süreçlerin üstesinden 57 H. B. Kaplan, “Mental Illness as a Social Problem”, George Ritzer’in derlediği Handbook of Social Problems: A Comparative International Perspective (Thousand Oaks: Sage, 2004, ss. 561-585) adlı eserde. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 76 54 2009 gelmede ve sosyal destek almada, bir sosyal sınıfın üyesi olmanın olumlu ve olumsuz bir etkisi bulunmaktadır. Olumsuz bir benlik duygusuna sahip olma ile ruhî bozukluklarda önemli bir etkisi bulunduğu kabul edilen kendi itibarını zedelemenin de, sosyal sınıf değerlendirmeleriyle yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Stres duyma açısından, sosyal yardım alma, sosyal desteklenme, bireyin kendisinin sevilmiş, değer verilmiş olduğu ve ihtiyaç duyduğu zaman bu desteği isteyebileceği yaşantısına sahip olabileceği anlamına gelmektedir. Vurgulamak açısından diyebiliriz ki, sosyo-ekonomik status, ruh hastalıklarını birçok ara süreç yoluyla etkilemektedir. Aşağı seviyede bir sosyoekonomik status, bir kimsenin yaşayabileceği stres kaynaklarının sayısını arttırabileceği gibi, stresi azaltacak veya etkisiz hâle getirecek kaynakların kısıtlı olmasıyla da ilişkili olabilmektedir.58 Link ve arkadaşlarının yapmış olduğu bir araştırma, sosyo-ekonomik status’un, yönetme, kontrol ve planlama ile karakterize edilen meşguliyetlerle pozitif bir ilişki hâli içerisinde olduğunu ortaya koymuştur.59 Goodban’ın ve Popkin’in yapmış olduğu araştırmalar ise, fakirliğin veya bunu belgelemeye yardımcı olacak herhangi bir belgenin, bir anlamda damgalanmış olmayı ifade etmiş olması sebebiyle, bir dysphoria hâline, başka bir ifade ile, genel bir huzursuzluk veya tatmin olmama hâline yol açtığını ortaya koymuştur.60 R. Halpern’in, D. S. Massey ve N. A. Denton’un, J. D. McLeod ve J. M. Honnemaker ile W. J. Wilson’un yaptığı araştırmalar ise, yerleşme yerinin durumu ile ruh sağlığı arasındaki ilişkiye ışık tutmaktadır. Bu bağlamda olmak üzere, fakir mahallelerde yaşamak, aslında bir üzüntü kaynağı olmanın yanında, stres ile başa çıkma kabiliyetini tüketmeye de yol açmaktadır; kronik bir güvensizlik duygusu yaşama veya şüphe duyma gibi savunma mekanizmalarının benimsenmesine sebep olmaktadır; bir kimsenin kendi kendisini kontrol etme duygusunu aşındırması sebebiyle, o mahali geliştirme konusunda yeise kapılmaya ve aşırı bir depresyon ifadesi olarak, ümitsizliğe kapılmaya da sebep olmaktadır.61 58 J. D. McLeod and R. C. Kessler, “Socioeconomic Status Differences in Vulnerability to Undesirable Life Events”, Journal of Health and Social Behavior, 1990, 31, ss. 162-172. 59 B. G. Link, et al., “Socioeconomic Status and Depression: The Role of Occupations Involving Direction, Control and Planning”, American Journal of Sociology, 1993, 98, ss. 1351-1387. 60 N. Goodban, “The Psychological Impact of Being on Welfare”, Social Services Review, 1985, September sayısı, ss. 403-422; S. J. Popkin, “Welfare: Views from the Bottom”, Social Problems, 1990, 37, ss. 64-79. 61 Bu araştırmaların bir özeti ve kaynakları için Howard B. Kaplan’ın, George Ritzer’in derlediği Handbook of Social Problems adlı kitabına yazdığı “Mental Illness as a Social Problem” adlı yazısına bakınız. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 77 Yapılmış olan araştırmalar, iş durumunun ruh sağlığını etkilediğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda olmak üzere, emekçi olmanın, başkasının emrinde ve idaresinde çalışmanın, nezaret altında bulunmanın, düşük bir gelir durumu ile beraber giden bir iş güvensizliğinin, kadınların değil, erkeklerin ruh sağlığını; yardımcı olacak bir meslekdaşının bulunmamasının ise, erkeklerin değil, kadınların ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini ortaya koymuştur.62 Sağlık şart ve şekillerine yön vermesi bakımından genel görünümünü vermeye çalıştığımız sosyal sınıflar, bu yolla sağlanmış olan sosyo-kültürel atmosferin ne derece önemli ve belirleyici olduğunu göstermektedir. 19. yüzyılın ortalarından bu yana yapılmış olan gözlemler ve çözüm olarak ileri sürülen politik ekonomi modelleri, 20. yüzyılın ikinci yarısına doğru yerini ayrıntılı saha araştırmalarına bırakmaya başlamış, gördüğümüz üzere pek çok sosyoloğun, sosyal antropoloğun ve sosyal psikoloğun, hattâ psikiyatristin ilgisini çekerek araştırma konusu yapılmaya başlanmıştır. Yapılmış olan araştırmalar bazen belirli bir konuya yönelik olmak üzere spesifik, bazen de karşılaştırma imkânı vermesi bakımından köy-şehir, ırk-etnik grup ve özellikle yukarı ve aşağı sosyal sınıflar arasındaki farklılığı ortaya koyacak şekilde yapılmıştır. Bir tâli kültür olarak, sosyal sınıfların ortaya koyduğu tabloyu insan hayatının çeşitli görünümü açısından incelemeye, sonuçlarını da ekonomi politik yaklaşımdan farklı teorik yönelmelerle değerlendirmeye çalışmışlardır. Görüldüğü üzere, geçen yüzyılın birinci yarısından itibaren yapılmaya başlayan sosyal araştırmalar. Marx’ın ve onun fikirlerini benimseyen kişilerin zannettiği gibi, sosyal sınıf yapılaşmasının esas olarak bir kapitalist veya burjuva ve proleterya ayrışmasından ve aralarındaki güç mücadelesinden, özellikle bir sınıfın diğerini istismar etme sürecinden ibaret olmadığını ortaya koymuştur. Yapılan çalışmalar, sosyal sınıfların kendilerine özgü bir yapı oluşturduğunu ve bu sosyal yapının da insan davranışlarını her yönüyle etkilemiş olduğunu, insanoğlunun sadece geçici ve satıhta kalan davranışlarını değil, çeşitli sosyalleşme teknikleri ile kişiliğine, beden ve ruh sağlığına varıncaya kadar bazı temel özelliklerini de etkilemiş olduğunu ortaya 62 P. K. Adelmann, “Occupational Complexity, Control and Personal Income: Their Relation to Psychological Well-being in Men and Women”, Journal of Applied Psychology, 1987, 72, ss. 529537; M. C. Lennon, “Sex Differences in Distress: The Impact of Gender and Work Roles”, Journal of Health and Social Behavior, 1987, 28, ss. 290-305; G. S. Lowe and H. C. Northcott, “The Impact of Working Conditions, Social Roles and Personal Characteristics on Gender Differences in Distress”, Work and Occupations, 1988, 15, ss.55-77; J. Miller, “Individual and Occupational Determinants of Job Satisfaction: A Focus on Gender Differences”, Sociology of Work and Occupations, 1980, 7, ss. 337-366. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 78 54 2009 koymuştur. Sınıf özelliklerine sahip olan her ekolojik çevrenin beden ve ruh sağlığını, ölüm ve çoğalma oranlarını bir şekilde etkilediği; aile hayatı söz konusu olduğunda eş seçimine, boşanmaya, aileler arası ilişkilere ve çocuk bakımına ve eğitimine varıncaya kadar bireyleri etki altında bıraktığı; sosyal değerleri, ahlâkî ve dinî görüşlerin yanında muhafazakârlık-radikallik de dahil olmak üzere bireyin politik görüşlerini belirlediği, hattâ yetişkin suçluluğu, genç suçluluğu ve kriminal adalet konularına bile şekil vermiş olduğu görülmüştür. Sınıf statusunun, çatışma teorilerinin iddia ettiği şekilde, yukarı tabaka mensuplarının cezalandırılmaktan bir şekilde kurtulmasına veya kurtarılmasına, aşağı sınıfların yakayı daha kolay ele vermelerine ve savunmasız kalmalarına varıncaya kadar bir etkileme alanı yarattığı görülmüştür. Hemen belirtelim ki, bu yazımızda, işaret ettiğimiz bu konuları ve benzerlerini ayrıntılı şekilde ele almaktan kaçındık. Beden ve ruh sağlığının sosyal sınıf yapılanmasıyla olan ilişkisi üzerinde yoğunlaşarak ve karşılaştırmalar yaparak, sağlıkla ilgili olmak üzere, sosyo-ekonomik statusun insan üzerinde yapmış olduğu etkiyi göstermeye çalıştık. Bu vesileyle, olaya daha genel bir açıdan bakarak, hemen herkesin herşeyi genetik faktörlerle izah etmek gibi kolay bir açıklama tarzını benimsediği bu dönemde, bir sosyolog ve sosyal psikolog olarak, beden ve ruh sağlığı alanında, fizik ve sosyo-kültürel çevrenin önemli bir etkileme gücü bulunduğunu göstermeye çalıştık. Kaynaklar Adams-Campbell, et al. (1993), “Correlates of the Prevalence of Self-reported Hypertension Among African-American and White Women”, Ethnicity and Disease, 3, ss. 119-125 Adelmann, P. K. (1987), “Occupational Complexity, Control and Personal Income: Their Relation to Psychological Well-being in Men and Women”, Journal of Applied Psychology, 72, ss. 529-537. Andersen, B., et al. (1994), “A Behavioral Model of Cancer Stress and Disease Course”, American Psychologist, 49, ss. 389-404. Annandale, E. (1998), The Sociology of Health and Medicine, Oxford, England: Polity Press. Ashley Montagu, M. F. (1953), The Natural Superiority of Women, The Macmillan and Co. Birenbaum, A. (1995), Putting Health Care on the National Agenda, Westport, CT.: Praeger. Carroll, D., et al. (1997), “The Relationship Between Socioeconomic Status, Hostality and Blood Pressure Reactions to Mental Stress in Men: Data from the Whitehall II Study”, Health Psychology, 16, ss. 131-136. Chin, N. P., et al. (2000), “Social Determinants of Healthy Behavior”, Education for Health: Change in Learning and Practice, 13, ss. 317-328. Clark, R. E. (1948), The Relationship on Schizophrenia to Occupational Income and Occupational Prestige”, American Sociological Review, 13, ss. 325-330. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 79 Clark, R. E. (1949), “Psychoses, Income and Occupational Prestige”, American Journal of Sociology, 54, ss. 433-440. Clausen, John A. (1966), “Mental Disorders”, Robert K. Merton ve Robert A. Nisbet’in derlediği Contemporary Social Problems (New York: Harcourt, Brace (2nd ed., ss. 26-83), adlı eserde. Cockerham, W. (2004), George Ritzer’in derlediği “Health as a Social Problem”, Handbook of Social Problems: A Comparative International Perspective (Thousand Oaks: Sage,) adlı eserde. Cockerham, W. (2006), Sociology of Mental Disorder, 7th ed., Upper Saddle River, N J.: Prentice Hall. Cockerham, W. C. (2001), Medical Sociology, 8th ed., Englewood Cliffs, N J.: PrenticeHall. Cockerham, W. C. (2004), “Health as a Social Problem”, G. Ritzer’in derlediği Handbook of Social Problems: A Comparative International Perspective (Thousand Oaks: Sage, , ss. 281-297) adlı eserde. Cockerham, W., et al. (2000), “The Social Gradient in Life Expectancy: The Contrary Case of Okinawa in Japan”, Social Science and Medicine, 51, ss. 115-122. Coyne, James C. ve Geraldine Downey (1991), Annual Review of Psychology, 42, ss. 401425. Dohrenwend, B. P. (1975), “Sociocultural and Social-psychological Factors in the Genesis of Mental Disorders”, Journal of Health and Social Behavior, 16, ss. 365-392. Dressler, W. W. (1996), “Hypertension in the African American Community: Social, Cultural and Psychological Factors”, Seminars in Nephrology, 16, ss. 71-82. Elliott, Mabel A. and F. E. Merrill (1961), Social Disorganisation, 4th ed. New York: Harper and Brothers. Erol, Neşe, et al. (1998), Türkiye Ruh Sağlığı Profili Raporu, Ankara: T.C. Sağlık Bakanlığı, Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü. Evans, R. M. and T. Marmor (eds.) (1994), Why Are Some People Healthy and Others Not? New York: Aldine DeGruyter. Faris, Robert E. (1948), Social Disorganization, New York: Ronald Press. Faris, Robert E. and H. Warren Dunham (1939), Mental Disorders in Urban Areas, Chicago: University of Chicago Press. Fleming, I., et. al. (1987), “Social Density and Perceived Control as Mediators of Crowding Stress in High-density Residental Neighborhoods”, Journal of Personality and Social Psychology, 52, ss. 899-906. Fox, J. (1990), “Social Class, Mental Illness and Social Mobility: The Social SelectionDrift Hypothesis for Serious Mental Illness”, Journal of Health and Social Behavior, 31, ss. 344-353. Frohlich, N. and C. Mustard, (1996), “A Regional Comparison and Health Indices in a Canadian Province”, Social Science and Medicine, 42, ss. 1273-1281. Gallo, L. C. and K. A. Matthews (2003), “Understanding the Association Between Socioeconomic Status and Physical Health: Do Negative Emotions Play a Role?”, Psychological Bulletin, 129, ss. 10-51. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 80 54 2009 Goldhamer, H. and A. Marshall (1953), Psychosis and Civilisation, New York: Free Press. Goodban, N. (1985), “The Psychological Impact of Being on Welfare”, Social Services Review, September sayısı, ss. 403-422 ; S. J. Popkin, “Welfare: Views from the Bottom”, Social Problems, 37, ss. 64-79. Gottdiener, M. and L. Budd (2005), Key Concepts in Urban Studies , London: Sage Publications. Halpern, R. (1993), “Poverty and Infant Development”, C. H. Zeanah Jr’un derlediği Handbook of Infant Mental Health (New York: Guilford ss. 73-86) adlı eserde Harburg, E., et al. (1973), “Sociological Stressor Areas and Black-White Blood Pressure: Detroit”, Journal of Chronic Diseases, 26, ss. 595-611. Hollingshead, August B. and F. C. Redlich (1954), “Schizophrenia and Social Structure”, American Journal of Psychiatry, 9, ss. 695-701. Hollingshead, August B. and F. C. Redlich (1958), Social Class and Mental Illness, New York: John Wiley. Hughes, Charles, et. al. (1960), People of Cove and Woodlot: Communities from the Viewpoint of Social Psychiatry, New York: Basic Books. Humphries K. and E. Doorslaer (2000), “Income-Related Health Inequality in Canada”, Social Science and Medicine, 50, ss. 663-671. James, S. A and D. G. Kleinbaum (1976), “Socioecological Stress and Hypertensionrelated Mortality Rates in North Carolina”, American Journal of Public Health, 66, ss. 354-358. Johnson, J., et. al. (1991), “Why do Blacks Die Young?”, Time, September 16, ss. 50-52. Kangas, M., et al. (2005), “Predictors of Posttraumatic Stress Disorder Following Cancer”, Health Psychology, 24, ss. 579-585. Kaplan, H. and B. Sadock (1995), Comprehensive Textbook of Psychiatry, 6nd ed. adlı kitaba Baltimore: Williams and Wilkins.. Kaplan, H. B. (2004), “Mental Illness as a Social Problem”, George Ritzer’in derlediği Handbook of Social Problems: A Comparative International Perspective (Thousand Oaks: Sage, ss. 561-585) adlı eserde. Karno, M. ve B. Sadock (1995),“Schizophrenia: Epidemiology” H. Kaplan ve B. Sadock’un derlediği Comprehensive Textbook of Psychiatry (Baltimore: Williams and Wilkins, Vol. 1, ss. 902-910) adlı eserde. Kessler, Ronald C., et. al. (1985), “Social Factors in Psychophatology: Stress, Social Support and Coping Processes”, Annual Review of Psychology, 36, ss. 560-561. Klag, M. J., et. al. (1991), “The Association of Skin Color with Blood Pressure in U.S. Blacks with Low Socioeconomic Status”, Journal of American Medical Association, 265, ss. 599-640. Kohn, M. (1974), “Social Class and Schizophrenia: A Critical Review and Reformulation”, P. Roman ile H. Trice’in derlediği Explorations in Psychiatric Sociology (Philadelphia: Davis, ss. 113-137) adlı eserde. Kunst, A., et. al. (1998), “Mortality by Occupational Class among Men in 11 European Countries”, Social Science and Medicine, 46, ss. 1459-1476. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 81 Lahelma, E. (2000), “Health and Social Stratification”, W. Cockerham’ın derlediği The Blackwell Companion to Medical Sociology (Oxford, England: Blackwell, ss. 64-93) adlı eserde. Langner, T. and S. Michael (1963), Life Stress and Mental Health: The Midtown Manhattan Study, London: Free Press of Glencoe. Lazarus, R. S. and J. B. Cohen (1977), “Environmental Stress”, I. Altman ve J. F. Wohlwill’in derlediği Human Behavior and Environment: Current Theory and Research (Vol. 2, New York: Plenum, ss. 89-127) adlı eserde. Leighton, Alexander (1959), My Name is Legion: Foundation for a Theory of Man in Relation to Culture, New York: Basic Books. Leighton, D. C., et al. (1963), The Character of Danger: Psychiatric Symptoms in Selected Communities, New York: Basic Boooks. Lennon, M. C. (1987), “Sex Differences in Distress: The Impact of Gender and Work Roles”, Journal of Health and Social Behavior, 1987, 28, ss. 290-305. Levkoff, S. E., et al. (1995), “Elderly Mental Health in the Developing World”, Social Science and Medicine, 41, ss. 983-1003. Levy, L. and L. Rowitz (1973), The Ecology of Mental Disorder, New York: Behavioral Publications, Link, B. and J. Phelan (2000), “Evaluating the Fundamental Cause Explanation for Social Disparities in Health”, C. Bird ve arkadaşlarının derlediği Handbook of Medical Sociology (Uppersaddle River, N J.: Prentice Hall, 5th ed.) adlı eserde. Link, B. G., et al., (1993), “Socioeconomic Status and Depression: The Role of Occupations Involving Direction, Control and Planning”, American Journal of Sociology, 98, ss. 1351-1387. Lorant, V., et al. (2004), “Socioeconomic Inequalities in Depression: A Meta-analysis”, American Journal of Epidemiology, 157, ss. 98-112. Lowe, G. S. and H. C. Northcott (1988), “The Impact of Working Conditions, Social Roles and Personal Characteristics on Gender Differences in Distress”, Work and Occupations, 15, ss.55-77. Lupton, D. (2000), “Health, Illness and Social Policy in Australia”, W. Cokerham’ın derlediği The Blackwell Companion to Medical Sociology (Oxford, England: Blackwell, ss. 441-455) adlı eserde. Lynch, J., et.al. (2001), “Income Inequality, the Psychosocial Environment and Health: Comparisons of Wealthy Nations”, Lancet, 358, ss. 194-200. Macera, C. A., et al (2001), “Sociocultural Influences on Health” A. Baum ve T. A. Revenson’un derlediği Handbook of Health Psychology (Mahwah, N J.: Lawrence Erlbaum, ss. 427-440) adlı eserde. Marmot, M. M., et al. (1984), “Inequalities in Death-specific Explanations of a General Pattern”, Lancet, , 83, ss. 1003-1006. Marmot, M. M., et al. (1991), “Health Inequalities Among British Civil Servants: The Whitehall II Study”, Lancet, 337, ss. 1387-1393. 54 2009 Turhan YÖRÜKÂN 82 54 2009 Marsella, A. J. and A. Yamada (2000), “Culture and Mental Health: An Overview”, I Cueller ve F. Paniagua’nın derlediği Handbook of Multicultural Mental Health: Assesment and Treatment of Diverse Populations (New York: Academic Press, ss. 3-26) adlı eserde. Marsella, A. J. and A. Yamada (2007), “Culture and Psychopathology”, S. Kitayama ile Dov Cohen’in derlediği Handbook of Cultural Psychology (New York: Guilford Press, ss. 797-818) adlı eserde. Massey, D. S. and N. A. Denton (1993), American Apartheid: Segregation and the Making of the Underclass, Cambridge, M A.:Harvard University Press. McDonough, P., et al. (2002), “Chronic Stress and the Social Patterning of Women’s Health in Canada”, Social Science and Medicine, 54, ss. 767-782. McLeod, J. D. and J. M. Nonnemaker (1999), “Social Stratification and Inequality”, C. S. Aneshensel ve J. C. Phelan’ın derlediği Handbook of the Sociology of Mental Health (New York: Kluwer/Plenum, ss. 321-344) adlı eserde. McLeod, J. D. and R. C. Kessler (1990), “Socioeconomic Status Differences in Vulnerability to Undesirable Life Events”, Journal of Health and Social Behavior, 31, ss. 162-172. Miller, J. (1980), “Individual and Occupational Determinants of Job Satisfaction: A Focus on Gender Differences”, Sociology of Work and Occupations, 1980, 7, ss. 337366. Moldin, S. O. and Gattesman (1995), “Population Genetics”, H. Kaplan ve B. Sadock’un derlediği Comprehensive Textbook of Psychiatry (Baltimore: Williams and Wilkins, (Vol. 1, ss. 144-154) adlı eserde. Mookherjee, H. N. (1998), “Perceptions of Well-being Among Older Metropolitan and Nonmetropolitan Populations in the United States”, Journal of Social Psychology, 138, ss. 72-82. Myers, Jerome K. and Bertram H. Roberts (1959), Family and Class Dynamics in Mental Illness, New York: John Wiley. Navarro, V. (ed.) (2002), The Political Economy of Social Inequalities: Consequences for Health and Quality of Life, Amityville, N Y.: Baywood Publishing. Patel, V. and A. Kleinman (2003), “Poverty and Common Mental Disorders in Developing Countries”, Bulletin of the World Health Organization, 81, ss. 609-613. Patel, V., et al. (1999), “Women, Poverty and Common Mental Disorders in Four Restructuring Societies”, Social Science and Medicine, 49, ss. 1461-1471. Plante, T. G. and C. Sykora (1994), “Are Stress and Coping Associated with WISC-III Performance among Children?”, Journal of Clinical Psychology, 50, ss. 759-762. Power, C. and C. Hertzman (1997), “Social and Behavioral Pathways Linking Early Life and Adult Disease”, British Medical Bulletin, 53, ss. 210-221. Reid, I. (1998), Class in Britain, Cambridge, England: Polity Press. Reinwater, L. (1974), “The Lower Class Health, Illness and Medical Institutions”, Rainwater’ın kendisinin derlediği Inequality and Justice (Hawthorne, NY.: Aldine) adlı eserde. Bir Şehir Cemaati Olarak Sosyal Sınıflar, Beden ve Ruh Sağlığı 83 Robins, L. N., et al. (1984), “Lifetime Prevalence of Specific Psychiatric Disorders in Three Sites”, Archives of General Psychiatry, 41, ss. 949-958. Rose, Arnold M. ve H. R. Stub (1956), “Summary of Studies on the Incidence of Mental Disorders”, Arnold M. Rose’un derlediği Mental Health and Mental Disorders (London: Routledge and Kegan Paul, ss. 87-116) adlı eserde. Shaw, M. D and G. Smith (1999), “Poverty, Social Exclusion and Minorities”, M. Marmot ile R. Wilkinson’un derlediği Social Determinants of Health (Oxford, England: Oxford University Press, ss. 211-239) adlı eserde. Srole, Leo, et al. (1962), Mental Health in the Metropolis: The Midtown Manhattan Study, New York: McGraw-Hill. Stone, R. (2000), “Stress: The Invisible Hand in Eastern Europe’s Death Rates”, Science, 288, ss. 1732-1733. Sundquist, J. and S. Johanson (1997), “Indicators of Socioeconomic Position and Their Relation to Mortality in Sweden”, Social Science and Medicine, 45, ss. 1757-1766. Syme, S. L. and L. F. Berkman (1987), “Social Class, Susceptibility, and Sickness”, H. D. Schwartz’ın derlediği Dominant Issues in Medical Sociology (2nd ed., New York: Random House) adlı eserde. Waldron, I. (2001), “What Do We Know about Causes of Sex Differences in Mortality? A Rewiew of the Literature”, A. Dan’ın derlediği The Sociology of Health and Illness: Critical Perspectives (New York: Worth, ss. 37-49) adlı eserde. Weitz, R. (2001), The Sociology of Health and Health Care: A Critical Approach, Belmont, CA.: Wadsworth / Thompson Learning.. Wilkinson, R. (1992), “Income Distribution and Life Expectancy”, British Medical Journal, 304, ss. 165-168. Wilkinson, R. (1996), Unhealth Societies: The Affiliations of Inequality, London: Routledge. Williams, D. R. (1992), “Black-White Differences in Blood Pressure: The Role of Social Factors”, Ethnicity and Disease, 2, ss. 126-141. Yörükân, Turhan (2003), “Büyük Şehirli, Hattâ Şehirli Olmanın Bedeli”, Türk Yurdu, 23, ss. 8-22. Yörükân, Turhan (2005), “Geleneksel ve Yeni-Marksçı Görüşler Açısından Şehirleşme ve Şehir”, Kılavuz, 23, ss. 62-67. Yörükân, Turhan (2005), “Suça Zemin Oluşturan Yerler Olarak Şehirler veya Büyükşehirler”, Bilge, 12, ss. 4-16. Yörükân, Turhan (2006), Gecekondular ve Gecekondu Bölgelerinin Sosyo-kültürel Özellikleri, 3. baskı, Ankara: Nobel Yayınları. Yörükân, Turhan (2009), “Bir Sosyalleşme ve Kişilik Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Sınıflar”, Erdem, 54, ss.1-52. Yörükân, Turhan ve Ayda Yörükân (1966), Türkiye’de Şehirleşme ve Konut Durumu: Şehirleşme, Gecekondular ve Konut Politikası, Ankara: İmar ve İskân Bakanlığı, Mesken Genel Müdürlüğü Sosyal Araştırma Dairesi. 54 2009 Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) İhsan Sabri BALKAYA* ÖZ 1930-1931 yılları Türkiye-Macaristan diplomatik ziyaretlerinin yoğunluk kazandığı bir süreç olmuştur. Macar Dışişleri Bakanı M. Walko ile başlayan bu süreç, Macar Başbakanı Kont Bethlen ile devam etmiştir. Bu ziyaretleri Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın ziyaretleri takip etmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrası gelişmeler, bu diplomatik girişimleri Balkanlarda ve Avrupa’da önemli kılmıştır. Türk basını da, Türk-Macar ilişkileri ve dostluğuna dayalı bu ziyaretlere gereken ilgiyi göstermiştir. Türk gazeteleri bu diplomatik ziyaretleri haber olarak sayfalarına taşımış ve gereken yorum-kritiği yapmışlardır. Türk basını Türk-Macar Kardeşliği öz deyişini ilgi ve yorumlarının merkezine almıştır. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de ülkeler arası diplomatik yakınlaşma basın için her zaman önemini korumuştur. Bu ilgiyi Türk basınında çalışılan dönemde de görmek mümkündür. Anahtar Kelimeler: Türk basını, diplomasi, Balkanlar, Türk-Macar kardeşliği, barış, dostluk. ABSTRACT The Reflections of Turco-Hungarian Diplomatic Visits on the Turkish Press (1930-1931) Turkish and Hungarian diplomatic visits were intensified in 1930 and 1931. M. Walko, the Hungarian foreign minister started the diplomatic visits, and the prime minister Kont Bethlen continued the mutual relations. The Hungarian visits were paid back by the trips of the Turkish Prime Minister İsmet inönü and the Foreign Minister Tevfik Rüştü Aras to Hungary. The post-World War ı changes increased the importance of these diplomatic contacts in the Balkans and in Europe. The Turkish press were highle interested in these visits, which were based on Turco-Hungarian relationship and friendship. Turkish newspapers * Yard. Doç. Dr. Atatürk Üniversitesi K.K.E. Fakültesi İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Eğitimi ABD, ERZURUM, e-posta: balkaya@atauni.edu.tr, İhsan Sabri BALKAYA 86 published the diplomatic visits in the news and made critics and interpretations about them. The focus of the press in Turkey was the Turco- Hungarian fraternity. As in today, the diplomatic relations between these countries were always important for the media in the past, and this study attempts to display the interest of the media to Turkish and Hungarian diplomatic relations in 1930 and 1931. Key Words: Turkish press, diplomacy, Balkans, Turco- Hungarian relations, peace, friendship. 54 2009 Giriş M acarlar IX. yüzyılın ikinci yarısından sonra (890’lı yıllar sonrası) Orta Avrupa’da Tuna ve Tisa ırmakları arasındaki topraklara yerleşmişlerdir.1 Macarlarla - Türklerin birbirini tanımaları ve ilişkileri günümüzden bin yıl aşan bir süreye dayanmaktadır. 1867 yılında bağımsız olmalarına karşın Avusturya’dan ayrılmayarak ikili bir devlet sistemi içerisinde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletinin, Almanya- Avusturya-Macaristan ittifakının içinde yer alması Türk - Macar hükümetleri arasındaki siyasî, kültürel ilişkilerin ve dostluğun artmasına sebep olmuştur. Bu durumun en belirgin göstergesi, Macar hükümetinin Budapeşte’nin en büyük caddelerinden biri olan Museum Körüt’e 1915’de V. Mehmet Reşad adını vermesi olmuştur. Buna karşılık 1916 yılında Osmanlı devleti de İstanbul’da önemli bir caddeye* “Macar Kardeşler” adını vermiştir. Osmanlı devletinin 1912 yılında Budapeşte baş konsolosluğuna atamış olduğu Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Türk - Macar dostluğunun gelişmesinde önemli hizmetleri olmuştur. Birinci Dünya savaşı yıllarında İstanbul’da Macar- Türk Dostluk Cemiyeti, Şam’da ise Osmanlı - Avusturya Macaristan Kulübü kurulmuştur. Avusturya - Macaristan savaştan sonra 10 Eylül 1919’da Saint Germain Andlaşmasını imzalamış ve böylece Avusturya - Macaristan’ın parçalanması ile topraklarının ve nüfusunun büyük bir çoğunluğunu kaybeden bir Macaristan doğmuştur.2 Macaristan savaş sonrası kendi bağımsızlığını ve topraklarını korumaya çalışırken, Türk millî mücadelesini de yakından takip etmiştir. Mustafa Ke1 F. Eckhart, Macaristan Tarihi, Çeviren: İbrahim Kafesoğlu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1949, s. 7-11. * Bu gün itibariyle İstanbul- Fatih’te Şahzedebaşı’ndan Fatih Camii’ine kadar olan ana caddenin ismi “ Macar Kardeşler Caddesi” ismini taşımaktadır. 1916 yılında da aynı caddeye mi bu ismin verildiği tam olarak tespit edilememiştir. 2 Melek Çolak, “Türk - Macar İlişkileri Ve Macaristan’ın Türk İnkılâbına Bakışı (1919-1938 )”, Beşinci Uluslar arası Atatürk Kongresi 8-12 Aralık 2003 Bildiriler, Atatürk Araştırma Merkezi, Anakara, 2005, s.1255. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 87 mal Atatürk’ün liderliğinde başlatılan bağımsızlık mücadelesi, 1912’de kurulmuş olan Macar - Turan Derneği ve Macar basınından özellikle Pesti Hirlap ve Magyarsag gazeteleri tarafından kamuoyuna takdirle, övünçle yansıtıldığı gibi Avrupa kamuoyunun da yanlış bilgilendirilmesine engel olunmaya çalışılmıştır. Macarlar Türklerin bağımsızlık yolundaki başarılarına hayranlık duymuşlar, Cumhuriyetle birlikte atılan her adımı coşkuyla ve içtenlikle karşılamışlardır. Atatürk’ün kurmuş olduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk halkının girdiği yeni tarihi yol büyük ilgi ve alaka uyandırmıştır.3 Türkiye Cumhuriyeti ile Macaristan arasındaki siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler, bu dostluk havası içerisinde oluşmuş ve her geçen gün gelişmiştir. 1930’lu yıllara gelindiğinde ise iki ülke arasındaki diplomatik ziyaretlerin yoğunlaştığı gözlenmiştir. Bunda da Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını kabullenmeyen ve değiştirmek isteyen revizyonist devletlerin girişimlerine karşı anti revizyonist politikalar geliştiren devletlerin tutumları etkili olmuştur. Macaristan revizyonist grubun içerisinde yer alırken, Türkiye anti revizyonist politikaların ve oluşumların içerisinde yer almıştır. Buna rağmen her iki ülke yöneticileri aradaki dostluk ve iyi ilişkiler yumağına zarar vermekten kaçınmışlarıdır. 1930-1931 yılları içerisinde gerçekleşen ziyaretlerin özellikle Türk basının da nasıl yer aldığı, haber ve yorum yapıldığı bu çalışmada ele alınmıştır. 1- 1923’ten 1930’a Türk Macar İlişkilerine Genel Bir Bakış Türkiye Lozan sonrası, bir taraftan Lozan’dan arta kalan meseleleri çözüme kavuşturmaya çalışırken, diğer taraftan barışçı bir dış politikayı kendine temel ilke olarak kabul etmiştir. Bu anlayış içerisinde her devletle dostluk ilişkilerini geliştirmeyi amaç edinmiş ve devletler arası dostluk ve barışı korumayı amaçlayan girişimlerin içerisinde yer almaktan kaçınmamıştır. Bu temel dış politika anlayışı içerisinde Türk - Macar ilişkilerinin de geliştiğini görmek mümkündür. 1920’de Macaristan’da ilan edilen krallığın, naib unvanını alarak başına geçen Amiral Horthy4 ile Atatürk arasındaki samimi ilişki, iki ülke arasında 18 Aralık 1923’te Türkiye - Macaristan Dostluk Antlaşması’nın Ankara’da imzalanmasıyla5 kendini göstermiştir. 1923 yılının önemli gelişmelerinden birisi de bazı Macar vatanperverlerin, milletvekili Frederic vasıtasıyla Mustafa Kemal’e bir Şif İftihar takdim etmek üzere 3 Çolak, age, s. 1256-1259 4 Fahir Armaoğlu, 20. Yüz Yıl Siyasî Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1987, s.180; H.Berke Dilan, Siyasi Tarih 1914-1939, Alfa Yayınları, İstanbul 1998, s. 61. Amiral Horthy naib unvanını alırken, başbakanlık koltuğuna da 1931 yılına kadar Kont Bethlen oturmuştur. 5 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, I. Cilt, (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1989, s. 656. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 88 54 2009 görevlendirilmesi olmuştur. Bu hadise Türk basınında Büyük Gazi ve Macar Kardeşlerimiz başlığı ile gündeme getirilmiştir. Eski Macar başvekili de olan Frederic Türkiye’den döndükten sonra parlamentoda yapmış olduğu konuşmada duygularını ve intibalarını şöyle dile getirmiştir: “…İtilaf devletleri ile olan münâsebatımıza sadakâtimiz ne kadar büyük olursa olsun Macar Millet Meclisi’nde Türkiye’yi emsalsiz mesaiyesinin semavatından dolayı tebrik etmeğe cesaret edemeyecek mebuslar bulunmasına ihtimal vermem. Sulhün akdinden beri İtilafın tazyikasına rağmen Türkiye hürriyeti için orduca mükemmel bir sûretde mücadele etmiştir ki bu harekâtı bütün mağlup milletlere ders teşkil etmelidir…”6 Konuşmasına devam eden Frederic, Mustafa Kemal’den Macar Meclisi için kendisi tarafından imza edilmiş bir fotoğrafını istediğini belirtmiş ve Mustafa Kemal’in bu kabul töreninde kendisine söylediklerini meclis kürsüsünden aktarmaya devam etmiştir. Frederic, Mustafa Kemal’in iki kardeş milletin geçmişte birbirlerinden ayrı düştüklerinden söz ederek tarih içerisinde ilişkilerimizin bu şekliyle devam ettiğini belirtmiştir. Mustafa Kemal’in kendisine sunulan kılıcı ömür boyu taşıyacağını, bir kaç milyon Macar’ın hak etmedikleri bir duruma düşürüldüklerini ancak kurtuluşun gerçekleşeceğini ve kendisinin yoğun çalışmalarının azaldığı zaman iade-i ziyaret yapacağını söylediğini belirtmiştir. Mustafa Kemal Frederic’e yaşanan şu zor günlerde eski müttefiklere sadık kalmak gerektiğini, Avrupa’da hareketliliğin çok uzak olmadığını, çünkü şimdiki kadar milletlerin hiç bu kadar esarete mahkum edilmediğini vurgulamıştır. Esarete düşen milletlerden demokrasi ve millî esaslar dairesinde bir cemiyetin kurulacağını buna Londra ve Roma’nın dahil olma ihtimalleri olduğunu ancak Paris’in katılmayacağının kesin görüldüğünü belirtmiştir.7 Mustafa Kemal bu değerlendirmeleriyle Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve özelliklede Balkanlarda yaşanacak gelişmelere 1923’te ışık tutmuş ve Macaristan’a kardeş tavsiyesinde bulunmuştur. Lozan sonrası Macaristan’la imzalanan dostluk antlaşmasıyla başlatılmış olan diplomatik ilişkilerin ikinci adımını karşılıklı olarak elçilerin atanması takip etmiştir. 1924 yılının Şubat ayında Ankara’ya atanan Macar elçisi Lodislas Tahy 11 Mayıs 1924’te güven mektubunu ve Horty’nin özel mektubunu Mustafa Kamal Paşa’ya sunmuştur.8 Mustafa Kemal Paşa Macaristan Orta Elçiliğine Urfa milletvekili olan Hüsrev Beyi atamıştır.9 6 7 8 9 Hakimiyeti Milliye, 10 Muharrem 1342, 22 Ağustos 1339- 1923. Hakimiyeti Milliye, 10 Muharrem 1342, 22 Ağustos 1339- 1923. Çolak, age, s. 1261. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi ( BCA);Fon Kodu: 030. 18. 01. 01., Yer No: 09. 19.8 Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 89 Türkiye ile Macaristan arasındaki siyasî,ticarî,ekonomik ve sosyal ilişkiler her geçen gün daha da yoğunlaşmıştır. Karşılıklı olarak tarımsal ve hayvansal ürünlere olan ihtiyacın giderilmesi için gerekli kolaylıklar gösterilmiştir. Macaristan özellikle tarım ürünleri ihtiyacını Türkiye’den karşılarken, Türkiye’de Macaristan’dan küçük ve büyük baş hayvan ithal etmiştir.Bu ilişkiler çerçevesinde, üç kez altışar ay uzatılan Türkiye - Macaristan Ticaret antlaşması 29 Mart 1927’de onaylanmıştır.10 Yine iki ülke arasında gerek yetişmiş eleman ihtiyacını gidermek, gerekse her iki ülke topraklarında ikamet eden vatandaşların sorunlarını çözmek için 1927 yılının Şubat ayında İkâmet Antlaşması11 ile 1929 yılının Ocak ayında Hakemlik, Uzlaşma ve Tarafsızlık Antlaşması imza edilmiştir.12 2-Macaristan Dışişleri Bakanı Mösyö Walko’nun Türkiye Ziyareti Bir taraftan 1929 dünya ekonomi bunalımı diğer taraftan Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda toprak kaybeden devletlerin (Almanya, İtalya, Bulgaristan, Macaristan) politikaları, devletler arası diplomatik ziyaretleri zorunlu bir şekilde yoğunlaştırmıştır. Bu yoğunluk özellikle Balkan devletleri arasında görülmüştür. Türkiye’de bu coğrafyada yer alan bir devlet olarak, Bulgaristan, Yunanistan ve Macaristan gibi bölge devletleri tarafından dikkate alınmıştır. Bu önemseme içerisinde diğer devletlerle olduğu gibi Macaristan ile Türkiye arasında da başbakan ve dışişleri bakanları düzeyinde ziyaretler gerçekleşmiştir. Macaristan dış işleri bakanı M. Walko beraberinde eşi, genel siyasî işler müdürü Baron Apor, basın müdürü M. Dö Mariyaşı ve özel kalem müdürü M. Lö Kont Şapi ile birlikte 23 Mart 1930 Pazar günü Edirne sınırında karşılanmış, hazırlanmış olan özel trenle İstanbul’a sabah saat 9’40’da ulaşmıştır. Bakan Türkiye’ye sırf Türk dış işleri bakanı ile görüşmek için geldiğini, Ankara’da Türk hükümet yetkilileri ile görüştükten sonra basına açıklama yapacağını söylemiştir.13 Akşama kadar İstanbul’da kalan Macar bakan, dinlenip resmi temaslarını tamamlayarak akşam yemeğinden sonra Boğazda bir gezintiden sonra Haydar Paşa Tren Garı’ndan Ankara’ya hareket etmiştir. M. Walko ve yanındakiler 24 Mart 1930 sabahı Ankara’ya varmışlardır. Gelen misafirleri Ankara Garı’nda Türkiye’nin Peşte (Budapeşte) elçisi İzmir milletvekili Vasıf Bey ile birlikte Ankara’daki Macar aileler ve işçiler karşılamıştır.14 Vakit kaybetmeden ziyaretlerine başlayan M. Walko öğleden 10 BCA, Fon Kodu: 30.18.1.1, Yer no: 27.17.19 11 BCA, Fon Kodu: 30.18.1.1, Yer no: 23.27.20. 12 Soysal, age, s. 660. Çolak, age, s.1261. 13 Cumhuriyet gazetesi, 24 Mart 1930. 14 Akşam gazetesi, 25 Mart 1930. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 90 54 2009 önce Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras), TBMM Başkanı Kazım Bey ve Başbakan İsmet Paşa’yı ziyaret etmiştir. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ise misafir bakanı saat 17’de köşkte kabul etmiş ve görüşme yaklaşık iki saat sürmüştür. Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in verdiği akşam yemeğinde her iki ülkenin bakanları sırasıyla birer konuşma yapmışlardır. İlk söz alan Tevfik Rüştü Bey; geçmişten devam edip gelen ilişkiler ve dostluğa değinerek, geçen yıl yapmış olduğu Macaristan ziyaretinden oldukça memnun ayrıldığını ifade etmiştir. M. Walko ise konuşmasında Budapeşte’den kendilerine kan ve tarih bağı ile bağlı bir memlekete gittiği hissiyatı ile ayrıldığını ama bundan daha fazlasını bulduğunu ifade ederek sözlerine başlamıştır. Bir darbımesel haline gelen “Türk Macar kardeşliği” ifadesinin bu durumu tek başına izah edemeyeceğini, bunun köklerinin iki milletin yakın tarihinin son safhalarında da aramak gerektiğine dikkat çekmiştir. Her iki milletin aynı zaman diliminde milli tarihlerinin en büyük felaketlerine karşı koymak mecburiyetinde kaldıklarını bu durumun ise iki ülke arsındaki ilişkileri ebedi bir şekilde kuvvetlendirdiğini söylemiştir. Konuşmasını Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi ve Mustafa Kemal’e getirerek: “Türk milleti mevcudiyetini tehdit eden tehlikeleri yenmiştir. Ve bu muvaffakiyetlerine karşı cihanın göstermiş olduğu hayranlık, Türk milletinin yılmaz ve yorulmaz kudretine karşı gösterebileceği en iyi ihtiram olmuştur. Gazinin dehası ve ulvi vatanperverliğiyle yaratmış olduğu yeni Türkiye’nin doğuşu ve tecrübeli devlet adamlarının akılâne idaresi altında bütün alanlarda memleketin göstermiş olduğu inkişaf, bütün milletler için misal teşkil edebilir.”15 diyerek sürdürmüştür. Dış siyaset ile ilgili olarak ise Macaristan’ın milletler arasında adaleti yerleştirmek prensibinin olduğunu, Türkiye’nin şerefli bir barışı gerçekleştirmesinden dolayı da takdir ettiklerini hatırlatmıştır. 1929 yılında iki ülke arasında imzalanan Bitaraf, Uzlaşma ve Hakem Antlaşmasının Macar halkında sadece şekli bir memnuniyet değil, iki milleti birleştiren siyasî amaçlara doğru atılmış bir adım olarak kabul edilmesinden kaynaklandığını, Macar milleti’nin Türkiye’nin ilerlemesini dikkatle ve samimiyetle takip ettiğini, gerçek bir kardeş hissiyle şanlı bir gelecek temenni ettiğini söyleyerek konuşmasını tamamlamıştır.16 Macar heyetinin Ankara’daki ilk günleri bu şekilde geçmiş olup ertesi gün Etnografya Müzesi ve Türk Ocağı gezilmiştir. Türk Ocağı başkanı Hamdullah Suphi Bey ve ocak heyeti misafirleri karşılamıştır. Hamdullah Suphi veciz 15 Hakimiyeti Milliye, 25 Mart 1930; Cumhuriyet, 25 Mart 1930; Ayın Tarihi, Aylık Siyasi Mecmua, C.22, Nisan 1930, S. 73, s. 6024-6026. 16 Hakimiyeti Milliye, 25 Mart 1930; Cumhuriyet, 25 Mart 1930; Ayın Tarihi, Aylık Siyasi Mecmua, C.22, Nisan 1930, S. 73, s. 6024-6026. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 91 bir konuşma yapmıştır. Yaptığı bu veciz konuşmanın girişinde şu ifadeler yer almıştır: “ Türkiye’ye gelir gelmez yaptığınız açıklama Türk milletine nasıl bir kardeşlik hissi ile temas ettiğinizi hepimize öğretmiştir. İşte köklerini asli ırkınız gibi Turan topraklarına salmış olan Türk Ocakları da bugün size daha az derin olmayan bir his ile hoş geldin demişlerdir... ‘Nazır beyefendi, bugün ise birtakım hadiselerin madden bizden uzaklaştırdığı fakat uyanan milli vicdanların her zamankinden daha fazla yaklaştırdığı millet şahsında selamlamakla hususi bir bahtiyarlık duymaktayım.’ Hamdullah Suphi konuşmasının devamında Türk için Macar milletinin ne ifade ettiğini ise: ‘...Türk için Macar milleti, adetçe kendinden birçok kereler üstün milletlerin arasında ve zamanların önüne yığdığı fenalıklara rağmen mağrur şahsiyetini pürüzsüz muhafaza edebilmiş olan erkek ve kahraman ırktır…”’ diyerek samimi duygularını dile getirmiştir. Türk milletinin Macar milleti için beklentilerini şu cümlelerle dile getirmiştir: “Ve biz eminiz ki, Avrupa’nın ortasında yiğitçe duyguların ve ulvi fikirlerin sahibi olan Macarlar en esaslı halleri ve vasıfları dolayısıyla lâyık oldukları parlak geleceğe doğru yükselmekte devam edeceklerdir. ‘Türk Ocağı’ndaki topluluk huzurunda yapılan konuşmanın ilerleyen kısmında, Türk - Macar ilişkilerinin siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik tarafına da değinen Hamdullah Suphi özellikle Türk Ocağı’nın Macar cemiyetleri ile ilişkilerinin gelişerek devam ettiğini, Macar bilim adamlarıyla daha da sıkı bir temas halinde olduklarını hatırlatmıştır. Hamdullah Suphi konuşmasının sonunda Macar bakana şöyle seslenmiştir: ‘… Memleketinize döndüğünüzde Macar dostlarıma ve kardeşlerime deyin ki; biz onlara kalpten bağlıyız ve onların felaket ve saadetleri bizim felaket ve saadetimizdir….’17 Bu konuşma sonrası söz alan M. Walko, Hamdullah Suphi’ye içten ve samimi duygu ve düşüncelerine teşekkür etmiş, konuşmasına şöyle devam etmiştir: ‘...Sizden isteyeceğim bir şey varsa, o da ocağınızın bir araya topladığı binlerce Türk nezdinde (kuvve-i iradesine) ve Türk dehasının yaratma kabiliyetine karşı duyduğum hayrete tercüman olmaklığınızdır…’ Macar bakan Türk milletinin amaçlarına ulaşacağını, Türk - Macar cemiyetlerinin yoğun çaba harcadıklarını, kendisinin de destek ve teşvik için gayret göstereceğini, Macaristan’daki Türklerle aralarındaki kardeşliğin ve dostluğun kuru bir sözden ibaret olmadığını Türkiye’ye ispat edeceğini bilhassa vurgulayarak konuşmasını tamamlamıştır.”18 17 Hakimiyeti Milliye, 27 Mart 1930. 18 Hakimiyeti Milliye, 27 Mart 1930. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 92 54 2009 M. Walko’nun Ankara’ya ulaştığı 24 Mart günü, Hakimiyeti Milliye gazetesinde Zeki Mesut “Gündelik” adlı köşesinde, “Türk Macar Dostluğu” başlıklı bir makale kaleme almıştır. Zeki Mesut bu yazısında; devletlerin dostluklarının birçok etkene bağlı olarak geliştiğini bunlardan en önemlisinin menfaatler olduğunu yazmıştır. Türk ve Macar dostluğunun ise bununla beraber, millî hislerle daha kuvvetli ve samimi bir şekilde kurulup geliştiğini yazmıştır. Aynı ırka mensup olmanın iki milleti birbirine yaklaştırdığını, birçok noktadan aynı seciye ve fazilete sahip olduklarını ve yalnızca bu noktaların bile iki devlet arasındaki dostluğu yaratmış olduğunu dile getirmiştir. Zeki Mesut yazısında, Birinci Dünya Savaşı ve sonrası gelişmeleri de ele alarak, Orta Avrupa’da dengenin ve statükonun temel taşlarından birinin Türkiye - Macaristan dostluğu olduğunu hatırlatmış, savaş sonrası birliği parçalanan Macaristan’ın iyi bir enerji ile ve özellikle de Amiral Horthy’nin liderliğinde bu sorunlarını başardığını vurgulamıştır. Yazısını şu ifadelerle tamamlamıştır: “Başvekil Kont Bethlen ve Hariciye Nazırı Walko yaralı fakat kuvvetli bir milletin mukadderat ve ideallerini, beynelmilel siyasetin bin bir türlü güçlükleri içinde güzel idare eden Macar vatanperverlerdir. Bugünlerde misafirimiz olan Macar Hariciye Nazırı, Türklerin bu taktir hislerini daha yakından görüp anlayacaktır. Kalp Kalbe karşıdır…..”19 Macar Dışişleri Bakanı M. Walko 27 Mart 1930 günü otomobille Ankara’yı gezmiş, müze ziyaretinde bulunmuş, akşam trenle İstanbul’a hareket etmiştir. İstanbul’da bakanı vali ve belediye vekili Fazlı Bey karşılamıştır. Öğleden sonra İstanbul’da camileri gezen Macar bakan aynı günün akşamı trenle Macaristan’a hareket etmiştir.20 Hareketinden önce Anadolu Ajansı’na açıklama yapmıştır. Türk basınında “Macar Dostumuz Gitti” başlıkları yanında, “M. Walko Mühim Beyanatta Bulundu” başlıkları da yer almıştır. M. Walko yapmış olduğu açıklamada; Türkiye’de hayret ve takdirle görülen faal ve yaratıcı mesai karşısında son derece mutlu olduklarını açıklayarak, Türkiye’nin her tarafında gördükleri kardeş ve samimi kabulden hararetle memnuniyetini dile getirmiştir. Yapmış olduğu ikili görüşmelerin iki millet arasındaki ilişkilerin başlı başına gelişmesi için olumlu etki yapacağı ümidini taşıdığını, Macar Türk kardeşliğine dayanan Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması’nın mevcut iki ülkenin siyasî ilişkilerini kuvvetlendirdiğini ve ihtiyaçları tamamen giderdiğini söylemiştir. Kültürel konuların kuvvetlendirildiğini, kan ve tarih bakımından en yakın milletlerden biri olan Türk milleti ile ilgili kendi vatandaşlarının araştırmalar yapmaları için elinden gelen 19 Zeki Mesut, “ Türk Macar Dostluğu”, Hakimiyeti Milliye, 24 Mart 1930. 20 Cumhuriyet, 27 Mart 1930. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 93 desteği sağlayacağını, ekonomik anlamda iki ülke ilişkilerinin her geçen gün geliştiğini ve ticarî ilişkilerin ciddi bir artış gösterdiğini söylemiştir. Son söz olarak Mustafa Kemal ile ilgi şu samimi kanaatlerini dile getirmiştir: “…Türk Reisi Cumhuru Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek şahsiyetlerinin üzerimde icra etmiş olduğu kuvvetli tesiri bir kere daha ehemmiyetle kaydetmek isterim. Benimle görüşme lütfunda bulundukları sırada kendilerinin gerek siyasî gerek iktisad sahadaki noktai nazarlarının vüsat ve derinliğini hayranlıkla takdir etmek imkanını elde ettim. ...Böylesine bir reisin ve diğer devlet adamlarının yetiştiren bir millet parlak bir istikbâle malik olacağından katiyen emin olabilir.”21 Macar bakan Peşte’de de Macar ajansına aynı içerikli bir açıklama yapmıştır. Macar Dış İşleri Bakanı M. Walko’nun Türkiye ziyareti beş gün sürmüştür. Bu süre içerisinde Türk basını Macar bakana oldukça fazla yer vermiş olup, gelişmeler gayet teferruatlı bir şekilde kamuoyuna aktarılmıştır. Özellikle iki milletin ırk ve kültür bağlamındaki kardeşliğine vurgular yapılmış, bu kardeşliğin karşılıklı menfaatleri korumak ve geliştirmek adına çok büyük manevi bir dinamit olduğu kanaati her iki taraf yetkililerince de açıklanmıştır. Türk basınında haber boyutunun dışında köşe yazarlarından Zeki Mesut’un bir değerlendirme yazısı kaleme aldığı gözlenmektedir. Macar bakan ülkesine gayet memnun bir şekilde, yapılan görüşme ve anlaşmalarla diplomatik başarıları gerçekleştirmiş olmanın mutluluğu içinde dönmüştür. 3- Macaristan Başbakanı Kont Bethlen’in Türkiye Ziyareti Aslında 1930 yılı Türkiye için özellikle Balkan devletleri tarafından diplomatik ziyaretlerin yapıldığı bir yıl olmuştur. Macar Dışişleri Bakanı M.Walko’dan yedi ay sonrada Macar Başbakan Kont Bethlen Türkiye’ye diplomatik bir ziyarette bulunmuştur. Hatta bu ziyaret Yunanistan Başbakanı Venizelos’un ziyaretleriyle aynı günlerde gerçekleşmiştir. Böylesine önemli iki başbakanın ziyaretleri ister istemez Türk basınında hak ettiği yankıyı uyandırmıştır. Macar Başbakanın ziyareti üç gün öncesinden Türk basınında haber olmaya başlamıştır. 25 Kasımdan itibaren verilen haberlerde hangi gün Türk topraklarına ayak basacağı, saat kaçta nerde ne zaman olacağı, İstanbul ve Ankara programı oldukça teferruatlı bir şekilde Türk basınında yer almıştır. Macaristan Başbakanı Kont Bethlen ülkesinden ayrılmak için trene binerken şu açıklamada bulunmuştur: “...Cumhuriyetin yedinci senesi kutlamalarında Türkiye’ye giderek Gazi Hazretlerini Macar milleti adına selamlamaktan istisna bir haz duyacağım, iki ülkeyi ilgilendiren işler hakkında görüşmek, Türk - Macar 21 Cumhuriyet, Hakimiyeti Milliye, Akşam, 29 Mart 1930; Ayın Tarihi, Aylık Siyasi Mecmua, C. 22, Nisan 1930, S. 73, s. 6029. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 94 54 2009 Ticaret Antlaşması’ndan sonra muallakta kalmış olan bazı iktisadî meseleleri katî olarak tenvir (aydınlatma) eylemeğe fırsat bulacağımı ümit etmekteyim..”22 Bu açıklama Kont Bethlen’in ziyaretindeki kamuoyuna dönük tarafının ticarî ve iktisadî meseleler olduğunu ortaya koymaktadır. 27 Ekim 1930’da İstanbul’a trenle gelen Kont Bethlen askeri törenle Sirkeci’de İstanbul Valisi Muhittin Bey, Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa, İstanbul Polis Müdürü Ali Rıza Bey tarafından karşılanmıştır. İstanbul Valisini ve Kolordu Komutanını makamlarında ziyaret eden Bethlen şehri gezdikten sonra akşam saat 19’30 da yine özel trenle Ankara’ya hareket etmiştir. Ankara’da 28 Ekim sabahı saat 11 civarlarında Başbakan İsmet Paşa ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey tarafından karşılanmıştır. Ankara İstasyonu’ndaki karşılamada istasyon Türk ve Macar bayrakları ile süslenmiş, askeri kıta tarafından selamlanmış ve halk tarafından coşkuyla karşılanmıştır.23 Kont Bethlen protokol gereği resmî ziyaretlerini yapmış, öğlen Tevfik Rüştü Bey’in, akşamda İsmet Paşa’nın onuruna verdiği akşam yemeğine katılmıştır. Bu sırada Türkiye ziyaretinde bulunan komşu ülke Yunanistan Başbakanı Venizelos ve Dış İşleri Bakanı Mihalakopulos da yemekte yer almıştır. Bu arada Türk hükümeti tarafından bir resmî açıklama yapılmıştır. Bu açıklamada Macar Başbakanın Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin davetlisi olarak Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılmak için üç günlüğüne Ankara’ya geldiği bildirilmiştir. Bu ziyareti Yunan başbakan ve dışişleri bakanının ziyaretine de tesadüf ettiği dile getirilmiştir.24 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılan misafir devlet başkanları Mustafa Kemal ile beraber törenleri izlemişleridir. Törenden sonra Ankara Palas’a geçen Kont Bethlen Akşam gazetesi muhabirinin gözlemleri ile ilgili sorusuna; Türklerin Macarları sevdiğini bildiğini ancak bu kadar fazla bir muhabbeti tahmin etmediğini, bu sevgi ve muhabbete müteşşekir olduğunu ifade ederek, Yunanistan Başbakanı Venizelos ile tesadüfen burada karşılaştığını, hiçbir ortak görüşmenin olmadığını, Türkiye ile genel siyasî konularda görüş alış verişinde bulunduğunu ve iki ülke arasında çok özel görüşmeye sebep olacak bir konunun olmadığını vurgulamıştır. Akşam gazetesi muhabiri ile bu görüşme devam ederken otel odasının balkonundan içeri gelen “Yaşa Varol!“ alkışlı tezahüratları karşısında balkondan bakan Macar Başbakan “Gazi Gidiyor” diyerek şu cümleyi ilave etmiştir: “Çok Büyük 22 Hakimiyeti Milliye, 27 Teşrinievvel (Ekim) 1930, Cumhuriyet, 27 Teşrinievvel 1930. 23 Akşam, 28-29 Teşrinievvel 1930. 24 Milliyet, 29-31 Teşrinievvel 1930. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 95 Adam, Bahtiyarsınız!”. ifadesiyle kendinden önce Türkiye’yi ziyaret eden dışişleri bakanı M. Walko gibi Mustafa Kemal karşısında hayranlığını ve kıskançlığını gizleyememiştir. Muharrem Feyzi Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, Kont Bethlen’in bu ziyaretini tahlil eden bir yazı kaleme almıştır. Muharrem Feyzi tahliline, Avrupa siyasetinin iki önemli şahsiyeti Macar ve Yunan başbakanlarının aynı anda Türkiye’de bulunmalarının önemli bir siyasî hadise olduğunu belirterek başlamıştır. Muharrem Feyzi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Macaristan’ın Avusturya’dan kurtulmasına rağmen, Trianon Antlaşması ile topraklarının onda yedisini kaybettiği, üç milyon Macar’ın vatansız kaldığı, yüklü miktarda savaş tazminatı gibi çok ağır şartlarla yüz yüze bırakılmasının sebebinin, Türk ırkından olmalarından başka bir şeyle izah edilemeyeceğini hatırlatmış ve bu durumun Avrupa devletlerinin Macaristan’ın siyaseten önemi olmayan bir devlet olarak görmelerinin yaratıcısı olduğu kanaatini ortaya koymuştur. Muharrem Feyzi bu olumsuzluklara rağmen Macaristan’ın on yılda yeniden hareketlenerek gelişme gösterip Avrupa politikasında ikinci derecede önemli bir devlet durumuna geldiğini, İtalya ile sıkı Lehistan ile derin bir tarihî dostluğu olduğunu, Romanya ve Yugoslavya ile iktisadî konferanslarla ilişkilerini kurduğunu sıralayarak bütün bunların yaratıcısı Macar liderler hakkında şunları dile getirmiştir: 25 “…Naibi hükümet Amiral Horthy ile başvekil Kont Bethlen’in siyasî dirayet ve kifayetleri de Macar milletinin dar vakitlerinde ve karanlık günlerinde imdadına yetişmiş ve bu yüksek millete rehberlik etmiştir. Kont defalarca Avrupa başkentlerini ziyaret etmiş Cenevre toplantılarında bulunmuş ve nereye gittiyse Macaristan’ın şerefini ve ehemmiyetini yükseltti…”26 Muharrem Feyzi yazısının devamında iki milletin ortak tarihî geçmişini hatırlatılarak, Birinci Dünya Savaşı’nın iki milletin birbirinin kıymetini daha iyi anlamalarına sebep olduğunu ve Ankara ziyaretinin dünya siyaseti bakımından dikkate değer ve iki ülke siyasî ilişkileri açısından ilk ve önemli bir adım olarak; birinin Balkanlarda diğerinin Avrupa’da siyasî, iktisadî ve coğrafî olarak gayet önemli bir stratejiye sahip Türk ve Macar milletleri arasındaki yakınlaşmanın, barış düşmanları için daima bir tehdit oluşturacağı yorumunu yapmıştır.27 Macar başbakan Türkiye’den ayrılmadan bir gün öncede Yarın gazetesi muhabirini kabul etmiş ve ziyareti ile ilgi açıklamalarda bulunmuştur. Kont 25 Akşam, 31 Teşrinievvel 1930. 26 Cumhuriyet, 28 Teşrinievvel 1930. 27 Cumhuriyet, 28 Teşrinievvel 1930. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 96 54 2009 Bethlen ilk önce hakim ve uzak görüşlü liderlerle, geleceğinden ve liderlerinden emin, çalışkan, kanaatkar ve birlik içerisinde olan milletlerin başarılı olmasının kaçınılmaz olduğu değerlendirmesi ile sözüne başlamıştır. Sonra sözü Türkiye’ye getirerek, amaçlarının, hedeflerinin gerçekleşmesi için en doğru yolda yürüdüğünü gördüğünden dolayı çok mutlu olduğunu, bu kanaatinin sadece aynı ırktan olmaktan kaynaklanan duygulardan doğmuş olmadığını, Türkiye’yi ziyaret eden diğer şahsiyetlerinde aynı tespitlerde bulunduğunu hatırlatmıştır. Türkiye’nin yakındoğuda güçlü ve gelişmiş bir ülke olarak yerini almasında Macaristan’ın büyük menfaatlerinin olduğunu, iki ülkenin ortak menfaatlerinin olduğu yerlerde Türkiye’nin en güçlü barış ve siyasî denge devleti olarak algılanması gerektiğini hiç kimsenin inkar edemeyeceğini ilave etmiştir. İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Beyle yapmış olduğu görüşmelerden gayet memnun olduğunu, görüşmelerin derin dostluk ve kardeşlik havası içerisinde geçtiğini söyleyerek; iki ülkeyi ilgilendiren iktisadî ve siyasî bütün meselelerin en ince ayrıntısına varıncaya kadar tartışılıp konuşulduğunu, tartışılan ve incelenen konularda her iki ülkenin hükümet yetkilileri arasında tam bir fikir birliği olduğu intibasına sahip olduğunu ilave etmiş ve iki kardeş millet arasındaki bağların güçlendirilmesine hükümetlerin devam etmesinin gayet normal olduğunu söylemiştir. Kont Bethlen bu ziyaretinin Yunanistan Başbakanı Venizelos’la aynı anda gerçekleşmesinin hiçbir özel gayesi ve herhangi bir devletin aleyhinde olmadığını, özellikle yabancı basının yorumlarının yanlı ve yanlış olduğunu bu durumun tamamen bir tesadüf olduğunu özellikle vurgulamıştır. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in yüksek şahsiyetlerinin kendi üzerinde pek derin bir etki bıraktığını, Macar milletinin selam ve saygılarını millî bir bayram günü kendisine iletme fırsatı bulmuş olmaktan dolayı kendisini çok mutlu hissettiğini söylemiş ve sözlerine şöyle devam etmiştir: “...Millî kuvvetin daimi surette artmakta olduğunu ve birçok terakkiler temin ettiğini hayranlıkla görmek imkanı tahakkuk eden millî bayram günü münasebetiyle yapılan ihtişamlı merasim esnasında ve bu merasimin çerçevesi içinde Türkiye’yi yeniden tanzim tensik eden Reisicumhur Hazretlerinin yüksek siması çok daha büyük ve kudretli bir hal ve şekil iktisat etmiştir…”28 Söyleşinin bundan sonraki bölümünde Macar Başbakan Türk milletine ve hükümetine göstermiş oldukları kardeşçe kabulden dolayı teşekkür etmiş, son söz olarak Türk basınının da büyük bir gelişme gösterdiğini söyleyerek basından bir ricada bulunmuştur. Bu da kendi şahsına gösterilen dostluk ve 28 Yarın gazetesi, 2 Teşrinisani (Kasım) 1930. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 97 iyi niyetin aynısının Macar milletine gösterilmeye devam etmelerini istemesi olmuştur.29 Macar Başbakan’ın Türkiye seyahati kendi ülkesinin basınında yoğun bir ilgiyle takip edilmiştir. Macar basını başbakanlarının Türkiye seyahatini olduğu gibi sayfalarına taşımıştır. Macar basınındaki değerlendirme ve yorumlar Türk basınında da yer almıştır. Akşam gazetesi “Macar Gazetelerin Neşriyatı” başlığını atarken, Hakimiyeti Milliye “Türk Macar Dostluğu ve Macar Gazeteleri”, Cumhuriyet gazetesi “ Macarlar ve Biz” gibi başlıklarla bu konuyu sayfalarına taşımışlardır.30 Özellikle Macar gazeteler İsmet Paşa’nın Kont Bethlen onuruna verdiği akşam yemeğindeki yapmış olduğu konuşmayı yayımlayarak, İsmet Paşa için “...İsmet Paşa’nın şahsiyeti Ankara’da söylenen nutukların ehemmiyetini gösterir. İsmet Paşa İtilaf devletlerine galebe çalan Türk ordusunun ve Lozan heyeti murahhasasının reisidir…”31 yazarak yaptığı konuşmanın göz ardı edilemeyecek kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Macar basınından Nemresmi Peşti Hirlap Gazetesi, Kont Bethlen’in Türkiye’de karşılanması ve ağırlanmasının uluslar arası diplomatik ziyaretlerde yapılan uygulamanın çok çok üstünde olduğunu yazmıştır. Değerlendirmesine devam eden gazete, doğunun büyük devleti olarak tanımladığı Türkiye’nin Gazi Mustafa Kemal’in yapmış olduğu inkılâplar sayesinde dünya siyasetinde bir yer edindiğini dile getirirken İsmet Paşa’nın ise konuşmasında iki millet arasındaki siyasî bağlara önemle vurgu yaptığını belirtmiştir. Yapılan karşılama ve konuşmaların “...Samimiyeti asil mazileri ve parlak istikballeri olan iki millet arasındaki bağları gösterir” şeklinde değerlendirmiştir.32 Yine Macar basınından, Nemzeti Ujsağ Gazetesi ise bu seyahati bir başka açıdan ele almıştır. Kont Bethlen’in Türkiye ziyaretinin ve buradaki yaşanan çok samimî gelişmelerin, Macaristan’ın haklı emellerinden tehdit ederek vazgeçirmek isteyenlerin, Macaristan’ın sadece İtalya ile değil Türkiye ile de samimî ve etkili bir dostluğa sahip olduğunu görerek kanaatlerini değiştirmiş olduğudur. Burada Nemzeti Ujağ Gazetesi, Macaristan’ın Birinci Dünya Savaşı sonrası kaybettikleri konusundaki revizyonist isteklerine gönderme yaprakta dostluk ilişkilerinin kendilerine güç ve haklılık kazandırdığı yorumunu yapmıştır.33 29 Yarın gazetesi, 2 Teşrinisani (Kasım) 1930. 30 Akşam, 2 Teşrinisani 1930; Hakimiyet Milliye, 1 Teşrinisani 1930; Cumhuriyet, 5 Teşrinisani 1930. 31 Hakimiyeti Milliye, 1 Teşrinisani 1930. 32 Akşam, 2 Teşrinisani 1930; Hakimiyeti Milliye, 1 Teşrinisani 1930. 33 Hakimiyeti Milliye, 1 Teşrinisani 1930; Akşam, 2 Teşrinisani 1930. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 98 54 2009 Peşter Lloyd Gazetesi ise, Macar kamuoyunun başbakanlarının Türkiye ziyaretini samimiyetle takip ettiklerini, Türk milletinin cumhurbaşkanının iki ülke arasındaki gittikçe gelişecek,samimi ve derin ilişkilerimizin olduğu açıklamasına kayıtsız şartsız sevinçle iştirak ettiklerini sayfalarına taşımıştır.34 Kont Bethlen 30 Ekim 1930 Perşembe günü akşam özel trenle Ankara’dan ayrılarak İstanbul’a oradan da Bursa’ya gitmiştir. Uludağ’a çıkan başbakan Bursa’dan Yalova’ya oradan deniz yoluyla tekrar İstanbul’a dönmüştür. Geceyi İstanbul’da geçiren Kont Bethlen 1 Kasım 1930 Cumartesi günü ülkesine dönmüştür.35 Macaristan Başbakanı Kont Bethlen ülkesine döndüğünde Macar basın mensuplarını davet ederek Türkiye ziyareti hakkında oldukça teferruatlı ve önemli açıklamalarda bulunmuştur. İlk önce ziyaretinin sebeplerini, iki ülke arasındaki antlaşmaya dayanarak Türkiye-Macaristan dostluğunu geliştirmek, antlaşmanın içeriğine uygun olarak dış politikada ortak menfaatlerin olduğu alanlarda görüş alış verişinde bulunmak olduğunu açıklamıştır. Geçmişten örnekler sunarak her iki milletinden asırlarca birbirine karşı dostluğunu ispatladığını, bu gün ise ortak menfaatlerin olduğunu ancak bu gün takip edilen siyasetin yeni bir siyaset olduğuna dikkat çekmiştir. Özellikle Türkiye’nin değişen şartlarını ve siyasetini şu örneklerle dile getirmiştir: “1-Türkiye, öz Türk milletinin amaç ve istekleri ile uygun olmayan yabancı ırkların topraklarını muhafazası ve kendini bir çok sorumluluklar altına koyan siyasetini terk etmiştir. 2-Türkiye, dünya Müslümanları adına kendine sorumluluk ve sıkıntılar yükleyen hilafet siyasetini terk etmiştir. 3-Türkiye dış siyasetinde de bazı değişiklikler yapmıştır. 3-1 Yüz yıllardır Türkiye’nin zaaf siyasetini takip eden Rusya ile bu gün iyi ilişkiler içerisindedir. 3-2 Türkiye asırlardır ihtilaf halinde yaşadığı Yunan milleti ile barışmıştır. 4- Türkiye’nin değişen bu iç ve dış siyaseti onu Balkanlara karşı ilgisizliğe itmemiş, İstanbul’a ve boğazlara sahip olması, Türkiye’ye Balkanlar üzerinde daha güçlü bir konum sağlamıştır. Bu durum Türkiye’nin Balkanlara ilgisini mecbur kılmaktadır”.36 Bu değerlendirmelerle, Macar başbakan Türkiye’nin imparatorluk yapı ve anlayışından ulus devlet yapılanması ve anlayışı içerisindeki oluşumunun gereği olan siyasî kabullerini onaylamış ve doğrulamış olmaktadır. Hatta iki ülke arasında takip edilen siyasetler bakımından bir uyumun olduğunu, bu 34 Cumhuriyet, 5 Teşrinisani 1930. 35 Milliyet, 1 Teşrinisani 1930. 36 Milliyet, 6 Teşrinisani 1930. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 99 halin iki ülkeye dış politikalarına yön vermelerinde de bir denge oluşturduğunu belirtmiştir. Bu dış politikada ortak oluşumlar sağlamanın menfaatleri korumayı amaçladığını, başka devletlere karşı yönelmiş bir adım olmadığı, ortak menfaatlerin barışın korunması ve güçlendirilmesine hizmet ettiklerini özellikle vurgulamıştır. Kont Bethlen gazetecilerin soru sormalarına da müsaade etmiştir. Gazeteciler bu seyahatin sadece siyasî amaçla mı yapıldığını sormaları karşısında; siyasî amaçla yapılmış olmasına rağmen, iktisadî meselelerin de görüşüldüğünü, bu gezinin Macaristan’ın Rusya’ya karşı olan siyaseti ile hiçbir alakası olmadığını veya Türkiye’ye Rusya ile dostluk ilişkilerini kurmalarında yardımcı olması için gitmediğini söylemiştir. Gazetecilerin İtalya-TürkiyeYunanistan-Bulgaristan-Macaristan-Avusturya ve Almanya blokunun gerçekleşmesi ile ilgili olarak yabancı basın organlarında yer alan haberlerin zamansız olup olamadığı hakkındaki sorularına, gülerek ne lehte ne de aleyhte bir kehanette bulunmayacağı söyleyerek şu cevabı vermiştir; İtalya ile faydalarını gördüğü ilişkilerini devam ettirdiğini, Avusturya ile ilişkilerinin iyileşmekle kalmayıp daha da dostane bir duruma geldiği, Türkiye ile olan durumu açıkladığını, Yunanistan ve Bulgaristan ilişkilerin iyi olduğunu, ama bütün bunların bir ittifak veya grup oluşturmayı ifade etmediğini yapılan antlaşmalarda da böyle bir amaç bulunmadığı şeklinde cevaplandırmıştır.37 Macar Başbakanı Kont Bethlen’in Türkiye seyahati bu gelişmeler ve düşünceler içerisinde tamamlamıştır. Hatta Kont Bethlen Ankara ziyareti ile ilgi olarak, Viyana’da, Avusturya - Macaristan arasında imzalanan Dostluk ve Hakemlik Antlaşmasının şerefine verilen akşam yemeğinde Viyana elçimizle yapmış olduğu sohbette düşüncelerini; “...Avrupa’da muhtelif hükümet merkezlerine vaki olan ziyaretlerim arasında Ankara ziyareti bende en derin bir hatıra ve lâ-yezâl (bitimsiz) bir muhabbetle mümteziç (bağdaşmış, kaynaşmış) bir hissî memnuniyet bırakmıştır. Önümüzdeki baharda Başvekil İsmet Paşa ve Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Beyefendi hazerâtının Peşte’ye ziyaretlerine büyük bir hissi muhabbetle intizar (bekleme) ediyorum.”38 diyerek açıklamıştır. Macaristan’ın Türkiye elçisinin 1933 yılında hazırlamış olduğu Macaristan ile ilgili oldukça teferruatlı raporda, Başbakan Kont Bethlen’in ve Dışişleri Bakanı M. Walko’nun Türkiye ziyaretlerini de konu alan önemli yorum ve değerlendirmeler bulunmaktadır.Türkiye elçisi Macaristan’ın ülkemizle siyasi ilişkilerinin çok iyi olduğunu halende iyi olmaya devam ettiğini yazmış ancak diyerek şöyle bir değerlendirme yapmıştır: 37 Cumhuriyet, Milliyet, Hakimiyeti Milliye, 6 Teşrinisani 1930. 38 BCA, 030.10.233, 574/ 8, Tarih: 16.2.1931, Sayı: 2925. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 100 54 2009 “...Mütecavizin tarifi ile bu tarifin küçük itilaf zümresi ile tarafımızdan imzası ve Bulgaristan ile son zamanlardaki vaziyetimiz Macarlarda revizyon aleyhtarı zümreye temayül ettiğimizi husule getirmiştir. Macar başvekil ile hariciye nazırının Ankara’ya ziyaretleri ve gerek Ankara’da ve gerek İstanbul ve Tekirdağ’da haklarında gösterilen samimî hüsnükabul Macar ricalini ve dolayısı ile Macar hükümet ve milletini pek memnun etmiş ve bu seyahat Macar matbuatının çok samimî neşriyatı bize karşı dostluklarını izhara vesile olmuştur. Başvekil ve hariciye nazırının Ankara’da Reisicumhur Gazi ve Başvekil İsmet Paşa ve Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Beyefendi ile yapılan görüşmelerde, yapılan konuşmalardan ve oluşan genel durumdan, mütecavizin tarifi, Bulgaristan vaziyeti, Yugoslavya kralının ve Titulesco’nun memleketimizi ziyaretleri ile oluşan olumsuz hava kısmen kaybolsa da Hariciye Nazırı Mösyö Konya’nın ve sabık Ankara Sefiri Mösyö Tahy’nin ve bu politika zevatının Türkiye’nin revizyon aleyhtarı gruplara temayülü zannını tamamen izale etmemiş olduğunu hissediyorum. Vekaletten aldığım emir ve talimat dairesinde bu zannı izaleye her vesilede istifade edecem…”39 Türk elçisi Behiç Bey’in de ifade ettiği gibi, Macar devlet adamlarının bu ziyareti dostluğu ve kardeşliği geliştirmiş olmasına inanmalarına rağmen, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya düzeninin değiştirilmesine taraftar olmaması kanaatlerini değiştirmemiştir. Türk elçisi bu durumun düzeltilmesi için gayret edeceğini Ankara’ya bildirmesi önemlidir. Birinci Dünya Savaşı’nın en çok mağdur ettiği devletlerden biri olan Macaristan’ın, kendisi gibi aynı kaderi paylaşan Türkiye’nin de revizyonist politika grubu içerisinde yer alması gerektiği kanaatini taşıyarak, beklentilerine uygun bir cevap alamamanın sıkıntısını taşımıştır. Oysa Türkiye, Mustafa Kemal’in de açık seçik bir şekilde ifade ettiği gibi temel dış politika prensibi olarak “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışını kabul etmiştir. Türk devleti dünyayı yeni bir savaşa götürecek her türlü riskli girişim ve ilişki anlayışının karşısında olmuştur. 4- Türkiye Başbakanı İsmet Paşa’nın ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in Macaristan Seyahati Türkiye başbakanı ile dışişleri bakanının Macaristan’a yapacakları iadei ziyaret öncesi, Cumhuriyet gazetesi muhabiri Macaristan Başbakanı Kont Julius Karolyi’yle görüşerek Türkiye-Macaristan münasebetleri ile ilgili fikirlerini sormuştur. Julius Karolyi bu konuda şu açıklamalarda bulunmuştur; kendinden önceki başbakan Kont Bethlen’in Türk milletine karşı beslemiş olduğu hissiyatın aynısının kendi hükümetinin de taşıdığını, İsmet Paşa ve Tevfik 39 BCA, 030.10.232., 566.6. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 101 Rüştü Bey’in ziyaretlerinin Macaristan milleti tarafından sevinç, heyecan ve hasretle beklendiğini, bu ziyaretin iki millet arasındaki iktisadî ve kültürel ilişkileri bir kat daha artıracağından emin olduğunu söylemiştir.40 Yine bu ziyaretle ilgili olarak Macaristan’ın Türkiye elçisi M. Tahy basına şu açıklamada bulunmuştur: “Macaristan’ın büyük ve aziz misafirleri İsmet Paşa Hz. ile Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Bey’in Macaristan’ı teşrifleri esnasında Peşte’de bulunmak ve kendilerini memleketimde selamlamak bahtiyarlığına nail olmak üzere gidiyorum…Başvekil Hz. Lozan’dan sonra yaptıkları ilk Avrupa seyahatlerinde Peşte’yi de ziyaret etmeleri Macaristan için hakikî bir sevinç vesilesi olacaktır… Esasen iki memleket arasında hallolunmamış hiçbir mesele kalmamıştır. Bütün mukaveleler tam bir samimiyet ve hüsnü niyet havası içinde imza edilmiştir…”, sadece suçluların iadesi ile ilgili küçük bir durumun kaldığını, onun da Harbiye Müsteşarı Numan Beyin iyileşmesi ile iki tarafın samimiyetiyle halledileceğini belirtmiştir.41 Macaristan’ın Türkiye elçisi M. Tahy’nin de işaret ettiği gibi bu ziyaretin, İsmet Paşa’nın Lozan görüşmeleri için 1923’de gittiği Avrupa’ya yedi yıl aradan sonra ilk gidiyor olması bakımından da ayrı bir önem taşımaktaydı. O gün Avrupa’ya Türk devletinin ve milletinin bağımsızlığını ve millî sınırlarının kabulü için giderken, bu gün önemli bir siyasî ağırlığı olan, bağımsız Türk devletinin başbakanı olarak Avrupa’ya gidiyor olması oldukça dikkate değerdir.* Türk heyeti 7 Ekim 1931 Çarşamba gecesi Ege Vapuru ile Pire Limanı’ndan hareket etmişlerdir. Tiryeste’ye gidecek olan İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Bey orada İtalya devlet adamları ile görüşecekleri yazılmıştır. Yaklaşık iki gün Tiryeste’de kalan Türk heyeti pazar günü Budapeşte’ye ulaşmıştır. Türk başbakanı karşılamak için Macaristan başkentinde olağandışı bir hazırlık yapılmıştır. Başkent İstasyonu’nda büyük bir takı zafer yapılmış, her taraf TürkMacar bayrakları ile süslenmiştir. Türk başbakanı gelmeden Macar basını bu seyahati gündeme almış ve uzun uzun Türkçe makaleler yazılmıştır. Bu makalelerde iki kardeş millet olarak anılan Türk ve Macar temsilciler hakkında pek hürmetkâr ve saygılı bir dil kullanılmıştır. 11 Ekim 1931 Pazar sabahı saat 10 sularında İsmet Paşa ve yanındakiler Budapeşte’ye varmışlardır. 40 Cumhuriyet, 7 Teşrinievvel 1930. 41 Cumhuriyet, 8 Teşrinievvel 1930. * Lozan sonrası bu ilk Avrupa seyahatine İsmet Paşa önemli bürokratları da yanında götürmüştür. Bunlar: İsmet Paşa’nın özel kalem müdürü Vedit Bey, ali iktisat meclisi baş Kâtibi Nurullah Esat Bey, dış işleri I. daire umum müdürü Cevat Bey, Tevfik Rüştü Bey’in özel kalem müdürü Kemal Aziz Bey, Anakara polis müdürü Salih Bey, TBMM muhafız alayından Binbaşı Fahri ve Yüzbaşı Nazmi beyler, dahiliyeden memur Muammer, Ali Rıza, Mustafa, Sinan, Aziz, Kâşif, Mürteza beylerden oluşan bir heyetti. BCA, 030.18.01.02, 23.65.4, Tarih: 21.9.931, Sayı: 11742. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 102 54 2009 Türkiye Başbakanı, Macar Başbakanı Kont Karolyi, Dış İşler Bakanı M. Walko, Türk elçiliği yöneticileri ve hükümet yetkilileri tarafından karşılanmıştır. Halkın tezahüratı arasında ilerleyen Türk heyeti Lona Palora Oteli’ne yerleşmiştir. Macar dışişleri bakanı öğlen yemeği vermiş, sonra at yarışlarına katılan Türk heyeti akşamda operada bir tiyatro izlemişlerdir.42 Macar basını Türkiye başbakanının bu gezisine oldukça geniş yer ayırmıştır. Peşti Hirlap Gazetesi, bu ziyaretin iki ülke arasındaki sıkı dostluğu kuvvetlendirdiği kanaatini ortaya koymuştur. Usjag Gazetesi, Türk vekillerin Peşte ziyaretlerinin nezaket ziyareti olmakla kalmayıp, büyük bir siyasî ve ekonomik öneme sahip özellik kazanmakta olduğunu yazmıştır. Peşter Lloyd Gazetesi ise, dostluk ilişkilerinin başka devletlerin aleyhine yönelik olduğu yorumlarının gittikçe azaldığını, Türk-Macar ilişkilerinin bu fikirden çok uzak olduğunu ve Avrupa birliği gibi bir fikri işaret ettiğini yazarak, her iki milletin kültürel, siyasî ve iktisadî alanda antlaşma isteklerini çok güçlü bir şekilde ortaya koyduklarını belirtmiştir. Nem Zebek Gazetesi de bu ziyaretin iktisadî noktan çok önemli olduğunu, Mustafa Kemal’in dahiyane sevk ve idaresi ile kuvvet bulan Türkiye’nin dünya siyasetinde çok önemli bir unsur olacağını yazmıştır. Az Est Gazetesi, Türk ve Macar vekilleri coşkuyla selamlayarak, bu ziyaretin iki millet içinde çok verimli neticeler doğuracağını yazmıştır. Nyolcorai Usjag Gazetesi iki milletin tarihi bağlarını ve yapılan birçok antlaşmaların tarihçesini ortaya koyarak, iki milletin dostluğunun yeniden güçleneceğini, Türklerin Macarları kardeş olarak telakki ettiklerini bunu geçmişte böyle olduğu gibi bu günde böyle olduğunu yazmıştır. Magyar Arsag Gazetesi ise yakın bir gelecekte gerek siyasî gerek iktisadî en güçlü bir bağın gelişeceğini ifade etmiştir.43 Macar basını ilk günler bu değerlendirmeleri yapmış ve yapmaya devam etmiştir. Türk heyeti Macaristan’daki ikinci gün pazartesi resmî temaslarına başlamıştır.Öğlene doğru saraya davet edilen İsmet Paşa ve Tevfik Bey Kont Karolyi ile görüşmüşler onurlarına verilen öğlen yemeğinden sonra Macar Dışişleri Bakanlığına geçmişlerdir. Burada da M. Walko ile iki ülke arasındaki meseleler konuşulmuştur. Her iki ziyarette de Türkiye’nin Macaristan elçisi Behiç Bey ile Macaristan’ın Türkiye elçisi M. Tahy hazır bulunmuşlardır. Akşam yemeğinde ise iki ülkenin başbakanları birer konuşma yapmışlardır. Macar başbakan yaptığı konuşmada; Türkiye’nin 1929 ekonomik buhranına rağmen Mustafa Kemal’in dehası ve iradesi, Türk milletinin bitmek bilmeyen kuvvet ve kudreti ile başarıyla çıkmış olmasından dolayı Türkiye’ye olan hayranlığını artırdığını ve Türkiye’nin barışın ve istikrarın önemli bir unsuru 42 Yarın, Milliyet, Hakimiyeti Milliye, 8/ 9/ 10/ 11/ 12 Teşrinievvel 1931. 43 Cumhuriyet, 12 Teşrinievvel 1931. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 103 olduğunu söylemiştir. İsmet Paşa’da yaptığı konuşmada tarihî bağları ve bu süreç içerisinde Macar yöneticilerin milletleri için vermiş oldukları başarılı mücadeleyi hatırlatarak, bu gün için Macarların istikrar içerisinde ilerleme sağladıklarını, İki ülke arasındaki dostluğun merkezi ve doğu Avrupa içerisinde sağlam ve gelişen bir seyir izlediğini, iki ülkenin barış ve istikrara aşık olduklarını, ilişkilerini bu anlayış içerisinde bölge ülkelerini de kapsayacak bir şekilde devam ettirdiklerini, bu anlayışın önemli ve dikkate değer olduğunu belirterek konuşmasını bitirmiştir. Türk heyetinin bu gezisine geniş yer ayran Macar basını, iki başvekilin yapmış olduğu bu konuşmaya da yer vermiştir. Peşte Lloyd ve Nyolcorai Usjag gazeteleri İsmet Paşa’nın yapmış olduğu konuşmaya büyük bir samimiyet ve coşkuyla yer vermişlerdir.44 Cumhuriyet gazetesinin baş yazarlarından Yunus Nadi de, gazetesindeki köşesinde “Budapeşte’den İlk İntibalar” başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Hayli uzun olan bu yazıda ilk önce Budapeşte şehri ile ilgili bilgi verilmiştir. Sonra Macarların krallıkla idare edilmeleri üzerine ve tarihî süreçle ilgili bir değerlendirme yapılmıştır. Yunus Nadi Macarların Birinci Dünya Savaşı’yla bağımsızlıklarına kavuştuklarını ancak barışa elleri kolları kesik, vücutlarının şuraları buraları parçalanmış olarak kavuştuklarını yazmıştır. Bu barışın bağımsızlık getirmesine rağmen Macarların birliğini param parça etmesinin asıl acı veren taraf olduğunu söylemiştir. Macaristan’ın barıştaki adaletsizliği en iyi şekilde yaşadığını ve bunu Macar halkının çehrelerinde görmenin mümkün olduğunu yazarken Macar halkının derdinin büyük ve derin olduğunu özellikle vurgulamıştır. Dünya ekonomi buhranının en çok etkilediği ülkelerden biri olan Macaristan’ın durmadan hükümet değiştirmesini de suyu geçerken at değiştirme benzetmesiyle eleştirmiştir. Yunus Nadi Macar hükümet başkanlarını da ele alarak, dirayetli Bethlen’in gittiğini yerine gayretli ve marifetli Karolyi’nin geldiğini ancak sorunların bitmediğini ve kalmaya devam ettiğini, Macar halkının moralini de bu durumun etkilediğini ancak kuvvetli ve çalışkan meziyetleri ile Macar halkının bu karanlığı yürüyeceğinden emin olduğunu yazmıştır.45 Türk heyeti 14 Ekim 1931 Çarşamba günü sabah Budapeşte’den ayrılarak trenle 6 saat süren bir yolculukla Macaristan’ın belki de merkezi Avrupa’nın hayvan yetiştirilen en büyük ve modern harası olan Merpar Ges’e gitmişlerdir. Burada devlet çiftliğinin her tarafını büyük bir ilgi ile gezip inceleyen İsmet Paşa yetkililerden geniş bilgi almıştır.46 Türkiye Macaristan’ın bu hayvan yetiştiriciliğindeki sahip olduğu bilgi ve donanımdan her zaman fayda44 Cumhuriyet, 13 / 14 Teşrinievvel 1931. 45 Cumhuriyet, 16 Teşrinievvel 1931. 46 Cumhuriyet, 14 Teşrinievvel 1931. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 104 54 2009 lanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Arşivleri bu konuda yüzlerce bilgi ve belge barındırmaktadır. Türk heyeti çarşamba günü akşamı, Macar devlet yetkililerinin hemen hapsinin bulunduğu kalabalık bir protokol tarafından uğurlanmıştır. İsmet Paşa ayrılmadan kısa bir süre önce Macar basın mensuplarını kabul ederek açıklamalarda bulunmuştur. Bu gezinin iki ülke arasındaki ticarî ve siyasî ilişkileri iki millet lehine geliştirdiğini, Tuna yolları vasıtasıyla yapılacak nakliyat meselesinin halledilmesinin de bu ilişkilerde önemli bir payı olduğunu, ticaret eşyasının ithalat ve ihracatının ise detaylı bir incelemeye tabi tutulacağını, Macaristan’ın Türkiye’ye mensucat orotiası, ziraat aletleri ve diğer eşyaları ihraç edebileceğini, Türkiye’nin de Macaristan’a kömür, pamuk ve diğer önemli malları ihraca hazır olduğunu açıklamıştır. Dış siyasette ise barış sağlamak ve korumak konusundaki göstermiş oldukları arzuyu yinelemiştir. Tevfik Rüştü Bey de basın mensuplarına yaptığı açıklamada; Türkiye’nin imzalamış olduğu antlaşmalardan dolayı imza ettiği hiçbir şeyden geri durmadığını, taahhütlerini her zaman yerine getireceğini fakat Türkiye’nin görüş alış verişinde bulunmadan yapılan girişimler ve antlaşmalarda hükümetinin hiçbir şekilde sorumluluk ve tahammül göstermeyeceğini açıkça söylemiştir.47 Basın açıklaması sonrası Türk heyetini götürecek olan tren hareket etmiştir. Venedik’e kadar trenle giden heyet orda bekleyen Ege Vapuruyla Türkiye’ye dönmüştür. Sonuç Türk ve Macar devlet başkanlarının, bakanlarının karşılıklı yapmış oldukları ziyaretler her iki ülke basınında büyük bir heyecan ve coşkuyla yer almıştır. Türk basınında çıkan haber ve yorumlardan hareketle yapılan çalışmada şu değerlendirmeleri yapmak mümkün olabilir: Türk basını karşılıklı yapılan bu ziyaretlere geniş yer ayırmıştır. Haber ve yorumlar yapılmaya çalışılmıştır. Ancak basındaki bilgilerden yapılan görüşmelerin özel boyutlarını ve derinliğini öğrenmek mümkün olmamıştır. Yalnız devlet yetkililerinin yapmış oldukları açıklamalar ve konuşmalardan en azından iki devlet arasındaki sorunların ve yaklaşımların, dostlukların hangi boyutta olduğunu öğrenme ihtimali mevcuttur. Türk ve Macar devlet adamları bu anlamda oldukça samimi ve içten hareket ettikleri, “Türk - Macar kardeşliği” cümlesinin bu ziyaretlerin temel ifadesi olduğu gözlenmiştir. Türk basınına yansıyan veya yansıtıldığı kadarıyla 1930-1931 yılarında gerçekleşen bu seyahatlerin özellikle 1929 dünya ekonomi krizi içerisinde gerçekleşmiş olması görüşmelerin ağırlığını ticaret ve ekonomi oluşturmuştur. Özellikle bu krizden en çok etkilenen devletlerden biri olan Macaristan, 47 Cumhuriyet, 15 Teşrinievvel 1931. Türk - Macar Diplomatik Ziyaretlerinin Türk Basınına Yansımaları (1930-1931) 105 Türkiye’den ziraat ve tarım ürünleri ihtiyacını gidermek için bu diplomatik ziyaretleri fırsat olarak kullanmıştır. Yine bu ziyaretler, Birinci Dünya Savaşı sonrası, Avrupa ve Balkanlarda devletlerin kendilerine dost ve müttefik aradığı, savaşın sonuçlarını kabullenme veya değiştirme hedeflerine göre yeni bir yapılanmanın oluştuğu bir sürece denk gelmesi bakımından da önemlidir. Macaristan Balkanlarda Küçük İtilâf* ve Balkan Antantı oluşumları rahatsızlığını hissettirirken diğer taraftan Türkiye’nin destek ve dostluğunu devam ettirme amacını taşıdığını görmek mümkündür. Türk basınındaki yer alan haber ve yorumlarda ağırlıklı olarak Türk ve Macar milletlerinin tarihî dostluğu ve kardeşliği uzun uzun işlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda aynı cephede yer almamız, ortak kaderi paylaşmamıza vurgu yapılarak iki ülke arasında hiçbir sorunun olamadığını, var olanların ise çözüme kavuşturulduğu yer almıştır. Macar devlet adamlarının yapmış oldukları konuşmalarda veya Türk basınına yapmış oldukları açıklamalarda, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in büyük bir lider olduğunu ve kendisinden ciddî anlamda etkilendiklerini, Türk milletinin bu anlamda şanslı olduğunu açıkça söylemişlerdir. Türk Ocağı’nın Macaristan’daki kültür dernekleri ile ortak çalışmalar yürüttüğü, Macar bilim adamlarından faydalanmak için girişimler içerisinde olduğu basına yansırken, Macar devlet adamları bu ilişkileri geliştireceklerine de söz vermişlerdir. Gazetelerin köşe yazılarında Türk-Macar dostluğunun sadece menfaatlerden kaynaklanmadığı, millî hislerin ve tarihî geçmişin daha çok etkili olduğu vurgulanmıştır. 1930-1931 yıllarının Macarların yaralı fakat kuvvetli bir millet olduğu Türk gazete yazarları tarafından dile getirilmiştir. Bu yaralı ifadesi özellikle ekonomik sıkıntılar, savaştan dolayı kaybedilen topraklar ve parçalanmış bir nüfus anlamında kullanılmıştır. Macaristan’ın içinde bulunduğu bu sıkıntılardan Dışişleri Bakanı M. Walko ve Başbakan Kont Bethlen ve Bethlen sonrası başbakan olan Karolyi’nin sayesinde kurtulacağı ümidi dile getirilmiştir. Türk basınında Kont Bethlen’in gezisi sırasında yapılan bir değerlendirmede; Birinci Dünya Savaşı sonrası Macaristan’a gösterilen acımasız tavrın ve imzalattırılan antlaşmanın sebebini Macarların Türk olmasından kaynaklandığını başka bir sebep aramamak gerektiği yazılmıştır. Avrupa dev* Küçük İtilâf: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun mirasçısı devletler Yugoslavya, Çekoslovakya ve Romanya tarafından ortaya çıkarılmış sonra Fransa’nın nüfuz ve önderliğine girmiş, I.Dünya Savaşı sonrası kurulan statüyü korumak amacıyla oluşmuş bir ittifaktır. 54 2009 İhsan Sabri BALKAYA 106 54 2009 letlerinin Macaristan’ı siyasî olarak önemsemedikleri bir devlet muamelesi yaptıkları ifade edilmiştir. Bu değerlendirmeleri yapan basının yaklaşımını yabana atmamak gerekir. Özellikle Macar yetkililer, Türkiye’yi Balkanlar ve Avrupa için barışın ve siyasî dengelerin koruyucu bir güçü olarak görmüşlerdir. Bu düşüncelerini basınla açıkça paylaşmışlardır. Bu diplomatik ziyaretlerin basına yansımaları şunu da ortaya çıkarmıştır ki, Türk dış politikası özellikle cumhuriyet dönemi iyi takip edilmektedir. Kont Bethlen Türkiye dönüşü kendi basınına yapmış olduğu açıklamalarda bunu maddeler halinde sıralamıştır. Bu yaklaşımı yukarıda ilgili başlık altında görmek mümkündür. Türkiye Başbakanı İsmet Paşa ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in Macaristan seyahati vesilesiyle Türk gazetelerinde yapılan bir yorumda; Macar halkının birliğinin parçalanmışlığı ve yaralarının derinliği dile getirilmiştir. Ancak en çok dikkat çeken yorum, Macarların bu sıkıntılı dönemde sıkça hükümet değişikliği yaşadıklarını bunu da “Su geçerken at değiştirilmez” Türk ata sözü ile eleştirildiği dikkat çekmektedir. Bu yapılan seyahatler iki ülke basının birbirine karşı daha dostane ilişkiler kurmalarını sağladığı gibi, her iki ülke basını yapmış oldukları dostane ve içten, coşkulu yayınlarla tarihi dostluğu daha da kuvvetlendirmişlerdir. Türk ve Macar devlet başkanları ve bakanları düzeyinde yapılan bu ziyaretlerle; özellikle Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı sonrası statükonun korunması anlayışı içerisinde diğer balkan ülkeleri ile de yakın ilişkiler kurması, Bulgaristan gibi revizyonist politikayı benimseyen Macaristan’ın rahatsızlığını oldukça asgariye indirmiştir. Kaynaklar Arşiv: 1-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Gazeteler ve Süreli Yayınlar Hakimiyeti Milliye, Cumhuriyet, Milliyet, Yarın, Akşam, Ayın Tarihi. Eserler 1- Armaoğlu, Fahir (1987), 20. Yüz Yıl Siyasî Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, s.180. 2- Çolak, Melek (2005), “Türk - Macar İlişkileri ve Macaristan’ın Türk İnkılâbına Bakışı (1919-1938)”, Beşinci Uluslar arası Atatürk Kongresi 8-12 Aralık 2003 Bildiriler, Atatürk Araştırma Merkezi , Anakara, s. 1255-1259. 3- Dilan, H.Berke (1998), Siyasi Tarih 1914-1939, Alfa Yayınları, İstanbul, s.61. 4- Eckhart, F. (Çeviren: İbrahim Kafesoğlu) (1949), Macaristan Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s. 7-11. 5- Soysal, İsmail (1989), Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, s.656. Kırgızistan’ın Özkent Şehrinde Serahsî’ye Atfedilen Mezar Nusret ÇAM* ÖZ Kırgızistan’ın Özkent şehri tarihî eserleriyle ünlüdür. Bu kentte Karahanlılar zamanında Şemsü’l Eimme olarak şöhret bulan meşhur fıkıh alimi Ebu Bekr Muhammed ibn-i Ebi Sehl es-Serahsî yaşamıştır ve muhtemelen 1096’da vefat etmiştir. Şehirde Serahsî’ye atfedilen bir mezar bulunmaktadır. Serahsî’nin mezar taşının Sovyetler zamanında Ruslar tarafından Petersburg’a götürülmüş olduğu da söylenmektedir. Ancak, söz konusu mezarda yeni yapılmış veya yeni tamir görmüş tuğladan bir niş içerisinde iki yazılı siyah taştan biri bu Türk alimine atfedilmektedir. Bununla birlikte, halkın büyük bir kısmı, kendi kaderine terk edilmiş vaziyette duran bu mezar taşının Serahsî’ye ait olduğunu düşünmeye devam etmektedir. Bu çalışma, Serahsî hakkındaki gerçeğin ortaya çıkmasına ışık tutmak amacıyla bu kitabenin tevsirini ve muhtevasını anlatmaktadır. Anahtar Kelimeler: Ebu Bekr Muhammed es-Serahsî, Serahsî’nin mezarı, Muhammed bin Ali’nin mezar taşı, Karahanlı devri mezar taşı. ABSTRACT The Tomb Attributed Serahsi in Ozkent, Kirghizistan Özkent is known with its historical monuments in Kirghizistan. The famous scholar Ebu Bekr Muhammed ibn-i Ahmed ibn-i Ebi Sehl esSerahsi, known as Semsu’l-Eimme, lived in this city during the Karahanid period, and died there in 1096. The city has a tomb, attributed to the scholar Serahsi. It is also told that the Russians moved the tombstone of Serahsi to St. Petersburg during the Soviet time. But, in the tomb, there remained two inscripted black tombstones in a relatively new or a newly repaired brick niche, and one of the tombstones is attributed to have belonged to this Turkish scholar, Serahsi. Most of the people also continue to believe that this tombstone is belonged to the Serahsi’s tomb. This study analyzes the depiction and content of the inscription of the tombstone in order to contribute to the understanding of the truth about the said tombstone. Key Words: Abu Baqr Muhammad al-Serahsi, the tomb of Serahsi, tombstone of Muhammad bin Ali, tombstones of the Karahanid period. * Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Tarihi Öğretim Üyesi. Nusret ÇAM 108 54 2009 K ırgızistan’ın, tarihî eserleriyle meşhur Özkent şehrinde Karahanlılar zamanında yaşayan ve M. 1090’lı yıllarda (muhtemelen 1096’da) vefat eden ve Şemsü’l-Eimme olarak şöhret bulan meşhur fıkıh âlimi Ebu Bekr Muhammed ibn-i Ahmed ibn-i Ebi Sehl es-Serahsî’ye atfedilen bir mezar bulunmaktadır. Bilindiği üzere Ebu Bekr Muhammed Serahsî, Karahanlı hükümdarı Şemsülmülk (Nasr bin İbrahim) veya Hasan Han tarafından1 Özkent’te hapse atılmıştır2. Serahsî’nin fıkıh anlayışı hakkında bir doktora tezi yapan Osman Taştan, onun hapse atılış sebebi olarak, bir cariyenin iddeti bitmeden hakanın komutanıyla evlenmesine hakanın izin vermesini tenkit etmesi, hakanın koyduğu ağır vergileri eleştirmesi ve bazı ulema tarafından zındıklıkla suçlanmasını göstermektedir. Serahsî H. 480 (M. 1087) yılında hapisten çıkarak Fergana veya Margilan’a gitmek üzere Özkent’ten ayrılmıştır3. Özellikle otuz ciltlik Mebsut’u ile büyük bir şöhrete erişen Serahsî, İslâm fıkhında bilhassa Hanefiler arasında çok önemli bir yere sahip olmuştur. 2004 yılı mayıs ayında Kırgızistan’a yapmış olduğumuz bir seyahat sırasında, nispeten yeni yapılmış veya yeni tamir görmüş tuğladan bir niş içerisinde yan yana duran iki siyah taştan daha küçük olan ve üzerinde yazılar bulunan bir tanesinin bu Türk âlimine atfedildiğine şahit olduk. Serahsî’nin mezar taşının Sovyetler zamanında Ruslar tarafından Petersburg’a götürülmüş olduğunu da diğer bir rivayet olarak tespit ettik. Fakat ilk planda, halkın büyük bir kısmı, kendi kaderine terk edilmiş vaziyette duran bu mezar taşının Serahsî’ye âit olduğunu düşünmeye devam etmektedir. Serahsî hakkındaki gerçeğin ortaya çıkmasına ışık tutmak amacıyla fotoğrafını çekip okuduğumuz bu kitabenin tasviri ve muhtevası şu şekildedir: Düz kenarlı üst kısmı, hafif sivri alt kısmından daha geniş olan taş kare şeklindeki bir çerçeve içerisine alınmış altı satırlık sülüs yazının dördüncü satırının son kelimesi hariç tamamı okunabilmektedir. Harekenin kullanılmadığı, harflerin noktalarının kimi durumlarda ihmal edildiği, kimi durumlarda ise farklı yerlere konulduğu kitabe zayıf bir Arapça ile yazılmış, 1 Serahsî hakkında İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde doktora tezi hazırlamış olan Osman Taştan (The Jurisprudence uf Sarakhsi With Particular Reference to War and Peace: A Comparative Study in Islamic Law, University of Exeter, 1993, p. 21) Serahsî’yi Şemsül Mülk’ün (1068-1079) hapse attırdığı ve 1088 yılına kadar ondört yıl boyunca burada kaldığını ifade etmektedir 2 Muhammed Hamidullah (“Serahsi”, İA, cilt 10, İstanbul, 1967, s. 502-507) ise Serahsi’nin, Hasan Han tarafından hapsedildiği kanâatindedir. Ana Britannica (cilt, 19, İstanbul, 1990, s. 249) Serahsi’nin Karahanlı Hanı Hasan tarafından üst üste konulan ağır vergilerin ödenmemesi yönündeki fetvaları sebebiyle hapsedildiğini ve 1096’da öldüğünü yazmaktadır. 3 Taştan, a.g.e, s. 21-22. Kırgızistan’ın Özkent Şehrinde Serahsî’ye Atfedilen Mezar 109 tarih kısmında ise Farsçaya yer verilmiştir Siyah renkli yassı taşlara yazılmış olan ve bir kısmı İslâmiyet öncesi devirlere (Nasturilere) ait olan bu tür kitabelere başta güney Kazakistan olmak üzere Türkistan coğrafyasında çokça rastlamaktayız5. Taşın çok az bulunduğu alüvyon ovalarında ve steplerde bu tür taşlar ancak çok değer verilen devlet adamları ve din büyükleri için yontulup işlenmiştir. Konumuzu teşkil eden Özkent’teki mezar taşının kitabesinde şunlar okunmaktadır: 4 4 Bu kitabenin okunmasında ve Farsça tercümesinde katkıda bulunan Yunus Muradi’ye teşekkür ederim. Kitabenin Arapçasını ise Mehmet Özdemir kontrol etmek lütfunda bulunmuştur. 5 Bunlara en güzel örnek olarak Kazakistan’ın Almatı şehrindeki Milli Müze’de bulunan ve bizim M. 10. yüzyılın ikinci yarısına tarihlendirdiğimiz Nuh oğlu Mahmud’a ait bir mezar taşını verebiliriz (Resim 3). Geniş bilgi için, 2005 ve 2006 yıllarında TÜBİTAK projesi çerçevesinde hazırladığımız “Güney Kazakistan Müzelerinde Bulunan Türk ve İslâm Eserleri” (s. 138, Katalog no: ALMATI-118, 119, 120, 121, 122 ) isimli çalışmamıza bakılabilir. Resim 1: Özkent’te Serahsî’ye atfedilen mezarın 2004 yılındaki durumu. Resim 3: Almatı Müzesi’ndeki bir mezar taşı. Resim 2: Serahsî’ye atfedilen mezarda Muhammed bin Ali ismindeki bir din adamına ait mezar taşı. 54 2009 Nusret ÇAM 110 54 2009 1 Hezihi’t-türbetü Şeyhu’l-imamu’l-ecel 2 el-efdalu’l-üstad sadru’l-kurra nasruddin 3 şerefü’l-fazl cemâlu’l-ulemâ sâhibu’l- izzet 4 ve’l-birr ve innehu Muhammed bin Ali bin Muhammed es-S…? 5 sâhib-i revşen-i (?) hazret. Nevvere Allahu kabrehu 6 be-tarih-i devvam-ı şevval-i sâl şeş sed ü heft (2 Şevval 607 /19 Mart 1211) Türkçesi Bu türbe yüce imam, en faziletli üstad, kurraların başı, dinin yardımcısı, faziletin onuru, ulemânın ziyneti, izzet ve iyilik sahibi Muhammed S… (?) oğlu, Ali oğlu Muhammed hazretlerinindir. Allah kabrini nurlandırsın. Vefat tarihi altıyüz yedi yılı Şevval ayının ikinci günü (M. 19 Mart 1211). Buna göre gerek künye, gerekse ölüm tarihi itibarıyla bu mezar taşının, mevcut bilgilerimiz çerçevesinde Karahanlılar zamanında Miladî 1090’lı yıllarda vefat eden meşhur fıkıhçı Ebu Bekr Muhammed ibn-i Ahmed ibn-i Ebi Sehl es-Serahsî’ye ait olması mümkün değildir. Kaldı ki, Mebsut yazarı bu meşhur fıkıh âliminin, Özkent’te hapisten çıktıktan bir müddet sonra Margilan’a veya Fergana’ya gitmek üzere yola çıktığını yukarıda belirtmiştik. Ama bu konuda da tereddütlerin olduğunu, onun tam olarak nerede öldüğünün bilinmediğini de ifade etmek gerekir. İncelemeye çalıştığımız bu mezarın Serahsî’ye âit olduğu yönündeki halk arasındaki bu genel kanâat, halkı ağır vergiler karşısında cesaretle savunan ve bir bakıma onlar için ondört yıl hapis yatan Serahsî’ye duyulan sevgi ile ilgili olmalıdır. Eğer bu meşhur Hanefi bilgini, Özkent dışında bir yerde öldü ise Özkent’teki mevcut yerde onun için bir makam yapılmış veya mezarı daha sonraki devirlerde ortadan kaldırılmış olabilir. Resimlerini koyup çözümünü yaptığımız kitabe ise onun kadar meşhur olmasa bile, kullanılan unvanlardan büyük bir âlim olduğu anlaşılan Ali oğlu Muhammed isminde başka bir kimseye aittir. Bu şahıs belki de Serahsî ekolünden ve kolundan gelen bir kimse idi. Bu mezarın Serahsî’ye atfedilmesinin diğer bir sebebi de bu olabilir. Şüphesiz ki gerçek, ancak yeni bulunacak belgelerle gün ışığına çıkacaktır. Kaynaklar Altun, A. “Karahanlılar (Mimarî)”, TDVİA , cilt 24, İstanbul 2001, s. 412-414. Çam, N., Güney Kazakistan Müzelerinde Bulunan Türk ve İslâm Eserleri, (yayınlanmamış TÜBİTAK Projesi), Ankara 2007. Hamidullah, M., “Serahsi”, İA, cilt 10, İstanbul 1967, s. 502-507. Kavakçı, Y. Z., XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mavara al-Nahr İslâm Hukukçuları, Ankara 1976, s. 56-58. Özaydın, A., “Karahanlılar”, TDVİA, cilt 24, İstanbul 2001, s. 404-412. Özel, A., Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 42-43. Taştan, O., The Jurisprudence uf Sarakhsi With Particular Reference to War and Peace: A Comparative Study in Islamic Law, University of Exeter, 1993, p. 21. Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî* Hamit ARBAŞ** ÖZ İslâm’ın güzellik ve estetiğe verdiği önem bu dinin kaynağı olan Kur’ân ve hadislerle ortaya konmuştur. İslâm’ın ilk yıllarında putperest anlayışa bağlı olarak kutsal unsurlar sunan resim ve heykele karşı ciddî ve tarihsel olarak haklı bir muhalefet mevcuttu. Bu muhalefet sanat anlamında resim ve heykele değil; bizzat resim ve heykelin ibadet maksadıyla kullanılmasınadır. Mevlânâ’nın kendi resmini yaptırması ise Sufî geleneğin kapsayıcı dünya görüşü ile sanat tasavvurunun yerel formlarla ve tarihsel kodlarla yeniden inşa edilmesi olup, bu noktada da Mevlânâ kırılma noktasındaki bir şahsiyettir. Mu’ineddîn Süleyman Pervâne Kayseri’de Selçuklu idaresinde görevlidir. Eşi Gürcü Hatun da onun yanına gidecektir; ama Mevlânâ’ya olan manevî bağlılığından dolayı Konya’dan ayrılmak istemez. Ayrılık kederini azaltmak için bir çare düşünür ve sarayın ressamı olan Aynüddevle’yi birkaç memur ile beraber Mevlânâ’nın portresini çizmek için ona gönderir. Sanatçı, Mevlânâ’nın resmini çizmeye başlar; ama resimdeki ile Mevlânâ’nın kendisi arasında oldukça büyük farklılık vardır. Çizmeyi yirmi defa tekrarlar ve sonunda kalemlerini kırıp dışarı çıkar. Daha sonra Aynüddevle yaptığı resimleri Gürcü Hatun’a teslim eder. Bu resimler, Selçuklu sarayının damgalı kâğıtları üzerine çizilmiştir. Şu ana kadar bu eserlerin orijinali bulunamamıştır. Bu araştırmamızda; Mevlânâ’nın portresi olduğu iddia edilen altı eseri ele alıp hiçbirinin orijinal olmadığını ilmî gerekçelerle ortaya koymaya çalıştık. Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, Gürcü Hatun, resim, portre, heykel, İslâm, Selçuklu. * Bu makale Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde 12–13 Nisan 2001 tarihinde düzenlenen “Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni”ne sunulan “Muineddini Süleyman Pervane’nin Eşi Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam Aynüddevle-i Rûmî” adlı bildirinin yeniden düzenlenen ve geliştirilen şeklidir. ** Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü Öğretim Üyesi, ÇANAKKALE e-mail: h_arbas@yahoo.com Hamit ARBAŞ 112 ABSTRACT Mawlana Jalal al-Din al-Rumi and Paintings: The Gurcy Khatun's Trip to Kayseri and the Painter, 'Ayn al-Dawla al-Rumi 54 2009 It is obvious that Islam gives privileges and importance to beauty and aesthetics as appeared clearly in the Qur’ân and the Hadithes of the Prophet of Islam. Nevertheless in the early years of Islamic history, there were a serious and historically justifiable resistance against painting and sculpture schemed around sanctified objects molded in the context of paganism. In fact, this resistance was not due to the opposition to painting and sculpture in terms of arts and aesthetics; but due to the usage of them for the telos of piety and worship. Arguably, the painting made by the consent of Mawlânâ represents both the inclusive character of the worldview of the Sûfî tradition, and the reconstruction of aesthetic imagination of this tradition through local forms and historical codes. At this juncture, Mawlânâ became an epitome of this historical refraction point. Mu’în al-Dîn Sulaymân Parwana was in charge of administrative duties in Kayseri and his wife Gurcy Khatun was about to go to Kayseri. Due to spritual attachment to Mawlânâ, she wanted to stay in Konya; hence she herself found out a solution to ease her grief due to this spatial separation: She sent out ‘Ayn alDawlah, painter of the Seljukid palace, along with a few officers to draw Mawlânâ’s portrait. Yet the painter painted saliently different Mawlânâ from what he really was. He tried to paint his portrait twenty times; however, he was not able to paint his portrait and in the end broke his pens and left the place. Later, he handed over them to Gurcy Khatun, painted on the stamped letters of the Seljukid palace. Till now, no original of these paintings have been found. In this study, based on scientific rationales we tried to prove that the six paintings that have been claimed to resemble Mawlânâ are not original ones. Key Words: Mawlânâ, Gurcy Khatun, painting, portrait, sculpture, Islam, Seljukid. 1. Giriş ve Genel Çerçeve S anat; insanın hem maddî, hem de ruhî yönüne hitap eden ve onun duygu, düşünce ve heyecanlarını, ruhsal deneyimlerini hissettiği şekilde başkalarına anlatabilme çabasının bir ifadesidir. Sanat; insanla birlikte var olan bir olgu olup, insanın kendisini dışa vurma ve anlatma çabasıdır. Musikiden mimariye, şiir ve edebiyattan resim, heykel ve tiyatroya kadar çok geniş bir alana sahip olan sanat, kişileri bir bütünlük içerisin- Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 113 de geliştirip onları duygusal yönde besler. Diğer bir ifade ile; sanat ve sanatsal faaliyetler en basit şekilde hoşa giden biçimler yaratma gayretidir. Sanatçı prensip olarak hayatın her boyutunda güzeli arar; zira onun hayat felsefesi budur. Her toplumun ister geleneksel, ister gelişmiş olsun kendine has bir sanat anlayışı vardır. Sanat; birey ve toplumun inancını, duygu ve düşüncesini, örf ve adetlerini, hayata bakışını çeşitli araç, gereç ve yöntemler kullanarak yorumlar. İşte bu yüzden değişik dinlere mensup toplumların sanatlarında bağlı oldukları din ve düşünce sisteminin izlerini görebiliriz. Bütün dinler de hayat ve varlıklar âlemini kendi bakış açısıyla tanımlayıp yorumlar ve hayata dair birtakım değerler sunarlar. Kısaca; sanatın ve dinin yolu hayatı ve varlık âlemini yorumlama konusunda kesişmektedir. Öte yandan; sanat ve estetik duygusunun insan tabiatına uygunluğu bazı sanatçıların sanatı bir oyun olarak görmelerine yol açmıştır. Bunu çocukluk döneminde sanat içerikli bazı faaliyetlerimizi hatırlayarak anlamamız mümkündür. Bu dönemde çocuklar resim yaparlar, çamurdan ev ve kaleler inşa ederler, müzik eşliğinde oynarlar. Belki eşyanın biçim, yüzey ve kütlesinin belli ölçülere göre düzenlenmesi hoşumuza gidiyor ve güzellik duygusunun hoşa giden bağlantılar duygusu olduğu ortaya çıkıyor; çünkü böyle bir düzenin eksikliği ilgisizlik ve hatta büyük bir sıkıntıya yol açabiliyor. Çalışmamızın konusu ile ilgili olarak da bir İslâm düşünür ve mutasavvıfı olan Mevlânâ’daki sanat ve resim konusunun temel eksenini oluşturan İslâm 54 2009 Hamit ARBAŞ 114 54 2009 ve sanat ilişkisini değerlendirecek olursak şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür: İnanç ve sanat bağlamında Müslüman sanatçı da azim ve sebatla çalışarak mutlak güzellik sahibi olan Allah’a yaklaşmayı bir misyon olarak düşünür. Veya güzelliklerle ilahî olanla bütünleşmeye kapı aralar. Bu nokta da İslâm dini ile sanat arasındaki ortak bir amaçtan söz etmek mümkündür. Zira her ikisinin de amacı insanı güzelleştirip, güzele yönlendirip, onu olgunlaştırmak ve yüceltmektir. Sanat duygusunu doğuştan getirdiğimizi daha önce söylemiştik. Konu ile ilgili yorumları şu şekilde özetlemek mümkündür: Kur’ân’da pek çok ayette güzellikten söz edildiğini ve dikkate şayan olduğunu görürüz. Bu ayetlerin bazılarında şöyle denilmektedir. Muhakkak ki biz insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. (Tin, 95/4–5). And olsun biz gökte burçlar yaptık ve onu bakanlar için süsledik. (Hicr, 15/16). Size suret verip, suretinizi en güzel şekilde yaratmıştır; dönüş O’nadır. (Teğâbun, 64/3). Ayetlerin ifadesini şu şekilde açmak mümkündür: Allahın insanı güzel surette yaratması çok doğaldır çünkü kendisi cemâl sıfatını taşımaktadır. Hz. Peygamber de Allah güzeldir, güzelliği sever (Müslim, İman, 147. hadis, 39. bab; müsned, I, 93) diyerek aynı konuya dikkat çekmektedir. Ayrıca Cennet’ten bahsedilirken oradaki saraylardan, güzel konutlar ve hatta ipek elbiselerden söz edilir. Bu da insanın dışında “güzellik” diye bir hakikat olduğuna işaret- Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 115 tir. Bununla karşılaştığımız zaman ruhumuzdaki güzellik ve sanat duygusu harekete geçer ve bunun sonucunda da ruhumuz haz ve hoşluk duyar. Zaten bir başka ifade ile sanat, ruhun madde içindeki görünümünden ibarettir. Kur’ân’ın ifadesi ile; Yaratanların en güzeli Allah’tır (Mü’minûn, 23/14) ve O, Âdem’e (insana) kendi ruhundan üflemiştir (Secde, 32/9); dolayısıyla insanın güzelliklere yönelmesi yaratma hadisesine dayanıyor. Hatta insanın en güzel şekilde yaratılmasının sırrı da budur. İslâm uygulamalarda da bu güzellik ve estetiğe önem verir; meselâ, mescide giderken güzel koku sürülmesini, temiz elbiseler giyilmesini istememektedir. Öte yandan; İslâm’ın insanlardan dünyadaki nasiplerini de unutmamaları (Kasas, 28/77) emri de sanat-insan ilişkisine ışık tutar mahiyettedir. İnsan çevresindeki güzellikleri fark ettiği gibi daha güzel olanı aramaya da yönelir. Bu açıdan ele alındığında İslâm’a göre sanat; hayatın güzellikle ilgili boyutunda adım adım Allah’a yaklaşmanın imkânı ve çabasıdır; çünkü biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, güzellik ve estetiğin kaynağı ilahîdir. Kısaca; İslâm dininin güzellik ve estetiğe önem verdiği ve bunların kaynağının öz olarak doğrudan ilahî olduğu sonucuna varabiliriz. Bu bağlamda İslâm’ın resme bakış açısı da değerlendirilmelidir. Öyle görünüyor ki; İslâm medeniyet tarihinde problemli gözüken meselelerden birisi de resim ve tasvir konusudur. İslâm’ın ilk yıllarında putperest anlayışa bağlı olarak kutsal objeler sunan resim ve heykele karşı ciddî ve tarihsel olarak haklı bir muhalefet mevcuttu. Bu muhalefet sanat anlamında resim ve heykele değil; bizzat resim ve heykelin ibadet maksadıyla kullanılmasınadır. Bir hadiste Hz. Peygamber, üzerinde hayvan tasvirleri bulunan, raf üzerine örtülmüş bir perdeyi namaz sırasında kendini meşgul ettiği, dikkatini dağıttığı gerekçesiyle kaldırttığı ve eşi Hz. Aişe’nin bu perdeden iki yastık yaptığı ve kullandıkları rivayet edilmektedir. (Perde hadisesinde bazı ufak tefek ayrıntılarla birbirinden ayrılan hadisler için bkz. Müslim, Libas, 87, 92, 93). Bu hadisten hareketle şunu ifade etmek mümkündür: Eğer resmin kendisi mutlak yasak olsaydı, Hz. Peygamber onu yastık halinde kullanılmasına da izin vermezdi. O, yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için bazen bu meselede olduğu gibi ihtiyatî tedbirlere müracaat etmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber’in bir sözü hangi şartlar altında ve niçin söylediğini iyice tetkik etmek konunun daha iyi anlaşılmasında çok önemlidir. Kur’ân’da ise bu tepki sadece put objesi olmuş resim ve heykellere yöneliktir. Yukarıdaki bilgilerin aksine bazı araştırmacılar ise İslâm ve resim konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Nitekim: bilindiği gibi İslâm dininde resim yasağı vardır. Tanrı Kur’ân Sözü’nde belirir, resimde değil. Resim yapan- 54 2009 Hamit ARBAŞ 116 54 2009 lar ya da resmi evinde bulunduranlar, müminlerin gözünde puta tapanlardır. Bunlar Kur’ân’dan habersiz, Tanrısal hakikati yeryüzünde arayan putperestlerdir. (Walter J. Meserve-Ruth I. Meservenorities, Journal of Asian History, cilt 13, no.2, Wiesbaden 1979, s. 95-120’den nakleden İpşiroğlu 2004: 40). Öyle görünüyor ki; bu bağlamda ortaya atılan düşünceler, İslâm dünyasında resim sanatının gelişmesini önemli derecede etkilemiştir. “Bunlara rağmen aslında, Hz. Peygamber zamanında ortaya çıkan Sûfî öğretilerin etkisi altında 'kitap ressamlığı' gelişiyor.” (İpşiroğlu 2004: 40). “Ancak şunu iddia etmek mümkündür: İslâm’da kitap ressamlığı yazın sanatının gölgesinde kalmıştır. Yazın sanatı; İslâm dünyasında “sözün sanatı” olarak bütün sanat dallarının başında geliyor ve Geç Abbasiler döneminde Arap ve Fars dillerinde çok gelişmiş bir yazın sanatı vardı. Kitap ressamlığı yazın sanatına giriyor; fakat başlangıçta sadece birkaç eğlendirici kitapla bilimsel kitapların sınırları içinde kalıyor. Firdevsî’nin Şehnâme’si, Nizamî’nin Hamse’si gibi başyapıtların resimlendirilmesi, Moğollar dönemiyle Uzakdoğu ve Orta Asya kültür etkileri İran’a girdikten sonra ancak 14. ve 15. yüzyıllarda göze alınabiliyor.” (M.Ş. İpşiroğlu, İslam’da Resim Yasağı, İstanbul, 1973. s. 23’den nakleden İpşiroğlu 2004: 40). Mülayim’e göre sanat tarihinde, tasvir yasağının en büyük kanıtı, mimari süslemedeki figürlü tasvirlerin öteki formlara göre sayıca çok az kullanılmasıdır. Çünkü ona göre Anadolu yerli (antik) ve Asya hayvan üslubu gibi iki köklü geleneğe sahip olmasına rağmen, oradaki sanat eserlerinde figürlerin azlığı dikkat çekicidir. (Mülayim1994:177; özellikle 135. dipnot dikkate şayandır). Bununla beraber; her ne kadar İslâm’ın klasik devirlerinde resim yasağı ısrarla sürdürülse de sonraki devirlerde sosyo-kültürel belirleyenler ve zamanın resmi öne çıkaran ruhunun da etkisiyle İslâm dünyasında resim yoğun bir şekilde olmasa da kendini ifade etmeye başlar. Bu noktada Mevlânâ’nın resmini yaptırması gerçeğine bağlı olarak şu tezi dillendirmek mümkündür: Mevlânâ; Sûfî geleneğin kapsayıcı dünya görüşü ile İslâm’ın sanat tasavvurunun yerel formlarla ve tarihsel kodlarla yeniden inşa edilmesi sürecinde kırılma noktasındaki bir şahsiyettir. 2. Mevlânâ’nın Portresini Yaptırmasına Sebep Olan Sosyo-Kültürel Arka Plan 2.1. Anadolu Selçuklu Devri Sanatı ve Resim Selçuklu devri güzel sanatlar açısından İslâm medeniyeti için yeni bir dönemi ve açılımı ifade etmektedir. Türkler bir yandan İslâmiyeti kabul etmekle yeni bir güç kazanmış, diğer yandan kendi kültürel kodlarını bu medeniyete dahil ederek güzel sanatlara katkı ve açılım kazandırmışlardır. (Turan 1996: 384). Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 117 54 2009 Öte yandan bazı araştırmacılar bu tezin tam aksini gündeme getirerek kullanılan figürlerin azlığından şikâyetçi olmaktadır. Örneğin Mülayim (1994: 178) bu konuyla ilgili olarak şunları dile getirmektedir: “Anadolu Selçuklu eserlerinde görülen figürlü temalar; yazı, bitki ve geometrik süslemelerle boy ölçüşemeyecek kadar az ve cılızdır. Mimari süsleme ve el sanatlarında figürlü süslemeye rastlanmaktadır. Belirli sayıdaki bu figürlü süslemelerin yer aldığı yapıların hemen hepsi de kervansaray, medrese, saray ve köprü gibi daha çok profan yapılardır. Saraylarda yer alan insan figürlü çinileri, geniş halk kitlelerinin görebileceği düşünülemez. Öteki yapılarda yer alan, yırtıcı hayvan, balık, geyik vb. hayvanlar ise, yapıların göze çarpmayan yerlerinde, adeta gizlenmiş gibidir.” Turan (1996: 388–392) Selçuklu devri resim ve heykelini anlatırken ilk Selçuklu sultanı Tuğrul Beg’den başlayarak onun düğün hatırası olarak Bağdad’da 1063’de bastırdığı kabartma tasvirli madalyadan bahsetmektedir. Daha sonra bizim de anlattığımız Mevlânâ ve onun resimleri üzerinde durmakta, anlattığı çeşitli örneklerle adeta o dönemde güzel sanatların muhtelif şubelerinde çalışmaların çok serbest olduğunu imâ etmektedir. Buna karşılık Mülayim, “Orta Çağ Anadolu sanatında figür, sayıca önemli bir yer tutmaz. Acemice ele alınmış birkaç figür yanında, başarıyla ve yüksek bir stilizasyon becerisiyle işlenmiş bitkiler, geometrik şekiller ve yazı ezici çoğunluğa sahiptir.” demek suretiyle adeta Turan’ın görüşüne katılmadığını hissettirmektedir. (Daha geniş bilgi ve konunun detayları için bkz. Mülayim 1994: 170–183). Hamit ARBAŞ 118 54 2009 Çam (1997: 51) Kur’ân ayetleri ve hadisleri dikkate alarak şu sonucu ortaya koymaktadır: “Eğer bir tasvir, tapmak veya Allah’ın yaratma kudretine karşı rekâbet için yapılmamışsa, dinin kötü gösterdiği şeyleri iyiymiş gibi göstermiyorsa, onun koyduğu esaslara ters düşmüyorsa haram olduğunu söylemek mümkün değildir”. Bu konudaki tartışmalara ışık tutacak türden bir yaklaşım sergileyen ve konuyu özetleyen Kafesoğlu (1992:120) haklı olarak şöyle demektedir: Buna ilaveten Selçuklular devri sanat ve imar faaliyetini gösteren ve aralarında çoğu şaheser vasfını taşıyan mimari, kitabe, hat, tezhip, süsleme, çini, halı kilim vb. sanat eserlerini burada birer birer saymağa imkân yoktur. Kaynaklarımızın ve ayrıca Nasır-i Husrev (ölm.1061)’den başlayarak son zamanlara kadar yerli, yabancı birçok seyyahların şehadet ettikleri gibi, Diyarbakır’ın Sultan Melikşah devrinden kalma sur bedenlerinde ve diğer Türkmen beyliklerinin eserlerinde bol miktarda tesadüf edilen bozkır sanatı mahsulü hayvan tasvirlerinden başka, Selçuklu hâkimiyeti devrinde Çin sınırlarından Akdeniz’e, Mısır’a ve İstanbul boğazına, Oğuz bozkırlarından ve Kafkaslardan Hind hudutlarına ve Yemen’e kadar uzanan geniş saha üzerinde binlerce saray, cami, mescit, imaret, han, hamam, dârü’ş-şifa, medrese, hankah, türbe, kümbet, çeşme, sebil, kervansaray, kale, sur, ribat, mezar sandukası yapılmıştır ki, cepheleri, kapıları, pencere kenarları en güzel ve renkli yazılarla süslenmiş, içleri ince tezyinat ile bezenmiş, bazıları Türk çinileri ile kaplı, kubbe kenarları, minber ve mihrapları, şadırvanları Türk mermer taş işçiliğinin, kapıları ve pencereleri Türk kakmacılık ve oymacılığının en güzel örneklerini veren, Selçuklu çağının her hususta üstünlüğü ile paralel vasıftaki bu eserleri yakından tanımak için yalnız Anadolu’yu, hatta yalnız Konya şehrini görmek kâfidir kanaatindeyiz. 2.2. Mevlânâ ve Sanat: Resmin İslâmî Estetikte Yer Arayışı Mevlânâ tabiat olarak hassas bir ruha sahiptir ve bu hassas ruh ve ondan doğan ilahi aşk ondaki sanatın kaynağıdır. O ilahi aşkla dolu bir okyanustur adeta. Onun sanatçı ve kabına sığmayan coşkun ve âşık ruhu hayatı boyunca her halinde gözlenebilir. Musikiden anladığı gibi Rûm ve Çinli ressamların hikayesini anlatırken iyi bir seviyede resim sanatının inceliklerinden haberdar olduğunu anlıyoruz, ama her zamanki gibi bu konuda da bize manevi dersleri ve demeçleri vardır. Mevlânâ’ya göre bütün sanatlar aynı değere sahiptir, sanatın aşağısı ve bayağısı yoktur. Onun sonsuz hoşgörüsünü kendi portresinin yapılmasına izin verdiğinden anlıyoruz. Mevlânâ’nın tefekkür ve tasavvuf anlayışından kaynaklanan Mevlevilik asırlar boyunca Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu, Arabistan Yarımadası ve Afrika kıtasını kuzeyini içine alan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Mevlevilik, bir Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 119 eğitim ve öğretim ekolüdür. Yedi asrı bulan tarihi içerisinde Türk kültür ve medeniyetinin seçkin müesseselerinden biri olmuştur. Dar ve katı görüşlü din ulemasına karşı, Türk sanat ve fikir adamını korumuştur. Türk medeniyeti en derin kökleriyle bu ocakta serbest bir gelişme imkânı bulmuştur. Başta Konya olmak üzere, imparatorluğun çeşitli şehirlerindeki dergâhlarında, hitabet, irşâd, dil, edebiyat, psikoloji, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp, resim, musiki, hat, tezhip, nakış, cilt, oymacılık, kakmacılık, saatçilik dersleri isteğe bağlı olarak verilmiştir. Kaynaklarda Mevlânâ’nın tek bir sosyal muhit içinde değil, toplumun çeşitli sosyal muhitleri ile münasebetleri olduğu hemen göze çarpar. Yakın çevresi ve çevresi dışında, zanaatkârlar, bilginler, ahi zümreleri, abdallar, yöneticiler, vezirler, sultanlar kısacası her sınıf ve mezhepten insanlarla halkla ilişkileri olmuştur. O hem halkı aydınlatan, yardım eden halktan bir kişi hem de aristokratların, sultanların saygı kaynağı ve rehberi olmuştur. Ancak halk tabakasından insanlar onun esas çevresini oluştururlar. Selçuklu Sultanları Konya’ya geldiği günden itibaren Mevlânâ’ya saygı göstermişlerdir. İzzeddin Keykavus, onun müridi olmuştur. Mevlânâ ona oğul diye hitap etmiştir. Sultan Rükneddin Kılıçarslan da onun müridi olmuş ve semâ’ meclislerinde hazır bulunmuştur. Ancak Mevlânâ yeri geldiğinde sultanlara bile ağır laflar söylemiştir. Bunun sebebi ise yöneticileri halka karşı iyi davranmaya, şefkatli olmaya yönlendirmektir. (Gölpınarlı 1973: 37-38; özellikle Pervane'yi tenkidi ile ilgili bkz. Sipah-salar 2007: 165). Mevlânâ’nın çevresindeki beyler ve devlet ricalinin en ünlüleri Celaleddin Karatay, Celaleddin Müstevfi, Alemeddin Kayser, Ekmeleddin Tabib, Naib Ekmeleddin Mikail, Bedreddin Gühertaş, Fahreddin Ali Sahib Ata, Kadı İzeddin, Kadı Ekmeleddin, Muineddin Süleyman Pervane ve birçoklarının adını zikredebiliriz. Mevlânâ Celâleddin’i seven ve sayan hanımlar da vardır. Sultan Rükneddin IV’ün zevcesi, II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in kızı ve Muineddin Süleyman Pervane'nin eşi Gürcü Hatun, Tokatlı Gömeç Hatun, Selahaddin Zerkub’un kızı ve kendi gelini Fatma Hatun en başta gelen sevenleridir. Pervane Kayseri'de vazifeliydi, Eşi Gürcü Hatun da onun yanına gitmek istiyordu. Fakat Mevlânâ’ya olan manevî bağlılığından dolayı kısa bir zaman için bile ayrılmak istemiyordu. Kederini azaltmak için bir çare düşündü. Sarayın ressamı olan Aynüddevle'yi birkaç memur ile Mevlânâ’nın bir portresini çizmek için ona gönderdi. Aynüddevle bir şey söylemeden Mevlânâ’nın huzurunda büyük bir saygı ile duruyordu. Mevlânâ Celâleddin sanatkarın ne amaçla ziyarete geldiğini anlayıp kendisine: Resmimi çıkarmak istiyorsun. Eğer becerebilirsen çıkar. Ressam Mevlânâ’nın ayakta poz vermelerini istedi ve çalışmaya başladı. Bir kâğıt üzerine gayet güzel bir resim yaptı, ikinci defa baktı başka türlü gördü, bu işi yirmi defa tekrarladı ve hayretinden kalemle- 54 2009 Hamit ARBAŞ 120 54 2009 rini kırıp dışarı çıktı (Uzluk 1945: 11-13; Uzluk 1957: 18-22; Gölpınarlı 1983: 455; Uzluk 1985: 277-278; Eflaki, yay.Yazıcı I/ 1989:458-460). Mevlânâ da bu gazeli okudu: Transkripsiyonu: Ah çi bi- reng-u bi nişân ki menem Gufti esrâr der miyân âver Key şeved in revân-ı men sâkin Bahr-i men garka geşt hem der hîş İn cihân-u ân cihân merâ metaleb Fârığ ez sûdem-u ziyân çu adem Guftem ey cân tû ayn-ı mâyi guft Guftem ânî bi- guft hây hamûş Guftem ender zebân çu der nâmed Mîşûdem der fenâ çü meh bî- pa Bang âmed çi midevî biniger Şems-i Tebrîz ra ke didem men Key bebinam mera çünan ki menem Ku miyân ender in miyân ki menem İn- çünin sâkin revan ki menem Bu’l- aceb bahr-i bî kerân ki menem Ki in dü gom şûd der ân cihân ki menem Turfe bî sûd-u bî- ziyân ki menem Ayn çi buved der in âyan ki menem Der zebân nâmedest ân ki menem İnet gûyâyı bî- zeban ki menem İnet bî- pây pâ devân ki menem Der çünin zâhır nihân ki menem Nadere behr- u genc-u kan ke manam (Mevlânâ Külliyatı Şems-i Tebrîzî H.Ş 1362: 663). Türkçesi: Ah ben yok muyum? Ne de renksizim, ne de izimin tozu bile yok; kendimi, ne vakit nasılsam, öyle göreceğim? Dedin ki: Sırları dök ortaya; benim bulunduğum orta nerde, göster bana. Böylece hem hareketsizim, hem gidip durmadayım; şu canım, ne zaman karara kavuşacak? Bilmem ki. Öylesine kıyısı-bucağı bulunmayan şaşılacak bir denizim ki, denizim de kendisinde gark oldu-gitti. Beni bu dünyada da arama, o dünyada da; bulunduğum âlemde ikisi de kayboldu. Yokluk gibi kâra da boş vermişim, ziyana da; kârsız-ziyansız, bir acayip kişiyim ben. Dedim ki: A can, bizim ta kendimizsin sen; dedi ki: Şu bulunduğum açıklık âleminde kendi de nedir ki? Öyleyse, dedim, osun; hay dedi, sus, öylesine bir şeyim ben ki dile gelmeme imkân yok. Dedim ki: Dile gelmiyorsun, söze sığmıyorsun amma işte, seni dilsizsözsüz, söylemedeyim ben. Yokluktan Ay gibi doğdum, parladım; işte, ayaksız olarak koşup duruyorum. Ne koşuyorsun, seyret de bak; bu çeşit ortadayım ben, fakat aynı zamanda gizliyim diye ses geldi. Tebrizli Şems’i gördüm ya; artık eşsiz bir denizim, görülmemiş bir inciyim, emsali bulunmaz bir hazineyim ben. (Mevlânâ V/ 1992: 168). Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 121 2.3. Mevlânâ Resimlerinin Genel Analizi Bilindiği gibi Aynüddevle yaptığı resimleri Gürcü Hatun'a teslim etti. Bu resimler Selçuklu sarayının damgalı kâğıtları üzerine çizilmişti. Şu ana kadar bu eserlerin orijinali bulunamamıştır. Çeşitli kütüphaneler, müzeler ve özel koleksiyonlarda bulunan resimler ve araştırmamıza konu olan eserler aşağıda sunulmuştur. 1) Mevlânâ (Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye No.41) Minyatürde Mevlânâ çiçeklerin arasında ayakta duruyor ve sağ elindeki kitabı okumaktadır. Sol elinde ise bir yelpaze görülmektedir. Başında destarlı sikkesi ve sırtında hırkası vardır. Ayağında bir çift nalın görülmektedir. Suluboya guvaj tekniğiyle yapılan eserde Mevlânâ orta yaşlı olup siyah ve sık sakallara sahiptir. Resmin üst sol tarafında 304-53 rakamları ve Hazret-i Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Belhi yazısı vardır. Menakıb al Arifin'de, Mevlânâ Celâleddin’in resmi yapılırken çiçekler arasında olduğuna dair hiçbir kayda rastlanılmamaktadır. Mevlânâ medresenin içinde ve ayakta poz vermiştir, dolayısıyla eserde görünen bitkiler ressam tarafından kompozisyona eklenmiştir. Ayrıca Eflaki Mevlânâ’nın bir şey okuduğundan veya elinde bir şey tuttuğundan söz etmemektedir. 2) Mevlânâ (Budapeşte, Nemeth’in Koleksiyonu) Resimde Mevlânâ çeşitli bitkiler arasında oturmuş ve karşıya bakıyor. Mevlânâ’nın başında serpuşu ve sırtında hırkası vardır. Sağ elini hırkasının altında bulunan ayağının üzerine koymuştur. Mevlânâ Celaleddin’in giyimi Mevlevî giyim ve kuşamına benzememektedir. Mevlânâ’nın başındaki serpuşu Mevlevî sikkesine benzemiyor; ayrıca destarın sarılış biçimi de yanlıştır. 3) Mevlânâ (Boston Müzesi) Eserde Mevlânâ profilden çizilmiştir. Mevlânâ yerde oturup dizlerini kucaklamış ve karşı tarafa bakıyor. Başında serpuşu ve sırtında hırkası vardır. Mevlânâ’nın önünde bir kitap kapalı vaziyette duruyor, sağ alt tarafta ise bir müttekâ1 görülmektedir. Bunun altında ise Mevlevî-i Rûm ibaresi okunmaktadır. Sipehsalâr ve Eflâki’nin menakıpnameleri ve diğer Mevlevî kaynaklarında Mevlevîlerin mütteka kullandıklarına dair bir kayıt yoktur. 1 Gölpınarlı 1977,s. 243; Pakalın II/ 1993,s. 640’da Müttekâ-Muîn dayanılacak alet, yardımcı ve yardım eden manalarına Arapça kelimelerdir. Mevlevîlerin Sûfî dervişleri dedikleri esmâ ile sülûk gören tarikat mensupları, erbain’e girdikleri zaman uzanıp yatmamaları için başlarını dayadıkları alete verilen addır. Oymacılar tarafından yapılan müttekâların çiçeklerle, yazılarla süslenmiş bulunanları, ödağacından, abanozdan, pelesenkten, demirhindiden yapılanları olduğu gibi baş tarafı fildişi olanları da vardır. 54 2009 Hamit ARBAŞ 122 54 2009 İslimyeli kaynak göstermeden bu eserin 13. yüzyıla ait olduğunu ve Aynüddevle-i Rûmi tarafından çizildiğini beyan etmektedir. (İslimyeli 1977: 17). Biz araştırmalarımızda eserin yapılış yılına ait bir kayda rastlamadık. 4) Mevlânâ (Şehabettin Uzluk Koleksiyonu) Resimde Mevlânâ yere oturmuş, önünde bir kitap kapalı vaziyette durmaktadır. Mevlânâ’nın başında destarlı sikkesi, sırtında hırkası vardır. Ayaklarının parmakları hırkanın altından görülmektedir. Mevlânâ Celâleddin sağ elini kalbi üzerine koymuştur, sol eli ise sağ ayağının dizi üzerine konmuş gibidir, belki de bir şeye işaret ediyor. Siyah ve uzun sakallı olan Mevlânâ uzaklara bakmakta, derin ve manevî bir hal içinde olduğu hissedilmektedir. Arka planda ise sivri bir kemer vardır. Bunun sol tarafı koyu renklerle boyanmış, sağ tarafında açık renkler vardır. Bu eserde de menakıpnamelerde yazılanların aksine Mevlânâ yere oturmuştur, ayrıca onun gibi bir zatın böyle uzun bir sakal bırakması mümkün değildir. 5) Mevlânâ (Konya Mevlânâ Müzesi) Kompozisyon tek portreden meydana gelmiştir. Mevlânâ iki diz üstüne oturmuş. Başında beyaz destarlı, kahverengi sikkesi vardır. Serpuşun üzerinde istiva2 çizgisi dikkatimizi çekmektedir. Mevlânâ’nın başı hafifçe sola eğilmiştir. Sakalı sık ve beyaz, sırtında uzun yeşil hırka ve altında kızıl kahverengi tennuresi vardır. Hünkârın elleri hırkanın yenleri içine sokuludur. İki yenin birleştiği yerde, bir tespih dikkatimizi çekmektedir. Portrenin altında Tahran Üniversitesi hocalarından Seyyid İbrahim Ni’metullahi’nin bu eseri Mevlânâ dergahına hediye ettiğini belirten bir satır nesta’lik yazı vardır. Eser meşhur minyatürist Muhammed Tecvidî tarafından yapılmış ve 1960 tarihini taşımaktadır. Eser kalem işi bir çerçevenin içindedir. Yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden dolayı bu minyatürde Hz. Mevlânâ’ya ait olamaz. 6) Mevlânâ (Özel Bir Koleksiyonda) Muammer Saguner (1909-1985) tarafından yağlıboya tekniği ile yapılan resimde önplanda Mevlânâ ayakta durmakta ve ellerini birilerini davet eder gibi karşıya uzatmaktadır. Başında bal renginde sikkesi vardır. Beyaz sarığın bir ucu destardan ayrılıp soldan ve önden, sağ omuzun ardına atılmıştır. Bu bırakılan kısma taylasan ve ya taht el-hanek denir. Mevlânâ’nın sırtında ise yeşil renkli bir hırka vardır, feracesi de beyaz renklidir. Mevlânâ’nın be2 Gölpınarlı 1963, 22-25; Gölpınarlı 1977, 175-178;PakalınII/ 1993,102’de Semahanede, semahanenin kapısının tam karşısında serilmiş olan şeyh postunun ucunda, semahane kapısının ortasına kadar çekilmiş mevhum bir hatta da “Hattı İstiva” denir ve buraya hiç basılmaz. Bu hat, semahaneyi, iki daireye ayırır. Mevlevîlerde kemal mertebesine ulaşan kişiye Çelebi tarafından, “ İstivâlı sikke” verilir yahut sikkesine “ İstiva” çekmesine me’zun olur. Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 123 yaz sakalları ve gözlerinin altındaki çizgiler onun yaşlandığını göstermektedir. Hazreti Mevlânâ’nın bakışlarında derin ve manevî bir huzurun olduğu hissedilmektedir. Arka planda sağda bir sanduka vardır. Sema’ eden dervişler resme derinlik kazandırmıştır. Kompozisyondaki ışık-gölge oyunları, Mevlânâ’nın portresindeki oranlar vs sanatçının resim ve Mevlevilik konusunda bilgili olduğunu gösteriyor. Ancak menakıpnamelerde bu sanatsal faaliyet esnasında semazenlerin bulunduğu zikredilmemiştir.(Eflâki, yay. Yazıcı II/1980:775). Mevlânâ’nın bir sanduka yanında durduğu da kaydedilmemiştir. 3. Sonuç ve Genel Değerlendirme İslâm sanatında ve sanat eserlerinde bir doğallık ve bulunduğu ortama uygunluk vardır. Müslümanlar her sanat dalında kendilerine has bir tarz geliştirmişlerdir. İslâm sanatı toplumdan ayrı ve ona aykırı değildir. Müslüman Türkler geçmişten günümüze kadar hat, minyatür, taş ve ağaç oymacılığı gibi muhtelif sanat dallarında şah eserlerin ortaya çıkmasına aracı olmuşlar ve sanatın gelişmesi noktasında önemli rol oynamışlardır. İslâm sanatının her dönemi için geçerli olan üsluplaştırma, Selçuklu çağı insan figürlerinde belirli bir karakter kazanır. İdeal bir tip yaygındır, özel portreler görülmez. Ay gibi yuvarlak yüz, badem gibi gözler, küçük ağız, örgülü veya zülüflü saçlar klişeleşmiştir. Osmanlı padişah portrelerinde görülen kişisel karakterler Avrupalı ressamların getirdiği bir anlayıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Mülayim 2004: 182). Mevlânâ’nın sanat ve sanatçıya büyük önem verişini; Mevlevîliğin sonsuz hoşgörüsü sayesinde yapılan çeşitli sanatsal faaliyetlerde müşahede etmekteyiz. Mevlânâ’nın portresinin çizilmesine müsaade etmesi ise bu müsamaha ve hoşgörünün en bariz delilidir. Menâkib Al-Ârifîn, Risale-i Sipehsalar bi Menâkıb-ı Hudavendigâr ve diğer kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Mevlânâ Celâleddin’in resmi sadece bir defaya mahsus Aynüddevle-i Rûmi tarafından çizilmiştir. Bu sanatsal olayın en önemli sebebi Gürcü Hatun’un Kayseri yolculuğudur. Kayseri yolculuğuna çıkan Gürcü Hatun Selçuklu sarayı ressamını bu işle görevlendirmiştir. Bu olay ressamın Müslüman olmasına da yol açmıştır. Eflaki Mevlânâ’nın bir medresede olduğunu bildiriyor, zaten Mevlânâ kendi medresesinde yaşamaktadır. Hünkârın portresi de bir medresede çizilmiştir. Mevlânâ Celâleddin Akıncılar, Sırçalı ve Karatay medreselerinde bulunulduğu kayıtlıdır. Ancak Aynüddevle'nin portre çizimi Karatay Medresesi'ne gittiği büyük ihtimaller dahilindedir. Mevlânâ’nın giyim tarzına gelince: Mevlevî kaynaklarının verdiği bilgilere göre Mevlânâ, Şems-i Tebrizi'yle görüşmeden önce Peygamberin “sarıklar Arapların taçlarıdır” sözü gereğince bilginlere yaraşır bir sarık sarıp bir 54 2009 Hamit ARBAŞ 124 54 2009 ucunu da taylasan bırakırdı. Hakikati bilen bilginlerin giydikleri gibi kolu geniş bir hırka giyerdi. (Bahârî Husâmî H.1331/M.1912: 136; Eflaki yay. Yazıcı I/1976: 84; Sultan Veled, haz.Hümâî H.Ş. 1315: s nosu yok ; Önder1974: 6-7. Menâkib Al-Ârifin’in diğer bir bölümünde Medine seyitlerinden itibarlı bir gencin Sultan Veled’i ziyaretinden bahsediliyor. Onu “Mustafa’nın türbedarı olan Seyyid’in oğludur” diye Sultan Veled’e takdim etmişler. O zatın acayip bir sarığı varmış, şöyle ki taylasanını göbeğine kadar sarkıtmış, öteki tarafını da Mevlevîlerin şekerâvizi gibi yapmıştı. Sultan Veled ondan “Bu şekerâviz tarzı bizim Mevlânâ’nın adetidir ve bu Mevlevîlere aittir. Başka bir şeyhte bu âdet yoktur. Bu diğer seyitlerin âdeti değildir. Size bu nereden?” diye sordu. Seyit, “Biz, eskiden beri Halil ailesinden ve Kureyş kabilesindeniz” diye açıklamaya başlıyor ve peygamberin “sarıklarınızı taylasan bırakınız; çünkü Şeytan taylasan bırakmaz. Sarık Arapların tacıdır.” Buyurduğunu, ayrıca Hz. Muhammed’in taylasanının bir karış kadarını sarkıttığını ve diğer yarısını da arkasında bağladığını anlatıyor. Medineli genç daha sonra o zamandan beri bugüne kadar Kureyşlilerin Peygamberin âdetini gözetip böyle yaptıklarını ve kabilelerinin âdeti olduğunu, Horasan'ın bilgin ve şeyhlerinin de böyle yaptıklarını duyduğunu beyan ediyor. Bu ifadeler dikkate alındığında Mevlânâ ve muakkiplerinin kıyafeti ile Peygamberin giyimi arasındaki benzerlik ortaya çıkmaktadır. Ancak 643 Hicri senesi Şevval ayının yirmi birinci perşembe gününde Şems-i Tebrizî (ölm.1247) tamamıyla kaybolup kendisinden bir ay haber alamayınca Mevlânâ hindibarî denilen kumaştan bir fereci yapılmasını emredip, başına bal renginde yünden yapılmış bir külâh geçirdi. Hindibarîden yapılmış elbiseyi o vilâyette matemlilerin giydiklerini söylerler. Sarığını da şekerâvizle sardığı, rebabın altı haneli yapmalarını emrettiği, beyaz gibi sarığa yas alameti olarak duhânî, yani siyah denecek kadar koyu mor renge tebdil ettiği kaydedilmiştir. (Gölpınarlı 1953: 432; Eflâki yay. Yazıcı I/1976:88, 363-366). Eflaki’nin menakıbnamesinden edindiğimiz bilgilere göre resimlerin hiçbiri Mevlânâ’ya ait değildir. Menakıb Al-Arifîn’de Mevlânâ’nın ayakta iken resminin çizildiği yazılmıştır, halbuki yukarıda açıkladığımız resimlerin dördü (Resim: 2, 3, 4, 5) Mevlânâ Celâleddin’i oturur vaziyette gösterir. Ayrıca işaret ettiğimiz eserlerde Mevlevîlikte yeri olmayan unsurlara ve aletlere rastlanılmaktadır. Örneğin resim 3’deki müttekâ Mevlevîler tarafından kullanılmamaktadır, ayrıca resim 4’de Mevlânâ uzun bir sakala sahiptir, Mevlânâ Celâleddin’in bu şekilde bir sakal bıraktığı düşünülemez. Ayrıca resim 3'de Mevlânâ profilden çizilmiştir, halbuki karşıdan çizildiği kayıtlıdır. Resim 2’deki giyim kuşam da Mevlânâ’ya ait olamaz. (Daha detaylı bilgi için bkz. Eflaki, yay. Yazıcı II/1980:775) . Mevlânâ ve Resim: Gürcü Hatun’un Kayseri Yolculuğu ve Ressam ‘Aynü’d-Devle-i Rûmî 125 Mevlânâ’nın ayakta iken çizildiği resimlere gelince resim 1’de Mevlânâ'nın çiçekler arasında, sol elinde bir yelpaze sağ elinde ise bir kitap görülmektedir. Kaynaklarda böyle bir portreden söz edilmemektedir. (Eflaki, yay. Yazıcı I/1976: 425-426). Ayrıca Aynüddevle Mevlânâ’nın minyatürünü çizmemiştir. Resim 6’ya gelince bu eser yağlıboya tekniğiyle yapılmış hâlbuki orijinal portrenin kalemle çizildiğini biliyoruz. Ayrıca arka plandaki semazenler ve sandukayla ilgili bir kayda rastlanılmamaktadır. Eserlerin ikisi hariç (Resim: 5, 6) diğerlerinin sanatçısı belli değildir. Mevlânâ’nın Aynüddevle-i Rûmî tarafından çizilen yirmi resmi ya özel koleksiyonlarda veya yurt dışındadır. Belki de resimler çeşitli sebeplerden dolayı tahribata uğramıştır. Ancak bu konuda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kaynaklar Ahmed b. Hanbel (1992), Müsnet, I-V, İstanbul: Çağrı Yay. Çam, Nusret (1997), İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, 2. bs. Ankara: Akçağ Yay. Eflaki, Ahmet, yay. Yazıcı (I/ 1976), Manâkib Al-Ârifîn, 2. bs. Ankara: TTK Yay. Eflaki, Ahmet, yay. Yazıcı (II/1980), Manâkib Al- Ârifîn, 2.bs. Ankara: TTK Yay. Eflaki, Ahmet, çev. Yazıcı (I/1989), Âriflerin Menkıbeleri, 2. bs. İstanbul: MEB Yay. Gölpınarlı, Abdûlbâki (1963), Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri. Gölpınarlı, Abdülbâki (1973), Mevlânâ, Hayatı, Eserlerinden Seçmeler, İstanbul: Varlık Yay. Gölpınarlı, Abdülbâki (1977), Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri. Gölpınarlı, Abdülbâki (1983), Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, 2. bs. İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri. Gölpınarlı, Abdülbâki (1985), Mevlânâ Celâleddin, 4. bs. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. İpşiroğlu, Mazhar. Ş (1973), İslam’da Resim Yasağı, İstanbul. İpşiroğlu, Mazhar. Ş (2004), Bozkır Rüzgârı Siyah Kalem, İstanbul: Yapı Kredi Yay. İslimyeli, Nüzhet (1977), Türk Resim Sanatında Desenler, Ankara: Ankara Sanat Yay. Kafesoğlu, İbrahim (1992), Selçuklu Tarihi, İstanbul: MEB Yay. Küçük, O.Nuri (2007), Mevlânâ ve İktidar, Konya: Rûmî Yay. Mevlânâ H.Ş. (1362), Külliyatı Divânı Şemsi Tebrizi, 9. bs. Tahran: Sipehr Yay. Mevlânâ Celâleddin (1992), haz. Gölpınarlı I-VII, Dîvân-ı Kebîr, Eskişehir: Kültür Bakanlığı Yay. Midhat Bahârî Husâmî (H.1331/M.1912), Terceme-i Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hazret-i Hudâvendgâr, İstanbul: Selanik Yay. Mülayim, Selçuk (1994), Sanat Tarihi Metodu, 2. bs. İstanbul: Bilim Teknik Yay. Müslim, Ebü’l‑Hüseyin b. Haccâc el‑Kuşeyrî (tarihsiz), Tah. M.Fuat Abdulbaki, elCâmiu’s-Sahîh I-V, Beyrut. Önder, Mehmet (1974), “Mevlâna Müzesinde Bulunan Mevlâna’nın Elbiseleri Üzerinde Bir Araştırma”, Türk Etnografya Dergisi, S.XIV, s. 6–7. 54 2009 Hamit ARBAŞ 126 54 2009 Pakalın, Mehmet Zeki (1993) I- III, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: MEB Yay. Sipah-sâlâr, Faridûn b. Ahmad, haz. M.Afshin Vafâie (2007), Risâlah-i Sipah-sâlâr dar manâgib-i hazrat-i khodâvandgâr, Tehran: Sokhan Yay. Sultan Veled, haz. C. Humâî H.Ş. (1315), İbtidâ- nâme (Veled- nâme adiyle basılmıştır), Tahran: İkbâl Yay. Turan, Osman (1958), Türkiye Selçukluları, Ankara. Turan, Osman (1996), Selçuklular Târihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, 5. bs. İstanbul: Boğaziçi Yay. Turan, Osman (1998), Selçuklular Zamanında Türkiye, 6. bs. İstanbul: Boğaziçi Yay. Uzluk, Şahabetin (1945), Mevlâna’nın Ressamları, Konya: Konya Halkevi Güzel Sanatlar Komitesi Yay. Uzluk, Şahabettin (1957), Mevlevîlikte Resim Resimde Mevleviler, Ankara: TTK Yay. Uzluk, Şahabettin (1985), “Eflaki Menakıbında Yazılı Mevlâna’nın 20 Resmi Ne oldu? ”, I. Millî Mevlâna Kongresi (Tebliğler), s. 275–278. Walter J. Meserve- Ruth (1979), “Theatre for Assimilation: China’s National Minorities”, Journal of Asian History, C. 13, S. 2, s. 95-120. “Esir Şehrin İnsanları” Romanı Üzerine Bir İnceleme Mustafa KARABULUT* ÖZ Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları adlı romanda, İstanbul’un işgali sırasında Türklerin tavırlarını anlatır. Bu eserde başlıca üç tip insandan söz edilir: İstanbul hükümetinin tarafını tutanlar, Kuvayi Milliyeciler ve her şeyi oluruna bırakan vurdumduymazlar. Romandaki çatışma bu üç tip insanın olaylara bakışından oluşur. Yazar, roman kahramanı Kamil Bey’in şahsında ideal Türk aydınında bulunması gerekenleri ifade eder. Kamil Bey, kimliğini hatırlayıp Anadolu’nun kurtuluşu için mücadeleye katılır. Kemal Tahir bu romanında Türk aydınının kimlik bilincini kaybetmemesi gerektiğini ifade eder. Kemal Tahir, İstanbul hükümetinin işgaller karşısında yetersiz kalmasının toplum üzerinde bıraktığı etkiyi başarılı bir şekilde ifade eder. Anahtar Kelimeler: Esir Şehrin İnsanları, Türk aydını, işgal, duyarsızlık, milli kimlik. ABSTRACT A Study of Kemal Tahir's "Esir Şehrin insanları" (The People of the Captured City) Kemal Tahir tells the status and attitudes of the Turks during the Allied occupation of Istanbul in his novel, "Esir Şehrin İnsanları". The novel is about three types of people: Those who sided with the Istanbul Government, those who are in relation with the National Forces, and those who are indifferent people who let everything follow its natural course. The conflict in the novel is composed of the woridviews of these three types of people. The author reflects in the novel what the Turkish intellectuals need to have. Having filled up a national identity, Kamil Bey joins in the struggle for the liberation of Anatolia. Kemal Tahir stresses in this novel that the Turkish intellectuals should not lose their consciousness of identity. He also successfully tells the effects of weaknesses of the istanbul government on society. * Yrd. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ADIYAMAN. Mustafa KARABULUT 128 54 2009 T Key Words: Esir Şehrin insanları, Turkish intellectuals, occupation, insensitivity, national identity. ürkiye’de roman türü, Tanzimat edebiyatıyla görülür. Önceleri çeviri yoluyla giren bu tür, daha sonra ilk yerli ürünlerin verilmesiyle gelişimini sürdürür. Fenelon’un Telemak’ı Türkçeye ilk çevrilen romandır. Daha sonra, Sefiller, Robenson Crusoe, Paul ve Virgine vb. romanlar Türkçeye çevrilir. Tanzimat döneminde özellikle Ahmet Mithat Efendi, bu türün ilk yerli ürünlerini verir. Eserlerinde kıssadan hisse verme amacı ön planda olan yazar, sonraki nesillere öncülük eder. Romancılığımız olgunluk devrine Servet-i Fünûn döneminde girer. Halit Ziya, Avrupaî roman tekniğini Türk romancılığına getirir. II. Meşrutiyet ve Milli Mücadele dönemlerinde gelişimini sürdüren romancılığımız, Cumhuriyet dönemi Türk romanının oluşmasına zemin hazırlar. Türkiye’de roman türünün ortaya çıkmasını sağlayan sosyal koşullar batıdan farklıdır. Batıda burjuva sınıfının güçlenmesi ve hızlı sanayileşme ile beraber roman da gelişmesini sürdürmüştür. Türkiye’deki sosyal değişmenin romancılığımız üzerinde önemli etkileri vardır. Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemlerinde batılılaşmanın etkileri, Milli Mücadele yıllarında milli değerlere yöneliş, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sosyal ve kültürel değişim, II.Dünya Savaşı yıllarında ise ekonomik çöküntü ve sosyal bozulmalar, romancılığımıza doğrudan tesir eder. Bazı romancılarımızın toplumsal gerçekleri farklı bir bakış açısıyla ele alındığını belirtebiliriz. Bunların başında Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Oktay Akbal ve Kemal Tahir gibi isimleri sayabiliriz. Kemal Tahir sosyal-gerçekçi romancılığımızın en kuvvetli temsilcilerindendir. Basit bir anlatıma yönelmeyen yazar, romanlarında ana çizgi olarak Türk insanının değişim sürecini anlatır. Yazar, Esir Şehrin İnsanları’nda olduğu gibi, yakın tarihin romanlarını işlediği kent romanları da kaleme alır. Kemal Tahir, tarih ve toplum yorumuyla örtüşen kendine özgü bir roman anlayışı geliştirmeye çalışır. Ona göre Türk toplumu batı toplumlarından farklı olarak sınıfsız bir toplumdur; bu sebeple Türk romanı da kendine özgü bir çizgi takip etmelidir. İlk romanı Sağırdere’den (1950, Son Posta'da tefrika halinde yayınlandı. 1955’te ise Körduman takma haliyle kitap halinde basıldı) itibaren tarihsel süreç içinde, Türk toplumunun son bir asırda geçirdiği sosyal ve siyasal değişiklikleri dile getirir. Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları (1952, Yeni İstanbul, tefrika olarak yayınlandı. Nurettin Demir takma adıyla 1956 yılında kitap halinde yayınlandı) adlı romanı, Mütareke yıllarında işgal altındaki İstanbul’u anlatır. Bu romandan başka Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı ve Yorgun Savaşçı da aynı tarzda yazılmış eserlerdir. Roman üç bölümden oluşur ve her bölüm de kendi içinde “Esir Şehrin İnsanları” Romanı Üzerine Bir İnceleme 129 alt kısımlara ayrılır. Birinci bölüm yedi, ikinci bölüm üç, üçüncü bölüm yedi kısımdan meydana gelir. Birinci bölüm, Esir İstanbul, ikinci bölüm Bulanık Su, üçüncü bölüm Kâmil Bey adını taşımaktadır. Romanın başkahramanı Kâmil Bey, II. Abdülhamid’in vezirlerinden Selim Paşa’nın tek oğludur ve genç yaşta büyük bir mirasa sahip olmuştur. Hayatında o zamana kadar maddi bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır. Kâmil Bey İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra, Fransa’da felsefe okumuştur. Edebiyat, resim ve diğer sanatlara olan ilgisinden dolayı Londra ve Roma’da kalmış; ayrıca Mısır, Hindistan, Çin, kuzey ve güney Amerika’ya gitmiştir. Kâmil Bey, 1913’te yirmi yedi yaşındayken bir paşa kızı olan Nermin’le evlenir. Kâmil Bey, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılmayacağını sandığı için evlendikten üç gün sonra İspanya’ya gider. Osmanlı İmparatorluğu son altı yılda 10 Temmuz, 31 Martta iç sarsıntılar geçirip Trablus ve Balkanlarda yenilgiler alır. Ordunun da derlenip toparlanması için savaş dışı kalması gerekir. Kemal Tahir bu bölümde tarihi hadiselerden bahsediyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında savaşa girişini de bu bölümde anlatıyor. Birinci Dünya Savaşı başladığında Kâmil Bey ile eşi İspanya’dadır. 1916’da kızları Ayşe dünyaya gelir. Aile, savaş bittikten sonra İstanbul’a döner. Kâmil Bey'in İstanbul’daki malvarlığından iki dükkan ve bir köşk kalmıştır. Geri kalan kısmı ise yangınlarda yanmış veya yağma edilmiştir. Üçüncü kısımda Kamil Bey ailesi Üsküdar’da Bağlarbaşı’ndaki köşke gelir ve oraya yerleşirler. İstanbul işgal altındadır ve esir olmalarına rağmen kurtuluşa inanmayan insanların fazlalığı, Amerika’nın mandasını isteyenlerin tavırları, halkın içinde bulunduğu sıkıntılı hayat şartları daha önce hiçbir zorlukla karşılaşmayan Kâmil Bey’i derinden etkiler. Önceleri çevresiyle pek ilişkili olmayan Kamil Bey, memleketin içinde bulunduğu gerçekleri görünce çevresindeki insanlarla kaynaşıp vatanı uğruna faydalı işler yapmaya karar verir. Bu sırada Anadolu’da direniş hareketleri başlamıştır. Kamil Bey de bu harekete yardımcı olur. Behçet Necatigil, Kâmil Bey için, Ariskotkrat bir aydındı, zamanla memleket insan ve gerçeklerini tanıyarak devrimci bir insan olur, Milli Mücadele’ye karışır (Necatigil, 1971: 122) diyerek ideal Türk aydınından beklentisini dile getirir. Kâmil Bey, çocukluk arkadaşı İhsan Bey’in Karadayı adlı gazetesini çıkarmada İhsan Bey’in eşi Nedime Hanım’a yardımcı olur. İhsan Bey, dört yıl cephede savaşmış, yaralanmış, büyük fedakarlıklar yapmıştır. Ancak bir iftira sonrası hapse atılmıştır. İstanbul hükümeti aleyhine faaliyetler yapması nedeniyle gazetenin çalışanları takibe alınır ve bazıları tutuklanır. Kâmil Bey 54 2009 Mustafa KARABULUT 130 54 2009 ile arkadaşları İstanbul hükümetinden gizli olarak Anadolu’ya silah kaçırmak isterler. Ararat vapuru ile Anadolu’ya 650 ton mermi kaçırılmasına yardım ederler. Daha sonra, Yunanlıların saldırı planlarını ele geçiren Kamil Bey, onları Anadolu’ya gönderirken tutuklanır ve yedi yıl hapse mahkûm olur. Bu olaylar İkinci İnönü zaferinin kazınıldığı dönemlerde meydana gelmektedir. Romanın ilk bölümünde hakim anlatıcı vermek istediği mesaja göre devrin siyasi ve sosyal durumunu da okuyucuya yansıtır. Daha sonra romanın başkahramanı Kamil Bey’i ve eşi Nermin Hanım’ı tanıtır: “Kâmil Bey, Abdulhamid’in en zengin vezirlerinden Selim Paşa’nın tek çocuğuydu. Genç yaşta da çok büyük bir mirasa konmuştu....” (s.10). “Kamil Bey nasıl paşa oğluysa, Nermin de paşa kızıydı. Yirmi yaşına kadar yoksullukla, güvensizlikle, maddi, manevi hiçbir zorlukla karşılaşmamıştı.”(s.15). Kâmil Bey ile ailesi diğer yolcularla birlikte İspanya’dan İstanbul’a gemiyle yolculuk etmektedirler. Birinci Dünya Savaşı yeni bitmiştir ve Anadolu’da yer yer işgaller başlamıştır, aynı zamanda İstanbul da işgal altındadır. İlerleyen bölümlerde vak’a zinciri zenginleşir. İlk bölümde Barcelona’dan Çanakkale’ye yapılan yolculuk sırasındaki konuşmalar verilirken, romanın içeriği hakkında okuyucu bilgi sahibi olur. Yunanlıların İzmir’e çıkmalarından sonra bazı insanlar Madrid elçisi gibi Amerikan mandasını isteyerek, Bu vartayı atlatmaya bakacağız! Padişah-halife, bir de başkent kurtuldu mu gerisi kolay. (s.21) demektedirler. Romanın tezini yazar Kamil Bey vasıtasıyla vermektedir: "Nasıl kolaydı gerisi? Memleketsiz, milletsiz padişah-halife-başkent neye yarayacaktır?" (s.21). Roman türünde, metin halkasını meydana getiren parçalar eserin vermek istediği mesaja göre düzenlenir. Kâmil Bey’in İstanbul’a gelişiyle romanın aksiyonu oluşmaya başlar. Burada Kâmil Bey, memleketi içine düştüğü durumdan çıkarmak için herkesin kurtuluşa inanması gerektiğini düşünür. Değişim önce Kâmil Bey’in şahsında görülür. Kâmil Bey, “Mütareke Dönemi’nde İstanbul’da bulunmuş olmanın sağladığı imkânlarla cephe gerisinde özellikle aile çevresinde işgalci subaylarla sürdürülen sorumsuz ve yozlaşmış hayata dair izlenimlerinden yola çıkarak kimliğini hatırlar” (Gündüz, 2004: 425). Yazar, Kâmil Bey’i yeni kimliğiyle Kurtuluş Savaşı’na hazırlar. Kamil Bey, Türk milletinin içinde bulunduğu vahim durumunun farkındadır ve bir şeyler yapılması gerektiğinin bilincindedir. Bu bölümde diğer taraftan yurdun değişik yerlerinden haberler gelmektedir. Bolu-Düzce ayaklanması devam ederken Beypazarı ve Adapazarı’nda da “Esir Şehrin İnsanları” Romanı Üzerine Bir İnceleme 131 ayaklanma başlamıştır. Romanın ilk bölümünden itibaren metin halkaları kronolojik bir tarzda (Aktaş, 1991: 128) eser boyunca verilmektedir. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği savaşlar hatırlatıldıktan sonra İstanbul’un işgal edilmesine geçilir: “Tarih 16 Mart 1920, günlerden salıydı... İngilizler bu sabah İstanbul’u işgal ettiler...” (s.70). Yazar, romanın kurgusunu oluştururken devrin atmosferini esere yansıtmayı başarır. İdeal bir tip olarak görülen Kâmil Bey’in güçler vardır. Romandaki dramatik çatışmayı oluşturan güç değerlerin birbiriyle çarpışmasıyla oluşur. Esir Şehrin İnsanları’nda bu çatışmayı şematik olarak şöyle gösterebiliriz: Tematik Güç / Değer ve Kavramlar Karşı Güç / Çatışan Kişi ve Değerler - - - - - - - - - - Kamil Bey Zorbalığa, adaletsizliğe karşı başkaldırma Vatanseverlik İhsan Bey Ahmet Bey Kahramanlık Nedime Hanım Fedakarlık Niyazi Bey Ramiz Efendi - - - - - - - - - Vatan hainleri İhanet Korkaklık İşgal güçleri Azınlıklar İhmalkârlık Otorite boşluğu Nemelazımcılık Dalkavukluk Tabloda tematik gücü temsil eden şahıs ve kavramlar, karşı güçtekilerle tezat teşkil eder. Vatansever, fedakar birer kahraman olan Kâmil Bey, Niyazi Bey, İhsan Bey, Ahmet Bey, Ramiz Efendi, Fatma Hanım ve Nedime Hanım, işgale seyirci kalan vurdumduymazlar, hainler ve işgal güçleri çatışma içindedir. Nedime Hanım, büyük bir özveriyle gazetesini çıkarmakta ve vatanın kurtuluşu için çareler aramaktadır. Kâmil Bey, gazetede tanıştığı Nedime Hanım’ın cesaretine ve vatan sevgisine hayran olur. Niyazi Bey, yıllarca cephelerde savaşmış, Yunan’a ilk kurşunu atanlar arasında yer almış, oğlu Rum çetelerince öldürülmüş, kızının ırzına geçilmiştir, karısı Anadolu’da kaybolmuş bir şahıstır. Bu sebeplerden dolayı, düşmana duyduğu kin ve nefret her geçen gün katlanarak artmaktadır. Öyle ki, vatan için verilen her göreve seve seve gider. İhsan Bey, subay olarak harbe gitmiş, büyük yararlıklar göstermiş, beş defa yaralanmış bir vatanseverdir. 54 2009 Mustafa KARABULUT 132 54 2009 Esir Şehrin İnsanları romanında İstanbul adeta bir hapishane gibidir. 16 Mart 1920’de İstanbul’un tekrar işgal edilmesiyle İmparatorluğun başkenti artık bir esir şehirdir. Kamil Bey, uzun süre kaldığı Avrupa’da, batının gerçek yüzünü, yani bencil ve zalim yönünü, görmüştür. Batılının tutsağı olarak yaşamanın bir anlamı olmadığını düşünen Kamil Bey, büyük bir şaşkınlık içindedir. Çünkü, halkın önemli bir kısmı işgale karşı tepkisizdir. Hatta bir kısmı, İngilizlerle iş birliği yapar. İstanbul adeta bir yangın yeridir. Bazı subayların gizlice Anadolu’ya kaçtıklarının haberleri gelmektedir. Bulaşıcı hastalıklar yayılmakta ve ahlaksızlıklar artmaktadır. İşgallere, felaketlere dayanamayan bazı memur ve subayların intihar ettiği de görülür. Kamil Bey, kurtuluş için bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmekte, ama çevresinin kayıtsızlığı onun çelişkide kalmasına sebep olmaktadır. Kamil Bey’in hanımı Nermin bile mücadeleden yana değildir. Nermin Hanım’ın halası ve eniştesi de milli ve manevi değerlerden uzak vurdumduymaz kişilerdir. Kamil Bey’in ailesini de bir tarafa bırakarak doğru bildiğini yapması, işgalcilerle mücadele etmesi, vatanına olan sevgisinden ve gerçekten ismine layık kamil bir insan olmasındandır. Vatan için büyük fedakarlıklar yapan Kamil Bey, romanın sonunda tutuklanır. Yazar bu anı; “Kamil Bey, yarı karanlık yer altı odasını birden doldurup soluklarını kesen umutsuz yalnızlığın ortasında kalakalmıştı. Dört yanına şaşkın şaşkın bakarak titreyen yumruğunu ağzına götürdü: Yedi yıl! Burada bir başıma… Olmaz hayır, olmaz bu…”(s.341) cümleleriyle anlatır. Yazar, Kâmil Bey’i tutuklatarak adeta bir defa daha esaretin soğukluğunu hissettirmiştir. Kemal Tahir’in “siyasi düşünceleri yüzünden 15 yıl hapse mahkum olması” (Bakırcıoğlu, 1986: 288) bu romanda da verilmek istenen mesaja bağlı olarak hapishane motifini okuyucuya iletmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve yer yer işgallere uğramış bir ülkenin kurtarılması için toplumdaki her ferdin kurtuluşa inanması gerekmektedir. Anadolu’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde kurulan Kuvayi Milliyeciler, bağımsızlığın ancak savaşarak kazanılacağını ifade etmektedirler. Karşı tarafta ise İstanbul hükümetine güvenilmesi gerektiği belirtilmektedir. Birtakım insanlar sanki İstanbul’u işgal güçleri değil de Kuvayi Milliyeciler işgal etmiş gibi davranmaktadırlar. Böylece savaştan yenik çıkmış olan ülkede karamsarlık duygusu daha da artmıştır ve bağımsızlığın kazanılması çok uzakta görülmektedir. Bağımsızlığa inanmayış romanda şöyle verilmektedir: “Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin sonucuna katlanmalı. Memleketi bu duruma ittihatçılar getirdi. Koca Almanla be- “Esir Şehrin İnsanları” Romanı Üzerine Bir İnceleme 133 raberken yenildik! Şimdi bir başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak ne demektir?” (s.71). Romanda Kâmil Bey zengin bir aristokrat iken daha sonra devrimci bir aydın olarak vatanı için faydalı işler yapmaya çalışan biri olur. İhsan Bey de vatanı için canını seve seve verebilecek bir şahsiyettir. Nedime Hanım işgal altındaki bir şehirde korkusuzca çabalayan. Türk kadının temsil etmektedir. Fuat Mahir Bey memleketin içinde bulunduğu durumdan kaçarak kendini dervişliğe vermiştir. Yazar, bu sıkıntılı dönemde birlik ve beraberlik içerisinde olunması gerekirken görüş ayrılıklarının ülke için büyük tehlike oluşturduğunu ele aldığı tiplerle de romana yansıtmıştır. Romanda vatanın işgal altında oluşu ve Türk aydınının buna karşı tutumu sorgulanırken yan ifadeler de karşımıza çıkar. Mahalle imamı Mümin Hoca, "İslâmiyet’ten uzaklaşıldığı için bu kötü hadiseler yaşanmakta”(s. 81) sözüyle anlatır. Kâmil Bey ise önceleri polisin, memurun, jandarmanın işgal güçlerine yardım ettiğini düşünmesine rağmen bu fikirlerinden daha sonra uzaklaşır. Bir taraftan vatanı kurtarmaya çalışan vatansever Türk insanları çalışırken, diğer yandan kendi servetini düşünen insanlar görülür. Bazıları ise, maddi çıkar uğruna dini alet olarak kullanır. Kâmil Bey İstanbul adliyesindeyken, yapılan adaletsizlikleri yakından görmüş Türk insanındaki bu olumsuz değişmenin kendi sonunu hazırladığı fikrine kapılarak şöyle der: “Burada on dakika dolaşmak, temelleri birkaç yüzyıldır çatırdayan kocaman bir imparatorluğun neden çöktüğünü insana anlatabilirdi. Bir devletin, devrini tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi...” (s.89). İkinci bölüm tematik bakımdan birinci bölümle paralel olarak verilir. İşgallerle beraber birçok aydın kurtuluşa inanmayarak Avrupa’ya kaçmakta geriye kalanların çoğu ise Amerikan mandasını istemektedir. Küçük çıkarlar uğruna vatana ihanet edenlerin sayısı da fazladır. Bir yandan düşman kuvvetleri şehri işgal etmiştir, diğer yandan ülkedeki fırsatçılar vatanın çöküşünü hızlandırmaktadırlar. Ülke için asıl tehlike teşkil eden bu durum şöyle veriliyor: “... Çöküntü devrinde iki çeşit insan tipi ortaya çıkıyor: Namussuzlarla namuslular... Hele, önce ‘vatandaş’ sonra ‘insan’ olunması gereken dehşetli sıralarda felaketle alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok. Muharebede düşman karşıdadır, üniformalıdır. Az da olsa, çok da olsa da bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın kovalarsın... Anında ölenler yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim bilinmez!” (s.171). Üçüncü bölüm romanın başkahramanı Kamil Bey’in etrafında şekillenmektedir. Kamil Bey ikinci bölümün sonunda önemli belgelerle yakalanmıştır. 54 2009 Mustafa KARABULUT 134 54 2009 Kamil Bey romanın sonuna kadar tutuklu olmasına rağmen yine de vatanı için faydalı olmaya çalışmaktadır. Romanın bu bölümünde vaka zincirine bağlı olarak mekan da değişmektedir. Esir bir şehirde vatanı için çalışırken tutuklanan Kamil Bey yedi yıl hapse mahkum edilince umutsuzca:“.. Yedi yıl! Burada bir başıma... Olmaz hayır, olmaz bu...” (s.341) diyerek isyan eder. Kemal Tahir kahramanlarını seçerken de, diğer unsurlarda olduğu gibi, gerçekçiliğe bağlı kalır. Kâmil Bey, İhsan Bey, Nedime Hanım, Niyazi Efendi, Ahmet Bey, Nermin Hanım, Ayşe; ustası, kahvecisi, amiri, memuru vb. tüm kahramanlar toplumumuzun birer aynasıdır. “Kemal Tahir’in romanlarında kişiler zengin, canlı, kalabalık bir kadro teşkil ederler.” (Kabaklı, 1994: 319). Esir Şehrin İnsanları da şahıs kadrosu bakımından oldukça zengindir. Kemal Tahir’in kahramanları dışa dönük ve hareketlidir. Kâmil Bey dışında, tematik güçteki diğer kahramanlar da üstün özelliklere taşır. İhsan Bey, Niyaz Efendi ve diğerleri, vatanı uğruna canını seve seve verebilecek şahıslardır. Yazar, romanın tezini oluştururken kahramanlarının hayata bakışlarını, duygu ve düşüncelerini dikkate almıştır. E.M. Forster roman kişileri konusunda “romanı roman yapan, anlattığı öyküden çok kişilerin düşüncelerini eyleme dönüştürmek için kullanılan yöntemdir” (Forster, 1982: 85) diyerek şahıs kadrosunun eseri yönlendirmesi gerektiğini belirtmiştir. Esir Şehrin İnsanları, kişilerin fikirlerini sosyal ve siyasi ortama uygulamalarını çok net biçimde verir. Hakim anlatıcı bakış açısının görüldüğü romanda olay örgüsü üç temel metin halkası çerçevesinde oluşmaktadır. Metin halkaları arasındaki bütünlük, romanın teknik açıdan güçlü kılar. Birinci bölümün ilk kısmını giriş üçüncü bölümün son kısmını sonuç bölümü olarak ele aldığımızda geriye kalan kısımlar gelişme bölümünü oluşturmaktadır. Romana aktivite sağlayan unsur, başkahraman Kamil Beyin çevresindeki münasebetinden oluşur. Esir Şehrin İnsanları, Birinci Dünya Savaşı’nda yenik ayrılmış Türk insanının İstanbul’un işgali sırasındaki tutum ve davranışlarını dile getirir. Kamil Bey’in şahsında ideal Türk aydınında bulunması gerekenleri içerir. Anlatmaya bağlı edebi eserlerde, “dramatik vaziyeti hazırlayan altı fonksiyondan” (Aktaş, 1991: 153) biri olan romanın birinci derecedeki kahramanı bu romanda Kamil Bey’in şahsında dikkatlere sunulur. Romanda başlıca üç tip insandan söz edilebilir: İstanbul hükümetinin tarafını tutanlar, Kuvayi Milliyeciler ve her şeyi oluruna bırakan vurdumduymazlar. Romandaki çatışma bu üç tip insanın olaylara bakışından oluşturur. Esir Şehrin İnsanları’nda Mütareke yıllarının kent yaşamından manzaralar sunulurken, tarihi hadiselerden de bahsedilir. Bu durum, romanı bir tarih kitabı haline getirmez. Tarihin görevi olup biteni olduğu gibi yansıtmaktır. “Esir Şehrin İnsanları” Romanı Üzerine Bir İnceleme 135 Tarih insanın gözlenebilen bütün hayatıyla ilgilenirken roman, insanın sözünü edemediği bütün sevinçleri, üzüntüleri, düşleri, duygu ve düşüncelerini dile getirmektedir. Kemal Tahir bu romanda bir nevi sosyolog, ekonomist veya tarihçi gibi davranıyor. Berna Moran roman yazarı için, “yansıttığı toplumun oluş yasalarını incelemeli ve açıklamalıdır.” (Moran, 1997: 136) diyerek, yazar-toplum ilişkisini dile getirir. Bu romanda, Kurtuluş Savaşı yıllarında sivil aydınların işgaller karşısında tutumu anlatılır. Başkahraman Kamil Bey’in şahsında, aydın bir Türk’e düşen görevler dile getirilir. Kamil Bey’in iç dünyasındaki çatışmalar, benliğini bulmasına zemin hazırlar ve onu yazarın idealize ettiği bir aydın tipine çevirir. Kamil Bey’in, kimliğini hatırlayıp Anadolu’nun kurtuluşu için mücadeleye katılması, yazarın vermek istediği tezin bir göstergesidir. Eserde, Türk tarihinin son derece önemli ve karışık bir dönemi seçilmiş, savaşın ve işgallerin birey ve toplum üzerindeki etkisi anlatılmıştır. İstanbul hükümetinin işgaller karşısında yetersiz kalması, kendisini ordusuz hisseden insanların sevinçleri, korkuları, umutları, umutsuzlukları, dönemin ve toplumun dramını meydana getirecek şekilde düzenlenmiştir. Kaynaklar Aktaş, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara. Bakırcıoğlu, M. Ziya (1986), Başlangıçtan Günümüze Türk Romanı, İstanbul. Forster, Edvard Morgan (1982), Roman Sanatı (Çev. Ünal Aytür) İstanbul. Gündüz, Osman (2004), "Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı", Yeni Türk Edebiyatı (18392000) El Kitabı, (Editör: Ramazan Korkmaz), Grafiker Yayıncılık, Ankara. Kabaklı, Ahmet (1994), Türk Edebiyatı (Hikâye ve Roman), V. Cilt, İstanbul. Korkmaz, Ramazan (1990), "Roman Tekniği Bakımından Kuyucaklı Yusuf", F.Ü. Sos. Bilimler Dergisi 4/2, Elazığ. Moran, Berna (1997), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış -2, İstanbul. Necatigil, Behçet (1971), Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, İstanbul. Tahir, Kemal (1995), Esir Şehrin İnsanları, Adam Yayınları, İstanbul. 54 2009 Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız Günseli NAYMANSOY* ÖZ Bu makalenin konusu, Osmanlı İmparatorluğu‘ndan günümüze Türk kadınının bilim ve sanat alanına yaptığı katkılardır. Söz konusu katkıları somut olarak ortaya koymak amacıyla, farklı alanlardan 13 örnek seçilmiştir. Örnek olarak seçilen kadınların, kadın haklarını savunma konusundaki çabalarıyla birlikte, bilim ya da sanata yaptıkları katkıları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun yanında, bilim insanı, sanatçı ve insan olarak birbirlerine benzer yönleri ve farklılıkları vurgulanmıştır. Anahtar sözcükler: Kadın, entelektüel, bilim, katkı, kadın hakları. ABSTRACT From Shadow to Reality: Women Intellectuals from the Ottoman Empire to Present This article is about the contribution of Turkish women to Turkish scientific and artistic life from the Ottoman Empire to present. For this purpose, thirteen women were selected as examples from different fields. Their effort on defending women rights and science or art was tried to be pointed out. Besides this, their similarities and differences were stressed as scientists, artists and human beings. Key Words: Women, intellectual, science, contribution, women rights. Giriş Y üzyıllar boyu erkeklerin arkasında âdeta gölge gibi yaşayan Türk kadını, toplumdaki bugünkü saygın yerini kolay elde etmemiştir. Aydın erkeklerin yoğun desteği ve aristokrat ailelerden gelen kadınların kararlı çabaları yanında, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün, kadınların eğitimine verdiği önem, pek çok hakkın elde edilmesini sağlamıştır. Ayrıca sahip olunan hakların arkasında, kadınların kimlik mücadelesinin kazanılması için yapılan çalışmalara yaşamını adamış pek çok isimsiz kahramanın ~Yenilikçi bir paşa ya da yüksek memur kızı olduğu * Dr., Osmangazi Üniversitesi Emekli Öğretim Elemanı, ESKİŞEHİR, e-posta: gnaymansoy@yahoo.com Günseli NAYMANSOY 138 54 2009 anlaşılan P.B. (adını açık olarak belirtmiyor), evlerinde, konaklarının büyük salonunda hatibe Fatma Nesîbe Hanım’ın konuştuğu konferanslar düzenliyor (Demirdirek 1993:47).~ uzun yıllar süren emekleri vardır. Orta öğretim olanağı ve mesleki eğitimden yararlanma hakkını Tanzimat döneminde elde etmiş olan Türk kadını, hekimlik yapma şansını, Dr. Adnan Adıvar’ın sadârete yaptığı başvurunun reddedilmesinden bir yıl sonra, aynı önerinin, Sıhhiye Nâzırı İsmail imzasıyla tekrarlanması üzerine kabul edilmesi ile elde etmiştir. 1870 yılında kız okullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla dârülmuallimâtın açılmasıyla kadınların eğitim olanakları genişlemiştir. Yüksek öğretim olanağına kavuşmak için Meşrutiyet’e kadar beklemek gerekmiş, kızlara yönelik dersler 1914 yılında İstanbul Dârülfünûnu’nda başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yılında eğitim için Avrupa’ya gönderilen öğrencilerin bazıları, ileriki yıllarda ülkenin gelişmişlik düzeyine olumlu katkılar verecek olan bilim insanları olmuştur. Şu anda kağıt üstünde de olsa pek çok ülke kadınından daha fazla haklara sahip olan Türk kadınlarının ve sağlıklı bir toplumun ancak aydın kadınlarla birlikte oluşturulacağını bilen aydın Türk erkeklerinin saygıyla anımsayacağı sayısız aydınımız vardır. Bunların hepsini birden anmanın ve yaptıklarını hatırlatmanın bir makale ile sınırlı alanda mümkün olamayacağı tabiîdir. En azından 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasında geçen yaklaşık 75 yıllık dönemde Türk düşüncesinin ve biliminin gelişimine katkıda bulunmuş olan kadınları temsil etmek üzere belirlenen on üçünün yaşam öyküleri aşağıda kısaca verilmiştir. Yapmış oldukları katkıların düzeyi ve gerçekten ne denli etkin oldukları önümüzdeki yıllarda haklarında yapılacak ayrıntılı araştırmalar sonucunda netlik kazanacaktır. Türkiye’de pozitif bilimlerin tanınması ve gelişmesi açısından en önemli isimler, yaptıkları çeviriler ve yazdıkları yazılarla, birbirleriyle ilişkileri olduğu, ya da en azından birbirlerini izleyip saygı duydukları bilinen, Fatma Aliye Hanım, Emine Semiye Hanım ve Halide Edip Adıvar üçlüsü olmuştur. Bunlardan, Fatma Aliye Hanım’ın iki felsefe kitabı yazmış olması, onların bilim dışında felsefe ile de ilgilenmiş olduklarını, bununla da kalmayıp halka tanıtmak için yazılar yazıp çaba gösterdiklerini kanıtlar. Sosyal bilimlerle uğraşmış olan diğer üç kişiden Selma Rıza Feraceli ve Sabiha Sertel de sosyoloji gibi yeni bir alanda varlık göstermiş, yurt dışında da tanınmışlardır. Afet İnan ise, Gazi döneminin dış politikasının ve Kemalist tarih görüşünün temellendirilmesi için yapılan çalışmalarda yer alan tek kadın olmuştur. Diğer dört tanesi, doğrudan pozitif bilimlerle uğraşmış ve alanlarına katkı sağlayacak eserler ortaya koymuşlardır. Remziye Hisar, Nüzhet Gökdoğan, Paris Pişmiş ve Nuriye Pınar Erdem alanlarında kalıcı eserler bırakmış, Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız 139 zamanlarında Türk kadınının fen alanında da diğer gelişmiş ülke kadınlarının gerisinde kalmadığını gösterecek etkinliklerde bulunmuşlardır. Tümü de üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yapıp, kendilerinden sonra alanlarında çalışacak genç bilim insanlarını yetiştirmeye ve onlara daha seçkin bilimsel ortamlar bırakmaya gayret göstermişlerdir. En son bahsedilen sanatçılar Sabiha Bengütaş, Mihri Müşfik ve Semiha Berksoy, Türk kadınının sanat alanında da varolduğunu göstererek, bu alanda söz sahibi olmuş ve zamanları için kendilerinden çok da beklenmeyen işleri başarıyla gerçekleştirmişlerdir. Sosyal Bilimler Alanında Katkı Sağlayan Kadınlar Sosyal bilimler alanında çalışanlardan, Fatma Aliye Hanım (1862-1936), Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olarak tanınır. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın kızıdır ve İstanbul’da doğmuştur. Fransızca ve Arapça dersleri almış, matematik, hukuk, Arap tarihi ve felsefesi okumuş ve ağabeyi için evde kurulan kimya laboratuarında onun yaptığı deneyleri seyreder ve ona yardım ederken bilime merak sarmıştır. 1879’da evlendiği Faik Paşa başlangıçta onun roman okumasına karşı çıkmış, hatta bir ara kitaplarını bile yırtmıştır. Daha sonra bu konuda yumuşayan kocasının izniyle 1889’da George Ohnet’nin Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirmiş, böylece edebi yaşantısı başlamıştır. Bu romanı “Bir Hanım” imzasıyla yayınlamış ve çabası Ahmed Midhat tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övülmüştür. Daha sonra yapıtlarında “Mütercime-i Meram” takma adını kullanmıştır. Kitaplarının yanında Tercüman-ı Hakikat, Hanımlara Mahsus Gazete, Mehâsin, Ümmet ve İnkılâb gibi pek çok gazete ve dergide çeşitli konularda, özellikle de kadın konusunda yazılar yazmıştır. Bu yazılarda İslâmiyet’in ilk döneminde olduğu gibi kadınların çeşitli hak ve özgürlüklere kavuşmasını, kadın ve erkek ayrımı yapılmadan bilimden herkesin yararlanmasını istemiş, İslâmiyet’te kadının eğitimini engelleyici bir buyruk bulunmadığını, kadınların da okuyup çalışma hayatında yer alması gerektiğini, çok kadınla evliliğin ve örtünmenin ise İslâmiyet’in bir gereği olmadığını yalnızca geleneği olduğunu anlatmıştır. Eserleri arasında, Ahmed Midhat’la birlikte yazmış olduğu Hayâl ve Hakikat, yakın zamana kadar bir Türk kadın yazar tarafından yazılan ilk roman olarak bilinen Muhâdarât (1892) Re’fet, Udî, Levâyih-i Hayat ve Enin adlı romanları, Nisvân-ı İslâm, Taaddüd-ü Zevcât’a Zeyl, Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân adlı sosyal içerikli eserleri, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, Tedkîk-i Ecsâm, İstîlâ-yı İslâm adlı felsefe kitapları vardır. Ayrıca, Tarih-i Osmaniyye’nin Bir Devr-i Mühimmesi-Kosova Zaferi ve Ankara Hezimeti, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı adlı tarihî ve biyografik içerikli eserler ile Hanımlara Mahsus Gazete’de yayınlanan Eslâf-ı Nisvân (8-13 Cemaziyelevvel 1314) ve Talim-i Terbiye-i Benât-ı Osmaniye (20 Recep 1313) başta olmak üzere pek çok makale bulunmaktadır. 54 2009 Günseli NAYMANSOY 140 54 2009 Fatma Aliye Hanım’ın kız kardeşi olan Emine Semiye Hanım (1868-l944) da, Türk edebiyatına ve kadın hakları mücadelesine destek veren bir diğer öncü yazarımızdır. Çocukluğunda özel eğitim almış, Fransa ve İsviçre’de sosyoloji ve psikoloji okumuştur. Şişli Etfâl Hastanesi’nde yardımcı hemşirelik, İstanbul ve Anadolu’da öğretmenlik yapmıştır. “Emine Vahide” takma adını kullanarak gazetelerde yazılar yazmıştır. 1908’de İttihat ve Terakki ajanı olarak İstanbul, Selanik arasında vazife görmüştür (Sarımermer Annaç, 2001:53). Gayya Kuyusu ve Sefalet adlı romanları ve Hulâsa-i İlm-i Hesâb (1319) adlı bir aritmetik kitabı vardır. Ayrıca Etfâl Hakkında Elzem Bazı Tenkidât-ı Fenniye (Hanımlara Mahsus Gazete, Sayı 55, 14 Mart 1312) ve Terakkiyât-ı Nisvaniyyeyi Kimden Bekleyelim? ( İnkılâb, 3 Ağustos 1325) adlı önemli makaleler yazmıştır. Yalnızca ülkemizde değil dünyada da yeni bir disiplin olan sosyoloji alanına katkı veren, ilk kadın gazetecimiz, Selma Rıza Feraceli (1872 - 1931), entellektüel bir aileye mensup Türk bir babanın ve Avusturya’lı bir annenin kızıdır. 1877 yılında ilk Osmanlı parlamentosunda görev almış olan babası Ali Rıza Bey, diplomat olarak görev yaptığı Avusturya’da tanıştığı ve daha sonra Müslüman olan Naile Hanım ile evlenmiştir. Çiftin yedi çocuğunun en küçüğü Selma Rıza’dır. Özel öğretmenlerin denetiminde dersler almış, 19. yüzyıl sonlarına doğru ailesinden gizli olarak İstanbul’dan kaçmış ve Paris’te bulunan ağabeyi, Jöntürk liderlerinden Ahmet Rıza’nın yanına gitmiştir. Eğitimini Sorbonne Üniversitesi’nde yapan Selma Rıza, Paris’te yaşadığı 10 yıl boyunca Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi olmuştur. Bu cemiyetin tek kadın üyesi iken, Fransızca olarak Paris’te yayınlanan Meşveret gazetesinde ve Türkçe olarak yayınlanan Şûrâ-yı Ümmet gazetesinde yazılar yazmıştır. 1899’dan itibaren “sosyal açıdan kadın” konusu üzerinde çalışmış, kendisinden önce bu konuyu ele alan tüm eserleri okumuş, gerek Jöntürkler, gerekse Fransız aydınları arasında bu konunun uzmanı olarak tanınmıştır. Çekingen yaradılışı nedeniyle derin bilgisini kitlelere aktarmakta başarılı olamasa da, Fransa’daki edebiyatçılar, sosyologlar, özellikle de Claude Farrere, onu yetenekli bir sosyolog olarak tanımlamıştır. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilânının ardından İstanbul’a dönüşünden sonra gazetecilik yapmamış, ancak, Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti olarak bilinen, Kızılay’ın kurulması için çalışmalara katılmış ve daha sonra yönetimdeki kişilerle ters düşünce, 5 yıl boyunca genel sekreterliğini yaptığı bu kuruluştan ayrılmıştır. Birinci Dünya Harbi’nden yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nda aydınlar ve devlet adamlarının çoğu Amerikan mandacılığını kurtuluş olarak görürken, o buna şiddetle karşı çıkmış, manda yandaşlarına eleştiri mektupları göndermiştir. Bu mektuplar işgal kuvvetleri kumandanlarınca sansüre uğramıştır. Bugünün Birleşmiş Milletleri niteliğinde olan Cenevre’deki Cemiyet-i Akvâm’a İstanbul’un işgali sonrası yazdığı mektup öylesine etkili Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız 141 olmuştur ki Cenevre’ye davet edilmiştir. Basılamamış olan Uhuvvet (Kardeşlik) adlı bir romanı bulunmaktadır. Türk edebiyatı tarihinde çok önemli bir yeri olan, Halide Edip Adıvar (1884-1964) İstanbul’da doğmuş ve Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni bitirmiştir. Dönemin tanınmış kişilerinden felsefe, sosyoloji, edebiyat, matematik ve Arapça dersleri almıştır. Eğitim ve öğretiminde en etkili olan kişiler, Mor Salkımlı Ev’deki anılarından öğrendiğimize göre, zamanın ünlü matematik bilgini Salih Zeki ile filozof Rıza Tevfik’tir. Sonradan evlendiği Salih Zeki için şöyle diyecektir: “İlim ve felsefe mevzularında ifade ettiği çetin ve daimi alâkası daha fazla müspet bilimlere saplanmıştı. Bu devirde en çok Auguste Comte ile meşgul oluyordu” (Karaalioğlu, 1982: 2). 1908’de gazetelerde yazarak kadın hakları konusunda çalışmış, dârülmuallimat ve kız idadisinde pedagoji ve tarih öğretmenliği ve vakıf kız okulları müfettişliği yapmıştır. 1918-1919’da İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde garp edebiyatı müderrisi olmuştur. Burada yetiştirdiği öğrencilerden biri de Mina Urgan’dır. Yurdun işgâle uğradığı ümitsiz günlerde diğer bazı aydınlar gibi Amerikan mandasına taraftar iken, daha sonra Millî Mücadele’ye inanmıştır (Kurnaz, 1982: 168). Bu inanış ve bağlanış öyle yürekten olmuştur ki, ünlü Sultanahmet mitingine katılan yaklaşık 200.000 kişiye “Hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir kuvvete boyun eğmemeye”(Kurnaz, 1982: 155) yemin ettirmiş, daha sonra onbaşı rütbesiyle cephede çalışmış ve buradaki tanıklıklarını eserlerine yansıtmıştır. Cumhuriyet döneminde de 1950 yılında İzmir Demokrat Parti listesinden milletvekili seçilmiştir Fransa, İngiltere ve Amerika’da bulunmuş, pek çok hikâye ve roman yazmıştır. Ayrıca pek çok çevirisi bulunmaktadır. İncil’in İngilizce çevirisini yapmış olmanın onu edebi açıdan çok geliştirdiğini belirtmiş olan yazar, Türk romanının gelişimine ciddi anlamda katkıda bulunmuştur. Romanlarında önce aşk temasını ve kadın psikolojisini işlemiş, sonra Türkçülük ve milliyetçilik konusunda yazmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, onun Sinekli Bakkal adlı romanını, kendi sanatında olduğu kadar, Cumhuriyetten sonraki gerçekçi roman çizgisinde de görülen önemli dönemeçlerden biri saymıştır (Karaalioğlu, 1982: 56). 1943 yılında CHP Roman Armağanı’nı kazanmış olan ve İngilizceye de çevrilen bu roman, dünya basınında geniş yer ve övgü almıştır. Romanda Doğu ve Batı’nın birbirini reddeden kavramlar ve değerler topluluğu olmadığı ve bunların belirli noktalarda birleşebileceği esası üzerinde durmuştur (Hayber, 1993:91). Bunun yanında Heyulâ, Raik’in Annesi, Seviye Talip, Handan, Yeni Turan, Son Eseri, Mev’ut Hüküm, Ateşten Gömlek, Kalp Ağrısı, Vurun Kahpeye, Zeyno’nun Oğlu, Yolpalas Cinayeti, Tatarcık, Sonsuz Panayır, Döner Ayna, Akile 54 2009 Günseli NAYMANSOY 142 54 2009 Hanım Sokağı, Kerim Usta’nın Oğlu, Sevda Sokağı, Çaresaz ve Hayat Parçalar, Mor Salkımlı Ev adlı romanlarla Kenan Çobanları, Maske ve Ruh adlı hikâyeleri ve 3 ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi, Hindistan’ın İç Yüzü, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri ile Dr. Abdülhak Adnan Adıvar adlı bilimsel eserleri mevcuttur. Gazeteciliği meslek olarak benimsemiş ilk kadın yazarlarımızdan olan Sabiha Sertel (1897-1968), Osmanlı’nın Batı’ya açılan penceresi olan Selanik’te doğmuş, Selanik Terakki İnas İdadisi‘ni bitirdikten sonra ailesiyle birlikte geldiği İstanbul’da yine bir gazeteci olan Zekeriya Sertel ile evlenmiştir. Eşiyle birlikte gittiği ABD’de Columbia Üniversitesi’nde sosyoloji öğrenimi görmüş, hem ABD’de kurduğu derneklerle, hem de Türkiye’de Büyük Mecmua’ya yazdığı yazılarla Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir. İstanbul’a döndüklerinde, eşiyle birlikte Resimli Ay Dergisi’ni çıkarmışlardır. Bu derginin ilk sayılarından itibaren yazdığı yazılarda kadın sorunlarına değinmeye başlamıştır. 19271928 yıllarında yine eşiyle birlikte dört ciltlik Çocuk Ansiklopedisi’ni hazırlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın Babıâli’sinde, İngiliz yanlısı Tanin ile Alman yanlısı Cumhuriyet gazetelerinin (Karaca, 2003: .47) karşısında Sovyetler Birliği taraftarı olan Tan gazetesindeki yazılarından ötürü birkaç kez tutuklanmış ve hapse girmiştir. Tek Parti yönetimine, Alman faşizminin Türkiye’deki yandaşlarına karşı eşiyle birlikte takındıkları tavır nedeniyle, gazetenin basıldığı basımevinin bazı gruplarca yakılmasından sonra (1945) aktif gazeteciliği bırakmış ve 1950 yılında yurt dışına çıkmıştır. Fransa, Amerika ve Rusya’da yaşadıktan sonra dönmesine izin verilmediği için Baku’de ölmüştür. Roman Gibi adlı bir anı kitabı ve Tevfik Fikret-Mehmet Akif Kavgası, Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi adlı incelemeleri vardır. Atatürk tarafından, 1925’te İzmir ilkokullarından birindeki bir toplantıda fark edilmiş olan Afet İnan (1908-1985), Bursa Kız Öğretmen Okulunu 1925 yılında bitirmiş, meslek ve durumu ile yakından ilgilenen Atatürk sayesinde İsviçre’nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmeye gönderilmiştir. Sonra, İstanbul’da Fransız Kız Lisesi (Notre Dame de Sion)’nde bu öğrenimini sürdürmüştür. Türk tarihi ile Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konuları incelemek ve elde edilen sonuçları her türlü yolla yaymak amacıyla kurulan Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş çalışmalarında yer almış ve orada uzun yıllar asbaşkanlık yapmıştır. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü‘nün müdürlüğünde de bulunmuştur. Akademik çalışmalarına devam eden Afet İnan, ölümüne kadar, Atatürk ve Türk tarihi ile ilgili birçok yayın hazırlamıştır. Kitaplara, özellikle de tarihi kitaplara, resim röprodüksiyonlarına, arkeolojik eserlerin mulajlarına, eski para ve pul koleksiyonlarına meraklı olduğu bilinmektedir. Türk Tarihinin Ana Hatları, Türkiye Halkının Antropolojik Karakteri, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye’de Kadın Hakları, Kemal Atatürk’ü Anarken, Atatürk ve İlim, Atatürk Hakkında Konferanslar, Türk Amirali Piri Reis’in Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız 143 Hayatı ve Eserleri, Piri Reis’in Amerika Haritası, Mimar Koca Sinan ve Eski Mısır Tarih ve Medeniyeti adlı eserleri kaleme almıştır. Fen Bilimleri Alanında Katkı Sağlayan Kadınlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın kimyacısı ve Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’ni Madam Curie’den ders alarak bitiren ilk Türk kadını olan Remziye Hisar (1902-1992), Davutpaşa’daki üç yıllık Mekteb-i İptidai’yi bir yılda başarıyla tamamlayıp mezun olmuş ve dokuz yaşında ilk şahadetnamesini almıştır. Daha sonra, İttihat ve Terakki Mektebi ve Emirgân, İnas Rüştiyesine devam etmiştir. Çok sevdiği Türkçe öğretmeninin İstanbul Dârülmuallimatı’na transfer olması nedeniyle, öğrenimini bu okulda sürdürmüştür. Mezun olmasının ardından Azerbaycan’da öğretmenlik yapmış ve orada görevli doktor yüzbaşı Reşit Süreyya Beyle evlenmiştir. Daha sonra Adana’da Kız Öğretmen Okulu müdireliği yapmış, bu sırada okul için bir marş yazmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra devlet tarafından Paris’e gönderilmiş, Sorbonne’da kimya bölümünde öğrenim görmeye başlamıştır. Kişisel bazı nedenlerle yurda dönmüşse de, daha sonra doktorasını yapmak üzere 1930 yılında yeniden Paris’e gitmiştir. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul ve Ankara’da üniversite hocalığı yapmış, çeşitli uluslararası kongrelerde bildiriler sunmuş, kimya dalındaki buluşlarını içeren 16 tebliği Fransa’da yayınlanmıştır. 1955 yılında Fransa’nın “Officiel d’Academie” nişanını, 90 yaşına yaklaşırken “TÜBİTAK Hizmet Ödülü”nü almıştır. Bilimsel makalelerinin yanında Kadın Sesi adlı bir şiir kitabı vardır (Şarman, 2005:76-81). Erenköy Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra, Milli Eğitim Bakanlığının bursla yurt dışına öğrenime göndermek üzere açtığı yarışmayı, matematik ve fizik dalında kazanan sekiz kişiden biri olan Nüzhet Gökdoğan (1910-2003), altı yıl astronomi branşı üzerine Paris ve Lyon’da okumuş ve 1934 yılında Paris Üniversitesi’nden mezun olmuştur. 1948 yılında Prof. Dr. Cahit Arf, Prof. Dr. Mustafa İnan ve Prof. Dr. Nazım Terzioğlu ile birlikte Türk Matematik Derneği’ni kurmuştur. 1954 yılında kurulan Türk Astronomi Derneği’nin de kurucularından olup, yirmi yıl bu derneğin başkanlığını yürütmüştür Yüksek Mühendis Mektebi olarak açılmış olan İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çalışan Gökdoğan, Türkiye’nin ilk astronomu, ilk kadın dekanı ve senatörüdür (Unat, 2007:69). Astronominin ülkemizde gelişiminde rol oynamış, TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin kuruluş çalışmalarını başlatmış, konusuyla ilgili pek çok kitabın çevirilerini yapmıştır. Paris’te öğrenimi sırasında orada kalması teklif edildiğinde, kabul etmemiş ve bunun nedenini şöyle açıklamıştır: “Biz Atatürk gençliğiydik. Bizim bu millete yapacak hizmetlerimiz olduğunu biliyorduk. O hizmet için gittik biz. Fransızlara şunu söyledim: ‘Ben altı senedir buradayım, altı senedir devlet beni okutuyor ve bekliyor. Siz altı senelik saati geri çalıştırabilir misiniz?’ ” (Şarman, 2005: 126-129). 54 2009 Günseli NAYMANSOY 144 54 2009 Piyano dersleri aldığı, opera ve konserleri kaçırmamaya gayret etmiş olduğu bilinen Gökdoğan, bilimsel makalelerinin yanında Lise Edebiyat Şubesi İçin Astronomi (Prof. Dr. Gleissberg ile birlikte), Lise Fen Şubesi İçin Astronomi, Spektroskopiye Giriş adlı ders kitapları yazmıştır. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik ve Klasik Astronomi Bölümünü bitiren ilk kız öğrenci olan, Paris Pişmiş (1912-2000), İstanbul’da doğmuş, Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni biricilikle bitirerek doğrudan üniversiteye geçiş hakkını kazanmıştır. 1937’de kendisine tez konusu olarak verilen “Galaksinin Kinematiği ve Dinamiği” gibi hâlâ çözülemeyen noktaların bulunduğu bir alanda çok başarılı bulunan bir çalışma yapmıştır. Bu başarısının ardından hocası Freundlich, ailesi ile görüşerek kızlarını Harvard Rasathanesi’ne burslu olarak yollamaya ikna etmiştir. Yıldız kümeleri üzerine çalışmaları ve keşiflerini yoğun olarak sürdüren Pişmiş, Ulusal Astrofizik Gözlemevi’nin kuruluş çalışmalarında bulunmuştur. 1965 yılında ise en önemli başarısını gerçekleştirmiş ve “PIS” adıyla anılan tam yirmi üç yıldız kümesi keşfetmiştir (Oralalp, 1995:46). Ülkemizde jeolojinin gelişimine ciddi katkısı olan Nuriye Pınar Erdem (1914-2006), müderris ve huzur hocası Mustafa Asım Efendi’nin kızıdır. Devlet sınavını kazanmış ve Fransa Bordeaux Üniversitesi’nde tabiî bilimler alanında eğitim yaparak genel kimya sertifikası almıştır. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeoloji Enstitüsü’nde asistan olarak görev yapmıştır. Mineraloji, paleontoloji, petrografi laboratuarlarında çalışmış ve Prof. Parejans’ın derslerinin çevirilerini yapmıştır. Uluslararası kongrelerde bildiriler sunmuş, Paris’te Museum d’Historie Naturelle’de Türkiye echinidleri (derisidikenliler) hakkında orijinal incelemeler yapmış ve üç yeni tür bulmuştur. Avrupa Sismoloji Komisyonu’na üye seçilerek, 1960 yılına kadar Türkiye Milli Raporlarını hazırlamıştır. Bilimsel çalışmaları yanında siyasetle ilgilenmiş ve iki dönem milletvekilliği yapmış, meclise sunduğu kanun tekliflerinden üçü kabul edilmiştir. 1960 İhtilâli’nde tutuklanarak Yassıada ve Kayseri’de 2.5 yıl ceza evinde kalmıştır. Bilimsel makalelerinin yanında, Yıldız Teknik Üniversitesi’nce basılmış olan Mühendislik Jeolojisi adlı bir eseri vardır (İlkler, 2004). Sanat Alanında Katkı Sağlayan Kadınlar İlk kadın ressamlarımızdan olan Mihri Müşfik (1886-1954)’in babası, askerî tıbbiyenin ünlü hocalarından Çerkes Mehmet Rasim Paşa’dır. İstanbul’a yerleşen İtalyan ressam Fausto Zonaro’dan dersler almış, Roma ve Paris’te özel atölye ve sanat okullarında öğrenim görmüştür. Roma, Vatikan’da Papa’nın portresini yapmış ve eseri Vatikan Müzesi’ne alınmıştır. Sanayi-i Nefise’nin bünyesinde yer alan İnas (Kız) Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasına öncülük etmiş ve aynı okulda müdürlük, öğretmenlik görevinde bulunmuştur. Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız 145 1938-1939-1943 dünya sergilerine katılmıştır. Daha sonra ABD’ye yerleşen sanatçı, yaşamını özel dersler vererek sürdürmüş, yaşamının son yılları zorluklar içinde geçmiştir. Portre ve natürmort çalışmalarıyla dikkat çeken sanatçının resim-heykel müzelerinde ve özel koleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır (http://ansiklopedi.bibilgi.com). Heykele şekil veren ilk Türk kadını olan Sabiha Bengütaş (1902-1992) ise İstanbul’da doğmuş, eğitimine orada başlamış ve babasının görevi nedeniyle gittikleri Şam’da sürdürmüştür. Sanayi-i Nefise Mektebi Resim Şubesinde bir yıl çalıştıktan sonra heykel bölümüne geçmiştir. Sanayi-i Nefise mensupları arasında açılan bir sınavda birinci olarak yurt dışına gitme hakkını kazanmış ve Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde Prof. Luppi atölyesinde uzmanlık çalışmaları yapmıştır. Taksim Meydanı’ndaki Atatürk Abidesi’ni yapan ünlü İtalyan heykeltıraş Canonica’nın asistanı olarak da çalışmıştır. Geleneksel Galatasaray sergilerine ilk kez katılan kadınlar arasında yer almıştır. 1938 yılında iki önemli yarışma kazanmış ve bu yarışmalar sonucu en önemli eserlerini meydana getirmiştir. Atatürk’ün, şu anda Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki büyük üniformalı heykeli ve İnönü’nün Garp Cephesi Kumandanı giysisi ile Mudanya’daki heykeli en önemli eserleridir (Toros, 2000:26). Atatürk’e ilk özgün Türk operası olan Özsoy’un bestelenmesi konusunda ilham veren, Semiha Berksoy (1910-1992), kâtip bir baba ile heykeltıraş ve ressam bir annenin kızı olarak doğmuş, hem konservatuar, hem tiyatro okulu ve Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi’nde eğitim görmüştür. 1931 yılında Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk sesli Türk filmi olan İstanbul Sokakları’nda oynamıştır. 1934’de Türkiye’de opera bulunmadığı zamanlarda Atatürk’ün önünde Madam Butterfly’ı söylemiştir. 1935 yılında yazdığı Mezardan Gelen Mektup adlı hikâyesi Fikret Mualla tarafından resimlenmiştir. 1936 yılında devlet konservatuarı sınavını birincilikle kazanarak ses uzmanı Paul Lohman tarafından Berlin’e gönderilmiş ve Berlin Müzik Akademisi Opera Bölümünde eğitim görmüştür. Berlin Operası’nda başrol oynayan ilk Türk kadınıdır. 72. sanat yılında yaptığı söyleşide volümlü kalın ses için “do” sesi vermenin çok zor olduğunu belirterek, Yetmiş beş yaşında çok çalışarak bu sesi çıkarttığını ve böylelikle yaşlılık ve ölüm korkusunu yendiğini belirtmiştir (İlkler, 2004). Sonuç Yukarıda yaşam öyküleri verilen ve eserlerinden bahsedilen kadınların tümünün ortak özelliklerinden ilki, belirli bir gelir ve kültür düzeyinde olan ailelerden gelmiş olmaları ve hangi meslekten olurlarsa olsunlar, neredeyse hepsinin edebiyatla yakından ilgilenmeleridir. Geldikleri sosyal çevrenin kendilerine sağladığı olanaklardan yararlanarak evlerinde özel dersler alabilmiş, birkaç yabancı dil öğrenme şansını elde edebilmişlerdir. İm- 54 2009 Günseli NAYMANSOY 146 54 2009 paratorluk döneminde genellikle kendi ailelerinin sağladığı olanaklarla ve Cumhuriyet’le birlikte de ülkenin onlara ~sınavlar sonucu belirlenen yeteneklerine bağlı olarak~ sağladığı haklarla yurt dışına gitmiş, oradaki hemcinsleriyle ve meslektaşlarıyla ilişkiler kurup, önemli gördükleri alanlarda çeviriler yapmışlardır. İkinci ve en çok vurgulanması gereken özellikleri ise, şanslarının bilincinde olmalarına karşın rahat bir bireysel yaşam sürdürmek yerine, birey olma bilincinin oluşturulması için verdikleri çetin mücadeledir. Sahip oldukları olanaklarıyla ve yoğun çalışmalarıyla toplumun kalkınmasına, kadınların varoluş sürecine ivme kazandırmışlardır. Neredeyse tümü, kadınların eğitim talebini her fırsatta dile getirmiş, özellikle de edebiyatla uğraşan Fatma Aliye Hanım, Emine Semiye Hanım ve Halide Edip Adıvar bu konuda etkin olmuştur. Okuyucularının, çok eşlilik, kadının eğitim alamaması ve dolayısıyla özne olamaması gibi sosyal problemler hakkında düşünmelerini sağlamak için, fikirlerini roman kalıbında açıklamakla kalmamış âdeta haykırmışlardır. Bu durum pek çok yazar ve araştırmacı tarafından da tespit edilmiştir: “Edebiyat, reformlarda ve halkı eğitmede öncü rol üstlenen yeni entelijansiya ve yükselen seçkinlerin ellerinde sosyal mobilizasyon aracı haline geldi.” (Durakbaşa, 2002: 154-155). Her alanda çalışan aydınların çoğu, edebî değer taşıyıp taşımadıkları tartışmalı da olsa, yazın alanında eserler vermişlerdir. Buna kimyacı olan Remziye Hisar’ın yazdığı şiir ve opera sanatçısı olan Semiha Berksoy’un yazdığı hikâye kitaplarını da katmak gerekir. İlginç bir biçimde Berksoy’un kitabını çok beğenen Reşat Nuri, kitaptaki kızın adı olan “Güntekin”i kendisine soyadı olarak almıştır (İlkler, 2004). Yoğun çalışmaları yanında sanatın bir dalı ile meşgul olmak, koleksiyon yapmak gibi hobilerine zaman ayırmayı ihmal etmeyen aydınlarımız, kadın ve anne olarak da örnek olma işlevlerini yerine getirmişlerdir. Onların güçlü kişilikleri ve başarıları çocuklarını derinden etkilemiş olmalı ki, bazılarının çocukları izlerinden giderek aynı mesleği seçmişlerdir. Remziye Hisar’ın oğlu, ünlü fizikçi Prof. Dr. Feza Gürsey, Semiha Berksoy’un kızı, ünlü bir tiyatro sanatçımız olan Zeliha Berksoy’dur. Paris Pişmiş’in yalnız çocukları değil torunları da onun mesleğini seçerek astronom olmuşlardır. Hepsinin ortak özelliklerinden biri de, daima ülke sorunlarına ilgi duyup, bunların çözümleri üzerine kafa yormaları, yaşadıkları dönem itibariyle riskli bile olsa fikirlerini açıklamaktan çekinmemiş olmalarıdır. Emine Semiye Hanım’ın İttihat ve Terakki ajanı olarak çalışmış olması, Selma Rıza’nın ise aynı cemiyetin tek kadın üyesi olması, onların politikada da varolma mücadelelerine örnektir. Daha sonraki dönemde ise Halide Edip Adıvar ve Nuriye Pınar Erdem milletvekilliği, Nüzhet Gökdoğan ise senatörlük yaparak aktif politikanın içinde bulunmuşlardır. Gölgeden Gerçeğe Osmanlı’dan Bugüne Aydın Kadınlarımız 147 Bu kadınlarla ilgili hiç tartışma götürmeyen diğer bir husus ise, onların vatanlarına büyük bir aşkla bağlı oluşlarıdır. Her biri kendi inançları doğrultusunda mücadele vermiş, birbirlerinden çok farklı yollar izlemiş ama hep aynı noktaya bakmışlardır. Son grup aydın, sanatla uğraşmış olan Sabiha Bengütaş, Mihri Müşfik ve Semiha Berksoy, ülkemizde daha yeni yeni başlayan sanat kollarında kadınların da var olduğunu kanıtlayacak eserler ortaya koymuşlar, kadın duyarlığını yapıtlarına yansıtmışlardır. Bu olağanüstü kadınlar içinde her yönüyle örnek alınacak olanı, herhalde Halide Edip Adıvar’dır. Yaşadığı dönemdeki tüm sosyal baskılara karşın kendisinden sonra ikinci bir kadınla evlenen ilk eşi Salih Zeki Bey’den tereddütsüz boşanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği olağanüstü cesaret ve gayret ise ona tarihimizde ayrıcalıklı bir konum sağlamıştır. 1919’da mütareke sıralarında Fatih ve Sultanahmet meydanlarında verdiği heyecanlı nutuklar yüzünden 16 Mart İstanbul İşgali’nde evi basılmıştır. Bu sırada o, ikinci eşi Doktor Adnan’la birlikte Anadolu’ya geçmiş ve Milli Mücadele’ye katılmıştır. Saltanat hükümeti tarafından kurulan Kürt Mustafa Divan-ı Harbi’nde başta Mustafa Kemal olmak üzere, hakkında ölüm kararı verilen altı kişiden biri de kendisidir (Doğramacı, 1997: 52). Onun en önemli özelliği, her ne koşulda olursa olsun inandıklarını söyleme ve savunma kararlılığı olmuştur. Bu, onun yaşamını güçleştirmekle kalmamış, sonunda anavatanından ayrılmasına da neden olmuştur. Ayşe Durakpaşa’nın onun karakteriyle ilgili saptaması dikkat çekicidir: “Benim açımdan Afet İnan Cumhuriyet’in misyon sahibi, görevine sadık evladı, Cumhuriyet’in sadık kızıdır. Halide Edip ise Cumhuriyet’in isyankâr kızı olarak görülebilir.” (Durakbaşa, 2002: 142). Kadınların toplumsal yaşamın her alanında varolduğunun simgesi olan aydın kadınlarımızdan örnek oluşturmak üzere seçilen bu grup, kendilerinden sonra gelen nesillere esin kaynağı olmuş, bazılarının kendi çocukları da dahil olmak üzere sonraki nesiller, onların izinden giderek ülkemizin bilim ve düşünce yaşamına katkılar sağlamışlardır ve halen sağlamaya devam etmektedirler. Üzücü olan ve üzerinde düşünülmesi gereken nokta, birçoğunun farklı nedenlerle de olsa anavatanlarından uzakta ölmüş olmalarıdır. Buna karşılık sevinçle vurgulanması gereken şey, kadınların eğitim haklarını erkeklerden asırlar sonra elde etmiş olmalarına rağmen, kısa sayılabilecek bir sürede onlarla yarışır hale gelmiş, hatta bazı alanlarda geçmiş olmalarıdır. Kaynaklar Ahmet Mithat Efendi (1998), Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti, Çevriyazı: Lynda Goodsell Blake, İstanbul, İsisYayımcılık. Çakır, Serpil (Ağustos 2003), “Osmanlı’nın Feminist Kadınları”, Petrol-İş Kadın Dergisi, S. 4, s. 25-27. 54 2009 Günseli NAYMANSOY 148 54 2009 Demir, Abdullah (2002), Fatma Aliye Hanım ve Terâcim-i Ahvâl-i Felasifesi, (Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü), İstanbul. Demirdirek, Aynur (1993), Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikâyesi, İstanbul, İmge Kitapevi. Doğramacı, Emel (1997), Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Durakbaşa, Ayşe (2002), Halide Edip Türk Modernleşmesi ve Feminizm, İstanbul, İletişim Yayınları. Ergun (Turgut), Perihan (1997), Cumhuriyet Aydınlanmasında Öncü Kadınlarımız, İstanbul, Tekin Yayınevi. Fatma Aliye Hanım (2006), Terâcim-i Ahvâl-i Felasife, Konya. Fatma Aliye Hanım (2002), Hayattan Sahneler (Levâyih-i Hayât), Çevriyazı: Tülay Gençtürk Demircioğlu, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. Gümüşoğlu, Firdevs (2001), Cumhuriyet’te İz Bırakanlar, İstanbul, Kaynak Yayınları. Hayber, Abdülkadir (1993), Halide Edip, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’nin Romanlarında Nesil Çatışmaları, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İlkler (2004), Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı Ajandası, Vakıf Yayını no: 21. Karaca, Emin (2003), Kaybolan Babıâli’nin Ardından, İstanbul, Kekeme Yayıncılık. Karaalioğlu, Seyit Kemal (1982), Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, İnkılâp Yayınevi. Kırkpınar, Leyla (2001), Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Kurnaz, Şefika (1982), Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Milliyet (1982), Almanak Türkiye, İstanbul. Oralalp, Füsun, “Paris Pişmiş”, Bilim ve Teknik, Eylül 1995, S.334, s.38-47. Sarımermer (Annaç), Zeynep (2001), Fatma Aliye Hanım’ın Hayatı, Eserleri ve Eğitim Anlayışı (Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü), İstanbul. Şarman, Kansu (2005), Türk Promethe’ler, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Toros, Taha (2000), O Güzel İnsanlar, İstanbul, Aksoy Yayıncılık. Unat, Yavuz (2008), “Atatürk’ün Kızlarından Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Kadın Astronomu, İlk Kadın Dekanı ve İlk Kadın Senatörü: Nüzhet Toydemir Gökdoğan”, Türkiye’de Bilim ve Kadın, Anadolu Üniversitesi Yayınları, s.67-88. Zihnioğlu, Yaprak (Haziran 1999),“Fatma Aliye ve Emine Semiye”, Tarih ve Toplum, S. 186, s.336-343. Mihri Müşfik, http://ansiklopedi.bibilgi.com/Mihri-M%C3%BC%C5%9Ffik1501adresinden 30.03.2007 tarihinde erişildi. Mihri Müşfik, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1501adresinden 30.03.2009 tarihinde erişildi. Sabiha Sertel, http://www.ata.boun.edu.tr/chronology/kim_kimdir/sabiha_sertel.htm adresinden 01.03.2007 tarihinde erişildi. Selma Rıza Feraceli, http://biyografi.sitesi.web.tr/selma-riza-feraceli.html adresinden 01.03.2007 tarihinde erişildi. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası Fatih RUKANCI* - Hakan ANAMERİÇ** ÖZ Bilim tarihinde önemli değişimlere neden olan matbaanın Osmanlı devletinde ilk kez kullanımı II. Beyazıt döneminde, 1494 tarihinde gerçekleşmiştir. Osmanlı topraklarında ilk olarak gayri müslimler tarafından kullanılan matbaanın yaygınlaşması Lale Devri (1718-1730) ile birlikte Batı’ya açılma yönelişiyle mümkün olabilmiştir. Bu açılım, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları ile tamamlanmıştır. Ancak Osmanlı devletinde matbaacılık ve yayın dünyası, 19. yüzyılın sonlarına kadar devlet kontrolünde olmuş uzun süre sansür ve yasaklamalara maruz kalmıştır. Osmanlılarda 19. yüzyılın sonlarındaki matbaacılık ve yayın faaliyetleri hakkında açıklayıcı bilgiler verilen çalışmada, söz edilen dönemin önemli simalarından ve Servet-i Fünun’un da kurucusu olan Ahmed İhsan Bey’in 1888’de kurmuş olduğu matbaanın yayıncılık serüveni, orijinal belgeler ışığında ele alınarak dönemin siyasi otoritesinin yayıncılığa bakış açısı ortaya konulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Ahmed İhsan Tokgöz, Servet-i Fünun, Osmanlı matbaacılığı, Türk matbaacılığı. ABSTRACT Ahmed İhsan (Tokgöz) in Turkish Printing, and His Printing House The printing press which caused important changes in the history of science became became started in the Ottoman Empire in 1494 during the reign of Sultan Beyazıt II. The printing press was first used by non-moslems in the Empire and became widespread because of westernization efforts during the Tulip Period between 1718-1730. These efforts were completed whit the Tanzimat and Reform edicts in 1839 and 1856. However, printing and publishing remained under the control of the Ottoman government and strict censorship was of a normal * Yard.Doç.Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü / ANKARA, e-posta: frukanci@gmail.com ** Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü / ANKARA, e-posta: anameric@humanity.ankara.edu.tr Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 150 procedure until the end of the 19th century. This study provides information on Turkish printing and publishing activities at the end of the 19th century. It further eleborates the founding of the Ahmed İhsan Printing Press in 1888 and its publishing adventures. Ahmed İhsan was an important figure of this time and also the founder of a current in Turkish literature, the Servet-i Fünun. Key Words: Ahmed İhsan Tokgöz, the Ottoman printing press, Turkish printing press, Servet-i Fünun. 54 2009 Giriş D ünya tarihinde önemli kültürel, bilimsel ve siyasi değişimlere neden olan matbaa, diğer bir deyişle hareketli harflerle basım tekniği, Türkiye topraklarına II. Beyazıt döneminde (1481-1512) İspanya’dan gelen iki Yahudi kardeş1 tarafından 1494’de getirilmiş ve kullanılmaya başlamıştır (Topdemir 2002: 21; Ersoy 1959: 19-20). Ancak bilindiği gibi kullanımı ve etkinliği uzun süre etkin bir biçimde yaygınlaştırılamamıştır. Lale Devri (1718-1730) ile birlikte bir batıya açılma dönemi başlamış, bu yönelişle birlikte matbaanın da devletin bekası ve/veya gelişimi için öneminin farkına varılmış ve yönetiminin tamamen devlet tarafından yapılacağı bir “devlet yayın evi/matbaası” kurulması kararlaştırılmıştır. 1726’da İstanbul’da kurulan ilk Türk matbaası, ilk dönemlerinde görmüş olduğu devlet desteği ile de başarılar elde etmiş ancak, matbaanın kurucusu İbrahim Müteferrika’nın ölümünden sonra uzun süre kullanılmamıştır. Bunun en önemli nedeni toplumun bilgiye olan gereksiniminin boyutları ve bunun halka aktarılmasında aracı olan kaynakların üretim düzeyidir. Osmanlı-Türk toplumunda bilginin aktarılmasında kullanılan en etkin yöntem, sözlü aktarımdır. Bu yöntem hem dini - ahlaki yaşamda, hem bilimsel yaşamda hem de mesleki yaşamda kullanılmaktaydı.2 Bu durum, matbaanın ve matbaa ile ilgili diğer iş kollarının gelişimini engellemiş ve Osmanlı toplumunun yaklaşık 200 yıl geri kalmasına neden olmuştur. 1 David ve Samuel Nachmias kardeşlerin İstanbul’da kurdukları matbaa. 2 Osmanlı toplumunu temel unsurlardan biri olan Müslümanların oluşturdukları tarikatlarda, tarikatların yapısı, diğerlerinden farklılıkları, yorumları ve uygulamaları tarikat mensuplarına büyük oranda sözlü olarak aktarılmaktaydı. Bilimsel yaşamda ise; Osmanlı eğitim sisteminin temel kurumları olan medreselerin ders programları iki bölümden oluşmaktadır. Bunlar, Akli ve Nakli İlimlerdir. XIX. yüzyılın son dönemlerine kadar nakli ilimler ön planda kalmıştır. Bu ilimler içerisinde yer alan çeşitli konularla ilgili yazılı kaynaklar var olmasına rağmen, uzun süre değiştirilmeden kullanılmış ve sözlü aktarıma olanak tanımıştır. Aynı bilgi aktarım özelliği, Osmanlı toplumu içerisindeki meslek gruplarına da uygulanmaktadır. Geleneksel mesleki eğitimde, o meslek ile ilgili teknik, uygulama ve yöntemler usta-çırak ilişkisi içerisinde şifai olarak aktarılmaktaydı. Osmanlı toplumunda mesleki yayınlar XIX. yüzyılın sonlarından itibaren yayımlanmaya başlamıştır. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 151 Osmanlı toplumunda matbaa ve matbaacılık ile ilgili üçüncü atılım ise, Tanzimat dönemi yenilikleridir. Bu dönem, Osmanlı devletinin batıcılık anlayışını kavramaya çalıştığı ve batı dünyasından hemen her alanda etkilendiği bir süreci ifade etmektedir. Ancak, batıya bu kadar yaklaşılması matbaacılık açısından çok da verimli olmamıştır. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nda, yayın işleri için bir engel yoktur. Ancak bu konuyla ilgili ilk girişimleri devlet değil, Osmanlı tebaasındaki kişiler ~özellikle de Rum ve Ermeni vatandaşlar~ gerçekleştirmişlerdir. Tanzimat dönemi, yayıncılık hayatına yeni yayınların girmesine de ön ayak olmuştur. Batı dünyasında XVI. yüzyılın son dönemlerinde sıklıkla basılmaya başlayan kitapların yanı sıra süreli yayınların da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ise özellikle süreli yayınlar, batı dünyasında bilginin paylaşıldığı ve aktarıldığı öncelikli yayın türleri olarak ön plan çıkmıştır. Süreli yayınlar aynı zamanda güncel bilginin de yaygınlaştırılmasında önemli rol almaktaydı. XVII. yüzyılın başında günlük siyasi, hukuki ve ekonomik haberlerin özellikle herhangi bir sınıfa veya zümreye dahil olmayan kişilere aktarılması gazeteler aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Bu tür yayınların XVI. yüzyılın sonlarında (1583-1598) Almanya’da başlamış olduğu bilinmektedir. Michael Aitzing, Frankfurt’ta yılda 2 kez yayımlanmak üzere geçmiş altı ayın haberlerini ~özellikle politik haberler~ derlediği bir yayın3 çıkarmıştır (Harris, 1987: 10). İlk gazete olan Relation aller Fürnemmen und Gedenckwürdigen Historien (Tüm Seçkin ve Unutulmaz Haberlerin Dermesi) adıyla bir kitapçı, yazar ve matbaacı Johann Carolus tarafından 1609 yılında Strasburg’da yayın hayatına başlamıştır (Weber 2006: 390-391; Labarre 1997: 83; Burke 2000: 168-169; Harris 1987: 11-12). Bu ilk girişimlerden sonra süreli yayınların gelişimi Hollanda’da devam etmiş ve buradan diğer Avrupa ülkelerine geçmiştir. Bu tür yayınlar matbaacılığın gelişmesi ile paralel olarak, halkın bilgilendirilmesinde de belirleyici rol almıştır. Her ne kadar batı dünyasında da çeşitli engellemeler ve yasaklamalar olsa da halkın büyük bir kesimi bu tür yayınların üretilmesinde belirleyici olmuş ve bu kaynaklar için talepte bulunmuştur. Osmanlı yayın hayatındaki ilk gazete, 1831’de yayımlanmaya başlayan Takvim-i Vekayi4 ilk dergi ise, 1849 yılında yayımlamaya başlayan ve mes3 Bu yayın türüne Messrelationen veya kısaltılmış olarak Relationen adı verilmektedir ve düzenlenen fuarlarla ilgili çeşitli bilgileri içermektedir. Michael Aitzing bu yayını, 1588 yılına kadar çıkarmaya devam etmiştir. Bu süreli yayın düzenlenen fuarlarla ilgili bilgi vermesinin yanı sıra Alman İmparatorluğu’ndaki (Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu) politik yaşantısından kronolojik olarak düzenlenmiş belgeler ile de bahsetmektedir. Bu nedenle 1583’te hazırlanan bu yayın Relatio Historica adını almıştır. 4 Takvim-i Vekayi, tam anlamıyla devletin denetiminde ve onun politikasını yansıtan resmi bir gazetedir. Çeşitli dillerde yayımlanan ve farklı konulara yer veren gazeteler 1860’dan sonra çıkmaya başlamıştır. 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 152 54 2009 leki bir yayın olan Vakayi-i Tıbbiye’dir5. Bu süreli yayınlar ile Osmanlı-Türk halkı batı dünyasındaki benzerlerinden dergi yayımcılığı olarak 248 yıl, gazete yayımcılığı olarak ise tam 240 yıl sonra tanışmıştır. Bu bağlamda, Osmanlı toplumunun çeşitli sınıfları 1849 yılına kadar, güncel bilgilerden, bilimsel yazılardan, edebi metinlerden ve diğer ansiklopedik bilgilerden faydalanmakta oldukça yetersiz ve isteksiz kalmış, bu yayınlardan gerektiği gibi faydalanamamıştır. 1831 yılında daha önce matbaacılık çalışmalarında olduğu gibi devlet yine kendi kontrolünde ve siyasetinde bir gazete kurmaya karar vermiş ve dönemin padişahı II. Mahmut (1808-1839) tarafından ilk Türk siyasi (resmi) gazetesi olan Takvim-i Vekayi çıkarılmaya başlamıştır. Bu gazete Osmanlı toplumunda süreli yayıncılığın ilk ciddi örneğini de oluşturmaktadır. Bu dönem ile birlikte Osmanlı yayıncılık tarihine ve bilimsel yaşamına önemli yenilikler getiren bilimsel-mesleki derneklerin de kurulmaya başlaması yayıncılık faaliyetlerinin yen bir boyut kazanmasına neden olmuştur. Bu dernekler, bilimsel faaliyetlerini halka aktarmak için bilimsel dergiler yayınlamaya başlamışlardır.6 Tanzimat ve Islahat fermanlarının getirmiş olduğu özgürlük ortamı, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlılardaki yayıncılık hayatında da çeşitliliklere ve girişimlere neden olmuştur. Ancak dönemin siyasi olayları bu özgürlük ortamının Osmanlı devletinin bütünlüğüne yönelik çalışmalara dönüşmesi nedeniyle sansür ve yasaklama tedbirlerini de beraberinde getirmiştir.7 Bu tedbirler, özellikle II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) 5 Bazı kaynaklarda bu yayın için gazete denilmektedir. 6 Dernekler ve yayınları için daha fazla bilgi için bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmi ve Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış”. Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri I. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu 1987 içinde (1-31), Yay. Hazl: Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1987. 7 4 Ocak 1840, Tabhane-i Amire’de isteyenlerin Bab-ı Ali’den izin alarak kitap basabilecekleri, 1857 Matbaa Nizamnamesi, Bu nizamname ile ilgili ön çalışma, Osmanlı Arşivleri’nde “Dersaadet ve bilad-ı selasede mevcud matbaaların belli bir düzene sokulması” başlıklı, 12 Zilkade 1272 (15 Temmuz 1856) tarihli ve 356/15604 no’lu İradeler/Meclis-i Vala fonunda bir belge bulunmaktadır. Bu nizamname, 20 Cemazi’ül-ahir 1273’te (15 Şubat 1857) hazırlanmış ve Takvim-i Vekayi gazetesinde yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Nizamnamenin ilk maddesinde; “Dersaadetde gerek litografya ve gerek huruf ile kitab tabetmek isteyenlerin keyfiyetiyle Meclis-i Maarif ve Zabtiye marifetiyle tahkik olunduktan sonra meclis-i mezkureden ba-mazbata makam-ı ali-i sadaret-i uzmadan istizan ile canibi zabtiyeden mezuniyeti havi yedlerinde senedi mahsusları olmadıkça basmahane küşad edemeyeceklerdir.” ifadesi yer almaktadır. Bu ifadeyle bağlantılı olarak Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda 367/6095 no’lu ve 12 Cemazi’ül-ahir 1273 (7 Şubat 1857) tarihli “Litoğrafya tezgahları hakkında hazırlanan matbaa nizamnamesinin uygulamaya konulması.” ile ilgili İradeler/Meclis-i Vala fonu içerisinde bir belge yer almaktadır. Belge incelendiğinde 15 Şubat 1857’de yürürlüğe giren Matbaa Nizamnamesi’nin uygulanması ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu durum, kanunun çıkış tarihi ile uygulama kararının alındığı tarih bakımından Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 153 yoğunlaşmıştır. Bu siyasi ortam içerisinde bazı Türk girişimciler, matbaa kurarak siyasi gelişmeleri değerlendirmek üzere yayımlar yapmaya başlamışlardır. İşte bu girişimcilerin en tanınmışlarından olan Ahmed İhsan Bey (Tokgöz) kurduğu matbaa ve çıkardığı dergi ile Türk matbaacılığı ve yayın hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Ahmed İhsan Bey (1868-1942), 1884/1885 döneminde Mekteb-i Mülkiye’den mezun olmuş ve ardından Şafak adlı kısa süreli bir dergi yayımcılığı ile yayıncılık hayatına başlamıştır. Bu kısa yayın macerasından sonra Umran adlı yeni bir dergi çıkarmış ancak bunu da fazla sürdürememiştir. Ahmed İhsan Bey, 1888’de kurmuş olduğu ve ilk adı Alem Matbaası8 olan Ahmed İhsan ve Şürekası Matbaacılık Osmanlı Şirketi ile Türk yayın hayatına girmiştir (Ahmed İhsan 1912: 1; Osmanlı Kaynaklarına… 2003: 978). Ahmed İhsan Bey, yayıncılığı dışında kendisinin yazmış ve çevirmiş olduğu eserler ile de Türk yayın hayatının tanınmış simaları arasında yer almaktadır. Çevirmiş olduğu eserlerin başında, ünlü Fransız yazar Jules Verne’in Seksen Günde Devr-i Alem adlı eseri bulunmaktadır. Ahmed İhsan Bey Victor Hugo’nun bu eserini 1888’de forma forma yayımlamıştır. Ardından yine Victor Hugo’nun en ünlü bilim-kurgu romanlarından biri olan Gizli Ada’yı çevirerek yayımlamıştır. Seksen Günde Devr-i Alem ve Gizli Ada romanlarının beklenenden fazla ilgi görmesi üzerine Ahmed İhsan Bey romanların yayımcısı olan Paris’deki Hetzel Yayınevi ile iletişime geçerek Hugo’nun bir diğer eseri olan Denizler Altında Seyahat’i mümkün görülmemektedir. Çünkü uygulama kararı kanunun yürürlüğe girmesinden önce hazırlanmıştır. 1864 Matbuat Nizamnamesi, 1873 “Kitab Tabı Hakkunda Nizamname ve ona yapılan ek”, 1873 “Dersaadetde ve Memalik-i Sahanede Tab ve Neşrolunan Her Nevi Gazete ve Evrak-ı Havadis-i Mülkiye ve Politikiye Tabı ve Nesri Hakkında Bu Kere Tanzim Olunan Nizamname”. 1888 “Matbaalar Nizamnamesi”. Özellikle 1881’den sonra yürürlüğe konulan uygulamalar tüm ülke genelinde öncelikle günlük ve siyasal yaşantıyı büyük ölçüde etkilemiş, sansür, yasaklama ve istihbarat toplama uygulamalarından her türlü yayın da etkilenmiştir. Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi, özellikle yurt dışından Osmanlı devletine sokulan veya yurt dışında basılarak sınırlar içerisinde satılan kitaplar ve süreli yayınlar sözü edilen sansür ve yasaklama uygulamalarından büyük oranda etkilenmiştir. II. Abdülhamit döneminde 20 Şaban 1305 (2 Mayıs 1888)’te yabancı postalarla yurda sokulan muzır neşriyatın yasaklanması konusunda gerekli önlemlerin alınması gerektiğinin bildirilmesi ve yine bu dönemde 10 Safer 1309 (15 Eylül 1891)’da Avrupa’da muzır neşriyatta bulunan bazı gazetelerin Osmanlı devletine girişlerinin men edilmesi ve 1901’de Osmanlı devleti sınırları içerisinde ve dışında basılan zararlı kitap ve dergilerin yasaklanması ile ilgili uygulamalar gerçekleştirilmiştir. 8 Ahmed İhsan Bey tarafından kurulan Alem Matbaası’nın yönetimi, beraber çalıştığı Mustafa Efendi tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle bazı kaynaklarda matbaanın kurucusu olarak görülmektedir. Ahmed İhsan Bey, matbaanın yönetimini 1310 (1893) depreminden sonra Mustafa Efendi ve adliyede çalışan arkadaşlarından Asım Bey’e bırakmıştır. Matbaa, Bab-ı Ali’de Zabtiyye Caddesi 45 numaradadır. Litografya ve hurufat baskı yapmakta, Türkçe, İngilizce, Rumca, Ermenice ve Fransızca yayınlar basmakta ve ayrıca resim de basmaktadır. Kuruluş tarihi ise 1302 (1885)’dir. 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 154 54 2009 (Denizler Altında 20.000 Fersah) resimli olarak basmıştır. 1890 yılı içerisinde yapmış olduğu çevirileri büyük talep gören Ahmed İhsan Bey, dönemin ünlü yayıncılarından olan Akarel’den sipariş almış ve Kaptan Grant’in Çocukları adlı romanı çevirerek yayımlamıştır. Böylelikle Ahmed İhsan Bey uzun yıllar devam ettireceği yayıncılık yaşamına da profesyonel olarak başlamıştır. Ahmed İhsan Bey bu eserlerin yanı sıra yine Jules Verne’den Çin’de Seyahat, Kaptan Hatteras’ın Sergüzeşti, Havada Seyahat, İki Sene Mektep Tatili, Yer Altında Seyahat, Chancellor, Araba ile Seyahat ve Merkez-i Arza Seyahat adlı bilim-kurgu (fenni) romanları da çevirerek basmıştır. Ayrıca Georges Ohnet (1848-1918), André Theuriet (1833-1907), Octave Feuillet 1821-1890), Eugène Sue (1804-1857), Emile Richbourg, Paul de Kock (1793-1871), Madame Matilde Seravone, Andre Turbaut, Andre Armandy (1882-1958), Paul Harrigaut, Xavier de Montepin (1824-1902), François Coppée (1842-1908), Alphonse Daudet (1840-1897), Roland Dorgéles (18851973) ve Paul Bourget (1852-1935)’nin de eserlerinden çeviriler yapmıştır (Ahmet İhsan Tokgöz, 1996: 8-9, 41-44).9 Ahmed İhsan Bey, Jules Verne’in 12 eserini Türkçeye kazandırmış ve batı dünyasının eserlerini Osmanlı toplumuna tanıtmış ve Ahmed Midhat Efendi ile birlikte 1889’da çıkarmış olduğu Servet-i Fünûn dergisi ile asıl ününü kazanmıştır (Gövsa: 383; Ahmed İhsan 1889: I). Bilindiği gibi Servet-i Fünun, bir bilim dergisi olmasının yanı sıra Türk edebiyatının önemli dönemlerinden de birini ifade etmiştir. Edebiyat-ı Cedide olarak da bilinen bu dönemde, döneme adını veren dergi, Ahmed İhsan Bey’in matbaasında hazırlanmış ve basılmıştır. Derginin ilk sayısı 27 Mart 1891’de yayımlanmıştır. Servet-i Fünun, Türk yayın hayatındaki ilk resimli yayınlardan biri olma özelliği de taşımaktadır. Derginin ve daha önce çevrilip yayımlanan kitapların resimli olması, bu yayınların dikkat çekmesini ve belirli bir zümrenin oluşmasını sağlamıştır. 7 şubat 1896 tarihli 256. sayısında Tevfik Fikret’in yazı işleri müdürlüğüne 9 Ahmed İhsan’ın kurmuş olduğu matbaalarda kitap olarak yayımlamış olduğu kendi eserleri ve çevirileri; Deniz Altında Seyahat (1889), Seksen Günde Devr-i Alem (1890), Gizli Ada (1890), Kaptan Grant’in Çocukları (1890), Avrupa’da Ne Gördüm (1891), Ülfet (1891), Haver (1892), Kaptan Hatteras’ın Sergüzeşti (1892), Cevv-i Havada Seyahat (1892), İki Sene Mektep Tatili (1892), Mihver-i Arz (1892), Çin’de Seyahat (1892), Yer Altında Seyahat (1892), Hırsız Kadın (1892), Araba İle Devr-i Alem (1893), Beş Hafta Balonla Seyahat (1895), Balonda Bir Facia (1895), Chancellor (1903), Tuna’da Bir Hafta (1911), Tirol Cephesinde Seyahat (1917), Matbuat Hatıralarım (1930). Çeviri çalışmaları; Bambus (1886), Croix-Mort Kadınlar (1887), Demirhane Müdürü (1889), İki Valide (1890), Ekmekçi Kadın (1890), Kontes Sarah (1891), Sütçü Kız (1892), Sürat Katarında (1892), Mihver-i Arz (1892), Demiryol Mühendisi (1893), Küçük Mavi (1893), Bir Hatıra-i Muhabbet (1894), Bir Muhbirin Defter-i Seyahati (1894), Gençlik (1894), Hüsn ü An (1895), Genç Fromont ve Büyük Reslair (1895), Sevda-yı Hakiki (1895), Mücrim (1897), Flavta (1901), Mai Düşes (1901), Spencer Adası (1902), Antil Adalarında Seyahat (1904), Rus Ateşi (1927), Rapa Novy Adası (1928), İstanbul İşgal Altında İken Acide Russique (Bir Haraşo) (1931), Yolda (1933). Bu çeviriler Servet-i Fünun dergisinin çeşitli sayılarında yayımlanmıştır. Bkz. Ahmet İhsan Tokgöz, Haz: Bilge Ercilasun, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1996, s. 203-206. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 155 getirilmesinden sonra yeni yetişen ve batı edebiyatından etkilenen bir edebiyat kuşağının Edebiyat-ı Cedide’nin yayın organı haline gelmiştir (Kabacalı 2000: 97-98). Servet-i Fünun, 1896-1901 yılları arasında Recaizade Mahmud Ekrem, Cenab Şahabettin, Tevfik Fikret, Kemalzade Ali Ekrem, Safa, Halid Ziya (Uşaklıgil), Siret, Süleymanpaşazade Sami, Reşit Bey, Mehmed Rauf, Doktor Suad, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahid (Yalçın), Cavid, Şuayb, Ahmed Hikmet ve Hüseyin Kazım gibi isimleri Türk edebiyatına kazandırmıştır. Ahmed İhsan’ın dikkat çekici seyahat kitaplarından olan Avrupa’da Ne Gördüm’den gezi güzergahı Ahmed İhsan Bey, yayıncılık ve matbaacılığın yanı sıra kendi eserlerini de yazmıştır. Bunlardan en önemlileri, Türk edebiyatında oldukça az rastlanan türlerden olan seyahatnamelerdir. Bunlardan, ilki Asya-yı Şarkiye Seyahati adıyla 1885’te hazırlanmış, diğeri, 1891 yılında yazılmış olan Avrupa’da Ne Gördüm adlı seyahatnamedir.10 İlk seyahat kitabı olan Asya-yı Şarkiye Seyahati’de 19 Mayıs 1885’te Moskova’dan başlayarak 2 Ağustos 1885’te Vladivostok’ta 10 Bkz. Ahmed İhsan, Avrupada Ne Gördüm, Alem Matbaası, İstanbul, 1891, (AÜDTCF Kütüphanesi Nadir Eserler Bölümü N 5384). 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 156 54 2009 sona eren seyahatinde Rusya, Mançurya, Japonya ve Moğolistan11 ile ilgili gözlemlediği olaylara yer vermiştir. Avrupa’da Ne Gördüm adlı ikinci seyahat kitabında ise; Avrupa kentlerine yaptığı gezilerdeki anılarına yer vermiştir. 1891’de yazmış olduğu diğer seyahat kitabında ise Paris ve Viyana’da yayıncılık ve matbaacılık ile ilgili gözlemlerine ve daha önce özenerek izlediği Avrupalıların yaşayışlarına ilişkin notlar bulunmaktadır. Bu kitapta yer alan anılarını önce Servet-i Fünûn dergisinde yayımlamış daha sonra kitap haline getirmiştir.12 Diğer bir seyahat kitabı ise; 1909 yılında yine kendi matbaasında yayımlanmış olan Tuna’da Bir Hafta adlı eserdir. Ahmed İhsan Bey bu kitabında Almanya’nın Passau kentinden başlayıp tüm Avrupa’yı geçerek Romanya’nın Sünne kentinden Karadeniz’e dökülen Tuna nehrinde yapmış olduğu seyahati anlatmaktadır.13 Ahmed İhsan Bey’in önemli seyahat kitaplarından sonuncusu ise 1917’de yayımlanan Tirol Cephesi’nde Seyahat adını taşımaktadır. Ahmed İhsan Bey bu yapıtında da diğer seyahat kitaplarında olduğu gibi gezdiği yerlerle ilgili gözlem ve deneyimlerini aktarmaktadır. Ahmed İhsan Bey, Viyana ve Paris seyahati sonrasında derginin resimlerini düzenlemek amacıyla yurt dışından bir hakkakın da getirtilmesini sağlamış ve Paris’ten gelen M. Napier, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hak dersleri de vermeye başlamış ve bu görevini tahminen 1896/1897 öğretim yılına kadar sürdürmüştür (Kabacalı 2000: 108; Dersaadet’de neşrolunmakta… 1891; Dersaadet’de neşredilen… 1891; Sanayi-i… 1895 (a); Sanayi-i… 1895 (b)).14 Servet-i Fünun için 1890’lı yılların sonu oldukça sıkıntılı ve zor geçmiştir. Bu süreçte Osmanlı devleti ve toplumu, Avrupa devletlerinin siyasi çatışmaları içinde kalmış, ülkedeki ekonomik ve siyasi yapı, iç düzenin de bozulmasıyla birlikte II. Abdülhamit’in baskısını özellikle de yayıncılık üzerinde daha da fazla hissetmeye başlamıştır. Bu süreç, Serveti Fünun’da ilk dönemlerdeki kimliğini değiştirmesine neden olmuştur. Öncelikle 1898’de derginin yazı kadrosundan büyük kopmalar olmuş, daha sonra derginin yayınladığı konularda değişimler olmuştur. Önceleri edebiyat ve sosyal konulara ağırlık 11 Ahmed İhsan bu gezisine Moskova’dan başlamış ve sırasıyla Kazan, Perm, Ekaterinburg (Yekaterinburg), Tyumon (Tyumen), Tobolsk, Krasnoyarsk, Irkutsk, Odinsk, Çita, Setretorsk (Sretensk olabilir), Blogovesçersk, Kabarkova, Kaminribolovo ve Vladivostok kentlerini dolaşmıştır. 12 Bkz. Ahmet İhsan, Avrupa’da Ne Gördüm: Tuna’da Bir Hafta, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007. 13 Bkz. Ahmed İhsan, Tuna’da Bir Hafta, İstanbul, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekası, 1327 (1909). (AÜDTCF Kütüphanesi Nadir Eserler Bölümü Reşer Koleksiyonu 95). 14 Ahmed İhsan Bey bu uzmanın matbaadaki çalışmasından şikayetçidir. [y.n.]. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 157 54 2009 1891’de Alem Matbaası’nda basılan Avrupa’da Ne Gördüm adlı kitaptan Londra Köprüsü resmi veren dergi, bu süreçte muhasebe, tıp ve sağlık bilimleri ve sanayi ile ilgili yazılara ağırlık vermeye başlamıştır (Matbuat…, 1993: 86-104). 1901’de ise dergi, 40 gün kadar kapalı kalmış, sahip ve yazarları hakkında soruşturma başlatılmıştır. Ancak Ahmed İhsan Bey özel girişimleri ve çevresi ile bu dönemi sorunsuz geçirmiştir. Servet-i Fünun, 27 Mart 1891’de ilk yayımlanmaya başladığından 1901’de ilk kez kapatıldığı güne kadar bir edebiyat dergisi olarak yayımlanmış, 1901-1908 yılları arası resimli ve genel konulu bir kimlik kazanmıştır. 1908-1920 tarihleri arasında ise; siyasi bir gazete olarak yayın hayatını sürdürmüştür.15 Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmed İhsan Bey’in basın özgürlüğü ile ilgili görüşleri olduğu, basın-yayın özgürlüğünden yana tavır aldığı ve bu yasağın kaldırılması ile Osmanlı toplumunun daha fazla yayın ile tanışacağı kanısını taşıdığı bilinmektedir. Ancak, bu görüşlerini dönemin siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan değerlendirdiğinde sözü edilen yasağın kaldırılmasının bilginin toplumsallaşmasına pek de fazla katkıda bulunmayacağını kendisi şu şekilde ifade etmiştir: 15 Servet-i Fünun 1891-1901, 1901-1920 ve 1924-1944 yılları arasında yayın hayatını sürdürmüş, 1901’de 1,5 ay, 1920-1924 yılları arasında İstanbul’un işgali ve sonrasındaki siyasi olaylar nedeniyle de yaklaşık 5 yıl kapalı kalmıştır. Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 158 54 2009 “Servet-i Fünun’un kırk yıldır yaşaması, Türk okurlarının kendiliklerinden gazetemizi satın almış olmasıyla sağlanmış değildir, burada çeşitli etkenler vardır. Bunların başında Servet-i Fünun çıktığı zaman Abdülhamit’in resimli gazeteye ilgi gösterip bize dahiliyeden ödenek verdirmiş olması unutulmamalıdır. Ondan sonra matbaamızın kuruluşu ve yavaş yavaş sanayi alanında gelişmesi, Servet-i Fünun’a büyük arka olmuştur.” “Meşrutiyet’in başlangıcında saman ateşi gibi gazete okuma ve ya da gazete çıkarma hevesi parlamıştı. Saman ateşinden bizim de gözlerimiz kamaştı ama bu çok sürmedi. Meşrutiyet’e kadar taşrada ve İstanbul’da ancak bin müşterisi olan Servet-i Fünun birdenbire altı yedi bin okuyucu buldu. Ama bunlar da üç haftada fazla bağlılık göstermeyip dağıldılar. Biz gene eski müşteri sayısında kaldık. Bu da baskı yönetimi sırasında ne kadar yanlış sanılarda bulunduğumuzu bana anlatmıştı. Sanırdım ki sansür kalkar, kalemler özgür olur, toplumsal, felsefi, siyasi yazılar özgürce yazılırsa, Servet-i Fünun’un baskısı kesinlikle dört beş bin olur. Oysa bu da bir yanlış görüşmüş! Bilimsel, edebi yazılarla güzel sanat eserlerinin okuyucuları, ulusların kültür ve iktisat yaşamında çok yükselmesiyle artıyor. Bu gerçeği bilmeden gazete çıkarmak isteyen hevesliler, ilk yayın sırasındaki müşterilerin sürüp gideceğini sanarak hep zarara uğramaya yazgılıydı. Bundan dolayı, Meşrutiyet’ten sonra Babıali yokuşuna koşan yeni gazeteciler ve dergiciler çok para yitirdiler; bu paraların toplamı müthiş rakamlarla belirtilebilir” (Matbuat…, 1993: 104). Ahmed İhsan Bey’in bu itirafından yola çıkarak sözü edilen dönemde bilgiyi talep eden ve üreten bir zümrenin oluşmadığı da görülebilmektedir. Ahmed İhsan Bey, bunun bir ülkede basılan yayın sayısından çok ülkelerin ekonomik ve kültür düzeyleriyle doğru orantılı olduğunu vurgulamaktadır. Bu bakış açısı mesleği ve eğitimi ile birlikte ele alındığında ülkesinin düzelmesi için gerekli atılımın / değişimin içe kapanıklık ve koruma siyaseti değil, kaynakların iyi kullanılarak özellikle ekonomik alanda söz sahibi olmak üzerinde yoğunlaştığı görülebilmektedir. Bu yönüyle sadece yayıncı değil bir aydınlanmacı olduğu da ortaya çıkmaktadır. Ahmed İhsan Bey’in yayıncılık ve matbaacılık hayatı ile ilgili Osmanlı Arşivi’nde de ilginç belgelere rastlanmaktadır. Kendisinin yapmış olduğu seyahatler, yazmış olduğu kitaplardan ve arşiv belgelerinden, Ahmed İhsan Bey’in geleneksel yayıncılık dışına çıkmak istediği ve Türk yayın hayatına farklı ve özgün teknik ve yöntemler getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Arşivi’nde 6 Haziran 1893 tarihli bir belgede cam üzerine resim aktarılması ve basılması ile ilgili eğitim almak üzere matbaasından bir ustanın Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 159 54 2009 Ahmed İhsan’ın 1911’de Ahmed İhsan Matbaası’nda basılan bir diğer seyahat kitabı Tuna’da Bir Haftadan bir resim Paris’e gönderilmesini istemiştir (Resimli… 1893). Matbaanın baskı, temizlik, bakım ve onarım malzemelerinin de yurt dışından getirtildiği ve bunlar için gerekli kolaylığın da dönemin siyasi otoritesi tarafından gösterildiği de arşiv belgelerinden izlenebilmektedir. Bu belgeler aynı zamanda Türk girişimcilerin de kimi vergi ve yasaklardan gayr-i müslim girişimciler kadar muaf olduklarını da göstermektedir. Ayrıca bu belgelerde baskı işlemleri için Almanya’dan getirtilen mürekkep, tutkal, makine, metal baskı harflerinin gümrük vergilerinden muaf tutulması ve hemen matbaa sahibine teslim edilmesi ile ilgili konular yer almaktadır (Matbaacı… 1903; Masör Jerot… 1903; Servet-i Fünun… 1903; Servet-i Fünun… 1906; Servet-i Fünun… 1907).16 Arşiv belgelerinden elde edilen diğer bilgilere göre Ahmed İhsan Bey’in yayıncılık hayatından ilginç bazı olayların da yaşandığı anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1876-1909 döneminde uygulanan büyük basın sansürü tüm ya16 Son belgedeki Eksene Fon adlı matbaacı, Çakmakçılaryokuşu’ndaki Sümbüllü Han’da yayıncılık yapan İksenefon (Xenephon) Teodoridis Efendi’dir. [y.n.]. Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 160 54 2009 yınevlerini ve yayınevi sahiplerini kontrol altında tutmaktaydı. 1908’deki II. Meşrutiyet’in ilanı bu basın sansürünü büyük ölçüde zayıflatmış ve yayıncılığın önündeki engelleri büyük ölçüde kaldırmıştır. Özellikle dini ve toplumsal kurallara aykırı yapılan yayınlar için kovuşturmalara sıklıkla rastlanmaktaydı. 7 Mart 1911 tarihli bir belgede; Ahmed İhsan ve Şürekası Matbaacılık Osmanlı Şirketi tarafından basılıp piyasaya sürülen İzdivaç Mektupları adlı eserin dini ve milli ahlaka uygun olmayan konuları içerdiği ve bu nedenle eserin yazarı ve yayımcısı hakkında yasal takibat ve işlem yapılması kararlaştırılmıştır (Dersaadet’de… 1911). Bu olayla bağlantılı olarak I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Osmanlı devleti polis teşkilatının yayınlarından olan Polis Mecmuası yine Ahmed İhsan Bey tarafından basılmıştır. Bu durum kovuşturma geçiren matbaanın her şeye rağmen Osmanlı devletindeki güvenilir ve önemli matbaalardan biri olduğunu göstermektedir (Polis Mecmuasının… 1915 (a); Polis Mecmuasının… 1915 (b); Polis Mecmuasının… 1915 (c)). Ahmed İhsan Bey, yayıncılık ve matbaacılık çalışmalarının yanı sıra farklı alanlarda yöneticilik ve üyelik görevlerinde bulunmuştur. Bu görevlerinden en dikkat çekici olanı, 1908 yılında Selim Sırrı Tarcan’ın (1874-1957) girişimleri ile kurulan Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Başkanlığıdır. Türkiye, (Osmanlı devleti) onun başkanlığı döneminde Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne 1911’de resmen üye olmuştur. Ahmed İhsan Bey bu görevi, 1908-1921 yılları arasında sürdürmüş ve yayınladığı gazetelerde de spor ile ilgili haberlere geniş yer ayırmıştır. Türkiye’de spor haberciliğine önemli katkıları olan Ahmed İhsan Bey, 1912’de İstanbul Beyoğlu Belediyesi Şube Reisliği görevinde de bulunmuştur. Ahmed İhsan Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da görev almış aydınlardan biridir. 23 Nisan - 17 Temmuz 1923 yılları arasında düzenlenen Lozan Konferansı’nın II. dönem görüşmelerine, TBMM Almanya-Avusturya basın temsilcisi olarak katılmıştır. Bu görevinin yanı sıra, yeni Türkiye Cumhuriyeti için en önemli atılımlardan biri olan Türk dilini geliştirme çalışmalarında da Ulu Önder Atatürk ile birlikte 26 Eylül 1932’de düzenlenen I. Türk Dil Kurultayı Düzenleme Kurulu (Teşebbüs Heyeti) üyeleri arasında yer almıştır. Ahmed İhsan Bey son olarak, 1931-1942 yılları arasında dört dönem (IV., V., VI. ve VII.) Ordu milletvekilliği yapmış, 1942’de Kocaeli-Değirmendere’de vefat etmiştir (Türk Parlamento Tarihi… 1996: 484485). Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 161 54 2009 Servet-i Fünûn ve Matba‘ası Mü’essîsi Ahmed İhsan Bey Ahmed İhsân ve Şürekâsı Matba‘acılık ‘Osmânlı Şirketinin Târîhçesi17 Ahmed İhsân ve Şürekâsı Matba‘asının târîh-i te’sîsi 1306 senesidir. Ahmed İhsân Bey 1302 senesinde mekteb-i mülkiyeden neş’et eyledikden sonra san’ât-ı tahrîr ve tercemeye sülûk eylemiş idi. Evvel emirde altı ay Hâriciye Nezâreti Terceme Odası’nda ve iki sene müddet Tophâne Müşîriyeti Tercümân Muâvinliği’nde bulunduktan sonra 1306 senesi bidâyetinde hıdmet-i devleti kâmilen terk ve matba‘ayı küşâd itmiş ve matba‘anın te’sîsinden bir sene sonra “Servet-i Fünûn”u te’sîs eylemiş idi. Matba‘anın ve gazetenin te’sîsinden evvel Ahmed İhsân Bey fennî romanlar mü’ellifi meşhûr Jul Vern’in külliyâtını lisânımıza tercemeye başlamış olduğu cihetle bu külliyâtın neşriyâtında devam olunmuş ve matba‘acılıkda tevsî’-i ma‘lûmât içün 1307 senesinde bir büyük Avrupa seyâhati icrâ eylemişdi. İşte bu seyâhatden ‘avdetten sonradır ki matba‘anın cihet-i fennî ve 17 Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi Servet-i Fünûn: İstanbul, 1328 (Rumi) 1912 (Miladi) Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaası, 20, ÖZEGE; 265 Resimli, Ahmed İhsan Tokgöz. Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 162 54 2009 ‘ameliyyesi ıslâh olunarak memleketimizde ilk defa güzel resim basmağa muvaffakiyet elvirmişdir. Matba‘anın ism-i bidâyeten: ‘Alem Matba‘ası Ahmed İhsân ve Şürekâsı idi. Bir Türk ismiyle be-nâm olarak şirket-i ticâriye teşkîli o zamanlar meşhûd olmadığı içün pek çokları tarafından dûçâr-ı mü’âheze olmuşdu. Hâlbuki mü’essis-i matba‘a efkâr-ı bâtıla ve mu’âhezât-ı câhilâneye kat‘iyyen ehemmiyyet virmez idi ve virmemişdir. Ahmed İhsân Bey daha mekteb rahlelerinde iken Fransızca ders kitâblarının zîrinde gördüğü meşhûr “Haşet ve Şürekâsı” ‘unvanını okudukça bunu model ittihâz iderek memleketimizde bir numûne vücuda getirmeğe kalben bir büyük arzu his itmiş idi. İşte o ilk heves sevkiyledir ki her dürlü müşkülâta rağmen bugün menazırîn-i temâşâ ve tafsilât-ı teşükkülünü şu mecmu‘ada okuduğunuz matba‘a meydana gelmiştir. Matba‘anın teşekkülünden bir sene sonra te’sîs olunan musavver Servet-i Fünûn Gazetesi o zamanın en mühim muvaffakiyeti idi. Zira memleketde resimcilikten ve san‘at-ı hakten haberdâr pek az kimseler var idi. Böyle fıkdân-ı vesa’it içinde neşr olunan “Servet-i Fünûn”un meşâgîl-i fevkâ’la‘desi ve ‘ale’l-husûs 1310 hareket-i ‘arz müdehhişinin hasârâtı “Servet-i Fünün” idâresiyle “matba‘a” binâsını tefrika lüzum göstermiş idi. Ahmed İhsan Bey matba‘anın idâresini iki şerîkine yani o tarihte matba‘ada bulunan merhûm Mustafa Efendi ile el-yevm mensûbin-i adliyeden Asım Bey’e bırakdı. Kendisi sade gazete ve neşriyât-ı sâ’ire ile meşgûl oldu. Fakat matba‘anın vazife-i nezâretini der-‘uhde iden şerîklerden birisinin ma‘lûl ve diğerinin Mekteb-i Hukukda tahsîlde bulunması hasebiyle “Alem” Matba‘ası fena halde tezebzübe düşdü. Ahmed İhsan Bey arkadaşlarını ya fesh-i şirketle kendi isminin aradan çıkarılmasına, yahûd matba‘anın münhasıran kendi nezâretine tevdi‘ine da‘vet eyledi. Vakı‘a “Alem” matba‘ası ihmâl-i idâre neticesi olarak sermâyesine nisbeten külliyetli borca giriftâr idilmiş idi. Bu hal 1311 senesinde cereyân eyliyordu. Şürekânın muvafakâtı üzerine Ahmed İhsan Bey matba‘ayı, o zaman bulunduğu Ebussuud Caddesinden Servet-i Fünûn idâresinin kâ’in olduğu eski Zabtiye Caddesine nakl eyledi, şerîklerine harçlık olacak kadar tahsisât-ı cüz’iyye virup hasılât-ı ‘umûmiyeyi o şürekânın eser-i taksirâtı olan düyûnun etfâsına hasr eyledi ve böylece 1316 senesinde matba‘anın idâresi ve büdçesi yeniden kesb-i intizâm eyledi. Bundan sonra daha sermâye ilâesiyle tevsi‘-i mu‘amelât lazım geliyor, halbuki diğer şürekâ sermâye ilâve eyleyemiyor idi. Halbuki Ahmed İhsan Bey neşriyât-ı muhtelifesi ve ‘ale’l-husus Yunan muharebesine müte‘allik neşriyât-ı musavveresi sayesinde tasarruf eylediği parayı yeni sermâye olarak matba‘aya tahsîs ile tevsi‘ine karar vermişti. Bu aralık şerîk-i ma‘lûl Mustafa Efendi’nin irtihâli Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 163 vuku‘ bulduğu cihetle haremine intikâl iden hissesi Ahmed İhsan Bey tarafından mübâya‘a idildi. Artık eski Zabtiyedeki binâ matba‘aya kafi gelmediği cihetle Bâb-ı ‘Ali karşısındaki dâ’ireye nakl olundu. Bundan akdem şimdiki postahânenin arkasındaki yeni caddede dahi bir şube açmak mecbûriyeti hasıl olmuştu. Binânın ‘adem-i müsâ‘idesinden dolayı ayrı yerlere mevzû‘ âlât ve edâvât bir araya toplanmışdı. Ahmed İhsan Bey’in müşâreketinde kalan Asım Bey Mekteb-i Hukukta tahsîlini bitirmiş ve hidmet-i ‘adliyeye intisâb iylemiş olduğundan 1323 senesinde anın müşâreketi dahi münkatı‘ oldu. Bu halde matba‘anın ismindeki “ve şürekâsı” kelimesi kaldırılmış, yalnız “Matba‘a-i Ahmed İhsan” olmuş idi, bir sene sonra ise i‘lân-ı Meşrutiyet vuku‘ bulmuşdu. İ‘lân-ı Meşrutiyetde her tarafa te’sîr iden şaşkınlık ve çoşkunlukdan hissedâr olan matba‘ada - Ahmed İhsan Beyin uzunca bir hastalığı dahi munzamm olarak umûr-ı dahiliyemiz karışmış idi. 31 Mart hadisesi bu karışıklığı tezyîd eyledi, hatta Bab-ı ‘Aliye savrulan güllelerin bir danesi makine dâ’iresinin divârını yıkmış dahilde tahribât yapmıştı. Temmuz inkılâbının ve 31 Mart kıyâmının tesîrât-ı muhtelifesi zâ’il olduktan sonra matba‘ayı evvel emirde anonim şirket haline ifrâğa ve bu vesile ile bazı zevâtın te’sîs eylemek istedikleri “İttihâd” gazetesinin matba‘ada tab‘ına teşebbüs eylediler. Bizimle teşrîk-i mesâ‘i niyetinde bulunan zevât-ı siyâsiyâtla iştigâlden vakt alamadıkları gibi ihtirâsât-ı siyâsiyenin hücûmlarına dahi uğradılar, “İttihâd” dört aydan ziyâde payidâr olamadı, matba‘a henüz anonim şirketini teşkîle muvaffak olamamış idi, binâe’n‘aleyh anonim şirketden sarf-ı nazar olundu. Ahmed İhsan Bey devr-i meşrutiyetin müsâ‘idâtından istifâde idebilmek emeliyle matba‘ayı tevsi‘ arzusunda musırr idi. ‘Alem-i ticârette yirmi senedir kesb-i temeyyüz itmiş olan kendi imzâsına itibâr iden iki mü’essese-i mühimme, matba‘anın temettu‘na iştirâk itmek emeliyle matba‘anın sermâyesini tezyîd eylediler. Yeniden on sene müddetle ve on bin lira sermâye ile bir komandit şirket ‘akd olundu ve ‘unvânı tazelendi: hisse senedâtı ihrâç olundu. Bu senedâtın nısfı Ahmed İhsan Bey ‘uhdesinde olup nısf-ı diğeri şürekâ-yı sâ’irededir. Bu defaki şerîkler yalnız temettu‘a iştirâk ider hakiki sahib-i sermâye idiler ve komandit şirketler usûlünce idâreye müdahale itmezler ve yalnız tevzî‘ temettu‘ata nezâret eyliyecekler idi. Yeni şirket bi’l-‘umûm mesarif ve hakk-ı idâre ve makinelerin etfâsı bedelât-ı tenzilâtından sonra birinci sene nihayetinde [1326], şerîklerine yüzde yedi temmettu‘ tevzî‘ eyledi. Sahib-i sermâye-i şerîkler, Ahmed İhsan Beyin sûret-i idâresindeki mükemmeliyet ve ciddiyeti takdîr itdiler; ve ikinci 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 164 54 2009 ictimâ‘ında matba‘aya mahsûs bir binâ inşâsına mahsûs sermâyenin dahi yüzde altı fa’iz ile avans olunmasını kabul eylediler. 1327 senesi muvâzenesi kezâlik yüzde altı hisse-i temettu‘ ve yüzde iki ihtiyât akçesi virdi. Bu sayede eski mekteb-i mülkiye karşısında müceddiden bir binâ vücuda getirildi ve oraya nakl idildi ki bu yeni matba‘anın fotoğraflarını dest-i mütalâ‘anıza takdîm eylediğimiz mecmu‘ada temâşâ eyliyorsunuz. ... ... Matba‘amızın esâs mesleki ‘azim ve sebât ve namusdan ‘ibâret olduğu gibi tabi‘ olduğu kava‘îd-i ticâriye dahi: İntizâm, İktisâd, Sa‘y ve Gayretden ‘ibâretdir. Bütün mu‘âmelâtımızda şu kava‘îd ve şerâ’itden ayrılmamak sayesinde matba‘amız el-yevm İstanbul’un en birinci bir matba‘ası olmuş ve mü’essesemizin imzâsı sahibinin meslek-i namuskârânesi sebebiyle Dersa‘âdetde ve Avrupada son derece hâ’iz-i i‘tibâr bulunmuşdur. Servet-i Fünûnun Tarihçesi Nasıl başladı? Nasıl yürüdü? Nasıl yürüyor? 1306 tarihinde, sahip ve mü’essisimiz Ahmed İhsan Bey, Şeyh-ü’l-muharririn Ahmet Midhat Efendi hazretleriyle birlikte “Musavver Tercüman-ı Hakikât” isminde bir gazete çıkarmak tasavvuruna kuvvet virmişlerdi. Fakat sonradan her nasılsa bu tasavvur kesb-i fi‘iliyet idemiyerek yalnız Ahmed İhsan Bey tarafından musavver “Servet-i Fünûn” 1307 de te’sîs idilmişdir. Evvelâ şu “Servet-i Fünûn” nâmı nereden gelmiştir? Vakı‘â bir musavver gazeteye ‘unvân arandığı zaman az hatıra gelebilecek şey “Servet-i Fünûn” terkîbidir. Yirmi senedir bu kelimeleri işide işide alışanlar bile mutlaka ara sıra kendi kendilerine şu ‘unvânın nasıl olmuşda intihâb edilmiş olduğunu sormuşlardır. Bu ‘unvân, devr-i münhedim-i istibdâdın tedâbir-i mecnûnânesi neticesidir. Ma‘arif Nezâretindeki Encümen-i teftîş ve mu‘âyeneden geçmek şartıyla bi’l-cümle mecâmi‘-i mevkûtenin tab‘ ve neşri 1306 senesine kadar zararsızca devam eylemişti. O tarihe kadar İstanbulda birçok risaleler, mecmu‘alar çıkarılmış idi. Bunlar miyânında “‘Umran” da var idi ki, ikinci sene-i devriye-i intişârı esnâsında bütün mecâmi‘ ve resâ’il-i mevkûte aleyhinde çıkan bir Abdülhamid irâdesine münhedif olarak refikâsıyla beraber düçâr-ı lağv ve ta‘tîl olmuştu. “‘Umran” bu darbeye uğramasa idi şimdi “Servet-i Fünûn” yerine onun târîhçesini yazacak idik ve ‘ömrü şimdi üç sene daha fazla görülecek idi. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 165 “‘Umran”ın ve bütün mevkût mecmu‘aların lağvı sırasında-eski devirde her meselede olduğu gibi- şu darbe-i istibdada bir “tedbîr” rengi virmek üzere ba‘demâ resâ’il ve mecâmi‘in dahi dahiliye matbu‘ât idâresine merbûtiyeti ve intişârlarının mutlaka irâde-i hamidiye istihsâline ta‘lîki şard kılınmışdı. Ahmed İhsan Bey “‘Umran” hakkında yeniden dahiliyeden müsa‘âde almak istedi, fakat muvaffakiyet imkânı yok idi, evvelâ muharrir, o zaman henüz yirmi yaşını ikmâl itmişdi. Otuz yaşında değilsin bahanesiyle istidâ‘yı kabul itmiyorlardı. Sâniyen, şayed daha müsinn başka müdîr-i mes’ul gösterse bile Dahiliye Nezâretinde bulunan arkadaşlar şu müraca‘âtın ‘akim kalacağını -tecrübelerine bina’en- ihdâr eyliyorlar idi, ne yapmalı? O zaman yine o nezârette bulunan hayr-hah bir zât işe çare buldu. Yevmî gazetelerden birisine haftada bir kere ilâveten bir kısım fenni çıkarılmak husûsunda kolayca müsa’âde idilmişdi. Bizde cerâ’id-i yevmiyeden birinin ismine izâfeten böyle bir kısm-ı edebî ruhsâtı alırsak muvaffakiyet me’mûl idi. “Nikolaydi” Efendi tarafından vakt-i zîrde Galata’da çıkarılan “Servet” gazetesinin ismine izâfaten bir usbu‘i mecmu‘a-i fenniye ruhsâtı istedik. Şu hile-i resmiye sayesinde irâde-i hamidiye istihsâl olundu ve karihadan ona “Servet-i Fünûn” nâmı virildi. Çünkü biz (Servet) gazetesine bir ilâve-i fenniye istiyorduk, Abdülhamid (Servet-i Fünûn) olsun dimişdi. Hile-i resmiyeyi ihzâr iden zâta- ki bugün istirahât-ı ebediyyededir-dâ’imâ minnetdarız. 1307 senesinde “Servet-i Fünûn” te’sîs idildi; birkaç vakt sonra “Servet-i Fünûn”un ruhsâtnâmesi, Ahmed İhsan nâmına tahvîl olunmuşdu. Servet-i Fünûn ilk intişârda yalnız on sahife iç kısmından ve iki sahife kapağından ‘ibâret idi. Birinci altı ayın hitâmında mündericât kısmı 12 sahifeye kapak dört sahifeye çıkarılmışdı. Servet-i Fünûn o zaman böyle şeylere külliyen bigâne gibi olan halkımıza tedrîcen medenî ve fennî birazda edebî aksîmı muhtevî olarak takdîm idile idile bir sene kadar devam itmiş, fakat bu bir senede gazete müdiriyeti fevka’l‘âde müşkülâta ma‘rûz kalmışdı. Zira şehrimizde, bir musavver gazetenin hayât-ı hükmünde olan tersîm ve hakk san‘atları mefkûd idi. Kezâlik hakk olunmuş kalıbları tab‘ husûsunda mevcûd matba‘alarda vukûf bulunmuyordu. Bu sebeble Ahmed İhsan Bey, muhtelif usûl-ı hakları görmek ve resim klişelerinin sûret-i tab‘larını öğrenmek içün Avrupaya bir seyahât icrâ itmiş, matba‘aları gezmiş, o zaman yeni icad olunan çinko üzerine bi’l-kimya hakk “çinkografi” usûlünü atelyelerde görmüş ve İstanbula ‘avdet iderek Servet-i Fünûnun resimlerine bir şekl-i nefâset virmeğe muvaffak olmuşdur.18[1] 18 [1] “Avrupa’da Ne Gördüm” ‘unvânlı seyâhâtnâme, bu seyâhâtden sonra neşr olunmuşdu. 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 166 54 2009 Matba‘anın birinci katında eşyâ-yı matbu‘a asansörü karşısında İstanbul’da belkide memleketimizde ilk defa çinko üzerine hakk olunmuş resm tab‘ı böyle başlamışdır. Servet-i Fünûnun 27 numerolu nüshasındaki (Tophane Caddesi) bu usûl ile hakk ve tab‘ olunmuş birinci resimdir. İşte bundan sonra artık Servet-i Fünûn İstanbul menâzırını, millî resimleri tab‘a başlamıştı. O vakte kadar memâlik-i ecnebiyeye ‘â’id manzaralar, ya bakır üzerinde kalıb olarak Avrupa’dan kirâ ile celb idiliyor, yahûd burada gâyet ‘adi olarak yapdırılıyordu. Abdülhamid Servet-i Fünûnun tasavîrini her ne dense takdîr eylemiş göründüğü içün gazetenin sanayi-i nefise itibîriyle hükümetçe mazhar-ı mu‘âvenet olmasını ve san‘at-ı hakkın Dersa‘âdet’de ihdâsını irâde iyledi. Bu irâde mucibince meclis-i vükelâ kararıyla Servet-i Fünûna mâhiyye 3240 kuruş tahsisât virildi, Paris’den mösyö (Napiye) isminde bir Fransız hakkâk celb idildi, bu zâdtan Servet-i Fünûn resimlerinden istifâde idilmekle beraber şimşir üzerine hakk sanatının tamîmi içün talebe yetiştirilmeye çalışıldı, ve merhûm müze müdiri Hamdi Bey’in himayesiyle mekteb-i sanay-i nefisede te’sîs olunan hakk sınıfında bu Fransız o zaman ders virmeye başladı.19[2] 19 [2] Hakkâk Napiye bi’l-âhire Genç Türkiye Harekât-ı İnkılâbiyesine Paris’de karışmışdı. Kendisi vefât itmişdir, kızı Madmazel Koska Paris’in en nâmdâr mugniyelerindendir. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 167 Servet-i Fünûnun ilk sene-i te’sîsinde sahib-i imtiyâz ve ser-muharrir Ahmed İhsan Bey’in refakât-ı tahrîriyesinde edib merhûm Nabizade Nazım Bey bulunuyordu. Hatta ilk nüshadaki İstanbul postasını o yazmış ve elân devam itmekde olan bu nâmdaki musâhabe çığrını açmışdı. Kezâlik ilk nüshadan muharrir-i merhûmun “Siyye-i Tesâmuh” ismindeki güzel ve millî bir romanı derc olunmağa başlamışdı. Bu sene zarfında Ahmed Rasim Bey, Ali Ferruh Bey yardım eyliyor, yazıların kısm-ı ‘azamı gazetenin mü’essîsi tarafından yazılıyordu. İlk senede 6 Teşrin-i sani 1307 tarihine müsâdif 36 numerolu nüshada “M. Cavid, H, Cahid” imzâsıyla iğne işlerine dâ’ir bir makale münderîcdir. Böyle basit bir yazıyla Servet-i Fünûnda ‘alem-i tahrîre atılan bu iki kalemin gazetemize mu‘âvenet-i tahrîriyesi inkılabdan az evvele kadar devam itmiş ve bugün kendileri memleketimizde, Servet-i Fünûnun ekser muharrirleri gibi pek büyük mevki‘ tutmuşlardır. Doktor Besim Ömer Bey kardaşımız birinci senesinin evâhirinde ikmâl-i tahsîl ile Paris’den ‘avdet iderek mu‘âvenet-i tahrîriyede bulunmağa başlamıştırki gazetemiz muttariden devam iden bu himmet-i ‘aliyeyi, kemâl-ı şükrânla zikre mecbûrdur. Memleketimizin hiç şübhesiz şimdiye kadar en büyük muharrir-i tabiyesi olan bu zât-ı muhterem, halkımızca ne olduğu bilinmeyen hıfzı’s-sıhhayı ta‘mîm içün, ekserisi Servet-i Fünûnda pek çok yazılar yazmış ve maksad-ı mukaddesinde muvaffak olduğunu görmüşdür. İlk senede gazetenin ‘aded-i tab‘ı “600” olup tedrîcen artmıştır. 1308 senesi İkinci sene zarfında gazete en ziyâde şimşire mahkûk tablolar derciyle mülkümüzde mechûl gibi olan san‘at-ı nefise-i resmin ve hissî bedî‘a-perverînin ta‘mîmine çalışmışdır. Bu levha Fransa’dan gelen hakkâk Napiyenin koleksiyonu idi ki kendisinden topdan mübâya‘a olunup gazeteye konulmuşdu. Yoksa hakkâk tarafından burada hakk idilmiş değil idi. Bu sene zarfında Ahmed Rasim Beyle, Mahmud Sadık Bey gazeteye muntazaman yazı yazmışlardı. Eskişehir şimendifer hattı yeni güşâd olunduğu içün, gazete vakayî‘-i milliye resimlerinin başlangıçı olarak bunları neşr itmişdi. İlk insan resmi olarak da bin müşkilâtla müsa‘âdesi istihsâl olunup o zaman irtihâl iden sadr-ı esbâk Ahmed Vefik Paşa’nın fotoğrafısi derc idilmişdi. İkinci sene zarfında lisânımıza Fransızcadan edebî ve fennî romanlar nakline devam olunduğu gibi gazete meslek terakkî-perverânesi dâ’iresinde tedrîcen terakkîye çalışıyordu. 1309 senesi Uşakizâde Halid Ziya Beyefendi 1309’dan i‘tibaren Servet-Fünûnu mu‘âvenet-i tahrîriyyelerine mazhar itmişlerdir. Bu senenin 131 numerolu 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 168 54 2009 Matba‘anın medhâlinde evrâk-ı matbu‘a sandukları hârice sevk olunurken nüshasında sadr-ı sabık Hakkı Paşanın, Şikago Sergisine Osmanlı komiseri sıfatıyla ‘azimeti münâsebetiyle derc idilen bir resmi mevcûddur. Bu da Osmanlı ricâli tesâvîrinin dercine mukaddime olmuşdu. Mahmud Sadık Bey bu seneden i‘tibâren “Musâhebe-i Fenniye”lerine başlamışdır. Gazete, ibtidâ-yı neşrinde tuttuğu meslekde yani memleketimizde ma‘lûmât-ı medeniyye ve garbiyenin neşrine vesâtet idiyor: ma‘mâfih mahdûd bir dâ’ire dahilinde çalışıyordu. O sene Şikagoda acılan büyük sergide gazete madalya almışdır. 1310 senesi Bu senenin birinci cildi aynı meslek dairesinde devam itdi. Gazete en ziyâde sanayi-i nefise ve ma‘lûmât-ı medeniyenin tevsi‘ intişârına çalışıyordu. Bu senenin ikinci cildinde el-yevm İzmir rusûmâtı başmüdiri olan o zaman Paris’de tahsîl ile meşgûl bulunan Agah Hasib Bey’in Paris’den gönderdiği şâyân-ı istifâde makâlât-ı medeniye görülür. 1311 senesi 22 Haziran 1311’den i‘tibâren gazeteye sekiz sahifeden ‘ibâret bir kısm-ı siyâsi ‘ilâve idilmişdir. Bu seneden i‘tibâren Servet-i Fünûn şekl-i fenni ve medeniyyesine bir reng-i siyâsi virdiği gibi hüviyet-i edebiyesini de o vakt te’sîse başlamışdır. Bu senenin ikinci cildi, Târîh-i Edebiyât-ı ‘Osmaniyede Servet-i Fünûnun oynamış olduğu vazife-i muhimmenin mebde’ini teşkîl Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 169 iden yazılarla doludur. Recai-zade Ekrem, Halid Ziya, Tevfik Fikret beyler bu cildden i‘tibâren âsâr-ı edebiye nesrine başladıkları gibi Nabi-zade Nazım merhûmun metrûkât-ı kalemiyesinden “Zehra” romanı da tefrîka idilmişdir. O sıralarda her nasılsa sansür hafifleyerek matbu‘ât biraz nefes almışdı. Gazetemizin kontrolü vazifesi de âhiren Konya Çelebiliği vazife-i nazifesi ‘uhde-i dirâyetlerine tevcîh idilmiş olan Veled Çelebi hazretlerinin yed-i müsâmaha ve lütuflarında idi. İşte bu sayelerde Servet-i Fünûnun herkesin lisân-ı takdîr ile yâd itdiği, o cidden değerli cildleri meydana gelebilmişdir. 1312 senesi Bu senede Cenab Şehabeddin, Ali Nadir (Ekrem Kemal), Süleyman Nasib (Süleyman Paşa-zade Sami Bey) beyler mu‘âvinin-i tahrîriyye sırasına geçdiler. Ekrem Bey’in riyâseti altında bu zümre-i edebiye Edebiyât-ı Cedidenin en calib-i nazar ve pür-fer eserlerini meydana koydu. 1313 senesi Yunan muharebe-i muzafferânesine müsâdif olan bu senede Servet-i Fünûn dahi mücadele-i edebiyesinde üç zaferi ihrâz itdi. Bu sene Hüseyin Cahid, Ahmed Hikmet, Hüseyin Siret, Hüseyin Suad, Mehmed Rauf beyler Servet-i Fünûn zümre-i edebbiyesine iltihâk itdiler ve bu iltihâk Servet-i Fünûn içün na-kâbil indirâs bir hüviyet-i edebiye ihdâsını te’mîn itti. 1314 senesi Bu sene Servet-i Fünûn mektebinin en parlak devridir. Faik Ali, Mehmed Emin, İbrahim Cehdi, el-yevm Aydın valisi Reşid Bey (H. Nazım) İsmail Safa, Ali Nusret beyler gazete hey’et-i tahrîriyesine iltihâk itdiler. Üstâd muhterem Abdülhak Hamid Beyefendinin “Fintan”ı kısmen bu senenin cildlerinde intişâr itmişdir. 1315 senesi Âsâr-ı edebiye ve fenniye neşriyâtı devam itmiş; Servet-i Fünûn memleketimize efkâr ve muhabbet-i medeniye neşr ve te’sîsi içün açtığı çığırda istibdâdın müsâ‘desi derecesinde muvaffakiyetle devam itmişdir. Bu seneden i‘tibâren Ahmed Şuayib Bey’in makalât-ı ictimâ‘iyesi de intişâra başladı. Gerek Hüseyin Cahid ve gerek Ahmed Şuayib beyler ictimâ‘î ve felsefî pek mühim eserler neşr itdiler. Bir tarafdan da Halid Ziya Bey’in (Aşk-ı Memnu‘)ı gazeteye tefrîka olunuyordu. 1316 senesi Servet-i Fünûn onuncu senesine başlar; edebî, ilmî, fennî, ictimâ‘î âsâr neşri devam ider. Bütün erbâb-ı kalem Servet-i Fünûn sahifelerinde görünür. Sanayi-i nefiseye müte‘allik tabloların dercine fevka’l‘âde dikkat olunur. Bu sene zarfında Servet-i Fünûn riyâset-i tahrîriyesi Hüseyin Cahid Bey’in ‘uhdesinde bulunuyordu. Mehmed Cavid Bey’in dahi iktisadiyâta müte‘allik pek mühim makaleleri görülmekte idi. 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 170 54 2009 1317 senesi Bu sene gazete içün bir sene-i şe’âmet olmuştur. Servet-i Fünûnun birkaç senelik terakkî ve te’âlisini, açtığı çığırın gittikçe nûr ve si‘ası artdığını bir tecessüs-ı mehinâne ile takîb iden Abdülhamid hazırlamakta olduğu darbeyi indirdi. 1317 Teşrin-i evvelde gazetenin sahib-i imtiyazı Ahmed İhsan Bey’le muharriri Hüseyin Cahid Bey, mu‘âyene Me’mûru Veled Çelebi Efendi hazretlerini mahkeme-i cinâyete tevdi‘ itdi. Bu bâbdaki vesâ’ik Servet-i Fünûnun (1000) numerolu nüshasında neşr olunmuştur. O esnâda mahûd Baba Tahir, Abdülhamidin himmet-i mu‘âvenet-kârânesiyle “Musavver-i Ma‘lûmât”ı neşr idiyor ve Servet-i Fünûnun kaçındığı Yıldız hıdmetini görüyordu. Teşekkür olunur ki ‘Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa’nın Kurenadan Arif Bey’in hamiyet-kârâne mesâ‘isi sayesinde Servet-i Fünûn muharirleri aleyhinde men‘-i muhakeme kararı virilmiş ve bu sebeble o zaman mesned sadâreti ihrâz iden Ferid Paşa “icrâ-i ‘adâletde kusurundan dolayı” (!)” mabeynden bir tekdîrnâme almışdır. 1318, 19, 20, 21, 22, 23, seneleri Bu seneler zarfında Servet-i Fünûnun neşriyâtı, zira‘âtde gübrecilik, hıfz-ı sıhhada sülük yapıştırmak gibi sırf maddî fikriyât ile bi’l-‘alâka mevzû‘lara Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matba‘ası Müdiriyet ve Muhâsebe Dâ’iresinden bir manzara Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 171 münhasır kalmış ve artık Servet-i Fünûn hayâtına, Yıldızın dest-i gaddârı muvakkaten nihayet çekmiştir. Yalnız Servet-i Fünûn garbın terakkîyâtına ‘â’id resimleri bol bol derc iderek dolayısıyla tenvîr-i efkâra gayret itmişdir. Kezâlik renkli resimler tab‘ına mülkümüzde ilk defa olarak, bu sırada başlamışdır. İstibdâdın tazyîki karşısında muharrirlik pek müşkül olmuşdu. Çaresiz kalan Hüseyin Cahid Bey nihayet 1321 senesinde Vefa Mektebi Müdirliğini ihtiyâr itmişdir. Servet-i Fünûn mü’essîsi Ahmed İhsan Bey’in refâkatında muharrir-i kadimi Mahmud Sadık Bey kalmış ve inkılâba kadar kendisine refâkat itmişdir. 1324, 25, 26 seneleri İşte Servet-i Fünûn bu şerâ’it altında, minnetdârı bulunduğu erbâb-i ‘ilmin muzayyık bir dâ’irede yazılan yazılarıyla tâ inkılâbımıza kadar devam itdi. Bir taraftanda mündericât-ı mükemmeleden mahrûmiyete mukâbil nefâsetini te’mîne çalışdı. Memleketimizde ilk defa renkli resimler neşrine başladı. İnkılâbdan sekiz ay kadar evvel, mücâhid-i hürriyet merhûm Manyasi-zade Refik Bey’in sahibi-i imtiyâz Ahmed İhsan Bey nezdine gizlice gönderdiği bir fedâkâr-ı vatana* virilen va‘ad mucibince İstanbul’da ilk âsâr-ı inkılîbı müteakib Servet-i Fünûn yevmi olarak neşr idildi ve hükümet-i müstebideye karşı her şeyi göze alarak, diğer gazetelerle birlikde hücûmlara başladı. Abdülhamidin mahv itmek istediği Servet-i Fünûn tarafından bu hücûmların vuku‘u şâyân-ı dikkat bir tesadüfdür. En şedîd makale “Zabtiye Nezâreti” ‘unvânlı olarak Temmuzun 16 ıncı Salı günü yazılmıştır. Servet-i Fünûn böylece, i‘lân-ı inkılâbdan sonra bir seneye karib müddet hem yevmi, hem de haftalık olarak intişâr idildi. İnkılâbın ‘alem-i matbu‘âta virdiği buhrân o vakte kadar en muntazam idârelerden olmakla müftehîr bulunan Ahmed İhsan Matbaası’nın idâre-i dahiliyesini de teşvîş itmişdi. O sebeble haftalık Servet-i Fünûnun neşriyâtında da bidâyet-i inkılâbda kusurlar oldu; istenilen derecede tekemmül görülemedi, haftalık gazete daha ziyâde tekemmül itdirilmek ve gerek ‘alem-i matbu‘âtı istilâ iden ihtirasâtdan uzak kalmak üzere, 325 senesi Mayısında yevmi gazete ta‘tîl olundu. O zamandan beri dâ’ima Servet-i Fünûn memleketin en nefis ve mu‘tenâ bir mecmu‘a-i musavveresi olarak intişâr itmekde ve en yeni en makbûl âsâr-ı edebiye ve ‘ilmiyye ile sahifelerini tezyîn eylemektedir. Şa‘ir-i dahi Abdülhak Hamid Bey’in âsâr-ı bedî‘alarının ara sıra ma‘kes mübâhisi olduğu gibi bir sene kadar müddet, 1325-1326 senesinde “Fecr-i Âtî Encümen-i Edebiyesi” ‘unvânı altında genç edib ve şa‘irlerimizden teşekkül iden encümenin en güzel yazıları da Servet-i Fünûn sahifelerinde çıkdı. * Dersa‘âdet Reji Müdîri Baha Bey biraderimizdir. 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 172 54 2009 Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matba‘asında mücellidhâneden bir manzara Memeleketimiz içün daima rehber-i ‘ilm ve edeb, mecmu‘a-i hüsn-ü nefâset olmak meziyetini gösteren ve son cildleri Avrupanın en mühim (revü)leriyle cidden rekabet idecek sûretde, edebî, ictimâ‘î, siyâsî, iktisadî, medenî, makalâtla, vuku‘ât-ı ‘aleme ‘â’id en yeni ve nefis resimlerle malemâl olan bu usbû‘i gazete cidden şâyân-ı takdîr ve iftihârdır. Servet-i Fünûn arasıra derc itdiği renkli tablolardan başka, bir buçuk sene kadar bir müddetden beri memleketimizde ilk defa olarak Avrupa mecmu‘alarının yapdıkları gibi, kâr’ilerine hediyeten ‘ilâve sûretinde millî yahûd mütercim (piyes)ler dahi takdîm etmekdedir. Servet-i Fünûn ile Ahmed İhsan Matba‘asının Devr-i İstibdâddaki Münâsebet-i Resmîyesi Ahmed İhsan matba‘asıyla Servet-i Fünûnun Hükümet-i Hamidiye ile olan münasâbâtı mümkün olduğu kadar azdır. Gerek Servet-i Fünûn matba‘ası, gerek muharrirleri hakânı-ı sabıkın sarayı ve hükümeti ile münâsebete girişmekden tevakkî itmişler ve mâbeynin bu bâbdaki arzusu, yani Servet-i Fünûnu da sıkı sıkıya eline almak emeli her zaman ‘akim kalmışdır. Servet-i Fünûn (Hükümet ve İdâre-i Hamidiye) ile bi’l-mecbûriye yalnız beş tarz münâsebetde bulunmuştur: Birisi: Servet-i Fünûna konulmak üzere Abdülhamid tarafından ara sıra bazı, resimler virilmesi. Mesela Fransa’da sürat katarında bir cinâyet, bir Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 173 kapudânın zevcesini denize atması gibi, Abdülhamid tarafından her biri Servet-i Fünûnun muhtelif numerolarına koydurulmuş olan bu resimleri derc itdirmesi musahhirece bir tedbîr idi. İkincisi: Yine İrâde-i Hamidiye ile, Servet-i Fünûnun resimlerini terakkîyât-ı fenniyeye göre hakk itmek üzere, yukarıki sahifelerde tafsîl idildiği vechle Fransa’dan bir hakkak celb idilmesi [bundan Abdülhamid‘in maksadı, memleketin terakkîyâtına çalışıyor görünmek olduğunda şübhe yoktur.]. Üçüncüsü, yine bundan evvelki sahifelerde görüldüğü üzere Servet-i Fünûnun Darbe-i Hamidiyeye uğrayarak ta‘tîl ve mahkemeye sevk idilmesi; ve bütün güzide muharrirlerin birer bahâne ile dağıtılması. Dördüncü şekil münâsebetimiz, bütün gazeteler hakkında olduğu gibi, Servet-i Fünûnunda idâre-i müstebide zamanındaki bütün hayâtında sıkı bir sansüre ve teftîşe tabi‘ bulundurulması; Beşinci tarz münâsebet ise, resimli ve haftalık ve binâ’en-‘aleyh masraflı, halbuki satışı yevmi gazetelerden çok az olan Servet-i Fünûna, 1307 senesinde Meclis-i Hâss-ı Vükelâ kararıyla Dahiliye Veznesinden vuku‘ bulan mu‘âvenet-i nakdiyedir, gazetemiz hakkında meclis-i vükela kararıyla, yani usûlî dâ’iresinde hükümetce yapılan ve, hamd olsun, ceb-i hamididen gelmeyen bu mu‘âvenet o zaman gazetelere hükümetçe ilk virilen tahsîsâtdır. Bu cihetle tahsîsâtın i‘tâsını mübeyyin, 19 Kânun-u evvel 1307 tarihli Takvîm-i Vekayi‘de münderic bulunan fıkra-ı resmiyeyi ber-vech-i zir nakle lüzûm gördük: “Dersa‘âdetde neşr idilmekde olan resimli (Servet-i Fünûn) gazetesinin ‘ulûm ve fünûna ve zira‘ât ve sına‘i ve ticârete ve ihtira‘âta ve keşfiyât-ı cedide-i mahalliye ve ecnebiyeye dâ’ir resimler derc olunmak üzere kıt‘asının tevsi‘ ile beraber gazetenin ıslâhı ve tab‘ olunacak resimler burada yaptırılmak ve tıb‘a-i şâhâneden san‘at-ı hakka layıkıyle âgâh-ı ehl-i san‘at yetiştirilmek içün muvakkaten bir üstâd celbi ile mezkûr gazeteyi çıkarmakda olan Ahmed İhsan Bey’e lüzûmu mikdar mu‘âvenet akçesi i‘tâsı ve işbû gazete imtiyâzının mumaileyhe İhsan Bey nâmına tahvîli ve teferru‘âtının icrâsı husûsuna irâde-i mekârimâde-i cenab-ı padişah-ı şerefriz-i sunûh buyurulmakla bir mantuk-u emr ve ferman-ı hazret-i şehriyâri icâbına teşebbüs ve ibtidâr kılınmıştır.” İşbû irâdenin müstenid ileyhi, yukarıda beyân itdiğimiz vechle, -merhûm Cevad Paşa’nın sadâretinde ve merhûm Zihni Paşa’nın maliye ve merhûm Rıfat Paşa’nın dahiliye nezareti esnâsında- “Meclis-i Hâss-ı Vükelâ” kararı idi. Dahiliyye Nezâreti veznesinden tahsîs idilen (mu‘âvenet akçesi) de ibtidâ-i şehriyye 3.240 kuruş bulunuyordu. Meblâğ-ı mezkûr, Servet-i Fünûnun devamı içün fâ’idesi gayr-i münker bir mu‘âvenet idiysede sonra, Mahmud Celaleddin Paşa büdcesinde %15 tenkîhâta uğrayarak mikdârı 2.754 guruşa ve bir müddet sonra tekrar %10 kadar tenkîh edilerek 2.453 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 174 54 2009 guruşa indirildi. Halbuki, diğer refikâ-yı matbu‘âta bizden sonra tahsîs idilen mebâli tankîhât-ı resmiyelere rağmen bunun birkaç misli raddede tezyîd idilmişdi. Servet-i Fünûn gazetesi idâme-i hayâtını te’mîn iden ve hazine-i hükümetden virilen şu mu‘âvenet-i cer’iyeden mâ‘ada gerek Yıldız‘daki ceb-i hümayûndan ve gerek Abdülhamid‘den ve gerek hazine-i hassasından, ‘atiyye, ‘iydiyye, ifdâriyye, muharremiyye nâmlarıyla habbe-i vahide almamış olmakla müsterîhü’l-kalbdir. Servet-i Fünûn, i‘lân-ı hürriyetin ferdâsı çıkarılan yevmi nüshasında bir beyânnâme neşr iderek: “Artık memleketimizde serbest-i matbu‘ât hakkı ihrâz idildiğinden dolayı”, Dahiliyye Nezâreti veznesinden kendisine virilmekde olan 2.453 guruş tahsîsât-ı nezâret-i müşârunileyhaya terk eylediğini beyân itmiş ve Hükümet-i Hamidiye ile olan bu münâsebetinde diğer bütün gazetelerden evvel kesivirmiştir. İşte şu sûretle, Servet-i Fünûn İdâre-i Hamidiyeden, pek az bir temâs ve münâsebet ile kurtulmak bahtiyârlığına nâ’il olmuştur. Servet-i Fünûnun Resmen Takdîri Ma‘ârif nişânı Servet-i Fünûnun 1.000’nci numerosunun neşri münâsebetiyle, bizde gazeteler hakkında ilk defa tezâhür iden bir takdîr-i resmî olarak, Ahmed İhsan Beye, Ma‘ârif Nezaretince evvelki sene ihdâs olunan bir kıt‘a Ma‘ârif nişânı virimişdirki bu bâbda tezkîre-i resmiye sûretini ber-vechi-âti derc iyliyoruz. Ma‘ârif-i ‘Umûmiye Nezâreti Musavver Servet-i Fünûn gazetesi sahib-i imtiyâzı Ahmed İhsan Bey Efendiye geçenlerde bininci hafta-i intişârını ikmâl itmiş olan musavver Servet-i Fünûn gazetesiyle Memâlik-i ‘Osmâniyede neşr ve ta‘mîm-i ma‘ârif emrinde sübûk iden hıdemât-ı vâlâlarına mükafâten ikinci rütbeden Ma‘ârif nişânıyla taltîfleri husûsuna bi’l-istizân irâde-i seniyye-i cenâb-ı mülükâne-i şerefsüdûr buyurulduğu bu kerre cevaben bâ tezkire-i samiye bildirilmiştir efendim. 15 Zilhicce sene 328 ve 4 Kânun-i evvel sene 326 Ma‘ârif-i‘Umûmiyye Nazırı Emrullah Servet-i Fünûn Hakkında Meşâhîrin Efkârı Muhtelif münâsebetlerle matba‘amıza vârid olan mektûbât-ı tebrîkiye içinden bazılarını ‘arz-ı şükrân sâdedinde ber-vechi-zîr neşr idiyoruz: Çamlıca 17 Temmuz 1324 İhsan Beyefendi Gerek sevâbık-ı ahvâlin bizde henüz zâ’il olmayan hüznü, gerek hal-i hazırın bize bahş itmiş olduğu eser-i hayâtın sademâtı bütün kuvvetiyle vücudu- Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 175 muzu sarsıyor. Elimizdeki kalem titriyor. Ser-mesti-i sa‘âdetle matba‘anıza geleceğim, tebrîkâtımı bi’z-zât ifâ ideceğim. Lakin gazetede tavsiye eylediğiniz i‘tidâle karşı sabr eyliyorum. Artık size karşı olan muhabbetim, samimiyetim ve dostluğum bir cürüm sırasında sayılamıyacak! Meftûnu olduğum mücahidin-i hürriyete prestij itmek beni şedîd cezâlara mahkûm itmeyecek; çok şükür! Bütün ‘Osmânlıların tercümân-ı hissi ve efkârı olan Servet-i Fünûn gazetesinin kâr’ileri defterine kaydımı emr itmenizi ricâ ider ve kemâl-i uhuvvetle beyân-ı tebrîkât ve muhabbet eylerim. Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matba‘asında litoğrafya makineleri dâ’iresi Abdulhamid bin Abdulaziz Han 19 Temmuz 1326 Muhibb-i mu‘azzezim Ahmed İhsan Bey “Servet-i Fünûn”u nâm-ı fazılâneleri mürâdif bir kitabe gibi telakkî, ve o yolda tecbîl iden muhabbân-ı ‘irfânınız, anın bininci ‘adedinin intişârını gördüklerinde -Osmanlılık nâmına- bir hiss-i hürmet ve meserretle, o eser-i cesimle sahib-i gayyurunı nasıl tebrîk ve tecbîl ideceklerini ta‘yînde ‘âcizdirler. Binâe’n-‘aleyh muhibbiniz gibi size ve Servet-i Fünûna 1308 senesinden beri vicdanen merbût olanlarda husûle gelecek fahr u meserret o kadar ciddi ve şümûlludur ki sizi ve Servet-i Fünûnu tebrîk itmekle aynı kendilerini de 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 176 54 2009 tebrîk itmiş olurlar. Ve bunu kendilerince bir bahtiyârlık ‘add iderler. Her halde: sizin gibi vatanımızın fazıl, gayur, mukaddim evlâdının devâm-ı ‘ömür ve ‘âfiyetine ve te‘âlî-i ikdâm ve muvaffakiyetine du‘â-hân olmak âsdikâ-yı memleket içün bir farîzadır. Cümlesini tebrîkâtıma tetimmeten takdîm eylerim efendim. Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matba‘asında hurûfât makineleri dâ’iresinden bir manzara Selahaddin Bin Murad Han Dert ortağı kardeşim efendim* Devr-i sâbıkda bir mikdârını da beraberce çekmiş olduğumuz envâ‘i mezalimin besbelli mükafâtı olacakdır ki kadr ve şeref-i ‘azimi had ve mikdâr fakirânemden kat kat efzûn olan âsitân-ı sadre-i bünyân Hazret-i Mevlânânın çârû-keşliği vazife-i nazifesi ‘uhde-i dervişânemize tefvîz buyuruldu. Şimdiye kadar senden gördüğüm dostluklar ve samimi mu‘âmeleler hafıza-i iftihârımı tezyîn eyleyen ve fakiri na‘im-i hayâtdan müstefid olanlar sırasında saydıran mefâhir-i mübecceledendir. Bilirsiniz ya devr-i sâbıkda nefsim içün en vehim olan cesâretleri vicdân-ı pakime teb‘aen hiç pervâ itmeyerek iltizâm iyledim. Evet mu‘âheze olunduk dehşetli korkular geçirdik fakat Hamdullahi Te‘âlâ zât-i ‘alileri gibi samimi dostlarımın teveccühâtına mahzar olmak ve * Müşarünileyh hazretleri ile birlikte Abdülhamid bir iradesiyle ihtilalci sıfatıyla mahkeme-i cinayete sevk olunmuş olduğumuzdan kinayedir. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 177 bu sayede bütün erbâb-ı kalemin takdîr ve hürmetini kazanmak gibi ni‘met-i ebediyyeye mahzar oldum. Bu kıymetdâr teveccühün hakk-ı dervişhânemde ebediyen erzân buyurulmasını niyâz eylerim. Bi’n-nefs Konyayı teşrîf buyuracağımıza dâ’ir olan taltîf-i biraderânenizin âsâr-ı fi’iliyesine intizâr eylemekteyim. Kardeşim efendim hazretleri 7 Temmuz sene 326 Post- nişîn- dergâh Hazret-i Mevlânâ Velid. ... ... Servet-i Fünûn Hakkında Matbu‘âtımızın Efkârı 21 Temmuz 1326 tarihli Taninden: Servet-i Fünûn Bir ‘Osmânlı mecmu‘a-ı edebiyesinin bininci hafta-i hayâtı Bin haftalık bir ‘ömr-i ‘ilm-i edebî! Matbu‘ât-ı ‘Osmâniye hayât-ı ma‘ârifimiz içün şâyân-ı tebrîk olan bu muvaffakiyeti yarınki pençşenbe günü ‘an-samîm te’sîd idecektir. Fi’l-hakika ‘âlem-i fikriyât-ı ‘Osmaniyeye mensûb hiçbir kimse bi’l-hassa hiçbir genç yoktur ki “Servet-i Fünûn”u bir muhibb-i vefakâr, bir ‘âşinâ-yı kadim gibi tanımış ve sevmiş olmasun, hayât-ı ‘ilmiye ve edebiye-i âhiremizin en mühim bir kısm-ı fa‘âliyetine sahne-i cereyân, memleketimizin bu günkü en büyük ve muhterem vücûdlarına ‘â’id âsâra bir zamanlar pek samimi bir lâne-i telakkî olan bu mecmu‘a-i nefise yarın yirmi birinci sâl-ı hayâtına adım atacak. Binâe’n-‘aleyh bininci nüshasını kar’ilerinin, beşûş, mültefit ve terakkîperver nazarlarına bir mümtaziyet-i fevka’l-‘âde ile ferş idiyoruz. Yirmi yaşını bugün ikmâl iden Servet-i Fünûnun pek i’vicâclı bir sergüzeşti vardır. Binâe’n-‘aleyh şebâbetin en güzide, en parlak bir devre-i fa‘âliyetine, yirmi bir yaşına girdiği, önüne yeni bir silsile-i sinin-i mesa‘i açıldığı bu günde diyoruz ki Servet-i Fünûn bütün bir ‘ömrün edvâr-ı inkılâbından geçmiş olanlar kadar tecrübe-i dide ve mutâlâ‘a kâr-ı hayâttır. Ve en şâyân-ı memnûniyet, en şâyân-ı tebrîk-i cihet bizce burasıdır. İstibdâdın bütün, nûra, zekâya karşı hücûm itdiği bir zamanda memleketin bu gün düşünmeğe, yazmağa, hıdmet itmeğe muktedîr bir sınıf güzide-i şubânına gizli gizli insanlık dersleri virmiş. ‘Osmânlı Edebiyât-ı Cedidesine bir sahne-i inkılâb olmuş olan Servet-i Fünûna, bizde bu günden, ‘ıyd-i muvaffakiyeti içün alkışlar yollarız. 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 178 54 2009 Bininci nüsha münasebetiyle Servet-i Fünûn kendi erkân-ı mesa‘isine, şimdiye kadar bu gazeteye yazı yazanlara bir ziyâfet viriyor. Memleketimizde ‘ilmin, edebiyâtın bu birinci ‘ıyd-i ‘alenisi gönlümüzü iftihârlar, âti içün ümitlerle dolduruyor. Temenni ideriz ki Servet-i Fünûn ba‘demâda silsile-i hidemâtına yeni bir zamîme-i mümtaza ‘ilâvesine muvaffak olsun! 27 Temmuz 1326 tarihli Yeni Gazeteden Servet-i Fünûn 1.000 haftalık hayat-Hayat-ı mücahidâne- Samimi Tebrîkler-Hiss-i iftihâr Servet-i Fünûnun bu hafta 1.000nci nüshası intişâr itdi. Refîk-i muhteremin 1.000nci nüshasını idrâk-ı muvaffakiyetini samimâne tebrîkde geç kaldığımızı biliyoruz… Tebrîk ve tehiyyemizin kalbî ve samimî olduğuna kanâ‘at-ı kâmile ile kâni‘ olan refik-i muhteremimiz, bu te’ehhürün kesret-i meşgâle, kesret-i mündericâtdan ileri geldiğini takdîr ider. Servet-i Fünûn’un müdir-i gayuru Ahmed İhsan Bey, pençşenbe sabahı eski ve yeni Servet-i Fünûn’un bi’l-cümle refikâ-yı tahrîriyyesini matba‘asına da‘vet itmişti. Şübhe yok ki bu da‘vet Servet-i Fünûn’un kah parlak muvaffakiyetlerle kah devr-i istibdâdın müdhiş darbelerine ma‘rûz kalarak enin ve ızdırâb ile geçen târîh-i mevcûdiyetinde bir hâtırâ-ı iftihâr teşkîl idecek, Servet-i Fünûna yazı yazmış olanların, yahûd Matbu‘ât-ı ‘Osmâniyenin mühim bir rüknü olan bu ceride-i nefisenin hayât ve mevcûdiyet-i gayretverâne ve hamiyetkârânesini te‘emmül iderek Servet-i Fünûna karşı kalblerinde dâ’ima bir hiss-i hürmet besleyenlerin hafızalarında menkûş kalacaktır. Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matba‘ası mürettibhânesinden bir manzara Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 179 “Servet-i Fünûn” bu pençşenbe günü intişâr iden 1.000nci nüshasında mukaddime makamında bu mecmu‘a-i güzidenin sergüzeştine dâ’ir yazılmış olan bir iki sahife-i “Servet-i Fünûn”un 1.000nci nüshasını neşr itmek muvaffakiyetini istihsâl idinceye kadar nasıl bir ‘azm-i mücâhidâne, bir gayret-i terakkîperverâne göstermiş olduğunu izhâr idiyor. Servet-i Fünûna kalemleriyle ve aynı zamanda kalpleriyle mu‘âvenetde bulunmuş olan zevâtın tesâvîrini hâvi sahifelerde, 1.000nci nüshasının zengin mündericâtını ikmâl iylemektedir. Bugün ‘Osmânlı ‘Alem-i Tahrîrinde meziyet ve kemâliyle, fazl u ‘irfâniyle bir mevki‘-i muhterem tutmuş olan zevâtın kâffesi Servet-i Fünûna iştirâk-i kalemide bulunmuşlardır. Bu da Servet-i Fünûn içün ebedî bir şereftir. 1.000nci nüshasını neşre muvaffak olduğu gün, refik-i muhterem, bu şerefin ne kadar samimi ve kıymetdâr olduğunu elbette hiss itmiştir. ... ... Servet-i Fünûn bir ‘unsûr-u terakkî ve teceddüd olarak şimdiye kadar saf bir hayât geçirmiş olduğu gibi istikbâl içünde yine bu kıymet ve meziyyetini muhafaza, bu vazife ve hıdmetini ta‘kîp idecek; bunda şübhemiz yok… Bütün samimiyet-i kalbimizle dileriz ki 1.000nci nüshasının intişârını erkân-ı kadime ve cedide-i tahrîriyesiyle te’sîd iden “Servet-i Fünûn”, iki bin, üç bin, dört bininci… elh(ilaahir) devrelerini de muvaffakiyetle idrâk ve muzafferiyetiyle i‘lân-ı iftihâr itsün. ... ... Şehrimizde Almanca ve Fransızca çıkan “OSMANISCHER LLOYD” gazetesinin uzunca bir makalesini hülâseten ber-vech-i zîr terceme idiyoruz: Dün Servet-i Fünûn nâmındaki resimli risâlenin hey’et-i tahrîriye odalarında Türk gazeteciliği ve Türk edebiyâtı içün pek ziyâde hâ’iz-i ehemmiyet olan nadir bir şenlik icrâ olunmuştur. Edebiyât-ı ‘Osmâniyenin son yirmi senelik târîhini ta‘kîb itmek isteyen, (Servet-i Fünûn)un güzel cildlerini yapraklarını karıştırır ise kâfidir. Onlar son zamanlarda Edebiyât-ı ‘Osmâniyede bir nâm kazanmış olanların âsâr-ı fikriyyesini ihtivâ itmektedir. Burada bir def‘a daha beyân itmiş olduğumuz vechle, Servet-i Fünûn bütün erbâb-ı dirâyetin nokta-ı ictimâ‘iyesi idi. Dün Servet-i Fünûn (1.000)nci nüshasını çıkardı. Bu münasebetle risâlenin sahip ve nâşiri Ahmed İhsan Bey, gazetesinin bütün dostlarını, sâbık ve hazırdaki muharrîrlerini hoş bir şenliğe da‘vet itmiş idi. Ta‘lîm ve terbiye ve mediniyet düşmanı olan istibdâd ile senelerce uğraşdıktan sonra gazetesinin (1.000)nci nüshasının intişârını görmek ve vatanının medeniyeti içün, vuku‘ bulan hıdemâtına mukabîl hükümet-i meşrûtâsının 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 180 54 2009 Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matba‘ası mürettibhânesinden diğer bir manzara teşekkürâtını kabul itmek Ahmed İhsan Bey içün büyük bir şeref idi. Ma‘ârif nazırı Emrah Efendi bi’z-zât matba‘aya gelüb Servet-i Fünûna âhiren ihdâs olunan ma‘ârif madalyasının ilk defa olarak ikinci rütbesini tevcîh buyurdu. Servet-i Fünûn son ondokuz sene zarfında ifâ itdiği vazifeyi tekrar ifâ ve genç ashâb-ı liyâkâta bir nâm kazandırmağa sa‘y ve gayret idebilir. Ehliyet ve iktidârları şems-i hürriyet sayesinde inkişâf idecek olan Servet-i Fünûnun genç muharrirleri hep orada isbât-ı vücûd itmişler idi. Med‘uvvin-i edebi bir sıfır hükmünde olan bu fennin etrafında toplandıktan sonra Sabah gazetesi muharrir-i siyâsisi Diran Kelkiyan Efendi söze ibtidâr iderek Servet-i Fünûnun medeniyet ve Edebiyât-ı ‘Osmâniyeye ittiği hıdemât hakkında takdîrâtda bulundu. Bunun üzerine Ahmed İhsan Bey mü’essir sözler ile, eski mücâdelâtı der-hâtır iderek, nihayet elde idilen muvaffakiyetten dolayı izhâr-ı memnûniyyet iyledi. Bu münâsebetle OSMANISCHER LLOYD gazetesinin vekîli Servet-i Fünûnda intişâr iden Halid Ziya, Ahmed Hikmet ve Hüseyin Cahid beylerin âsârını ilk evvel Almanlara tanıtan olmak üzere hâzûruna takdim olundu. Bu şenliğin yadigârı olmak üzere Servet-i Fünûnun (1.000)nci nüshası elimizde bulunmaktadır. Bu nüsha târîh-i edebiyât için kıymetdâr bir vesikâ Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 181 teşkîl idecektir. Nüshanın birinci makalesinde Servet-i Fünûnun bir târîhçesi bulunmaktadır. Edebiyât-ı Cedide-i ‘Osmâniye ile iştigâl idenler içün bu (kronik) hâ’iz-i ehemmiyettir. Matba‘amızın Müştemilâtı ve Bazı İfâdât Yeni matba‘amız Nur-u ‘Osmâniyede eski Mekteb-i Mülkiye karşısında kâ’indir. Matba‘amız binâsı 1.600 zirâ‘ı mimâri bir ‘arsa üzerine mübtenî olub bu arsanın 500 ârşun mikdâr-ı mahalli ileride matba‘ayı tevsî‘ idebilmek üzere bahçe halinde bırakılmıştır. Binâe’n-‘aleyh hal-i hazırda binâ terbîyen bin küsur ârşun mahall işgâl ider. Bina kâmilen kargîrdir, katlar demir ve siman arma olduğu gibi çerçeveler demir, merdivenler dahi kâmilen taşdır, çatıdan mâ-adâ mahallinde ahşab kısmı bulunmayan binâmız her türlü ziynetten mahrûm fakat son derece metin ve rasindir; tam bir fabrika olarak inşâ olunmuştur. Matba‘anın hey’et-i ‘umûmiyyesi idâre ve atelyeler olmak üzere iki kısım dâ’ireden müteşekkîl olub bu binîlar yek diğere demir köprülerle merbûtdur, arası demir camekânla kapalıdır. İdâre kısmının birinci katı müdüriyet, muhâsebe, vezne, abonman mu‘âmelâtına tahsîs olunmuştur. İkinci katta hey’et-i tahrîriye ve müdüriyet-i ‘umûmiyye odaları ve evrâk-ı matbu‘a deposu bulunur. Üçüncü kat husûsi dâ’irelerden ve elektrikle işler fotoğraf çingoğraf atelyelerinden ‘ibârettir. Asıl atelyeler kısmının birinci katı makineler, ikincisi mücellidhâne, dökümhâne, üçüncüsü mürettibhânelere mahsûsdur. Makine dâ’iresinde 26 bargirlik, 10 bargirlik iki büyük gaz motoru işler ve 14 kıt‘a muhtelif cesâmetde tab‘ ve destgâhlarını tedvîr ider. Motor ayrıca 95 amperlik bir dinamoyu tedvîr iderek bütün matba‘ayı (350) elektrik lambasıyla garik-i ziyâ itmekdedir. Mücellidhânede keski, zımba, dikiş, yaldız, istampa makineleriyle zarf katına mahsûs makine vardır; dökümhânede her dürlü kurşun kalıplar isâga olunur. Mürettibhâne Fransızca ve Türkçe olarak iki kısma ayrılır; Fransızca kısmının yanında Rumca, Ermenice, Yahudice, hurufât şu‘beleri mevcûddur. Mürettibhâne en müşekkîl ve nefis imalât-ı tab‘iyeyi ta‘ahhüd iyleyecek sûretde her nevi‘ pirinç takımlarına ve tezyînât levhalarına mâlikdir. Litoğraf makineleri son sistem olub bunların yanında yaldız ve zamk âlâtı dahi mevcûddur. Zinkograf atelyesi son sistem âlât ve edevât sayesinde fotoğraf ve resimden çinko üzerine (projeksiyon elektrik) ile kalıb imalini te’mîn iyleyecek mükemmeliyettedir. ‘Umûm-ı matba‘a müstahdemini 80 ile 120 kişi arasında, zamana ve işe göre mütebeddildir. Matba‘anın makineleri sûret-i dâ’imede işlediği takdir- 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 182 54 2009 de yevmiye (200) top kağıt istihlâk ider ve bunun bedeli, nev‘ine göre vasati olarak yevmiye yüz lira kıymetindedir. Matba‘ada elvân ve müzeyyen her nev‘i şirket hisse senedâtının tab‘ı ve temsîli ve numerolanması içün mükemmel takımlar mevcûddur. Şirket-i hayriyenin, Haliç vapurlarıyla Galata ve Beyoğlu tünelinin filigranlı hisse-i senedâtı matba‘amızda tab‘ olunub vatandaşlarımızla ecânibe kudret-i sanatkârânemiz teslîm itdirilmiştir. Matba‘a şirketinin hesabâtı usûl-ı muzâ‘if ile tutulduğu gibi kasa mu‘âmelâtı Amerika sistemi otomatik hesab ve vezne makinesiyle ifâ olunur. Matba‘amızı temâşâ itmek arzu iden zevât tahrîren müraca‘ât buyururlarsa kendilerine cevaben bir yevm ve sa’at kabul bildirülür ve zaman-ı mu‘ayyende teşrîf buyuracak zevât-ı kemâl teşekkürle kabul olunur. 1.200 haftaya karîb müddetdir devam iden Servet-i Fünûnun tekmîl resim kalıbları numero tahtında ve dosya usûlüyle mahfûz bulunuyor. Arzu idenlere bu resimler icâr idilmektedir. Bunun şerâ’itini anlamak içün matba‘aya müraca‘ât mercûdur. Dest-i kârine takdîm iyledeğimiz işbû kataloğdan arzu idenlere derhâl meccanen takdîm ve irsâl ideriz. Kataloğun ayruca Fransızca nüshaları da tab‘ ve teşmîl itdirilmiştir. Sonuç Ahmed İhsan Tokgöz’ün yaklaşık 20 yıllık matbaacılık ve yayıncılık hayatını anlattığı bu çalışmada, Osmanlı devletinin son dönemlerindeki siyasi yaşam, İstibdad döneminin yayıncılık hayatına olan etkisi, II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu coşku ve matbaasının çalışmalarından bahsedilmiş, Türk yayın hayatına yaptığı katkı ve etkiler üzerinde durulmuştur. Ahmed İhsan Bey (Tokgöz) tarafından hazırlanan bu yazıda, kendisinin matbaayı kurduğu sene olan 1306 (1889 / 1890)’den 1326 (1909) yani II. Meşrutiyet’in ilanına kadar olan süreç ele alınarak, matbaanın çalışmaları ve dönemin siyasi gücü ile giriştiği mücadeleleri kaleme almıştır. Ahmed İhsan Bey bu hatıratında, yayıncı olarak en çok tanındığı ve ün kazandığı, Osmanlı edebiyat tarihinde yeni bir dönemin temsilcisi olan Servet-i Fünûn dergisinden bahsetmektedir. 1876-1909 yılları arası devam eden ve İstibdâd Dönemi - Devr-i İstibdâd olarak adlandırılan dönem içerisinde devletin yıkılmasının önlenmeye çalışılması ve batı dünyasına karşı gösterilen siyasi tepkiler çerçevesinde alınan önlemler bünyesinde, bilginin topluma aktarılmasını sağlayan yayın faaliyetleri de yer almıştır. Aslında buna benzer önlemler Abdülmecid (1839-1861) ve Abdülaziz (1861-1876) döneminde de uygulanmıştır. Bu uygulamaların altında batı dünyasının Osmanlı devletinin hakim olduğu topraklar üzerindeki siyasi Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 183 ve ekonomik çıkarlarının ön planda olduğu da bir gerçektir. Bu sansür ve yasaklama politikası, Osmanlı toplumunun çeşitli kesimlerini, gelişen yeni siyasi akımlara, bakış açılarına, dünya görüşlerine, bilimsel ve teknik konulara kapatma amacını gütmüş ve yaklaşık 50 yıl boyunca etkisini sürdürmüştür. Ancak, XIX. yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı devletinin siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda uğradığı kayıplar, dönemin siyasi gücünü bu önlemleri de almaya zorlamıştır. İşte Ahmed İhsan’ın kurduğu Servet-i Fünûn da bu bakış açısı ile dönemin siyasi gücü tarafından engellenmeye çalışılmıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Özellikle II. Abdülhamit döneminde uygulanan yoğun sansür girişimleri genellikle Osmanlı devletinin bütünlüğünü, toplumsal yapısını ve egemenliğini bozacak ya da sarsacak düşüncelerin aktarılmaya çalışıldığı yayınlardır. Bunlar arasında ilk sırada ise; tarih, coğrafya, sosyoloji gibi sosyal bilimler gelmektedir. Ayrıca Avrupalı gezginler tarafından ve XIX. yüzyılın çeşitli dönemlerini anlatan seyahatnamelerdir. Bunlar, dönemin siyasi gücü tarafından engellenmeye çalışılmış çoğuna da birer casus gözü ile bakılmıştır. Bu eserler arasında Avrupa’daki önemli siyasi ve ekonomik değişimlere yol açan fikir adamları, edebiyatçı, filozof ve bilim adamlarının yayınları de bulunmaktadır. Bunlara ek olarak Abdülmecit döneminden itibaren yurt dışına eğitime gönderilen ve buradaki fikir akımlarından etkilenen Türk-Osmanlı aydınlarının eserleri de yasaklanan yayınlar arasında yer almaktadır. Bu sert tedbirler ve halka bilgi akışının kesilmesi, Osmanlı yayıncı, aydın ve matbaacılarını farklı uygulamalar geliştirmeye itmiştir. Bunların en ilginci, asıl amaçları halkı çeşitli konularda bilinçlendirmek olan ancak siyasi yönden halkı isyan ve tahrike yönlendiren yayınlar olarak baskı gören sosyal-siyasi-edebi yayınların, fen bilimlerine ve teknik konulara yönelik yayın yapacaklarına dair ruhsat almalarıdır. Servet-i Fünûn’da bu açıktan faydalanarak birkaç defa kovuşturma geçirmiş olsa da diğer benzer yayınlara göre uzun süre yayın hayatına devam etmiştir. Ahmed İhsan Matbaasına verilen yayın izni metin içinde şu şekilde ifade edilmiştir. “…O zaman yine o nezârette bulunan hayr-hah bir zât işe çare buldu. Yevmi gazetelerden birisine haftada bir kere ilâveten bir kısım fenni çıkarılmak husûsunda kolayca müsa’âde idilmişdi. Bizde cerâ’id-i yevmiyeden birinin ismine izâfeten böyle bir kısm-ı edebî ruhsâtı alırsak muvaffakiyet me’mûl idi. Nikolaydi Efendi tarafından vakt-i zîrde Galatada çıkarılan “Servet” gazetesinin ismine izâfaten bir usbu‘i mecmu‘a-i fenniye ruhsâtı istedik. Şu hile-i resmiye sayesinde irâde-i hamidiye istihsâl olundu ve karihadan ona “Servet-i Fünûn” nâmı virildi. Çünkü biz (Servet) gazetesine bir ilâve-i fenniye istiyorduk, Abdülhamid 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 184 54 2009 (Servet-i Fünûn) olsun dimişdi. Hile-i resmiyeyi ihzâr iden zâta- ki bugün istirahât-ı ebediyyededir-dâ’imâ minnetdarız. 1307 senesinde “Servet-i Fünûn” te’sîs idildi; birkaç vakt sonra “Servet-i Fünûn”un ruhsâtnâmesi, Ahmed İhsan nâmına tahvîl olunmuşdu.” Ahmed İhsan’ın kurmuş olduğu matbaa, hem edebiyat tarihimiz açısından hem de Türk matbaacılığının gelişimi açısından dikkate değer bir olay olmuştur. Yukarıda da ifade edildiği gibi Servet-i Fünûn, Türk edebiyat tarihinde yeni bir akımın temsilcisi olmuştur. Bu akım, Edebiyat-ı Cedide veya Servet-i Fünûn Edebiyatı olarak bilinmektedir. Ancak Edebiyat-ı Cedide’nin bu dönemdeki çabaları Osmanlı toplumunun tümünü kapsayamamış ve kendisinden sonra gelen akımlar tarafından şiddetle eleştirilmiştir.20 Servet-i Fünûn yazarları arasında Recaizade Mahmud Ekrem, Tevfik Fikret, Halid Ziya (Uşaklıgil), Süleyman Nazif, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid (Yalçın), Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Ahmed Rasim, Celal Sahir (Erozan) ve Mehmed Akif (Ersoy), Cenab Şahabeddin, Hüseyin Siret yer almaktadır. Edebiyat-ı Cedide 1901 / 1902 yıllarında etkinliğini kaybetmiş ve yerini Fecr-i Ati’ye bırakmıştır. Ahmed İhsan’ın Türk matbaacılığı ve yayıncılığı üzerindeki etkisi de oldukça önemlidir. Kendisinin hazırladığı yazıdan da anlaşıldığı gibi, o dönem İstanbul ve Anadolu’da kullanılmayan teknikleri ve yöntemleri matbaasında başarıyla kullanmış, günün teknik ilerlemelerini dikkatle takip etmiştir. Türkiye’de resimli dergi ve gazete yayımcılığının da öncülerinden ve rehberlerinden biri olmuştur. Hatta bu işle yakından ilgilenerek Avrupa’ya usta gönderme ve Avrupa’dan uzman getirtme önerilerinde bulunmuştur. Bu gelişimlerden en önemlisi, resim basmada uygulanacak teknikleri yerinde görmek üzere yapmış olduğu Avrupa seyahatidir. Bu seyahati sonrasında Türkiye’de ilk defa çinko ile hazırlanan kalıplarla resim basımcılığı başlamış, bu sayede Anadolu ve İstanbul’a ait resimler Servet-i Fünûn sayfalarında görünmeye başlamıştır. Resimli baskılar sadece Servet-i Fünun dergisinde değil Ahmed İhsan Bey’in hemen tüm çalışmalarında ve matbaalarında bastığı eserlerde görülmeye başlamış, bu teknik hem kitapların daha fazla ilgi görmesini hem de basımcılıkta yeni bir dönemin açılmasına neden olmuştur. Ahmed İhsan’ın Türk yayıncılık ve edebiyat tarihine kazandırmış olduğu ilkler onun eğitim, aile çevresi ve dünya görüşü ile de yakından ilgilidir. Yapmış olduğu seyahatler hem mesleği hem de dünya görüşü üzerinde önemli 20 Edebiyat-ı Cedide akımında Fransız edebiyatının geniş etkisi görülür. Şiirde Sembolizm ve Parnasizm, roman ve hikayede Realizm ve Natüralizm’den etkilenmiştir. II. Abdülhamid’in istibdad devri sırasında eser veren Edebiyat-ı Cedideciler, toplum meseleleriyle ilgilenmekten uzaklaştılar. “Sanat için sanat” düşüncesini benimsediler; aydınlar için yazdılar. Bunun örneklerinden biri de bu dönemin yazarlarından olan Mahmed Rauf’un Ahmed İhsan’ın eserlerini çevirdiği realist yazar, Paul Bourget’den etkilenmiş olmasıdır. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 185 etkiler yapmıştır. Ahmed İhsan girişimde bulunduğu işlerde Türkiye’de hep ilkleri gerçekleştirme özeliği de taşımaktadır. Başta Jules Verne, Alphonse Daudet gibi tanınmış edebiyatçıların Türk Toplumu tarafından tanınması, bununla birlikte Fransız edebiyat eserlerinin Türkiye’de yaygınlaşması, seyahatname yayımcılığı, resimli dergi ve kitap basımcılığının yaygınlaştırılmasında önemli katkıları olmuştur. Özellikle seyahat kitaplarında, Jules Verne’in eserlerinden etkilendiği görülmektedir. Gezileri sırasında daha kaliteli bir yayıncılığın nasıl yapılması gerektiği, bu işin ekonomik, siyasi, kültürel nedenlere de bağlı olduğu, belediyecilik ve şehirciliğin önemi gibi dikkat çekici konularda gözlemler yapmış ve bu deneyimlerini Türk toplumundaki bozukluklarla ve yönetimden kaynaklanan problemlerle de karşılaştırarak seyahat kitaplarını eleştirel bir bakış açısıyla sunmaya çalışmıştır. Ahmed İhsan, yayıncılık hayatında özellikle de II. Abdülhamit’in baskı, sansür ve yasaklama politikasının yoğun olduğu dönemlerde, çocukluk yaşlarında aklına koyduğu mesleğini sürdürmek ve daha ileriye götürmek için çaba göstermiş ve bunu yaparken oldukça titiz davranmıştır. Kendi anılarında bu dönemi oldukça ayrıntılı bir biçimde ele almış, dönemin yayıncılık ve edebiyat yaşantısını ortaya koymuştur. Özellikle 1930 ve 1931’de iki cilt olarak basılan Matbuat Hatıralarım adlı kitabı bu konuda gerçekten önemli bir kaynaktır. Ahmed İhsan Tokgöz sadece yayıncılık hayatında değil Osmanlı devletinin son dönemlerinde ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de önemli görevler üstlenmiştir. Bunlardan ilki 1912-1913 yılları arasında yapmış olduğu Beyoğlu Belediye Başkanlığı (Reisliği) görevidir. Ahmed İhsan Tokgöz bu görevinde yaklaşık iki yıl kalmış, daha önce gezdiği önemli Avrupa kentlerindeki belediyecilik uygulamalarını gerçekleştirmeye çalışmış ancak özellikle kapitülasyonlar nedeniyle bu amaçlarına ulaşamamıştır. Bu süreç içerisinde uzun zamandır hemen hemen tüm kamu kuruluşlarında büyük sorun olan rüşvet ile mücadele etmiş, temizlik, yol, elektrikli tramvay hizmetleri için alt yapı çalışmaları yapmıştır. Ancak, Haziran 1913’te sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle birlikte değişen siyasi / toplumsal yapı ve kendisinin gövden azledildiği hakkındaki haberler nedeniyle bu görevinden istifa etmiştir (Ahmet İhsan Tokgöz, 1996: 22). Diğer dikkat çekici görevi 1921’de Ankara tarafından Cemiyet-i Akvam Müzaheret Cemiyetleri’ne üye olunması için kurulması önerilen ilk Türk Müzaheret Cemiyeti üyeliğidir. Ahmed İhsan Tokgöz bu cemiyetin üyeliğini Çanakkale milletvekili Şükrü Bey ve Cebel-i Bereket (Osmaniye) milletvekili Naci Paşa ile birlikte gerçekleştirmiş, 1922, 1923 ve 1924 yıllarında Lyon, Londra ve Varşova’da yapılan toplantılara katılmıştır. Ahmed İhsan Tokgöz, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu simgeleyen belge olan Lozan Anlaşması’nın 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 186 54 2009 heyetinde yer alarak aydınlanmacı ve ilerici karakterini ortaya koymuş bunu yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kurumlarından olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) üyeliğiyle pekiştirmiştir. Ahmed İhsan Tokgöz son olarak 4. dönem Ordu milletvekilliği yaparak emekliye ayrılmış ve bundan sonraki hayatını yine kitaplar içinde sürdürmüş dergisine yazılar yazmayı devam etmiştir.21 Kaynaklar Ahmed İhsan (1889), Asya-yı Şarkiye Seyahat. İstanbul: Alem Matbaası. Ahmet İhsan (1909), Tuna’da Bir Hafta. İstanbul: Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekası. Ahmed İhsan (1912), Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi: Servet-i Fünun. İstanbul: Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi. Ahmet İhsan (2007), Avrupa’da Ne Gördüm: Tuna’da Bir Hafta. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Ahmet İhsan Tokgöz (1996), Haz: Bilge Ercilasun. Ankara: Kültür Bakanlığı. Burke, Peter (2000), Gutenberg’den Diderot’a Bilginin Toplumsal Tarihi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. “Dersaadet ve bilad-ı selasede mevcud matbaaların belli bir düzene sokulması”. (1856). DAGM. BOA. 356/15604, İradeler/Meclis-i Vala, 12 Zilka‘de 1272 (15 Temmuz 1856). “Dersaadet’de neşredilen resimli servet-i Fünun gazetesinin muhtaç olduğu muavenet akçesiyle Avrupa’dan getirilecek hakkak ücretinin tesviyesi”. (1891). DAGM. BOA. DH..MKT. 1903/107, 19 Cemazi’ül-evvel 1309 (21 Aralık 1891). “Dersaadet’de neşrolunmakta olan resimli Servet-i Fünun gazetesi için tab olunacak resimlerin burada yapılması ve bu alanda ustalar yetiştirilmek üzere Avrupa’dan bir üstat getirilerek Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hakkak sınıfı teşkili ve gazetenin imtiyazının Ahmed ihsan Bey’e verilmesi ile bu iş için gerekli paranın ne şekilde tesviye edileceği”. (1891). DAGM. BOA. DH..MKT. 1909/112, 11 Cemazi’ül-evvel 1309 (13 Aralık 1891). “Dersaadet’te Ahmed İhsan ve Şürekası Matbaacılık Şirketi’nin bastırıp satışa sunduğu İzdivaç Mektupları adlı risalenin dini ve milli adaba aykırı konuları ihtiva ettiğinden yazarı ve yayımcısı hakkında kanuni takibat ve muamele yapılması”. (1911). DAGM. BOA. DH..MKT. 9/52, 6 Rebi’ül-evvel 1329 (7 Mart 1911). Ersoy, Osman (1959), Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve İlk Basılan Eserler. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları. Gövsa, İbrahim Alaettin [19..], Türk Meşhurları Ansiklopedisi, [y.y.], [yayl.y.].[Tokgöz, Ahmet İhsan maddesi]. Harris, Michael (1987), London Newspapers in the Age of Walpole: A Study of the Origins of the Modern English Press, Cranbury, NJ: Associated University Presses. 21 Ahmed İhsan Tokgöz’ün Servet-i Fünun’da 433, Ülkü’de 6 olmak üzere 439 makalesi yayımlanmış, ayrıca Servet-i Fünun dergisinde kendisi ile ilgili 11 yazı çıkmıştır. Bkz. Ahmed İhsan Tokgöz, Haz: Bilge Ercilasun, 1996, İstanbul. s. 181-206. Türk Matbaacılığının Önemli İsimlerinden Ahmed İhsan (Tokgöz) ve Matbaası 187 İhsanoğlu, Ekmeleddin (1987), “Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmi ve Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış”. Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri I. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu 1987 içinde (1-31). Yay. Hazl: Ekmeleddin İhsanoğlu. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi. Kabacalı, Alpay (2000), Başlangıcından Günümüze Türkiye’de Matbaa, Basın ve Yayın. İstanbul: Literatür Yayınları. Laberre, Albert [19..], Kitabın Tarihi, Çev: Galip Üstün. İstanbul: İletişim Yayınları. “Litoğrafya tezgahları hakkında hazırlanan matbaa nizamnamesinin uygulamaya konulması”. (1857). DAGM. BOA. İ..MVL. 367/6095, 12 Cemazi’ül-ahir 1273 (8 Ocak 1857). “Masör Jerot Feton Gazetesi imtiyazı sahibi Ahmed İhsan Bey’in matbaası için Avrupa’dan İstanbul Gümrüğü’ne gelen harflerin kendisine teslimi hususunun Rüsumat Emaneti’ne bildirildiği”. (1903). DAGM. BOA. DH..MKT. 650/52, 12 Zilka‘de 1320 (10 Şubat 1903). “Matbaacı Ahmed İhsan Bey’in matbaası için Almanya’dan getirdiği mürekkeplerin gümrükten geçişine izin verilmesi hususunun rüsumat Emaneti’ne yazıldığı”. (1903). DAGM. BOA. DH..MKT. 627/76, 6 Şevval 1320 (6 Ocak 1903). Osmanlı Kaynaklarına Göre İstanbul: Cami, Tekke, Medrese, Mekteb, Türbe, Hamam, Kütübhane, Matbaa, Mahalle ve Selâtin İmaretleri (2003), Hazırlayan: Ahmed Nezih Galitekin. İstanbul: İşaret Yayınları. “Polis mecmuasının birinci ve ikinci seneleri münderecatını havi fihristinin otuzdokuzuncu sayısına ilave olarak basılması için gereken paranın Servet-i Fünun Matbaası Müdürü Ahmed İhsan Bey’e havale için gerekenin yapılması”. (1915). DAGM. BOA. DH..EUM.PMC 8/14, 21 Rebi’ül-ahir 1333 (8 Mart 1915). “Polis mecmuasının tab ve tertib masrafının Servet-i Fünun Matbaası Müdürü Ahmed İhsan Bey ve şürekasına ödenmesi talebi”. (1915). DAGM. BOA. DH..EUM.MH. 96/4, 16 Safer 1333 (3 Ocak 1915). “Polis mecmuasının yirmidokuzuncu nüshasının çoğaltılıp basılması için gereken paranın Servet-i Fünun Matbaası Müdürü Ahmed İhsan Bey’e verilmesi”. (1915). DAGM. BOA. DH..EUM.PMC. 8/12, 12 Rebi’ül-ahir 1333 (27 Şubat 1915). “Resimli Servet-i Fünun Gazetesi sahibi Ahmed İhsan Bey’in cam üzerine resim hakk ve tabı sanatını tahsil için matbaasına mensup bir ustanın Paris’e gönderilmesi ve sair istekleri hakkında”. (1893). DAGM. BOA. İ..HUS. 12/1310/Za-55, 21 Zilka‘de 1310 (6 Haziran 1893). “Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hakkaklık muallimi olan Fransız Mösyö Napye’nin görev süresinin uzatılması”. (1895). DAGM. BOA. İ..MF. 3/1313/M-2, 19 Muharrem 1313 (12 Temmuz 1895). “Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hakkaklık sanatı tedris etmekde olan Fransa erbab-ı sanayiinden Mösyö Nan’ın mukavele müddetinin uzatılması”. (1895). DAGM. BOA. İ..MF. 3/1303/R-02, 8 Rebi’ül-ahir 1313 (28 Eylül 1895). “Servet-i Fünun gazetesi sahibi Ahmed İhsan Bey’in Almanya’dan getirttiği matbaa makinesinin vergisiz gümrükten geçişi”. (1903). DAGM. BOA. İ..HUS. 109/1321/ C-089, 21 Cemazi’ül-ahir 1321 (14 Eylül 1903). 54 2009 Fatih RUKANCI - Hakan ANAMERİÇ 188 54 2009 “Servet-i Fünun matbaası Sahib-i İmtiyazı Ahmed İhsan Bey namına Almanya’dan gönderilen matbaa harflerinin muayenesinden sonra sahibine teslimi”. (1906). DAGM. BOA. DH..MKT. 912/21, 21 Ramazan 1324 (10 Ekim 1906). “Servet-i Fünun matbaası imtiyaz sahibi Ahmed İhsan Bey’in matbaacı Ekene Fon Efendi’den satın aldığı ve matbaasında kullanacağı Litoğrafya Makinesinin taşınmasının engellenmemesi”. (1907). DAGM. BOA. DH..MKT. 1144/14, 19 Zilhicce 1324 (3 Şubat 1907). Tokgöz, Ahmed İhsan (1993), Matbuat Hatıralarım, Yay. Hazl: Alpay Kabacalı. İstanbul: İletişim Yayınları. Topdemir, Hüseyin Gazi (2002), İbrahim Müteferrika ve Türk Matbaacılığı, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı. Türk Parlamento Tarihi TBMM - IV. Dönem 1931-1935 II. Cilt IV. Dönem Milletvekillerinin Özgeçmişleri (1996), Haz: Fahri Çoker. Ankara: T.B.M.M. Vakfı Yayınları. Weber, Johann (2006), “Strassburg 1605: The Origins of the Newspaper in Europe”, German History 24 (3): 387-421. Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları* Mümtaz SARIÇİÇEK** ÖZ Bu yazıda, romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun (1889-1974) Ankara (1934) ve Panorama I-II (1949/1952) isimli eserleri, içerdikleri idealler ve düş kırıklıkları açısından tahlil edilmiştir. Bu eserler, yazarının bizzat gözlemlediği sosyal realiteden hareketle Millî Mücadele, Cumhuriyet’in kuruluşu ve çok partili siyasal hayata geçiş sürecini kimi zaman eleştirel gerçekçi kimi zaman da idealist/romantik bir tutumla yansıtırlar. Ankara’da idealist/romantik tutum ağır bastığı için yazar gelecekle ilgili ütopik bir kurgulama yaparken, Panorama’da eleştirel gerçekçi yöneliş belirginleşerek gelecek kaygısı güçlü bir şekilde hissettirilerek yaşanan ve yaşanması muhtemel düş kırıklıkları etrafında bir kurgulama yapılır. Romanlarda içeriği Cumhuriyet ideallerinin Kemalist inkılâplarla hayata geçirilerek müreffeh bir Türkiye’nin kurulması yolunda gösterilen çabalarla aydınların zihnî ve fikrî tutarsızlıklarının sebep olduğu çöküntü ve yozlaşma üzerine kurulmuştur. İncelememizde hem bu idealler, hem de bunların gerçekleşmemesinin sonucunda ortaya çıkan hayal kırıklıkları ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Yakup Kadri, Ankara, Panorama, cumhuriyet, ütopya. ABSRACT The Republic’s Ideals and Disappointments in the Novels of Yakup Kadri In this article, Ankara (1934) and Panorama I-II (1949-1952) novels, by Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974), are analysed on account of their utopic and disutopic themes. These novels are reflection social realities of progression of National Struggle the foundation of Republic and transition of multi-party political system as observed by Yakup Kadri. * Bu yazı 11 Kasım 2005 tarihinde Celal Bayar Üniversitesi tarafından düzenlenen Uluslararası Türk Tarihi ve Edebiyatı Kongresinde sunulan bildirinin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş biçimidir. ** Yrd. Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, KAYSERİ. Mümtaz SARIÇİÇEK 190 In novel Ankara, Yakup Kadri takes on idealistic manner whereas in Panoramas, he takes on critical realistic manner. Therefore the Ankara is utopic and Panoramas are disutopic. The thematic structure of these novels is not only located on fulfilling of Republic’s ideals, which will provide Turkey’s progress, but also degeneration of intellectuals. Key Words: Yakup Kadri, Ankara, Panorama, Republic of Turkey, utopia, disutopia. 54 2009 Giriş Y akup Kadri, Cumhuriyet’in kuruluşu ve inkılâplar sürecini müşahede etmiş, yenileşmenin temel sorumluluğunun aydınlarca üstlenilmesi gerektiğini düşünen ‘Kemalist/Kadrocu’ bir aydın olarak, Türk toplumunun problemlerinin sadece siyasal yenileşmelerle çözülemeyeceğini görmüş, bunun yanında, zihniyet değişikliği başta olmak üzere, kültürel, sosyal, iktisadî alanlarda da büyük bir çabaya ihtiyaç olduğunu fark etmiş bir düşünce adamıdır. O, bu konulardaki fikirlerini didaktik yazılarının yanında en geniş hacmini romanların oluşturduğu kurmaca eserleriyle de anlatma yoluna gitmiştir. Kiralık Konak (1922)’tan Hep O Şarkı’ya(1956) kadar dokuz roman kaleme almış olan yazarın, bu eserleri, ortak bir tema; bir ‘temel söylem’ üzerine kurulmuştur. Bu ‘temel söylem’ Türk modernleşmesinin başlangıcı kabul edilen Tanzimat senelerinden 1950’li yıllara kadarki yaklaşık yüz yıllık süreçte, bir tarihî realite olarak, yenileşmenin öncüsü olması gereken Türk aydınının savrulma, yabancılaşma, züppeleşme ve ‘aydınlanma’ macerası etrafında şekillenir. Yazarın bu düşünce çerçevesinde yazılmış romanları, ‘tezli’ oluş gerçeğine rağmen ‘estetik değer’ taşıma iddiası da güder. Yakup Kadri’nin romanları, tam bir nehir roman anlayışı ile olmasa da, (istisnalar bir yana, eserler arasında organik bağ yoktur) devir bakımından biri diğerinin devamı şeklinde kurgulanmıştır. Bunlar içinde, Cumhuriyet devrini ele alan, incelememize konu olan iki roman ayrı bir öneme sahiptir. Ankara ve Panorama bir yandan, yazarın tanığı olduğu bir devri, bütün tartışmalarıyla ve aydının ‘özeleştirisi’ niteliğiyle yansıtması bakımından, diğer yandan, Ankara’nın bir bölümünde umutlu, aydınlık, ideal bir gelecek (bir tür ütopya sayılabilir), Panorama’nın bir kısmında ise korkulan bir gelecek kurgulamasıyla da özel önem arzederler. Bunlara ilaveten, bu iki eserin yukarıda söz konusu ettiğimiz ‘temel söylem’i devam ettirme bakımından diğer yedi romanla paralellikler gösterdiğini belirtmeliyiz. Yazar, Ankara ve Panorama’da, tarih içinde doğu ve batı dünyasında pek çok örneği bulunan ütopya yazarlarının yaptığına benzer bir şekilde, ülkesi- Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları 191 nin geleceğini düşünen bir aydın sorumluluğuyla bir yandan özlemini duyduğu ideal Cumhuriyet’i kurarken diğer yandan, Atatürk’ün ölümünden sonra, özlenen Türkiye hedefinden gittikçe uzaklaşıldığını düşünerek, içine düştüğü karamsarlıkla, mevcut realiteyi eleştiren korkulan bir gelecek kurgulaması yapmıştır. Platon’un Devlet diyaloglarında konu edindiği ideal devlet düzeninin çeşitli nitelikleri ütopyaların bilinen başlangıcı kabul edilir. Ütopik eserlerin temel özelliği, idealize edilmiş, özlemi duyulan bir devlet/ülke/toplum düzeninin yansıtıldığı edebî/didaktik eserler olmasıdır. Batı orta çağları boyunca kilisenin mutlak hakimiyeti altında ara verilmiş gibi görülen ütopya yazımına 13. yüzyıldan itibaren yeniden başlandığını görüyoruz. Sekülarizmin ilk belirtilerinin ortaya çıktığı bu süreçte güçlü ve adil bir devlet özlemi ile ütopik kurgulamalara dönülmüştür (Ramon Llull, Blanquerna, 1285). On altıncı yüzyıldan itibaren Ütopya, (Sir Thomas More, Ütopia, 1516), Güneş Ülkesi (Tommaso Campanella, La Citta del Sole, 1623), Yeni Atlantis (Francis Bacon, New Atlantis, 1626), Yeni Kudüs (Samuel Gott, New Jarusalem, 1648) gibi onlarca ütopik eserle batılı aydınlar ideal devlet/toplum düzeni arayışlarına hız vermişlerdir. Denilebilir ki, sanayileşme çağı ile birlikte batı dünyasının ürettiği sistemler ilk ifadelerini bu ütopyalarda bulmuştur. Örneğin Güneş Ülkesi, özel mülkiyeti ortadan kaldırması, yeme içme, giyim kuşam, yaşanan mekânlar, kullanılan eşyalar bakımlarından mutlak eşitlikçi olması, tamamen sınıfsız bir toplum yapısı önermesi ile komünizme büyük bir kaynaklık etmiş olmalıdır. Ütopyaların öngördüğü ideal dünyanın benzerleri bizim kültürümüzde Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hâcib, 1069) başta olmak üzere muhtelif devirlerde yazılan Siyasetnâme’lerde görülür. Ayrıca, Türk modernleşmesinin başlarında Ali Suavî’nin, Ziyâ Paşa’nın, Namık Kemâl’in ve diğer zevatın Rüya’ları da eleştirel yönleri ağır basan birer siyasi ütopyalara benzer. Haşim’in O Belde’si ve Peyami Safa’nın Simeranya’sı da sınırlı ve belirli yönlerden idealize edilmiş bir kurgusal dünyayı ifade eder. Ütopyaların aksine, korkulan ve istenmeyen bir geleceğe işaret eden, olumsuz ütopya denilebilecek pek çok eser de kaleme alınmıştır. Joseph Hall’ın Mundus Alter et Idem (1600) isimli eseri bu alandaki ilklerden biri kabul edilir. Ama, bu tarzın şaheser örnekleri geçtiğimiz yüzyılın büyük İngiliz romancısı George Orwell (1903-1950)’in Hayvanlar Çiftliği (1945) ile Bin Dokuzyüz Seksen Dört (1949) isimli romanlarıdır. Türkçede daha az yazılmış olan bu tür eserlerin en güzel örneklerinden biri Alev Alatlı’nın Schrödinger’in Kedisi: Kâbus (2000) romanıdır. 54 2009 Mümtaz SARIÇİÇEK 192 54 2009 Ankara’dan Panorama’ya/Ütopyadan Olumsuz Ütopyaya Ankara bir ütopyanın, Panorama da bir korkulan geleceğin romanıdır. Her iki eserde de aynı tarihî sürecin iki ayrı dilimi vaka zamanı olarak seçilmiştir. Eserlerin tarihî zeminini oluşturan 1920-1950 dönemi Türk toplumunun yüz yılı aşkın bir zamandır devam eden modernleşme sürecinin en önemli aşamasıdır. Ankara romanında 1921’den itibaren yaklaşık yirmi yıl, Panorama’da ise, 1940’lı yıllar sosyal/tarihî zamanı oluşturur. Yazarın daha ilk romanlarından itibaren karşımıza çıkan, tarihî ve sosyal gerçekleri bir ‘tarihî roman’ yazarı gibi değil, bireyi merkeze koyarak realist/natüralist bir bakış açısıyla ve eleştirel gerçekçi bir tutumla anlatma yöntemi her iki eserde de kullanılır. Roman türü, kurmaca (fictive) metinler olması bakımından, teorik olarak, bu eserlerin, yazarın değil de yine kurmaca olan roman kişilerinin görüşlerini anlattığını varsayarız. Bununla birlikte, hepimiz biliriz ki, klasik gerçekçi geleneğe bağlı romancılar genellikle kendilerini, ‘okuyucuya söyleyeceği sözü olan’ kişi kabul eder ve o benimsediği fikirleri okuyucuya sunmak için de bu kurmaca kişileri kendilerine sözcü seçerler. Ankara ve Panorama’da yazar, hem anlatıcılarını hem de kahramanlarını zaman zaman ‘yazarın sözünü emanet ettiği kişi’ konumunda geniş ölçüde kullanmıştır. Bu iki eserde de anlatıcılık fonksiyonu, klasik gerçekçi roman geleneği açısından objektif/mesafeli bir tutum benimsemesi beklenen ‘üçüncü şahıs/o/hâkim/tanrısal anlatıcı’ya verilmiştir. Aşağıda örneklerle gösterdiğimiz gibi, yazar, objektif olması gereken bu anlatıcılarını birinci şahıs gibi konuştururken bizi ‘Kadrocu’ Yakup Kadri’nin fikirleri ile yüz yüze getirir. Yazar, yine aşağıda görüleceği üzere kahramanlarını da sözcüsü gibi kullanacaktır. Her iki durumda da anlatıcıların ve kahramanların, fikirlerini ifade ederken, ‘yazarın sözünü emanet ettiği kişi’ konumuna getirildiği görülür. “Bu, bir taraftan 1928 inkılâbıyla beliren ve tarih, dil hareketleriyle kıvamını bulan bir fikir ve ilim uyanışının, öbür taraftan da millî kurtuluş prensiplerine dayanan bir iktisadî kalkınma savaşının alıp yürümesi (…) bir millî şuur ve iktisat savaşçılığı, onun damarlarında ecdadımızın cengaverlik fıtratını…” (Karaosmanoğlu 1996: 183-184). Bu pasajda konuşan 3. şahıs anlatıcı, ecdadımız ifadesiyle, anlatıcı konumunun kendisine yüklediği objektif olma zorunluluğunu/sorumluluğunu unuttuğunu belli eder. Aşağıdaki iki pasajda ise yazarın sözcülüğünü yapan kahramanlar konuşur. “(…) bence yedi yüz şu kadar bin kilometrekarelik bir geniş ülkenin yeni baştan kurulması ve on sekiz milyonluk bir milletin yekpare bir blok halinde harekete getirilmesi manasını ifade eden Kemalist İnkılâbını (…)” (Karaosmanoğlu 1971: 93). Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları 193 “Türkiye’de misli görülmemiş bir inkılâp oldu; yüzyıllardan beri Orta Çağın karanlıkları içinde bir hamleyle silkinip kalkınarak en ileri bir medeniyet aydınlığına doğru yürüdü.” (Karaosmanoğlu 1971: 90). Alıntılarda da görüldüğü gibi, Yakup Kadri fikirlerini kurmaca kişileri aracılığıyla sunmaktadır. Yukarıda Ankara bir ideal düzenin; ütopyanın romanıdır demiştik. Bu ütopya, mamur, müreffeh, insanlarının geleceğe korkusuz bakabildiği, coşkusunu kaybetmemiş bir milletin büyük liderinin öncülüğünde aydınlık Cumhuriyet’i yaşama ülküsüdür. Bu ütopyanın somut göstergeleri şu satırlarda anlatılır: “Fakat o vakitten bu vakite kadar, Anadolu’nun insan eli değmeyen noktası kalmamıştı. Uzaklar yakınlaşmış; çoraklar yeşillenmiş; ocaklar tütmeye başlamıştı. Eskiden, bir yolcu, bir köye yaklaşırken her biri bir kovuğa sinip saklanan köylüler, şimdi civarlarından geçenleri yolun yarısından güleryüzle karşılamaya çıkıyor: ‘Bize buyurmaz mısın?’ diye sesleniyordu ve bunlar, artık hiç tezek yakmıyordu. (…) Hele, Garbî Anadolu’nun köyleri, ovaları, bağları, bahçeleriyle herhangi bir Avrupa ülkesinden hiç farkı kalmamıştı.” (Karaosmanoğlu 1996: 230). Bu satırlarda anlatılanlar, Cumhuriyet’in 20. yılında ulaşılacağı varsayılan hedeflerdir. Fakat, bu noktaya geliş hiç de kolay olmamıştır. Bu ütopik devlet ve toplum yapısı, ancak, “İçtimai atmosferin ruhlaştığı, toprağın doğurucu bir karın gibi her gün yeni bir şey vücuda getirdiği, bütün etrafındaki insanların şevkli bir çalışma içinde zekalarının ve iradelerinin en güzel meyvalarını verdikleri bu ateşli inkılâp ve oluş muhiti...” (Karaosmanoğlu 1996: 178) içinde gerçekleşmiştir. Kültür ve ekonomi alanındaki bilinçli politikalar da bu ideale ulaşmayı kolaylaştırmıştır. “Ankara’nın çehresi ve bütün Türkiye’deki hayat tarzı, Selma Hanım’ın zannettiği gibi öyle birden bire değişmemişti. Bu, bir taraftan 1928 inkılâbıyla beliren ve tarih, dil hareketleriyle kıvamını bulan bir fikir ve ilim uyanışının, öbür taraftan da millî kurtuluş prensiplerine dayanan bir iktisadî kalkınma savaşının alıp yürümesiyle başlamıştı. (…) Her iki hareketin mânâ ve ehemmiyeti ve umumî hayat üzerindeki doğrudan doğruya tesiri, ancak 1935’ten sonra belli olmuştu.” (Karaosmanoğlu 1996: 183). Yazar, bu ütopik cumhuriyetin özelliklerini aşağıdaki satırlarda daha ayrıntılı anlattıktan sonra buna bir ad koymayı da ihmal etmez: “Artık, Matbuat, fırsat düşkünlüğü ve iftiracılıktan vazgeçmiş, kötülerin teşhir ve tedip edildiği yayın organları haline gelmiş, böylece ülkede kötü adetler, gayrı millî cereyanlar, tereddi ve irtica unsurları barınamaz olmuştu. Tiyatrolarda da kötüleri teşhir eden oyunlar oynanıyor, sinemalar aynı niteliktekilerin yanında satirik ve epik filmler yapıyorlar, halk bütün bunları büyük bir tehalükle seyrediyordu. Anadolu’da bataklıklar 54 2009 Mümtaz SARIÇİÇEK 194 54 2009 kurutuluyor, yeni demiryolları döşeniyor, fabrikalar kuruluyor, sanayi atılımları yapılıyordu. Makinalar işliyordu; aralarında binlerce kadının da yer aldığı Türk işçileri ve mühendisleri Avrupa’daki arkadaşlarından daha şanslı ve refah içinde idiler. Mahalleler anfiteatr gibi inşa edilmişler, Ankara ufuklarında göz alabildiğine yeşil tepeler görülmekteydi. Küçük köycüklerde meyve ve sebzeler daha başka bir lezzette yetişmekte, köylülerin taze ürünleri şehirlilerin zevkle alış veriş yaptığı köy pazarlarında satılmaktaydı. Toplulaştırılmış köyler ise kooperatif yöntemiyle üretim yapmaktaydı. Hasta, sıkıntılı, sıtmalı, kavruk köylülere hiç rastlanmıyordu. Giyim kuşam son derece ucuzdu. Cumhuriyetin yirminci yıldönümü idi ve Gazi hâlâ hayatta idi. Memleketin iktisadi haritası çizilmiş, hangi bölgeler neye elverişli ise o yönde yatırımlar yapılmış, üretim de öylece artmıştı. Yollar güzel ve nakil vasıtaları rahattı. Selma Hanım bu ülkeye “güzel ülke” derdi…” (Karaosmanoğlu 1996: 175). Özetleyerek alıntıladığımız bu satırlarla ortaya konan, gerçek bir ütopyanın; bir ‘Güneş Ülkesi’nin ifadesidir. Yazar, Atatürk’ün hayatta olduğu 1930’lu yıllarda idealist ve ümitvârdır. Cumhuriyet’in her alandaki gelişim hamleleri ona, geleceğe umutla bakması için yeterli güvenceyi vermektedir. Görülen rüya da bu umutlarla şekillenmiş bir müreffeh ülke rüyasıdır. Ancak, bu güzel ülke rüyası/ütopyası Panorama’da birden yerini bir kâbusa, bir olumsuz ütopyaya bırakacaktır. Ütopya veya olumsuz ütopya türü eserlerin özünde yatan kurulu düzenleri eleştiri fikri her iki eserde de kendini belli eder. Ankara, bu bakımdan, Panorama’ya göre daha ılımlı bir anlayışı yansıtır. Zira eserin bitiriliş tarzının olumlu olması bu eleştirilen ögelerin esası değil istisnayı oluşturduğu fikrini vurgular. Ankara’da idealize edilen sistem kuşkusuz ki, yazarının iman derecesinde gönül verdiği Türkiye ‘Cumhuriyeti’dir. Ancak, burada söz konusu olan ‘derin bir cumhuriyet felsefesi’ değil, ‘pragmatist cumhuriyet’tir. Bu vurguyu yapmamızın sebebi, devrin şartları ile ilişkilidir. Şöyle ki, rejim değişikliğinin henüz gerçekleştiği bu yıllarda, özellikle aydınlardan beklenen ‘cumhuriyet’ kavramının sadece pragmatist yönlerden değil, temel insan hak ve hürriyetleri ile ilgili derin yapısının tahlil edilmesi; ‘siyasal rejim’ kavramının esası demek olan birey-toplum-devlet ilişkileri sorgulanarak cumhuriyet rejiminin üstün yanlarının vurgulanması olabilirdi. Yakup Kadri bunu yapmak yerine, devrin birçok aydının yaptığı gibi, bir ön kabul halinde, bu rejimin milletimize refahı ve huzuru getirecek ideal sistem olduğunu vurgulamayı tercih etmiştir. Panorama’da ise, 1940’lı yıllara denk gelen tarihî süreç aktüel zaman olarak seçilmiştir. Eserin sonuna konulan yazma tarihi 1948-1950 yıllarını göster- Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları 195 mektedir. Eserin büyük bir kısmı, Atatürk’ün ölümünden sonraki on yılda yaşananların muhasebesi gibidir. Burada da tarihî realite bir zemin olarak kullanılsa da roman kişilerinin büyük bir çoğunluğu kurgusal figürlerdir. Eser, özellikle sonuç bölümüyle tam bir korkulan gelecek görünümündedir. Yazar, realist bir romancı tavrıyla, bu korkulan sona nasıl gelindiğini eserin başından itibaren çok yönlü olarak çözümler. Farklı toplum kesimlerinden seçilen çok sayıda ‘merkez kişi’ konumuna getirilmiş insanların hikâyelerinden hareket edilerek çürümüş bir toplumsal yapıya adım adım gidilir. Gidişatın böyle olmasının asıl sorumluları aydınlardır. Aralarında, Cahit Halid, Halil Ramiz gibi istisna birkaç olumlu kişinin bulunduğu bu kesim, sorumluluklarını maddiyata tahvil etmiş bir kişilikle karşımıza çıkarlar. Oysa onların asıl yapmaları gereken inkılâpların özünü kavrayarak, yılmadan, onları hayata geçirmek için çalışmak olmalıdır. Yazarın sözünü emanet ettiği kişilerden biri olan Cahit Halid, arkadaşı Ahmet Nazmi’ye yazdığı mektubunda hürriyetçilik, eşitlikçilik, milliyetçilik, devletçilik, laiklik gibi ilkelerin niteliklerini ve nasıl anlaşılması gerektiğini uzun uzun anlatır. Mektubun başlarında, her şeyden önce, bir inkılâpçının her şartta iradeli olması gerektiği vurgulandıktan sonra, esasında batılı olan bu doktriner kavramların batıdan ithal edildikleri gibi; batılı içerikleriyle değil milletimizin şartlarına göre yorumlanması gerektiği anlatılır: “Zaten sen de teslim edersin ki bu doktrinlerle “Kemalizm” adını verdiğimiz millî idealin hiçbir münasebeti yoktur. Biz, “İnkılâpçıyız!” derken ne 93 inkılâpçıları gibi bütün insanlara hürriyet ve müsavat getirmek, ne de Oktobur ihtilalcileri gibi bir sınıfı öbür sınıfa hakim kılmak iddiasında bulunuyoruz. Bizim için “Hürriyet=İstiklal”dir ve müsavattan anladığımız şey, Türk milletinin, büyüklük ve ilerilik vasfını inhisar altına almış diğer milletlerle baş başa getirilmesi, denkleştirilmesidir.” (Karaosmanoğlu 1971: 95). Bu satırlardan anlaşılacağı gibi yazara göre, hürriyetçilik ve eşitlikçilik kendi cemiyetimizin dahilî bir problemi değil milletimizin dünya milletleri arasındaki konumu ve ilişkileri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu satırların devamında milliyetçilik ilkesi üzerinde duran yazar, “Nazi usulü kendini beğenme”, “âleme ders ve nizam verme kompleksi” değil, “kendi kendine bir nefis muhasebesi yapma”, “meziyetlerimiz kadar kusurlarımızı da görme”, “nevi şahsına münhasır, realist, şuurlu ve yapıcı bir milliyetçilik”ten söz eder. Cahid Halid’in aynı mektupta üzerinde durduğu laiklik de bize özgü bir nitelik arz etmelidir. Aşağıda alıntıladığımız satırlarda görülecek tespitler bugün bile üzerinde tartışılan bir konuda Cumhuriyet aydınlarının bakış açısını yansıtması hasebiyle son derece dikkat çekicidir. 54 2009 Mümtaz SARIÇİÇEK 196 54 2009 “Laikliğimiz de, bu prensibin Hristiyan âlemindeki tarifine uymaz. Laiklik, Katolik dünyasında, devletle kilise arasındaki nüfuz ve hakimiyet rekabetinden doğmuş bir davanın adıdır ve gitgide dine karşı bir hareketin, bir din aleyhtarlığının alemi olmuştur. Bizde ise, bunun istinat ettiği sebep ve maksat, benim anladığıma göre, sadece kafaları scolastique’in cenderesinden sıyırmak, ruhlarla vicdanları dince de merdut olan hurafelerden, batıl akidelerden kurtarmaktır.” (Karaosmanoğlu 1971: 96). Mektubun sonlarına doğru, Cahid Halid devletçilik umdesini de açıklar. Ona göre, “Kemalizmi Halk Partisi erkanının her biri kendine göre tefsir etmekte olup, kendisi için en önemli ilke olan devletçilik de yine bu gerekçe ile çözülmez bir bilmece hâline gelmiştir. Kemalist devletçilik, tekelcilik, devlet kapitalizmi ve sosyalizmle karıştırılmaktadır.” (Karaosmanoğlu 1971: 96-97). Oysa, “Türk devletçiliği, yalnız Türk milletinin ekonomik bünyesinden doğma ve yalnız onun ekonomik zaruretlerine cevap veren bir sistemin adıdır.” (Karaosmanoğlu 1971: 96-97). Cümlenin devamında konuyu netleştirecek açıklamaya devam eden Cahid Halid, Osmanlıdan devralınan ekonomik yapının özellikle kaputülasyonlar vasıtasıyla yabancıların hâkim olduğu bir sistem hâline dönüştüğüne işaret ederek tüccar, esnaf, zengin ve müstahsil tabakalarının bulunmadığı mevcut ortamda devletin vâsilik etmesi şeklinde bir tanımlama yapar (Karaosmanoğlu 1971: 96-97). Yukarıda vurguladığımız gibi bütün bu ilkeler bize özgü bir yorumlama ve hayata geçirme şartına bağlı olarak anlamlı olabilir. Oysa, Yakup Kadri aynı zamanda “garpçılığı” da benimsemiş bir yazardır. Bu çelişki gibi görünse de aslında yazarın Neşet Sabit’e söylettiği şu ifadeler açıklayıcı niteliktedir: “Efendiler, Garpçılık bu değildir. Garpçılığı bir eğlence telakkî etmeyiniz. Garpçılık her şeyden evvel bir yapma, yaratma, kurma, iletme ve işletme gücüdür.” (Karaosmanoğlu 1996: 150). Oysa, Cahid Halid gibiler hem toplumu yönlendirme ve yönetme imkanından mahrum, hem de sayıca son derece azdır. Böyle olduğu için, II. Dünya Savaşı’nın da sebep olduğu ekonomik sıkıntılar had safhaya çıkmış, inkılâplara karşı şüpheler başlamış, irticaî hareketler güç kazanmıştır. Bu durumda, artık görülecek bir rüya değil uyanılan bir kâbus vardır. Yazarın gerek anlatıcısı gerekse değişik zamanlarda farklı roman kişileri aracılığıyla dile getirdiği bu olumsuz ütopik devlet ve toplum sisteminin genel görünüşü özetle şöyledir: Türkiye’nin hâlâ çözülememiş geri kalmışlık problemi, unutturulamamış irticaî fikirleri, inkılâpçılığı yozlaştıran sahte aydınları, ayakları yere basmayan idealistleri, bütün ideallerini nostaljik bir takıntı haline getirmiş düşkün orta yaşlıları, garplılaşmayı şekli unsurlardan ibaret sayan züppeleri, çıkarcı menfaat şebekeleri, yoksulluktan kötü yollara düşürülmüş çocukları, psiko- Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları 197 lojik sorunlu devlet memurları, hırsızları, yolsuzları, rüşvetçi ve irtikapçıları vardır. Yazarın, eleştirel gerçekçi bir tavırla ortaya koyduğu bu ürkütücü geleceğin ortaya çıkmasının sebepleri şu başlıklar altında toplanabilir: 1. Aydın Sınıfın İrade Zâfiyeti Yakup Kadri bizzat şahit olduğu bir devrin aydın sınıfında yaşanan değişmeleri insandan hareket ederek bir durum tespiti yapmak üzere kurmaca bir yapıda anlatmıştır. Yazara göre inkılâpçılık bir aydın hareketi olduğu için bu durumun ortaya çıkmasının sebeplerini de onların kişilik yapılarında ve davranışlarında aramak gerekir. O dönemde idealist aydınların bir kısmı karşılaştıkları güçlüklerle baş edememiş, mücadeleden vazgeçmişlerdir. Bu aydınlardan biri, Paris’ten döndükten sonra Diyarbakır Lisesi felsefe öğretmenliğine atanmış olan Ahmet Nazmi’dir. O inkılâp hareketinin bütün memlekete mutluluk getirdiğini sanarak gittiği Diyarbakır’daki realiteyi görünce büyük bir yılgınlığa kapılmış olduğunu anlar. Büyük ümitlerle yurdun dört bir köşesine açılan Halkevlerinden biri olan Diyarbakır Halkevi’nde ‘in cin top oynarken’, Ahmet Nazmi, Cahid Halid’e yazdığı mektupta, içine düştüğü büyük düş kırıklığını anlatır. Ona cevap veren Cahid Halid’in aşağıdaki sözleri problemin kaynağını işaret eder: Onun için, inkılâpçılık düsturunda, yalnız (auto-critique)’e yer vardır; bu düstura göre gerçek ve samimi bir inkılâpçı ne kendisinden başka türlü düşünenlerin tenkidini hoş görmek, ne de bir sürü müstehase realitelerin muhalefeti karşısında irkilmek hakkına maliktir. O, sırtına aldığı vazifeyi herkese ve her şeye rağmen başarmak zorundadır. Herkese, her şeye ve bazen kendine rağmen…” (Karaosmanoğlu 1971: 94). Burada bir inkılâpçının jakoben olmak zorunda olduğuna dair yapılan vurgulama da ayrıca dikkat çekicidir. Aynı mektupta yer alan “ben yeryüzünde yumuşak ve tatlı mantıklı bir inkılâp tanımıyorum” biçimindeki cümle de bu tespiti güçlendiren bir bakış açısını yansıtır. 2. İnanç Yoksunluğu Eserlerde anlatıldığına göre, aydınların tamamı inkılâplara, gerekli olan iman ile sahip çıkamamışlar, bir kısmı birtakım dünyevî değerler uğruna inandıkları fikirleri terk etmişlerdir. Bunların tipik bir örneği Neşet Sabit’tir. Ankara romanının idealist genç muharriri Panorama’da varlıklı bir mebus olarak karşımıza çıkar. O, artık güvenilmez, siyasî çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan, ideallerinden uzaklaşmış biridir. Keza, Anadolu’da inkılâp meşalesini taşıyacak kurum olarak tasarlanan Halk Fırkası’nın taşra teşkilatlarındaki yöneticileri de inkılâpların kendilerine yüklediği sorumluluktan uzaklaşarak her türlü siyasal dalavereyi çeviren insanlar hâline gelmişlerdir. Dr. Namık 54 2009 Mümtaz SARIÇİÇEK 198 54 2009 Ahmet, Halil Ramiz ve Cahit Halid gibi dürüst aydınlar ise çok küçük bir azınlık teşkil etmekte olup genel yönelişi tersine çevirebilecek güçten yoksundurlar. 3. İnkılâpların Yanlış Yorumlanması İnkılâpların başarısızlığa uğramasının bir diğer sebebi ise daha Ankara romanında Neşet Sabit tarafından dile getirilmişti. O, Selma Hanım henüz Hakkı Bey’le evli ve kendisi de yoksul bir gençken Selma Hanım’a şu sözleri söylüyordu: “Bunlar, hep, inkılâbın yanlış anlaşılmasından çıkan neticeler… İnkılâbı kocanız kendine göre, Murat Bey kendine göre, Şeyh Emin kendine göre anlıyor, hani bazı dinler vardır ki, müfessir ve müçtehitlerinin çokluğu yüzünden mânâ ve mahiyetini değiştirir; işte bizim inkılâbımızın başına da böyle bir şey gelmektedir ve bizim ıstırabımızın sebebini burada aramak lazımdır.” (Karaosmanoğlu 1996: 149). Bu ifadelerin bir benzerini Panorama’da da görürüz: “Umumî müfettiş Bey, –halkı Avrupaî yaşayışa alıştırmak için– misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim, lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizamı kurmak, öbürü kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılâp metodumuzdaki aynı ‘axiome’ hatasının kurbanıdırlar.” (Karaosmanoğlu 1971: 91). Her iki eserde de buna benzer inkılâbların yanlış anlaşıldığını ve yanlış uygulanmaya çalışıldığını gösteren ifadelere ve durumlara yer verilmiş, tespitler yapılmıştır. İnkılâpların bu şekilde yanlış anlaşılmasının tabii sonucu olarak derin bir yozlaşma kültürü oluşmuştur. Ankara’nın kurmaca kişilerinden, İstiklal Harbi’nin büyük kahramanı Hakkı Celis, savaş sonrasındaki giyimi, davranışları ve konuşmaları ile bu yozlaşmanın tipik bir örneğinidir. 4. Aydın-Halk Yabancılaşması İnkılâpların hayata geçirilmesinin önündeki ciddî bir engel de aydın-halk yabancılaşmasıdır. Yakup Kadri’nin Yaban’da üzerinde durduğu bu temel problem burada yeniden ele alınır. Gerek Ankara’da gerekse Panorama’da bu vurgu yapılır. Ankara’da bir ‘Noel’ gecesinde Ankara Palas’ta bir balo düzenlenmektedir. İçeride seçkin konuklar eğlenirken kapı önüne toplanmış halk ne olup bittiğini anlamaya çalışmakta, kendi aralarında konuşmaktadırlar. Görünüş ve zihnî bakımdan tam bir perişanlık içinde bulunan halktan kişiler birbirlerine, balo ve tangonun ne olduğunu sormaktadır. Bir köylü ile kalabalık arasında bulunan bir ‘hoca’ arasında geçen konuşmada köylünün şu söyledikleri altı çizilecek ifadelerdir: Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları 199 “Sekiz saatlik yoldan gelirim; dedi. Handa bana yer vermediler. Bir kahveye gireyim, dedim, sokmadılar. Dolaşırken, karşıdan buranın ışıklarını gördüm. Bir de baktım ahali toplanmış. Belki bizim köylülerden birine rasgelirim dedim.” (Karaosmanoğlu 1996: 118). Aynı eserin başlarında Selma Hanım, kocası Nazif Bey’e ev sahiplerinden bahsederken, onların kendilerine “yaban” dediklerini ve bu gözle baktıklarını anlatır. Yakup Kadri, Yaban’daki tutumundan dolayı eleştirilince benim suçladığım Anadolu insanı değil, onu yıllardır ihmal eden aydınlardır, mealindeki savunmasını burada tekrar eder gibidir. Neşet Sabit, Selma Hanım’a aydınların bu tutumundan şikayet ederken kendisini halktan uzak hissettiğini şu satırlarla ifade eder: “Adam siz de, ne olursak olalım; biz bu memleketin içinde birer tufeyli olmaktan kurtulamıyoruz. Bu memleketin asıl sahibi, o dağ başında gördüğüm çocuktur ve yalnız o, bu taşlar, bu topraklarla konuşmasını biliyor; bu toprakların, bu taşların sırrı, yalnız ona açılıyor. Korkuyorum bu manzaranın dili gibi köylünün ruhu da bana hiç açılmayacak diye…” (Karaosmanoğlu 1996: 88). Panorama’da bu düşünceyi devam ettiren yazar, Ahmet Nazmi’nin Cahit Halid’e yazdığı mektupta “kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat, bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır.” (Karaosmanoğlu 1971: 91) dedirtir. 5. Geleneksel ve İrticaî Tutumlar Hem Ankara’da hem de Panorama’da üzerinde önemle durulan problemlerden biri de halkta ve bürokrat kesiminde yaşayan geleneksel/yozlaşmış düşünüş ve davranışlar ile irticaî fikirlerdir. Yazar bu kesimi inkılâpların karşısındaki en güçlü direnişi göstermekle suçlar. Halkın kayıtsızlığı ve inkılâplara sırtını dönmesini “gökten kudret helvası bekleyen İsrail kavminin beklenen mucizenin gerçekleşmemesi üzerine Musa’dan yüz çevirmesine” benzeten yazar (Karaosmanoğlu 1971: 100) inkılâpların başarısızlığında özellikle yoz bürokratların tutumunun belirleyici olduğunu ise şu satırlarda anlatır: “Bu ateş Kemalist Türkiye’nin anahtarlarını Bâbıâli tembelhanesinin bekçileri eline teslim ettiğimiz gün sönmüştür. O uğursuz müessesenin dalkavuk İzzetlileri, idarei maslahatçı Saadetlileri, mankafa Devletlileri aramıza katıldıkları –yalnız aramıza katılmış olsalar neyse– devlet, hükümet makamlarının, hatta Meclis ve Parti teşkilatının başına geçtikleri andan itibaren bence artık bir inkılâp rejiminden bahsetmenin imkanı kalmamıştır.” (Karaosmanoğlu 1971: 101). İrticaî hareketlerin tipik temsilcisi olarak Tahincizade Hacı Emin Efendi gösterilir. Şapka Kanunu çıktığı günden beri evinden dışarıya ayak atmayan bu şahıs gavurlaşma olarak gördüğü bu inkılâbı ortadan kaldıracak hareket 54 2009 Mümtaz SARIÇİÇEK 200 54 2009 olarak çok partili sisteme geçişi, dolayısıyla Demokrat Parti’yi görür ve bu partinin saflarına katılarak faaliyet gösterir. (Karaosmanoğlu 1971: 35 vd). Panorama’nın en trajik ve olumsuz yanını eserin sonuç kısmı oluşturur. Bu bölümde irticaî bir başkaldırı ile yobazlar tarafından iki aydın gencin linç edilmesi anlatılır ki, bu korkulan gelecektir. Sonuç Kemalist bir aydın olan Yakup Kadri, sosyal, siyasal ve ekonomik düşüncelerini romanlarında anlatmaktan çekinmemiştir. Ankara ve Panorama bu düşüncelerle kaleme alınmıştır. Yazar, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki coşku ile Ankara’da ideal bir gelecek kurgulaması yaparken, 1940’lı yıllarda inkılâpların yozlaştırılması sonucu ortaya çıkan tabloyu Panorama’da korkulan bir gelecek kurgulaması içinde anlatma yolunu seçmiştir. Ona göre, inkılâpların yozlaştırılmasında, halkla bütünleşememiş inançsız aydınların, çıkarcı çevrelerin, irticaî düşünce sahiplerinin, geleneksel bürokratik anlayıştan kurtulamayan memurların rolleri belirleyici olmuştur. Milliyetçilik, laiklik, hürriyetçilik, devletçilik gibi umdeler batıdan ithal edildikleri gibi algılanmış, millî bünyeye uygun hale getirilmemiştir. Yakup Kadri, Cumhuriyet’i bir aydın hareketi olarak gördüğü için asıl sorumluluğu taşıması gereken kesimin de yine onlar olduğunu vurgulayarak onların ideallerine sımsıkı sarılmasıyla müreffeh Türkiye’nin kurulabileceğini aksi takdirde millî bir kâbusu yaşayacağımızı bu iki eserinde roman kurgusu içinde dile getirmiştir. Kaynaklar Akı, Niyazi (1960), Yakup Kadri Karaosmanoğlu -İnsan/Eser/Fikir/Üslup-, İstanbul: İletişim Yay. Aktaş, Şerif (1987), Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Aktaş, Şerif (1986), Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Ankara: Akçağ Yay. Aktaş, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yay. Bostancı, Naci (1990), Kadrocular ve Sosyo-Ekonomik Görüşleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. Doğumunun 100. Yılında Yakup Kadri (1989), Marmara Üniversitesi, İstanbul: Fen Ede. Fak. Yay. Eflatun (1971), Devlet, İstanbul: Remzi Kitabevi, (Çev. S. Eyuboğlu, M.A.Cimcoz). Hayber, Abdulkadir (1993), Halide Edip, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’nin Romanlarında Nesil Çatışmaları, Ankara: MEB Yay. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1996), Ankara, İstanbul: İletişim Yayınları. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1971), Panorama, İstanbul:Remzi Kitabevi Yay. Levend, Agah Sırrı (1963), “Siyasetnâmeler”, Ankara: TDAY Belleten 1962, TDK Yay. Naci, Fethi (1981), Türkiyede Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul: Gerçek Yay. Önertoy, Olcay (1984), Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yay. Özgül, Metin Kayahan (1989), Türk Edebiyatında Siyasi Rüyalar, Ankara: Akçağ Yay. Yalçın, Alemdar (2003), Cumhuriyet Dönemi Çağdaş Türk Romanı (I-II), Ankara: Akçağ Yay. Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı Zekiye UYSAL* ÖZ Anadolu’da Antik dönemden itibaren camın varlığı bilinmektedir. Roma ve Bizans devri camları üzerine birçok yayın bulunmasına karşılık; Selçuklu camcılığı hakkındaki bilgilerimiz son derece sınırlıdır. XII.-XIII. yüzyıllara ait Selçuknâmeler, minyatürlü yazmalar ve vakfiyeler gibi tarihî kaynaklarda doğrudan cam üretimine yönelik bilgiler yoktur. Bu kaynaklarda geçen camcılıkla ilgili meslek isimleri ve cam kapların kullanıldığını gösteren dolaylı bilgiler; Anadolu Selçuklu döneminde de camcılığın varlığına işaret etmektedir. Bu açıdan İbn Bibi’nin Selçuknâmesi, Sahip Ata’nın Sivas Gök Medrese vakfiyesi ve Konya İmaret vakfiyesi ilginç ipuçları vermektedir. Ayrıca Kubad-Abad Sarayı kazılarında ele geçen cam tabak üzerindeki kitabede II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in adının geçmesi, Selçuklu sarayı için cam kapların üretildiğini ortaya koyar. Anadolu’da resimlendikleri anlaşılan bazı yazmalardaki minyatürlerde cam kapların yer alması da Selçuklu devrinde bu tür eşyaların üretildiği görüşünü desteklemektedir. Anahtar Kelimeler: Anadolu Selçuklu, cam, Selçuknâme, Kubad-Abad Sarayı. ABSTRACT The Glass-Work of the Anatolian Seljukid Period according to Historical Sources The existence of glass has been known since the Antique period in Anatolia. Although there is so much literature on the glass of Roman and the Byzantine period, our knowledge about that of Seljuk is very limited. There is no direct information on glass production in historical sources such as Selçuknâme, manuscripts and vakfiye of the 12th and 13th century. But the indirect information related to the use of glass objects and profession names concerning glass production that are present in these sources indicates the existence of glass in the period of * Yard. Doç. Dr., Onsekiz Mart Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü, Terzioğlu Yerleşkesi-ÇANAKKALE, e-posta: zuysal@comu.edu.tr Zekiye UYSAL 202 Anatolian Seljuks. From this point of view, Selçuknâme of İbn Bibi, Sivas Gök Medrese Vakfiye of Sahip Ata and Konya İmaret Vakfiyesi provide interesting clues. Moreover, the name “Gıyaseddin Keyhüsrev II” in the inscription on the glass plate found in Kubad Abad Palace excavations, shows that the glass objects were produced for the Seljuk Palace. Glass objects in some manuscripts on the miniatures found out to be painted in Anatolia support the idea that these objects must have been produced in the Seljuks period. Key Words: Anatolian Seljuks, glass, Selçuknâme, Kubad-Abad Palace. 54 2009 A nadolu’da Antik dönemden beri varlığı bilinen camın hemen hemen her dönemine ilişkin araştırmalar karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Roma ve Bizans dönemi camcılığına ilişkin arkeolojik kazılara dayanan veriler bulunmaktadır. Buna karşılık, özellikle XIII. yüzyılda siyasi ve ekonomik bakımdan parlak bir gelişme gösteren Anadolu Selçuklularının cam işçiliği ve sanatı üzerine bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Öyle ki, düzenli kervan yollarıyla uluslararası ticareti kendine çeken, şehirlerinde her türden mesleğin uygulandığı Anadolu Selçuklu ülkesinin camcılıktan habersiz olduğu duygusuna kapılabilirsiniz. Belki de bu yüzden, Anadolu Selçuklu dönemi cam işleri hakkında şimdiye kadar yazılmış, kısa bilgilerden oluşan yazılarda bilinen sınırlı sayıdaki eşyanın Halep ve Şam gibi İslam kentlerinden ithal edilmiş olabileceği düşünülmüştür. Anadolu Selçuklu devri cam sanatını ilgilendiren yayınlar arasında Gönül Öney ( 1976: 118-128; 1978; 1982: 71-80; 1990: 64-69) , Semavi Eyice (1968: 162-182; 1975: 197-199; 1990: 51-57), Ömür Bakırer (1990: 70-80; 2002: 291308), E. Yücel (1974: 21-29), Hüseyin Kocabaş (1981: 907-909), Fuat Bayramoğlu (1996), Üzlifat Özgümüş’ün (1985; 2000: 66-70), Önder Küçükerman’ın (1985; 1987) makaleleri ve kitaplarındaki bölümleri vurgulanabilir. Bu döneme yönelik Alanya, Ani, Samsat, Yumuktepe, Harran, Diyarbakır Kalesi gibi merkezlerdeki arkeolojik kazılarda birçok cam buluntuya rastlanıldığı rapor edilmesine rağmen, bu malzemeler ayrıntılı biçimde yayınlanmamışlardır (Uysal 2008: 52-60). Anadolu’da Selçuklu dönemi camcılığı bakımından en zengin bulgular Kubad-Abad Sarayı kazılarında elde edilmiştir. Katharina Otto-Dorn-M. Önder (1966: 183; 1967:243; Otto-Dorn 1969: 480-482) ve Rüçhan Arık’ın kazı raporlarındaki1 kısa bilgiler ile, Otto-Dorn 1 Kubad-Abad’da Prof.Dr. Rüçhan Arık tarafından 1981 yılından beri sürdürülmekte olan kazılarda çok sayıda cam buluntuya rastlanılmıştır. Bu konuda her kazı raporunda kısa kısa bilgiler verilmektedir. Uzun bir liste tutan kazı raporlarının tümünün künyeleri burada verilmeyecektir. Fakat konuyla ilgili ön fikir edinmek bakımından şu kazı raporlarına bakılabilir: Arık 1986: 652-653; 1987: 89; 1990: 371. Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 203 54 2009 Resim 1: El-Cezerî’nin Otomatasında kayık kap konulu minyatür. Resim 2: Kubad-Abad çinisinde kadeh tutan figür (Konya Karatay). Resim 4: El-Cezerî’nin Otomatasında ayakta içki içen kişi miny. dönemi kazısında çıkan cam tabak hakkındaki Janine Sourdel-Thomine (1969: 500-505) ve Mehmet Önder’in (1969: 1-5) makaleleri hariç tutulursa; doğrudan Kubad-Abad camlarını ele alan bir yayın da yoktur. Bunlara, R. Arık’ın son kitabındaki cam buluntulara yönelik bilgi de eklenebilir. (2000: 181-182).2 Anadolu Selçuklu devriyle ilgili tarihî kaynaklar arasında “Selçuknâme” adıyla bilinen kronikler ve vakfiyeler ilk sırada yer alırlar. Bunların yanında bazı edebî eserler ve minyatürlü yazmalar döneme ilişkin bilgi kaynakları arasında sayılabilirler. 2 Kubad-Abad kazısı başkanı Prof.Dr. Rüçhan Arık’ın teşvik ve izniyle yaptığımız doktora çalışmamız da henüz yayınlanmamıştır. Zekiye UYSAL 204 54 2009 Resim 3: Varka ve Gülşah’tan savaş sahnesi ayrıntısı, TKSM, H. Resim 5: El-Cezerî’nin Otomatasında birbirlerine şarap ikram e. Bunlardan en önemlisi durumundaki İbn Bibi’nin Selçuknâmesi ile onun muhtasarı ve tercümelerinde Anadolu Selçuklu devrinde cam ve camcılıkla doğrudan ilgili bilgiye rastlanmamaktadır. Bununla birlikte tahta çıkış, düğün, zafer kazanma gibi olaylar vesilesiyle düzenlenen eğlence meclislerinde içki kadehlerinden sıklıkla söz edilmektedir. Örneğin I. İzzeddin Keykâvus (M.1210-1219), Sinop’un fethinden (M.1214) döndükten sonra; “...Süleyman’ın ihtişamıyla büyüklük makamına geçti. Ay yüzlü gılmanlar, iri gözlü hûriler gibi halis şarap testilerini ve ibriklerini kadehlere döktüler... Melikler, devlet büyükleri, ileri gelenler, Arap ve Acemin seçkin kişileri bir sürahi gibi terbiye dizlerinin üzerine çöktüler. Kışın ortasında sıcak odada altından yapılmış sazın sesleri göklere ulaştı. Şarkı söyleyen çalgıcıların nağmesi zemin ve zamanda sarsıntı meydana getirdi. Hoş yürüyüşlü keklik gibi yürüyen güzeller kalp ateşini alevlendirip ciğerleri kebap ettiler ve gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Çengin sesi her tarafa yayılarak yengeç burcuna ulaştı... Sultan bu şekilde savaş defterini dürüp eğlence sofrasını serdirdi. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar dolan kadehleri boşaltmakla meşgul oldu...” (İbn Bibi I,1996: 181). Yine I. Keykâvus’un Erzincan melikinin kızıyla evlilik hazırlıkları kapsamında Erzincan’a başlık götüren heyetin onuruna verilen ziyafet ve eğlencede Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 205 “...Mecliste bulunanlar sarhoşluğun son haddine kadar şarap kadehlerini” (İbn Bibi I,1996: 198) yudumlamışlardı. Düğünün ertesi günü davetlileri sarayın toplantı salonuna alan naibler, öğle yemeğinden sonra ; “...tas, kâse ve kadeh gibi içki aletlerini etrafta dolaştırmaya...” başlamışlar; ikinci sofranın kaldırılmasından sonra da “...kadehler tekrar dolaşmaya...” başlamış ve bu içkili eğlence bir hafta boyunca devam etmişti. (İbn Bibi I, 1996: 200). Resim 6: Kitabü’l-Tiryak’tan ayrıntı, Viyana Milli Kütüphanesi. Resim 7: Kubad-Abad çinisinde şişe tasviri (kazı evi deposu, A. Resim 8: Kubad-Abad’dan cam tabak (Konya Karatay Müzesi’nden). I. Alaeddin Keykubad (M.1219-1237) tahta geçtikten sonra, bu vesileyle Konya sarayında görkemli eğlenceler tertip edilmişti. İbn Bibi’nin bu ortamı anlatan bir şiirinde “Zöhre yıldızı onların kadehlerindeki kabarcıklar gibi dans eder, bazen aşka gelip o kadehi ağzına tutar” (İbn Bibi I, 1996: 237) biçiminde mısralar dikkati çekmektedir. İbn Bibi I. Alaeddin Keykubad’ın huy ve faziletlerini anlattığı şiirde ise; “Akşam olunca sema ve şarabın sevinci gelir, dostlar mest, düşman ise perişan olurdu./ Öyle bir padişah meclisi 54 2009 Zekiye UYSAL 206 54 2009 Resim 9: Kubad-Abad çinisi üzerinde kandil tasviri (kazı evi d.) Resim 11: Kubad-Abad’dan omuzlu tipte kandil (Konya Karatay Mü. Resim 10: Konya Alevî Sultan Mescidi mihrabında kandil kabartma. Resim 12: Kubad-Abad’dan vazo tipli kandil parçası (kazı evi d.) düzenlenirdi ki, Zöhre orada hizmet etmek için can atardı./ Sürahinin gözünden kan damlar, kadehin yanağı lâl gibi olurdu” (İbn Bibi I, 1996: 245-246) mısralarını kullanmaktadır. I. Keykubad, M.1221’de Alanya Kalesi’ni fethettikten sonra Alara Kalesi’ni de fethetmiş ve “Savaştan muzaffer çıkmış olan şah, bu şekilde kadehler ve çeng arasında...” (İbn Bibi I, 1996: 270) eğlence meclisleriyle vakit geçirmiştir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev (M.1237-1246) zamanında, Suriye melikleri kendisinden yardım isteyince, bu amaçla Selçuklu ordusuyla sefere giden emir Zahireddin ve diğer emirler, birkaç gün Şam halkıyla birlikte olmuşlar ve “... Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 207 İnsana neşe veren kadehleri yudumlayıp, testileri ve sürahileri...” (İbn Bibi II, 1996: 43) boşaltmışlardı. İbn Bibi’nin eserinin birçok yerinde bu türden kayıtlar vardır. XIII. yüzyıldan Gülşehrî’nin Felek-Nâme adlı Farsça mesnevîsinde de “Gül renkli cam, her ne kadar içki sarayından başka bir yerde yoksa... Tatlı şerbeti senin kadehine döktüler...” (Kocatürk 2000: 202) tarzında ifadeler dikkati çekmektedir. Yukarıdaki satırlarda anlatılan kadehler nasıl kaplardır ? Felek-Nâme’de geçen gül renkli camın içki sarayıyla ilişkilendirilmesi, bunun camdan bir kap olduğunu anlatıyor. Buna karşılık İbn Bibi’de kadehlerin hangi malzemeden yapıldıkları belirtilmemiştir. Sadece “kadehlerindeki kabarcıklar gibi” ifadesi cam kadehleri anımsatmaktadır. İncelediğimiz örneklerin bazılarında görüldüğü üzere, camın üzerinde kabaralar bulunabilmektedir. Dönemin yazmalarındaki minyatürler kadehlerin formu konusunda bize yardımcı olabilirler. Bu açıdan ilk akla gelen kaynak Ebu’l-İzz İsmail bin er-Razzâz el-Cezerî’nin ElCâmi’ Beyne’l-İlm ve’l-Amel en-Nâfi fî Es-Sınaâ’ti’l-Hiyel adlı eseridir. Cizreli olan Ebu’l-İzz yirmibeş yıl boyunca Artuklu sarayına hizmet etmiş; olağanüstü mekanik araçların bilgisini içeren ve kısaca Otomata adıyla ünlü minyatürlü kitabını Artuklu sultanı Nasrüddin Mahmud (M.1200-1222)’a M.1206 yılında Diyarbakır’da sunmuştur (İnal 1995: 26; El-Cezerî 2002: XVI). El-Cezerî’nin Topkapı Sarayı III. Ahmed Kitaplığı’ndaki nüshasında ( 2002: XLVII) yer alan kayık biçimli kap konulu otomat minyatüründeki figürlerin ellerinde (Res.1), benzerleri Kubad-Abad kazılarında da çıkan geniş ağızlı, ters koni biçimli cam kadehler görülmektedir. Bu tip kadehler Kubad-Abad çinileri üzerindeki resimlerde bağdaş kurmuş hükümdar figürlerinin elinde tasvir edilmiştir (Arık 2000: 140; Arık 2002: 265) (Res.2). Bu açıdan Kubad-Abad çinileri üzerindeki tasvirler tarihî bir belge niteliği taşımaktadırlar. Aynı formda kadehler arkeolojik buluntu olarak Samsat kazılarında ele geçmiş olup XIII. yüzyıla tarihlenmişlerdir (Öney 1990: 66-67; Redford 1994: 81-91). Yine Selçuklu devrine ait gümüş kakmalı bir bronz şamdan (Kaya Turgut Koleksiyonu) üzerindeki eğlence sahnesinde; çeng çalan sazendenin önüne oturmuş kişinin elinde benzer bir kadeh vardır (Kuban 2002: 36). İbn Bibi’de geçen testi, ibrik ve sürahi gibi kapların da malzemesi belli değildir. Bunlar seramik, metal veya camdan yapılmış olabilirler. Bir içki kabı olarak sürahilerin cam eşya olmaları mümkündür. Selçuklu devrine göre daha erken bir örnek olmakla birlikte; Samarra Cevsâkü’l-Hakanî (IX.yüzyıl) Saray’ındaki bir freskte dansözlerin şişelerden kadehlere içki dökmeleri tasvir edilmiştir. Buradaki yuvarlak karınlı ince boyunlu şişelerin camdan olması gerekir (Otto-Dorn 1967: 86). Tüm Orta Çağ boyunca İslam camcılığında 54 2009 Zekiye UYSAL 208 54 2009 bu tipte çok sayıda kap bilinmektedir.3 Aynı formda bir şişe, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde yer alan Varka ve Gülşah yazmasında karşımıza çıkmaktadır. Bu el yazması, şair Ayyuki’nin Farsça Varka ve Gülşah Mesnevisi’nin XIII. yüzyılda yapılmış minyatürlü yegâne nüshasıdır. Bu eserin, Hoylu Nakkaş Abdülmümin ibn Muhammed tarafından M.1250 yılı civarında Konya’da yapıldığı kabul edilmektedir (Pancaroğlu 2006:575-576). Yazmanın bir minyatüründeki savaş sahnesinde (Res.3), bazı figürlerin elinde söz konusu biçimde içki şişeleri ve ters koni biçimli kadehler vardır (Pancaroğlu 2006: 578). El-Cezerî’nin yukarıda sözü edilen yazmasındaki “ayakta içki içen kişi” ve “birbirlerine şarap ikram eden iki şeyh” minyatürlerindeki figürlerin ellerinde de ince uzun boyunlu, küresel gövdeli şişeler ve ters koni biçimli kadehler görülmektedir (El-Cezerî 2002: L, LI; Öney 1978: 143) (Res.4,5). Yine, XIII. yüzyılın ikinci yarısında Musul’da resimlendiği sanılan ve Viyana Millî Kütüphanesi’nde yer alan bir Kitâbü’l-Tiryak yazmasındaki “kebap ziyafeti” sahnesinin sağ üst tarafındaki figürlerden birisinin elinde (Res.6), içinde kırmızı şarap bulunan ters konik biçimli bir kadeh dikkati çeker (Brend 1991: 115; İnal 1995: 26). Bütün bunlar Orta Çağ İslam dünyasında Abbasilerden Selçuklu dönemine kadar bazı cam kap formlarının geleneksel biçimde tekrarlandığını göstermektedir. Bir Kubad-Abad çinisi üzerinde resimlenen ince boyunlu şişeye benzer parçalar arkeolojik buluntu olarak kazılarda bulunmuştur (Res.7). Saray eğlenceleri ve şölenlerinin ayrılmaz bir parçası olan içki (özellikle şarap) için Kubad-Abad’da bir şaraphane (İbn Bibi II, 1996: 35) bulunuyordu. Yine Kubad-Abad kazılarında ele geçmiş olan cam tabak, arkeolojik boyutunun yanında, üzerindeki yazılar dolayısıyla da ayrı bir değer taşır. Konya Karatay Müzesi’nde sergilenmekte olan tabağın iç yüzeyindeki kitâbe, dönemin camcılığını belgelemek açısından en önemli tarihî kaynak niteliğindedir (Res.8). Mineleme tekniğinde bezemeli tabak, Büyük Saray’ın kuzeybatı köşesine bitişik foseptik çukurunun içinde bulunmuştur. Tabak 30.5cm. çapında ve 2.4cm. yüksekliğindedir. İçindeki dairesel bordürde üç sıra halinde istiflenmiş kelimelerden oluşan Arapça sülüs yazı vardır. Kabın göbeğindeki dairesel madalyon rûmî motifleriyle dolgulanmıştır. Gövdenin dış yüzünde ise kıvrık dallı soyut bitkisel süsleme uzanmaktadır (Öney 1978: 137). Tabağın üzerindeki kitâbe Janine Sourdel-Thomine tarafından incelenmiştir. 3 Bu tip şişeler Abbasî devrini izleyen yüzyıllarda İran, Suriye, Irak ve Mısır bölgelerinde geleneksel biçimde üretilmeye devam edilmişlerdir. Örneğin bkz.; Mayer 1939: 101-103; Lamm 1930: 37; Lamm 1929: tafel.5,nr.9; Hasson 1979: 20. Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 209 54 2009 Resim 13: Kubad-Abad’dan vazo tipli kandil kulpu (kazı evi dep.) Resim 14: Yumuktepe (Köroğlu’ndan). kandili Sourdel-Thomine’in okumasına göre4, kitâbede Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhusrev (M.1237-1246)’in adı, unvan ve lâkapları yer almaktadır. Tabağın üretim yerinin bir sorun teşkil ettiğini düşünen Sourdel-Thomine; özellikle kitâbedeki “kâmi’ü’l-kefere ve’l-müşrikîn muhyî’l-adl fi’l-âlemîn” ibarelerinin, adı geçen sultanın diğer kitâbelerinde görülmediğini; buna karşılık, yukarıdaki ifade biçiminin Suriye yöresi için tipik olduğunu ve Eyyûbî hükümdarlarının alışıldık unvan ve lâkapları tarzını yansıttıklarını (1969: 502) belirtir ve son olarak, bu tabağın Suriye’de üretilmiş ya da en azından Suriyeli tekniklere göre yapılmış olabileceğini5 söyler. Kubad-Abad ve Alanya kazılarında Selçuklu devrine ait çok sayıda cam buluntuyla karşılaşılması, söz konusu dönemde Anadolu’da da üretim yapıldığını göstermektedir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında; Selçuklu sultanlarının saray için cam eşya sipariş ettikleri ya da, en azından saray için ülkede cam kapların üretildiği anlaşılır. Selçukname’nin değişik satırlarında güneşin lambaya (İbn Bibi I, 1996: 264) benzetilmesi, “ibadet kandili” (İbn Bibi II, 1996: 37), “parlak yıldızların ve gök cisimlerinin rahiplerin lamba ve kandilleri”ne (İbn Bibi II, 1996: 38) benzetilmesi biçiminde aydınlatma araçlarına atıflar vardır. Bunlar edebî satırlar 4 “Izzü’l-sultanü’l-İslâm ve’l-müslimîn kâmi’ü’l-kefere ve’l-müşrikîn muhyi’l-adl fi’l-âlemîn ... Gıyasü’d-dünyâ ve’d-dîn ebu’l-feth Keyhusrev bin Keykubâd Kasım Emîrü’l-mü’minîn”; Sourdel-Thomine 1969: 501. 5 Sourdel-Thomine 1969: 502. Cam tabak Mehmet Önder tarafından da yayınlanmıştır. Fakat bu yazı yeni bilgiler içermemektedir. Bkz.; Önder 1969: 1-5. Zekiye UYSAL 210 54 2009 olmakla birlikte kandil kullanımının yaygınlığına işaret ederler. Daha çok Mevlânâ’nın hayatından ve döneminden kesitler veren Menâkıbü’l-Ârifin’deki bir hikaye, zenginlerin evinde kandil kullanıldığını göstermektedir.6 Bu dönemde yollar üzerine yapılan anıtsal kervansarayların gece aydınlatılmasında, taş konsol ve nişlere konulan mum ve kandiller ile meşaleler kullanılıyordu (Oktaç 2005: 414). Celâleddin Karatay’ın vakfiyesinde (M.1247); han ve mescidin aydınlatılması için yağ (zeyt) ve mum gibi malzemelerin alınması kaydı vardır (Turan 1980: 181). Ünlü Selçuklu veziri Sahib Ata’nın Sivas Gök Medrese vakfiyesinde (H.679/M.1280); “...Mezkûr mübarek gecelerde yemek vaktinde ve namaz kılma zamanlarında tenvîr için miktar-ı kâfi mum verilmesini, halkın istifade ve mütalea için toplandığı mahalde ve yaz kış medresenin sahasında kandil yakılmasını, abdest alınacak yere likid veya bezir yağından orayı aydınlatmaya kâfi kandil asılmasını...” ifadeleriyle medresenin, mumun yanında, yağla çalışan ve asılarak kullanılan kandillerle aydınlatılması şart koşulmaktadır7 (Bayram vd. 1981: 56). Selçuklu döneminde, Osmanlılardaki gibi vazo biçimli seramik kandil görülmediğine göre, devrin kaynaklarında geçen kandillerin hep cam malzemeli kandiller olduklarını düşünmek gerekir. Kubad-Abad çinileri (Res.9) ve Ahlat mezar taşları üzerindeki kandil tasvirleri (XIII. yüzyıl) (Karamağaralı 1972: 78) ile bugün İnce Minareli Medrese’de sergilenmekte olan Alevî Sultan Mescidi (XIII. yüzyıl) mihrabının nişindeki kandil kabartmaları, vazo tipli kandilin Anadolu’da bilindiğine ve kullanıldığına işaret sayılmalıdır (Bkz.; Erdemir 2007: 120-123), (Res.10). Kubad-Abad kazılarında ortaya çıkarılan cam kandil parçaları, yukarıda belirtilen türde kandil kullanımını arkeolojik açıdan kanıtlamaktadır. Kubad Abad kazılarında iki tip cam kandil formu kullanıldığı belirlenmiştir Bunlardan birinci tip ilk kez Kubad Abad kazılarında tespit edilmiş olan küçük boyutlu, omuzlubasık küresel gövdeli ve kulpsuz kandillerdir (Res.11). Bunlar kulpsuz olduklarından asılarak kullanılmıyorlardı. Diplerinin gövdeye göre daha dar olması nedeniyle bir sehpa üzerine konulmadıklarını da söyleyebiliriz. Bunlar ya Bizans polikandilonları gibi metal bir avizeye yerleştiriliyorlardı ya da 6 “Zengin, fakat cimri bir efendi varmış. Bir gün camiye gitmiş, orada iken birdenbire hatırına (acaba evde kandil külahsız mı kaldı) diye bir şüphe gelmiş. Hemen kalkıp koşarak eve gelmiş, cariyesine (kapıyı açma, kandilin külahını geçir ki, rüzgar içindeki yağı tüketmesin) demiş.” Ahmet Eflâkî, I, 1989: 335. 7 Vakıf binaların aydınlatılması için para ayrılması ve bu işle ilgili görevliler tayin edilmesi yaygın bir uygulamadır. Örneğin Sivas’ta Rahatoğullarının yaptırdığı Darü’r-Raha’yla ilgili M. 1320 tarihli vakfiyede, ferraşın görevleri arasında kandil, lamba ve mumların yakılması da sayılmakta; aydınlatma için bezir ve yağ alımından söz edilmektedir. Bkz.; Kayaoğlu 1981: 9-10. Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 211 tunç kandil zarflarının içine konuluyorlardı. Anadolu Selçuklu döneminden iki adet tunç kandil zarfı bilinmektedir. Bunlardan birisi Beyşehir Eşrefoğlu Camii için ısmarlanmış olup, M.1280-81 yılında Nusaybinli usta Ali ibn Muhammed tarafından Konya’da yapılmıştır (Erginsoy 1978: 394). Biçimsel bakımdan vazo tipli kandillere benzemektedir. Diğer kandil zarfı ise Konya Mevlânâ Müzesi’nde olup, kübik gövdeli ve pramidal külahlıdır. XIII.yüzyılın üçüncü çeyreğine verilen eseri Hasan ibn Ali el-Mevlevi yapmıştır (Erginsoy 2002: 389-390). Kubad Abad’da bulunan kulpsuz kandiller bunlar gibi zarflara konularak kullanılıyor olmalıdırlar. Kubad Abad cam kandil buluntularına göre ikinci grup vazo tipli kandillerdir. Bunlar parça halinde ele geçmiş olup henüz tümlenmemiştir (Res.12,13). İslam cam sanatında şimdiye kadar bilinen en yaygın kandil tipi budur. Vazo tipli kandiller, kaide üzerinde küresel gövdeli ve yukarıya doğru genişleyen konik boyunludurlar. Gövdenin üzerinde genellikle üç ya da altı kulp bulunur. Kandil buralardan geçirilen zincir vb. bağlayıcılarla yukarıya asılarak kullanılmaktadır. Anadolu’da şimdiye kadar bilinen ilk vazo tipli cam kandil Yumuktepe (Mersin) kazılarında ele geçmiş olup, bunun Şam veya Halep gibi Suriye merkezlerinden ithal edildiği ileri sürülmüştür (Res.14). XIII. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilir (Köroğlu 1999: 245-249). Diğer kandil örneği Beçin kazılarında ortaya çıkarılmıştır. Bu kandil XIV. yüzyıla aittir (Gök 2004: 33-41). Vazo tipli kandilin Anadolu’da XIII. yüzyıldan kalan diğer örnekleri ise, yukarıda açıkladığımız örnekleriyle Kubad Abad’a aittir (Uysal 2007: 727). Vazo tipli kandiller özellikle Memlukler devrinde yoğun biçimde görülürler. Memluk sultanı Baybars devrinde, M.1261 civarında Mısır’da hazırlanmış Hariri’nin Makamat (M.1261) adlı eserinde8, Ebu Zaid’i Semerkand Cami’inde, tasvir eden bir minyatürde kemere asılı durumdaki vazo tipli kandil, bunların Memlûk sultanlarınca dinî yapılar için yaptırıldığının ifadesi gibidir. Bu tasvirde, Bizans polikandilonları gibi bir avize üzerine dizilmiş kandillerin de yer alması ilgi çekmektedir (Gladib 2000: 198). El-Birunî’nin El-Asar el-Bâkiya adlı yazmasının Edinburg Üniversite kitaplığında bulunan M.1307-1308 (İlhanlı devri) tarihli nüshasında, Hz. Muhammed’in veda hutbesini anlatan minyatürdeki kandil de vazo tiplidir (İnal 1995: 63, Res.32). Anadolu Selçuklu devrine ait vakfiyelerde, vakfa gelir getirici işyerleri ve vakfiye şahitlerinin meslek ünvanları dolayısıyla çeşitli iş kollarının adına rastlanmaktadır. Vakıflar Dergisi ve Belleten’in değişik sayılarında yayınlanmış 8 G. İnal bu Makamat’ın British Museum’da yer aldığını kaydetmiştir. İnal 1995: 79. Fakat A. Von Gladib’e göre yazma Viyana Milli Kütüphanesi’ndedir. Bkz.; Gladib 2000: 198. 54 2009 Zekiye UYSAL 212 54 2009 olan Ertokuş Vakfiyesi, Karatay Vakfiyesi, Torumtay Vakfiyesi gibi metinlerde birçok iş kolları sayılırken camcılığa rastlanmamaktadır.9 Sahib Ata’nın Konya’daki İmareti’ne ait vakfiyesinde (H.663/M.1264 ve H.679/M.1280), vakıf arazileri tarif edilirken Billûrcu Cemâleddin adında bir camcıdan söz edilmektedir (Bayram vd. 1981: 39). Konya hakkındaki çok sayıda vakıf kaydını inceleyen İ.H. Konyalı’nın verdiği bilgilerde çarşı isimleri, sabunhane, çömlekçiler kârhânesi gibi işyerleri; boyacı,külahçı, haffaf, mestçi, bakırcı, mürekkebçi gibi meslek unvanları görülürken, cam ve camcılık bulunmamaktadır.10 Buna karşılık Menakıbü’l-Ârifin’de, XIII. yüzyılın üçüncü çeyreğinde geçen bir olay anlatılırken camcılıktan söz edilmektedir. Buna göre; Muineddin Pervane’nin Şeyh Sadreddin Zaviyesi’nde düzenlediği bir toplantı sırasında, Mevlânâ bir tepkisini dile getirmek için mesleklerden örnek verirken : “....Bizim Mansur hallaç değil miydi? Şeyh Ebubekr-i Buhârî dokumacı değil miydi? Ve şu öteki kâmil insan camcı değil miydi?...” (Ahmet Eflâkî I, 1989: 162) demiştir. Mevlânâ’nın sözleri, camcılığın o dönemde itibarlı bir meslek olduğuna işaret etmektedir. Erdoğan Merçil, arşiv kaynaklarından hareketle Selçuklu dönemi mesleklerinden bahsederken “âbgîne-ger (camcı)”, “billûrî (billurcu)”, “zeccâc (camcı, şişeci)” ve “şişe-ger (şişeci)” meslek unvanlarıyla camcılığı da saymaktadır (2000: 72-73, 81; 2006: 380, 381). Osman Turan’a göre; Selçuklu döneminde “Irak’tan cam ve avizeler geliyor, Erzincan’da kandiller yapılıyordu” (1965: 267). Bu ifadelerden, Irak’tan hem işlenmemiş cam, hem de avize ithal edildiği gibi bir anlam çıkıyor. Turan’ın Erzincan’da kandil imalatından söz etmesi önemlidir. Fakat O. Turan verdiği bilgilerin kaynağını belirtmemiştir. Biraz geç bir kaynak olmakla birlikte, İbn Battuta Seyahatnamesi’ndeki bir kayıt, XIV. yüzyılda Irak camından üretilmiş avizeleri anlatırken; aynı zamanda Beylikler devrinde de Irak camının ünlü olduğunu gösterir.11 Beylikler döneminde cam eşya ithalatı, günümüz araştırmalarında da vurgulanmaktadır (Bkz.; Çiftçi 2002: 401). Yukarıdaki bilgilere bakılarak Anadolu Selçuklu devrinde cam eşyaların kullanıldığı, üretici veya satıcı olarak camcılık mesleğinin varlığı belirlenebilmektedir. Yazılı kaynaklardaki sınırlı sayılabilecek veriler; bu zanaat dalı9 Bu kaynaklarda işimize yarayacak bilgiler bulunmadığı için makalelerin künyeleri verilmemiştir. 10 Bkz.; Konyalı 1997(2): 839-840. Bu kitabın birçok yerinde yapıların vakıfları dolayısıyla benzer bilgiler vardır. 11 İbn Battuta M.1332’de Alanya’ya çıktıktan sonra Antalya’ya geçer ve bir ahi zaviyesinde misafir edilir: “...Muhteşem bir zaviyeyle karşılaştık. Burası Anadolu’nun en güzel halı ve kilimleriyle döşenmiş, Irak camından mâmûl sayısız avizeyle aydınlanmış pırıl pırıl bir mekandır...” Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tancî II, 2004: 406. Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 213 nın, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi bir ün taşımadığı kanısı uyandırmakta; ayrıca Selçuklu devrinde Anadolu’da cam üretimi konusunda açık ve net bilgiler sunamamaktadır. Ancak söz konusu kıt kayıtlar, bu dönemde camcılığın durumunun tek ölçütü olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü tarihi kaynakların yetersizliğine karşılık, Orta Çağ’da Anadolu’da cam üretildiğini gösteren arkeolojik kanıtlar ortaya çıkarılmıştır. Aynı coğrafyayı Selçuklularla birlikte paylaşan ve her alanda karşılıklı alışverişte bulunulan Bizans egemenliğinin Demre (Olcay 1997), Amorium (Gill 2002) ve Saraçhane (Hayes 1992) gibi bazı merkezlerinde yapılan kazılarda çok miktarda cam malzemeyle karşılaşılmıştır. Bunların bir kısmının yerel üretim olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Buna paralel olarak Samsat, Kubad-Abad ve Alanya kazıları başta olmak üzere Selçuklu devri merkezlerinde de zengin cam buluntular ele geçmiştir. Kubad-Abad kazılarında, diğer Selçuklu buluntularıyla birlikte cam cürufları, hatalı üretim parçaları ve üretim artığı cam parçalarının tespit edilmesi, Anadolu Selçuklu devrinde de cam üretildiğini kanıtlamaktadır. Bu nedenle; Anadolu Selçuklu devri camcılığının gerçek seviyesini anlamak açısından tarihî kaynakların sınırlı bilgileriyle yetinmek yerine arkeolojik kazıların sonuçlarını dikkate almak ve bu tür çalışmaları artırmak gerekmektedir. Kaynaklar Ahmet Eflâkî (1989), Âriflerin Menkıbeleri, C.I, Çev.: T. Yazıcı, İstanbul. Arık, Rüçhan (1986), “Kubad-Abad 1984 Yılı Kazı Çalışmaları”, VII.Kazı Sonuçları Toplantısı, (20-24 Mayıs 1985, Ankara), Ankara, s.651-656. Arık, Rüçhan (1987), “Türk Kültürüne Yönelik Arkeolojik Araştırmalar ve KubadAbad Kız Kalesi Kazısı”, Remzi Oğuz Arık Armağanı, Ankara,s.71-98. Arık, Rüçhan (1990), “1988 Yılı Kubad-Abad Kazısı”, XI.Kazı Sonuçları Toplantısı, (18-23 Mayıs 1989, Antalya), C.II, Ankara, s.371-382. Arık, Rüçhan (2000), Kubad Abad: Selçuklu Saray ve Çinileri. İstanbul. Arık, Rüçhan (2002), “Selçuklu Saray ve Köşkleri”, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, Haz.:D.Kuban, İstanbul: s.251-266. Bakırer, Ömür (1990), “Anadolu Mimarisinde Pencere Camı Kullanımına Kısa Bir Bakış”, I. Uluslararası Anadolu Cam Sanatı Sempozyumu, (26-27 Nisan 1988, İstanbul), İstanbul: s.70-80. Bakırer, Ömür (2002), “Tuğla, Ahşap ve Cam”, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, Haz.: D. Kuban, İstanbul: s.291-308. Bayram, S- Karabacak, A H (1981), “Sahib Ata Fahrü’d-dîn Ali’nin Konya İmaret ve Sivas Gök Medrese Vakfiyeleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı:XIII, Ankara: s.31-69. Bayramoğlu, Fuat (1996), Türk Cam Sanatı ve Beykoz İşleri, Ankara. Brend, B (1991), Islamic Art, Cambridge. Canav, Üzlifat (1985), Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş. Cam Eserler Koleksiyonu, İstanbul. 54 2009 Zekiye UYSAL 214 54 2009 Çiftçi, C (2002), “XIV. Yüzyılda Anadolu’da Uç Beyliklerinin Siyasî ve İktisadî Faaliyetleri”, Türkler, C.7, Ankara: s.393-406. Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tancî (2004), İbn Battuta Seyahatnamesi, C.II, çev.: A.S. Aykut, İstanbul. El-Cezerî (2002), El-Câmi’ Beyne’l-İlm ve’l-Amel en-Nâfi’ fî es-Sınaâti’l-Hiyel, Haz.: Sevim Tekeli v.d., Ankara. Erdemir, Yaşar (2007), İnce Minare Taş ve Ahşap Eserler Müzesi, Konya. Erginsoy, Ülker (1978), İslam Maden Sanatının Gelişmesi, İstanbul. Erginsoy, Ülker (2002), “Maden Sanatı”, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, Haz.: D. Kuban, İstanbul: s.381-400. Eyice, Semavi (1968), “La Verrerie en Turquie de l’Epoque Byzantine à l’Epoque Turque”, Annales du 4é Congrés des Journées Internationales de Verre, (13-20 Mai 1967, Ravenna-Venice), p.162-182. Eyice, Semavi (1975), “Uluslararası Balkanlarda Ortaçağ Camcılığı Sanatı Konferansı (Belgrad 24-26 Nisan 1974)”, Belleten, C.XXXIX, No.: 153, Ankara: s.197-199. Eyice, Semavi (1990), “Bizans’ta ve Osmanlı Devri Türk Sanatında Aydınlatmada Cam”, I. Uluslararası Anadolu Cam Sanatı Sempozyumu, (26-27 Nisan 1988, İstanbul), İstanbul: s.51-57. Gill, M.A.V. vd. (2002), Amorium Reports, Finds I: The Glass (1987-1997), Oxford. Gladib, A. Von (2000), “Decorative Arts”, Islam: Art and Architecture, Edit.by.: M. Hattstein and P. Delius, p.194-201. Gök, Sevinç (2004), “2000 Yılı Beçin Kazısında Bulunan Cam Kandil Hakkında”, Sanat Tarihi Dergisi, Sayı: XIII/1 (Aydoğan Demir’e Armağan), İzmir: s.33-41. Hasson, R (1979), Early Islamic Glass, L.A. Mayer Memorial Institute for Islamic Art, Jerusalem. Hayes, J.W. (1992), Excavations at Saraçhane in İstanbul, Vol.2, Princeton. İbn Bibi (1996), El-Evamirü’l-Alaiye fi’l-Umuri’l-Alaiye (Selçuk-Name), C.I-II, Haz.: M. Öztürk, Ankara. İnal, Güner (1995), Türk Minyatür Sanatı (Başlangıcından Osmanlılara Kadar), Ankara. Karamağaralı, Beyhan (1972), Ahlat Mezartaşları, Ankara. Kayaoğlu, İ (1981), “Rahatoğlu ve Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, Sayı:XIII,, Ankara: s.1-30. Kocabaş, Hüseyin (1981), “Renkli Selçuklu Camları”, VIII. Türk Tarih Kongresi (1115 Ekim 1976, Ankara), Kongreye Sunulan Bildiriler, C.II, Ankara: s.907-909, lev.405-406. Kocatürk, Saadettin (2000), Gülşehrî ve Felek-Nâme, Ankara. Konyalı, İbrahim Hakkı (1997), Abideleri ve Kitabeleriyle Konya Tarihi, 2.bs., Ankara. Köroğlu, Gülgün (1999), “Yumuktepe Höyüğü 1997 Yılı Ortaçağ Kazı Çalışmaları ve İslam Dönemine Ait Bir Cam Kandil”, Olba, Sayı: II, C.I (Uluslar arası Kilikya Arkeolojisi Sempozyumu Bildirileri), Mersin: s.241-252. Kuban, Doğan (2002), “Toplum Yapısı ve Kültür”, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, Haz.: D. Kuban, İstanbul: s.29-38. Küçükerman, Önder (1985), Cam Sanatı ve Geleneksel Türk Camcılığından Örnekler, Ankara. Küçükerman, Önder (1987), 3000 Yıllık Akdeniz Camcılığının Anadolu’daki Son İzleri: Göz Boncuğu, İstanbul. Tarihî Kaynaklara Göre Anadolu Selçuklu Devri Camcılığı 215 Lamm, C.J. (1929), Mittelalterliche Glaser und Steinschnittarbeiten aus dem Nahen Osten, II, Berlin. Lamm, C.J. (1930), Mittelalterliche Glaser und Steinschnittarbeiten aus dem Nahen Osten, I, Berlin. Mayer, L.A. (1939), “A Glass Bottle of the Atabak Zangi”, Iraq, Vol.VI, London, p.101103. Merçil, Erdoğan (2000), Türkiye Selçuklularında Meslekler, Ankara. Merçil, Erdoğan (2006),“Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminde Serbest Meslekler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, C.I, Ankara: s.379-385. Oktaç, A.D. (2005), “Anadolu Selçuklu Kervansaraylarında Kullanılan Aydınlatma Detayları ve Araçları”, İpek Yolu , Konya Kitabı (Özel Sayı), VIII, Konya: s.411-428. Otto-Dorn, Katharina-Önder, Mehmet (1966), “Bericht über die Grabung in Kobadabad 1965”, Archaeologischer Anzeiger, Heft 2: p. 170-183. Otto-Dorn, Katharina-Önder, Mehmet (1967), “Kubad-Abad Kazıları 1965 Yılı Ön Raporu”, Türk Arkeoloji Dergisi, C.XIV, Sayı:1-2 (1965), Ankara: s.237-243. Otto-Dorn, Katharina (1967), L’Art de L’Islam, Paris. Otto-Dorn, Katharina (1969), “Bericht über die Grabung in Kobadabad 1966”, Archaeologischer Anzeiger, Heft 4, Berlin: p.438-506. Önder, Mehmet (1969), ”Selçuklu Devrine Ait Bir Cam Tabak”, Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, Sayı:2, İstanbul: s.1-5. Öney, Gönül (1976), “İslam Süsleme ve El Sanatlarına Türklerin Katkısı”, İslam Sanatında Türkler, İstanbul: s.118-128. Öney, Gönül (1978), Anadolu Selçuklu Mimarisinde Süsleme ve El Sanatları, Ankara. Öney, Gönül (1982), “1978-79 ve 1981 Yılı Samsat Kazılarında Bulunan İslam Devri Buluntularıyla İlgili İlk Haber”, Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi, Sayı:I, İzmir: s.71-80. Öney, Gönül (1990), “12-13. Yüzyıl Anadolu Cam İşçiliğinde Kadeh”, I. Uluslararası Anadolu Cam Sanatı Sempozyumu (26-27 Nisan 1988, İstanbul), İstanbul: s.64-69. Özgümüş, Üzlifat (2000), Anadolu Camcılığı, İstanbul. Redford, Scott (1994), “Ayyubid Glass from Samsat, Turkey”, Journal of Glass Studies, Vol.36, p.81-91. Sourdel-Thomine J. (1969), “Les Inscriptions (K.Otto-Dorn, “Bericht Über die Grabung in Kobadabad 1966)”, Archaologischer Anzeiger, Heft.4, Berlin: p.500-505. Turan, Osman (1965), Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ankara. Turan, Osman (1980), Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul. Uysal, Zekiye (2007), “Kubad-Abad Kazılarında Bulunan Cam Kandiller”, Konya Kitabı, Sayı: 10 (Rüçhan Arık- M.Oluş Arık’a Armağan), Konya, s.725-734. Uysal, Zekiye (2008), Kubad-Abad Sarayı Cam Buluntuları (1981-2004), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı (yayınlanmamış Doktora Tezi), İzmir. Yücel, Erdem (1974), “Türk Sanatında Cam İşleri”, Türkiyemiz, Sayı: 12, İstanbul: s.2129. 54 2009 Zekiye UYSAL 216 54 2009 RESİMLER LİSTESİ Res.1- El-Cezerî’nin Otomatasından kayık kap konulu minyatür, TKSM, no.3472 (Tekeli’den). Res.2- Kubad-Abad çinisinde kadeh tutan figür (Konya Müzesi’nden). Res.3- Varka ve Gülşah’tan savaş sahnesi ayrıntısı, TKSM, H.841, 7.v.(İnal’dan). Res.4- El-Cezerî’nin Otomatasından ayakta içki sunan kişi minyatürü, TKSM, no.3472 (Tekeli’den). Res.5- El-Cezerî’nin Otomatasında birbirlerine şarap ikram eden iki şeyh, TKSM, no.3472 (Tekeli’den). Res.6- Kitabü’l-Tiryak’tan ayrıntı, Viyana Millî Kütüphanesi (Gladib’den). Res.7- Kubad-Abad çinisinde şişe tasviri (kazı evi deposu, Arık’tan). Res.8- Kubad-Abad’dan cam tabak (Konya Karatay Müzesi’nden). Res.9- Kubad-Abad çinisi üzerinde kandil tasviri (kazı evi deposu, Arık’tan). Res.10- Konya Alevî Sultan Mescidi mihrabında kandil kabartmaları (Erdemir’den). Res.11- Kubad-Abad’dan omuzlu tipte cam kandil (Konya Karatay Müzesi’nden). Res.12- Kubad-Abad’dan vazo tipli kandil parçası (kazı evi deposu, Arık’tan). Res.13- Kubad-Abad’dan vazo tipli kandil kulpu (kazı evi deposu, Arık’tan). Res.14- Yumuktepe kandili (Köroğlu’dan). Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler Ömer ÇAKIR* Doğumunun 100. Yılında Ahmet Muhip Dıranas Paneli Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önemli isimlerinden Ahmet Muhip Dıranas, 100. doğum yıldönümü vesilesiyle düzenlenen bir panelde anıldı. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı ve Sinop Üniversitesi Rektörlüğü işbirliğince gerçekleştirilen “Doğumunun 100. Yılında Ahmet Muhip Dıranas” paneli, 12 Mayıs 2009 tarihinde Sinop Polisevi’nde yapıldı. Panelin açılışında konuşan Sinop Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şevket Büyükhatipoğlu, şairin edebi kişiliğinden bahsederek, Dıranas’ın Sinop´un yetiştirdiği en önemli yazarlardan biri olduğunu anlattı. “Oyun Yazarı Olarak Ahmet Muhip Dıranas” başlıklı konuşmasıyla katılan Prof. Dr. Yakup Çelik, aynı zamanda panelin oturumun başkanlığını da üstlendi. Toplantıya sırasıyla şair-yazar Rıdvan Çongur, “Anılarla Ahmet Muhip Dıranas ve Şiirlerinden Örnekler”; Yrd. Doç. Dr. Tacettin Şimşek, “Ahmet Muhip Dıranas’ın Şiir Dünyası” ve Yrd. Doç. Dr. Alpay Tırıl da “Bir Ülke, Bir İnsan” başlıklı konuşmalarıyla katıldılar. Panelden bir görüntü; Tırıl, Çelik, Çongur ve Şimşek. * Atatürk Kültür Merkezi Uzmanı. Ömer ÇAKIR 218 54 2009 Konuşmasına Dıranas’ın Serenad şiiriyle başlayan ve anılarla Ahmet Muhip Dıranas’ı anlatan yazar Rıdvan Çongur, Dıranas’ın Sinop’ta bir heykelinin olmamasının eksikliğini dile getirdi. Çongur, “Sinop’tan öyle bir şair çıkmış ki, ben protokole hitap etmeden onun şiiriyle, Serenad şiiriyle başladım. Önce şaire saygı gerekir. Ey Sinoplular, ey sorumlu insanlar, ben ölmezsem eğer, tekrar aranıza gelirsem, şehre girerken Dıranas’ın bir büstünü, bir heykelini görmek isterim. Dıranas’ın 100. yılı bir adım olsun. Bu şehir onun heykelini diksin. Dıranas öyle bir insan ki, büyük şehirlerden bıkıp Sinop’a gelir ve son yıllarını Sinop’ta yaşar. Bu büyük şehirlerdeki insanların iki yüzlülüklerinin kendini bıktırdığını ve Sinop’a gelip yerleştiğini anlatır” dedi. Gençlere de nasihatte bulunan Çongur, “Gençler ne makam ne mevki. Oturduğunuz yer sahiden vatan toprağının bir köşesi olsun. Sizde o toprağın insanı olun. İster çöpçü, ister cumhurbaşkanı olun. Ama o toprağın evladıysanız, bir cuma namazında, bir bayram namazında çöpçüyle cumhurbaşkanının kolları birbirine değiyorsa, işte o zaman memleketin geleceği aydınlık demektir.” diye konuştu. Çongur, daha sonra gençlerin arasına oturarak paneli takip etti. Paneli Vali Yardımcısı Nadi Kılıçarslan, Sinop Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şevket Büyükhatipoğlu, öğretim görevlileri ile çok sayıda üniversite öğrencisi izledi. Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 219 Kuruluşunun 60. Yılında Devlet Tiyatroları Paneli Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığınca “Kuruluşunun 60. Yılında Devlet Tiyatroları” konulu bir panel düzenlendi. 8 Haziran 2009 tarihinde Türk Dil Kurumu konferans salonunda düzenlenen panelin açış konuşmasını Merkezimiz Başkanı Prof. Dr. Osman Horata yaptı. Horata, Atatürk Kültür Merkezi’nin kültürel çalışmalara verdiği destekten bahisle, kültürel mirasın tanıtılması ve devamı konusunda Devlet Tiyatrolarının çabalarını anlamlı bulduklarını söyledi. Konuşmasında, Türk kadınının sahnede yerini alması ve çağdaş Türk tiyatrosunun kurumsallaşması yolunda Atatürk’ün gösterdiği çabalara değinen Horata, “Toplantımızın, görsel kültürün sahnelerden ekranlara doğru kaydığı bir süreçte, tiyatroların ve tiyatro sahnelerinin önemine, onların insanların kimlik ve kişilik kazandırmadaki rolüne dikkat çekmesine küçük de olsa bir katkısı olmasını diliyorum.” dedi. Oturum başkanlığını üstlenen Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Doç. Dr. Lemi Bilgin de panelde yaptığı konuşmada, Devlet Tiyatroları ile ilgili kanunun 19 Haziran 1949 yılında Meclis’ten geçtiğini hatırlattı. O günden bu yana Devlet Tiyatroları’nın perdelerini aralıksız açtığını ifade eden Bilgin, “60. yılında 12’si yerleşik olmak üzere 17 ilde, her gece 48 perde açan, yılda 100’ün üzerinde oyun sahneye koyan ve 5 binin üzerinde perde açan, yaz turneleriyle Türkiye’de gitmediği yer bırakmayan, dördü uluslararası ikisi ulusal festivaller düzenleyen, yurt dışında Türk eserlerini başarıyla temsil eden ve bu yıl sonuna kadar sahne sayısını 60’a çıkarmayı hedefleyen geniş bir aile olduk.” diye konuştu. Tiyatroda yazarların önemine değinerek, Devlet Tiyatroları sahnelerinde 300’e yakın Türk yazarın eserlerinin sahnelendiğini ve Türk tiyatrosunun dünya çapında oyuncular yetiştirdiğine dikkati çeken Bilgin, “Sinemada tek tanrı yönetmendir ama tiyatronun tek tanrısı oyuncudur.” dedi. Panelden bir görüntü; Ersönmez, Erduran, Bilgin, Sergen ve Tercan Oyun yazarı Refik Erduran da geçenlerde bir köşe yazarının ‘’Sinema varken tiyatroya ne gerek var’’ dediğini belirterek, bu anlayışı kınadığını söyledi. İnsanın kendi ruhunun ‘’derinlikleriyle’’ ancak tiyatro sayesinde buluştuğunu anlatan Erduran, ‘’Bunu sinema gibi yüzeysel bir sanatla yapamazsınız ama tiyatro geri plana itiliyor.’’ diye konuştu. Erduran, artık basının tiyatroya önem vermediğini, oyunlarla ilgili köşe yazılarına az rastlandığını vurgulayarak, ‘’Bunları yapmayıp da ‘tiyatro öldü’ demek, cinayeti işledikten sonra maktulün başında durup asayiş yok 54 2009 Ömer ÇAKIR 220 54 2009 demektir.’’ değerlendirmesinde bulundu. Tiyatroda her şeyden önce oyuncunun geldiğini, ikinci sırada yazarın yer aldığını anlatan Refik Erduran, ‘’Bizim memlekette oyuncularımız, oyunculuk sanatımız dünya sanatının üzerindedir” dedi. Oyuncu, yönetmen ve yazar Semih Sergen de ‘’tiyatronun öldüğünü söyleyenleri kınadığını’’ ifade etti. Sanatçının içinden geçenleri oyun aracılığıyla izleyiciye aktardığını ifade eden Sergen, iyi tiyatrocunun yaptığının ‘’rol yapmanın’’ ötesinde olduğunu bildirdi. Panelde konuşan Devlet Tiyatroları Başdramaturgu Firuzan Tercan “dramaturg” konusunda dinleyicileri bilgilendirip, “dramaturji” sorunları hakkında aydınlatırken, Devlet Tiyatroları Oyuncusu Özlem Ersönmez de profesyonel oyuncu yetiştiren bazı okullar hakkında eleştirilerde bulunup, ödenekli tiyatrolarda çalışan oyuncuların sorunlarını dile getirdi. 400. Doğum Yıldönümünde Uluslararası Kâtip Çelebi Sempozyumu ve Pîrî Reis’ten Kâtip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünya’ya Bakışı Harita Sergisi UNESCO 2009 Kâtip Çelebi Yılı vesilesiyle, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı tarafından, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezinin katkılarıyla “400. Doğum Yıldönümünde Uluslararası Kâtip Çelebi Sempozyumu ve Pîrî Reis’ten Kâtip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünya’ya Bakışı Harita Sergisi” düzenlendi. 19-20 Haziran 2009 tarihlerinde Ankara Devlet Resim Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 221 ve Heykel Müzesi’nde gerçekleştirilen sempozyuma yurt içi ve yurt dışından 21 bilim adamı bildirileriyle katıldı. Çok sayıda davetlinin dinleyici olarak bulunduğu sempozyumda saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın ardından Cumhurbaşkanımız sayın Abdullah Gül’ün sempozyum dolayısıyla gönderdiği mesaj okundu. Cumhurbaşkanımızın mesajı aşağıda sunulmuştur: “Sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın Devlet Bakanı Uluslararası Kâtip Çelebi Sempozyumu ve Pîrî Reis’ten Kâtip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı Harita Sergisi’nin açılışına davetiniz için teşekkür ediyorum. Toplumsal sorunlara duyarlılığı, bilimin toplum yaşamındaki önemini ortaya koyan çalışmaları, tarih coğrafya ve bibliyografya alanındaki eserleri ile yaşadığı döneme damgasını vuran Kâtip Çelebi, diğer dillere de çevrilen çalışmaları ve eserleriyle yüzyıllar öncesinden günümüze ışık tutan önemli şahsiyetlerdendir. UNESCO tarafından 2009 yılının Kâtip Çelebi yılı olarak ilan edilmesi, Kâtip Çelebi’nin yalnızca ülkemizde değil, dünyada da çeşitli etkinliklerle anılacak olması, O’nun fikirlerinin ve eserlerinin evrenselliğinin en önemli göstergelerindendir. Bu çerçevede düzenlenecek faaliyetlerin, milletimizin yetiştirdiği değerlerin, eşsiz tarihsel ve kültürel birikimimizin dünyaya tanıtılmasına vesile olacağını düşünüyor ve bu faaliyetleri çok önemsiyorum. Üç kıtada asırlar boyu hükümran olan, gittiği her yere medeniyet, adalet ve hoşgörü götüren Osmanlı İmparatorluğu’nun bir cihan imparatorluğuna dönüşmesinde bilime verilen önemin şüphesiz büyük rolü bulunmaktadır. Osmanlı, bilim, edebiyat, mimari ve diğer birçok alanda bıraktığı müstesna eserlerle insanlığın ilerlemesine büyük katkılarda bulunmuştur. Pîrî Reis’ten Kâtip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı Harita Sergisi’nin de bunu en güzel şekilde ortaya koyduğuna inanıyorum. Bilim adamı ve aydın kimliğiyle gelecek kuşaklar tarafından da tanınması gereken Kâtip Çelebi’nin, doğumunun 400. yılında, konusunda uzman, saygıdeğer isimler tarafından anlatılmasına ve hatırlanmasına imkan sağlayan bu sempozyumun düzenlenmesinde emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Atatürk Kültür Merkezi tarafından, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin katkılarıyla yapılan bu önemli sempozyumun verimli geçmesini diliyor, tüm katılımcılara selam ve sevgilerimi iletiyorum.” Cumhurbaşkanımızın mesajının okunmasını takiben açış konuşmalarına geçildi. Sempozyumun ilk açış konuşmasını yapan Medeniyetler İttifakı Türkiye Eşgüdüm Komitesi Başkanı ve Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyelerinden sayın 54 2009 Ömer ÇAKIR 222 54 2009 Prof. Dr. Bekir Karlığa; Kâtip Çelebi’nin kendinden sonraki alimlere, 19. ve 20. yüzyılın aydınlarına dahi derin etkilerde bulunduğunu belirtti. Kâtip Çelebi’nin 48 yıllık yaşamı boyunca yirmiyi aşkın abide esere imza attığını anlatan Karlığa, bu yılın UNESCO tarafından ‘’Kâtip Çelebi Yılı’’ ilan edildiğini anımsattı. Kâtip Çelebi’nin her yönüyle Türk ve yabancı bilim adamları tarafından tartışılmasının onun evrensel fikirlerinin daha iyi bilinmesine katkıda bulunacağını dile getiren Karlığa, değişik üniversitelerden bilim adamlarından oluşturulan bir kurulun da sekiz aydır Kâtip Çelebi ve eserlerine ilişkin çalışmalarını sürdürdüğünü belirtti. Kâtip Çelebi’nin Cihannüma adlı eserinin İngilizce tercümesinin de bir yıl içerisinde tamamlanmasının hedeflendiğini bildiren Karlığa, ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından da Kâtip Çelebi’nin prestij kitabının basılacağını söyledi. Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Osman Horata Sempozyum açış konuşmalarını sunarken Sempozyumun ev sahipliğini üstlenen Atatürk Kültür Merkezi Başkanı sayın Prof. Dr. Osman Horata da Kâtip Çelebi’nin pek çok eserinin bugüne değin İngilizce, Fransızca, Latince gibi dillere çevrildiğini anlattı. Türk bilim adamları arasında çok önemli bir yere sahip olan Kâtip Çelebi’nin bu yıl içinde her yönüyle ele alınacağı toplantılar düzenlendiğini ifade eden Horata, ‘’2009 yılının, ‘Kâtip Çelebi Yılı’ ilan edilmesi, onun evrenselliğinin ispatıdır’’ dedi. Prof. Dr. Osman Horata konuşmasında şu sözlere yer verdi; “Kâtip Çelebi, bilindiği gibi akli bilimlerin de önemine inanan, ilk defa Batılı eserlerden yararlanan ve onları dilimize kazandıran bir biyograf, bir coğrafyacı, bir bibliyograf ve tarihçi olarak tanınır. Bunlar, dönemi açısından ele alındığında son derece önemli hususlardır. Çünkü onun Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 223 yetiştiği dönem, Osmanlı siyasi ve sosyal hayatındaki bozuluşun bilim hayatında da kendini göstermeye başladığı; her alanda olduğu gibi bu alanda da Avrupa ile farkın daha da derinleşmeye başladığı bir asırdır. Böyle bir dönemde yönetici sınıf, israf ve sefahat içinde devleti uçurumun eşiğine doğru götürürken; Kâtip Çelebi’nin “yeri göğü bilmez cahiller” olarak nitelediği bazı ulema ise, Tarihçi Cevdet Paşa’nın anlattığına göre, “dat” harfinin, “zat” mı yoksa “dat” mı okunacağı sorunuyla meşguldür. Bu “önemli” sorun, tartışmaların büyümesi üzerine ancak “zat” taraftarı olan şeyhlerin sürgüne gönderilmesiyle sona erdirebilmesi, tarihin altı çizilmesi gereken acı gerçeklerinden biridir. Çelebi, ulemanın çağı okumaktan uzak düştüğü, medrese ve tekke taassubunun önemli toplumsal sorunlara yol açtığı bir zamanda, medreseyi ilmi ve felsefeyi ihmal etmekle; tekke ehlini de temel fikirler ile bağlarını kaybederek kelime oyunlarına saplanıp kalmakla eleştirmiştir. Osmanlı bilim hayatı, Kâtip Çelebi’nin geldiği noktaya bir sonraki asırda gelebilmiştir. Günümüzde de, şüphesiz tarihten çıkaracak derslerimiz olmalıdır. Çağın ve geleceğin yükselen değerlerini görebilmek ve bu değerlerle toplumun ve tarihin değerleri arasındaki farkı kapatmak, değişmeyen ve hiçbir zaman değişmeyecek tarihî gerçeklerdendir.” Devlet Bakanımız sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın da sempozyumun açılışında bir konuşma yaptı. Aydın, konuşmasında Kâtip Çelebi’nin, 48 yıllık yaşamına çok şey sığdırdığını söyledi. ‘’Alimin ölümü, alemin ölümü gibidir’’ sözünün anlamına işaret eden Aydın, Kâtip Çelebi’nin 48 yıl yaşadıktan sonra ölümünün de çok önemli bir kayıp olduğunu ifade etti. Bazılarının merak için tarih okuduğunu, bunun çok önemli bir insani duygu olduğunu belirten Aydın, ‘’Tarihi yeniden gözden geçirmek, onu göz önüne alarak şimdimizi inşa etmek demektir’’ diye konuştu. Devlet Bakanı Aydın, Kâtip Çelebi’nin yaşamı boyunca çok önemli çalışmalara imza attığını, aynı zamanda eleştirel bir yönünün de bulunduğunu, bunun da bir alim için çok önemli meziyet olduğunu söyledi. Aydın, Kâtip Çelebi’nin bu önemli çalışmalarını, ‘’Ondan geriye sadece sessizce bekleyen kitapları kalmamış, gerisinde çok önemli bir etki alanı bırakmıştır.’’ diye özetledi. Kâtip Çelebi’nin tarih, coğrafya, bibliyografya ve biyografya ile ilgili çalışmalar yapan önemli bir alim olduğunu belirten Aydın, ‘’O bir Osmanlı münevveridir. İyi bir mütefekkir olmasının yanı sıra, eleştirel yöne de sahiptir. Çünkü, aydının birinci vazifesi elini taşın altına koymaktır’’ dedi. Aydının, toplumun dertlerini paylaşıp çözüm önerileri getirmesi gerektiğini de vurgulayan Mehmet Aydın, aydının ‘’fildişi kulesinde’’ 54 2009 Ömer ÇAKIR 224 54 2009 oturmak yerine toplumu bilgiyle yönetmesinin önem taşıdığını kaydetti. Tarihin bir toplumun yaşamında taşıdığı öneme de işaret eden Aydın, tarihinde önemli başarıları olan toplumların bir gün o başarılardan uzak kaldığı takdirde huzursuz olduğunu ifade etti. Bunun için tarihin çok iyi bilinmesi gerektiğini belirten Aydın, tarihin en iyi biçimde ele alındıktan sonra tahlilinin de iyi yapılmasının önem taşıdığını söyledi. 11 Eylül saldırılarından sonra medeniyetlerin mukayesesinin yapıldığı kimi eserlerde tüm olumsuzlukların İslam medeniyetine, olumlu yönlerin ise Batı medeniyetine atfedilmesini de eleştiren Aydın, İslam medeniyetinin zenginliklerinin iyi tahlil edilmesini önerdi. Aydın, şöyle konuştu: ‘’Sayın Barack Obama, Kahire’deki konuşmasında, ‘İslam medeniyeti insanlık medeniyetine çok katkısı olan bir medeniyettir. Örnek olarak da Rönesans’a, aydınlanmaya çok büyük katkısı olmuştur’ dedi. Cebirden bahsetti, kimyadan bahsetti. Bunlar çok güzel ama arzu ederdik ki o gün Kahire’de Sayın Obama’ya biz 40 ciltlik bir İslam Medeniyeti Tarihi verebilelim. 40 ciltlik ya da 50 ciltlik bir tarih... ‘Madem siz oradan alıntı yaptınız, buyurun size onunla ilgili hepimizin, kuşakların, nesillerin yararlanacağı bir eser’ diyelim ama esasında kütüphane dolusu çalışmaya ihtiyaç var ki İslam Medeniyeti en iyi biçimde bilinsin.’’ İslam medeniyeti kadar Osmanlı medeniyetinin de önemli zenginliklere sahip bulunduğunu dile getiren Aydın, bu zenginlikler içerisinde üzerinde hiç çalışılmamış konuların bile bulunduğunu, böyle bir zenginliğin yapılacak çalışmalarla en iyi biçimde işlenebileceğini söyledi. Kâtip Çelebi ile ilgili çalışmalarda da henüz başlangıçta bulunulduğunu dile getiren Aydın, ‘’Eğer Kâtip Çelebi, 80 yıl yaşasaydı çok çok daha büyük başarılara imza atmıştı’’ şeklinde konuştu. Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın ve Prof. Dr. Bozkurt Güvenç Harita Sergisi açılışını yapıyorlar. Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 225 54 2009 Devlet Bakanı Aydın, Merkezimiz Başkanı Horata ve diğer katılımcılar Harita Sergisi’ni gezerlerken Konuşmaların ardından TRT Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ‘’Kâtip Çelebi’’ belgeseli gösterildi. Daha sonra, ‘’Pîrî Reis’ten Kâtip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı’’ isimli harita sergisinin açılışı, Devlet Bakanı Mehmet Aydın tarafından gerçekleştirildi. Sergi, 29 Haziran 2009 tarihine kadar Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde ziyaretçilerin ilgisine sunuldu. Ömer ÇAKIR 226 54 2009 Açılış töreni ve Resim Sergisi açılışını takiben öğleden sonra Sempozyum oturumlarına geçildi. Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un başkanlığını yaptığı I. oturumda sırasıyla Prof. Dr. Salim T. S. Al-Hassani, “17 yy.’da İslam Medeniyetinin Genel Durumu (The General Condition of the Islamic Civilization in 17th Century)”; Prof. Dr. Ralph Salmi, “Kâtip Çelebi ve Kaliforniya (Kâtip Celebi and California”; Dr. Pablo Martin Asuero, “Diego Galan’ın İstanbul’daki Esaret Yılları (The Cavtivity of Diego Galan in İstanbul)” ve Prof. Dr. Bekir Karlığa da “İki Farklı Zihniyet Yapısı: Mercator ve Kâtip Çelebi (Two different Mental Sets: Mercator and Kâtip Celebi)” başlıklı bildirilerini sundular. Aynı gün yapılan ve başkanlığını Prof. Dr. Osman Horata’nın üstlendiği II. oturumda sırasıyla Prof. Dr. Said Öztürk, “Kâtip Çelebi’nin Memleketlerin Zenginliği Konusundaki Düşünceleri (Kâtip Celebi’s Thoughts on Prosperity of Countries)”; Dr. Hüseyin Yılmaz, “Bir Osmanlı Entelektüelinin Modern Coğrafya Bilimi ile Karşılanması: 17. yy Avrupa’sı ve Avrupalıları Üzerine Kâtip Çelebi’nin Düşünceleri (An Otoman Intellectual’s Encounter with Modern Geography: Kâtip Celebi on Europa and Europeans in the Sevententh Centurya)”; Yrd. Doç. Dr. Hüsnü Koyunoğlu, “Kâtip Çelebi’nin Bilgiye Tenkitçi Yaklaşımı: Cihannüma Örneği (Kâtip Celebi’s Critical Approach to Information: The Example of Cihannüma)” ve Dr. Dursun Ayan da “Kâtip Çelebi’nin Geometri Bilen Kadısı, Bilgi Sosyolojisi Üzerine Notlar (Kâtip Celebi’s Qadi with Knowledge of Geometry Notes on Sociolegy of Knowledge)” başlıklı bildirilerini sundular. Kâtip Çelebi Sempozyumu II. oturumdan bir kare; Ayan, Öztürk, Horata, Yılmaz ve Koyunoğlu. Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 227 19 Haziran günü yapılan III. oturumun başkanlığını Prof. Dr. Mustafa Kaçar üstlendi. Oturumda sırasıyla Prof. Dr. Jean-Bacque-Grammont, “Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi: Ortak Bir Kaygının Kavramlaşması Hakkında (Kâtip Celebi and Evliya Celebi: Conceptualization of a shared concern)”; Doç. Dr. Mahmut Ak, “Osmanlı Coğrafya eserlerinde Şehirlerin Tasnifi: Menazırü’l-avalim ve Cihannüma Örneği (The Classifacation of Cities in Ottoman Geographical Works: The Examples of Menazırü’l-avalim and Cihannüma)”; Prof. Dr. Robert Dankoff, “Üç Osmanlı Coğrafyacısı ve Kaynakları: Aşık Mehmet, Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi’ye göre Tiflis ve Bitlis (Three Ottoman Geograhers and their Sources: Tiflis and Bitlis according to Aşık Mehmed, Kâtip Celebi and Evliya Çelebi)” ve Prof. Dr. Yavuz Unat ile Dr. İnan Kalaycıoğulları’nın birlikte sunduğu “Kopernik Kuramının Türkiye’ye Girişinde Kâtip Çelebi’nin Cihannüması ve İbrahim Müteferrika’nın Eklerinin Rolüz (The Importance of Kâtip Celebi’s Cihannüma and İbrahim Müteferrika’s additions Role in the introduction of Copernicus’s theory into the Turkey)” başlıklı bildiriler okundu. 20 Haziran günü yapılan IV. oturumun başkanlığını Prof. Dr. Jean-BacqueGrammont üstlendi. Bu oturumda sırasıyla Prof. Dr. John Curry, “Bir Osmanlı bilim adamı Batı Yarımküresinin keşfini değerlendiriyor: Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’daki Amerika Algısı (An Ottoman Scholar Reflects on the Discovery of the Western Hemisphere: Kâtip Çelebi’s Vision of the Americas in the Cihannuma)”; Prof. Dr. Ertan Eğribel, “Kâtip Çelebi’ye Göre Osmanlı Toplumsal Düzeni (The Ottoman Social Structure According to Kâtip Celebi)”; Yrd. Doç. Dr. Bilal Yurtoğlu, “Kâtip Çelebi’ye Göre Batı Dünyası (The Western World According to Kâtip Celebi)” ve Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu da “Kâtip Çelebi’nin Bilgiye tenkitçi Yaklaşımı: Cihannüma Örneği (Human Being and Ethics in Kâtip Celebi)” başlıklı bildirilerini sundular. Sempozyumun V. ve son oturumu Prof. Dr. Bekir Karlığa başkanlığında yapıldı. Oturumda sırasıyla Prof. Dr. Mustafa Kaçar, “Kâtip Çelebi’nin Evren Modeli (Kâtip Celebi’s Universe Model)”; Doç. Dr. Salim Aydüz, “Kâtip Çelebi’nin Osmanlı Medreseleri Müfredatı ile İlgili Tespitleri ve Önerileri Üzerine bir Değerlendirme (Kâtip Celebi’s Observations on the Ottoman Medrese Curriculum and his Recommendations)”; Prof. Dr. Yakup Civelek, “Keşfü’z-Zunun’un Pek Tanınmayan Zeyller (Relatively Little Known Supplements of Keşfü’z-Zunun)” ve Yrd. Doç. Dr. Zeynep Aycibin de “Kâtip Çelebi’nin Tarihçiliği (The Historianship of Kâtip Celebi)” başlıklı bildirilerini sundular. Kapanış Prof. Dr. Osman Horata başkanlığında, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Prof. Dr. Mustafa Kaçar, Prof. Dr. Robert Dankoff ve Prof. Dr. Said Öztürk’ün katılımıyla gerçekleştirildi. Sempozyumun geniş bir değerlendirmesinin yapıldığı kapanışın ardından toplantı sona erdi. 54 2009 Ömer ÇAKIR 228 54 2009 Katılımcılar, Kâtip Çelebi Sempozyumu’nun gerçekleştirildiği Devlet Resim ve Heykel Müzesi önündeler Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli Bilgi Şöleni Atatürk Kültür Merkezi ve Nevşehir Üniversitesi’nin birlikte düzenlediği “Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli Bilgi Şöleni”, 17 Ağustos 2009 tarihinde Nevşehir ili Hacıbektaş ilçesi Kültür Merkezi’nde yapıldı. Bilgi Şöleni’nde Devlet Bakanı Faruk Çelik, Nevşehir Valisi Osman Aydın, Nevşehir Milletvekilleri Rıdvan Köybaşı, Ahmet Erdal Feralan ve Mahmut Dede, Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Osman Horata, Nevşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç, Tunceli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Durmuş Boztuğ, İl Jandarma Komutanı Jandarma Albay Turgay Aras, Nevşehir Belediye Başkan Yardımcısı Cafer Okur, Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, Hacıbektaş Kaymakamı Mustafa Eldivan, İl Emniyet Müdürü Ömer Gurulkan, Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ve çok sayıda dinleyici hazır bulundu. Yurt içi ve yurt dışından 26 bilim adamının bildirileriyle katıldığı panelin açılış konuşmalarının ilki Nevşehir Üniversitesi Rektörü sayın Prof. Dr. Filiz Kılıç tarafından yapıldı. Kılıç, Hacı Bektaş Veli’nin dil, din, ırk ayrımı yapmadan tüm insanları kucaklayan hoşgörüsüyle yüzyıllar öncesinden bugüne her daim felsefesini yaşattığını söyledi. Prof. Dr. Kılıç, Hacı Bektaş Veli’nin sözlerinin ne anlama geldiğine dikkati çekerek, konuşmasını şöyle sürdürdü; Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 229 ‘‘O, yaşadıklarını dile getirmiştir ya da ne söylüyorsa öyle yaşamıştır. Onun asırlar önce söylediği sözler günümüzdeki her insan için önem taşır. O, dil, din, ırk ayrımı yapmadan tüm insanları kucaklayan hoşgörüsüyle yüzyıllar öncesinden bugüne ve geleceğe seslenerek her daim felsefesini yaşatmıştır. Nevşehir Üniversitesi kurulduğu günden bu yana bölgemizin maddi ve manevi değerlerinin yanında, tarihi ve kültürel zenginlikleri bilimsel metotlarla ele alıp değerlendirmek için çalışmaktadır. Bu tür çalışmalara azimle, heyecanla, istekle devam edecektir.” dedi. Atatürk Kültür Merkezi Başkanı sayın Prof. Dr. Osman Horata da açış konuşmasında Hacı Bektaş Veli’nin 800. doğum yıldönümünde anılmasının önemine temas ederek şunları söyledi; ‘’Gök kubbenin altında üzerinden yıllar geçse de insanlığın düşünce ve duygu dünyasında ışımaya devam eden bu gibi değerlere sahip milletlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Bu yıl dönümleri, onların insanlık tarihlerine kazandırdıkları anlamın anlaşılması ve hatırlanması bakımından son derece önemlidir. İnsanlığı Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a taşıyacak gelişmelerin fikri temelleri 13. yüzyılda bu topraklarda atılmıştır. Tarihçiler küçük bir uç beyliğinin son derece olumsuz şartlarda 150 yıl gibi kısacık bir sürede büyük bir imparatorluk haline gelmesini Orta Çağ’ın en önemli meselelerinden kabul ederler. Bunun temel dinamiklerini askeri yapıdan ziyade 13. asrın siyasi, esas olarak da sosyal yapısında ararlar çünkü sağlam, ciddi ve sosyal değerlere dayanmayan hiçbir yükselişin ömrü uzun olmamaktadır. Bu değişmeyen bir tarihi gerçektir.” Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Osman Horata, Bilgi Şöleni açış konuşmalarını sunarlarken. 54 2009 Ömer ÇAKIR 230 54 2009 Nevşehir Valisi sayın Osman Aydın ise açış konuşmasında halk şiirimizin ve Türk sanat musikisinin gelişmesinde cemevleri ve Mevlevi tekkelerinin büyük rol oynadığını söyledi. Aydın, “Bugün halk şiirimizden övünerek bahsediyorsak cemevlerinde gerçekleştirilen semahların halk şiirimize büyük katkısı vardır. Türk sanat musikisinin oluşmasında da Mevlevi dergâhları, tekkeleri Türk sanat musikisinin gelişmesinde nasıl etki sağlamışsa Türk halk musikisinin gelişmesinde de cemevleri büyük etki sağlamıştır. Türk sanat musikisinde yetişen büyük bestekârlarımızın çoğu Mevlevi tekkelerinde yetişmiştir.” diye konuştu. Nevşehir Üniversitesi ve Atatürk Kültür Merkezi tarafından düzenlenen “Doğumunun 800. Yılında Hacıbektaş Veli Bilgi Şöleni”ne katılan Devlet Bakanımız sayın Faruk Çelik de bir açış konuşmasıyla toplantıya katkıda bulundu. Sayın Çelik konuşmasında şu cümlelere yer verdi; “Fikirleri, varlık felsefesi, insanı önceleyen yaklaşımı ve güzel ahlakıyla Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Anadolu’dan, Orta Doğu’ya 800 yıldır ışık saçan, milyonlarca insanın gönlünde yer bulan Hacı Bektaş Veli’nin böylesine kapsamlı bilimsel bir toplantının konusu olmasını oldukça önemsediğimizi belirtmek istiyorum. Bu toplantının millet olarak bizleri, belirli değerler dünyasına ait kılan, medeniyetler inşa eden ve Anadolu’dan yükselttikleri ışıkla gönülleri aydınlatan Hacı Bektaş Veli gibi büyük mutasavvıfların daha iyi anlaşılmasına vesile olacağına inancım sonsuz. Yazılı kaynaklar yerine sözlü kaynakların bilgilenme ve öğrenme sürecindeki etkisini göz önünde bulundurursak Anadolu’nun orta yerinde halkla içi içe yaşayıp onların anladığı dilde konuşan, yazan ve yol gösterici Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen bu toplantının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Birçok konuda var olan bilgimizi de gölgeleyen bilgi kirliliği problemini yaşıyoruz. Bilgimizin ve bilgi kaynaklarımızın üzerindeki bu kara bulutlar kanaatimce millet olarak yaşamakta olduğumuz birçok sosyal, siyasal, kültürel problemle çatışma alanının da kaynağını oluşturmaktadır.” Konuşmaların ardından Nevşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç, Bakan sayın Çelik’e, Vali sayın Aydın’a, Merkezimiz Başkanı sayın Horata’ya ve Hacıbektaş Belediye Başkanı sayın Selmanpakoğlu’na birer teşekkür plaketi verdi. Açılış töreninin ardından oturumlara geçildi. Oturumlar A ve B salonu olmak üzere eş zamanlı olarak iki ayrı salonda yapıldı. A salonunda yapılan ve başkanlıklarını Prof. Dr. Osman Horata ve Doç. Dr. Ahmet Taşğın’ın üstlendiği 1. oturumda sırasıyla Prof. Dr. Hasan Onat, “Ahmet Yesevi Hacı Bektaş Veli Çizgisinde Velâyetname’nin Anlam ve Önemi”; Doç. Dr. Osman Eğri, “Hacı Bektaş Veli’de Akıl, İlim ve İman İlişkisi”; Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya, “Hacı Bektaş-ı Veli’de İnsan Felsefesi”; Dr. Özgür Savaşçı, “Hz. Hünkâr Hacı Bektaş Veli Örneğinde Bektaşilik-Alevilikte Lakapların Önemi” ve Dr. Robert Langer de, “Horasan’dan Almanya’ya: Hacı Bektaş Veli’nin Zaman ve Mekândaki Yolculukları” başlıklı bildirilerini sundular. Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 231 54 2009 Devlet Bakanı sayın Faruk Çelik, Bilgi Şöleni açış konuşmalarını sunarlarken A salonunda yapılan ve başkanlıklarını Prof. Dr. Filiz Kılıç ve Prof. Dr. Osman Eğri’nin üstlendiği 2. oturumda sırasıyla Doç. Dr. Ömer Faruk Teber, “Bektâşi Dervişinin Yol Haritası: Bektaşi Erkânnâmeleri”; Doç. Dr. Hüseyin Özcan, “Hacı Bektaş Veli’nin Fatiha Tefsiri ile Besmele Tefsiri Adlı Eserlerinin Karşılaştırılması”; Yrd. Doç. Dr. Mehmet Malik Bankır, “Sosyo-Psikolojik Açıdan Makalat” ve Yrd. Doç. Dr. Ünal Zal da “Kutadgu Bilig ve Makalat’taki Temel Kavramlar Üzerine” başlıklı bildirilerini sundular. A salonunda yapılan ve başkanlıklarını Prof. Dr. Çetin Pekacar ve Prof. Dr. Eva Csaki’nin üstlendiği 3. ve son oturumdaysa sırasıyla Doç. Dr. Ayşe Kayapınar, “Balkanlar’da Mihaloğullarına Tabi Akıncıların Bektaşilikle Bağlantısına Dair Onomastik ve Toponomik Bir Araştırma”; Doç. Dr. Ahmet Taşğın, “Hacı Bektaş’ın Rum’a Gelişi: Seyahati ve Rum Erenleriyle Karşılaşması”; Doç. Dr. Levent Kayapınar, “Balkanlar’da Erken Dönem Osmanlı Akıncı Uçbeyleri Bektaşi Miydiler?” ve Yrd. Doç. Dr. Hasan Yavuzer de, “Hacıbektaş’ta Ziyaret Yerleri ve Atfedilen Anlamlar” başlıklı bildirilerini sundular. B salonunda yapılan ve başkanlığını Dr. Janos Sipos’un yaptığı 1. oturumda sırasıyla Prof. Dr. Hüseyin Bal, “Hacı Bektaş Veli ve Hak Dini İnancının Esasları”; Prof. Dr. M. Saffet Sarıkaya, “Hacı Bektaş-ı Veli’nin İnanç Dünyasında Hz. Ali ve Ehl-i Beyt”; Prof. Dr. Eva Csaki, “Hacı Bektaş Veli ile Hristiyanlık”; Doç. Dr. İskender Oymak, “Hacı Bektaş Veli Dergâhı Çevresinde Gelişen Halk İnanışları”; Yrd. Doç. Dr. Ömer Bayram, “HacıBektaş Veli Öğretisi ve Azerbaycan Edebiyatı” ve Yrd. Doç. Dr. Ali Kozan da “Hacı Bektaş-ı Veli Öğretisi ve XIII. Yüzyıl Anadolu Halk İslâmı Üzerindeki Etkileri” başlıklı bildirilerini sundular. Ömer ÇAKIR 232 54 2009 B salonunda yapılan ve başkanlığını Prof. Dr. Şükrü Akdoğan üstlendiği 2. oturumda sırasıyla Doç. Dr. Harun Yıldız, “Hacı Bektaş Veli ile Ahi Evran İlişkisi”; Cemal Şener, “Hacı Bektaş-Al Horasani’nin Alevilikteki Yeri”; Yrd. Doç. Dr. Ali Yaman, “Yesevilik-Bektaşilik Bağlantıları ve Alevi-Bektaşi Kimliği’nin Oluşumunda Yeseviliğin Rolü” ve Doç. Dr. İskender Oymak da “Hacı Bektaş Veli Dergâhı Çevresinde Gelişen Halk İnanışları” başlıklı bildirilerini sundular. B salonunda yapılan ve başkanlığını Prof. Dr. Hüseyin Bal ve Doç. Dr. Ömer Faruk Teber’in üstlendiği 3. ve son oturumdaysa sırasıyla Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı, “Tarih ve Gündelik Gerçeklik Karşısında Hacı Bektaş Veli ya da Referans Arayışının Sınırları”; Dr. Janos Sipos, “Trakya Bektaşilerinin Tasavvufi Müziği ile Anadolu ve Macar Halk Müziği Arasındaki Bağlantı”; Öğr. Gör. Dr. Hulusi Yılmaz, “Cem Ayinlerinin Uygulamalarında Rol Oynayan Aktörler: Dernek ve Vakıflar” ve Okutman Mehmet Karaaslan da, “Bektaşi Nefesleri ve Geleneğin Günümüzdeki Temsilcisi Hacıbektaşlı Şair Haydar Kaim’in Şiirleri” başlıklı bildirilerini sundular. B salonunda yapılan 3. oturumdan bir görüntü; Sipos, Bal ve Teber Her katılımcının bildirisini sunmasının ardından dinleyicilerden gelen katkılara yer verildi ve sorular cevaplandı. Bilgi Şöleni’ne katılan bilim adamlarına ayrıca Nevşehir Üniversitesi ve Atatürk Kültür Merkezi yetkililerince birer teşekkür belgeleri verildi. “Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli Bilgi Şöleni” Prof. Dr. Filiz Kılıç ve Prof. Dr. Eva Csaki’nin birlikte yaptıkları “Değerlendirme ve Kapanış” konuşmalarıyla sona erdi. Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 233 54 2009 Değerlendirme ve kapanış konuşmalarından bir kare; Onat, Kılıç ve Csaki Bilgi Şöleni’nin ardından ardından katılımcılar için Hacıbektaş ilçesi Belediye Başkanı sayın Selmanpakoğlu önderliğinde Hacı Bektaş Veli Müzesi’ne küçük bir gezi düzenlendi. Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli Bilgi Şöleni katılımcıları birlikte görülüyor. Ömer ÇAKIR 234 54 2009 Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 235 Gazeteci-yazar ve Atatürk Kültür Merkezi Şeref Üyesi Nezihe Araz vefat etti Gazeteci-yazar ve Merkezimiz Şeref Üyesi Dr. Nezihe Araz’ı 25 Temmuz 2009 tarihinde kaybettik. 87 Yaşında vefat eden Araz, şiir, oyun ve senaryo türünde verdiği çok sayıda eserle tanınmış, bunların yanı sıra biyografi ve araştırma kitaplarıyla da kültürümüze katkıda bulunmuştur. Başta kederli ailesi olmak üzere basın-yayın ve edebiyat camiasına baş sağlığı diliyoruz. Nezihe Araz, 1922 yılında Konya’da doğdu. 1941’de Ankara Kız Lisesi’ni, 1946 yılındaysa, Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Resimli Hayat dergisinde gazeteciliğe başladı (1950). Babıali’nin çeşitli gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. Röportajları ve araştırmaları yayımlandı. Yunus Emre’nin ve Mevlana’nın hayatını Dertli Dolap ve Aşk Peygamberi adlı kitaplarda anlattı. Hz Muhammed, Hacı Bektaş Veli ve Fatih Sultan Mehmet’in hayatını anlatan biyografileri yayımlandı. Mustafa Kemal ile 1000 gün, Mustafa Kemal’in Ankara’sı ve Mustafa Kemal’in Devlet Paşası adlı anı-inceleme kitapları da çok okunan eserler arasında yer aldı. Şiirlerini Kutsal Kavun, Yalnız Ağaç ve Benim Dünyam adlı kitaplarda toplayan Nezihe Araz’ın Anadolu Evliyaları adlı eseri de ilgiyle karşılandı. Bu çalışmalarının yanı sıra MeydanLarousse, Larousse-Gençlik ve Kaynak Kitaplar Yayınevi’nin hazırladığı Türkiye Ansiklopedisi’yle diğer yayınların yapımcı veya yayımcılığını üstlendi. Anadolu halk törelerini, özellikle kadın giyim ve süs eşyasının özelliklerini ve bunlara ilişkin anekdotları derledi. Anadolu kadınları baş süslemelerinden bir koleksiyon oluşturdu. Orta Anadolu Yörükleri arasında yaptığı araştırmaları Kırk Pencereli Konak adıyla yayımladı. Nezihe Araz’ın özel tiyatrolarca sergilenen Hayattan Yapraklar, ayrıca çocuklar için kaleme aldığı Ali Baba’nın Çiftliği, Bir Zamanlar O da Çocuktu, Akıllı Tavşan ve Güçlü Aslan ve Sihirli Fındıklar adlı çok sayıda oyunu vardır. Araz’ın ayrıca Bozkır Güzellemesi, Öyle Bir Nevcivan, Alaca Karanlık, İmparatorun İki Oğlu, Afife Jale, Cahide, ve Ballar Balını Buldum adlı oyunları da Devlet Tiyatroları Edebi Kurullarınca repertuvara alınmış ve çeşitli tarihlerde sahnelenmiştir. Araz 1984’ten sonra televizyon kuşak programları için dizi senaryoları kaleme almış, O Kadın, Ekmek Kavgası, İhtiras Fırtınası, Afife Jale ve Hanım adlı senaryoları da filme çekilmiştir. Nezihe Araz, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Üyesi ve Atatürk Kültür Merkezi Şeref Üyesi olup, ayrıca Basın Şeref Kartı ve 2003 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü’ne layık bulunmuştur. 54 2009 Ömer ÇAKIR 236 54 2009 Atatürk Kültür Merkezi’nin Katıldığı Fuar ve Sergiler Atatürk Kültür Merkezi hem yayınlarının tanıtımını yapmak hem de okuyucusuyla buluşmak amacıyla çeşitli kitap fuarlarına katılmakta, kimi üniversitelerde de sergiler açmaktadır. Yayınlarını %50 indirimle meraklısına sunan Merkezimiz, bu etkinlikler çerçevesinde 18-26 Nisan 2009 tarihleri arasında TÜYAP tarafından düzenlenen 14. İzmir Kitap Fuarı’na katılmıştır. Ayrıca 20-24 Nisan’da Kocaeli Üniversitesi, 27 Nisan – 01 Mayıs’ta Uşak Üniversitesi ve Sakarya Üniversitesi, 04-08 Mayıs’ta Afyon Kocatepe Üniversitesi ve 04-08 Mayıs’ta da yine Uşak Üniversitesi’nde Merkezimiz yayınları sergilenmiştir. Kitap fuarlarında Atatürk Kültür Merkezi yayınları okuyucuyla buluşuyor Yeni Çıkan Yayınlarımız Türklerin Bilime Katkıları: Bu çalışmada, Türklerin tarih boyunca bilime yapmış oldukları ana katkılar doğru ve açık biçimde gösterilmeye çalışılmıştır. Atatürk Kültür Merkezi’nden Haberler 237 Kerkük Türk Halk Müziği: Eserde, Kerkük yöresine özgü ezgileri içine alan bu kitapta, Türkmen musikisinin yapısı, makam dizileri, yörede kullanılan musiki deyimleri hakkında da etraflı bilgiler yer almaktadır. Ankara Devlet Konservatuvarı’nın Kuruluşu: Prof. Carl Ebert’in Raporları: Bu araştırmada; “Efendiler! Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz; hatta Reisicumhur olabilirsiniz; fakat sanatkar olamazsınız” diyerek Cumuhuriyet Türkiyesi’nin sanata ve sanatçıya bakışını ortaya koyan Atatürk’ün direktifleri ile can bulan Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşuna ilişkin çalışmalar ele alınmakta ve bu çerçevede Prof. Carl Ebert’in Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e sunduğu raporlar gün ışığına çıkarılmaktadır. 54 2009 ERDEM Atatürk Kültür Merkezi Dergisi Journal of Atatürk Culture Center Yayın İlkeleri Atatürk Kültür Merkezi tarafından yayımlanan Erdem, bilim, kültür ve sanatla ilgili, özgün, bilimsel makalelere yer veren, uluslararası hakemli bir dergidir. Nisan, Ağustos ve Aralık aylarında olmak üzere yılda üç sayı yayımlanır. Yayımlanacak yazıların bilimsel araştırma ölçütlerine uyması, alana bir yenilik getirmesi, başka yerde yayımlanmamış olması şartı aranır. Bilimsel bir toplantıda sunulmuş bildiriler, yayımlanmamış olmak şartıyla kabul edilebilir. Yazıların Değerlendirilmesi • Erdem’e gönderilen yazılar, yayın kurulunca dergi ilkelerine uygunluk açısından incelenir. İlkelere uygun bulunanlar, iki hakeme gönderilir. Hakem raporlarından biri olumlu, diğeri olumsuz ise üçüncü bir hakem belirlenir. Yazarlar, hakemlerin önerilerini dikkate alırlar; fakat katılmadıkları hususlara itiraz etme hakkına sahiptirler. • Yayımlanmasına karar verilen yazılar sayfa düzenlemesi yapıldıktan sonra pdf fortamıyla yazarlara gönderilir. Yazar son okumayı yapar ve gerekli düzeltmeleri çıktı üzerinde göstererek dergiye geri gönderir. • Raporlar beş yıl süreyle saklanır. • Yazılardaki görüşlerin sorumluluğu yazarlarına aittir. • Yayımlanan yazılar için telif ödenir. Telifi ödenen yazının yayın hakları Atatürk Kültür Merkezi’ne devredilmiş sayılır. Bu devir, sanal ortamda yayımlanmayı da kapsar. • Yayımlanmayan yazılar iade edilmez. • Her yılın sonunda yıllık dizin hazırlanır ve sonraki yılın ilk sayısında yayımlanır. Yayın Dili • Erdem’in dili Türkçedir. Ancak başka dillerde yazılmış makalelere de yer verilebilir. Dergiye gönderilecek yazıların akademik dil kullanımıyla ilgili her türlü kusurdan arınmış olması gerekir. Yabancı dildeki yazıların bir anadili konuşurunca kontrol edilmesi önerilir. Yazım Kuralları ve Sayfa Düzeni • Yazılar A4 boyutunda (29.7x21 cm) kâğıda, MS Word veya MS Word uyumlu programlarla yazılmalıdır. Yazı karakteri olarak Times New Roman kullanılmalıdır. Yazılar 10 punto ve 1.5 satır aralığıyla yazılmalıdır. Sayfa kenarlarında üçer cm boşluk bırakılmalı ve sayfalar numaralandırılmalıdır. Yazılar 25 sayfayı geçmemelidir. Özel fontlar kullanılmamalı, transkripsiyon işaretleri varsa, editörlük yapılabilecek şekilde belirtilmelidir. Makalede yer alan görsel malzemenin metinden ayrı olarak da, dosyalar halinde (JPG, TİFF gibi bilgisayar formatında) eklenmesi ya da orijinallerin yollanması gerekir. • Yazarın adı, soyadı büyük olmak üzere koyu, adresler ise normal harflerle yazılmalı; yazarın görev yaptığı kurum, haberleşme ve e-posta adresi belirtilmelidir. • En fazla 150 sözcükten oluşan, 9 puntoyla yazılmış Türkçe ve İngilizce özler, özlerin altında genelden özele doğru en az 4, en çok 8 sözcükten oluşan anahtar kelimeler verilmelidir. • Başlıklar kalın harflerle yazılmalıdır. Uzun yazılarda ara başlıkların kullanılması okuyucu açısından yararlıdır. Ana başlıkların, 1., 2., ara başlıklar, 1.1., 1.2., 2.1., 2.2., şeklinde numaralandırılması tavsiye edilir. Ana başlıkların tümü (ana bölümler, kaynaklar ve ekler) BÜYÜK İNCE HARFLERLE veya daha büyük puntoyla Kalın Küçük Harflerle yazılmalıdır. Ara ve alt başlıkların ise sadece ilk harfleri büyük yazılmalıdır. • Metin içindeki vurgulanması gereken ifadeler, eğik harflerle gösterilir, kalın karakter kullanılmaz. Hem eğik hem kalın veya hem eğik hem “tırnak” içinde vermek gibi çifte vurgulama yapılmaz. • Doğrudan alıntılar tırnak içinde verilir. Alıntılar 5 satırdan fazla olduğunda, paragraf girintisinden bir cm içeriden başlatılmalı ve bir punto küçük yazılmalıdır. • Yazımda, özel durumlar dışında, TDK Yazım Kılavuzu esas alınır. Kaynak Gösterimi • Dipnot ve kaynakların yazımı konusunda, yöntem bakımından kendi içinde tutarlı olması, gazete, dergi ve kitap adlarının eğik ince, makale başlıklarının ise “tırnak” içinde, düz olarak yazılması ve sonda “kaynakların” ayrıca verilmesi kaydıyla yazarların tercihleri dikkate alınmakla birlikte; metin içindeki göndermelerin, yazarın soyadı, yayın yılı ve gönderme yapılan sayfa olmak üzere parantez içinde aşağıdaki şekilde yazılması, dipnotların açıklamalar ve ek bilgiler için kullanılması önerilir: (Köprülü 1932: 120). Cümle içinde yazar adı geçmiş ise parantezde tekrarlanmasına gerek yoktur: Köprülü (1932: 10). eserinde...; “Tanpınar (1976: 120), şunları yazar...” Birden fazla yazarlı yayınlarda yazarlar metin içinde şu şekilde yazılır: (Öztürk vd. 2002). • Ulaşılabilir kaynaklarda ikincil kaynak kullanımından kaçınılmalıdır. • Bir yazarın aynı yılda yayımlanmış birden fazla yayını (1980a, 1980b) şeklinde gösterilir. • İnternet adreslerinde, parantez içinde tarih belirtilir. • Kaynaklar metnin sonunda, yazarların soyadına göre alfabetik olarak aşağıdaki şekilde yazılmalı; eserin yayınevi ve makalelerin sayfa aralıkları belirtilmelidir. Atıf yapılmayan çalışmalara Kaynaklar kısmında yer verilmemelidir. Cunbur, Müjgân (1987), “Atatürk ve Milli Birlik”, Erdem, C.3, S. 7, s. 1-11. Ergin, Muharrem (1991), Dede Korkut Kitabı II, 2. bs. Ankara: TDK Yay. Öztuna, Yılmaz (2000), Türk Mûsıkisi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Ankara: AKM Yay. Dört ve daha fazla yazarlı yayınlar: Deny, Jean vd. (1959), Philologiae Turcicae Fundamenta I, Wiesbaden: Steiner Verlag. ERDEM Journal of Ataturk Culture Centre Publication Policy Erdem, published by Ataturk Culture Centre, is an international, refereed journal that publishes original, scientific articles on science, culture and art. It is published thrice a year in April, August and December. The articles should be in accordance with scientific research criteria, original and not have been published elsewhere. Symposium papers may be accepted for publication if they are not published before. Conditions for Publication • The articles sent to Erdem are examined by the Editorial Board in terms of publication criteria. The articles that are in accordance with the publication criteria are sent to two referees. If one of the referee reports is positive and the other is negative, the article is sent to a third referee. The authors take referee suggestions into consideration but they have the right to oppose to the points they do not agree. • The articles accepted for publication are sent to the authors in pdf format after their page setup is done. The author reads the article for proof and makes necessary corrections on the print-out and sends it back. • Referee reports are kept for 5 years. • The ideas are under the author’s responsibility. • The authors are paid for their articles, and the copyright for published articles resides with Ataturk Culture Centre and this includes the publication of the article on the net. • Unpublished articles are not returned to authors. • Yearly index is prepared at the end of each year and is published in the first issue of the new year. Language • Erdem is published in Turkish. However, articles in languages other than Turkish may also be published. The articles sent to the journal shoud be free of language defects and should be in harmony with academic language use. It is recommended that the articles in foreign languages are checked for proof by native speakers. Principles of Typing and Page Setup • Articles should be written on A4 paper (29.7x21 cm.) and the required format is MS Word for Windows. Text should be written in Times New Roman font, 10 sized, 1.5 spaced throughout. Leave margins of 3 cm. from left and right and number all pages. Articles should not exceed 25 pages. Special fonts should not be used and if there are signs of transcription, they must be pointed out for editing. • The name and surname of the author should be written in bold letters (surnames should also be capitalized), addresses in normal letters, and the author’s affiliation , address and e-mail should be stated. • Abstracts in both Turkish and English, not exceeding 150 words, 9 sized, and a minimum of 4 or a maximum of 8 keywords, from the general to the specific, should be written. • Titles should be written in bold letters. It is better to use headings. Numerate headings as 1., 2., and subheadings as 1.1., 1.2., 2.1., 2.2.. All main headings should (parts, bibliography, appendix) either be written in CAPITAL NORMAL LETTERS or Bold Small Letters. Only the first letters of headings and subheadings should be capitalized. • The parts to be stressed in the text should be in italics, not bold. Both italics and bold or italics or “quotation marks” cannot be used at a time to stress. • Qoutations are written in quotation marks. Indent qoutations that exceed 5 lines 1 cm from the paragraph indent and write in 9 sized letters. • TDK Yazım Kılavuzu is to be taken as the basis for spelling except for special occasions. Bibliography • As long as the names of books and journals are written in italic/normal newspaper, letters, names of articles in “quotation marks”and “Bibliography” is given at the end of the article and footnotes and bibliography are given consistently throughout, authors’ preferences in terms of giving footnotes and bibliography are accepted. It is suggested that when it is necessary to indicate a source within the text, the surname of author, year of publication and page number should be included in parentheses as exemplified below and it is better to use the footnotes for further explanation and information: (Köprülü 1932: 120). If the name of the author is used in the sentence, there is no need to mention it in parantheses: Köprülü (1932: 10) in his work….; Tanpınar (1976: 120) says…” If the publication has more than one author, it is mentioned in the text as (Öztürk vd. 2002). • Avoid using secondary sources if you can reach primary sources. • If more than one publication of the same author published in the same year are referred to, give them as (1980a, 1980b). • Websites should be cited with the dates in parantheses. • Bibliography should be given at the end of the article. Bibliographical information is to be ordered in accordance with an alphabetical order of the surnames as exemplified below, and publisher of the works and page numbers of the articles should be stated. Works, that are not referred to in the text, should not be cited in the Bibliography. Cunbur, Müjgân (1987), “Atatürk ve Milli Birlik”, Erdem, C.3, S. 7, s. 1-11. Ergin, Muharrem (1991), Dede Korkut Kitabı II, 2. bs. Ankara: TDK Yay. Öztuna, Yılmaz (2000), Türk Mûsıkîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Ankara: AKM Yay. Works with four or more than four authors: Deny, Jean vd. (1959), Philologiae Turcicae Fundamenta I, Wiesbaden: Steiner Verlag.