Burhan Dergisi 44. Sayı
Transcription
Burhan Dergisi 44. Sayı
editör’den Bazen insan bir kıssa duyar, okur o kıssa ile zihni fırtınaya tutulur. Belki binlerce kitapla anlatılamayacak meseleyi çok hoş bir şekilde özetleyen ve insanı “ilim” konusunda derinlere daldıran bir kıssa… Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve: - Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu. Çocuk: - Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi. - Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun? - Bu koyunlarımla. - Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin? - Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim. - Allahü teâlâyı nasıl bilirsin? - Hiç bir şeye benzetmeden bilirim. - Böyle olduğunu nasıl bildin? - Yine bu koyunlardan. - Nasıl? - Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek: - İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu. Çocuk: - Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi. - Peki başka ne öğrenmişsin? - Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi. - Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum. - Gönül ilmi şudur ki, bana kalp verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalp ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım. Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine: - Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu. - Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi. Gerçek ilme ulaşabilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz… içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 44 Mayıs 2009 SAHİBİ 4 İKİ SAHÂBÎNİN İLME VE ÂLİME 46 RAHMET-İ İLAHİYYE Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN PENCERESİNDEN AHİRET SARAYLARINA BİR BAKIŞ BAKIŞLARI Burhan Basın Yayın Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI 8 İLMİN ÖLDÜRÜCÜ BİR SİLAHA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ Kamil ABDULLAHOĞLU Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR 50 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 12 İLMİN VE ALİMİN ÜSTÜNLÜĞÜ... YAYIN KURULU Mehmet TALU 52 Kaza ve Kader Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Mustafa ÖZKAYA Umut BULUT 18 BİLGİ, İMAN VE AKSİYON Ersan BİLGİN 54 Katre-i Matem Kritiği Umut BULUT GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU 20 İLİM HAKKINDA KIRK HADİS Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 22 Modern Çağda Velayet Anlayışları – 2 Ahmet HALİLOĞLU 56 SONSUZLUĞUN SAHİBİNE ULAŞMAK İSTEYEN YİĞİDO Hasan BAŞAR 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro 25 ÂLİM ÂMİLDİR Abonelik İçin Hesap Numaraları Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK 59 Şiir Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ 26 Tebriz'den Doğan Güneş: Şemsi Ahmet HALİLOĞLU Tebrizî Hazretleri Aydın BAŞAR Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Tel: +9 (0216) 498 94 00 28 RUFAİ YOLU VE SÜNNET Faks: +9 (0216) 498 94 00 Salih AYDIN Sultanbeyli / İST. 60 Cahar DUDAYEV... 65 Çeçen Milli Marşı 66 ALTMIŞ YAŞINDA BİR DELİKANLI Ayşe BAĞCİVAN İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@gmail.com 32 Kalın Kabanlı Adam www.burhandergisi.com Halil ATİK burhandergisi@mynet.com Öğrenmek (Hadis-i Şerif) BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın 34 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 25 Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 69 Efendimiz (sav)’in Dilinden İlim 70 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA 36 Nüzûl-i İsa Hadisleri 72 KUR’AN-I KERİM VE İLİM Talha Hakan ALP Ebul Hüda Sayyadi Er-Rifai Hz. İki Sahâbînin İlme Ve Âlime Bakışları 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN İlmin Öldürücü Bir Silaha Dönüştürülmesi 8 Kamil ABDULLAHOĞLU İlmin Ve Alimin Üstünlüğü... 12 Mehmet TALU Rufai Yolu Ve Sünnet 28 Salih AYDIN Nüzûl-i İsa Hadisleri 36 Talha Hakan ALP Katre-i Matem Kritiği Umut BULUT 60 54 Cahar DUDAYEV... Ahmet HALİLOĞLU Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN mustafaagirman@gmail.com İKİ SAHÂBÎNİN İLME VE ÂLİME BAKIŞLARI “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” ( Tirmizî, İlim 2) Mayıs 2009 4 İslâm dîni, ilim öğrenmeyi, bilgi sahibi olmayı ve cehâleti ortadan kaldırmayı hedefler. Kur’ân-ı Kerîm’in “oku” emri ile başlaması ve pek çok âyet-i kerîme ile onlarca hadîs-i şerîfte ilmin teşvik edilmesi özellikle İslâm’ın ilk asırlarında âdeta bir ilim ordusunun teşekkülüne vesile oldu. Müslümanlar, ilmi her şeyden önemli gördüler ve âlimleri toplumun önderleri kıldılar. Daha sonraki asırlarda, başta İslâmî ilimler olmak üzere birçok ilim dalı ve bilgi alanı geliştirdiler ve bunların ilk kurucuları ve geliştiricileri oldular. Onları bu çalışmalara teşvik eden başta inançları ve bu inancın kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet idi. Bakınız, bu iki kaynak, ilim hakkında ne buyuruyor: Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bir âyeti kerîmede “(Ey Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları BAŞYAZI hakkıyla düşünür.” (Zümer sûresi, 39/9) buyurarak ilmin üstünlüğüne vurgu yapar ve insanları ilme teşvik eder. Bir başka âyet-i kerîmede de: “Allah, içinizden îmân edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücâdele sûresi, 58/11) buyurarak îmân sahiplerine ve ilim sahiplerine verdiği değere işâret eder. Hz. Peygamber efendimiz de konu ile alakalı olarak birkaç hadîsi şerifinde şöyle buyurur: “Allah, hakkında hayır dilediği kimseye din konusunda büyük bir anlayış verir.” (Buhârî, İlim 10; Müslim, İmâre 175) “Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda tüketen kimse ve birde Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”.(Bûhârî, İlim–15; Müslim, Müsâfirîn 268) “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikr 39) “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” ( Tirmizî, İlim 2) “Bir kimse ilim elde etmek arzusu ile bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır, muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kişinin üzerine kanatlarını gererler, göklerde ve yerlerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim kişiye Allah’tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü ayın diğer yıldızlara karşı üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü mîras bırakmazlar, sadece ilmi mîras bırakırlar. O mîrası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19) Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmek için, zaman, mekân, yaş kaydı koymamıştır. Beşikten mezara kadar erkek ve kadın herkese ilim öğrenmeyi farz kılmıştır. Yolculukta, savaş zamanlarında, ticâretle uğraşırken, misâfirlikte, hâsılı akla gelebilecek her yerde ilim tahsil etmeyi emretmiştir. İhtisas isteyen işlerde, bir takım bilgilerle mücehhez olduktan sonra işe başlamayı tavsiye etmiştir. Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi ibâdet olarak kabul etmiştir. İbâdete gösterilen ihtimâmın 5 Mayıs 2009 ilim öğrenirken ve öğretilirken de gösterilmesini istemiş, âlimlerin kaleminden akan mürekkebin şehidlerin kanlarına bedel olduğunu; ilim tahsil ederken ölen bir kimse ile peygamberler arasında Allah katında bir derece fark bulunduğunu bildirmiştir. Maddî bir menfaat karşılığı ilim öğrenmeyi ayıplamış, ilim öğrenmenin ve öğretmenin hasbî olmasını istemiştir. İlim yolunda seyahati, merkezden taşraya âlim gönderilmesini, toplum içinde belirli bir zümrenin devamlı ilimle meşgul olmasını, sık sık âlimlerin bir araya gelerek meseleleri münâkaşa etmelerini, âlimlerin gereksiz sorularla yorulmamasını istemiştir. İslâm, Mücerred bilgiye değil, yaşanan bilgiye önem vermiştir. Âlimin, hayatında tatbîk ettiği bilgileri başkalarına tavsiye edebileceğini söylemiştir. Şimdi, ilim konusunda, kendileri de âlim olan iki sahâbîye kulak verelim. Bunlardan biri Hz. Ali (r.a.), diğeri de Hz. Muaz b. Cebel (r.a.) dir. Önce, Hz. Ali’yi dinliyoruz can kulağı ile: Küleyb b. Ziyad anlatıyor: “Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) elimden tutarak beni çöle doğru götürdü. Çölde bir yerde oturduk. Biraz dinlendikten sonra bana şunları söyledi: “Küleyb! Kalbler birer kabtır. En iyi kab da içindekini dışına sızdırmayandır. Sana söyleyeceklerimi iyi belle! İnsanlar üç gruptur. Birinci grup kudretli âlimlerdir. İkinci grup ilim öğrenerek kurtuluş yoluna gidenlerdir. Üçüncü grup ise kör kütük câhil kalabalıklardır. Bunlar rüzgâr nereden eserse oraya dönerler, ilim nûruyla aydınlanmamış kimselerdir. Sağlam bir dayanakları da yoktur. Küleyb! İlim maldan hayırlıdır, ilim seni korur, malı ise sen korursun. İlim, âmel edildikçe artar. Mal ise harcandıkça eksilir. Âlimi sevmek herkesin boynunun borcudur. İlim, âlime hayatında itibar kazandırır, ölümünden sonra da anılmasına vesile olur. Malın sağladığı îtibar malla birlikle kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölürler. Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar. Kendileri göçüp gitseler bile, eserleri ve isimleri gönüllerde yaşar. Ah! Ah! -Eliyle göğsünü İşaret ederek- şuradaki ilmi kendilerine nakledebileceğim lâyık kimseleri bulabilsem! Bulmasına buldum ama emin kimseler değiller. Onlar, dîni anlamaları için kendilerine verilen ilmi dünya menfaatine kullanıyorlar. Allah'ın hüccetlerini, kitabının aleyhine, nimetlerini de kullarının aleyhine kullanıyorlar. Bazıları da ehl-i Hakkın tavsiyelerine uymuyorlar. Hak ve hakikatin nasıl diriltileceğini de bilmiyorlar. Daha başlar başlamaz şüpheye düşüyorlar. Bu iki grupta da hayır yok, bir kısmı da yuları arzu ve iştihalarının eline teslim ediyorlar. Diğer Mayıs 2009 6 İlim maldan hayırlıdır, ilim seni korur, malı ise sen korursun. İlim, âmel edildikçe artar. Mal ise harcandıkça eksilir. Âlimi sevmek herkesin boynunun borcudur. bir kısmı da mal toplayıp biriktirmeye düşkünler. Bunlar din dâvetçileri olamazlar. Mer’ada otlayan hayvanlara çok benzerler. Böylece âlimlerin ölümüyle ilim de ölür. Allah’ım böyle olmasın. Varlığını isbât eden delillerin, apaçık âyetlerinin boş şeyler olduğu iddia edilmemesi için yeryüzü âlimsiz kalmasın. Bunların sayıları çok azdır. Ama Allah katındaki değerleri çok büyüktür. Yüce Allah, dînini bunlara müdâfaa ettirir. Bunlar da kendilerindeki emâneti lâyık olanlara devrederler. Bu şuuru onların gönüllerine yerleştirirler. Dünya zevk ve sefasına dalanların böbürlendikleri yerlerde, onlar mülayim davranırlar. Câhillerin iltifat etmedikleri ilmi dost kabul ederler. İlmin verdiği aşkla bedenleriyle dünyada yaşarlar, ruhları mana âlemindedir. İşte yeryüzünde Allah'ın halifeleri ve İslâm'ın dâvetçileri bunlardır. Ahh! Keşke böylelerini görebilsem! Kendim ve senin için Allah'tan mağfiret dilerim.. İstersen kalkabilirsin.” (Kenzü’l-ummâl, V, 231) Şimdi de Muaz b. Cebel'i dinliyoruz: “İlim öğrenin. Çünkü ilim Allah'a olan saygınızı artırır, ilim talep etmek ibâdettir. Beraber çalışmak zikirdir. Araştırma yapmak cihaddır. Bilmeyenlere öğretmek sadakadır, ilmi lâyık olana ver- mek kişiyi Allah'a yaklaştırır. Çünkü ilim helâl ve haramın kıstaslarını verir. İlim, Cennet ehlinin gideceği yolda kandil, yalnızlıkta dost, gurbette arkadaş, tenhalarda yoldaş, sevinçli ve kederli günlerde kılavuz, düşmana karşı silâh ve dostlar katında da bir meziyettir. Allah milletleri ilimle yükseltir ve onları iyilikte, güzel şeylerde önder yapar. Diğer milletler ilim sahibi olan milletlerin izinden yürürler, onların hareketlerini taklit ederler, görüşlerine müracaat ederler. Melekler bile onlarla arkadaşlık yapmak isterler. Kanatlarıyla onları okşarlar. Yaş kuru ne varsa, hatta denizdeki balıklar, karadaki yırtıcı kuşlar ve hayvanlar dahi onlar için istiğfar ederler. Çünkü ilim cehâletten kararan kalpleri aydınlatır, Karanlık sebebi ile görmeyen gözlere kandil olur. Kul ilim sayesinde dünyada da âhirette de seçkin kimselerin ulaştıkları mertebelere en yüksek derecelere ulaşır. İlme kafa yormak, gündüzleri oruç tutmaya, ilmi müzakerelerde bulunmak da geceleri ihya etmeye denktir. İnsanlar ilim vasıtasıyla akrabalık bağlarını koparmazlar. Helâl ve haram ilim sayesinde birbirinden ayırt edilir. İlim, çalışanlara yol gösterir. Amel ilimden sonra gelir. Bahtiyar kimseler ilimden ilham alır. Bahtsızlar ise ondan mahrum olurlar.” (et-Terğîb, I, 58) 7 Mayıs 2009 Kamil ABDULLAHOĞLU İLMİN ÖLDÜRÜCÜ BİR SİLAHA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ Dünya tarihi pek çok katliamlara sahne olmuş ve olmaya devam etmektedir. İnsan kadar kendi nesline düşman olan başka bir varlık görülmemektedir. Tarih boyunca insan nesli hep kendini savunmak yada karşıdakini yok etmek için çaba sarfetmiş ve bu yolda pek çok imkanlarını harcayarak silah üretmeye çalışmıştır. Ne yazık ki günümüzde bilimsel çalışmalar insanlığın hizmetinden çok, yine onu yok etmeye yönelik olarak eski hızına hız katarak devam etmektedir. Bu insanlık adına korkutucu bir şey. Ancak bundan daha korkutucu bir silah, İlahi ilmin asıl hedefinden saptırılmasıdır. Ehli kitap olarak bilinen Yahudiler, Allah Teala’nın Musa (a.s.) gönderdiği Tevrat’ı tahrif etmeleri sonucunda hem Mayıs 2009 8 kendileri sapmış hem de sonra gelen nesillerin sapmasına sebep olmuşlardır. Bunun sonucu olarak da son ve hak din olan İslam’a inanmalarına mani olmuşlardır. Yine ehli kitap olan Hıristiyanlar da incili tahrif ederek nesilleri aynı akıbete uğratmışlardır. İlahi kaynaklı olan İslam dinini de tahrif etmek için tarih boyunca dahili ve harici müsteşrikler de çok çalışmış, ancak Allah Azze ve Celle’nin garantörlüğünde olması sebebiyle başarılı olamamışlardır. “O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz; ve O’nun koruyucusu da elbette biziz”1 Ayeti bu hakikati ortaya koymakta ve tarihte buna şahitlikte bulunmaktadır. Kur’an’ı tahrif etmede başarılı olamayan güruh bu çirkin emel- “Allah o adamı, lerini Hz. Peygamber (s.a.v.)in söz, fiil ve davranışlarından müteşekkil hadislerine yönelmekte ve inananların saf ve temiz inançlarını zedelemeye çalışmaktadırlar. Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v.)e uymayı, O’nu örnek alarak verdiği hükümlere rıza göstermeyi emrediyor ve bunu imani bir vazife olarak kabul ediyor. “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”2 Bir başka ayette de: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”3 Bu ayette Allah ve Resulü’nün tespit, tayin ve emrettiği bir hüküm bulunduğunda Müminlerin artık kendi isteklerine göre hareket etme ve bu hükümden başkasını seçme diye bir özgürlüğünün bulunmadığı açıkça ifade edilmektedir. kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun'un adamlarını sardı. Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.”4 Günümüz ilahiyat bilginlerinden bir kısmı kabir hayatını reddetmekte ve kabirde meydana gelecek sualin olmadığını savunmaktadırlar. Kabir hayatının varlığını ve orada sualin hak olduğunu naslar doğrultusunda ehli sünnet alimleri kabul etmişlerdir. Kabir hayatından bahseden bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah o adamı, kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun'un adamlarını sardı. Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.”4 Cumhuru ulemaya göre burada ateşin sunulması berzah yani kabir hayatında olacaktır. Mücahid, ikrime, Mukatil ve Muhammed b. Kab gibi müfessirle bu ayetin dünyada (dünya küresi içerisinde bulunan) kabir azabının varlığını 5 göstermektedir. Bu ayette, Firavun ve yandaşlarına ateşin sunulmasından bahsedili9 Mayıs 2009 yor. Eğer buradaki azap mahşer sonrası cehennem azabı olsaydı, bir sonraki ifadede “Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» buyrulmasına neden ihtiyaç duyulsaydı ki. Bir başka ayetten delil ise: Allah yolunda öldürülenlere «Ölüler» demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.6 “Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.”7 Bu ayetleri izah eden bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) uhud şehitleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Uhud günü kardeşlerinize isabet eden (şehitlik mertebesi neticesinde) Allah ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Bu ruhlar cennet nehirlerine konar ve meyvelerinden yerler. Bu ruhlar arşın altında altından kafeslere konarlar.”8 Kabir suali ile ilgili imam Buhari’nin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuş- "Seni kabir azabından Allah korusun!" dedi. Aişe de Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a kabir azabından sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Evet, kabir azabı haktır. Onlar kabirde azap çekerler, onların azabını hayvanlar işitir!" buyurdu. Hz. Aişe der ki: "Bundan sonra Aleyhissalâtu vesselâm'ı namaz kılıp da, namazında kabir azabından istiaze etmediğini hiç 11 görmedim." Mayıs 2009 tur: “Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup: "Muhammed aleyhissalâtu vesselâm denen kimse hakkında ne diyordun?" diye sorarlar. Mü'min kimse bu soruya: "Şehadet ederim ki, O, Allah'ın kulu ve elçisidir!" diye cevap verir. Ona:"Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil etti" denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar. Eğer ölen kâfir ve münafık ise (meleklerin sorusuna): "(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!" diye cevap verir. Kendisine: "Anlamadın ve uymadın!" denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan ve cinlerden ibaret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir." 9 Hani Mevla Osmân İbnu Affân radıyallahu anh anlatıyor: "Hz. Osman radıyallahu anh, bir kabrin üzerinde durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine: "Cenneti ve cehennemi hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!" dediler. Bunun üzerine: "Çünkü Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim: "Kabir, ahiret menzillerinin birinci menzilidir. Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler bundan daha zordur, daha şediddir." Hz. Osman devamla Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şu sözünü de nakletti: "(Ahiret âleminden gördüğüm) manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü değildi!" Rezin şu ziyadeyi kaydetti: "Hâni der ki: "Hz. Osman radıyallahu anh'ın şu beyti inşad ettiğini işittim: "Eğer ondan necat buldunsa, büyük musibetten kurtuldun, Aksi halde senin kurtulacağını hayal etmem."10 10 Hz. Aişe radıyallahu anhâ'nın anlattığına göre, bir yahudi kadın, yanına girdi. kabir azabından bahsederek: "Seni kabir azabından Allah korusun!" dedi. Aişe de Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a kabir azabından sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Evet, kabir azabı haktır. Onlar kabirde azap çekerler, onların azabını hayvanlar işitir!" buyurdu. Hz. Aişe der ki: "Bundan sonra Aleyhissalâtu vesselâm'ı namaz kılıp da, namazında kabir azabından istiaze etmediğini hiç görmedim."11 İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet veya cehennemdeki) yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine: "Allah seni Kıyamet günü diriltinceye kadar senin yerin işte budur!" denilir."12 ortaya koymaktadır.Ancak günümüzde dini hükümleri yıpratmak durumunda olanlar - bunların bir kısmı kötü niyetli olmayabilir- sadece bu konu hakkında olmayıp, kaderin varlığını reddedmek, reenkarnasyona (öldükten sonra ruhun başka bir bedende tekrar dünyaya geleceğine inananlar) inanmak, dirilmenin bedenen değil ruhen olacağına itikat etmek ve benzer düşünceleri televizyon kanallarında bu toplumun dini yapısını bozmaya yönelik olarak sunmaktadırlar. Kur’an Müslümanlığı deyip Hz. Peygamber (s.a.v) i devreden çıkarmak Kur’an’a aykırı davranmaktadır. Y.ne bu şahıslar işin içinden çıkamadıkları zaman hadisleri kullanmaktan da geri durmuyorlar. Onların kullandıkları hadisler sahih oluyor. İşlerine gelmeyen hadişler ise onlara göre ya zayıf ya da Kur’an’a aykırı. Böyle ilmi bir insaf olur mu. Allah bizleri bu gibi fitnelerden muhafaza eylesin Amin. ........................................................................................................ 1 - Hicr, 15/9, 2 - Nisa, 4/65, 3 - Ahzab, 33/36, 4 - Mümin, 40/45,46, 5 - Kurtubi, elCami li Ahkami’ı-Kur’an, 15/318,319, 6 - Bakara, 2/154, 7 - Ali İmran, 3/169, 8 - Bu manada sahih kaynaklarda pek çok hadis zikredilmiştir. Bu hadisle kabir hayatının ve kabirde sorulacak suallerin hak olduğunu açık ve net olarak Ahmed, Müsned, Hd.No:2520, 9 - Buhari, Cenaiz, 68,87; Müslim, Cennet, 70; Ebu Davud, Cenaiz, 78, 10 - Tirmizi, Zühd, 5, 11 - Buhari, Cenaiz, 89; Müslim, Mesacid, 123, 12 - Buhari, Cenaiz, 90; Müslim, Cennet, 65; Muvatta, Cenaiz, 47 11 Mayıs 2009 Mehmet TALU İLMİN VE ALİMİN ÜSTÜNLÜĞÜ... Aydınlık karanlığı, Hak batılı, iman küfrü nasıl yok ediyorsa; bunun gibi gerçek ilim de cehaleti öylece yok eder. İlmin olduğu yerde cehalet mikropları barınamaz. İşte bunun içindir ki yüce dinimiz İslam, ilme ve ilim tahsiline büyük önem vererek insanın ilim öğrenmesi için gerekli bütün yolları açık tutmuştur. İlim öğrenmek için, zaman, mekân, yaş sınırı koymamıştır. Erkek ve kadın herkese beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi farz kılmıştır. Kişinin hayatının her aşamasında ve her safhasında ilimden asla kopmamasını istemiştir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimize gelen ilk vahiy: “Oku! Yaradan Rabbi'nin adıyla. O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kalemle yazı yazmayı öğretendir, insana bilmediğini O öğretti.”1 ayet-i kerimeleridir. Mayıs 2009 12 İlk insan ve ilk Peygamber Hz.Adem (A.S.)dan günümüze kadar insanlık tarihini incelediğimiz zaman görürüz ki, meydana gelen felaketlerin ve huzursuzlukların kaynağını genelde cehalet teşkil etmiştir. Cehalet, karanlıkların en korkuncudur. Cehalet insanı, insanlık meziyetlerinden uzaklaştırır. İnsanlık şeref ve haysiyetini yok eder. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: “ALLAH Teâlâ, adaleti ayakta tutarak delilleriyle şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar etmişlerdir. Evet mutlak güç ve hikmet sahibi ALLAH Teâlâ'dan başka ilâh yoktur.”2 ALLAH Teâlâ, zatıyla başlıyor, ikinci olarak melekleri, üçüncü sırada da ilim sahiplerini zikrediyor. Şeref, üstünlük, değer ve asalet olarak bu, onlara yeter. “…Eğer bilmiyorsanız, ehli zikir yani bilenlere sorun.”3 Ayet-i kerimede geçen “ehli zikir”den maksat âlimlerdir. Bu emirden de anlaşılmaktadır ki: Müminler, bilmediklerini bilenlere sormakla mükelleftirler. Bilinmeyen hususlarda ehlül-hall vel-akd ulemaya sormak farzdır. Ayrıca ayet-i kerime: “Eğer bilmiyorsanız, ehli zikr'e sorup öğrenmeden, bilmediğiniz şeyler üzerinde asla bir şey söylemeye ve kendi kafanızdan karara varmaya kalkışmayın” hükmünü de getirmektedir. “Bu misalleri, insanlara anlatıyoruz; ama onları alimlerden başkası düşünüp anlamaz.”4 “Hayır, o Kur’ân-ı Kerim, kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde yer eden apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr eder.”5 “Kulları içinde ancak alimler, ALLAH Teâlâ'dan gereğince korkar, O'na saygı duyarlar.”6 Son ayet-i kerime, alimlerin, ALLAH Teâlâ'dan gereğince korkanlar olduklarını; ALLAH Teâlâ'dan gereği gibi korkanların da, halkın en hayırlısı olduklarını ortaya koyuyor. Böylece, alimlerin, halkın en hayırlıları oldukları sonucu ortaya çıkıyor. Son zamanlarda ilim çağı, ilim cemiyeti gibi tabirler yaygınlık kazandı. İnsanlığın ortak otomasyon devrini de bırakıp ilim çağına geçtiği, geleceğin insanlığını ilim cemiyeti meydana getireceği söylenmektedir. Bütün bu ifadeler ilmin ehemmiyetini vurgulamaya yöneliktir. İlim her devirde insanlık için gerekli olmuş, ilimle mücehhez insanlar ve cemiyetler, ilmen geri olanlara karşı dâima üstünlüklerini korumuşlardır. Eğer, insanlık tarihi, ilim mikyasıyla bir taksime tabi tutulacak ve illa da bir ilim devrinden bahsedilecekse, kanaatimizce bunu Kur’ân-ı Kerim vahyi ile başlatmak gerekir. Beşeriyete “Oku!” diye başlayan risaleti Muhammediye böyle bir devreyi başlatmış: “De ki! Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”7 “ALLAH Teâlâ sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri yüksek derecelere erdirir.”8 gibi pek çok âyet-i kerimelerle ilmin yüceliğine dikkat çekmiş, dünyayı isteyene de, âhireti isteyene de, hem dünya hem âhiret her ikisini de isteyene hep ilmin kazanılmasını tavsiye etmiştir. Abdullah b. Abbas (R.A.): “Alimler, Mü’minlerden yüz derece üstedirler. İki derece arasında ise yüz yıllık mesafe vardır.”9 diyor. Cehalet karanlığından kurtulmanın tek çaresi ilim öğrenmektir. İlim öğrenmek dinimizde farz kılınmıştır. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “İlim öğrenmek her Müslüman kadın ve erkek üzerine farzdır.”10 buyuruyor. Bundan 14 asır evvel insanlığı cehalet karanlığından kurtaran işte bu ilahi düsturlardır. O gün insanlık, İslam'ın eşsiz hükümlerini tatbik ederek yolunu aydınlatmış, huzur ve saadete ermiştir. Bugün de, yarın da, insanlık cehalet karanlığından ancak İslam'ın hükümlerini tatbik etmekle kurtulabilir. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Hikmetli söz, ilim Mü’minin yitiği, kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa almaya en layık olan odur.”11Buyurdu. Abdullah b. Mes’ud (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Yalnız iki kimse gıpta edilmeye layıktır. Bunlar da: ALLAH Teâlâ'nın kendisine verdiği malı, Hak uğrunda sarfeden, muhtaçlara dağıtan kimse ile, ALLAH Teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu ilim ve hikmetle hükmeden ve onu halka öğreten kimsedir.”12 Buyurdu. Abdurrahman b. Ebu Bekre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Ya alim, ya öğrenci yahud dinleyici veya bu kimseleri seven olmaya bak. Sakın beşinci olma, yoksa helak olursun.”13 buyurdu. Hz. Muaviye (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “ALLAH Teâlâ, kimin hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh, ince kavrayışlı yapar.”14 Buyurdu. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar ALLAH Teâlâ’nın yolundadır.”15 Buyurdu. 13 Mayıs 2009 Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bu hadis-i şeriflerinde ilim talebi için Mü’minleri seyahate çıkmaya teşvik buyurmaktadır. Bilhassa Resûlullah (S.A.V.) efendimizin devrinin şartlarında seyahat hem meşakkatli ve hem de hayatî tehlikeleri, riskleri olan bir iştir. Bu zahmet ve tehlikeleri, riskleri göze aldıracak pek teşvik edici sebeplere, ikna edici teşviklere ihtiyaç vardı. Hadis, tefsir, siyer, tarih gibi rivayete dayanan ilimlerin gelişmesinde seyahatler zaruri idi. İslam medeniyetinin planlayıcısı ve mimarı mesabesinde olan Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, bu çeşit teşvikleri çokça yapmış ve böylece Sahâbe, Tâbiîn ve Etbâuttâbiîn ve müteakip İslam nesilleri seyahate gereken ehemmiyeti vererek İslamî ilimlerin derlenip yazılmasını ve İslam medeniyetinin teşekkül ve terakkisini gerçekleştirmişlerdir. İlim öğrenmek için gerektiğinde başka yerlere gitmeli ve yol zahmetine katlanmalıdır. Kehf suresi 65-82 âyet-i kerimeleri arasında Hz. Musa (A.S.)ın Hz.Hızır (A.S.) ile seyahat macerası hikaye edilir. Özetle Hz. Musa A.S.), O’na: “Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için Mayıs 2009 sana tâbi olabilir miyim?”16 diyerek izin alır; deniz aşırı bir seyahata çıkarlar, gemiye binerler, köylere uğrarlar vs... Ebu Derda (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse ALLAH Teâlâ onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarını üzerlerine koyarlar. Göklerde ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir.”17 Bu hadis-i şerif, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ilmin fazileti hususunda beyan buyurduğu mühim hadis-i şeriflerden birisidir. İçerisinde ilmi ve âlimi faziletli kılan değişik hususlara yer verilmektedir: 14 * İlim için yola çıkana ALLAH Teâlâ cenneti kolaylaştırmaktadır. * Melekler, ilim tâlibine tâzim göstermektedir. Meleklerin ve başkalarının, kendisi için dua edip bağışlanmasını dilemekle, istiğfarla meşgul oldukları ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını serdikleri kimsenin rütbesi üstünde hiç bir rütbe yoktur. Salih adamın veya salih olduğu sanılan kimsenin duası için can atılırsa, meleklerin duası için nasıl olur? * Yer ve gökte mevcut bütün hayat sahipleri, hatta denizlerde balıklara varıncaya kadar bütün canlılar ilim tâlibine rahmet duası okumaktadırlar. Çünkü ALLAH Teâlâ, balık ve diğer bütün hayvanlar hakkında onların faydaları, maslahatları ve rızıklarıyla ilgili ilmi, âlimlerin dillerine koydu. Böylece hayvanlar hakkındaki haramlar, helaller nelerdir, onlar açıklamaktadır. Hangi şeyler lehlerine ve faydalarınadır, hangi şeyler aleyhlerine ve zararlarınadır, insanlara âlimler bildirmekte, onlara iyilik yapılmasını, zarar vermekten kaçınılmasını vs. hep âlimler tavsiye etmekte, öğretmektedir. Buna binâen ALLAH Teâlâ, ulemânın bu hizmetlerine bir karşılık olarak istiğfar etmelerini hayvanlara ilham etmiş olmaktadır. * İlim ibadetten fevkalâde üstündür, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Resûlullah (S.A.V.) efendimizin âlimi aya, âbidi de yıldıza benzetmesinde şu incelik var: İbadetin kemal ve nuru âbidden başkasına geçmez, hep kendinde kalır, halbuki âlimin nuru başkasına geçer. * Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Şeref, övünç ve değer olarak bu derece ve bu rütbe insana yeter. Zira Peygamberlik rütbesi üstünde hiçbir rütbe yoktur. Dolayısıyla bu rütbenin varisinin şerefi üstünde de hiçbir şeref yoktur. Hadis-i şerifte peygamberlerin dirhem ve dinar bırakmayacakları belirtilmiştir. Bunlarla dünyanın fâni olan her şeyi ifâde edilmiştir. Zira dirhem, “gümüş”; dinâr da “altın” para demektir. Bu iki şey bir değer birimi olmaları haysiyetiyle bütün dünyalıkları temsîl ederler. Bunların zikredilmesi diğerlerini sayıp dökmeye ihtiyaç bırakmaz. Resûller bu fâni dünyalıklardan ancak zaruret miktarında almışlar ve ölümlerinde de paylaşılacak herhangi bir maddi miras bırakmamışlardır, tâ ki insanlar, onların tevarüs edilebilecek dünyalık peşinde oldukları vehmine kapılmasınlar. * İlim elde eden, dünyada elde edilebilecek nasiblerin en ziyadesini elde etmiştir. Resûllullah (S.A.V.) efendimiz, ilmî bir nasîbin fevkalâde bir bereket, dünyalıkla ölçülemeyecek kadar ziyade bir hayır olduğunu belirtmekte ve bu bolluğa erişmek isteyenleri teşvîk etmiş bulunmaktadır. Bu hadis-i şerifte beyan edilen fazîlete, ancak farzları ve müekked sünnetleri yerine getiren ilim tâlibi ve âlimler mazhar olacaktır. Dünyevî maksadlarla ilim yapanlar mazhar olamayacaktır. Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ilme olan bu övgülerini dünyaya ve tekniğe bakan ilim açısından ele alsak dahi doğruluğunu te'yidden kendimizi alamayız: Yeni bir teknik, yeni bir ilaç, yeni bir formül gibi, ma'lûma ilave edilen yeni bir ilmî keşif sahiplerine, hem ferd ve hem de millet olarak şerefler ve üstünlükler kazandırmaktadır. Bugün “Nobel kazananlar”; “süperler”; “zengin ve ileri memleketler” hep ilimde öncülüğü elinde tutan fertler ve milletlerdir. Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ondört asır önce söylenmiş bu hadis-i şerifleri bile tek başına bir mucize ve nübüvvetinin hak olduğuna bir delil olmaktadır. Ebu Ümâme (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz; yanında biri abid yani ibadet edici, diğeri alim iki kişiden bahsedilince şöyle buyurdu: “Alimin âbide üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza üstünlüğüm gibidir.”18 Âlimin şerefçe âbide üstünlüğü, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin şerefce en âmi bir sahâbîye üstünlüğüne benzetilmiştir. Burada Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, ilmin faziletini beyanda, mübâlağa üslübuna yer vermiştir. Zira, “...benim, en âlanıza üstünlüğüm gibidir.” buyurmuş olsaydı, bu ifade de ilmin fazilet ve şerefini belirtmede kâfi idi. Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Bir kimse bir müminden dünya sıkıntılarından bir sıkıntı giderirse; ALLAH Teâlâ ondan ahiret sıkıntılarından bir sıkıntı giderir. Bir kimse başı sıkılana kolaylık gösterirse, ALLAH Teâlâ ona dünya ve ahirette kolaylık verir. Ve bir kimse bir Müslümanın aybını örtbas ederse, ALLAH Teâlâ da dünya ve ahirette onun aybını, günahını örtbas eder. Kul din kardeşinin yardımında oldukça, ALLAH Teâlâ da kulun yardımındadır. Ve her kim bir yol tutarak, o yolda ilim ararsa, bu sebeple ALLAH Teâlâ ona cennete götüren bir yol müyesser kılar. Bir kavim 15 Mayıs 2009 ALLAH Teâlâ'nın evlerinden bir evde toplanarak kitabullahı okurlar ve onu aralarında müzakere ederlerse; üzerlerine sekinet iner. ALLAH Teâlâ'nın rahmeti onları kaplar. Melekler de etraflarını kuşatırlar. ALLAH Teâlâ onları kendi nezdindekilere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.”19 Bu hadis-i şerif, bir çok hadis-i şerifte ayrı ayrı ele alınıp övülen güzel ahlâklardan en mühimlerini topluca zikredip faziletini beirtmekte ve onlara teşvikte bulunmaktadır. Mü’minlerin, iman kardeşlerine maddî manevî yardımları, ilgileri, nasihatları, kusurlarını örtüp gıybetlerini etmemeleri, ilim taleb etmeleri gibi hem ferdî yönden, hem de içtimâî yönden fevkalâde mühim neticeler meydana getirecek olan faziletler topluca mevzu bahis edilmiştir. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, bütün ilimleri, kaideleri ve âdâbı bir araya toplayan mühim bir hadis-i şeriftir. Hadis-i şerifin en son cümlesinde: “Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.” buyrulmuştur. Bunun ma'nâsı: Kimin ameli eksikse, o amel sahibi kimselerin mertebesine ulaşamaz. Hiç kimse, manevî mertebeleri katetmede nesebinin şerefine, ecdadının faziletine umut bağlamamalıdır. Yakınlarına güvenip amelde ihmâle yer vermemelidir, demektir. Hz. Osman (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Kıyamet günü üç zümre şefaat eder: Peygamberler, sonra alimler sonra da şehidler.”20 Abdullah b. Ebi Evfâ (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: 21 “Alimin uykusu ibadet, nefesi tesbihtir.” buyurdu. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: Bu zikrettiklerimizle açığa çıkıyor ki, ALLAH Teâlâ için, ilimle meşgul olmak; namaz oruç, tesbih, dua ve benzeri bedeni nafile ibadetlerden daha üstündür. Çünkü ilmin faydası, sahibiyle birlikte diğer insanları da kapsar. Oysa bedeni nafile ibadetler, sahibine mahsusturlar. Çünkü ilim, kendisi dışındaki ibadetleri düzelticidir. Dolayısıyla ibadetler, ilme muhtaçtırlar, ona bağlıdırlar. Ama ilim onlara bağlı değildir. Zira alimler, peygamberlerin varisleridirler. Bu mirasçılık rütbesi, diğer ibadet edenler için değildir. Çünkü alime, ilimde itaat etmek, başkalarının görevidir. Zira ilmin eseri, sahibinin ölümünden sonra baki kalır. Onun dışındaki nafile ibadetler, sahibinin ölümüyle kesilivermektedirler. Ve yine ilmin baki kalmasında, dinin diriltilmesi ve dinin yüce değerlerinin korunması vardır. İlmin ve alimlerin faziletiyle ilgili bütün bu söylenenler, ancak ve ancak, ilimle ALLAH Teâlâ'nın hoşnutluğunu ve Naim cennetlerinde ALLAH Teâlâ'ya yakın olmayı amaçlayan müttakî, erdemli, ilmiyle amil eden alimler hakkındadır. Yoksa kötü niyetle, soysuz bir düşünceyle yönelen veya bağlılarının ve öğrencilerinin çokluğuyla başkalarından üstün çıkmak, mal ve makam gibi dünyevi maksatlar için ilim taleb eden kimselerle asla ilgili değildir. Ka’b b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Her kim, ilmi onun çokluğuyla alimlere galip gelmek veya cahillerle boş tartışmalara girmek veya onun sayesinde insanları kendisine yöneltmek amacıyla taleb ederse ALLAH Teâlâ, onu cehenneme sokar.”24 Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Kim ki, ALLAH Teâlâ'dan başkası için ilim tahsil eder ve onunla, ALLAH Teâlâ'nın hoşnutluğundan başka bir şeyi dilerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”25 Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Kim alime ikramda bulunursa yetmiş peygambere ikram etmiş gibidir. Kim de öğrenciye ikram ederse, adeta yetmiş şehide ikramda bulunmuş olur.”22 “Her kim, kendisi ile ALLAH Teâlâ’nın rızası kazanılan bir ilmi, sırf dünyalık bir maksada ulaşmak için tahsil ederse, kıyamet günü cennetin kokusunu koklayamaz.”26 Yine bu hususta Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: Ehlullahın büyüklerinden olan Fuzayl b. Iyaz (R.A.) şöyle demiştir: “Eğer ilim sahibi olanlar, kendilerini değerli tutup, vakarlı olup dinlerinden taviz vermeselerdi, ilmi yüceltip muhafaza etselerdi ve onu ALLAH Teâlâ'nın indirdiği şekilde uygulayarak “Kim alimin arkasında namaz kılarsa, sanki Peygamberin arkasında kılmıştır.”23 Mayıs 2009 16 insanlara ulaştırsalardı; muhakkak ki zorba hükümdarların boyunları onların karşısında eğilirdi. İnsanlar da onları dinleyip onlara uyardı. Hem İslam hem de Müslümanlar aziz, yüce ve güçlü olurdu. lara ve bütün insanlara öğretip onların da yaşamalarını temin edelim. Fakat onlar yani ilim sahibi olanlar kendi değerlerini düşürdüler. Dünyalıkları iyi durumda olduğu sürece dinlerinden noksanlaştırılan şeyleri arayıp sormadılar. Dinlerinden verilen tavizlere aldırış etmediler. İnsanların ellerindeki nimetlere nail olabilmek için ilimlerini onlara, onların arzuları doğrultusunda harcadılar. Böyle olunca değerleri düşüp insanların gözünde de küçülmüş oldular.” .......................................................................... Unutmayalım ki ilimden nasip alamayan bir insan, ruhsuz bir ceset gibidir. İlmin girmediği kalp ve kafa, harap olmuş bir binaya benzer. 1 Alâk Sûresi: 1-5, 2 Al-i İmran Sûresi: 18, 3 Nahl Sûresi: 43, 4 Ankebüt Sûresi: 43, 5 Ankebût Sûresi: 49, 6 Fatır Sûresi: 28, 7 Zümer Sûresi: 18, 8 Mücadele Sûresi: 11, 9 İmam-ı Gazali, İhya, 1/10, 10 İbn-i Mace, Mukaddime: 17, 11 Tirmizi, İlim: İlm 19, No:2688; İbn-i Mace, Zühd: 15, 12 Buhari, İlim: 15, Zekat: 5, Ahkam: 3, İ'tisam: 13; Müslim, Müsafirun: 268; İbn-i Mace, Zühd; 22, 13 Taberani, el-Mu'cemü's-Sagir; No: 773, 1/292, 14 Buhari, İlim: 13, Humus: 7, İ’isam: 10; Müslim, İmare: 175, Zekat: 98; Tirmizi, İlim: 4; İbn-i Mace, Mukaddime: 17; Darimi, Mukaddime: 24, Rikak: l; Muvatta, Kader: 8; A.b. Hanbel, 1/306, 2/234, 15 Tirmizî, İlim 2, No:2649; İbn-i Mâce, Mu- Öyleyse ömür sermayemizi iyi değerlendirelim. Bir sel gibi alıp giden zamanımızı boşa harcamayalım. Bilelim ki ömrümüz, sayılı günlerden ibarettir. İnsana en büyük meziyetleri kazandıran, insanı cehalet karanlıklarından kurtaran, insana olgunluk bahşeden, içinde ALLAH Teâlâ ve Resûlünün rızası bulunan ilimleri tahsil edelim. Öğrendiğimiz faydalı ilimleri nefsimizde yaşayalım. Eşimize, çocuklarımıza, yakınlarımıza, Müslüman- kaddime: 17, No:227, 16 Kehf Sûresi: 66, 17 Ebu Dâvud, İlim: 1, No:3641; Tirmizî, İlim: 19, No:2683; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17, No:223, 18 Tirmizi, İlim: 19, No: 2686; İbn-i Mace, Mukaddime: 17; Darimi, Mukaddime: 29, 19 Müslim, Zikir: 38, Ebû Davud, Vitr: 14; Tirmizi, Kıraat: 12; İbn-i Mace, Mukaddime: 17, 20 İbni Mace, Zühd: 37, No: 4313, 2/1443; Beyhekî, Şuabu'l-İman, No: 1707, 2/265, 21 Deylemi, Firdevs, No:6731, 4/247, 22 Deylemi, Firdevs, No: 5805, 3/576, 23 Askalani, Diraye fi tahric-i ehadisilHidaye, 1/168, 24 Tirmizi, İlim: 6, No: 2654, 5/28, 25 Tirmizi, İlim: 6, No: 2655, 5/28, 26 Ebu Davud, İlim: 12, No: 3664, 3/317 17 Mayıs 2009 Ersan BİLGİN BİLGİ, İMAN VE AKSİYON iman - “Müslümanlara da ilme önem edenlerle ilim ehli olanların de- vermelerini tavsiye ediyorum. İlim recelerini yükseltir.” (Mücadele,11) gelecekte - “Allah, içinizden bizim düşmanımıza karşı zafer elde etmekte kullana- “De ki: İşte benim yolum cağımız silahımız olacak. Ceha- budur. Ben, bana tabi olanlarla letle zafer elde edemeyiz. Dini, birlikte (insanları) Allah’a basi- dünyayı ve ahireti kuşatacak bir retle davet ediyorum.” (Yusuf,108) ilimle ancak zafer elde edebiliriz.” Şehid Şeyh Ahmet Yasin - “Cenab-ı Allah’ın insanlara imandan sonra en büyük nimeti imanın emrindeki akıldır. Akıl in- “VASIFLI İNSANIN 6 ÖZELLİĞİ VARDIR: sanların düşünme ve araştırma kabiliyetinin vesilesidir. Akıl, insanların hidayet, feraset ve dirayet sa- 1. İman “İnanıyorsanız mutlaka en üstünsünüz.” hibi olmalarının vesilesidir.” Prof. Dr. Necmettin Erbakan Mayıs 2009 18 2. Bilgi: a) Genel kültür b) Lisan c) El Becerisi d) Mesleki Uzmanlık e) Akademik Kariyer f) Vizyon ve Ufuk 3. Çalışkan Olmak 4. Disiplin 5. Fedakarlık 6. Uyum” (Şehid Adnan Demirtürk) “…Düşünenin görevi; insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşad. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.” (Cemil Meriç, Mağaradakiler, s.325) “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan; uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar, s.453) “… Tefekkür vuzuhla başlar, KURTULUŞ ŞUURLA.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar, s.287) “Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı…Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?” (Cemil Meriç, Mağaradakiler, s.323) “Aydının Görevi, Karanlıkları Aydınlatmak…, Gerçek Entelektüel, Önce Ülkesinin Haklarını, Düşman Bir Dünyaya Haykırmakla Görevlidir…” (Cemil Meriç) “Düşünce Adamı Tarihe Angajedir; Kucağında Yaşadığı Topluma Angajedir. Düşünce Adamı Bir Devrin Şuuru Olmak zorundadır. Bir Başka Vazifesi: Bütün Hakikatleri Yoklamak, Bütün Yalanların Maskesini Yırtmak, Kalabalığa Doğruyu Göstermek. Bazen Yangın Kulesindeki Nöbetçi Olacaktır, Bazen Engine Açılan Geminin Klavuzu…” (Cemil Meriç, Mağaradakiler, S.295) “Her Toplum Bir Kitaba Dayanır. Ramayana, Neşideler Neşidesi Veya Kur’an. Senin Kitabın Hangisi?” (Cemil Meriç) ‘Oku yaratan Rabbi’nin adıyla, Rabbin adına, insanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin Sonsuz Kerem Sahibidir, [insana] kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten!’ (Alak,1-5) İlk yapılması gereken, O’nu, o en büyük ve en mükemmel eseri okumak... İnsanı okumak… Kainatı okumak… Hayat rehberimiz Kitabımız’ı okumak… “Oku” emrini verenin emrettiği gibi okumak... Tefekkür ede ede okumak, derinlerde duya duya okumak... Bir okumak, beş düşünmek belki.... Sonra dönüp yine okumak. Ürpermek bazen. Hitap edenin yakınlığını hissedip dehşete kapılmak bazen. Ya da bırakmak kendini, O’nun şefkatine teslimiyetle... Okumak! Onu anlamaya, kavramaya ömrünün yetmeyeceğini bile bile okumak... Bir ömür okumak. ‘Ey iman edenler! İman edin!’ Bu hitabı duyup-hissedip de hakkıyla iman etmek için okumak... Ne yapacağını bilmez bir halde kıvranırken derman bulmak için okumak... Nankörler, hainler güruhuna dahil olmamak için okumak.... Okumak, okumak! Hayatı yaşamak ve anlamak için okumak. Ölümü beklemek için okumak!” Ve bir ömür boyu Allah’ın adıyla ve Allah için Okumak, Anlamak ve Yaşamak… 19 Mayıs 2009 İL İM H AKKINDA KIRK HADİS “Âlimin abid üzerine üstünlüğü, benim en basitiniz üzerine üstünlüğüm gibidir. Muhakkak ki Allah'u Teala hazretleri, melekleri, gökyüzü ehli, denizdeki balıklara, deliğindeki karıncaya kadar olan yeryüzü ehli, insanlara hayrı öğretene mağfiret duasında bulunurlar.” (Tirmizi) “Tek bir fakih, şeytana karşı bin abiden daha yamandır.” (Tirmizi) “Dinde fakih olan ne güzel adamdır. Kendisine muhtaç olununca faydalı olur. Kendisine ihtiyaç olmayınca ilmini arttırır.” (Rezin) “Her kim ilim öğrenmek için bir yola girerse, Allah’ta onu cennete giden yollardan birine dâhil eder, muhakkak ki melekler ilim talibinden razı olarak kanatlarını (onların) üzerlerine koyarlar. (İlim talibine yardım ederler) semavat ehli, yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin abid üzerine üstünlüğü dolunaylı bir gecedeki ayın, yıldızlar üzerine üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Elbette ki peygamberler miras olarak dinar (altın para) dirhem (gümüş para) bırakmazlar. Ancak ilmi miras olarak bırakırlar. Kim de o ilmi elde ederse en büyük payı (mirası) elde etmiştir.” (Ebu Davud) “Allah kim için hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.” (Buhari) “Kim ilim taleb etmek için yola çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizi) rahmet kaplar. Allah onları yanındaki meleklere över.” (Müslim) “İlim öğrenin çünkü Allah için ilim öğrenmek, Allah’tan korkmayı sağlar. İlmi taleb etmek ibadet, müzakeresi tesbih, onu tahsil ise cihattır. Onu bilmeyenlere öğretmek sadaka, onu ehli olana vermekte Allah’a yakınlıktır. Zira ilim helal ve haramın yollarını gösteren bir işaret, cennet ehlinin yollarındaki kandillerdir. O yalnızlıkta dost, gurbette yoldaş, tenhada arkadaş, bolluk ve darlıkta ziynettir. Allah ilimle bir takım kavimler yükseltir, onları devamlı iyiliklerde önder yapar. Bu toplumların eserleri anlatılır, yaptıklarına uyulur, görüşlerine başvurulur. Melekler onların sohbetlerine rağbet eder ve onları kanatlarıyla okşar. Onlar için her yaş, kuru denizdeki balıklar ve diğer canlılar, karadaki yırtıcılar ve diğer hayvanlar Allah’tan bağışlanmalarını isterler. Çünkü ilim kalpleri cehaletten kurtararak onlara hayat verir, gözleri karanlıklardan kurtaran kendilerdir. Kişi ilim sebebiyle en hayırlı insanların mertebelerine, dünya ve ahrette en yüksek derecelere ulaşır. İlim için düşünmek oruç sevabına denktir. İlim öğretmek ise geceyi ibadetle geçirmeye denktir. İlimle yakınlara ulaşılıp alaka kurulur. Onunla helal, haramlardan ayrılır. İlim amelin önderi olup, amel onun arkasından onu takib eder. İlim mutlu kişilere verilir. Günahkarlarda ondan mahrum olur.” (Tergib-Terhib) “Kim ilim talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına keffaret olur.” (Tirmizi) “Kimin eceli ilim öğrenirken gelirse, o kimse peygamberler arasında yalnız nübüvvet derecesi eksik olduğu halde Allah’a kavuşur.” (Tabarani) “Bir kavim Allah’ın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitabını okuyup aralarında birbirlerine anlatırlarsa, melekler onları kuşatırlar. Onların üzerine huzur iner. Onları “Kim ilim öğrenmek ister ve öğrenirse, Allah ona sevaptan iki hisse verir. Kim de ilim öğrenmek isterde onu elde edemezse Allah’ta ona ecirden bir hisse verir.” (Tabarani) Mayıs 2009 20 “Kıyamet günü insanların en çok pişman olanı o kimsedir ki dünyada iken kendisine ilim talep etmek mümkün oldu da talep etmedi ve yine o kimsedir ki ilim öğrendi fakat o ilimden onu dinleyen faydalandı, kendisi faydalanmadı.” (İbni Asakir) “İlim islam'ın hayatı, imanın direğidir. Kim ilim öğretirse Allah ona tam ecir verir. Kim de ilim öğrenirde onunla amel ederse, Allah c.c. ona bilmediklerini öğretir.” (Ebu Şeyh) “İlim öğrenin, ilim için oturaklı ve vakarlı olmayı da öğreniniz. İlmi kimden öğreniyorsanız ona tevazu gösteriniz.” (Tabarani) “İlim çeşidinden istediğinizi öğrenin, fakat Allah’a yemin olsun ki, amel edinceye kadar hiçbir ecir almazsınız.” (Ebul Hasen) “İlim talebinde yarışınız, doğru kimseden öğrenilen bir hadis dünya ve onun üzerinde bulunan altın ve gümüşten daha hayırlıdır.” (Rafi) “İlim talep etmek Allah katında bilgisizce namaz kılmaktan, oruçtan, hacdan ve Allah yolundaki cihattan daha faziletlidir.” (Deylemi) “Her kim Allah için ilim talep ederse, Allah onun rızkını hiç ummadığı yerden kefil olur.” (Suyuti) “Ancak iki kişiye gıpta edilir. Allah’ın kendisine mal verip, hak yolda harcamaya muvaffak kıldığı kişi ile Allah’ın kendisine ilim verip de onunla amel eden ve onu başkalarına öğreten kimse.” (Buhari) “İnsan ölünce amellerinin sevabı kesilir, ancak şu üç amelinin sevabı devam eder. Verdiği sadaka-i cariye (yol, çeşme, cami v.b.) kendisiyle faydalanılan ilim, kendisine dua eden Salih evlat” (Müslim) “Kim ilim öğretirse o kişiye öğrettiği ilimle amel edenlerin sevabı kadar sevap verilir. Amel edenlerin sevabından da hiçbir şey eksilmez.” “Âlim ile abid diriltilir. Abide ‘cennete gir’ denilir. Âlime de insanların edebini güzelleştirdiğinden dolayı onlara şefaat etmek için bekle denilir.” (Beyhaki) “Cennet bahçelerine uğradığınızda meyvelerini toplayın (istifade edin). - Cennet bahçeleri nelerdir? Ya Rasulallah dediler. - İlim meclisleridir, buyurdu. (Tabarani) Lokman Hekim oğluna şöyle dedi: - Ey oğulcağızım! Âlimlerin toplantılarına katıl, hikmet sahibi kişilerin konuşmalarını dinle, çünkü Allah ölü toprağı yağmur sularıyla dirilttiği gibi, ölü kalbide hikmet nuruyla diriltir.” (Tabarani) “Rasulullah'a (s.a.v.) Ya Rasulallah! Hangi arkadaşlarımız daha iyidir? Diye soruldu. O da: - Görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması bilginizi arttıran, yaptığı amel size ahreti hatırlatan kimselerdir.” (Tergib-Terhib) “Kim âlimlere öğünmek, cahillerle mücadele etmek ve insanların teveccühünü kazanmak için ilim öğrenirse Allah c.c. onu cehenneme koyar.” (İbni Mace) “Size cömertlerin en cömerdini haber vereyim mi? Allah c.c. cömertlerin en cömerdidir. Ben âdemoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra en cömert olan kişi ilim öğrenip de ilmini yayan kişidir. Bu kişi kıyamet gününde tek bir ümmet olarak diriltilir. Bundan sonra en cö- mert olan Allah yolunda cihad edipte öldürülen kimsedir.” (Beyhaki) kendini yakıp ta, insanları aydınlatan kan dilin misaline benzer.” (Tabarani) “İlim öğrenip de onu öğretmeyenin misali, altın, gümüş biriktirip de onun zekât ve sadakasını vermeyen kimse gibidir.” (Tabarani) “Kim Allah rızasından başka gaye için ilim öğrenirse veya ilmiyle Allah rızasının gayrisini murad ederse (dünya menfaatini) cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Tirmizi) “Ey Allah’ım, menfaat vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten, kabul olunmayan duadan sana sığınırım.” (Müslim) “Kıyamet gününde bir adam getirilerek cehenneme atılır. Bağırsakları dışarı çıkar. Adam eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennem ehli onun başına toplanıp ey filan senin bu halin nedir? Sen bize dünyada iken iyiliği emredip kötülükten de nehyetmemişmiydin? Evet, ben size iyiliği yapın derdim, kendim yapmazdım. Kötülükten nehyederdim, kendim yapardım, der.” (Buhari) “İsra gecesinde dudakları ateşten makaslarla kesilen insanlara rastladım. Bunlar kimlerdir ya Cebrail? Diye sordum. Cebrail: (a.s) “Bunlar yapmadıkları şeyleri söyleyen ümmetinin hatipleridir” dedi. (Buhari) “Kıyamet gününde kul şu dört şeyden sorulmadıkça mahşer yerinden ayrılamaz. 1- Ömrünü nerede tüketti? 2- Gençliğini nerede geçirdi? 3- Malını nereden kazandı, nereye harcadı? 4- İlmiyle nasıl amel işledi?” (Beyhaki) “İnsanlara hayrı öğretip kendini unutan kim-senin misali 21 “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azaba uğrayanı ilmi kendisine menfaat vermeyen âlimdir.” (Beyhaki) “İşler üçe ayrılır. Birincisi, doğru olduğu sence bilinen şeylerdir. Bunlara tabi ol.(yap) İkincisi, yanlış olduğu sana aşikâr olan şeyler. Bunlardan sakın. Üçüncüsü, doğru ya da yanlış olduğu belli olmayanlar. Bunları da bir bilene sor.” (Tabarani) “Allah’u Teala ilmi kullarından söküp almakla almaz. Bilakis ilmi âlimlerin ruhunu kabzetmekle alır, ta ki hiçbir âlim kalmaz. Bu durumda insanlar cahil kimseleri reisler edinirler. O cahillere soru sorarlar. Onlardan ilimsiz olarak fetva verirler. Kendileri de saparlar, insanları da saptırırlar.” (Buhari) “Allah rızası için öğrenilmesi gereken ilimlerden birini, dünya malını elde etmek için öğrenen kimse, kıyamet gününde cennetin kokusunu duyamaz.” (Ebu Davud) “Müminin bir meseleyi öğrenmesi bir sene ibadet etmesinden, İsmail (a.s.)’ın evlatlarından bir köleyi azad etmesinden daha hayırlıdır. İlim taleb eden kişi, kocasına itaat eden kadın, ana babasına iyilik eden bir evlat, hesapsız olarak, Peygamberlerle beraber cennete girecektir.” “İnsanlar iki zümredir. Öğrenen ve öğreten. Diğerlerinde hayır yoktur.” (Tabarani) “Ya ilmi öğreten âlim ol veya öğrenici veya dinleyici veya bu üç kimseyi sevici ol. Bunların haricince beşinci bir kişi olma.” (Ramuz) Mayıs 2009 Ahmet HALİLOĞLU Modern Çağda Velayet Anlayışları - 2 Avrupa’da başlayan reform hareketlerinin en önemli amili akıldır. Avrupalılar; kendi kitabını tahrif etmekten çekinmeyen kilisenin; engizisyon başta olmak üzere saçma işlerine karşı çıkarken eleştirilerinin kaynağını ve dayanağını insan aklı oluşturuyordu. Batı’da aklın ön plana çıkarılması bir nebze makul karşılanabilir. Çünkü ortada tahrif edilmiş bir metin var. Halbuki İslam Aleminde tahrif edilmemiş – Allah tarafından korunanKuran var ve en önemlisi de yalnızca Müslümanlara özgü olan Hadis ilmi ve nakil geleneği var. İslam Dini’nde nakil geleneğini (mütevatir ve sahih hadisler de dahil olmak üzere) reddeden akılcı anlayış maalesef Batı’nın kilisesine yaptığını İslam Aleminde tasavvuf (zühd/ilm-i ledün/irfan mekteplerine) yapmaya çalışmaktadır. Batı’da kilisenin sahte bir mistizmden başka bir serMayıs 2009 22 mayesi yoktur. Ancak bizatihi Kuran; ortaya koyduğu ve inkarı küfr mucibi olan isra (Efendimizin gece Mekke’den Kudüse gitmesi), enbiyanın mucizeleri, salihlerin kerameti, melekler, arş, yedi kat sema, kürsi, levh, kalm gibi aklın tahayyül bile edemeyeceği fizik ötesi alemlerin ve hadiselerin varlığını ortaya koyar. Sahte bir mistizm de aklın devreye girmesi belki bir nebze makul karşılansa da bizatihi Kuran’ın tasvir ettiği fizik ötesi alemlerin/hadiselerin olduğu bir buudda aklın devreye girmesi makul görülemez. HIZIR (AS) HAYATTA MIDIR ? Aklın; (Efendimiz, Ashab-ı Kiram ve Tabiin başta olmak üzere ulemadan) naklin önüne geçirilmesi ile bir- likte en çok müzakere edilen hususlardan birisi de Kehf Suresi 60-82 ayetlerinde anlatılan Musa as ile beraber yolculuk yapan salih kul meselesi üzerinedir. Filhakika salih kulun ismi Kuran’da açıkça geçmese de hadis-i şerifler de Hızır ismi şerifi zikrolunmuştur.1 Filhakika geçmişte bazı alimler Hızır as’ın hayatta olmadığını söylemişlerse de; nakli esas alan alimlerin çoğunluğu ve zühdü hayatlarının merkezine koyan mutasavvıfların tamamı Hızır as’ın hayatta olduğunda ittifak etmişlerdir. Hızır as’’ın hayatta olmadığını söyleyen eski (nakil) alimlerinin neden böyle düşündüklerini asrımızın manevi güneşlerinden Üstad Said Nursi tabaka-i hayatın beş mertebe olduğunu izah ettikten sonra : “İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder”2 demektedir. Hızır as.’ın hayatının insanların hayatı gibi olmadığını ve ruhanilere karışmış bir hayat olduğunu ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani de zikretmektedir.3 Said Nursi merhum Hızır as’ın hayatta olmadığını söyleyen geçmiş alimlerin hayat mertebelerini anlamadıklarını söylemektedir. Ancak günümüzde Hızır as’ın hayatta olmadığını iddia edenler ise bu tür bir anlayıştan ziyade akıllarına dayanmaktadırlar. Akılları almadığı; İslam’a ve irfan mektebine materyalist/maddeci bir yaklaşımla yaklaşıldığı için Hızır As’ın hayatını kabul etmemeleri mazur görülemez. Hızır as’ın hayatta olmadığını iddia eden eski nakil alimlerinin en önemli istinadı “Yüz yıl başında, yeryüzünde, (şu anda yaşayan) hiçbir canlı insân kalmayacaktır” hadis-i şerifidir. Ancak bu hadis-i şerif – Allahül alem- Said Nursi merhumun zikrettiği gibi birinci hayat tabakasındakiler için – yani beşeriyet levazımatıyla sınırlı olan bizim gibi insanlar içindir. Hızır as’ın hayatta olmadığına delil getirilen hadis tüm hayat mertebeleri için geçerli olsaydı o zaman Hz. İsa as’ın da ölmüş olması gerekliydi. 23 Mayıs 2009 Halbuki İsa as’ın hayatta olduğu ve ahir zamanda bedeniyle nüzul edeceği hususu İslam Alimlerine göre mütevatirdir.4 Mütevatir hadisleri inkar etmenin hükmünün ne olduğunu söylemek izahtan varestedir. Bu noktada İbn-i Hacer Askalani’nin müstakil bir eser yazarak; Hızır as’ın hayatı meselesini incelediğini ve her iki tarafın görüşlerini ele aldığını söylemeden geçmek olmaz. İbn-i Hacer-i Askalani (rahimehullah)’nin tespitine göre nakil alimlerin çoğunluğu Hızır as’ın hayatta olduğunu zikretmektedir. İmam Nevevî "Tehzîb ül-Esma ve'lLugat" isimli kitabında bazı hadîslere dayanarak Hazret-i Hızır'ın ölmediğini ve kıyamete kadar yaşayacağını beyân ediyor. Günümüzde Hızır as’ın yaşamadığını/ölmüş olduğunu iddia edenlerin büyük çoğunluğunun geçmiş nakil alimleri gibi hadislerden ictihad ederek bu sonuca ulaşmadıklarını; temel delillerinin akıl eksenli düşünce olduğunu vurgulamak zorundayız. de kabul etmek durumundayız ki işin doğrusu da budur. “Allah müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla birlikte Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (ve gaybı ona bildirir).” (Âl-i İmran, 179)” ayetinden de anlaşılacağı üzere Allah dilediği kuluna (meleklere,peygamberlere ve Salihlere) bildirmektedir ki bu meseleye yazı dizimizin ilerleyen kısmında gireceğiz. TASAVVUF VE EHL-İ SÜNNET Hal ilmi olarak isimlendirebileceğimiz tasavvuf; öteden beri Ehl-i Sünnet alimlerince nasutiliği terk edip; lâhuti bir hüviyet kazanma mektebi olarak telakki edilegelmiştir. Kalp eksenli bir hayatı insanoğluna vaz eden İslam Alimlerince tasavvuf ile Ehl-i Sünnet arasında sımsıkı bir bağ kurulmuştur. HIZIR (AS) PEYGAMBER MİDİR ? Kendisini şeriattan azade telakki edenler veya bir makama erdiklerinde şer-i şerifin tekliflerinin kendisinden düştüğünü zannedenler Ehl-i Sünnet dışı Hızır as’ın nübüvveti de öteden beri müzakere edile gelmiş bir konudur. Ancak ulemanın büyük çoğunluğu; Hızır as’ın Salihlerden birisi olduğu ve peygamber olmadığını beyan etmişlerdir. Nitekim kıssanın anlatıldığı ayetlerde de Hızır as’ın nübüvvetine dair bir işaret yoktur. Ayetlerde O’nun Salihlerden olduğu ve kendisine rahmet ve ilim verildiği anlatılmıştır. Allah katından kendisine ilim verilen bir başka kişi de Belkıs’ın tahtını göz açıp kapamadan daha kısa sürede getiren Asaf bin Berhiyadır. (n-Neml, 40.) Süleyman as’ın veziri olan Asaf bin Berhiya’da enbiyadan değildir. Ayrıca Hızır as’ın nübüvvetine ilişkin hadis-i şeriflerde de sahih bir kayıt yoktur. Peygamberlerin isimlerinin bir biri ardına sayıldığı ayetlerde Hızır as’in isminin geçmemesi de nebi olmadığı görüşünü tekit etmektedir. telakki edilerek mutasavvıflar tarafından da tenkit edilmişlerdir. Hulul ve ittihad gibi Ehl-i Sünnet itikadı ile bağdaşmayan, tevili mümkün olmayan inanışların saf ve sahih tasavvuf anlayışına sızması bizatihi alim/sufilerce önlenmiş hatta bu hususta uzun reddiyeler yazılmıştır. Bu meseleyi “ Tasavvuf ile problemi olanın, Ehl-i Sünnet Akaidi ile de problemi vardır. Ehl-i Sünnet Akaidi ile problemi olanın da muhakkak tasavvuf ile problemi vardır” şeklinde formüle edebiliriz. Nitekim günümüzde Mayıs 2009 tenkitli hareketlere baktığımızda Ehl-i Sünnet mezheplerinin ittifaken kabul ettikleri pek çok itikadi umdeyi kabul etmediklerini üzülerek müşahade etmekteyiz. ..................................................................... Hızır as’ın Nebi olduğunu günümüzde savunanların bir kısmının bu görüşü savunmalarındaki ana amacı gayb bilgisidir. Çünkü Hızır as’ın nebi olmadığı kabul edildiği anda gayb bilgisinin peygamberler (enbiya) dışındaki insanlara öğretildiğini tasavvuf 1 - Buhârî, Tefsîr, Sûreti'l-Kehf 2-4; 2- Said Nursi, Mektubat, S 11 – 12 3- İmam-ı Rabbani, Cilt 1, 282 Mektup. 4- Abdulfettah Ebu Ğudde, et-Tasrîh 24 Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK ÂLİM ÂMİLDİR “…Allah’ın kulları içerisinde O’ndan sadece âlimler korkar ve sakınır. Şüphesiz Allah, gücünü geçirir ve bol bol yarlığar.” (Fâtır, 28) Âlim sadece bilen demek değildir. Gerçek âlim; ilim tahsil eden, sonra bu bilginin ışığında tefekkür eden, bakmakla yetinmeyip görmeye çalışan ve sonunda bir senteze ulaşıp, kafasında ve gönlünde yakîn hâsıl olandır. Artık o, ezberci değildir, olan –bitenlere sathi/yüzeysel bakan hiç değildir. Sadece bilgi nakli yapan bir araç da olamaz. Hakiki âlim; baktığında derin bakacak, yani görecek, düşündüğünü derin düşünecek, yani anlayıp idrak edecek, bilgisini hazm edip içine sindirecek, yani onu yaşayacaktır. Böyle olunca da Allah’tan; nasıl korkup sakınılacağını ve O’nun daima üstün olacağını herkesten iyi bilecektir. İslâm nazarında ilim; amel etmek için, yani hayat içindir. Bunu en iyi bilecek ve tatbik edecekler de, gerçek âlimlerdir. Ulemâ (âlimler) ilmiyle âmil olursa; ümera (yöneticiler) âdil ve salih olur. Dolayısıyla cemiyet yapısı sağlam olacağından, huzurlu bir hayat sağlanmış olur. Allah’tan korkan gerçek âlim, hiçbir zaman hakkı ketmedemez/saklayamaz. Konuşulması gereken yerde konuşur ve neticesine katlanır. Hatır için, nezâket icabı, koltuk sevgisi ve ikbal hırsı uğruna; yutkunmaz ve dalkavukluk yapmaz. Çünkü, Allah’tan korkanların dünyalık endişeleri olmaz. “Allah kendisinden hakkıyla korkanlar için, çıkış ve halâs yolu gösterir.” (bkz. Talâk, 2) Allah’tan korkup, gerçeği söylemekten çekinmeyen âlimler ictimâî hayatın sigortasıdır. Bugünlerde buna ne kadarda muhtacız.. 25 Mayıs 2009 Aydın BAŞAR aydin_basar@hotmail.com Tebriz'den Doğan Güneş: Şemsi Tebrizî Hazretleri Şems-i Tebrizî hazretleri, alışılmışın dışında bir meşrebe sahip, oldukça farklı bir velidir. Her ne kadar Mevlana’nın yanında geçirdiği süre dışında hayatı ile ilgili bilgilere çok fazla rastlanılmasa da bilindiği kadarıyla hayatını ve bir takım görüşlerini incelediğimizde, onun monoton sade, sakin, tek renkli ve tekdüze bir tasavvuf anlayışını benimsemediğini görüyoruz. Kısacası hal ve hareketleri, konuşması, görüntüsü, giyimi kuşamı ile Şems, klasik bir veli portresi çizmemektedir. O ilahi aşkın bütün renklerine aynı anda bürünebilen; ismi ile müsemma bir şekilde parlayan, parladıkça da coşan, tabir-i caizse kabına sığmayan bir velidir. Şems-i Tebrizî’nin mizacı ile ilgili olarak özet mahiyetinde şunları söyleyebiliriz: O kılık kıyafete, mala mülke fazla önem vermeyen, ahbaplıktan ve şöhretten hoşlanmayan, bazı zamanlarda derin düşüncelere dalan, doğru Mayıs 2009 26 bildiğini dobra dobra söylemekten çekinmeyen, büyüklük taslayanlara karşı mağrur davranan, kendisiyle yeni tanışanlara esrarengiz görünen, ilginç sorularla etrafındakileri şaşırtan, nükteli, mecazlı ve derin konuşan fakat bazı zamanlarda alaycı, küçümser, kırıcı ve hırçın da olabilen bir mizaca sahiptir. (Bkz. Kabaklı, Ahmet, Mevlana, İstanbul, 1991, s. 37, 42) Bu durumda ilk bakışta olumsuzluk olarak nitelendirilebilecek söz konusu olan bu farklılıkları yüzeysel bir bakış ile değerlendirmek yerine velilerdeki meşreb farklılıklarına hamletmek daha doğru olacaktır. Yüce Allah “gül”ün tabiatını yaratırken onu dikenleri ile birlikte yaratmıştır. Ve güller dikenleri ile birlikte güzeldir. Her ne kadar görüntüde Şems, coşkun akan bir ırmak gibi hırçınca çağlıyor görünse de aslında iç aleminde ilahi sevginin verdiği huzur ile derinden derine akan sakin bir ırmak gibidir. Dışarıdan görünen hareketlilik ise dayanılmaz derecedeki Allah aşkının, gönlüne verdiği heyecanın zahirdeki kıpırtılarıdır. Onun bazı davranışlarını tasavvuf düşüncesi içerisinde bile olsa, açıklamak hayli zordur. Sıradan insanlar için yapılması sakıncalı olan bir takım davranışlar, Şems-i Tebrizî tabiatındaki bir veli için normaldir. Şöyle ki güle dikenleri yakışır, çünkü Cenab-ı Mevla onu öyle yaratmıştır. Şems de bütün hırçınlıkları, gariplikleri ve sözlerindeki keskinliği ile birlikte güzeldir. Uzun uzadıya Şems’in tavırlarını ve davranışlarını aklî bir izahla savunmanın anlamı yoktur. Çünkü Yunus Emre’nin de “Aşk gelicek cümle noksanlıklar tamam olur” diyerek ifade ettiği gibi aşk gelince tüm kusurlar ortadan kalkacaktır. Nitekim her anında bütün zerreleriyle ilahî aşkı yaşayan ve bu aşk ile yanıp tutuşan Şemsi Tebrizi gibi bir veliyi kusur arayan gözlerle ve şüpheyle bakan bir akılla değerlendirmek doğru olmasa gerektir. Onu hakkıyla anlayabilmek için sevgi alemine onun penceresinden bakabilmek gerekir. Bu olmadığında gözler görüntüdeki kusurlara ilişecektir. Onun davranışlarına zahiri kıyas mantığıyla bakıldığında, bunlar akla yatmıyor gibi görünse de aşk formatında değerlendirildiğinde normal görülebilir. Onun söz konusu tavırlarını açıklarken bunu yaşadığı dönemdeki misyonu ile de alakalandırmak gerekir. Çünkü onun ilk etapta “uçuk” olarak algılanabilecek sözler söyleyerek insanları şaşırtmak ve bu sayede “ilahi aşk”a dikkat çekmek gibi bir misyonu söz konusudur. Ve bunda da çok başarılıdır. Mesela bir gün Şems, medresenin önünde otururken, önünden cellat ve katil bir adam geçer. Yanındakilere, o adamın bir veli olduğunu söyler. Yanındakiler ise ona “Nasıl olur o bir canidir daha geçen gün mübarek bir zatı öldürdü” diye itiraz ederler. Şems’in onlara verdiği ibretli cevap şöyledir: “İyi ya, siz söylüyorsunuz işte. O bir veliyi öldürdü. Demek ki onu beden zindanından kurtardı. Bu hizmeti dolayısıyla ölen de veliliğini ona bağışlamış oldu.” (Bkz. Kabaklı, a.g.e., s. 46) Bilindiği gibi tasavvufta büyük şeyhler hakkında eleştirilerde bulunmak yanlış bir davranıştır. Çünkü salik şeyhinin değil kendi kusurlarını görmekle mükelleftir. Fakat Şems bazı hikmetlerden dolayı kendisini bu tip kurallarla sınırlamamıştır. O birçok ünlü şeyhle görüşmüş, hemen hepsini de kınamıştır. En büyük şeyh anlamına gelen Şeyh-i Ekber diye anılan Muhyiddin İbni Arabi’yi (ö. 637/1239) bile beğenmemektedir. Şemseddin, Mevlana’dan önce hiç kimseye baş eğmiş değildir. (Bkz. Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlana, İstanbul, 1996, s. 9) “Şems, ilk mürşidi Ebu Bekir Selebaf’ı bile: ‘Ondan birçok yücelikler elde ettim. Fakat bende bir şey vardı ki şeyhim onu göremiyordu. Zaten hiç kimse onu görememişti. İşte onu Mevlana Hüdavendigar’ım gördü’ diyerek hafifsemektedir.“ (Kabaklı,a.g.e.,s.37,38) Belki de onun bu eleştirici tavrı, arayıp bulamaması ve aramaya devam ederek Mevlana’ya yaklaşması için, gerekli bir tavırdı. Zira kaderin rotası belliydi ve onu git gide o buluşmaya yaklaştıracak sebeplere ihtiyaç vardı. Belki de diğer şeyhlere olan uzaklığı onu Mevlana’ya yaklaştıran birer sebepten ibaretti. Eflaki’nin anlattığına göre Şems Bağdatlı şeyh Evhadettin Kirmanî’ye karşı da benzer bir tavır sergilemiştir. Bir gün Şems ona “Ne alemdesin?” diye sorar, o da başka mânâlar kastederek “Leğendeki suda ayın on dördünü seyretmekteyim” diyince Şems “Ensende çıban mı var ki başını kaldırıp göğe bakmıyorsun” diye çıkışmıştır. (Bkz. Kabaklı, a.g.e., s. 38) Şems-i Tebrizi, âdet olsun diye yapılan şeklin ötesine geçemeyen ayinlere, tek tip kıyafet giyen tarikat mensuplarına karşıdır. Ayrıca mânâsı önemsenmeden kuru kuruya nakil yoluyla aktarılan bilgilere karşı da bir mücadelesi söz konusudur. Şems, gönülden gelen bilgiye kıymet veren ve onu izhar etmekten de çekinmeyen bir yapıya sahiptir. Gölpınarlı’nın anlattığına göre; “Şems mesela bir gün Tanrı ve Peygamber buyruğundan, büyüklerin sözlerinden bahsedenlere ‘Ne vakte dek şunun bunun sözlerini nakledeceksiniz? Ne vakit kendi kitabınızdan söz söyleyecek, ne zaman Rabb’im, kalbime dedi ki diyebileceksiniz?’ diye bağırmıştır.” (Gölpınarlı, a.g.e, s. 13) Anlaşılan odur ki o, bazı keskin eleştirilerini tasavvufu şekilselciliğe indirgeyen anlayışlara karşı tepkisel olarak sergilemiştir. Aslında şekilciliğe karşı büyük sûfilerin tamamının bir tepkisi mevcuttur fakat ifadeler Şems’in ifadeleri kadar sert olmadığı için bu kadar tartışılmamıştır. Netice itibariyle Şems-i Tebrizi hazretleri de diğer Allah dostları gibi tasavvuf tarihimizde güzel izler bırakmış mübarek bir zattır. Zaten öyle olmasa Hz Mevlana gibi bir hak aşığının gönlüne bu denli tesir etmesi de söz konusu olamazdı. Onun farklı mizacına tasavvuf tarihi açısından baktığımızda bir zenginlik ve farklı bir renk olarak değerlendirebiliriz. 27 Mayıs 2009 Salih AYDIN salihiaydin@hotmail.com RUFAİ YOLU VE SÜNNET “Yolumuz; Kitabullah ve Sünneti Nebevidir. Bilmiş ol ki, derviş, sünnete ittiba ettiği müddetçe doğru yoldadır. Sünnetten yüz çe- Tasavvuf ve tarikatlar sünnetin ihyasından ibarettir. İslamî bir hayat ancak sünnetin yaşanılmasıyla mümkündür. Resulullah’ın sünnetinden kıl kadar ayrılan dalalete düşmüştür. Çünkü biliyoruz ki kurtuluşa erecek olanlar ancak sünnete tabi olanlardır. Tasavvuf ancak sünnetin pratiğe dökülmesidir. Mutasavvıflar bu konuda çok hassas davranarak çevrelerindeki insanları sünnetin nurlu yoluna çağırmışlardır. Ayrıca kendileri de sünnetin canlı pratikçileri olmuşlardır. virdiği an, doğru yoldan sapmışKulluğun nasıl yapılacağının reçetesini bizler sünnette buluruz. Sünnet bizler için bir hayat tarzı ve yol haritasıdır. Sünnete uymayan her hareket, her adım, her fikir sapıklığın ta kendisidir. Bir harekette, bir meşrepte, bir oluşumda sünnet yoksa o oluşum dinin içerisinde olmayan bir oluşum- tır.” Mayıs 2009 28 dur. Kendilerini İslam dairesinde gören herkes mutlaka sünnet dairesi içerisinde kalmalıdır. Sünnet dairesinin dışına çıkan kim olursa olsun, unvanı, adı, sanı ne olursa olsun mutlaka sapıtmıştır. Tasavvuf ve tarikatlar sürekli gündemdedir. Gündemde olmalarının sebepleri farklı farklıdır. Hem tarikatlardaki insanların yaptıkları olumsuz işler, hem de tasavvuf ve tarikatları bilmeyen kişilerin bilmeden söyledikleri bazı sözlerden dolayı tasavvuf sürekli gündemde tutuluyor. Yanlış uygulamaları gören bazı kimselerinde işin esasını araştırmadan, öğrenmeden cahilane sarfettiği sözler işi çığırından çıkarıyor. Bilmeden büyük zatlara iftiraya- bühtana varan ölçüsüz, edep dışı sözler ediliyor. Seyyid Ahmed el Kebir Rıfai kuddise sırruhu buyuruyor; “Allah Tealayı, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e uymakla arayınız. Nefis ve hevanızın doğrultusunda giderek Allah yoluna girmekten sakınınız! Kim nefsine tabi olarak yola koyulursa ilk adımında sapıtır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şanını yüceltiniz. O, Hak Teala ile insanlar arasında bir dil, Allah’ın kulu, Allah’ın sevgilisi, Allah’ın Rasulü, Allah’ın yarattıklarının en mükemmeli, Allah’ın elçilerinin en faziletlisi, Allah’a giden yolu gösteren, Allah’a davet eden, Allah’tan haber veren, Allah’tan buyruklar alandır. O, Rahman’ın nimetlerine açılan genel bir kapı, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan samedaniyet cennetine girmekte herkes için bir vesiledir. Kim Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tutunursa vasıl olur, Kim Ondan ayrılırsa, uzaklaşır. Nitekim buyurmuştur ki; “Arzusunu, hevasını, benim getirdiklerime tabi kılmayan kimse iman etmemiştir.” [1] “Biliniz ki, peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in nübüvveti, vefatından sonra da tıpkı hayatındaki gibi devam etmektedir ve Allah Teala’nın yerlere ve üzerindekilere varis olacağı (kıyamet) gününe kadar sürecektir. Bütün insanlar O’nun şeraiti ile mükelleftirler, geçmiş şeraitlerin hükümleri Onun şeraiti ile nesholunmuştur (geçersiz kılınmıştır.) Onun mucizesi olan Kur’an kalıcı bir mucizedir… Onun doğru haberlerini kabul etmeyen, Allah’ın kelamını reddetmiş gibidir. Öyleyse Allah’a, Kitabına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği bütün haberlere de iman ettik. Allah Teala; “Her kim kendisine hak açıklandıktan sonra, peygambere muhalefette bulunur ve mü’minlerin yolunun gayrısına giderse, biz onu döndüğü o yolda bırakırız. (fakat ahirette) onu cehenneme koyarız ki, o ne fena bir yerdir.” [2] Buyuruyor.”[3] “Bu yolda yalnız Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olana uymak gerekir. Hak yolu arayanlar, peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olanı bulmalıdırlar. Kendini beğenmiş olanlara ve kuru iddia sahiplerine uyulmaz. Manevi hal ancak Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den gelir. Babadan oğla geçmez. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmadan boş bir davaya kapılanlar varsa yanılıyorlar.” [4] “…Her hayır kapısının açılmasını isteyen, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) eteklerine yapışmalı, dünyanın ve ukbanın hayrını arzu eden, Onun yoluna girmelidir…” [5] “… Acaba marifet kapısına, hadisi şeriflerin gösterdiği yollardan başka bir yoldan varmak mümkün olur mu?.. İrfan sahiplerinin kurtuluşu için Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti şerifini yerine getirmekten başka çare var mıdır? İrfan sahibi, ancak bu yolda devam ettikçe nefsini ıslah edebilir. Nefs, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e uyduğu süre, Hakk’a ve hakikate boyun eğebilir.” [6] 29 Mayıs 2009 “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular; “Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de üstün ve güzel eyledi” [7] Bu hadisi Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in terbiye yolunu gösteriyor. Bizim de o yola girmemizin gerektiğini anlatıyor. Çünkü o yoldan birazcık şaşan, sapar. Ondan kendini ayrı sayan azar, kudurur. İman sahipleri gayelerini bu yolda yükseltirler. İrfan sahiplerinin iç alemi bu yolda güzelliğini bulur. Başka türlü düşünmek imkansızdır. Allah’ı bulmak arzusunda olan bu yola girmeye mecburdur. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in açtığı edep ve terbiye çığırına girmeden, kimse bir şey ummasın. Hak ve hakikat yolcusu, bulacağını, anlattıklarımız dışında bulamaz!” [8] “Her kim nefsani istek ve ve arzularını Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğ ettiği şeriatı mutahharaya hor bir köle gibi boyun eğdirmezse, bu kişinin imanlı olduğu nasıl söylenebilir?” [9] Mayıs 2009 “…Allah Teala, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i, peygamberlerin en mükemmeli ve sonuncusu olarak göndermiştir. Peygamberlere iman; onların getirdiklerine inanmak, emrettiklerini yerine getirmek, nehyettiklerinden kaçınmak, peygamberlerin efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği ve önceki şeraitleri kapsayan, Şeriatı Muhammediye’nin gereklerine uymak, zahir ve batın her şeyde şeriata teslim olmaktır.” [10] “Kardeşlerim! Efendimiz, mürşidimiz, Rabbimize ulaşmaya vesile ve hidayet kaynağımız olan sevgili peygamberimiz’in sünnetine ittiba etmekle bana yardımcı olunuz. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve selem, Kitap ve Hikmeti öğretmekle bizi temize çıkarmış, bilmediğimiz hususları aydınlatmak suretiyle de bizi körlük ve cehaletten kurtarmıştır. Dikkat ediniz. Sakın bir çok yanlışları olan şu bid’at sahiplerinin sözlerine aldanmayınız. Batıl ehlinin yolunda bulunmayınız…” [11] 30 “…Yolumuz; Kitabullah ve Sünneti Nebevidir. Bilmiş ol ki, derviş, sünnete ittiba ettiği müddetçe doğru yoldadır. Sünnetten yüz çevirdiği an, doğru yoldan sapmıştır” [12] “Acaba marifet kapısına, hadisi şeriflerin gösterdiği yollardan başka bir yoldan varmak mümkün olur mu?.. İrfan sahiplerinin kurtuluşu için Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti şerifini yerine getirmekten başka çare var mıdır? İrfan sahibi, ancak bu yolda devam ettikçe nefsini ıslah edebilir. Nefs, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e uyduğu süre, Hakk’a ve hakikate boyun eğebilir.” “Muhammed kelimesinin yazılışı, ezelden ebede kainat sayfaları üzerina uzatılmış ve yayılmıştır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in azamet ve etkinliği, sonradan yaratılan her türlü varlığın üzerinde daimi bir hüccet, yani delildir. Huccet, kalpten şüpheyi gideren ve hasmın itirazını – inatçılığı sebebiyle dili konuşmaya devam etse bile – kesin olarak bertaraf eden delildir. İnkârcılar, hazreti peygamberin delil oluşunu hasetleri sebebiyle görmezlikten gelse bile, onun büyüklüğünü yakınen kabul etmişlerdir… hüküm ve hikmetin tamamı ona mahsustur. O da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. O ceberut âleminin basamaklarıdır. Kıyamet gününe kadar emir ve nehiy sahibidir.” [13] ............................................................................ “Nur-i Muhammedi’nin şafağı sökmüş, gü- [1] Beyhaki Medhal(188) Hatib(4/369) İbni Cevzi ZemmülHeva(s18) Deylemi(7791) neşi doğmuştur. Ebedi olarak da batmayacaktır. ŞerhusSünne(104) Nevevi Erbain(41) HakiymTirmizi Nevadir(2/388) Mişkat(167) İbni Ta kıyamete kadar… Kim ki Rasulullah’ın sün- Ebi Asım esSünne(1/12) İbni Müflih Adabuş Şer’iyye(2/65) İbni Receb CamiülU- netini ihya etmek ve emirlerini yaymak maksa- lum(364) dıyla hizmette bulunursa, işte o, kurtuluşa Cenne(s136) ermiş, fevz ve necat bulmuştur. Onun için yüz [2] Nisa, 115 şehid sevabı vardır…” MevahibiLedüniye(2/129) SevaikulMuhrika(s460) Suyuti Miftahul [14] [3] ElBurhanul Müeyyed(s.27-28, terceme s.54) [4] Haletu Ehli Hakikat(s.92) “Ne aşağılık bir himmet sahibidir o kimse [5] Ahmed Rıfai Haletu Ehli Hakikat(s149) ki, Allah’ın dinini halka anlatmaya çalışan ve [6] A.g.e.(s.197) Bkz.: HikemirRifaiyye(s83) peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yardım [7] KeşfulHafa(1/62) Fevaidu Mecmua(327) Kenz(31890) Nevafihul Atira(68) Daife(72) eden bir kişiye karşı çıkar ve düşmanlık eder. İbni Teymiye Mecmuatur Resaili Kübra(2/336) İbni Teymiye; manası sahih, ancak Vah ona, yazık ona! Onun aklı yok! Zira her sabit bir isnadını bilmiyorum” der. Ademoğlunun Rasulullah sallallahu aleyhi ve [8] A.g.e.(s225) sellem’in yoluna uyması ve Onun dinine yar- [9] Mecalisus Seniyye(s40) dımcı olması gerekir. Ona karşı gelenler biraz [10] Mecalisus Seniyye.(s17) düşünüp anlasalardı, bilirlerdi ki, Muhammed [11] Mecalisus Seniyye(s45-46) sallallahu aleyhi ve sellem, adalet meşalesini [12] A.g.e.(s53) ayrca bakınız; s.58, s.65 v.d. yakmış, geniş ve düz yolu açıklamış, hucceti [13] A.g.e.(s.61,63) ikame etmiş, kat’i ve sarsılmaz imanı kalplere [14] Nizamul Has(s128) yerleştirmiştir…” [15] [15] Nizamul Has(s.182, bkz. S.183-184) 31 Mayıs 2009 Kalın Kabanlı Adam Halil ATİK Kalın kabanlı bir adam vardı Yüzü karaya çalan bir beyazdı Kabanın içinde ufak kalırdı Tanınmazdı hiç Tanımazdım bende Bir gün görmüştüm sahi Kağıt toplardı... Rüzgârı aramazdım Evlat derdi evlat Hayat`a hiç küsme Sonra bakardı cebindeki resme Susardı Ağlardı Ağlardım... Sabah namazındaydı Sonra bizim evin altındaki çay ocağındaydı Yine görmüştüm onu Gözleriyle yüreğime bir başka bakardı Arkamı dönüp gidiyordum Evlat dedi evlat Ses tonu seher yelini aratmazdı O gün ilk çayını ısmarlamıştı Elleri çaydan daha sıcaktı Sessizdi Belli ki kimsesizdi Göğü gösterirdi Orada bak evlat derdi Ne derdim susardı Adın ne derdim kızardı Kalın kabanlıydı Titriyordu ama Elleri sıcacıktı Her sabah oradaydı O günden sonra hep yanımdaydı... Başkaydı İçime tek o dokunurdu Kalın kabanlıydı ama ince ruhluydu Titrerdi Kaban ona büyük gelirdi Ama elleri sıcacıktı Yıldızlara bakardı Demlediği çayı çiçeğin dibine dökerdi Birazda o demlensin derdi Bir başımı okşardı bir çiçeği Bir keresinde sormuştum -Hayat nedir? Hayat benim, hayat sensin demişti Anlamamıştım Adın ne demiştim Bir gün öğrenirsin demişti Kızmıştım Titrerdi kıyamazdım... Yatsı namazındaydı En arka saftaydı Ama en son o çıkardı Sonra caminin altındaki çay ocağındaydı Siması yüreğimi kabartırdı O başkaydı Heybetliydi Ama sessizdi Belli ki çaresizdi Çayın demi Hayat, şekeri sensin derdi Anlamazdım Adını sorardım söylemezdi Kızardım Saçımı okşardı Mayıs 2009 Demiştim işin nedir? Defterinde ki sayfa birde kimsesizlik demişti Ama görmüştüm kağıt toplardı Üzerine gitmemiştim Aslında mesleğini demiş sonra anlamıştım... Birçok şeyini anlamazdım zaten Farklıydı Ama tatlıydı Severdi sevecendi Öyle geceye bakardı Evlat derdi evlat -Hayat bu geceye vuslat Anlamazdım Susardım O resme bakardı Ağlardı Ağlardım... 32 Yine sabah namazıydı Ve yine bizim evin altındaki çay ocağındaydı Ağlıyordu Öksürüyordu Yanına gitmek istememiştim Arkamı dönüp gidecektim Evlat dedi evlat Döndüm Sarıldı Kırıldım Sanki bin parçaya bölündüm Sıcacıktı Bir an yüreğini gördüm Paramparçaydı Sordum sustu Ağlıyordu Ama öksürüyordu da -Hasta mısın? ... -Hasta mısın? ... Yüreğinin parçasımıydı boğazına kaçan? Söylesene kalın kabanlı adam! Kabanı gül kokardı Yanı bir başka bahardı Ama kıştı Bir an bir kuşla bakıştı Kuş göğe kanat açtı Evlat dedi evlat -Hayat`da bu kuş gibidir... -Bağlanma uçar gider... Tutarım dedim sararım sarmalarım dedim -Gittiğini anlamazsın ki!... Kalın kabanlıydı Ama derin bakışlıydı Yüreğimi okurdu Ağlayacağım zaman gözlerime dokunurdu Sanki bir pamuktu Beni bana dokurdu Hayat`tı o Hayat`ı öğretiyordu Çoğu kez susardı Belli ki yanmıştı... O gündü Yatsı namazındaydı Yine arka saftaydı Sonra caminin altındaki çay ocağındaydı Çayı soğuktu kendi sıcaktı Bu sefer çay ısmarlamamıştı Dalgındı Kalın kabanlı diyorum baksana Susuyordu Arkamı dönüp gidiyordum Dur dedi Hayat`a arkanı dönüp gitme Anlamadım Sarıldı Kırıldım İçine döküldüm Orda kalmak istedim Bir anda soğudu Ama yüreği sıcacıktı Eli yumuşacıktı Adın ne dedim söyle bu sefer ne olursun Yakındır anlarsın dedi Kalın kabanını çıkardı -Bu senin... -Üşürsün -Rüzgâr vurmayacak artık bana Anlamadım Gitti... İki şeyini çok merak ederdim Bir ismini Bir de cebindeki resmini... Ah! O sesi hala nefesimde Bu sabah öğrendim adını sâla sesinde... Kalın kabanlı adamdı giden Üzerinde bu sefer beyaz kefen Yakışmadı bu giysi kızsan da ulan Niye uçtun yanımdan Söyle kalın kabanlı adam! Kalın kabanına baktım Sıcacıktı sanki yüreğini bırakmıştı Hemen cebine baktım resim ordaydı Resimde kalın kabanlı adam Sarıldığı bir bayan İkide çocuk vardı... Birde bunların ölüm tarihi... 2008 Kendiside kanserdi 2008... Ve resmin altındaki not "Hayat bu kadardı evlat" "ADAM SERGİSİNDEN" ..................................................... Dipnot:Hayat`ın kıymetinin nerede olduğunu yakalamak dileği ile... Kalın Kabanlı Adam misali hayatı biraz olsun anlamak için yazılmıştır... 33 Mayıs 2009 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 25 İBADET BABLARI “Temizlik” 146- Ebu Malik el-Eş’ari’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini anlatmıştır: “Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdulillah cümleleri, mizanı sevap olarak doldurur. Sübhanellah velhamdülillah, yer ile gök arasını sevapla doldururlar. Namaz, nurdur. Sadaka, imanın delilidir. Sabır, ışık kaynağıdır. Kur’an, lehine veya aleyhine bir delildir. İnsanların hepsi sabahleyin çıkar giderler. Kimisi kendini satar, ya kendini azat eder, veya helak eder.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 147- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Size Allah’ın kendisiyle hataları sildiği, dereceleri yükselttiği şeyleri haber vereyim mi?” Dediler ki: Evet. Hz.Peygamber buyurdular ki: “Hoşa gitmeyen bir zamanda (mesela aşırı soğuk, aşırı sıcakta) abdestini tam yapan, camilere çok adım atmakla giden, bir namazdan sonra gelecek namazı bekleyen kimselerdir. İşte ribat (Allah yolunda savaşan kimsenin sevabını kazandıran iş) budur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 148- Hz. Osman’dan rivayet edilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Kim abdest alır ve onu güzel yaparsa, hataları bütün vücudundan çıkar. Hatta tırnaklarının altından bile çıkar.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 149- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O bir topluma rastgeldi, onlar abdest alıyorlardı. Ebu Hureyre dedi ki: Abdestinizi tam yapın, zira ben Ebu’l Kasım’ın (Peygamber’in) şöyle dediğini duydum: “Cehennemde yanacak topuklara yazıklar olsun.” (Yani topuklarında kuru yer bırakan kimseler bu yüzden cehenneme atılacaktır.) Hadisi İmam Ahmet rivayet etmiştir. Mayıs 2009 34 150- Ukbe İbn Amir’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: Resulullah şöyle buyurdular: “Bir müslüman abdest alır, abdestini de güzel yapar, sonra kalkar iki rekat namaz kılar, yüzüyle ve kalbiyle kıbleye dönerse cennet ona vacip olur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 151- Ebu Said el-Hudri’den nakledilmiştir. Ebu Said dedi ki: Bir defasında Resulullah ashabıyla namaz kılıyordu. O sırada takunyalarını çıkardı ve onları sol tarafına koydu. Onu gören cemaat takunyalarını çıkarıp sol yanlarına koydular. Ne zaman ki Resulullah namazı tamamladı, şöyle dedi: “Sizi ayakkabılarınızı çıkartmaya sevkeden şey nedir?” Dediler ki: Biz seni gördük ki çıkarmışsın. Biz de çıkardık. Resulullah dedi ki: “Cebrail bana geldi ve ayakkabımda pislik olduğunu söyledi. Mescide geldiğiniz zaman ayakkabılarınıza bakın, eğer onlarda bir pislik varsa yere sürterek temizleyin, sonra namazı kılın.” Hadisi Ebu Davut rivayet etmiştir. 152- Abdullah İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. O dedi ki: Resulullah süt içti, sonra ağzını çalkaladı ve sonra dedi ki: “Bunda da yağ vardır.” (yağlı bir şey içtiğinden dolayı ağzın misvaklanması emredilmiştir.) Hadis müttefakun aleyhtir. 153- Hz.Aişe’den nakledilmiştir. O dedi ki: Resulullah yemek yemek istediğinde yahut uyumak istediğinde abdest alırdı. Nesai’nin kitabına aldığı hadiste namaz abdesti gibi abdest alırdı denir. Hadisi Bezzar ve İbn Kattan zikretmişlerdir. 154- Ümmü Seleme’den nakledilmiştir. O dedi ki: Ya Resulallah, ben bir kadınım, başım- daki saçları örgü yaparım, yıkanmak istediğim zaman onları bozayım mı? Hz. Peygamber dedi ki: “Hayır, onların dibine üç avuç veya daha fazla su dökmekle yetinirsin, temizlenirsin. Sonra suyu bütün vücuduna dökersin ve temizlenirsin.” Hadisin lafzı Müslim’e aittir. Başka bir rivayette: Saçlarımı yıkamak istediğim zaman çözeyim mi? Dedim. Resulullah dedi ki: “Hayır.” 155- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Resulullah dedi ki: “Yeryüzünün toprağı müslümanın abdestini temin eden şeydir. On sene suyu bulamasa dahi. Su bulduğunda Allah’tan korksun ve su ile bedenini yıkasın. Bu onun için hayırlıdır.” Hadisi Hafız Ebu Bekir elBezzar kitabına almıştır. 156- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Reslullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Bir kimse elini çıplak bedenine dokunmakla abdesti bozulmuş olur. Yeniden abdest alması lazım gelir.” (Hadisle Şafiler amel etmiştir.) Hadisi İbn Hibban riavayet etmiştir. 157- Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir. Ebu Said Peygamber’imizden şöyle nakilde bulunmuştur: “Bir kimse boy abdesti alması gerektiği zaman namaz abdesti gibi abdest alsın. Daha sonra ailesinin yanına geldiğinde tekrar abdest alsın.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Hadisi Hakim, el-Müstedrek adlı eserinde zikretmiştir. 158- Abdullah es-Senabihi’den rivayet edilmiştir. O dedi ki: Resulullah’ın şöyle dediğini duydum: “Mümin bir kul abdest aldığı zaman ağzını yıkarsa ağzıyla işlemiş olduğu hataları affedilir, burnunu temizlediği zaman burnuyla işlemiş olduğu hataları affedilir, yüzünü yıkadığı zaman yüzüyle işlediği hataları affedilmiş olur, ta ki göz kapaklarının altındaki hatalar da affedilmiş olur. Ellerini yıkadığı zaman tırnak altındaki hataları giderilmiş olur, başına meshettiği zaman başıyla işlediği günahlar, hatta kulaklarıyla işlediği günahlar affedilmiş olur, ayaklarını yıkadığı zaman ayaklarıyla işlediği günahlar affedilmiş olur, hatta ayak tırnaklarının altından ki hatalar da çıkarılmış olur. Sonra camiye yürürse, kıldığı namaz çoğaltılır.” Hadisi İmam Malik ve Nesai rivayet etmiştir. 159- İbn Ömer’den rivayet edilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Taharet- siz (yani abdestsiz) namaz olmaz. Müsaade olmadan devlet malından alınan şeyden sadaka olmaz.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 160- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Dedi ki: Resulullah şöyle buyurdular. “Sizden birisi karnında bir şey, bir hareket hissederse, şüphe eder ve karnından bir şey çıktı mı, çıkmadı mı diye şüphede kalırsa, bir ses bir koku hissetmedikçe camiden çıkmasın.” Hadisi Müslim sahihinde zikretmiştir. 161- Büreydete’den nakledilmiştir. Hz.Peygamber fetih günü namazları bir abdestle kıldılar ve mestlerine meshettiler. Hz.Ömer dedi ki: Bugün bir şey yaptın ki daha önce böyle bir şey yapmamıştın? Hz.Peygamber: “Onu bilerek yaptım.” Dedi. Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir. 162- Selman’dan nakledilmiştir. Resulullah bize tuvalette, büyük abdest yahut idrar yaparken kıbleye doğru dönmemizi ve sağ elle taharet yapmayı, üç taştan az taşla, kemiklerle, hayvanların tersleriyle taharet yapmamızı yasak etti. Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir. 163- Abdullah bin Abbas’tan nakledilmiştir. O dedi ki: Resulullah abdest alırken uzuvlarını bir kere yıkamıştır. Daha fazla yıkamamıştır. Hadisi Buhari kitabında zikretmiştir. 164- El-Muğire bin Şube’den nakledilmiştir. Dedi ki: Peygamber abdest aldı. Alnına, sarığına ve mestlerine meshetti. Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir. 165- Hz.Aişe’den nakledilmiştir. O dedi ki: Resulullah boy abdesti aldığı zaman ilk önce ellerini yıkar, sonra namaz abdesti gibi abdest alır, sonra parmaklarını suya sokar ve onlarla saçlarının dibini aralardı, sonra başına iki avucu ile üç defa su dökerdi, sonra da vücudunun tüm tarafına su akıtırdı. Hadis müttefakun aleyhdir. Müslim’in rivayetinde: Ellerini kaba sokmadan evvel yıkamaya başlar, sonra sağ eliyle sol eline su döker, taharet alır ve abdestini tamamlar. 166- Hz.Aişe’den nakledilmiştir. O dedi ki: Resulullah’a boy abdesti soruldu. O da, bütün vücudu yıkanması demek olduğunu zikretmiştir. Ümmü Süleym dedi ki: yıkanmsı gereken kadının bütün vücudunu yıkaması gerekir mi? Peygamber: “Evet” dedi, “Zira kadınlar erkeklerin yarısıdır. Kadınların boy abdesti de erkekler gibidir.” Hadisi Tirmizi ve Ebu Davut rivayet etmişlerdir. 35 Mayıs 2009 Talha Hakan ALP Nüzûl-i İsa Hadisleri: Mustafa İslamoğlu’nun bir soruya verdiği cevap üzerine Hz. İsa’nın nüzûlü konusu İslam modernistlerinin İslam algısında kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Bu kesimin nüzul-i İsa ve benzer konulara karşı alerjik tavrını anlamlandırmak için modern düşüncenin, içeriğinde olağanüstülük bulunan dinî konular karşısındaki takıntısıyla irtibatı ayrıca sorgulanmalı elbette. Ama şimdilik şunu söylemek mümkün; İslam modernistlerinin işbu takıntısı sebebiyledir ki, peygamberlerin mucizelerinden kıyamet alametlerine kadar ayet ya da sahih hadislerde açık ifadesini bulan birçok mesele bugünün müminleri için ayrı birer imtihan konusu olmuştur. Mezkur kesim öncülüğünde televizyon ekranlarına kadar uzanan tartışmalar bu gibi konuları birçok Müslümanın zihninde çözüm bekleyen sorunlar haline dönüştürmüş ve haliyle şu soruyu gündeme taşımıştır: Bir Müslüman bu konularda nasıl bir tavır sergilemelidir? Mayıs 2009 36 NÜZÛL-İ İSA VE BENZER KONULARDAKİ TAVIR NE OLMALIDIR? Yolunu, usulünü ve kaynaklarını bilen bir mümin için değişen bir şey yok; dün bu konular ne ifade ediyor idiyse bugün de onu ifade ediyor. Değişen siyasî, ictimaî ve kültürel şartların temel inançlarımıza yansıması olamaz; çünkü temel inançlarımız kaynağı vahiy olan tarih-üstü hakikatlerdir. Dün akide kitaplarına[1] kadar giren bir konu olarak Hz. İsa’nın nüzûlü bugün de ve bundan sonra da akîde konusu olmaya devam edecektir. Akîde kulun belirlemelerine açık alan değildir; bu bakımdan tarihsel de değildir ve haliyle farklı tarihselliklere göre içeriğine müdahale edilmesi de söz konusu değildir. Akîdede aslolan bir inanç esasının açık ve kesin nassa dayanması ve aslen içeriğinin imkân dâhilinde olmasıdır. Hz. İsa’nın nüzulü içerik olarak imkân dâhilindedir ve hakkında hem açık hem de kesin naslar bulunmaktadır. Ancak İslam modernistleri için durum bu kadar net değil. Genelde bu çevrenin İslamî esaslara karşı evhamlı bir tutum sergilediği bilinmektedir. Sadece Hz. İsa’nın nüzulü değil, mesela İlhami Güler gibi bazı İslam modernistleri Kur’an’da yer alan açık kıssaların bile mitolojik birer anlatım olduğunu savunabiliyorlar.[2] Söyleme bakılırsa bu kesim için ilgili meseleler din telakkimizde birer ur gibi bünyenin sağlığını tehdit etmekte olduğundan artık yeni bir kaynak ve yeni bir metodoloji anlayışıyla bu meselelerin ayıklanması gerekmektedir. Ne var ki henüz ortaya net ve teşekküllü bir sistem koyabilmiş değiller. Yaptıkları sadece mevcut içinden belli başlı meseleleri irdelemek ve yerli yersiz vaveylalar kopartarak yapıyı kolay buldukları yerden yıkmaya çalışmaktır. Evet, tam olarak yapılanı yıkmak kelimesi resmediyor; çünkü yapmak ya da inşa etmek için ne sahih bir kaynak teklifi ne de kaynakları anlamak ve yorumlamak için tutarlı bir metodoloji teklifi ortaya koyabilmişler. Kaynak ve metot olmadan da haliyle inşa faaliyeti başlatılamıyor. Son dönemde modernist ilahiyatçı çevrenin yoğun olarak tefsir ve hadis ilimleri alanında yaptığı çalışmaları ve bu meyanda özellikle Mutezile üzerine hazırlanan tezleri aslında mevcut yapı içinden tesis edilmek istenen metodolojiye malzeme ve mesnet arayışı olarak görmek mümkün. Modernist ilahiyatçı kesim bu nitelikte tez ve makalelerle metodoloji tesis etmeye çalışarak işin atölyecilik kısmını deruhte ederken, bir yandan da bu çalışmaların piyasaya arzını üstlenen “pazarlamacılar” dikkat çekiyor. Bunlar tabana daha yakın durdukları için akademik söylemleri tabanın talebine uyarlama konusunda akademisyenlere göre daha başarılı kimseler. Müslüman tabanının İslam modernistleriyle münasebetlerine gelince şimdilik taban daha çok pazarlamacılarla muhataplık kurabiliyor ve İslamî telakkilerini de bunların el yordamıyla toparlayabildikleri üzerine bina ediyor. Pazarlamacıların Hz. İsa ve benzer konularda ileri sürdüğü çözüm de haliyle biraz kotarma biraz da günü kurtarma kabilinden palyatif öneriler oluyor. Bu önerileri şöyle formüle edebiliriz: Yolu bulunursa ilgili nasların reddi, bulunamazsa bir şekilde lafzı tevil etmek. İşte bu makalenin yazılmasına bais olan Mustafa İslamoğlu da Hz. İsa’nın nüzulü meselesinde benzer tavrı sergilemiş; kâh tevil yolunu deneyerek kâh İslamî litaratüre geçmiş bulunan bazı genellemelere sarılarak Hz. İsa’nın nüzulüne iman meselesinin bir Müslüman için ifade ettiği önemin üstünü örtmüştür. Konu hakkında hem araştırma yapan hem de hassasiyet gösteren bir mümin sıfatıyla bu yanlışa dikkat çekmem gerektiğini düşünerek İslamoğlu’nun tutumunu eleştirmek istiyorum. Ancak eleştiriye geçmeden önce şu notu düşmekte fayda mülahaza ediyorum: İslamoğlu’nun İslamî bilgi ve tasavvur alanlarında yetkin olmadığını, dolayısıyla bu alanlarda verdiği ürünlerin yarardan çok zarar getirdiğini düşünüyorum. Ama bunun yanında öncülüğünü yürüttüğü bazı hayır çalışmalarını takdirle karşıladığımı ifade etmeliyim. Bu vesileyle gerek yazı gerekse hitabet aracılığıyla Müslüman kitleye şu veya bu ölçüde tesir eden kimselerin hata ve sevapları karşısındaki tavrımı şu cümlelerle özetleyebilirim: Bu kimselerin hizmetlerine ya da olumlu yanlarına karşı hakkaniyet ve adalet ölçüleri dâhilinde takdir ve şükran duygularımı hiçbir surette esirgemem. Ancak bu duygularım onların özellikle esasa ilişkin yanlış düşüncelerine karşı tepkisiz kalmamı da asla gerektirmemektedir. Aksine Müslüman toplumda az ya da çok örnek alındıkları için bu kimselerin İslamî ilke ve hassasiyetlere aykırı duruşlarında başta ihkâk-ı hak sonra Müslümanların selameti adına kendilerini ikaz etmeyi bir sorumluluk olarak görüyor ve bu konuda konformizme de riyakârlığa da prim vermemeyi samimiyetin ve dürüstlüğün gereği kabul ediyorum. Eğer bu yanlışlar kamuoyuna mal olmuşsa bunların eleştirilerinin de kamuoyuna deklare edilmek suretiyle aleni biçimde yapılması gerektiğini düşünüyorum. MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN NÜZUL-İ İSA VE İLGİLİ HADİSLER HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ Bu açıklamalardan sonra İslamoğlu’nun Hz. İsa’nın nüzûlü konusundaki görüşünün değerlendirmesine geçebilirim. Başlıkta da belirttiğim gibi değerlendirme İslamoğlu’na yöneltilen bir soruya kendisinin verdiği cevap üzerinden olacaktır. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için hem kendisine yöneltilen sorunun hem de bu soruya verdiği cevabın metni olduğu gibi alıntılanmıştır: 37 Mayıs 2009 “Ehl-i kitaptan hiç kimse olmaz ki, ölümünden önce ona/İsa’ya iman etmemiş olsun. O kıyamet günü de onlara şahit olacaktır. (Nisa, 159)” [3] SORU: Sorum Hz. İsa ile ilgili olacak. Onun tekrar geleceğine inanan yakın dostlarıma nasıl anlatayım da veya nasıl cevap vereyim de, birazda olsa bilgi sahibi olsunlar. Bu konuda bana birkaç ayet gösteriyorlar, bunlara birazda olsa cevap verebiliyorum ama Buhari, Müslim gibi zatların hadislerini gösterdiklerinde bu hadisler uydurma diyemiyorum ve yorum yapamıyorum. Çünkü; hadislerin gerçekliğini bilemiyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilir misiniz? Ben gelmeyeceğine inananlardan olduğumu ifade ettiğimde bana itikadımdan bahsediyorlar. Sizden değerli cevaplarınızı bekliyorum. Allah sizden ve Mümünlerden razı olsun. (02/03/2007) CEVAP: Aynen ben de öyle yapıyorum. Bu doğru olan. Buhari ve Müslim'deki hadisleri izahın bin bir yolu var. İsa'nın gerçek inancı onu takip edenlere dönecek de diyebiliriz. Fakat bu hadisler haber-i vahid. Zan içerir. Yanlış ve yalana ihtimali vardır. Bu tür haberler akideye konu olmazlar. Bu yeterlidir. (Kaynak: http://www.mustafaislamoglu.com/haber_detay.php?haber_id=122 ) İslamoğlu’nun Hz. İsa’nın nüzulü/yeryüzüne inişiyle ilgili görüşü kabaca yukarıdaki soruya verdiği cevaptan anlaşılmaktadır. Soruyu soran kimse görüldüğü gibi Hz. İsa’nın nüzulüne inanmadığını ifade ediyor. Tartışmalar Kur’an ekseninde devam ettiği sürece nüzul-i İsa’ya inananlara biraz cevap verebildiğini de belirtiyor. Burada araya girerek şunu ifade etmek isterim: Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili ayetler, bir yandan sahabe ve tabiînden gelen Mayıs 2009 rivayetlere diğer yandan siyak-sibaklarına bağlı kalınarak anlaşılmaya çalışıldığında bunların açık biçimde Hz. İsa’nın nüzulüne delalet ettiği görülecektir. Burada ilgili ayetleri açık ve seçik biçimde ele almak isterdik; ama konumuz İslamoğlu’nun cevabı üzerine bina edildiği için buna fırsatımız olmayacak. Soruyu soran kimse daha sonra konuyla ilgili Buharî ve Müslim’de nakledilen hadisler karşısında çaresiz kaldığını söyleyerek İslamoğlu’ndan yardım istiyor. İslamoğlu’nun meseleye kendince getirdiği çözüm, Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili olarak Buhari ve Müslim’de geçen hadislerin inkârı değil, tevilidir. İslamoğlu’na göre bu hadislerin bin bir tevili vardır. Cevapta ileri sürdüğü tevile göre de hadisler bizzat Hz. İsa’nın nüzulünü değil, kıyametin arifesinde onun gerçek inancının takipçilerine döneceğini bildirmektedir. İslamoğlu’nun cevabından üç şey çıkıyor: Birincisi, Hz. İsa’nın nüzulünü bildiren hadisler hakikî/açık anlamlarına yorulmamalı, bilakis tevil edilmelidir. İkincisi, ilgili hadisler haber-i vahiddir. Üçüncüsü, haber-i vahidler zan ifade ederler. Bu bakımdan akîdeye konu olamazlar. Mesele anlaşıldığına göre sözü daha fazla uzatmayıp bu üç nokta üzerinden İslamoğlu’nun görüşünü değerlendirebiliriz. NÜZÛL-İ İSA HADİSLERİ TEVİL EDİLEBİLİR Mİ? Birincisi, Hz. İsa’nın nüzulüne dair varid olan hadislerin yukarıda arz edildiği gibi tevil edilmesi, başka türlü anlaşılması mümkün müdür? Bu soruya cevap vermek için önce Hz. İsa’nın nüzulü hakkında varid olan hadislerden birkaç tanesinin mealini buraya taşıyalım. Böylece üzerinde konuştuğumuz konu hakkında daha temelli ve net fikirler ortaya koymamız mümkün olabilir. Kaynaklarda Hz. İsa’nın nüzulüne dair nakledilen hadisler içinde en meşhur olanı Buharî ve Müslim’de geçen şu rivayettir: Said bin el-Müseyyeb’in Ebu Hureyre kanalıyla rivayet ettiği hadiste Allah Resulü şöyle buyurmaktadır: “Canım kudretinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, şüphesiz Meryemoğlu’nun adil bir hakem olarak inmesi/nüzûlü elbette yakındır. O inince haçı kıracak, hınzırı öldürecek, harbi/cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında mal çoğalacaktır. O kadar ki zekât verilecek kimse kalmayacaktır. Tek bir secde dünya ve dünyada bulunan şeylerden daha hayırlı olacaktır.” Daha sonra Hz. Ebu Hureyre isterseniz şu ayeti 38 okuyun dedi: “Ehl-i kitaptan hiç kimse olmaz ki, ölümünden önce ona/İsa’ya iman etmemiş olsun. O kıyamet günü de onlara şahit olacaktır. (Nisa, 159)” [3] Bu konuda varid olan hadislere bir diğer misal de Hz. Cabir’in Allah Resulü’nden naklettiği şu hadistir: “Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere savaşan bir taife bulunacaktır. Sonra Meryem oğlu İsa inecektir. Müslümanların emiri ona, gel, bize namaz kıldır diyecek. O da hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizler birbirinizin emirlerisiniz, diyecektir.” [4] Bu konuda farklı sahabiler tarafından nakledilen hadislerin sayısı hayli kabarıktır. İlgili hadislerin sadece muhtevasına birer misal olması için zikrettiğimiz bu rivayetler, Hz. İsa’nın nüzulüne dair Hz. Peygamber Efendimiz’in anlatmak istediği şeyin mahiyet ve keyfiyeti hakkında yeterince fikir veriyor. Şu halde ikinci adımı atarak mezkûr hadislerde yer alan ifadeleri, Hz. İsa’nın bizzat kendisinin nüzulünün dışında başka türlü anlama imkânı olup olmadığına bakabiliriz. Meallerine yer verdiğimiz hadislerde ilk dikkat çeken husus olarak, Allah Resulü’nün sadece Hz. İsa’nın nüzulünü haber verip sözü orada bitirmediğini, bunun dışında detaylı sayılabilecek bilgiler verdiğini de görüyoruz. Yukarıda zikrettiğimiz hadisler ve diğerlerinde Allah Resulü, Hz. İsa’nın yeryüzüne nereden ineceği, ne keyfiyette ineceği, nerelere uğrayacağı, neler yapacağı ve nihayet nerede vefat edip nereye defnedileceği gibi konularda çok somut bilgiler vermektedir. Bunların yanında yukarıda mealini verdiğimiz Cabir hadisinde de olduğu gibi Ümmet-i Muhammed’le arasında geçecek olan konuşmaların içeriğine kadar teferruata da girmektedir. Bu kadar somut anlatım ve detaylı bilgiyi göz önünde bulundurursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hz. İsa’nın nüzulünü başka türlü anlamak, hadislerde yer alan ifadeleri mecrasından saptırıp zorlama yorumlara başvurmadan mümkün değildir. Çünkü bu haliyle hadisler açık ve net olarak Hz. İsa’nın bizzat kendisinin nüzul edeceğini gösteriyor. Biraz daha detaya inerek konuyu dil ve usul yönüyle ele alalım. Dil ve usul kuralları gereği açık ifadelerde mecaz, kinaye gibi sözün yan anlam ihtimallerini gündeme getirebilmek için ortada bunu gerektiren sebep bulunmalı, yani açık anlamın imkânsız olduğunu gösteren delil olmalıdır. Nitekim usulde “kelamda aslolan hakikattır”, “hakikat mü- teazzir/imkânsız oldukta mecaza başvurulur” gibi kaideler de bunu anlatır. Sözgelimi mezkûr hadislerde geçen “nüzûl” kelimesinin açık anlamı bizzat bedenen inmektir. Farzı muhal nüzûl kelimesini bu anlamın dışına çıkarmak, ona mecazi anlam yüklemek, mesela bunun Hz. İsa’nın gerçek inancının onu takip edenlere geri döneceği anlamına geldiğini savunmak için ortada Hz. İsa’nın bedenen inmeyeceğini gösteren ayet, hadis veya kesin aklî delil bulunması gerekir. Ancak böyle deliller bulunması halinde nüzul kelimesi başka anlamlara hamledilebilir. Peki, sormak lazım, Hz. İsa’nın yeryüzüne bedenle inmeyeceğini söyleyenlerin elinde böyle bir delil var mıdır? Bu konuda ileri sürülen gerekçelere bakılırsa nüzul-i İsa’yı inkâr edenlerin de tevil edenlerin de ellerinde ancak kurgusal öncüller var. Söz gelimi Kur’an’da Hz. İsa’yla ilgili teveffî kelimesine yapılan atıf sorunludur. Zira bu kelimenin anlamı aslen kabzetmek/almaktır.[5] Dolayısıyla kelimenin kaçınılmaz olarak Hz. İsa’nın ölümüne delalet ettiği söylenemez. Bunun gibi nüzul-i İsa’yı fizik şartlar açısından imkânsız bulanların iddiaları da, Allah’ın kudretini fizik kanunlarıyla sınırlandırmak suretiyle fiziği mutlaklaştıran vahim bir yanlışı sergilemektedir. Ortada sahih bir delil bulunmadığına göre nüzul kelimesini açık anlamından çıkartıp başka anlamlara çekmek izah edilebilir bir yol olmasa gerektir. Dikkat edilirse yukarıda nüzul kelimesini bedenle inmek anlamının dışına çekmekten bahsederken “farzı muhal” tabirini kullanarak nüzulün başka anlama çekilmesinin usul açısından imkânsızlığına işaret ettik. Zira Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili hadislerde geçen nüzûl kelimesinin bizzat bedenle inmek anlamına olan delaletini anlatmaya açık/zahir kelimesi de yetmez. Bu tür kelimeler usulcülerin de ifade ettiği gibi “müfesser” niteliğinde kelimelerdir. Kelimenin kendisi doğrudan bedenle inmek anlamına delalet ettiği gibi, hadislerin siyak ve sibakı da bu anlamı pekiştirmekte, mecaz ya da bir başka ihtimali kökten kazımaktadır. Şu halde hadislerde yer alan detaylar nüzulün zorunlu olarak bedenle inmek anlamına geldiğini, diğer ihtimallerin hiçbir türlü söz konusu olamayacağını göstermektedir. Birinci meseleyi toparlayacak olursak İslamoğlu’nun, ilgili hadisleri Hz. İsa’nın yeryüzüne bedenle inmesi dışında bir anlama çekmesi için elinde makul bir sebep bulunmamaktadır. Bu bakımdan İslamoğlu’nun mezkûr hadisleri açık anlamlarının dışına çekmesini, bu konudaki peşin hükümlülüğünden başka bir şeyle izah edemiyorum. 39 Mayıs 2009 NÜZUL-İ İSA HADİSLERİ MÜTEVATİR DEĞİL MİDİR? İkincisi, Hz. İsa’nın nüzulünü konu edinen hadisler haber-i vahid midir? Haber-i vahid, yaygın kullanımına göre, mütevatir olmayan hadisler demek olduğundan konuya mütevatir hadislerin tarifiyle giriş yapmamız gerekiyor. Bir terim olarak mütevâtir hadis, örfen, yalan üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal verilemeyecek sayı ve keyfiyeti haiz kimselerin/topluluğun rivayet ettiği hadis demektir. Biraz daha müşahhas ifadeyle mütevâtir hadis, ilk kaynağından itibaren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivayet edilen ve rivayet edenlerin normal şartlarda yalan söylediklerine imkân verilemeyen hadislerdir. Mütevatir hadis konusunun detayları burada bizi ilgilendirmediği için fazla teferruata girme gereği duymuyoruz. Ancak şu kadarını ifade etmeliyiz ki, tariften de anlaşıldığı üzere bir hadisin mütevatir olması onu rivayet edenlerin sayılarının belli bir rakama ulaşmış olmasıyla alakalı değildir. Bazı muhaddislerin bu konuda zikrettiği rakamlar ekseriya usulcüler tarafından itibar görmemiştir. Usulcülerin bu konuda esas kabul ettiği ölçü, hadisi rivayet eden ravilerin âdeten/normal şartlarda yalan üzerinde söz birliği etmiş olabileceklerine ihtimal verilememesidir. Bu olduktan sonra ravilerin sayısının pek bir ehemmiyeti yoktur. Mütevatir hadislerin tarifinden hareketle haber-i vahidin tarifini yapabiliriz. Mütevatir haberin karşıtı olduğuna göre haber-i vahid, normal şartlarda yalan üzerinde söz birliği yapmış olmalarına ihtimal verilebilecek olan kimseler tarafından nakledilen hadislerdir. Tariflerini gördüğümüze göre buradan Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili rivayetlerin haber-i vahid mi yoksa mütevatir mi olduğu konusuna geçebiliriz. İslamoğlu nüzul-i İsa hakkındaki rivayetlerin haber-i vahid olduğunu söylüyorsa da dayanağının ne olduğunu ifade etmediğinden bu konuda net bir şey söyleyemiyoruz. Ancak İslamoğlu’nun hadis ilimleri konusunda Hayri Kırbaşoğlu’nun fikirlerine güvendiğini ve takipçilerine tavsiye ettiğini yine kendisinin ifadelerinden anlıyoruz.[6] Bu durumda muhtemelen İslamoğlu’nun atölyecisi Hayri Kırbaşoğlu olmakta, onun mütevatir hadisle ilgili fikirlerini “taklit” etmektedir. Kırbaşoğlu mütevatir hadislerin ancak sayılamayacak kadar kalabalık kitleler tarafından nakleMayıs 2009 dilen hadisler olduğunu savunmaktadır. Ona göre ravileri sayıya geldiği için, elli altmış sahabî tarafından nakledilmiş olsa bile senetli rivayet yoluyla günümüze ulaşan hadisler mütevatir olamazlar.[7] Kırbaşoğlu’nun bu konuda dayanağı olmadığı gibi, mütevatir hadisin tarifi de kendisini desteklememektedir. Zira mütevatir hadisin tarifinde bir sayı tahdidi olmadığını gördük. Sayı tahdidinin olmaması, mütevatir hadis söz gelimi on kişinin ya da yirmi kişinin rivayet ettiği hadistir, diyenleri yanlışladığı gibi, mütevatir hadis elli kişinin ya da altmış kişinin rivayet ettiği hadis olamaz diyenleri de yanlışlamaktadır. Çünkü sonuçta her ikisi de mütevatir hadise bir rakam tahdidi yapmaktadır. Biri doğrudan yaparken Kırbaşoğlu gibileri dolaylı biçimde, tersinden sayı tahdidi yapmaktadır. Kırbaşoğlu söz gelimi elli ya da altmış sahabi tarafından nakledilen hadisleri mütevatir görmemekle, mütevatir hadisin ravi sayısının asgari olarak ellinin ya da altmışın üstünde olması gerektiğini zımnen ifade etmiş olmaktadır. Oysa mütevatir hadislerin tarifinde de şartlarında da böyle bir kayıt bulunmamaktadır. Şu halde Kırbaşoğlu, mütevatir hadislerin sayısını en aza indirmeye şartlanmış biri olarak tariflere rağmen kendince bir mütevatir hadis modeli kurgulamaktadır.[8] Bu bakımdan onun savunduğu mütevatir hadis modeli bizi bağlamamaktadır. Dolayısıyla nüzul-i İsa ile ilgili rivayetleri onun değil, yaygın mütevatir hadis tasavvuru üzerinden değerlendirmek gerektiğini düşünmekteyiz. Nüzul-i İsa ile ilgili rivayetlerin hangi kategoriye girdiğini tespit etmek zor değil. Konuyla ilgili rivayetlerin senedlerini ve buna bağlı olarak ravi sahabilerin sayısını en azından elde mevcut olanları itibarıyla çıkarmak mümkün. Aslında okuyucunun, bu konuda ilgili kaynakları tek tek taramak zorunda kaldığını düşünerek yılgınlık göstermesine gerek yok. Modern zamanlarda nüzul-i İsa konusu tartışılmaya başladığından yakın dönemde yaşayan bir çok muhakkık âlim ilgili rivayetleri kaynaklardan tarayarak ilgilenenleri bu zahmetli işten kurtarmıştır. Mesela Hindistanlı büyük muhaddis ve fakih Enver Şâh el-Keşmîrî yaptığı uzun ve yorucu çalışmalar neticesinde bu konuda et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh adlı kitabını kaleme almıştır. Keşmîrî bu kitapta Allah Resulü’ne ait/merfu yetmiş beş, sahabe ve tabiîne ait/mevkuf yirmi altı rivayet toplamıştır. Bu rivayetler başta İbn-i Mesud, Aişe, Enes, Huzeyfe bin el-Yemân, İbn-i Ömer, İbni Abbas, Cabir, Ebu Hureyre, Abdullah bin Amr, Ebu Said el-Hudrî gibi meşhur sahabiler olmak üzere yaklaşık otuz sahabîden nakledilmektedir. İlgili rivayetler bu kadar kalabalık bir sahabe gurubu tarafından nakledildiğinden öteden beri İslam âlimleri nüzul-i İsa konusundaki rivayetlerin mütevatir ol40 “Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere savaşan bir taife bulunacaktır. Sonra Meryem oğlu İsa inecektir. Müslümanların emiri ona, gel, bize namaz kıldır diyecek. O da hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizler birbirinizin emirlerisiniz, diyecektir.” [4] duğunu ifade etmişlerdir. Bunlara misal olarak Taberî, Ebu’l-Hüseyn el-Âburî, İbn-i Atıyye, İbn-i Rüşd, İbn-i Kesîr, es-Seffârînî, Şevkânî, Kettânî, Keşmîrî, Kevserî ve Ğumârî’yi zikredebiliriz.[9] Şu halde mütevatir hadisin tarifi esas alındığında, bu kadar sahabînin rivayet ettiği hadislerin mütevatir olduğunu söylemek için başka ne gerekiyor? Sahabe tabakasında bu sayıya ulaşan rivayetlerin tabiin ve sonraki tabakalarda ulaşacağı miktarı siz düşünün. Bu kadar sahabinin yalan üzerinde söz birliği etmiş olabileceğine kim neye dayanarak ihtimal vermektedir ki, bu hadislerin mütevatir olamayacağını savunabilmektedir? HAYRİ KIRBAŞOĞLU’NUN NÜZUL-İ İSA TENKİDİNİN ELEŞTİRİSİ Burada hazır yeri gelmişken Hayri Kırbaşoğlu’nun ilgili rivayetler ve kaynağı bulunan sahabilere dair tenkitlerine değinmeliyim. Bu vesileyle Hayri Kırbaşoğlu’nun, Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili hadislere dair kaleme aldığı “Hz. İsa’yı (a.s.) gökten indiren hadislerin tenkidi” isimli bir makalesi olduğunu belirtmem gerekiyor. İlgili makaleyi okudum, maalesef makalede ilmî sayılabilecek analitik tespitler göremedim. Asıl konumuz Kırbaşoğlu’nun tenkidinin eleştirisi olmadığı için burada sadece ilgili makalede göze batan eksiklik ve çarpıtmaları gündeme getirerek tekrar İslamoğlu’na dönmek durumundayım. Kırbaşoğlu’nun anılan makalede “Kaynak metodolojisi” alt başlığıyla yaptığı tespit ve tenkitler gayet sathî ve temelsiz görünüyor. Sözgelimi bu bölümde Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın nüzulüne dair Allah Resulü’nden yapılan rivayetlerin birkaçı hariç neden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi kendisine yakın arkadaşları ve Hz. Peygamber’in eşleri tarafından gelmediğini bir sorun olarak gündeme taşıyıp rivayetlerin güvenilirliğini sorguluyor. Doğrusu bir hadisin onlarca sahabi tarafından rivayet edildiği halde bu sahabiler arasında neden yukarıda zikredilen sahabiler bulunmuyor, diyerek tenkit edildiğine ilk defa şahit oluyoruz. Kırbaşoğlu’nun böyle bir ayrıntıyı kaynak tenkidi gibi ilmi bir faaliyette hem de ilk sırada kullanması doğrusu ilginç. Hadis ilimlerinde sözü edilen sahabilerin neden fazlaca rivayetleri olmadığı konusunda kendi konumlarına has sebeplere dair yer alan izahlar Kırbaşoğlu’nun söz konusu tenkidine yeterince cevap teşkil ediyor. Bu bir yana tenkit ilginç olduğu kadar ciddi bir mütalaaya dayandığı da söylenemez. Zira kendisi de hadislerin ravi sahabilerinin listesini veriyor ve bunlar arasından Hz. Enes, Hz. Abdullah b. Mesud gibi birkaç sahabi dışındakilerin Allah Resulü’nün yakın arkadaşları ve fakih sahabiler olmadıklarını söylüyor[10]. Kırbaşoğlu her ne kadar “birkaç sahabi” diyerek bunların kimler ve ne kadar olduklarını belirsiz bırakmak suretiyle meseleyi geçiştirmeye çalışsa da biz şöyle biraz daha ayrıntıya girerek iddiasının hiç de sağlam bir temele oturmadığını yakında görebiliriz. Kırbaşoğlu’nun da verdiği listede yer alan sahabiler arasında Cabir b. Abdillah, Ebu Hureyre, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Ömer, Huzeyfe b. elYemân, Ammar b. Yasir, Imrân b. Husayn, Ebu’dDerdâ, Osman b. Ebi’l-As, Vâsile b. el-Eska’ gibi isimler bulunuyor. Şimdi bu sahabilerin Hz. Ebubekir gibi Allah Resulü’nün yakın arkadaşları olduklarını söyleyemesek de bunların her birinin Allah Resulü’yle yakınlığı bulunduğu bir vakıadır. Ve hiçbiri Allah Resulü’nü bir veya birkaç defa görüp memleketine dönmüş bir bedevî değildir. Hadis ilimlerinde ravi sahabilerin temayüz sebebi Hz. Ebubekir gibi Allah Resulü’nün çok yakın arkadaşı olmak değildir elbette. Eğer öyle olsaydı elimizde hadis diye sadece mezkûr sahabilerin rivayet ettiği çok az bir mecmua kalırdı. Oysa hadis ilimlerinde [ve özellikle usulcülerin nazarında] bir sahabiyi diğerinden mütemayiz kılan husus, fakih olmalarının yanında, esasta Allah Resulü’ne olan mülazemetidir/beraberliğidir. Allah Resulü’yle birlikteliği ne kadardır, onunla savaşa katılmış mıdır, onunla sefere çıkmış mıdır, özel olarak Allah Re41 Mayıs 2009 Bütün bunlardan sonra Mustafa İslamoğlu’nun nüzul-i İsa konusundaki görüşlerinin herhangi ilmî mesnede dayanmadığını, şartlanmış bir zihinle meseleyi basitleştirdiğini söylemek durumundayız. lığı yapacak kadar fakih bir sahabidir. Hz. Ebu Hureyre gibi Vâsile b. el-Eska’ da Ashab-ı suffa’dandır, gece gündüz Allah Resulü’nün yakınında bulunmuş, karın tokluğuna ilim tahsil etmiştir. Ammâr b. Yâsir erken dönem Müslüman olmuş sahabilerden biri olarak uzun süre Allah Resulü’yle birlikteliği vardır. Bunun yanında Allah Resulü’nün, şahsına dair beyanatı bulunacak kadar da kendisine yakınlığı bulunmaktadır. Nüzûl-i İsa rivayetlerinin kaynağı olan sahabiler içinde bunların yanında Sefîne ve Sevbân gibi gece gündüz Allah Resulü’nün beraberinde bulunan onun hizmetçisi olan sahabiler de vardır.[12] Şimdi bu sahabilerin rivayetlerini Allah Resulü’nün çok yakın arkadaşları ve fakih olmadıkları gerekçesiyle tenkit etmenin makul bir izahı olabilir mi? Mütalaanın ciddiyetine (!) bakın ki, mezkûr sahabiler arasında Allah Resulü’nün eşleri bulunmadığını sorun eden Kırbaşoğlu bizzat kendi listesinde de yer aldığı halde Hz. Aişe’yi görmüyor. sulü’yle münasebeti olmuş mudur, bunlara bakılır.[11] Sözünü ettiğimiz sahabilerin her birisi bu özelliktedirler. Allah Resulü’yle savaşlara katılmanın yanında onun nezdinde önemli mevkii işgal etmişlerdir. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve Ebu Hureyre gibi isimlere girmek istemiyorum. Bunların Allah Resulü’yle özel münasebetleri, menkıbeleri ve sahabe arasındaki mevkileri tarife gerek bırakmayacak kadar açıktır. Ben asıl diğer sahabilerden bahsetmek istiyorum. Bu sahabilerin birçoğu gerek Allah Resulü gerekse Hulefa-i Râşidîn tarafından stratejik görevlere getirilmiştir. Mesela Osman b. Ebi’l-As bizat Allah Resulü tarafından Taif’e vali tayin edilmiştir. Hz. Ömer zamanına kadar bu görevde kalmış, daha sonra Hz. Ömer kendisini Bahreyn’e vali atamıştır. Imran b. Husayn de fakih olduğu bildirilen sahabilerdendir ve Hz. Ömer tarafından Basra’ya gönderilmiş, oradaki halka din eğitimi/tefkîh için vazifelendirilmiştir. Huzeyfe b. El-Yeman, meşhur sahabilerdendir. Allah Resulü’nün kendisine son derece güveni bulunmaktaydı. Birçok gizli bilgileri kendisine verdiği için “sahibü’s-sirr” olarak anılırdı. Hz. İsa’nın nüzulü dâhil kıyamet alametleri hakkında birçok rivayetin kaynağıdır. Hz. Ömer onun bilgisine güvenir, fitne konusunda kendisine danışırdı. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Ömer tarafından Medâin’e vali atanmıştır. Ebu’d-Derdâ, Bedir günü Müslüman olmuş, Uhud’a katılmıştır. “Ümmetimin hakîmidir” gibi bir medh-i nebevîye mazhar olmuştur. Dımeşk kadıMayıs 2009 Makalede “Dış Tenkid” (isnad tenkidi) alt başlığıyla yer alan bölümdeki tenkitler bizzat senet incelemelerine dayandırılmak yerine hadislerin birkaçıyla ilgili bilinen tenkitler ileri sürülerek diğerleri de zan altına sokuluyor. Hâlbuki başlığa bakarak bu bölümde ilgili rivayetlerin senetlerini tek tek inceleyip ayrı ayrı her biri hakkında mülahazalarını ortaya koymasını, sonra da bu mülahazalar üzerine, genellemeye prim vermeden tutarlı bir sonuç çıkarmasını beklerdik Kırbaşoğlu’ndan. “İç Tenkit” (metin tenkidi) alt başlığıyla makaleye yansıttığı tespitlere gelince bunlar tamamen Kırbaşoğlu’nun hakikat ve doğruluk anlayışını ortaya koyan son derece sübjektif açıklamalar ve pekâlâ tartışılabilecek, pekâlâ aksi söylenebilecek türden tespitlere dayanıyorlar. Söz gelimi bu bölümde sık sık ilgili rivayetlerin bazılarında yer alan ifadelerin Eski Ahid külliyatındaki bilgilerle benzerlikler arz ettiğine yaptığı atıfları burada zikredebiliriz. Kırbaşoğlu bunları yadırgayıp ilgili hadislerin –ki bunlar bir kısmı için söz konusu- belli kültür havzalarında üretilip Allah Resulü’ne isnad edildiğini düşünmektedir. Bu Kırbaşoğlu’nun zannettiği kadar kolay mıdır? Pekala, biri kalkıp şunları diyebilir: Eski ve yeni ahid külliyatı toptan batıl ve hurafelerle dolu değildir. Bunlarda hala mişkat-ı nübüvvetten parıltılar vardır. İş bu bilgiler de korunabilmiş mezkûr parıltılardandır. Allah Resulü ile diğer peygamberlerin bilgi kaynağı aynıdır, vahiydir. Şimdi siz Ehl-i kitaptaki bilgilerin toptan batıl olduğunu söyleyebilir misiniz? Eğer söylüyorsanız, neden bu külliyatı hala muharref/değiştirilmiş/saptırılmış, üzerinde oynanmış kitaplar olarak tanımlı42 yorsunuz? Ehl-i kitab’ın dinî bilgisinin tahrif edilmiş olması zorunlu olarak sahip oldukları bazı bilgilerin hakikat değeri taşıyabileceğini göstermez mi? Bizim de bu bilgileri tespit etmemiz için güvenebileceğimiz kaynak Kur’an ayetleri ve Allah Resulü’nün hadisleri değil midir? Şu halde Allah Resulü’nden gelen hadisler ilgili bilgilere paralellik arz ediyorsa bunu hadislerin uydurma olduğuna mı yoksa Ehl-i kitabın mezkûr bilgilerinin sahih olduğuna mı delil saymalıdır? Görüldüğü gibi Kırbaşoğlu burada bir ön kabulden hareket ediyor, hadislerin metin kritiğini de ihtiyat payı bırakmadan tamamen bunun üzerine bina ediyor. Şimdi bu metin tenkidine ne kadar güvenebiliriz? HABER-İ MÜTEVATİRLERİN DIŞINDAKİ HABERLER SADECE HABER-İ VAHİD MİDİR? Üçüncüsü, haber-i vahidlerin akîdeye konu olamaması meselesine gelince bu mesele de detayları araştırılmadığında kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Detaylara girmeden önce iki noktanın altını çizelim: Birincisi, Hz. İsa’nın nüzulüne dair rivayetler haber-i vahid değildir, yukarıda da izah ettiğimiz gibi mütevatirdir. İkincisi, nüzul-i İsa rivayetlerinin mütevatir olmadığı farz edilse bile bu zorunlu olarak haber-i vahid olmalarını gerektirmez. Zira Usul-i fıkıh âlimleri genelde hadisleri mütevatir, meşhur/müstefîz ve âhâd olmak üzere üç kısma ayırıp hükümleri itibarıyla her bir kısmı ayrı ayrı değerlendirirler. Bu değerlendirmeye göre meşhur hadisler İbn-i Fûrek, el-İsferâînî, Ebu Mansur el-Bağdâdî ve Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî gibi ekser usulcülere göre kat’î bilgi ifade ederken[13], Debûsî ve Serahsî gibi bazı âlimlerce tuma’nînet/tatmin edecek düzeyde bilgi ifade etmektedir.[14] Ama şurası kesin ki meşhur hadislerin inkârı –Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî ve hocası Şemsü’l-Eimme el-Halvanî gibi bazı âlimlere göre küfür olsa da[15] - en azından bidat kabul edilmekte, bu yönüyle ilgili rivayetlerin akideye taalluku bulunmaktadır. Bu bakımdan birçok akide ve kelam kitabında da örneklerine rastlandığı üzere ilgili rivayetler akidede delil olarak kullanılabilmektedir. Özellikle akide ve kelam kitaplarının sem’iyyât bölümü diye bilinen son bahislerinde bu rivayetlerin sıkça delil olarak kullanıldığını görmekteyiz. Şu da var ki, kelamcılar bu gibi bahislerde zaman zaman istidlalde bulundukları bazı rivayetlerin meşhur olduğunu ifade etmişlerse de bu hüküm her zaman isabetli olmamaktadır. Zahid el-Kevserî’nin de pek yerinde tespit ettiği üzere, sözü edilen kelamcıların hadis ilimlerinde ih- tisasları olmadığı için ilgili hadislerin tarikleri hakkında etraflı bilgiye sahip olmamaktadırlar.[16] Bu bakımdan onların tevatüre ulaştığının farkına varamayıp sadece meşhur olduklarını ifadeyle yetinmektedirler. Her konuda ihtisas erbabının bilgisine müracaat etmek gerektiğinden mütevatir hadislerin tespiti hususunda kelamcılardan çok hadislerin tariklerine aşinalığı olan âlimlerin tespitleri esas alınmalıdır. Yukarıda bu nitelikteki âlimlerin ilgili hadislere dair kanaatlerini belirtmiştik. Sözün özü Usul-i fıkıh âlimlerine ait bu taksime göre konuşacak olursak nüzul-i İsa rivayetleri en azından meşhur/müstefîz hadisler kısmına dâhil olmaktadır. Bizim yukarıda esas aldığımız üzere hadisleri mütevatir ve haber-i vahid olarak ikili tasnife tabi tutanlar genelde muhaddislerdir. Şu halde nüzul-i İsa rivayetlerinin mütevatir olmadığını varsaysak bile haber-i vahid olmaları gerektiği sonucu sadece muhaddislerin tasnifine göredir, usul-i fıkıh âlimlerine göre değil. HABER-İ VAHİDLER AKÎDEYE KONU OLAMAZLAR MI? Bu girişten sonra bir an için İslamoğlu’nun dediği gibi düşünerek ilgili rivayetleri haber-i vahid kabul edecek olsak bile bu, mezkûr rivayetlerin mutlak anlamda akîdeye konu olamayacağını göstermez. Zira haber-i vahidler içinde akîdeye konu olan rivayetler bulunmaktadır. Nitekim birçok usuli fıkıh kitabında mütevatir haber konusu işlendikten sonra katî bilgi ifade eden haberler başlığı altında özel bir bahis açılması bunu göstermektedir. Buna bir misal olması için Fahru’r-Râzî’nin “Bir haberin doğru olduğunda tevatürden başka delalet eden hususlar” diye başlık attığı bahsi zikredebiliriz.[17] Gerek Fahru’r-Râzî gerekse diğer birçok usulcü bu ve benzer başlıklar altında katî bilgi ifade eden haber-i vahid çeşitlerine birçok örnek vermektedirler. Bunlar içinden âlimlerin kabul ettiği haber-i vahidleri burada özellikle belirtmeliyiz.[18] Zira Hz. İsa’nın nüzulüne dair rivayetler hemen bütün İslam âlimleri tarafından kabul görmüş, hadis mecmualarından akaid-kelam kitaplarına kadar ilgili hadisler kıyamet alametleri sadedinde birer bilgi kaynağı olarak kullanılmıştır. Şu halde ilgili hadislerin haber-i vahid olduğu söylense bile âlimlerin kabulüne mazhar olmaları bakımından katî bilgi ifade ettiklerini ve tabii olarak akideye konu olmaları gerektiğini söylemek durumundayız. 43 Mayıs 2009 HABER-İ VAHİDLERİN ZAN İFADE ETMESİ NASIL ANLAŞILMALIDIR? Burada Mustafa İslamoğlu’nun cevabında da dikkat çektiği gibi İslam modernistlerinin haber-i vahidlerin zan ifade ettiği hususuna dönük bir çarpıtmasına temas etmeliyiz. İslam modernistleri bir itikad ilkesini kabul etmediklerinde tavırları bellidir; genelde konu hakkındaki hadislerin haber-i vahid olduğunu ileri sürerler. Daha sonra haber-i vahidlerin zan ifade ettiği yönündeki prensibi gündeme taşıyarak haberin içeriğine iman etmeyişlerini kendilerince bir sebebe bağlamış olurlar. Evet, ifade edildiği gibi haber-i vahidlerin zan ifade etmesi usulî bir konudur ve katî bilgi ifade etmelerini sağlayan –ve yukarıda bir örneğine yer verilen- herhangi bir karine bulunmadığında söz konusudur. Ancak burada kapalı kalan ve kapalılığı fırsat bilinerek manipüle edilmeye çalışılan bir konu var. Haber-i vahidlerin ifade ettiği belirtilen zan zann-ı galiptir. Yani hadisin durumuna göre yüzde elli bir ile yüzde doksan dokuz arasında değişebilen güçlü kanaattir. Şöyle söyleyebiliriz; normal şartlarda haber-i vahidle sabit bir meseleye inanmak için elimizde geçerli bir sebep olduğu halde onu inkâr Mayıs 2009 etmek için geçerli bir sebep bulunmamaktadır. Bu da aksine delil olmadığı zaman haber-i vahidlerin gereğince inanmak icap ettiği anlamına gelir. Durum böyle olunca haber-i vahidlerin zan ifade ettiği yönündeki bu usul prensibini ilgili haberlerin içeriğine karşı güvensizlik telkin eden bir bağlam ve üslup içinde dile getirmek esasen ilgili prensibi uygulama hassasiyetinin değil, onu çarpıtmanın işaretidir. Zira söz konusu prensip haberi vahidlerin içeriğinin doğru olması ihtimalinin yanlış olması ihtimaline karşı daha güçlü olduğunu ve dolayısıyla itibara alınması gerektiğini ifade ettiği halde burada tam aksi bir amaçla kullanılmakta, ilgili haberin içeriğine imanın lüzumsuzluğuna araç kılınmaktadır. Nitekim nüzul-i İsa’ya inanmayan kimse konu hakkındaki hadislerin haber-i vahid olduklarını duyduğunda acaba yanlış mı yapıyorum diye bir tereddüt duyması gerekeceğine inkârını bir temele dayandırmışçasına rahatlamaktadır. Bu durumda haber-i vahidlerin zan ifade ettiği yönündeki prensibi doğru anlamamız gerekmektedir. Bu prensibi doğru anlayabilmek için önce onun usul ve kelam kitaplarında ne münasebetle kullanıldığını bilmek icap eder. Usul ve kelam kitapla44 rını inceleyenler görecektir ki haber-i vahidin zan ifade ettiği, kati bilgi sağlamadığı yönündeki prensip özellikle iki konuda gündeme taşınmaktadır. Bunlardan biri nasların taaruzu konusu, diğeri tekfir konusudur. Nasların taaruzu konusunda bilhassa Hanefî usulcüler Kur’an’da bulunan tahsis edilmemiş umumî lafızlar bahsinde bu lafızların haber-i vahidlerle tahsis edilemeyeceğini ifade ederlerken ilgili prensibe atıf yaparlar. Bir de usulcüler haberlerin kendi aralarındaki taaruzu bahsinde de bu prensibe dikkat çekmektedirler. Usulcülerin bu atıfları, haber-i vahidleri delil kabul etmemeye dönük değil, sadece nasları hiyerarşik bir sisteme göre anlamaya dönük bir çabanın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Tekfir konusundaki atfa gelince bu daha çok prensibe kelam kitaplarında yapılan atıftır ve haber-i vahidle sabit meseleleri inkâr ettiği için her hangi birini tekfir etmemek gerektiği anlatılırken gündeme getirilir. Burada da haber-i vahidlerin delil olarak görülemeyeceğine dair en ufak bir ima söz konusu değildir. Prensibin gündeme getirilmesi sadece tekfir konusunda ihtiyatın gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Demek oluyor ki, prensibi doğru yerde uygulamak istiyorsak onu ya nasların taaruzu ya da tekfir konusunda kullanmalıyız. Ayet ya da mütevatir veya meşhur hadislerin açık ifadelerine aykırı bir rivayetle karşılaştığımızda ilgili rivayetin sıhhat değerini araştırır, bu meyanda haber-i vahid olduğunu ve zan ifade ettiğini belirtiriz. Ardından aksini gösteren delillerin açık ayet veya mütevatir ya da meşhur hadisler olduğunu, katî bilgi ifade ettiklerini söyleriz. Böylece nasları birbirleriyle çatıştırmadan bir ahenk içinde anlamanın yolunu aramaya çalışırız. Ya da prensibi bir hadisi inkâr eden kimse karşısında uygulamaya sokarız. Eğer inkâr ettiği rivayet haber-i vahidse zan ifade ettiğini, dolayısıyla söz konusu şahsı tekfir etmemizin doğru olmayacağını anlarız. Yoksa bir mümin Allah Resulü’nden sahih bir yolla aktarılmış ve müçtehidlerin nasların tespit ve tefsirine dair incelemelerinden geçmiş bir hadis rivayetinin gereğine iman konusunda uygulanamaz; bu hadis haber-i vahiddir, içeriğine inanmam gerekmez, şeklinde bir savunma geliştirilemez. Maalesef günümüzde prensip hep bu savunma psikolojisiyle kullanılmakta, nedense hep inkârın kılıfı olarak takdim edilmekte ve sürekli haber-i vahidler karşısında Müslümanları hem yersiz hem de yanlış bir tavra sürüklemektedir. Eğer bu prensibi uygulayanlar usulü işletme duyarlılığından hareketle bunu yapıyorlarsa aynı duyarlılığın gereği olarak prensibi yerli yerince de kullanmak mesuliyetindedirler. Sonuç olarak sözün başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi gerek konuyla ilgili hadislerin mahiyet ve hususiyetleri gerekse muhtelif İslamî ilimlere konu olan prensipler göz önünde bulundurulduğunda nüzul-i İsa’ya dair rivayetlerin tevili mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte ilgili rivayetlerin mütevatir olmadığı yönündeki iddia başta mütevatir hadisin tarifi açısından temelsizdir. Haber-i vahidlerin zan ifade ettiği ve akîdeye konu olamayacağı prensibi de aslen açılımı ve kapsam alanını sınırlayıcı diğer prensipler dikkate alınmadan peşin fikirlere kılıf üretmek üzere manipüle edilmeye çalışılmıştır. Son olarak gördük ki, haberi vahidlerin zan ifade ettiği yönündeki prensip günümüzde ne doğru yerde ne de doğru amaçla kullanılmaktadır. Önceleri nasları bir hiyerarşi içinde doğru anlamanın ölçüsü olarak kullanılan bir prensibin bugün nasıl da nasları hayatın dışına itme aracı olarak istismar edildiğini göstermesi bakımından bu hayli manidardır. Bütün bunlardan sonra Mustafa İslamoğlu’nun nüzul-i İsa konusundaki görüşlerinin herhangi ilmî mesnede dayanmadığını, şartlanmış bir zihinle meseleyi basitleştirdiğini söylemek durumundayız. .............................................................................. Dipnotlar: 1- Akla ilk gelen bir misal olarak selefisinden Eşarisine ve Matüridisine kadar hemen bütün müminlerin 1100 yıldır başucu eseri kabul ettiği Tahavi Akîde’sinde bu konuda şöyle denir: Deccal’ın çıkması, Meryemoğlu İsa’nın (aleyhisselam) gökten nüzûlü gibi kıyamet alametlerine iman ederiz. s. 29. 2- http://www.tumgazeteler.com/?a=2573959 3- Buharî, 3448; Müslim, 306. 4- Müslim, 312. 5- Taberî, Câmiu’l-beyan fî âyi’l-Kur’an, c. 3, s. 395; Kevserî, Nazratün âbira, s. 99. 6- http://www.mustafaislamoglu.com/haber_detay.php?haber_id=338 7- Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, s. 95. 8- Kırbaşoğlu’nun mütevatir hadisle ilgili görüşlerinin tenkidi için bkz., Talha Hakan Alp, Günümüz hadis tartışmaları bağlamında Mütevatir hadis, Rıhle, Yıl 1, Sayı 2. 9- Abdulfettah Ebu Ğudde, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh, talik bölümü; edDânî, es-Sünenü’l-vâride fi’l-fiteni ve ğavâilihâ ve’s-sâati ve eşrâtihâ, talik kısmı, c. 6, s. 1246. 10- Kırbaşoğlu, Hz. İsa’yı (a.s.) gökten indiren hadislerin tenkidi, İslamiyat, c. 3, s. 4. Ekim-Aralık 2000. 11- Suyutî, Tedrîbü’-râvî, c. 2, s. 122; es-Sem’ânî, Kavâtıu’l-edille, c. 1, s. 392. 12- Burada mezkur sahabilere dair verilen bilgiler el-İsabe fi temyizi’s-sahabe adlı meşhur sahabe ansiklopedisinden alınmıştır. Merak edenler sahabilerin isimleri üzerinden ansiklopedide arama yapabilir ve hayatları hakkında daha geniş bilgi edinebilirler. 13- el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 13. 14- Debûsî, Takvîmü’l-edille, s. 212; Serahsî, Usulü’s-Serahsî, c. 1, s. 292. 15- Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî, Kitabün fîhi marifetü’l-huceci’ş-şer’iyye, s. 33. 16- Kevserî, Nazratün âbira, s. 122. 17- Fahru’r-Razî, el-Mahsûl, c. 4, s. 271. 18- Cessâs, el-Fusûl, c. 3, s. 49. 45 Mayıs 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE RAHMET-İ İLAHİYYE PENCERESİNDEN AHİRET SARAYLARINA BİR BAKIŞ Allah'ın, mahlukatına karşı, şefkât ve merhametini, lütuf ve ihsanını kerem ve yardımını ifâde eden isimleri âhiretin vuku bulacağını haber vermektedir. Şöyle ki: Bu dünya hayatının gidişatına dikkât edecek olursak, Allah'ın çok rahîm ve şefîk olduğunu; darda kalmış, yardım dileyen, kendisine yalvaran varlıkların imdâdına sür'atle icâbet ederek, rahmet ve şefkâtini gösterdiğini görürüz. Çünkü, görüyoruz ki, O, en küçük bir canlının en küçük bir ihtiyacını, ummadığı vakitte, ihtiyaç anında göndererek ihtiyacını gidermek sûretiyle, onu görüp gözetiyor. Yine, istediği şeyi karşılamak sûretiyle, en gizli bir mahlûkun en gizli bir nidâsını işittiğini gösteriyor. Bütün canlılara, en güzel şekilde rızıklarını veriyor. Bu şefkâti açık bir şekilde görmek için yavruların, bebeklerin, çaresiz canlıların ne kadar güzel beslendiğine, büyütülüp Mayıs 2009 46 terbiye edildiğine bakmak yeterlidir. Yavruların doğumunun ardından, annelerin göğüslerini birer süt çeşmesi haline getirmek, o rahmetin apaçık delilidir. Adeta, rahmet cisimleşerek süt halinde annelerin göğsünden akmaktadır. Bununla beraber, insanoğlu bu dünya hayatında pek çok sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalıyor. Yediği bir üzüm tanesine mukabil bazen bin tokat yiyor. Tadıyor fakat doymuyor. Ağzında tat, kalbinde feryat meydana geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda dahi etmeden ve hiç sormadan çekip gidiyorlar. Öyleyse burada insana bu kadar ihsanda bulunan Cenab-ı Hak, ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti düşmanlığa çevirmeyecektir. Halbuki bütün bunlar ebedî olmazsa, nimet nikmet olur, lezzet azap olur, sevgi düşmanlığa dönüşür. Öyleyse bu nimet ve ihsanların devam edeceği ebedî bir alem vardır ve mutlaka olacaktır1. Hiç şüphesiz, böylesine rahmetli, kerim bir şefkât, kullarının en büyüğü ve en sevgilisi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in en büyük ve en çok istediği bir ihtiyacı olan, ebedî cennet hayatı ihtiyacını karşılamayı iktizâ eder. Bilhassa bu ihtiyaç, umumî olup, bu sevgili zâtın duâsına bütün mahlukât lisan-ı hâl ve kâlleriyle âmin! diyorsalar; bu ihtiyacın karşılanmasıyla her şeyin kıymeti a'lâyı ılliyyin'e çıkacak, aksi halde, esfel-i sâfilîn'e düşecekse; bu istek, kâinâtta tecelli eden bütün ilahî İsimlerin matlûbu ise; bu ihtiyacı görmek, Allah için göz açıp yummak kadar çok kolay bir iş ise; yaratılış ağacının en faziletli meyveleri olan bütün enbiyâ, evliyâ ve asfiyâ ona tabi olarak, arkasında saf tutarak, onun hazinâne tazarrularla yaptığı duâ ve niyazlarına âmin! diyorlarsa ve o zât da Rabbi'nden Cennet, bekâ, ebedî saadet ve rızâ istiyorsa, kâinâttaki rahmet eserleriyle kendini gösteren böylesine şumûllü bir şefkâtin, böylesine makbûl bir mahbûbun, böylesine makûl bir matlûbunu reddetmesi, kabûl etmemesi asla mümkün değildir2. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın Rahîm, Kerîm, Raûf gibi isimleri, gündüzün güneşe delâleti gibi, bir gün âhiretin gerçekleşeceğine, vuku bulacağına delâlet etmektedirler. Yani mademki Allah Rahîmdir, Raûftur, Kerimdir... O halde insanları tekrar dirilterek onlara sonsuz ikrâm ve ihsanlarda bulunacaktır. İnsanlara karşı, bir annenin yavrusuna olan şefkatinden çok daha fazla şefkât ve merhameti olan Allah'ın insanı yokluğa atması, bir daha diriltmemek üzere öldürmesi düşünülemez. Kendisini, "Allah insanlara karşı çok re'fetli ve merhametlidir" (Bakara, 143) şeklinde tanıtan Allah Taâla, bir başka âyette de, "De ki, göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki, Allah'ındır. O merhamet etmeyi kendi zâtına farz kıldı. Sizi varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır..." (En'âm, 12) Cenab-ı Hak insanlara elemsiz, kedersiz, sonsuz bir hayat imkânı tanımaya muktedir olduğuna göre, O'nun rahmeti, ihsan ve keremi böyle bir hayatı bahşedecektir. Madem ki, bu dünya hayatı böyle değildir... O halde, başka bir âlemde insanlar, Rableri'nin lütuf ve ihsanının nihayetsiz ve şaşaalı bir şekilde tecellî ettiği ebedî bir hayata kavuşacaklardır. İnsana, çoluk çocuğuna, dost ve akrabalarına, hepsinden öte, peygamberlere ve diğer büyük insanlara karşı sevme duygusunu veren bir Zât'ın merhameti hiç şüphesiz bu sevgiyi karşılıksız bırakmayacaktır, insanları ve sevdiklerini bir araya toplayarak, "kişi sevdiğiyle beraberdir"3 hadîsinin manâsını tahakkuk ettirecektir. Aksi halde insana verilen sevgi, şefkât v.b duygular insanın elem ve azâbını artıran birer zararlı alet durumuna düşecektir... İnsanın, bütün sevdikleriyle beraber bir daha diriltilmemek üzere yokluk uçurumuna atılmasına, 47 Mayıs 2009 Cenab-ı Hakk'ın merhameti asla müsade etmez. Aksi halde, bu merhameti inkâr etmek lâzım gelir4. Bütün bu sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde pek çok yerde rahmet ve ihsanının âhireti iktizâ ettiğine işârette bulunmuştur. Ezcümle, daha Fâtiha sûresinin başında, er-Rahmâni'r-Rahîm'den sonra Mâliki yevmi'd-dîn buyurarak, rahmaniyyet ve rahimiyyetinin bir neticesi olarak kıyamet ve saadet-i ebediyye'nin geleceğini müjdelemiştir. Çünkü, rahmet ve nimet ancak kıyametin gelmesiyle ve ebedi saadetin hâsıl olmasıyla gerçek rahmet ve nimet olur. Aksi halde, en büyük nimetlerden olan akıl, insanın başına en büyük musîbet olur. Rahmet nevlerinin en latîflerinden olan muhabbet ve şefkât, ebedî ayrılığın düşünülmesiyle şiddetli bir eleme dönüşürler5. Kendisini, "Allah insanlara karşı çok re'fetli ve merhametlidir" (Bakara, 143) şeklinde tanıtan Allah Taâla, bir başka âyette de, "De ki, göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki, Allah'ındır. O merhamet etmeyi kendi zâtına farz kıldı. Sizi varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır..." (En'âm, 12) buyuruyor. Bu âyetten anMayıs 2009 laşılıyor ki, Cenab-ı Hak, huzur ve rahatla dolu olan bir âlemi yaratmayı kendi zâtına gerekli kılmıştır. Çünkü, O'nun büyük rahmeti ve kesintisiz lütfu, nihayet derecede kemâldeki böyle bir ebedî ve sermedî âlemin îcâdını iktiza etmektedir6. Razî de mantıkî bir silsile dahilinde, Cenab-ı Hakk'ın rahmetinin âhireti ve insanların saadetini iktizâ ettiğini şöyle izâh ediyor: "Allah, mahlukâtını ya rahat etmeleri, ya yorulmaları ve elem çekmeleri, ya da ne rahat ne de yorgunluk için yaratmıştır (başka bir ihtimal yoktur). Allah'ın, mahlukâtını yorulmaları ve elem çekmeleri için yarattığı söylenemez. Çünkü, böyle bir şey Muhsin ve Rahîm bir Zât için câiz değildir. Allah, mahlukatını ne rahat etmeleri ne de yorulup, elem çekmeleri için yaratmıştır da denilemez. Çünkü, o varlıklar yok iken bu maksad hasıl olmuştu, dolayısıyla bu durumda, yaratılmalarının bir manâsı olmaz. Artık geriye bir tek ihtimal kalıyor, o da, Allah'ın mahlukâtını rahat etmeleri için yarattığıdır. Bu rahat ise, ya bu âlemde olacaktır, ya da başka bir âlemde. Rahatın bu âlemde var olduğu söylenemez. Çünkü, insanın bu âlemde lezzet zannettiği şeyler hakikatte lezzet değildir, elemin def'inden ibârettir. Bu âlemde cismanî 48 lezzetlerin varlığını kabûl etsek de, azdırlar. Galip olan, elem ya da elemin def'idir. Öyleyse diyebiliriz ki, canlıları, bir zerre lezzete nâil olsunlar diye, elem ve sıkıntılar denizine atmak, hikmete sığmayan bir davranıştır. Mahlukât lezzet ve rahat için yaratıldığına ve bu maksad bu âlemde hâsıl olmadığına göre, bu maksadın hâsıl olacağı, bu âlemden başka bir âlemin varlığı kat'î olarak gereklidir. İşte o âlem de, âhiret âlemidir"7. Bu dünya hayatının gidişatına dikkat eden kimse görür ki, lezzetler nâkıs, elemler ise, zâildir. Gece ve gündüz gibi, birbirlerini takîp ve izâle ederler. Malumdur ki, her şeyin varacağı bir gaye, nihâî hedef, bir kemâl noktası vardır. O halde bu dünya hayatında birbirlerine karışmış durumdaki, hayır ve şerrin, temiz ve habisin... varacağı gâye, nihâî hedef ve kemâl noktası neresidir? Bu gâye ve hedefin tahakkuku için, bütün lezzet ve elemlerin kemâl mertebede ayrı mekânlarda toplandığı başka bir âlem gereklidir. "Allah temiz olanı pis olandan ayırsın diye..." (Enfâl, 37) 8. Keza, Yüce Allah'ın sonsuz hazineleriyle beraber büyük bir cömertliği vardır. Işık saçan, pırlanta gibi yıldızlar, güneşler; meyvelerle dolu ağaçlar onun hazinelerinin sadece bir kaç numûnesidir. Böyle bir cömertlik ve ebedî servetler ise, ebedî bir ziyâfet mekânını ve kendisine muhtaç varlıkların devamını iktizâ eder. Çünkü, nihayetsiz kerem, nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmeyi iktizâ eder. Bunlar ise, ikram edilenlerin varlığının devamını gerektirir. Ta ki, devamlı olarak ihsanın şükrüne mukabelede bulunsunlar. Aksi halde, herkesin mukâbelesi geçici ömrünün dakikalarıyla sınırlı kalır. Böylece kendisine arkadaşlık etmeyen, devamsız şeyin önemi ve değeri kalmaz. Aksine, bu cüz'î nimetlenme kaybolmakla, keder ve elem verir9. ............................................................................ *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Abdulmecid Ünlükul, s. 61; Abdulhay Nâsih, s. 63-64; Safvet Senih, s. 51-52. 2. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 94; Sözler, s. 69-72. 3. Buharî, Edeb, 96, VII, 112; Müslim, Birr, 165, IV, 2034. 4. Bkz. Figuier, s. 19. 5. Nursî, İşârâtu'l-İ'câz, s. 36. 6. Ahmed Emîn, I, 593-594. 7. Atıf Irakî. Mezâhibu Felâsifeti'l-Meşrık, Kahire, 1987, s. 284-285 (Razî, el-Erbaûn'den) 8. Cevherî, Cevâhir, V,1.cüz, s.110. 9. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 92. 49 Mayıs 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL AHIRDA KUZU DOĞMADAN ÇAYIRDA OTU BİTER. Bilindiği gibi Hz. Musa peygamberimiz Allah Teala (c.c) ile konuşan bir peygamberimizdi. Hz. Musa zamanında, yaptığı her işi eline yüzüne bulaştıran, ne yapsa para kazanmayı beceremeyen fakir bir ateist varmış. Bu ateist bir gün Musa peygambere gelerek; “ Ya Musa, O tapındığın Allah’ ına söyle de bana da biraz dünyalık versin söz veriyorum ben de O’na tapacağım” der. Hz Musa ; “Olur, ben senin için konuşur, neticeden seni haberdar ederim” der. Birkaç gün sonra Musa peygamber adamı bularak “ Allah Teala(c.c.) ile konuştum ve bana senin bu dünyadaki nasibinin bir kuru ekmekten fazla olmayacağını söyledi” der. Kabullenmez adam, “ Bak ben çok zengin olacağım sen de göreceksin” diyerek para edecek neyi varsa satıp o şehirden ayrılma kararı alır. O zamanki kervanlardan birine katılarak başka bir şehre doğru yol almaya başlar. Kervanla birlikte yol alırken bir yerde mola verilir ve herkes istirahata çekilir. Ateist uyandığında ne görsün? Ortalıkta kendisinden başka hiç kimse yoktur. Kervanı kaçırmıştır uyanamadığı için. Fakat bu onu yıldırmaz ve tek başına yola devam etmeye koyulur. Su ihtiyacını gidermek için vardığı bir kuyudan su çekmek üzere kovayı daldırdığında gördüğü manzara karşısında dona kalır. Kuyunun içi altın doludur. Çıkarabildiği ve devesine yükleyebildiği kadar altını alır yola devam eder. Biraz gittikten sonra kervanı da bulur ve derin bir oh çeker. Belli bir zamandan sonra gitmek istediği şehre ulaşmıştır artık. Kısa bir süre sonra o şehrin en zengin insanlarından biri olur ve kendince servetine denk olan zengin bir kadınla evlenir. Gücüne güç yetmemektedir artık. Gel zaman git zaman Hz Musa’ nın yolu o şehirden geçer. Ateist tanımıştır Musa peygamberi. Hemen yanına koşarak “Ya Musa hani benim bu dünyadaki nasibim kuru ekmekten fazlası olamazdı, hani hep fakir kalacaktım. Bak ben artık çok zenginim. Ne oldu sen yalancı çıktın gördün mü?” diyerek Hz Musa’ ya çıkışır. Hz Musa “ Takdirinden sual olunmaz, bunu da sorarım” diyerek oradan ayrılır. Ertesi gün adamın yanına giderek “Senin durumunu Allah Teala (c.c)’ ya sordum ve ne dedi biliyor musun?” der. Adam ise umursamaz bir tavırla “ Ne dedi?” der. Hz Musa “ O kulumun dünyadaki nasibi bir kuru ekmekten fazlası değildir, biz bunca malı serveti hanımının karnındaki çocuğuna verdik….” DÜNYA MALI’NA BAĞLILIK Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII. yüzyıl) ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi: - Ya imam, gemin battı!... (İmamın ticari mal taşıyan gemileri mevcut) İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra - Elhamdülillah dedi. - Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi: - Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş. İmam bu yeni habere de: - Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber Mayıs 2009 getiren kişi hayrete düştü: - Ya imam, gemin battı diye haber getirdik "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme böyle? İmam-ı Azam izah etti: - Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah'a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah'a şükrettim. 50 HZ. NESİBE (r.anha) Ammare adında oğlu olduğundan, Ümmü Ammare diye çağrılan, Kab kızı Nesibe, geçmişte aldığı büyük bir yaranın, omuzundaki izini hikaye ediyordu. Resul-i Ekrem (s.a.v) zamanını idrak etmemiş veya o vakitte küçük olan kadınlar, özellikle genç kızlar ve kadınlar, zaman zaman Nesibe’nin, omuzundaki çukuru görüyorlar ve merakla ondan, yaralanmasına sebep olan o korkunç macerayı soruyorlardı ve Uhud sahnesinde vukubulan ilginç hikayesini, şahsen kendi ağzından, dinlemek istiyorlardı. Nesibe, Uhud da kocası ve iki oğluyla birlikte, omuz omuza savaşarak Resul-i Ekrem (s.a.v)’i müdafaa edeceklerini, hiç bir zaman düşünmemişti. O sadece, savaş meydanındaki yaralılara su ulaştırmak için bir su kırbasını yüklenmişti ve yaralıların yaralarını bağlamak için yanında kumaştan hazırladığı bir miktar da band getirmişti. O gün, bu iki işten başka üçüncü bir iş de, yapacağını ummuyordu. Müslümanlar savaş başlangıcında, sayı bakımından çok değildiler ve yeterli teçhizatları da yoktu. İlkin düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattılar. Düşman kaçtı ve meydanı boşalttı. Fakat uzun sürmedi ki “Aynen” tepesindeki göz- cülerden, bir kaç tanesi vazifelerinde gaflete düştüler. Düşman bu fırsattan yararlanarak geriden döndü ve gece baskını yaptı. Durum değişti ve Resul-i Ekrem (s.a.v)’den, uzakta kalan müslümanların çoğu dağıldılar. Nesibe, vaziyeti bu şekilde görünce, su kırbasını yere bıraktı ve eline de bir kılıç aldı. Kah kılıçtan faydalanıyordu, kah ok ve yaydan. Sonra kaçmakta olan bir adamın kalkanını aldı ve ondan faydalanmak istedi. Bir an düşman askerlerinden birinin “Muhammed nerede? Muhammed nerede?” diye bağırdığını gördü. Nesibe hemen, oraya gitti ve ona, birkaç darbe indirdi. O adam, üstünde iki zırh giymiş olduğu için, Nesibe’nin vurduğu onca darbeler tesir etmedi. Buna karşılık adam Nesibe’nin savunmasız omuzuna öyle bir darbe vurdu ki, tedavisi bir sene sürdü. Resul-i Ekrem (s.a.v), Nesibe’nin omuzundan fışkıran kanları görünce Nesibe’nin oğullarından birine seslendi ve “çabuk annenin yarasını sar” buyurdu. O da annesinin yarasını sardı. Nesibe tekrar, savaş meydanında, işiyle meşgul oldu. Bu arada Nesibe, oğullarından birinin, yaralandığını gördü, hemen yaralıların yarasını sarmak için, yanında getirdiği bantları çıkarıp oğlunun yarasını sardı. Resul-i Ekrem (s.a.v) seyrediyordu ve bu kadının mertliğini gördükçe gülümsüyordu. Nesibe oğlunun yarasını sardıktan sonra, ona “çocuğum çabuk kalk ve savaşmaya hazırlan” dedi. Bu söz, henüz Nasibe’nin ağzındaydı ki, Resul-i Ekrem (s.a.v), Nesibe’ye bir şahsı göstererek, “çocuğuna vuran budur” dedi. Nesibe, o adama bir aslan gibi saldırdı, kılıçla onun baldırına, öyle bir vurdu ki, adam yere düştü. Resul-i Ekrem (s.a.v): “İntikamını iyi aldın. Allah’a şükür ki sana zaferi bağışladı ve gözünü aydınlattı.” buyurdu. Müslümanlardan, bir çoğu, şehit oldu, bir çoğu da yaralandı. Nesibe pek çok yara almıştı, sağ kalmasına fazla ümit yoktu. Uhud vakıasından sonra, Resul-i Ekrem (s.a.v) düşmanın vaziyetinden emin olmak için, ara vermeden, Hamra ül-Esed’e hareket etmeleri için, emir verdi. Ordu safları hareket etti. Nasibe de aynı durumunda, hareket etmek istedi. Fakat ağır yaralar onun gitmesine izin vermedi. Resul-i Ekrem (s.a.v), Hamra ül-Esed’den dönünce kendi evine gitmeden önce, Nesibe’nin ne durumda olduğunu sormak için birini gönderdi. Onun sağ olduğu haberini verdiler. Resul-i Ekrem (s.a.v), bu haberden çok mutlu oldu ve sevindi. ÖĞÜT MUHABBET Birgün Emir Süleyman Pervane, Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra: - Emir Pervane, Kur'anı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi. Pervane: - Evet. - Ayrıca, Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum. - Evet doğrudur. Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu: - Mademki, Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın. Pervane, bu sözler üzerine ağlayarak dışarı çıkar. Biribirlerine kırılan iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar. - Kim o? diye seslenir içerdeki. - Benim, der kapıyı çalan. - Burada ikimize birlikte yer yok, diye cevap verir öbürü. Aradan uzunca bir zaman geçer... Yeni bir umutla tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını. - Kim o? diye sorar yine içerdeki. - Sen'im, der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır. Hz. Mevlânâ da; "Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta o olmalısınız" diye anlatır hakiki muhabbeti. 51 Mayıs 2009 Ka z a ve Ka d er Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Allah’ın hükmü ve kazasının dereceleri Allah’ın hükmü ve kazasının dört şekli vardır: • Nimet: Kulun buna razı olması ve şükretmesi gerekir. • Belâ: Kulun buna razı olması ve sabretmesi gerekir. • Tâat: Kulun buna razı olması, Rabbinin nimetini hatırlatması ve ölene kadar yerine getirmesi gerekir. • Günah: Kulun buna razı olması, tövbe etmesi gerekir. Hz. Ali (k.v) kazâ ve kadere (rıza) hakkında sorulunca şöyle buyurdu: “Kapkaranlık bir gece… derin bir umman… ve Yüce Allah’ın sırrı! İşte böyle bir durumda Hak’tan razı olan, rıza sahibidir. O’ndan hoşnut olmayan, rıza sahibi değildir!” Rivayet edilir ki Hz. Zekeriya (a.s)’ın başına testereyi koydukları zaman, Allah’a sığınmayı arzu etti. O anda şu ferman geldi: “Ey Zekeriya! Ya emrime, ya hükmüme razı olursun, ya da yeryüzünü harap eder, üzerindeki her şeyi yok ederim”. Bunun üzerine Zekeriya (a.s) hiç sesini çıkarmadı ve vücudu ikiye bölünürken dahi sabretti. Anlatıldığına göre Rabia Hatun (r.a) bir gün hastalanır. Dostları tabip isteyip istemediğini sorunca, onlara “Bu hastalığı bana kim takdir etti?” diye sorar. Onlar, “Allah Teâla” cevabını verirler. Bunun üzerine Rabia Hatun şöyle der: “Sahibimin takdirini kabul etmemek bana yakışır mı?” Bir gün Hz. Ebû Bekir (r.a) hastalanmıştı. Ashaptan bazıları ona tabip getirmek istediler. Bunun üzerine onlara “O, beni gördü” dedi. 52 Ümmetinin yaptığı ezaya dayanamayan peygamberlerden biri, onları Cenâb-ı Hakk’a şikâyet etti. Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: “Daha ne kadar şikâyet edeceksin! Sen şikâyet ve beddua edenlerden değilsin unutma! Hâlin ezelî ilmimizde böyledir, neden darılırsın? Dünyayı senin uğruna yeniden kurmamı, hatırın için levh-i mahfuzu değiştirmemi mi istiyorsun? İstediğin ya da istemediğin bir şeyi sana kolaylık versin diye emredeyim mi? Senin sevdiğin şeyi, ben sevmesem bile emredeyim mi? Kalbinde olan bu düşünceyi bir daha tekrar edersen, nübüvvet tacını alır, seni cehennemimde yakar da umursamam”. Hikmet sahibi bir zat der ki “Hoş olan, insanın belâya sabretmesi değil, belâya rıza göstermesidir”. Abdülvahid bin Zeyd (r.a)’a “Allah’a ibadet etmek için bu dünyada kalmak isteyen kimse mi, yoksa O’na kavuşabilmek arzusuyla bu dünyadan göçmek isteyen kimse mi daha üstündür?’ diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Her ikisi de değildir. Lâkin bütün işlerini Allah’a havale edip dimdik ayakta duran kimse daha üstündür. O kimsenin; dünyada kalması da hoş, ahirete göçmesi de hoştur. İşte bu hâller, O’ndan razı olma hâlidir. Ârifin ahlâkı rıza üzeredir”. Ömer bin Abdülaziz (r.a)’a neyi arzu ettiği sorulunca “Allah’ın hükmünü” cevabını verdi. Ebû Abdullah Nessâc (r.a) der ki: “Allah’ın, sabretmekten hayâ edip rıza yoluna koşan kulları vardır. Ayrıca Allah’ın öyle kulları vardır ki ilahî kaderin nereden geleceğini bilselerdi, onu sevgi ve rıza ile karşılarlardı”. 53 Mayıs 2009 Umut BULUT Katre-i Matem Kritiği "Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk" romanından sonra İskender Pala, "Katre-i Matem" adında yeni bir romanıyla okuyucularının karşısına çıktı. Birinci romanının Bağdat'ın bombalandığı dönemlere rast gelmesi belki de edebî açıdan tenkit edilmesinin önünde bir engel gibi durdu. Birinci romana daha çok duygusal açıdan bakıldığı için, iyi bir satış rakamına da ulaştı diye düşünüyorum. Bana göre her kitap gelinlik kız gibidir. On sekizine gelene kadar toz kondurmayabilirsiniz ama görücüye çıktıktan sonra da her türlü tenkidi anlayışla karşılaşmak zorundasınız. Tabii ki eleştiriler de hakkaniyet ölçüleri içinde kaldığı müddetçe... Kendi medeniyet havzamıza mensup bir yazar olarak, İskende Pala'nın kitaplarının başarılı olması, her şeyden önce bizleri sevindirir ki; bizim Mayıs 2009 54 duygusal açıdan yaklaşarak yer yer subjektif değerlendirmeler yapabileceğimiz ihtimali de sürekli göz önünde bulundurulmalıdır. Burada, mümkün mertebe tarafsız bir gözle değerlendirmeye çalışan biri olarak söyleyebilirim ki; roman ne öyle göklere çıkartılacak kadar bir şaheser ne de yerin dibine batırılacak kadar değersiz... Romanda çok güzel bulduğum taraflar olduğu kadar son derece vasat bulduğum taraflar da var. Muhteva açısından ele aldığımızda, belki yazarın divan edebiyatını iyi derecede bilmesinin verdiği avantajla; zengin bir muhtevaya sahip olduğunu söyleyebilirim. Ama üslup açısından değerlendirmeye tabi tuttuğumda ise; son derece vasat olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bizim ülkemizde maalesef edebî tenkit geleneği yerleşmediği için olsa gerek; ya eserleri büsbütün göklere çıkarıyoruz ya da haksız yere yerin dibine batırıp bırakıyoruz. Oysa iyi bir tenkitte, hem olumlu hem de olumsuz yanlar, yan yana orta yere serilmelidir. Hem iyi hem kötü tarafarı aynı metin içinde zikretmek, hiç şüphesiz başarılı bir tenkit için olmazsa olmaz bir kuraldır. "Katre-i Matem"i, roman tekniği açısından çok da başarılı bulduğumu malesef söyleyemeyeceğim. Başarısız bulduğum noktaları neden başarısız bulduğumla birlikte sırasıyla söyleyecek olursam; ilk önce ifade etmeliyim ki bir kere ciddi bir eksiklik olarak karakter tasvirlerinin zayıf olduğunu ifade edebilirim. Şöyle ki; Kara Şahin ya da Topaç Yeye dediğimde benim aklımda şimdi bile güçlü bir karakter resmi canlanmıyor. Burada karakterler yüzeysel geçilmiş, roman sadece olaylar üzerine inşa edilmiş demeye çalışıyorum. Oysa iyi bir romanda insanın aklında kalacak güçlü karakterler olmalıdır bana göre... Mesela "Çalıkuşu" dediğimizde, çoğumuzun aklına hemen Feride gelmektedir. Oysa "Katre-i Matem" kahramanları olarak sayabileceğimiz öyle birileri aklımızda kalmıyor… Romanın içeriğine biraz değinecek olursak diyebiliriz ki roman, altmış altı soruda bir cinayeti çözmeye çalışmaktadır. Dilenci külhanında iki arkadaşın kardeşleşmesi olayıyla başlayan romanda, muhtevanın zenginliği dikkati çekmekte olup, tarih, aşk, şiir, entrika, macera gibi hayatın belki her alanıyla ilgili bir şeyler söylenilmektedir. "Matem Damlası'" anlamına gelen "Katre- i Matem", romanda peşine koşulan bir çeşit laledir. Lale bitkisi üzerinden "Lale Devrini" ve o günün şartlarını gözümüzün önüne getiren romanda, hem siyasi hem de edebî tarihimiz açısından bize sağlam ipuçları da verilmektedir. Mekân İstanbul, zaman "Lale Devri"dir. Yani ihtişam ve sefaletin koyun koyuna yattığı bir şehirdir o zamanın İstanbul'u... Yazar romanda çerçeve öykü tekniğini kullanmış. Bu tekniği kullanırken yer yer başarılı olmuşsa da; yer yer anlamsız tekrarlara başvurmuş. Mesela bazı durumlarda öykü içinde parantez açıp başka bir öykü anlatmış ve parantezi kapatıp ana öyküye kaldığı yerden devam etmiş. Bunu yaparken de bazen ana öyküyle bağlantıyı kuramamış. Yine bunun gibi ikinci zayıf nokta, mekân tasvirlerinin de yüzeysel yapılmasıdır. Ahmat Hamdi Tanpınar'ı okuyanlar, bu romanı okuduktan sonra "Katre-i Matem"deki eksik kalan noktayı daha bariz bir şekilde fark edecektir. Mesela Tanpınar'da bulduğumuz detay tasvirlerini burada bulamıyoruz. Bir başka ifade ile söyleyecek olursak sanki cümleler tam söylenilmemiş, iddialı orjinal cümleler kurulmadığı için de okurken şöyle ağız tadı ile roman okuduğunuz hissine kapılamıyorsunuz. Bahsettiğim orijinal cümlelere örnek olarak Balzac'ı gösterebilirim. Balzac'ta hemen hemen her cümlede orjinal bir taraf bulduğunuz için romanı keyifle okursunuz. Aynı şekilde Vladimir Bartol'un "Alamut Kalesi" adlı romanını örnek gösterebilirim ki; "Alamut Kalesi"nde insanı kendine çeken bir akıcılık var. "Katre-i Matem"le üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyler gibi olsa da "Alamut Kalesi"nde aşk, ihanet, kavga ve felsefe atbaşı gitmektedir; biri diğerinin önüne geçmemektedir. Oysa "Katre-i Matem"de herşey kendi yaşanıldığı yerde durmakta, bu da romanın cazibesini yitirmektedir. Romanı derkenar açarak gelenekten ödünç aldığı öykülerle beslemiş olması, romana farklı bir lezzet katmış diyebilirim. Yani bir romanı okurken aynı zamanda Mesnevi'den veya Fuzuli'den alınmış bazı ibretamiz hikâyeleri de okumuş oluyorsunuz ki; bence bu romana ayrı bir renk katmıştır. Mesela Leyla- Mecnun, Yusuf ile Züleyha hikâyeleri belki tek başına okunmazken, yeniden okuyucuyla buluşmuş oluyor. İhsan Oktay Anar bu tekniği kullanmış olmakla birlikte İskender Pala'da bu gerçek, hikâyelerle beslendiği için daha anlamlı geliyor bana. Netice-i kelam, İskender Pala divan edebiyatını sevdiren kişi olarak ya da ülkemizde divan edebiyatı alanında çok başarılı işlere imza atmış birisi olarak, herkesin kendine saygı duyduğu bir isimdir. Ama bu durum onun çok büyük bir romancı olarak herkes tarafından onaylanacağı anlamına gelmiyor. 55 Mayıs 2009 Hasan BAŞAR SONSUZLUĞUN SAHİBİNE ULAŞMAK İSTEYEN YİĞİDO Aramızdan bir Anadolu yiğidosu daha geçti, Türk siyasetine ve düşün hayatına derin etkiler bırakarak. Belki bir yerlerde makam ve mevki sahibi olmamıştır; ama halkın gönlüne taht kurmayı başarmıştır. Muhsin Beyin bu kadar sevilmesi niye? Cenazesine bu kadar insanın katılmasındaki hikmet nedir? Kendisine siyasi arenada gösterilmeyen ilginin öldükten sonra gösterilmesinde yatan hikmet ne? Muhsin Başkanı bu kadar bizden yapan sözü ile özünün aynı olmasıdır. Çoğu siyasetçimiz lafa gelince mangalda köz bırakmazlar ama iş icraata gelince- ufacık bir menfaate aldanıp ya da tehdide boyun eğip- verdikleri sözleri unuturken, Muhsin Başkan milletine verdiği sözü hep tutmuştur. İşte Muhsin Başkan bütün bu yalanlar dünyasında dik durmayı başarabildiği için sevgi ve saygıya mazhar olmuştur. Mayıs 2009 56 Ona gösterilen ilgi ve alakadan da anlaşılıyor ki Allah’(cc)ında sevgisine mazhar olmuştur. Çünkü böyle bir cenaze herkese nasip olmaz. O bizden biriydi ve bizim parçamızdı. O ölünce hep bir yanımız eksik kaldı. İçinden çıktığı kültüre, Anadolu insanına ve memleketine âşık bir Anadolu yiğidosuydu. Onda karşılıksız ve umarsız bir memleket özlemi ve hasreti vardı. O kendisini davasına ve ülkesine adamıştır. Hayatı boyunca bu kaygıyla yaşayan insanlara nasip olan bir yaşantı yaşadı. Ve kendisine yaraşır bir şekilde milyonların gözyaşları arasında ayrıldı aramızdan. O Azrail’e gülümseyerek bir hayat yaşadı. Azrail’e gülümseyebilenler ancak Allah’tan korkan ve Allah’ı sevenlerdir. Birde buna peygambere layık olabilme hasreti de eklenince ölüm insana şeb-i aruz gelir. O ölmeden önceki son röportajında Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Anadolu Gençlik Dergisinden kendisine sorulan: Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v) ismini duyduğunuzda hissettikleriniz nelerdir? soruya şöyle cevap vermiştir: “Hüzünleniyorum… Görevini yerine getiremeyen bir kölenin hicabı. Onun arkasında bıraktığı mirasa, onun istediği gibi sahip çıkamadık. Onu anlatamadık, çünkü onu anlayamadık. Onun adını duyduğumda bu nedenlerle hüzünleniyorum. Tüm peygamberlerin şahitlik yapacağı yargı gününde O’nun ümmetinden olma şerefini ve liyakatini in- şallah taşırım. Allah onun şefaatinden bizleri mahrum etmesin.” O Anadolu’nun bağrından çıkmış ama bazıları gibi birilerinin kuklası olmamıştır. Anadolu kalmayı başarmıştır. Siyasi hırsa kapılıp kendi değerlerine sırt çevirmemiştir. Türk siyasetinin kırılma noktasında tarafını milletten yana kullanmış ve içinden çıktığı topluma ihanet etmemiştir. 28 Şubat için “ Halkıma yönelen namluya selam durmam.” diyecek kadar millet iradesine saygılı bir bilgindir. Kendisine Refah-Yol hükümetine destek vermemesi ve bunun için meclise girmemesi için tehdit edenlerin yakasına yapışıp: “Benim adım Muhsin ben Allah’tan başkasından emir almam ve Allah’tan başka kim- seden korkmam.” diyecek kadar da yürekli bir insandı. O dünyanın geçici makam ve mevkilerine itibar etmemiştir. Kendisini bakanlık teklif ederek ikna etmek isteyen güçlere : “ Ben satılık adam değilim.” diyecek kadarda onurlu bir insandı. Şu dünyada kaç kişi makamın, paranın pulun cazibesine kapılmaz. Bu soruya verilecek cevabı sanırım hepimiz biliyoruz. İşte buna tamah etmeyen ender kişilerden birisiydi, Muhsin Başkan. Kavganın en şiddetlisini yaşamıştır. Kavganın, ayrılığın memleketimizde açtığı derin yaraların ıstırabını yaşayan birisi olarak olsa gerek hep birleştirici olmaya çalışmıştır. Her ne olursa olsun birlik ve beraberliğimizi kaybetmemiz gerektiğini savunmuştur. “Sel gider kumu kalır, bu seçimler biter ve yine bizler aynı yerde kimimiz arkadaş, kimimiz komşu olarak yaşamak zorundayız. Gençlerin nasıl kullanıldığını görmüş ve bunu derinden yaşamıştır. Masum, saf Anadolu yiğitleri kurnazların, şer odaklarının elinde oyuncak olmuş. Bir paçavra gibi kullanılıp atılmıştır. Bunu bildiği içinde bu oyunun bozulması için mücadele etmiştir. Ülkenin üzerine oynanan oyunların parçası olmamıştır. Bilakis karşı gelmeye çalışmıştır. Okyanus derinliğine sahip ruhu, ufak rüzgârlarla dalgalanmaz, sakindir. Ama memleketi üzerine oynanan oyunlara karşı da okyanus dalgası gibi kabarır ruhu. 57 Mayıs 2009 O devletine âşık bir sevdalıdır. Kendisine yapılan haksızlığa karşın affetmesini bilmiştir. Hapishane yıllarında ağır işkenceler altında kaldığı zamanlarda bile asla isyan etmemiştir. Sabır göstermiş ve Hakk’a sığınmıştır. “İftira ve suçlamalara karşı nasıl sabrettiğini şu cümlelerle anlatıyor: "Kalbimde yanan ilahi aşk, her türlü isyankâr duyguları frenliyor. Olanları sabır ve tevekkülle karşılamamı sağlıyor.” Bütün olanlardan sonra bile kimseyi suçlamamış ve bu yılları günahlarına kefaret olarak görmüştür. Üşüyorum Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum Mücadele ettiği alan siyaset arenasıdır. Her şeyin mubah kabul edildiği bir alandır bu alan. Herkesin, “siyaset bu, siyasette olur böyle şeyler.” diyerek her şeyin mubah olduğunu düşündüğü bir alan burası. Yani zemini kaypak ve yükselmek için her türlü entrikanın, fırıldaklığın döndüğü siyaset kulvarında yürüyen bir adamdı o. Ama o inadına kıvırmadı. “Bir saniyesine bile hâkim olmadığımız hayatta kıvırmaya ne gerek var.” diyecek kadarda erdemli bir şahsiyetti. Aslında Muhsin Başkanı en iyi yine kendisi açıklamıştır bu sözle. Bu sözler Muhsin Başkanın özetidir. Gözlerim parke parke taş duvarlarda Memleketine hizmet etmiş ve elinden geleni de yapmıştır. Bir arkadaşı “Başkan çalışıyoruz, çabalıyoruz; ama bir türlü ilerleyemiyoruz.” dediğinde “ Biz bir seferdeyiz, hedefe ulaşırız ama ulaşamayız onu Allah bilir. Ama öbür âlemde sorarlarsa biz seferdeydik deriz.” demiş. İcraatlarıyla değil ama düşünceleriyle, siyaset anlayışı ile çok şey öğretti bu Anadolu gençliğine, Anadolu insanına. Zikre dalmış her şey Açılıyor hayal pencerelerim Hafif bir rüzgar gibi, süzülüyorum Kekik kokulu koyaklardan aşarak Güvercinler ülkesinde dolaşıyor Bir çeşme başı arıyorum Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp Mis gibi nane kokuları arasında Ruhumu dinlemek istiyorum Güne gülümserken papatyalar Dualar gibi yükselir ümitlerim Güneşle kol kola kırlarda koşarak Siz peygamber çiçekleri toplarken Ben çeşme başında uzanmak istiyorum Ne hikmetse soğuğun onun hayatında hep özel bir yeri olmuştur. Huzur dolu içimde Ben sonsuzluğu düşünüyorum Çeçenistan’da Cehar Dudayev’in çok yakınında bulunan birisi Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili olarak şunları söylemiştir: Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum Durun kapanmayın pencerelerim -Muhsin Yazıcıoğlu, paraları olmadığı için kaloriferleri yanmayan parti binasında palto ile oturuyordu. Bana tam 80 bin dolar teslim etti. Topladıkları bütün para bu kadardı. Parayı kendi partililerinden toplamıştı. Tek dolarına bile dokunmadan olduğu gibi Çeçenistan’a yolladı. Hem de kendisi soğuktan donarken..! Güneşimi kapatmayın Beton çok soğuk, üşüyorum Muhsin YAZICIOĞLU Anadolu’nun bağrından çıkmış, ruhunu ilmek ilmek İslamiyet’le bezemiş, entrikalar dünyasından sonsuzluğun sahibine ulaşmak isteyen bilge kişi, bize kazandırdıkların ve unuttuğumuz yönümüzü hatırlattığın için sana ne kadar dua etsek azdır. Ey sonsuzluğun sahibine kavuşmak isteyen bilge yolcu, yolculuğun hayırlı olsun. İnşallah özlemini çektiğin peygamberimizin şefaatine nail olursun. Mayıs 2009 58 İlim İlim Bilmektir İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmez isen Ya nice okumaktır Okumaktan mânâ ne Kişi Hakk’ı bilmektir Çün okudun bilmez isen Ha bir kuru emektir Okudum bildim deme Çok tâat kıldım deme Eri Hak bilmez isen Abes yere yelmektir Dört kitabın manası Bellidir bir elifde Sen elifi bilmez isen Bu nice okumaktır Yunus Emre der hoca Gerekse var bin hacca Hepisinden eyice Bir gönüle girmektir Yunus Emre 59 Mayıs 2009 Ahmet HALİLOĞLU Cahar DUDAYEV... La ilahe illa Allah seslerinin susmadığı, zikir meclislerinin cihad talimgâhlarına dönüştüğü bir coğrafya Kafkaslar… Dervişlerin birer mücahid haline dönüştükleri, imanın vatan sevdasında bedenlendiği, nefis tezkiyesinin şehadetle taçlandırıldığı mazlumlar yurdu Çeçenistan. Rusların sıcak denizlere inme politikasının bir neticesi olarak üç – dört asırdır insanlara kan kusturduğu, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla sırf Müslüman olduğu için şehit ettikleri bir ülke Çeçenistan. İmam Muhammet ile çağlayan, Şeyh Şamil ile zirveye ulaşan cihad aşkının bu asırdaki temsilcisini anlatacağız sizlere… Şehid Cahar Dudayev’i… Kafkas Dağlarına yolunuz düşerse; göklere uzanan nazlı doruklarda kanlı karları görürsünüz. Kanlı zirveler Ahıska Türklerinin, Çeçenlerin, Mayıs 2009 60 İnguşların, Kabardeylerin, Çerkeslerin, Kırım Tatarlarının, Başkırtların, İdil Tatarlarının son nefeslerindeki ahlarını arşın ötesine taşıyor gibi mazlumdur, mahzundur. Kafkas Dağlarının yaşadığı zulmun, şahit olduğu tecavüzlerin, katliamın dünya tarihinde eşi menendi yoktur. Üç yüz senedir o coğrafya da direniş bitmedi, bitirilemedi. Müminler ölmeye, canavarlaşmış katilleri öldürmeye doymadılar. İmam Muhammed gitti, Şeyh Şamil geldi. İmam Şamil gitti, Cahar Dudayev geldi. Dudayev gitti, Selimhan Yandarbiyev geldi İkinci Dünya Savaşı sona ermek üzere… Kapitalizm ile Komünizmin tüm insanlığı sürüklediği ikinci büyük felaket biterken; Çeçenistan’da on iki çocuğu olan Dudayev ailesinin on üçüncü çocuğu dünyaya gelir. İsmini Cahar koyarlar. Doğum günü tam belli değildir; çünkü aile daha nüfusa kayıt ettirmeden, Cahar on beş günlükken büyük sürgün başlar. Ama bu sürgün İmam Şamil’inki gibi bir sürgün değildir. Şeyh Şamil zamanındaki sürgün halifenin ülkesine gönüllü bir sürgündü. Karşılayanlar kardeştiler, dindaştılar. Bu sürgün top yekûn bir millete değil milletlere karşıydı. Aynı anda Sovyetler Birliğinin dört bir tarafında Müslümanlar Almanlar ile işbirliği yapmakla suçlanıp vatan hainliğinden Sibirya’ya sürgün ediliyorlardı. Aileler birbirinden koparılıyor, İkinci Dünya Savaşı için cepheye gönderilmiş Müslüman askerlerin ailelerini bulmaları imkansız hale getiriliyordu. Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri, İnguşlar, Çeçenler, Kabardeyler, Karaçay Türkleri, Balkar Türkleri bu sürgünden nasibini alan mazlumlardı. Sözde Ermeni Soykırımı iddiaları bu büyük sürgünün yanında hiç kalır. En dağlık arazilerdeki köyler bile bir gecede boşaltılıyor, komünizm yüzünden insanlığını kaybetmiş muhafızlar eşliğinde hayvan taşımakta kullanılan vagonlara dolduruluyordu. Tren katarları; Sibirya’nın eşsiz bucaksız steplerinde ilerlerken insani ihtiyaçlar için bile durmuyor, tuvalet molası dahi vermiyordu. Vagonlara konulan tenekelere insanlar ihtiyaçlarını gidermek zorundaydı. Bir an durun ve düşünün: Kayınpederinin yanında eşinin yüzüne bakmaktan imtina eden Bir Kırım Tatar kadını, mahzun bir Çerkes kızı, utangaç bir Çeçen hanımı üst üste yığılmış o insan kalabalığının içinde tuvalet ihtiyacını nasıl giderebilirdi? İmkansız… Nitekim nice hanımlar erkeklerin yanında tuvaletlerini yapmayıp çatlayarak ölmeyi tercih ediyorlardı. Komünizmin canavarlaştırdığı muhafızlar cesetlerin vagonlardan çıkarılmasına bile müsaade etmiyorlardı. Sürgün sonucunda bin yıllık İslam yurtlarında bir tek Müslüman bırakılmadı. Kızıl çarlar Müslümanlara o kadar düşmandılar ki; Kırım’ın Arabat köyünde sürgün edilmesi unutulan 61 Mayıs 2009 Müslüman Türkleri 20 Temmuz 1944’te eski bir gemiye doldurmuşlar ve Karadenizin en derin noktasında geminin ambar kapakları açılarak batırılmıştı. Sürgünün başında trene binen Tatarların, Karaçayların, Çeçenlerin yarısı bu vahşi, kanlı yolculuk esnasında hayatlarını kaybettiler. İbrahim as’a ateşi gül bahçesi yapan Mevla Teala Cahar Dudayev’i de kanlı sürgün yolculuğunda muhafaza etmişti. Yolculuk şartları nice sağlam bünyeli insanın hayatına mal olmuştu. Hayvanların nakledildiği vagonların içinde Sibirya rüzgarı dönüp durmuş; kimisi sıkışıklıktan, kimisi soğuktan, kimisi açlıktan ebedi aleme göçmüştü. Kırk günlük bir bebekken bu vahşeti yaşayan Cahar Dudayev’in ailesinin nasibine Kazakistan’ın Çimkent Şehri düştü. Hazreti Allah; geleceğin mücahidini, yeni Şamilini bir başka dostuna Hace Ahmet Yesevi’ye emanet ediyordu. Sovyetler Birliğinin yetmiş senelik hakimiyetinde en çok çekindikleri isim hiç şüphe yok ki Piri Türkistan’dı. Tesirini azaltmak için Hazretin ks metfun bulunduğu bin senedir ismi Yesevi olan kasabanın adını Türkistan yapmışlar, merkadına ziyareti yasaklamışlardır. Ama buna rağmen Yesevi Ata’nın k.s. etkisini kırmayı başaramamışlardı. İşte Cahar Dudayev ve ailesi Yesi’nin bağlı olduğu Çimkent şehrine sürgün edildiler. Çimkent yılları hayatının en acı devreleridir. Müslümanlara karşı böl/yönet politikası uygulayan; halkların kardeşliği sloganını diline pelesenk ettikleri halde halkları birbirine düşman eden Kızıl Çarlar Orta Asya’yı inim inim inletmektedir. Dudayev ve diğer sürgün edilmiş insanlar bir yandan açlık, bir yandan etnik ayrımcılığın pençesindedir. Çimkent’te on üç senesi geçer Dudayev’in. Vatandan, ata toprağından ve milletinden uzak on üç sene. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Müslümanların en zor devreleridir bu zamanlar. Çocukların sünnet edilmesi bile yasaklanmıştır. Çocuklara okullarda ailelerinin Allah’a inanıp inanmadığının sorulduğu, cevabın müspet olması durumunda ebeveynlerin çalışma kamplarına gönderildiği bir dönem. Camilerin ateizm (dinsizlik) müzesi haline getirildiği bir devrede evladınıza; vatanını, dinini, milletini unutturmamanın çaresini buldu Müslümanlar. Kırım Tatarından Çeçenlere kadar sürgüne Mayıs 2009 tabi tutulmuş her aile evlatlarına masal anlatmak yerine dinlerini, milletlerini anlattılar. Kırmızı Başlıklı Kız yerine ağlayan Kırımı, ıssız Çeçenistan’ı anlattılar. Ninni yerine ezan dinlettiler. Din bayrak oldu, bayrak umut oldu, umut güç oldu. ve o güç Kremlin'in eli kanlı diktatörlerini dize getirdi. İman'ın asla diz çöktürülemeyeceğini dosta düşmana, uzak yakın herkese gösterdi. 1957’de sürgün edilen milletlerden Çeçenlerin özyurtlarına dönmeleri için izin çıktı. Eli kanlı, vicdanı kara Stalin’in yaptığı zulüm böylece daha Sovyetler Birliği yıkılmadan tasdik ediliyordu. Gerçi Kırım Tatarlarının bugün bile yurtlarına dönüşüne izin verilmiyor !!! Çeçenler sürgün dönüşü yurtlarını tanıyamadılar. Camiler yıkılmış, mezarlıklar tarumar edilmişti. Öyle ya mezar taşları bir yurdun hakiki sahibini belli ettiğinden komünistlerin tahammülü yoktu. Evlerine ise Ruslar yerleşmişti. Evlerini işgal edenleri sopalarla dışarı attılar. Kendi evlerine bile ancak zorla girebildiler. Çok zeki ve başarılı bir öğrenci olan Dudayev; 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da "Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu"'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. Bu ünvanı kazanan ilk müslümandı. Üstelik bu okulları ve ünvanları kendi milletine ihanet etmeden; Sovyet Rusya’sında normal hale gelmiş olan ayak oyunlarına, dalaverelere bulaşmadan; kimseye yaltaklanmadan bileğinin hakkı ile elde ediyordu. Gösterdiği başarılar neticesinde SSCb kendisine 12 madalya vermek zorunda kalıyordu. Ordu’da tümgeneralliğe yükseldi. Bu Sovyetler Birliği tarihinde bir ilkti. Bir müslümanın böyle bir noktayı elde etmesi imkansızdı. Ancak Musa (a.s)’ı Firavunun sarayında Firavunun eşine büyüttüren Allah Dudayev’i de Rus Ordusunda üst düzeylere getirmişti. Bunda bir babası bir Rus pilot olan eşi Alla Dudeyeva’nın payı da vardı. Çeçenler arasında ilk başta eşinin Rus olması yadırgansa da Cahar Dudayev’in şehadetinden sonra eşi tam bir Müslüman hanımı olarak metaneti ve basireti ile imanını gözler önüne serecek ve önyargıların kuruntudan ibaret olduğunu gösterecekti. 62 1988 yılında Çeçen Dağları bir kez daha tekbirler ile sarsıldı. Şeyh Şamil’in halifenin topraklarına hicretinin üzerinden yüz sene geçmişti ki; Çeçenler bir kez daha istiklal için kıyama kalktılar. Hoca Ahmet Bisultanov’un liderliğinde protesto gösterileri başladı. Artık kılıç kınından sıyrılmıştı. lum milletler hürriyetleri için birbiri ardına harekete geçtiler. Azeriler, Estonlar, Çeçenler… Zulüm ile kimse abad olmamıştı. Nitekim yetmiş yıllık kara imparatorluk yerle yeksan oldu. Bu yıkılmada en büyük pay sahibi hiç şüphesiz Estonyalıların bağımsızlık gösterilerini bastırmayan Dudayev’indi. Cahar Dudayev bu sırada Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanıydı. Yetmiş senelik komünist zulmü Baltık Cumhuriyetlerinde de insanları isyan noktasına getirmişti. Slav ırkından olmayan Estonyalılar bağımsızlık için halk hareketini başlattılar. Kızıl liderler için halkın isteğinin bir önemi yoktu. Masum insanların üzerine ateş açılması emrini verdiler. 1989 yılında bir başka bağımsızlık isteyen Azerilerin üzerine Bakü’de Azatlık Meydanında tanklar sürülmüş ve binlerce Azeri genci tankların paletleri altında şehit olmuşlardı. Bu katliam Azerilerin kalbini dağlamış, SSCB Azeri muhalefetini bir süreliğine de olsa susturduğunu zannetmişti. Aynı plan şimdi Estonya’da uygulanmak isteniyordu. 27 Ekim 1991 yılında yapılan seçimlerde % 85 oy oranı ile Çeçenistan Cumhurbaşkanı seçildi. Rusya Federasyonu bu seçimleri tanımasa da Cahar Dudayev Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ederek göreve başladı. Çeçenistan’ın kendisine ait olduğunu iddia eden Rusya Federasyonu şok üzerine şok geçiriyordu. Yetmiş yıl boyunca dine ve diyanete ait her şeyin yasak olduğu bir ülkede aksakallılar unutulan bir ibadeti gün yüzüne çıkardılar. Sokaklarda devran meclisleri kuruldu. Öyle ya; madem komünist Rusya’da camiler/tekkeler yıkılmıştı o zaman Kadiri/Rufai Devranları sokaklarda yapılacaktı. La ilahe illa Allah sesleri sokakları çınlatmaya başladı. Beli bükük eli bastonlu aksakallı ihtiyarlar; zikr halakasında cezbeye tutuluyor; yolda yürümekte zorlanan dedeler sema da birer aslan kesiliyordu. Ama modern tiranların hesap etmedikleri bir şey vardı. Estonya’da sivil insanların üzerine sürmek istedikleri komutan; Allah’tan korkan, hesap gününe inanan bir müslümandı. İmanını gizlemişti. Ehl-i Sünnet itikadına göre ölüm tehlikesi olduğu zamanlarda iman gizlenebilirdi. Alemlerin Efendisi Ammar bin Yasir’e Mekke-i Mükerreme’de bu ruhsatı vermişti. Ama şimdi durum değişikti. Kendisinden öldürmesini istedikleri masum Estonyalı gençler, kadınlar ve çocuklardı. İstekleri de kendileri gibi masumdu. Kendi topraklarında özgürce yaşamak. Kafkas Dağlarında özgürlüğü burcu burcu içine sindirmiş; kartal bakışlı Cahar Dudayev bu hürriyet acısını iyi bilirdi. Estonyalı kadın, genç ve çocukları O’ndan daha iyi anlayacak kimse yoktu. Zaten dini kadınların, çocukların, yaşlıların, sivillerin öldürülmesine izin vermiyordu. SSCB’nin politbürosundan gelen emri dinlemedi. Birliği ile beraber Grozni’ye (Çeçenistan’ın başkentine) sürgüne gönderildi. Bu ceza değil ödüldü. 23–25 Ekim 1990 tarihinde Çeçen Halk Kongresi yapıldı. Kongre bağımsızlık kararı aldı. Bu karar SSCB’yi sarssa da 27 Ekim 1990 tarihinde Çeçen-İnguş Cumhuriyeti ilan edildi. Bu tarihin sonrasında olaylar inanılmaz bir hızla gelişti. Maz- 1994 yılının sonlarına kadar Ruslar; her zamanki gibi fitneci yüzlerini gösterdiler. Çeçenleri bölmek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Kah içlerine ajan soktular, kah içeriden birilerini satın almaya kalktılar. Bildikleri her türlü komployu uyguladılar. Cahar Dudayev başta olmak üzere Çeçenlerin önde gelen liderlerine sayısız suikast teşebbüsünde bulundular. Hatta satın aldıkları gibi hainler; 25 Kasım 1994’te Moskova’nın desteği ile başkent Grozni’ye saldırdılar. Ama Cahar Dudayev ve mücahitleri bir günde hainleri geri püskürtmeyi başardılar. Bu sefer büyük patron Rusya Devreye girdi. Rus pilotları Grozniyi bombaladılar. Tüm dünya bir kez daha imanın yüceliğini, küfrün zilletini görüyordu. Müslüman Dudayev; Hıristiyan Estonyalıları bombalamamıştı ama Hıristiyan Ruslar sivil Çeçenleri bomba yağmuruna tuttular. 11 Aralık 1994 tarihinde ise Ruslar kara harekatını başlattılar. Kafkaslar bir kez daha özgürlük mücadelesine şahit oluyordu. Süper güç Rusya’ya karşı yeni devlet Çeçenistan. Yüz elli milyonluk dev ülkeye karşı bir milyonluk bir nüfus. Bir buçuk milyon askere karşı topu topu birkaç on bin 63 Mayıs 2009 civarında bir mücahit. Ruslar kendilerinden emin bir şekilde harekete geçtiler. Kısa sürede Çeçenlerin bağımsızlık ateşinin söneceğini düşünen Ruslar ve dünya basını büyük şaşkınlığa uğradı. Bir avuç kahraman Çeçen; tüm olumsuzluklara rağmen Ruslara Çeçenistan’ı dar ettiler. Dünyanın buradaki katliama, sivil ölümlerine sessiz kalmasına rağmen Ruslar kar harekatında ağır zayiatlar verdiler. Dünya’ya karşı şişirilen Rus Ordusunun içinin boş olduğu ispatlandı. Kimi yerlerde Rus komutanlar birkaç rubleye satılan votka karşılığında kendi askerlerini Çeçenlere esir verdiler. Çeçenlerin Rusya içinde verdikleri baskınlar ise yetmiş sene de Rusların nasıl bir çöküntüye maruz kaldığını gözler önüne serdi. Salman Raduyev ve Şamil Basayev gibi kahramanlar imanın gücünü bir kez daha Ruslara ispat ediyorlardı. 1995 yılının Ağustos ayında Rusların Çeçenistan’da kimyasal silah kullandıklarına dair bir takım karineler ortaya çıktı. Bütün bu katliamların ardında ise iki neden vardı: Çeçenistan’ın Kafkasya’nın tam ortaMayıs 2009 sında olması ve petrol. 1996 yılına girilirken Ruslar; Çeçenistan’ın ancak yüzde otuzunu işgal edebilmişlerdi. Sivilleri bombalamalarına rağmen Çeçenler bağımsızlık sevdasından vazgeçmiyorlardı. Dünya bir kez daha gözlerini Müslüman katliamına karşı kapatmıştı. 21 Nisan 1996…Can evinden vurulduğumuz gün. Kafkas Kartalı birebir dövüşmekten aciz Ruslar; uydu telefonundan görüşme yapan Cahar Dudayev’in yerini tespit ettikten sonra uzaktan fırlattıkları füze ile şehid ettiler. Hayatı iman mücadelesi ile geçen bu kahraman asker kahpe bir saldırıda fani dünyaya veda etti. Eminim ki; şehit olurken Dudayev umutluydu. Yüzünde zaferin tebessümü vardı. Çünkü kendisi Dar-ı imtihan’daki vadesini bir mümine yakışan bir tavırla sürdürmüş ve bir müslümanın en büyük arzusu olan şehadet ile taçlandırmıştı. Umudu Mehmed Emin Resulzade’nin o içten gelen cümlesinde saklıydı :” Bir kere yükselen bayrak bir daha inmez.” 64 ÇEÇEN MİLLİ MARŞI Gece kurt yavrularken çıktık dünyaya Sabah kükrerken arslan, ismimiz konuldu Lailahe illallah Kartal yuvalarında analarımız emzirdi At üstünde kavgayı babalarımız öğretti Lailahe illallah Halk için vatan için yetiştirdi Onlara bir zarar geldiğinde yiğit kesildik Lailahe illallah Dağların şahinleri zaferle yetişti, Zorluğun bozgunundan gururla çıktık Lailahe illallah Tunçtan dağlar kurşun gibi erise de Yaşamdan ve savaştan onursuz çıkmayız Lailahe illallah Ey kara toprak her zerren baruttan ağlasa da Hüzünlü bir şekilde sana dönmeyeceğiz Lailahe illallah Hiçbir zaman hiçbir kimseye pes etmedik biz Ecel veya zaferden biridir seçeneğimiz Lailahe illallah Yaralarımızı ağıtlarla sararken bazılarımız Değerli gözlerimiz maharetle canlanır Lailahe illallah Açlık kıvrandırırsa ot yeriz Susuzluk bezdirirse sıkar suyunu içeriz Lailahe illallah Gece kurt kuzularken çıktık dünyaya Hakka, vatana ve Allah'a sadığız biz Lailahe illallah 65 Mayıs 2009 Ayşe BAĞCİVAN ALTMIŞ YAŞINDA BİR DELİKANLI Her zaman ki rutin kontrolleri için doktoruna gitmişti Can Bey. Lakin bu kez durum farklıydı: doktorunun ağzından hiçbir zaman duymak istemeyeceği sözler dökülüyordu. Ömür menzilinin son aylarını yaşamak üzere olduğunu anlatıyordu sevgili doktoru. Sinsi bir hastalığın kurbanı olmuştu Can Bey. Yarım asırlık hayatı koskoca 60 yılı geçti gözlerinin önünden…14 yaşında idi annesinden ilk ayrıldığın da. Belki de çıkmazlara doğru ilk yol aldığın da…20 sinde okulunu bitirmiş mesleğine yeni girmiş,30 unda oldukça kararlı, başarılı, savunduğu düşüncelerini ileriye götürmeyi amaçlayan. 40 ında amaçlarını fazlasıyla yapan her yerde aranan. Lakin dinine düşman tamamen batıya hayran. 50 sinde ödüllere doymayan, 60ında herkesin takdir ettiği oldukça aydın bir kişi… Mayıs 2009 66 Hayatı hep koşuşturmaca içinde geçmişti. Yakın dostlarıyla gerçek dost haktan uzak koskoca bir altmış yıl yaşamıştı. Kendince mutlu kendince huzurlu… Hep özenilen hep yerin de olunmak istenen kişi olmuştu. Şimdi de o başkalarının yerinde olmayı ne çok isterdi. Günler geçtikçe ağrıları da yavaş yavaş artıyordu. Doktoru artık hastanede yatması gerektiğini ve kemoterapiye başlaması gerektiğini söylüyordu. Can Bey çaresiz hastanede yatma fikrini kabul etti. Ağrıları o kadar fazlaydı ki çoğu kez dayanılmaz hal alıyor kriz geçiyordu. Kimsenin onu bu halde görmesini istemiyordu. Hiçbir dostuna haber vermeden sessizce gidip yattı hastaneye... Ağrılı, acılı bir kemoterapi dönemi başlamıştı. Can bey bazen ağrılara dayanamıyor bayılıyordu. Yine böyle ağrılı ve acılı anında bir ses duydu, bir ezgiydi bu. Lakin bildiği 6 li- sandan hiçbirine benzemiyordu. Ezgiyi dinledikçe ağrılarının hafiflediğini, acılarının geçtiğini hissetmeye başladı. Hemşireyi çağırıp yardım alarak sesin geldiği yöne doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Yan odanın kapısına gelince durdu. Can bey istem dışı ağlamaya başladı. Bir türlü susamıyordu bu dinlediği ezgi karşısında !!! Bir süre sonra duyduğu ezgi bitti. Odanın kapısını çalarak içeri girmek için müsaade istedi. Odaya girdiğinde yatakta 80–90 yaşlarında bir ihtiyar başucunda ise elinde bir kitapla 25–30 yaşlarında genç bir adam duruyordu. Genç adam can beyi görünce hemen ayağa kalktı ve elini öpmek istedi. Lakin can bey uzun süre büyük şehirde yaşadığı için bu tür ananelerden uzak kalmıştı. O na göre bu tarz şeyler gerilikti. Genç adamın elini tutup tokalaştı. - Merhaba ben Can Akça. - Memnun oldum efendim. Bende Mehmet Güzel. Yatan beyde babam Mustafa Güzel. - Mehmet Bey biraz önce okuduğunuz ezginin dilini 6 lisan bilmeme rağmen anlayamadım. Hangi dilde söylediniz bu ezgiyi? Mehmet Bey tebessüm ederek; - Efendim söylediğim ezgi değildi. Hak dili Arapça dan Kur’an-ı Kerim okuyordum. - Nasıl anlayamadım? Sizin gibi genç birinin ne işi olur ki asırlar önce inen bir kitapla? Mehmet Bey bu kısa konuşmadan sonra Can beyin haktan uzakta batılı yaşadığını anlar. Hakka haktan habersiz gideceği için çok üzülür. . . Türkçe bir Kur’an-ı Kerim meali alarak can beye hediye eder. Can bey kimselere görünmeden, kuytularda meali okumaya başlar. Okudukça başarılar içinde geçen Ebu Leheb’leşmiş ömrüne başlar acımaya. Okudukça okumak ister. Hak‘dan yoksun cahillik için de geçen yarım asırlık ömründe bir kere bile tatmadığı bu huzuru şimdi ömrünün son deminde yaşamak ya çok büyük bir talihsizlik ya da tam tersine büyük bir lütufdu. Can bey fırsat buldukça Mehmet beyle konuşuyor, ona dini hakkında bilmediği merak ettiği kendisine garip gelen her şeyi soruyordu. - Mehmet Bey, madem Allah bu kadar bu büyük ve tüm kullarına kendisine inanmayı emrediyor O halde neden benim O’nu bulmama yardımcı olmadı? Neden bunca yılımın O’ndan habersiz bir şekilde geçmesine izin verdi? - Can bey, şu koskoca kâinat yıldızlar güneş ve biz insanoğlunun bir sudan yaradılışı, Rabbimizi bulma yolunda, ona ulaşmada size yeterli bir kanıt değil mi? Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Secde Suresi 4. Ayetinde diyor ki “Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine hükümranlığını kurmuştur. Sizin için O'ndan başka ne bir sahibiniz, ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünmez misiniz?” - Başarılar için de tam altmış yıl geçirdim ben. Ancak bomboş yaşanmış boşu boşuna geçen bir altmış yıl imiş. Şimdi kendi kendime diyorum ki keşke daha erken yaşlarda bu hastalık bende olsaydı da onca boş yılım dolu dolu geçseydi Rabbim bana daha erken dinimi öğrenmeyi nasip etseydi. - Can Bey her şey Rabbimizin bilgisi dâhilinde. O’ndan habersiz ne bir yaprak düşer ne bir yağmur damlası. Mehmet Bey gözleri dolarak sesi titreyerek sözlerine devam eder: - Rabbimiz o kadar büyük ki bakın size son zamanlarınızda dininizi öğrenmeyi nasip etti. Can bey yaşlı gözleriyle sadece “Evet” dercesine kafasını sallar. 67 Mayıs 2009 Mehmet Bey ölümün bir son olmadığını aksine sonun başlangıç olduğunu her fırsatta Can beye söylüyordu. Hatta ölüm meleği olan Azrail’in (a.s.) bile muttaki kullar için can alan bir melek değil, gerçek sevgiliye ulaşmada bir vasıta olduğunu söylüyordu. Sevgili yaşlı dostunun ruhunu şahlandırıyor O’nu hem ölüme hazırlıyordu hem de ölüm sonrası hayata… Can bey ağrılarının çok arttığı dönemlerde Mehmet Beyi çağırtır ondan o eşsiz sesiyle kuran okumasını isterdi. Dinlerken ne gözyaşlarına hâkim olabilirdi ne de hıçkırıklarına. Artık Can Beyin ağrıları dayanılmaz hal almıştı. Çoğu kez ilaçları iğneleri yanıt vermiyordu. Bilinci kâh kapanıyor, kâh açılıyordu. Lakin bilincini iyice kaybettiği zamanlarda bile dilinden Allah lafzını düşürmüyor sürekli Allah’ı tesbih ediyordu… Bir sabah Can Bey hemşiresinden yardım isteyerek abdest aldı. Sanki bu sabah diğer geçen sabahlardan daha farklıydı. Bu sabah Can Bey de anlam veremediği bir heyecan vardı. Dostu Mehmet Beyin yanında olmasına rağmen gözleri hep kapıdaydı. Birini bekliyordu sanki… O sabah Can Mayıs 2009 Bey bir başka güzeldi. Petrol mavisi gözlerinin içi gülüyordu. Hastalıktan yorgun düşmüş bedeni dimdik ayakta durmak için çabalıyor. Sanki bir yolculuğa çıkmak için hazırlanıyordu. Mehmet Bey Can Beyin başucunda sürekli kuran okuyor kurumuş dudaklarını su ile ıslatıyordu. Nefes alıp vermesi hızlanmış vücudu yavaş yavaş soğumaya başlamıştı Can Beyin. Mehmet Bey yaşlı dostunun petrol mavisi gözlerine bakıyor kelimeyi tevhit getirmesini istiyordu sürekli. Can bey tebessüm ederek La ilahe illallah diyordu. Bir ara can beyin gözleri uzun uzun daldı. “Ey beni hakiki sevgiliye götürecek olan sevgili neredesin”diyordu. İşte beklediği an işte sevgiliye götürecek sevgili. Artık sevgiliye sonsuz sevgisiyle kavuşma vakti gelmişti. Mehmet beyin biraz eğilmesini isteyerek kulağına yavaşça “ o bana anlattığından daha genç daha güzel” diyerek gözlerini sonsuzluğun başlangıcına kapar. Artık o Hakkın huzurunda altmış yaşında bir delikanlı idi… 68 Efendimiz (sav)’in Dilinden İlim Öğrenmek 69 Mayıs 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) ÖRNEK AHLAKI Peygamber Efendimiz, kendisine başkalarından dedikodu tarzında laf iletilmesini doğru bulmazdı. Peygamber Efendimiz, çoğu zaman susar, tefekkür ederdi. Ancak ihtiyaç olunca konuşurdu. Kendi nefsi için öfkelenmezdi. Bir haksızlık ya da dini meselelerde öfkelendiği zamanlar olurdu. O’nun kızması sadece Allah içindi. Temizliğe çok önem verirdi. Elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verirdi. Giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Vakarlı bir şekilde sanki iniş aşağı yürüyormuş gibi dikkatle yürürdü. Ayaklarını yere sürtmez, sürüyerek gürültü çıkarmazdı. Düzenli ve tertipli yaşamaya özen gösterir, Müslümanlara da her hususta düzenli olmalarını ısrarla tavsiye ederdi. FIKRA BİLİYOR MUYDUNUZ? Öğretmen çocuğa sormuş, - Oğlum elini pantolonunun sağ cebine attın ve 10 milyon lira çıkarttın, sol cebinden de 5 milyon lira çıktı.Senin şimdi neyin var? - Öğretmen çocuğun 15 milyon liram var, cevabını beklerken çocuk cevap vermiş. - Herhalde üzerimde başka birinin pantalonu var öğretmenim! Allah’u Teâlânın emirleri ve peygamber efendimizin (s.a.v) sünnetleri incelendiğinde hepsinin insanın sağlığı için faydalı olduğu görülmektedir. Örneğin suyu oturarak ve üç yudumda içmek sünnettir. Sağlık açısından incelendiğinde oturularak ve en az üç yudumda içilen su, dil ve ağız bölgesinde daha fazla duraksadığından tükürük bezleri için gerekli olan suyun emilimini artırıp anti bakteriyel etkiye sahip tükürüğün salgılanmasını artırarak ağız ve diş sağlığına katkıda bulunduğunu biliyor muydunuz? BULMACA 1- Yemeğe nasıl başlamalıyız ? a) Çatalla başlamalı b) Kaşıkla başlamalı c) Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek başlamalı 2- Yemekten önce ve yemekten sonra neleri yıkamalıyız ? a) Ellerimizi b) Gömleğimizi c) pantolonumuzu 3- Yemek bittikten sonra ne demeliyiz ? a) Bu yemeği kim yaptı b) Elhamdülillah c) Yemek çok sıcaktı 4- Karşılaştığımız kişilere öncelikle ne vermeliyiz? a) Çikolata b) Selam vermeli c) Dondurma 5- Bize yapılan bir iyilik veya yardıma karşılık ne demeliyiz? a) Teşekkür Ederim b) Bir daha başkalarına yardım etme c) Neden iyilik yapıyorsun Mayıs 2009 70 ALLAH'A YAZILAN ÇOCUK MEKTUPLARI!.. Öğretmen minik öğrencilerinden, Allah'a mektup yazmalarını istemiş. İşte mektuplardan bazıları: ** Sevgili Allah'ım, Turuncunun morla gideceğini hiç sanmazdım. Ama salı akşamı yaptığın gün batımını görünce fikrimi değiştirdim. Müthişti. ** Sevgili Allah'ım, Babam evde kaba konuşursa, gerçekten cennete gidemez mi? ** Sevgili Allah'ım, Ayrı odaları olsaydı, sanıyorum Kabil Habil'i öldürmezdi. Annem öyle yaptı. ** Sevgili Allah'ım, Büyüyünce aynı babam gibi olmak istiyorum. Ama onun gibi her tarafım kıl olmasın. ** Sevgili Allah'ım, Bazen seni düşünüyorum. Dua ettiğim zamanların dışında da. Yaşar ÇIRAKLI (ilahiyat alemi) Erzurum_1996 www.dinahlak.com İLİM ÖĞRENMENİN ÖNEMİ Karanlık gecede yolculuk yapan bir kişinin ihtiyaç duyduğu en önemli şey ışıktır. Çünkü; bilmediği ve göremediği bir yolda ilerlerken yolun üzerindeki engelleri, etraftan gelebilecek tehlikeleri göremediğinden yolculuk onun için büyük bir tehlike olabilir. İnsanlık içinde en büyük tehlike cahilliktir. İlimde cehalet karanlığını yırtan hakikat yolunu aydınlatan bir ışıktır. Bu sebeple dinimiz ilme büyük önem vermiştir. Allah’u Teâlâ âyet-i kerîmede "...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" 1 buyurarak ilmin her çeşidini övmüştür. İslâm’da ilim, Allah’ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber efendimiz (s.a.v), dualarında; “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.” [2] ; “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” [3] buyururdu. Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir 1- Zümer: 39/9 2- Tirmizî, Daavât: 128. 3- Tirmizî, Daavât: 68. 71 Mayıs 2009 KUR’AN-I KERİM VE İLİM Kur’an-ı Kerimi tedebbür ile okumak, İlme talip olmak, Allah (c.c) Hazretlerini memnun etmek için şer’i ilimleri öğrenmek demektir. Pîrimiz Seyyid Ahmed Er Rufâî (k.s) Hazretleri buyuruyorlar ki: “Kim Kur’an-ı Kerim okumak için, ilim talebinde bulunmak için veya Kur'an'ı ezberlemek için meclislerimizden ayrılır, meclislerimize devam etmez ise, o kimse bizim tarafımızdan izinlidir. Çünkü Kur’an Allah (c.c) Hazretlerine götüren en kestirme yollardan biridir. İlim talep etmek ise, Allah (c.c)’ın bize farz kıldığı iştir. Kur’an okuyan, Hakk’ın emir buyurduğu fermanların manevi edebi ile edeplenir. İlim ise, Allah (c.c)’a yakınlığın anahtarıdır. Şeriat ilmi olmayanın; Hakikatten pâyesi yoktur.” Şeyhim Azizim Muhammed Mehdi Er Revvâs (k.s) buyuruyorlar ki: “İlim talep etmek, ilim meclislerinde bulunmak, Kur'an-ı Kerim okumaya devam etmek her ehl-i imanın yapması gereken hayırlı bir iştir. Kur'an okudukça, mü'min kalbini Allah (c.c)’ın nuru ile nurlandırır. Şeriatı öğrenmede ve Hakikate ermede, kolaylık bulur. Kur'an'ın belağatindan, fesahatinden kendi ruhuna nurlar sirayet eder. İlim talep etmek, dinin korunmasında en büyük esastır.” Rasulullah Efendimiz (s.a.v): “Kıyametin alâmetlerinden en önemlisi de ilmin ortadan kaldırılmasıdır. İlmin ortadan kaldırılması, İlmin kendisinin ortadan kaldırılması demek değildir; Âlimlerin ortadan kalkması ile Allah (c.c) ilmi ortadan kaldırır. Ta ki insanlar, cahil kimseleri kendilerine rehber edinirler. Hem sapıtırlar, hem de saptırırlar.” Bu minval üzere Tarikat-ı Rifaiyye, ilim talebini mühim bir esas görmüştür. ‘Hiçbir cahili Allah (c.c) dost edinmez.’ Düsturunca, cehalet ile savaşmanın ve ilim talebinin gerekliliğini ve önemini ifade buyurmuştur. İslâm Tarihi boyunca bütün büyük Velilerin Kur’an-ı Azimüşşandan ayrı yaşadığı görülmemiştir. Kur'an'dan ayrılan Rahman’dan ayrılır. Kur’an’ı, Cenabı Allah (c.c)’ın Habibi (s.a.v)’ne indirdiği vechile almak, manasını hadis_i şerifler ile manalandırmak, Pîrimiz (k.s)’in emrettiği en büyük esaslardan biridir. Bu konuda şöyle buyurmaktadırlar: “Efendiler! Kur’an’ı okuyun! Kur’an’ı okuyun! Kur’an’ı okuyun! Ama okurken sakın ona kendi görüş ve reylerinizi katmayın. O’nu, en büyük müfessiri olan Rasulullah (s.a.v)’in tefsir ettiği gibi anlayın. Muhkemi ile amel edin. Müteşâbihine inanın. Reyiniz ile tevil etmeyin. Reyiniz ile yaptığınız tevil ve tefsir fitneye sebebiyet verir. Fitnecileri de Allah (c.c) lânetlemiştir. Kur’an’ı ve İlmi Allah (c.c) için isteyiniz. Kim insanları memnun etmek için Kur’an okur ve ilmi talep ederse Allah (c.c) ona lânet eder. Kıraat-ı Kur’an’dan ve İlim talebinden Rahman’ın rızasını dileyiniz…” Ebul Hüda Sayyadi Er-Rifai Hz. Mayıs 2009 72
Similar documents
türkiye ve rusya federasyonu - SETA | Siyaset Ekonomi Ve Toplum
Türkiye-Rusya ilişkilerinde dönüm noktası olmuştur. Ecevit’in ziyareti Türkiye’nin Çeçen sorunu karşısında takındığı tavırda değişime yol açmıştır. Türkiye, Çeçen sorununu Rusya’nın bir iç sorunu o...
More informationEhl-i Sünnet vel-Cemaat Selef-i Sâlihîn Akîdesi
PDF created with pdfFactory trial version www.pdffactory.com
More information