sayı 14-2 - ODA Sanat
Transcription
sayı 14-2 - ODA Sanat
ODA haziran - temmuz - ağustos Hollanda 1. Türkçe Yazarlar Platformu birinci kuşak ve genç yazarları biraraya getirdi... ODA yazarlarının yeni kitapları...Kazım Cumert’le söyleşi...Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor...Tim kuluçkacıları Hollanda’nın Yazarları Kazım Cumert Fikir Yonga Sinan Tabanlı, Sadık Yemni Öyküler Alper Bilgili, Erol Çelik, Sadık Yemni, Abdullah Konuksever, Hasan Türkel, Nazan Bilen, Ezgi Gürçay, Atilla İpek Mektuplar Gülücük Hatun, Kazım Cumert Şiirler Can Sever, Handan Kalsın, Faysal Apak, Mürvet Sarıyıldız, Yeter Akın Kitaplık Satranç ve şövalye, Şiiri fetheden kadınlar 14. SAYI Editörden Haberler......................................................................................................................... 4 Sadık Yemni- Birinci Reklameş Cinayeti........................................................................ 8 Nazan Bilen - Hatır Hutur Hatıra.................................................................................. 11 Erol Çelik - Uyan Artık.................................................................................................. 14 Hasan Türksel - İzmir - Amsterdam............................................................................. 17 Alper Bilgili - Engel ...................................................................................................... 24 Handan Kalsın - Çikolata Böceği.................................................................................27 Ezgi Gürçay - Kabus Silici............................................................................................ 28 Abdullah Konuksever - Çizilmedik Karizma................................................................. 33 Tuğba Cincil - Kırmızı Kukuleta ................................................................................... 35 Atilla İpek - Maç Papazı .............................................................................................. 36 Gülücük Hatun - Çocukluğum Olmak İster misin?...................................................... 38 Faysal Apak- Tarih Çizgisinde Taş Oynatmak.............................................................. 38 Atilla İpek - Hollanda’nın Türkçe Yazarları:Kazım Cumert............................................39 Kazım Cumert - Anamın Türküsü................................................................................. 42 Yeter Akın - Esinti......................................................................................................... 45 Handan Kalsın - Şiirler............................................................................................45 -46 Can Sever- Şiirler.......................................................................................................... 47 Sadık Yemni - Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor.................................................. 48 Sinan Tabanlı- Tim Kuluçkacıları ................................................................................ 52 2 Sarı sıcak 14 Sevgili Oda okurları, yılın en uzun günü yaklaşırken üç aylık dergimiz de kıvamına erişti ve kendini okurların ilgi kalıbına döküverdi. Hollanda’da Türkçe yazanlar 1980 başlarında eser vermeye başladılar. Aradan neredeyse 30 yıl geçti. 3 Mayıs 2009 Pazar günü Hollanda’da Türkçe yazan yazı insanları bir iki eksiğiyle neredeyse tümü Amsterdam’daki Anadolu Vakfında bir araya gelerek tarihi bir birliktelik sergilediler. Oda dergisi, Platform dergisi, Sadık Yemni ve Atilla İpek bu tarihi buluşmanın mimarı oldular. Ğ – Yumuşak G adlı edebiyat dergisi edebiyatseverle buluşmak için kendi tarlasına harf ekiyor. Ğ’ye başarılar ve uzun ömürler diliyoruz. Erol Çelik’in Satranç ve Şövalye adlı kitabı, on gerilim öyküsüyle bu türü sevenlerin beğeni basamaklarında adım olmaya talip oluyor. Mürüvvet Sarıyıldız’dan 6 bölümden oluşan ‘Şiiri Fetheden Kadınlar’ kitabının tanıtım yazısına yer verdik. Öykü odamızda yaz bereketi olmalı tam 10 adet öykümüz var. Sadık Yemni’den Birinci Reklameş Cinayeti, Nazan Bilen’den Hatır Hutur Hatıra, Erol Çelik’ten Uyan Artık, Hasan Türksel’den İzmir-Amsterdam, Alper Bilgili’den Engel, Gülücük Hatun’dan Çocukluğum Olmak İster misin?, Ezgi Gürçay’dan Kâbus Silici, Abdullah Konuksever’den Çizilmedik Karizma, Atilla İpek’den Maç Papazı ve Kazım Cumert’den Anamın Türküsü. Şiir odamıza 5 şairimiz 8 şiiri ile katılıyor. Tuğba Cincil’den Kızıl Kukuleta, Yeter Akın’dan Esinti, Handan Kalsın’dan Bana bak benim adım sevda, Şeytani Aşk ve Bir Mizansen miydi Aşk?, Faysal Apak’tan Tarih çizgisinde taş oynatmak ve Can Sever’den Dört Mevsimler melodisi ve Dans. Fikir Yongalama tarzında iki yazımız var. Sinan Tabanlı’dan Tim Kuluçkaları ve Sadık Yemni’den Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor. Tüm okurlarımıza keyifli ve bol esin üfürtülü bir yaz diliyoruz. 1855 - İllustrated London News Tophane - James Robertson 3 HOLLANDA 1.’Türkçe Yazarlar’ Platformu Fehmi Özgök Sadık Yemni Hollanda’da Türkçe yazan yazarlar 3 Mayıs 2009 tarihinde Platform dergisinin çatısı altında Amsterdam Anadolu Vakfı’nda bir araya geldiler. arada ben şekilde kullanmaya teşvik son yirmi beş etmek ve yazabilecekleri yıl içinde verimli ortamı sağlamaktır.” düzenlenen tüm öykü HOLLANDA, 1. ‘Türkçe Yazarlar’ Platformu şu şekilde gerçekleşti: 12.30 ile 15.00 arasında otuz kadar yazar birlikte yarışmalarının yemek yiyerek Polat’a Avrupa’da Türkçe yazıma yaptıkları katkı için podyumda teşekkür edildi. Bu yazarlarımız özetle hissiyatlarını dile getirdiler ve yapıtlarından kısa öyküler okudular. Sunuculuğunu şair ve öykücü Ezgi jürisinde yer almıştım. Kendim de harıl harıl yazmaktaydım. 2005 yılında HTYK’nün, Hollanda Türk Yazarlar Kulübü’nün başkanı seçilmiştim. Bu deneyimlerin ışığında Yazar Sadık Yemni 1. Hollanda’daki Türkçe yazım ‘Türkçe Yazarlar’ a Koç sürecini çok iyi , Şeyd n e il Platform’unun kuruluş nB Naza tanımaktaydım. Oda rçay, ü G i sürecini şöyle özetledi: Ezg Dergisi’nde seksenli “2007 yılının başında Atilla yıllardan bu yana yazarlık İpek ile dijital bir Oda sohbet Gürçay’ın yaptığı program yapan yazarlarımızın Edebiyat ve Felsefe dergisi şiirlerin okunması, Aşık ettiler, tanıştılar ve hasret portrelerini yayınlamaya başlattık. Çağlari’den nefis bir müzik başladık. Sonra bu portreler giderdiler. 15.00’den www.odasanat.org itibaren ana salona geçildi. dinletisi ile devam etti. Ebubekir Turgut beyin Hüseyin Kerim Ece İlk olarak Fehmi Özgök, Platform dergisinde tarafından 5. Avrupa Şiir Hürrem Efe ve İsmail yayımlanmaya Yarışması sonuçlarının başladı. açıklanması ve genç Ardından bu yazarların öykülerini organizasyonu okumasıyla sona erdi. gerçekleştirdik. Benim şahsen en büyük Hürrem Efe amacım, politikadan, Amacımız genç yazarlara ideolojilerden bir teşvik alanı açmaktı. İki ayda bir çıkan dergimiz kısa bağımsız soldan sağa: Ali Şerik, İsmail Polat, Fehmi olarak genç zamanda genç yazarların yazarları güzel Özgök, Sadık Yemni, İbrahim Eroğlu, Hürrem yeteneklerini sergiledikleri Efe, Kazım Cumert bir platform haline geldi. Bu Türkçemizi en yetkin bir 4 'bir edebiyat eylemi': ğ Dergilerin, gazetelerin bir bir kapandığı ekonomik krizin ortasında yeni bir edebiyat dergisi, kendi deyimleriye yeni bir ' bir edebiyat eylemi' doğdu: ğ Yumuşak ge'ye hoşgeldin diyor, başarı ve uzun ömürler diliyoruz. Dergi hakkında daha fazla bilgiye sitelerinde ulaşabilirsiniz: yumusakge.com Aşağıda derginin sitesinde de yer alan 'ğ manifestosu'nu yayınlıyoruz. Yurt dışında yaşayanlara ayrıca iyi bir haberi de var Yumuşak g'nin: 'Yurt dışı abonelik ücretimiz yurt içi ile aynıdır...' Yani abonelik Bedeli (4 dergi karşılığı) Kişiler için 24 TL Öğrenciler için 16 TL ''ğ manifestosu “bırakın dedik konuşulacaksa karar konuşulacak bu sofrada evet baba…” Dünyada bir hayaletildi. Ğ hayaleti… Dergiler adeta şair mezarlığı, başında kargalar nöbet tutmakta. Varolan boşlukta edindikleri geçici mekanlarını ve imtiyazlarını kaybetmemek adına hazin ve umutsuz bir çaba içinde “profesyonel dergicilik” deyip biçtikleri kendi donlarında “kadrolu yazarlar”ının gak’larını bir mahsülmüşcesine ortaya koyuyorlar. Konduğu dala şehvetle sarılan kargalar, kimi zaman serçeleri, kimi zaman bülbülleri ve hatta kimi zaman kendi hemcinslerini bertaraf ediyorlar. Edebiyat zamandışı bir eylemdir. Artık sıradışı sözlerin, anlamsız dizelerin, romantik imgelerin, herkesin okuyabileceği fiyatta kitapların olsun, ismin piyasadan silinmesin. Genç yazar yaptı mı saçmaladığı, acemilik ettiği, yıllanmış yazar yaptı mı “Üstad yine yeni bir şeyler denemiş” dendiği devir kapanmıştır. Bütün hiyerarşiler, kıdemler, kıdem aylıkları, çeteler, Kaybolduğunda, bozulduğunda, yırtıldığında telafi edebildiğiniz, yerine yenisini koyabildiğiniz bir şeyin kıymeti yoktur. Cemil Meriç, Bu Ülke’de der ki: “Şuursuz bir büyücü Gutenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş Gutenberg’in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın. Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden ucuz.”. O halde, her derginin, kitabın, matbaa ürününün şahsiyet kazanması, sahibinde iyelik duyguları uyandırması, aynılarından ayrılması gerekmektedir. Bu da cildinden, kağıdından ziyade içeriğiyle mümkündür. İçerik; yalnız sayfalara basılmış yazılardan örgütler, ibaret olmayıp, okuyana ve üyelikler, üyelik okunduğu hâle göre aidatları, körler, sağırlar değişiklik gösteren bir ve dahi birbirini ağırlamalar mahiyettedir. Ancak böyle kaldırılmıştır. Edebiyatın bir matbunun yerine yenisini damarlarımıza işlemiş parayla, nüfuzla, tirajla, tüketim anlayışının içine koymak mümkün olmaz. Şu okurla ilişkileri iptal halde, alelade okuyuculuk sığabilecek bir nesne edilmiştir. Kişisel çıkarlara, da yasaklanmıştır. değildir. Oysa dergicilik fasit ideolojilere alet Yazarı, okuyucusu ve esnaflığa dönüşmüştür. edilmesi yasaklanmıştır. aralarındaki bütün Dergi dağıtmakla sakız İsimlerin üstünde satmanın yöntemleri, akıl araçlarıyla bu camia, yükselmiş eserler ve ivedilikle kendine çeki sahiplerini tasalandıracak isimlerin ardına saklanıp, düzen vermeli, edebiyata şiddette aynılaştırılmıştır. eserlerine gereken saygıyı yitirdiği itibarını yeniden Ortak yöntemin adı: göstermeyen, güvenmeyen iade etmenin yollarını Pazarlama teknikleri! Sürekli yazarlar yok sayılmıştır. reklamın, gösterişli ÂRAmalıdır. Yazar ve eser sonsuza kadar Hal böyleyken; ambalajın, yurt çapında Biz buradayız sevgili dağıtım ağın olsun, tezgahın birbirinden ayrılmış, esere hak ettiği değer geri okur, ya sen nerdesin?'' boş kalmasın. Güzel bir verilmiştir. gülüşün, afilli bir ismin, 5 Satranç ve Şövalye eyula’nın yazarı Erol Çelik’ten, gerilim öyküleriyle dolu ikinci kitap. Cinnet öyküleri devam ediyor!! gerçeği, on değişik öykü ile mercek altına alıyor… Korkmayın… Nede olsa, her canlı bir gün ölümü tadacaktır. İÇİNDEKİLER: Uyan Artık:.........................9 Beyaz Adamlar:......................17 Son Bölüm: ...…....................101 Trafik: .…………....................128 Neş’et-i Sâniyye Teknesi: ….168 Sıfır: ……………………..……188 Konuşun Benimle: …………..212 T: ………………………..……..221 Kireç Kokusu: ………………..238 Kıyamet: …..………………….329 Yazar: Erol Çelik Genel Yayın Yönetmeni: Ahmet İzci Editör: Sezen Yeğin İç Tasarım: Adem Şenel Kapak: Hatun Özge Ünal 1.Baskı : Mart 2009 AVRUPA YAKASI YAYINLARI Sayfa : 352 (Bu sayımızda kitabın giriş öyküsü olan 'Uyan Artık' ı yayınlıyoruz!) Sabahın ilk ışıklarında, sıcak yatağından uyuşuk bir şekilde kurtulmaya çabalarken, kulağına O akşam öldürüleceğin fısıldansa… Günün nasıl geçerdi? Ya da; ana yola o kadar süratli girdiğinde; takla atacağını önceden izleyebilseydin… Yine de gaza o kadar basar mıydın? “Tetiğe basmadan önce sırıtıyordu; Ne de olsa, kaderini bir başkası çizmişti.” -son bölümYazarımız; ikinci kitabında da gündelik hayatın karmaşasında unuttuğumuz ancak bir kalp atımı kadar yakın ve ani olan salt bir EROL ÇELİK 1973 Artvin doğumlu. İTÜ Düzce MYO Kontrol Sistemleri okudu. Dokuz yıl radyo spikerliği ve programcılığı yaptı. Süper FM, Joy FM, Lokum FM gibi radyolarda çalıştı. Şu an, yedi yıldır NTV’de, ses operatörü olarak çalışıyor. “Heyula” isminde, öykü kitabı yayınlanmıştır. Senaryosunu kendi yazdığı kısa filmler çekiyor ve festivallere katılıyor. Yönetmenliğini yaptığı kısa filmler: Son İstek. 2008: (senaryo ve yönetmen) Sandıklı Gelin Efsanesi. 2008: (senaryo ve yönetmen) Vasiyet. 2007: (Senaryo ve yönetmen) İletişim: erol.celik@ntv.com.tr 6 Şiiri Fetheden Kadınlar şairlerimiz tek tek ele alınmış ve poetikalarına yer verilmeye çalışılmış. 5. bölümde Kıbrıslı kadın şairler ve şiirlerinin özellikleri ele alınmış, 6. bölüm yani son bölümde ise Diğer ülkelerdeki "ilk kadın şairler" hakkında bilgiler verilmiş. Ulaşım adresi: murvet46kmaras@hotmail.com Hükmü Yok Şiirin Dergimizde de şiirleri yayınlanan Mürvet Sarıyıldız'ın ilk kitabı çıktı: Şiiri Fetheden Kadınlar. Sosyal Güvenlik Kurumunun desteğinde çıkan "Şiiri Fetheden Kadınlar" adlı eser araştırmacının ilk çalışması. Bu çalışma 6 bölümden oluşmakta. 1.Bölümde neden kadın şairler azd ır ve kadından şair olur mu gibi sorular incelenmiş olup "Kadın şairlerin de bu konudaki görüşlerine yer verilmiş. 2.Bölümde ise İlk bilinen kadın şairden Selçuklulara ve Osmanlı dönemindeki kadın şairlerin özellikleri ele almış; 3.bölümde Osmanlıdan Cumhuriyet dönemine geçişte kadın şairler incelemiş. 4. bölümde ise; son dönem kadın Sana şimdi uzun yılların ardından Sisle örülmüş anılar diyarından Gri bulutlu bir gökyüzünde Dünyayı aydınlatmayan Kör güneşin vurduğu Bir pencereden Anıların ve özlemlerin beklediği Çığlıklarını benin bile duymadığı Soğuk bir akşamdan Ceset olmuş aşkların Mitos yorumculuğunu yapan Bir edebiyatçı sesleniyor. Amma da uzun oldu cümlelerim Hadi sil baştan Yeniden deneyeyim. Issız odamda, tek başına Anıların içinde Düşünceli gözlerle Özleminin yandırdığı yürekle Sesini duyamamanın Bir o kadar da hatıraların Yaşanmayacağı günlerin arkasından Tozlarını silerek indirdim seni Eski raflardan. Bir ülkede Aşkların hiç hükmünde İtibar gördüğü bir sen… Gömüp başını kuma Devekuşluğuna özenen Yaşanmışlığı hiçe sayıp Yaşanmamışlık kısmında Hayat sürdüren. Filistin işkencesinde günler düştü Bana. Oysa kutsallığına inandığım Bir aşk yeşeriyordu yüreğimde. İhtilal bakışlarınla Devrimler gören düşlerim. Dişlerini sıkıyordu Bağımsız ruhunda Özgür aşk güvelenirken. Timur’un topal bacağı gibi Fetret devrini yaşatırken Bir Osmanlı yadigarına. Bizans bayrakları vardı Senin surlarında dalgalanan. Bilir misin Senin aşktan anlamayan yüreğin Bana Molla Kasım’ı hatırlatır. Oturup dere kenarına Yunus’un şiirlerini yırtıp suya atan. Oysa sen petrol yatakları kadar zengin Bakir bir kır çiçeği kadar narin Anadolu kadar saf bir aşkın İdamlık kararında imzası olan Bir vatan hainiydin. Bilemedim. Anladın mı dediğin gün vardı ya Ben çoktan anlamıştım Küllerini Ganj nehrine döken İneklerin bile kutsal sayıldığı 7 Sadık Yemni - Birinci Reklameş cinayeti beyaz gömlek vardı. Bakımlı kumral saçları omuzlarını okşamaktaydı. Hoş kadındı Nermin. Hamilelik yakışmıştı. ! Büyük teyzesinden kalan miras sayesinde burun ve çene ameliyatı yaptırarak görünümünü olumlu anlamda yenilemişti. Bakışları karşılaşınca kadının kırışan alnı düzeldi, şaşkın yüz ifadesini ani bir gülümsemeyle adeta sildi. Gözlerinde 10 vatlık standart “Şimdi aklıma geldi birden. Bu öğle fettanlık yandı söndü. Ardından üzeri Altusa marka kazakları gördüm. gülümsemesi diğer yana kaydı. Nişantaşı’nda. Fiyatı yüzde yirmi beş Sıradan bir her şey yolunda indirmişler. Az kalsın alacaktım, ama gülümsemesi şeklinde asıldı kaldı. önce sorayım dedim. Sarı istiyordun Kapatmak üzere olduğu buzdolabı değil mi?” kapağını tekrar açtı. Bunu gözlerini Ahmet Ertuna’nın soğan saklamak için yapmıştı. Çünkü iki gün doğrayan hareketli eli durakladı ve sonra üçüncü evlilik yıldönümünü dönüp Nermin’e baktı. Kadın içeri kutlayacağı biricik kocacığının yeni girmişti. Çok yürümüştü yine yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti. besbelli. Çünkü ayakkabılarını O meşum ifadenin anlamını bir çıkarınca terlik giymemişti. Birazdan görüşte çözmesinin çok hatalı ayaklarını soğuk su dolu leğene olacağını kestirecek kadar zekiydi. koyacak ve saatlerce sokaklarda “Her şeyi biliyorum.” gezmesiyle ilgili tek bir kelime “Ne dedin şekerim?” etmeyecekti. Bu arada telefonla üç “Hamilesin. İnsan çocuğunu beş arkadaşına ayrıntılı alışveriş düşünür be.” raporları sunacağından Ahmet zaten Kadın ona doğru döndüğünde bütün dökümü çeşitli nüshalar Ahmet elindeki bıçağı olanca gücüyle halinde dinleyecekti. Aylin nüshası, kadının göğsüne sapladı. Sivri uçlu Meliha nüshası, Fatma nüshası. Her bıçak neredeyse sapına kadar arkadaşına aynı mamul üzerine bile gömülmüştü ete. olsa farklı bilgiler sunacaktı. Nermin’in Kadının gömleğinin sol göğüs yeni numarasıydı bu. Tek değildi. Altı tarafı kanla lekelenirken yüzüne ay içinde bir irili ufaklı numaralar şaşkınlık ve acıyla baktı. Yeşil gözleri paketi açmış ve kendince bir elem doluydu. usullukla tedavüle sokmuştu birer “Nereden… Bir hataydı. Hata… birer. hapları içmedim. Çocuğumuz… “Sarıydı evet.” İçseydim bir şeyi… Hiçbir şeyi Karısı buzdolabını açmış içine farketmeyecektin. Yakında mod… bakmaktaydı. Üç aylık hamileydi. Bir Moda olacak Ahmet. Anlıyor musun?“ oğulları olacaktı. Üzerinde kendine Kadın yere yığılınca Ahmet bir iki çok yakışan petrol mavisi eteği ve adım geriledi. Bir yanı hemen ambulans çağır diyordu. Bu sesi mutfakta bırakmak istercesine oturma odasına gitti. Karısı ölmek üzereydi. Kimse yardım edemezdi artık. Oturma odasında duran fincanın yarısı kahve doluydu. Ahmet soğuk kahve severdi. Bir yudum aldı. Nabzı normale dönmüştü. Sağ eline baktı. Tek bir damla kan bulaşmamıştı. Kadın için çok üzülmekteydi. Nermin’i severek evlenmişti. Hâlâ da öyleydi, ama bu en yeni formatıyla çocuğunu doğurmasına izin veremezdi. Bütün şüpheli kanıtlar her saniye gözünün önünde olduğundan ilk belirgin hatadan hareketle bütün portreyi çözmesi kısa sürmüştü. İki günlük bir araştırma yetip de artmıştı. Karısı bir reklameş yaratığıydı. Reklameş resmi araştırma ve istatistiklere göre mevcut olmayan bir durumdu. Bu çok normaldi. Çünkü azami etkinlik için bu yanın sır kalması gerekmekteydi. Ahmet son kriz sırasında işten atılana kadar bilgisayar programcısıydı. Şimdi bir arkadaşının şirketinde pazarlamacı olarak çalışmaktaydı. Hem pazarı, hem de programlama denen şeyi tanımaktaydı. Elinde sayısız done vardı, ama insanın en yakınına böyle bir hali yakıştırması kolay değildi. Nermin ilk kez üç gün önce çok açık bir hata sergilemişti. Altusa marka kazak bahsiydi. Böyle bir kazak alması için üç beş kez ısrar ettikten sonra, “Boş ver şu sıralar çok pahalıya satıyorlar. Yakında indirime giderler.” demişti. Bu söz çok normaldi, ama kadın bunu altı saat içinde yedi kez yinelediğinin farkında değildi. Ahmet bir ayrıntı sapığıydı. Ayrıntı işleyen yanı karısıyla ilgili her 8 türlü anomaliyi dosyalamaktaydı zaten. Tek yaptığı karısının gizli kayıtlarını araştırmak olmuştu. Bunun yanı sıra arkadaşlarına verdiği alışveriş raporları vardı. Karısı hergün İstanbul’un çeşitli semtlerinde beş altı saat yol tepmekteydi. Bol bol vitrin görmesi ve karşılaştığı kadınlara listesindeki mamülleri övmesi gerekmekteydi. Ayda iki bin yüz lira kazandırıyor dediği anket işi paravanaydı. Hiçbir anketöre uzun süreli bu kadar ücret verilmezdi. Anket manket yoktu. Nermin beynine çip yerleştirilmiş iki ayaklı bir reklam programıydı. Nefes alıp veren, gülen, ağlayan, sevişen, insanı ikna eden, daha da kötüsü çocuk doğuran bir organik reklam ünitesiydi. Ahmet’in eski hacker arkadaşları istediği bilgilerin hızlı temininde bayağı etkin rol oynamışlardı. Reklameş skandalları çeşitliydi. İlki 3 yıl önce İsviçre’de, ikincisi Londra’da patlamıştı. Bunlar küçük ve etkisi sınırlı patlamalardı. Geçen yılki New York skandalı fena patlamıştı. Bahis konusu olan tanınmış bir senatörün kızıydı. Satılmış medya bütün gücüne rağmen örtbas edebilmeyi başaramayınca manipülasyonla halkın bilgilendirilmesini engellemeye çabalamıştı. Bütün internet blokajlarına rağmen yeterince bilgi sızmıştı dışarıya. Çoğu genç, konuşkan ve kadın olan kimseler reklameş olmak için teklif almaktaydılar. Çok güçlü bir propaganda söz konusuydu. Yirmi yıl içinde dünya nüfusunun onda birinin reklameş olacağı öngörülmekteydi. Bu bir piramit şeklinde yapılanmaydı. İlk grubun sayısı az puanı yüksek olacaktı. Geç kalanlar daha sonra daha alt düzeyde yer alacak ve düşük puanla çalışacaklardı. Şu anda Istanbul’da üç yüz kadar reklameş bulunduğu sanılmaktaydı. Bunlar piramitin en üst katında yer alanlardı. Sayı bini geçince ikinci kat başlayacaktı. Karısı altı ay önce büyük bir sevinçle eve gelmiş ve ölen büyük teyzesinden 690.000 TL kaldığını müjdelemişti. Bütün kağıt işlemleri kılıfına uydurulmuştu. Ahmet Meral Tor adlı kadının cenazesinde bulunmuş. Defin ruhsatını ve noterin karısına imzalattığı belgeleri gözüyle görmüştü. Şüphelenmesi için hiçbir neden yoktu. Şimdi Meral Tor’un mütevazı emekli aylığını yaşlılar evine verip orada barınan biri olduğunu biliyordu. Karısı onu tanıdığından bu yana kadından neredeyse hiç söz etmemişti ve birden mirasa konmuştu. Telefonda arkadaşlarıyla yeni mamuller üzerine saatlerce konuşup bağımsız bütçeli filmler hakkında tek bir kelime etmeyen film akademisi mezunu Nermin hanım için çok filmatik bir mucizeydi. Kimse banka hesabındaki fazlalıktan şikayet etmezdi. Ahmet hiç şüphelenmemişti. Mali durumları o sıralarda biraz sallantıdaydı. Ansızın gelen para nedeniyle sevinçten havalara uçmuştu. Nermin’in annesi kimseyle ilişki kurmayan, adresini bile bilmediği, en az on yıldır görmediği büyük ablasının bu kadar parası olmasına ve bunu bütün ömründe beş on kez gördüğü birine bırakmasına şaşmıştı. Ama kadın kendine kalan 31.000 lirayı memnuniyetle langırt köy sandığı yapmış ve işi fazla kurcalamamıştı. Ahmet şimdi yetmiş bir yaşında ölen kadının ölümünün hızlandırıldığını düşünmekteydi. Dün Kurtuluş’taki yaşlılar evindeki müdürle konuşurken bu kanısı çok güçlenmişti. Kadının tiroid yetmezliği, ara sıra gelen çarpıntılar cinsinden birkaç rahatsızlığı vardı ve bunlar kontrol altındaydılar. Sonra ölümünden iki hafta kadar önce kadın birden kötülemiş ve kurtarılamamıştı. Kalp krizi denmekteydi. Cinayetti düpedüz. Bayan Nermin Keskin Ertuna’nın kazancını belgelemek için yaşlı kadını öbür dünyaya yollamışlardı. Kadına estetik ameliyatı sırasında çip yerleştirilmişti. Karısında bir nebze insanlık kalmıştı. Yoksa Ahmet’in dönen dümenleri farketmesi yirmi yıl sürebilirdi. Bir reklameşin bu kadar uzun kullanım tarihi olduğunu sanmıyordu. Çip beyni etkiliyordu. İlk testler üzerine bir sürü yazı okumuştu. Erken bunama, alzeymır, felç gibi yan tesirleri vardı. Ahmet divana yaslanarak gözlerini yumdu. Son birkaç gün neredeyse hiç uyumamıştı. İnsanın her şeyini paylaştığı birinin ona belli mamulleri alması için sabah akşam örgütlü baskı yaptığını saptaması çok berbat bir şeydi. Sevişirlerken insanın karısının bu koku sana çok yakışıyor, falanca marka külot çok seksi gösteriyor diye fısıldamasının sıradan bir reklam programına dönüşmesi bir felaketti. Yemek yenecek restoran, piknik yapılacak özel kamp, yolda durulacak benzin istasyonu, seyredilecek filmler, çocuk odası eşyaları, gereksiz vitaminler, kollestrol düşürücüler. En kötüsü bunlara ortalama uyulduğunda takınılan memnun gülümseme. Mutlu kadının erkeğine verdiği pozitif ışımayla taltif. Kadının kendi ve onun ebeveynlerine, yakın arkadaşlarına 24 saat boyunca beynindeki çip doğrultusunda yayın yaptığının bulgulanması acaip moral çökertici bir durumdu. Her şey normal gitseydi ve bir çocuk doğurabilseydi, oğulları 9 doğumundan itibaren bir firmalar sultasının komutuna uygun bir hayat sürecekti. Bu kuşaklara çip mip yerleştirmeye gerek te kalmayacaktı belki de. Karısının bozulmadan kalan insan yanı sayesinde bu durumu farketmişti. Beyne yerleştirilen çipin iyi çalışabilmesi için muntazaman hap kullanmak gerekmekteydi. Karısı bir yerde bu tür hapların çocuklarda zeka geriliğine, disleksiye falan neden olduğunu keşfetmişti. Ahmet bunu bilgisayarının hard diskinden sildiği bilgileri geri çağırarak keşfetmişti. Hapları aksatınca rolünde defolar başlamıştı. Bu sayede Ahmet beyninde birbirinden ayrı ayrı duran şüphe boncuklarını bir araya getirebilmişti. Karısına ödül hızlı ve acısız bir ölümdü. Mahkemeye verse rezil olması bir yana, hapislerde sürünmesi işten değildi yoksa. Çok rol kesmişti. Bir daha kimsenin yüzüne bakamazdı. Foyasının ortaya çıkmasını istemeyen şirket ne yapardı? Bu da bir başka yanıydı işin. Avukat arkadaşına telefon etmeliydi. Ardından da polise. Elinde çok sağlam deliller vardı. Karısının reklameşliğini kanıtlaması zor olmayacaktı. Yaşlı teyzenin mezardan çıkartılacak cesedi de pek çok şeyler anlatacaktı kuşkusuz. Nermin’in annesi ve babasıyla karşılaşacağı anları hayal ederek içini çekti. Ortak dostları, yakınları mahkeme sonuçlanana kadar hakkında kimbilir ne düşüneceklerdi. Gözlerini açtı ve sehpanın üzerindeki telefona uzandı. Tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı. Baktı. Özel numaraydı. Düğmeye bastı. “Ahmet bey merhaba.” Hiçbir yerden tanımadığı ses evin içinden geliyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Kendisinin izin vermediği bir samimiyet tonuna sahipti. “Kimsiniz?” “Adım önemli değil. Bir sorununuz var sanırım.” Ahmet iyice dirilmişti. Karısının patronuyla konuştuğunu anlamıştı hemen. “Mutfak kirlenmiş biraz. Yardıma ihtiyacınız var.” Ahmet ayağa kalkarak gidip sokak kapısını kontrol etti. Ev boştu ve kapı arkadan sürgülüydü. “Temizlikçi bir firmayı aramamızı ister misiniz? Onlar her türlü lekeyi çıkartmayı iyi bilirler.” Evin içine gizli kameralar gizledikleri çok açıktı. Yoksa mutfaktaki cesedi nasıl bilebilirlerdi. “Neden bana yardım etmek istiyorsunuz?” “Bazı şeylerin bilinmemesi iki taraf için de iyi değil mi?” “Sonra ne olacak peki?” “Karınız bir iş gezisine çıkacak. Bir elim kaza. Üzgün ve gamlı kocanın gazetelerin iç sayfalarındaki yüzü. Sonra hayata kaldığı yerden devam. Nermin hanımın hayat sigortasının yürek ısıtıcı gölgesinde tabii ki.” Ahmet bu çözümü isteyen yanının gücüne şaşarak, “Artık çok geç.” Dedi. “Hiçbir zaman geç değil derler. Biraz düşünün.” “Bitti dedim ya. Her şey…” Ahmet telefonu kapattı ve mutfağa gitti. Karısının göğsü kan içindeki cesedi iradesine umduğu darbeyi indirdi. Kafasında sigortayı alsana ahmak diyen sese aldırmadan avukat arkadaşını aradı. Arkadaşı bir tanıdığıyla birlikte yarım saat içinde eve geldi. Ahmet elindeki bütün delilleri, tuttuğu dosyayı adama verdi. Sonra gelen polislere teslim oldu. Uluslararası medyanın çok ilgi gösterdiği bir dava oldu. Bir gazete İstanbul’da Birinci Reklameş Cinayeti başlığını atmıştı. Bu çok popüler oldu. Bir çok ülke medyası nedense cümleden İstanbul’u silerek yayınladılar. Durumu dünya çapında bir birincilik gibi göstermekteydiler. Meral Tor’un cesedine yapılan otopside kalp krizi yaratan bir alkoloid saptadı. Nermin hanımın beyninde de bir çip vardı gerçekten. Hepsi buydu. Ne Meral hanımın katili, ne de çipi yerleştiren firma saptanabildi. Mahkeme Ahmet Ertuna’ya bir buçuk yıl hapis cezası verdi. Bir yıl sonra serbest bir adamdı yeniden. Hapisten çıktıktan sekiz ay kadar sonra Ahmet Ertuna güpegündüz kaldırıma çıkan bir otomobil tarafından çiğnendi ve olay yerinde öldü. Araba bulundu, ama firari şoför yakalanamadı. Eğer Ahmet bey altı gün daha yaşasaydı onun hikayesinden hareketle yapılmış filmin galasına katılabilecekti. Onun yerine en yakın dostlarından ikisi gittiler. Birinci Reklameş Cinayeti adlı filme rağbet müthişti. Ahmet Ertuna tarihe geçmişti. Reklameş firmaları çok memnundular. Piramitin en üstünde yer almak istiyen genç, zeki ve sıhhatlı, çoğu kadın bir sürü yeni evli kimse onlarla ilişkiye geçmek için çırpınmaktaydı. Bir ilegal internet sitesinde filmi bu firmaların finanse ettiği ve dağıttığı haberi bu ilgiyi artıran reklam etkinliklerinden sadece biriydi. Maktûle Nermin hanım son sözlerinde haklıydı. Reklameşlik moda olma yolundaydı. 10 Nazan Bilen - Hatır Hutur Hatıra Burnuyla gömleği aynı renkteydi nerdeyse, patlıcan morundan birazcık daha koyu. Bira göbeği görmeyeli dümdüz olmuş. Ayağında her zamanki gibi yepyeni siyah bağcıklı ayakkabılar. Yine dudağıma değecek yakınlıkta öptü buruşuk elleri arasına aldığı yanaklarımdan. Ben her zaman oturduğum kahverengi divana yerleştim. İnce turuncu yastıklardan birini aldım sırtımın arkasına. Eteğim kısa olduğundan bacaklarımı iyice yapıştırdım birbirlerine. O yine biraz yüksek olan, bana tepeden bakabildiği hasır sandalyeye karşıma oturdu. Aradan sadece birkaç saniye geçmişken ayağa kalkıp, “Ne içersin?” diye sordu. “Kahve,” dedim çantamdan ona getirdiğim bir romanı çıkarırken. “Sütlüydü değil mi?” “Evet.” dedim gülümseyerek. Rudolf, çok sevdiğim öğretmenim neredeyse savrularak, minik bir kasırga edasıyla açık mutfağın yolunu tuttu. Gri kırçıllı pantolonu sanki beş dakika önce ütülenmiş gibi kırışıksızdı. “Papam pam pam, padam paradam,” diye bir melodi mırıldanmaktaydı bariton sesiyle. Kahve makinasına musluktan su doldururken sırtındaki otuz santimetrelik silindir çıkıntıyı farkettim. Bu haliyle oklava yutmuş deyimine görsel örnek teşkil etmekteydi. Telefonun çalmaya başlamasıyla elindekini çabucak makinaya takıp, suyu kaynatmaya başlatan kırmızı düğmeye bastı. Bir hamlede yanındaki duvarda takılı olan taşınabilir telefonu aldı. Arayanın bir şey söylemesine fırsat vermeden, “Hayır gerek yok,” deyip kapattı. “Arayan her zaman tanrı değildir,” dedi bana bakıp. Anlamadım, ama gülümsedim yine de. Kahveleri getirirken ellerine baktım, titremiyorlardı. Fincanları alışık olmadığım bir çeviklikle bıraktı fincan altlıklarının üzerine. Üç ay önce sağ kolu çıkan, ondan bir yıl önce de basit bir halıya takılma sonrası kırılan kalça kemiğinden ameliyat olup tromboz tehlikesiyle savaşan, seksenine yakın o adam bu karşımda duran Pembe Panter kılıklı insanla aynı insan mı diye düşünmeden edemedim. “Seni iyi gördüm, maşallahın var,” dedim sağ elimle üç kere tahta sehpaya tıklarken. Kendinden emin gülümsedi hâlâ kendinin olan, ama bu kez gözüme çok daha beyaz görünen dişleriyle. Bazı anlarda genç hallerinden bir kaçamak yakalardım yüzünde. Oyunbaz, çapkın, karizmatik. Yaşlı bedenini bir giyisi gibi sıyırıp atıverecekmiş hissine kapılırdım. Bazan bana her hangi birine değil de beğendiği bir kadına bakıyor gibi gelirdi gençlik halini fotoğraflarda bile görmediğim bu adam. Rudolf getirdiğim romanın arka kapağını incelerken gözüm bir anlığa burnuna takıldı, “Senin burnun neden bu kadar mor?” diye sormak istedim, kendimi tuttum. Daha önce de yaşlı arkadaşlarım olmuştu. Onlarla yaşlılık, ölüm gibi konular üzerinde çekinmeden konuşabilmiştik. Rudolf’la bu konuların ucundan kıyısından bile geçmemiş, ısırgan otuna değecekmiş gibi sakınmışızdır. Benim ayağının biri çukurda gözüyle baktığım, iki üniversite bitirmiş, şu anda da kendi kendine İspanyolca öğrenmekte olan Rudolf, en son birkaç ay önce kendisine yepyeni bir araba alınca onunla fanilik ve ruhaniyet konularına girmeme kararımın ne kadar doğru olduğunu bir kere daha anlamıştım. Dışarı çıktığımızda – ara sıra beni yemeğe götürürdü – seyahat acentalarının önünden geçerken deniz aşırı ülkelere kanat açan uçak şirketlerinin özel indirimlerine göz atardı. Meksika’da Fransızca yazıştığı bayan bir kalem arkadaşı vardı. “Biliyorum, sen bilim kurgu sevmiyorsun, ama bu gerçekten okunmaya değer,” dedim. “Zevkine güveniyorum, en kısa zamanda okuyup sana fikrimi söy söy söy le ye ce ğiiiiim.” dedi ve durdu. Birkaç kere ismini çağırdım uyukluyormuş gibiydi. Göğsünün tam ortasında bir saksı yerleştirilmiş hissi uyandıran başı kalkmadı. Ayağa kalkıp yanına gittim. Çok yavaş da olsa nefes almaktaydı. O anda sırtında gömleğinin altında minik kırmızı bir ışığın yanmakta olduğunu farkettim. Boynundan belinin ortalarına kadar uzanan silindiri yokladım. Buz gibiydi. Dikkatimi silindir üzerinde yoğunlaştırmalıydım. Kırmızı düğme daha hızlı yanıp sönmeye başlamıştı. Bunu bir uyarı olarak kabul edip Rudolf’un önüne gelip aceleyle gömleğinin düğmelerini 11 çözdüm, aşağıya doğru indirdim, arkasına geçip sırtına baktım. Silindirin içine gömüldüğü deri mosmordu ve yer yer dikiş izleri vardı. Soğuk metalin üzerine anlamadığım bir dilde, ilginç geometrik şekillerle birşeyler yazılmıştı. Reset olduğunu tahmin ettiğim yeşil düğmeye bastım. Birşey olmadı. Silindirin en üstündeki sarı düğmeyi denedim bu sefer. Yine birşey olmadı. Kırmızı düğme hâlâ yanıp sönmeye devam ediyordu. Çaresizce etrafıma bakınırken Rudolf’un yanındaki sehpada kibrit kutusu büyüklüğünde uzaktan kumanda olduğunu tahmin ettiğim bir aletle, küçük bir kitapçık buldum. Uzun Yaşam kılavuzu. Kılavuza bir göz atıp, uzaktan kumandayı aldım elime. Araba anahtarıydı sanki, sadece iki düğmesi vardı. Yeşile basar basmaz Rudolf kafasını kaldırdı. Bu da yetmezmiş gibi rap diye ayağa kalktı. Suratımın halinden olanları anlamış olmalıydı. “Korkma,” dedi. “Biliyorsun benden sana hiçbir zarar gelmez.” Alık alık yüzüne bakmaktaydım. Rudolf’un böyle bir şaka yapamayacağını biliyordum. Bayram değildi, seyran değildi, ne benim, ne de onun doğum günüydü. “Son demlerimdeydim. Seni bilerek çağırdım. Bu gördüğünü sadece sen anlamaya çalışabilirdin.” Hiçbir şey söylemeden yüzüne baktım. “Acele etmemiz lazım,” dedi. “Şu anda son extralarımı tüketmekteyim. Ben aslında birkaç gün önce öldüm. Fizik ölümüm gerçekleşmeden önce çok gizli çalışmalar içinde olan birkaç bilim adamına büyük bir miktarda para ödedim. Onların hem kobayı, hem sponsorlarından biri oldum. Biliyorsun ben ateistim, ölümden sonrasına da inanmam. İnandığım tek tanrı bilim. Bu yüzden de bu dünyadaki ömrümü elimden geldiğince uzatmaya çalışıyorum.” “Burnun o yüzden mi bu kadar mor?” diye sordum dayanamayıp. “Evet, onun dışında, artık hiçbir şey yiyip içeçemem, tuvalete gidememem, uyuyamamam da bu deney yüzünden. Henüz yolun başındalar, ama kim bilir belki gençleştirici birşeyler de keşfederler bu arada. Tek sorun bu sırtıma takılan pili doldurmak.” “Nasıl yani?” dedim, elime yeni tutuşturulmuş bir senaryoyu okur gibi. Bir yandan da biraz önce telefonunu beklediği tanrının araştırmaları yöneten bilim insanlarından biri olduğunu düşündüm. “Birisinin hergün gelip, sabah akşam anlatacağım hatıraları dinlemesi gerekiyor. Sırtımaki silindir, omuriliğimle beynim arasına yeni keşfedilen bir yöntemi gerçekleştirmek için takıldı. Suni bir akımla ölü beyni tekrar çalıştırıyorlar, ama diğer organların görevlerinin başlarına dönmeleri daha uzun sürüyor. Ne kadar çok hatıra anlatırsam o kadar uzun yaşıyabileceğim. Belki o zamana kadar diğer organlarımın hepsinin tekrar normale döndüğünü görebilrim.” “Peki ya hatıraların bittiğinde ne yapacaksın?” “Hatıramsılar yaratacağım. Bir hatıramdan yola çıkarak onu sayısız versiyonda anlatma özgürlüğüm de var. Senin hayal gücün çok güçlü, ara sıra bana ip ucu verirsin.” “Başka kimin haberi var?” diye sordum sesim kendime hâlâ yabancı. “Deli misin, böyle birşey kime söylenir, sadece sen biliyorsun.” dedi. Anlık, sıkıştırılmış bir şüphe bulutu geçti yüzünden. Öğretmenliğin getirdiği bunca yıllık insan tecrübesi, iyi muhakeme yeteneği teklemiş olabilir mi diye düşünüyor gibiydi. Tereddütü uzun sürmedi. Doğru seçimi yapmıştı. Kurban olarak da kazanan olarak da bu işe en uygun zat bendim. Bu kadar gizli saklı yürütülen bir araştırma için hiçbir riski göze almazlardı. Rudolf sabah akşam dediğine göre buradan çıkmamın artık imkânsız olabileceğini aklıma bile getirmek istemiyordum. Karşımda sabırsızlanmaya başlamıştı. Bir an önce hatıra tazelemek istediği çok belliydi. Koca adam gitmiş yerini, huysuz, sabırsız bir çocuk almıştı. “Bu yapacağın iyilik karşılığında sana çok yüksek miktarda bir ödeme yapacağım. Bütün maddi sorunların çözülecek. Hem bilime yapacağın katkı da cabası.” dedi bir gözü getirdiğim kitapta. * “Bizim ev kitap doluydu, annem pek kitap sever olmasa da babamın elinden kitap düşmezdi. Bir gün okul çıkışı bir arkadaşıma gitmiştim, onların evinde kitapları vitrinde görünce çok şaşırmıştım. Üstelik cam kapaklı dolabın anahtarı da babasındaydı.” Omuzumda bir el hissettim. Rudolf’du, kaşlarını çatmış bana bakmaktaydı. “Uyumak yok, dinlemen lazım, yoksa pilim dolmuyor. Uyuyana anlatacak olsam sana ihtiyacım olmazdı. Bir kedi alır ona anlatırdım. Bu kadar parayı boşuna ödemiyorum sana,”dedi. Elinde tuttuğu kahve fincanını burnumun dibine itti. “Uyumuyordum, gözlerimi dinlendiriyordum. Hem bu ne zamana kadar sürecek böyle, sonsuza dek değil herhalde, bak ben yaşlanacağım böyle giderse.” “Dur bir saniye aklıma yepyeni bir anı geldi. Onu da anlatayım, sonra konuşalım,” dedi. Koltuğuna iyice yerleşti. “Ah bir sigara için neler vermezdim şimdi,” dedi. Gözleriyle sanki sigara arıyormuş gibi masanın 12 üzerini taradı. Küllüklerden birinin içinde hâlâ kül lekesi vardı. “Bir sevgilim vardı, Greta Garbo’ya Greta Garbo’dan daha çok benzerdi. Bir gün istasyonda onu beklerken uzun süredir görmediğim birkaç tanıdıkla karşılaştım. Kimi beklediğimi sordular, Greta Garbo’yu dedim. Sevgilim trenden inip yanımıza yaklaştığında onu gerçekten ünlü yıldız sanmışlardı. Aptallar, oysa yaşı hiç tutmuyordu.” Başlarda bir hatıra bittiğinde aaa, öyle mi, ne güzel, tüh gibi ses ve sözcüklerle ifade ettiğim duygularımın yerini artık alık, bezgin bakışlar almıştı. Parası batsın bırakacağım işi. Harcayamadıktan sonra neye yarar diye düşünürken Rudolf bir sonraki anısını anlatmaya koyulmuştu bile. Greta’nın bir gün kendisini nasıl aldattığını anlatıyordu şimdi. Yarım kulak dinledim. Ama yine de bir sonraki versiyon ne diye merak etmeye başlamıştım. Bugünün teması Greta’yla olan maceraları ve onların yalancı versiyonlarıydı. Sahte hatıralar denizinde yüzmekte olan Rudolf Greta’yı kâh göklere çıkarıyor, kâh yerden yere vuruyordu. Ben oturmaktan popom ağrımış, kanepeye uzanmıştım. Yarın bu işi kökünden halletmeliydim. Evdekilere tatile çıkıyorum deyip, yanıma küçük bir bavul alıp bu malikaneye kapanmıştım. Birilerine anlatmaya kalkışsam kimse inanmazdı. Üstelik anlattığım duyulursa başıma neler geleceğini düşünmek bile istemiyordum. Rudolf beni doğrudan tehdit etmemişti, ama evin önünde peydahlanmış iki koruma fantazimi zorlamama gerek bırakmamaktaydı. Haftada bir gelen şişman temizlikçi kadına hiçbir şey sezdirmiyor, o gidene kadar kalın bir yelek giyiyordu. Hayal meyal “Yarın, ne olur, yarın devam edelim, çok uykum geldi.” dediğimi hatırlıyorum, bir de karanlık basan odayı aydınlatmak şöyle dursun, cehennemin eşantiyonu haline sokan tek ışık turuncu lambayı. * Tam üç haftadır burdayım. Kahvaltıda yediğim bu krakerleri çok seviyorum. Yerken çıkardıkları hatır hutur sesleri yüzünden Rudolf’un hatıralarını yarım yamalak duyuyorum. Kelime ve cümlelerin sadece son heceleri ulaşabiliyor kulaklarıma: mıştık, ra, de, yim, ne, da...Rudolf’un şaşkın bakışları altında neredeyse bir düzine reçelli İsveç krakerini mideme indiriyor, kahvemi artık höpürdeterek içiyorum. Annemleri on gün önce arayıp tatilimi uzattığımı söyledim. Telefonum bozulduğu için bana ulaşamıyorlardı, ben onları aramaya devam edecektim. Telefon ederken de, yemek yerken de etrafımda sürekli bir koruma olduğunu görseler ne düşünürlerdi acaba? Hele de bu koruma tam da yazıldığı gibi beni korumak değil aksine bir hatamı yakalamak için yörüngeme girmişse. Bu duruma daha ne kadar katlanabilirim bilmiyorum. Rudolf’un şarj olması bir yana, gün geçtikçe bir garabete dönüşmesi, burnundaki morluğun bir dağın gölgesi düşmüş gibi sağ yanağına yayılmaya başlaması durumun katlanabilirliğinin sınırlarını bir hayli zorlamakta. Hoş taa başından beri tuhaf olan bu hikayedeki yerimin sadece hatıralara kulak kabartmak olmadığını düşünmeye başladım son günlerde. Yoksa tanrıların taze kana mı ihtiyaçları var? koyuyor, İngilizce. Yüksek sesle okumamı istiyor. Dediğini yapıyorum, aksanımı beğenmiyor. Kağıdı bir hışımla elimden alıp sırtını bana dönüyor ve odanın diğer ucuna doğru yürüyerek okuyor. Yüzünü tekrar döndüğünde suratının morluğu, gözlerinin, avurtlarının içine çökmüşlüğü ortamın sıradanlığına bir tokat gibi iniyor. “Ne oldu sana böyle birden?” diyorum acıma, tiksinti ve korku kokteyli bakışlarımla. “Aslında ben öldüm, ama yedi gün sonra gömüleceğim,” diyor ve ekliyor, “Sana daha önce Greta Garbo’ya ne kadar benzediğini söylemiş miydim?” Gözlerimi yumuyor ve uyuduğumu düşlüyorum. Buradan çıkmama izin verecek mi? Yedi gün dayanamam Greta Garbo’su olmaya. * Şarabı fazla kaçırdığım akşamlardan birinde Rudolf’un bütün dürtüklemelerini boşa çıkararak koltukta sızdığımı hatırlıyorum. Rudolf’a gitmişim, koltukta oturuyorum. Önüme bir kağıt 13 Erol Çelik - Uyan Artık Bilinci yavaşça yerine geliyordu, bunu kulağına gelen bebek ağlamasının içine doğurduğu huzurdan dolayı anladı. Bebek, çaresiz ama o kadar tatlı ağlıyordu ki, bir an önce uyanıp, onu bağrına basmak istedi. Kalbini saran bu sızı belli ki, ilk anaç duygusuydu. Gözleri hafifçe aralanmaya başladığında, ilk önce duvardaki sıvaların yer yer dökük olduğunu görmeye başladı. Hiçbir anlam ifade etmiyordu ama bilincinin daha uyanmadığı bölümlerinde, bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Gariplikler bu kadarla kalmıyordu. Bir hemşire ona bakıp gülüyor, bakışlarındaki müjde vermeye hazır ifade, dudaklarında yerini hain bir sırra bırakıyordu. Hemşirenin topuz saçlarının üzerindeki kepi, üçgendi. Üniforması ve kepinin hangi yüzyıla ait olduğunu kestiremiyordu fakat kadınsı hainlik, gizlenemez bir mimik olarak hemşirenin dudaklarındaydı. Bu gülümseme tüm zamanların bilindik gülümsemesiydi. “Ikın, ıkın hadi. Çok rahat bir doğum oluyor.” Hemşire, bilinci yerine gelen kadının bacaklarının arasına eğiliyor, eski üniformasıyla, bebeğin omuzlarından ve kafasından tutmuş, çekiyordu. “Maşallah, çok sağlıklı bir bebeğe benziyor. Hadi ıkınmaya devam et. Az kaldı.” Hemşire içinden dua okumaya başlamıştı. Ne söylediği duyulmuyordu, sadece dudaklarındaki ritmik hareketlerden bu anlaşılıyordu. Doğumhanedeki her şey eskiydi. Şu an doğum yaptığı masanın da, tıpkı hemşirenin üniforması gibi eski olduğunu, bacaklarının asılı olduğu direklerin paslanmış olduğunu, üzerine serdikleri beyaz örtünün kirli ve yıpranmış olduğunu görüyordu. Fakat garipsemiyordu. Tuhaflığın farkındaydı ama bebeğin tatlı feryatları, bu düşünceleri bir şekle sokmasına izin vermiyordu. Odada yalnız olmadıklarını fark edince, bir kez daha tuhaflık duygusunun esiri oldu. Hemşirenin hemen ardında, alacakaranlık sayılabilecek bir gölgede duran doktorun, hiç bir şeye karışmaması, üzerindeki beyaz önlüğün içinde, sadece onları izlemesi de şaşırtmıyordu onu. Adam kollarını bağdaş kurmuş, kulaklarının üzerinde kırlaşmış saçlarıyla babasını andırıyordu. Yoksa yüzündeki hüzün neden bu kadar tanıdık gelsin ki? Babasını andırdığı için midir bilinmez, adamın odada olmasından dolayı, kendini güvende hissediyordu. Bebeğin ağlaması, hemşirenin işinin ehli hareketleri, doğumun bitirmesine birkaç dakika kaldığını gösteriyordu. “Maşallah nur topu gibi bir oğlun oldu. Maşallah.” Hemşire iri gözlerle beklediği müjdeyi, masada yatan kadına verdi. Doktora bakan kadın, onun sevindiğini gördü ama doktor bunu gizlemek için, bağdaş kurduğu ellerinden biriyle ağzını kapattı. Doğum inanılmaz rahat geçmiş, hemşire bebeği eski metal bir kovanın içinde yıkamaya başlamıştı. Yumuşak hareketleri, şefkatli dokunuşu bebeğin ağlamasını 14 durdurmuyordu ama annesinin içine su serpiyordu. Bebek yıkandıktan sonra hemşire onu annesine verdi. Anne, bebeği kucağında kavrayıp koklamaya başladığında, üniformalı kadın bebeği tekrar aldı. Bu hareket karşısında anne sinirlendi ama sadece seyretmekle yetindi. Anne kalkıyordu, çok rahat bir doğum olduğu için, hiçbir ağrı hissetmeden doğruldu. Bu arada hemşire, bebeği doğum masasının hemen yanında yere yatırdı. Beton zemine sırt üstü koyduğu bebeğe, mavi bir tulum giydirdiğinde, annesi odadaki tek renkli şeyin o mavi tulum olduğunu fark etti. Her şey renksiz ve eskiydi. Doktorun bulunduğu köşenin hemen karşısında, spor salonlarındaki sıralı dolaplardan olduğunu gördü. Kalın ağaçlardan yapılma eski rafların üzerinde ameliyat malzemeleri vardı ve onlarda eski ve paslı görünüyordu. Anne, bebeği betona yatıran hemşireye çıkışacağı sırada, hemşire ona bebeğin altını nasıl değiştirmesi gerektiğini öğretmeye başladı. Bu işlem sanki çok uzun sürüyordu. O kadar ki, bebeğin kumral saçları uzamaya başladı. Mısır püskülünü andıran saçlarıyla çok güzel bir bebek olmuştu. Bebek kendi kendine ayağa kalktı, üzerinde tulumundan başka hiçbir şey olmadan yürümeye başladı. Bebek olduğu için paytak yürüyor ama kimseden yardım almaya ihtiyaç duymuyordu. Annesi oğluyla gurur duymaya başlamıştı. Tombul, katmer katmer ayaklarını öpmek istiyordu, oysa bebek, ameliyathaneden kendi başına dışarı çıkmaya başladığında, anne telaşla bebeğin arkasından gitti. Renksiz bir hastane koridorunda oğlunu takip eden kadın, bebeğin bir kapıdan içeri girdiğini gördü. Hemen peşinden girdiğinde buranın bir banyo olduğunu fark etti. Tuhaflıklar artık onu şaşırtmıyordu. Çok eski banyonun yerleri taş mermeriydi ve her şey griydi. Eski duştan bir kovanın içine su akıyor, bebek annesinin elinden tutarak ona kovayı göstermeye çalışıyordu. Su dolu kovanın içinde saydam torbalar vardı ve torbaların içindekileri görünce, kadının aklı durdu. Torbaların içinde, kızlı erkekli ölü bebekler vardı. Ölü bebeklerle dolu torbalar, kovanın içinde dengesizce batıp çıkıyorlardı. Kadın, korkup çığlık atmaya başladı. Güzel bebek, annesinin elini bırakıp kovanın yanına doğru gitmeye başladı. Kadın çıldırmıştı, titreyerek oğluna seslenmeye başladı. “Gel buraya oğlum. Senin orada ne işin var. Beni terk etme. Bak annen burada. Beni bırakma oğlum.” Ama bebek kovanın yanına gitmeye devam etti. Sanki o da, diğer bebeklerle beraber yüzecekmiş gibi hevesliydi. Annesine bakarak korkmaması için gülümsedi. Kadın kovadaki bebeklerin ölü olduğunu, eğer onların yanına giderse kendi bebeğinin de öleceğini zaten biliyordu. “Hayır, oğlum buraya gel.” Anne kollarını açarak onu kucağına çağırdı. Bebek kovanın yanına vardığında durdu, bir annesinin kollarına baktı, bir kovanın içindeki ölü bebeklere. Annesi sanki önüne bir set çekilmiş gibi, olduğu yerden ileriye gidemiyordu. Bu yüzden oğlunu kurtarmak için yalvarmaktan başka çaresi yoktu. “Oğlum bana gel, ne olursun. Hayır, sakın beni yalnız bırakma.” Anne çaresizce çırpındı. Bebek kovayla annesi arasında karar vermeye çalışıyormuş gibi durakladı. “Oğlum annene gel, senin yerin burası. Terk etme anneni. Ne olur oğlum annene gel, gel de perişan olmayayım, gel de seni bağrıma basayım.” Bebek annesinin hıçkırıklara boğuluşuna baktı ve sanki kocaman bir adammış gibi hüzünlendi. “Oğlum, ne olursun bana gel.” Bebek, kovanın içindeki ölü bedenlere baktı ve annesine doğru yürümeye başladı. Kadın ayağa kalktı ve bu sefer mutluluktan hıçkırmaya başladı. Oğlunu kollarının arasına alarak sıktı. Öptü. Doyamadı, bir daha öptü. Banyonun kapısında telaşlı bir yüz belirdi. Hemşire korkmuş gözlerle onları bulduğuna sevinerek haykırmaya başladı. 15 “Sizi buldum. Şükürler olsun.” Anne ve bebek, renksiz banyoda kucaklaşıyorlardı ama hemşirenin telaşı ikisini de korkutmuştu. Eski üniformalı hemşirenin dudaklarında artık hain bir ifade yoktu. Sanki oğlunu geri almayı başaran anneye inanmaya başlamıştı. “Hemen doğumhaneye gitmeliyiz. Hadi hemen.” Hemşire banyo kutsal bir yermiş gibi içeri girmiyor, söyleyeceklerini kapı eşiğinden haykırıyordu. “Neden doğumhaneye döneceğim, oğluma kavuştum ben.” Anne oğlunu böğründe biraz daha kavradı. “Ona kavuşmadın, sadece onun hayatını kurtardın ama biraz daha geç kalırsan bunu da başaramayacaksın. Zamanımız az diyorum sana.” Hemşirenin sesinde, ödüllendirici bir babacanlık vardı. Anne, oğlunun gözlerinin içine baktı ve bir şeyler anlamaya başladı. En azından gerçekten zamanının az olduğunu biliyordu. “Hadisene be kadın.” Anne ayağı kalktı. Oğlunu kucağına almıştı. Hemşirenin peşinden renksiz ve sıvaları dökülmüş kasvetli koridora döndü. Hemşire koşmuyor sanki uçuyordu. Anne, oğlunu iyice kavrayarak, onun peşinden uçmaya başladı. Az sonra doğumhanenin içine girmişlerdi. Doktor yine o alaca karanlıkta, yine o tedirgin bakışlarla bekliyordu. Sanki doğumhanede, tıpkı doktor gibi anne ve bebeğini bekliyormuş gibiydi. Anne doğum masasının üzerinde kendisini görünce aptala döndü. Oysa kendisi şu an ayakta ve oğlunu tutuyordu. Hayır, oğlunu tutmuyordu. Oğlu kucağında yoktu. Telaşlandı. Doğum masasının üzerindeki kendi vücuduydu ve baygındı. Hemşire bacaklarının arasındaki bebeği çekiyordu. Hareketlerinde ters giden bir şeyler olduğu anlaşılıyor, durmadan baygın olan bedene bağırıyordu. “Uyan, uyan be kadın. Bebek gelmiyor. Uyan yoksa onu kaybedeceğiz.” Anne, neler olduğunu bilmiyordu ama doktora doğru soru dolu bakışlarla bakmak istedi. İkinci şoku o anda yaşadı. Orada artık doktor yoktu, onun yerine babasını gördü. Gözü ağlamaktan kan çanağına dönmüş, yorgunluk ve üzüntüden bitap düşmüş babasını. Zavallı adamda haykırıyordu. “Uyan kızım, uyan artık.” “Baba ben buradayım.” Dediyse de babası onu duymadı. “Uyan be kadın, uyan artık, bebeğini kurtar.” Hemşire çaresizce bebeği omuzlarından ve başından çekmeye çalışıyordu. “Uyan be güzel kızım ne olur uyan.” Babasını hiç bu kadar çaresiz görmemişti. O, her zaman bir çözüm bulan adama ne olmuştu? Neden kızını uyandıramıyordu? “Baba ben buradayım, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Oğlumu kaybetmek istemiyorum baba. Bana yardım et. Ağlama.” Doğumhanenin içi daha bir renksizleşti, daha bir eskidi, daha bir boğuldu. Hemşire başını havaya kaldırıp Allaha yalvarmaya başladı. Hiç bu kadar kötü bir ölüm görmemişti. Son ümidi de tükeniyordu. Anne nefesinin kesildiğini, ne yapması gerektiğini bilmeden, öleceğini düşündü. Oysa az önce oğlunu, o ölü bebeklerin yanından kurtarmamış mıydı? Şimdi ne yapmalıydı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ama yürüyerek masadaki cansız bedenine dokundu. “Bu bebek senin bebeğin ve onun hayatını kurtardın. Bir şansın oldu, onu iyi değerlendir. Şimdi kalk ve bebeğini kucağına al. Ne babanı, ne kocanı, nede sevdiklerini ağlat. Şimdi kalk ve kumral bir erkek çocuğun tadını çıkart.” “Kızım ne olursun uyan artık.” “Bak babanın feryatlarına, ya dışarıdakilerin feryadı, uyan artık.” Hemşire ağlıyordu. “Oğlunda uyanmanı istiyor, yoksa ben burada olur muyum? Bana sen uyanmazsan neler olacağını gösterdi.” “Hayır!” Anne feryadın geldiği yöne döndüğünde babasının yerinde kocasının olduğunu gördü. Adamın gözleri ve yüreği ağlıyordu. Doğum masasının yanına gelmiş, eliyle güzel karısının yanağına uyanması için tokat atıyordu. “Hadi hayatım sen güçlü bir kadınsın, beni sakın yalnız bırakma, bebeğini sakın sensiz bırakma. Uyan artık. Uyan bir tanem.” Kocasının perişan haldeki yüzünü gören anne, baygın bedenine iyice yaklaştı. O yaklaşınca kocası ortadan kayboldu. Doğumhanede sadece hareketsiz bedeni, hemşire ve hayata yarım bağlı bebeği vardı. “UYAN ARTIK” Doğum masasında bir hareketlenme oldu. Anne gözlerini açtığında her şey renklendi. Bebek, doğdu. Her şey yoluna girdi. SON NOT: Bu öyküyü, oğlumun hayatını doğum sırasında kurtaran sevgili eşime armağan ediyorum. Oğlumu bana verdiğin için TEŞEKKÜR EDERİM. 16 Hasan Türksel - İzmir - Amsterdam Yağmur damlacıkları cama vurarak hızla aşağıya doğru kayıyordu.Başını cama yasladı,büyük beyaz bulut kümelerinin arasında ilerlerken gülümsedi.Şu an bulunduğu yeri tanımlayabileceği bir kelime aradı ama bulamadı.Her şey her yer beyazdı.Üniversite yıllarında İzmirManisa arasında her gün yaptığı otobüs seyahatlerinde seyrettiği gökyüzüne çıkmıştı.Hatta son zamanlarda yoğun olarak gökyüzünden aşağıya bakar duruma gelmişti.Seyir halindeyken farklı ülkelerin,değişik coğrafyaların çizgisel görünümlerini not ediyor,çocukluktan kalma alışkanlıkla öyküler yazıyordu her birine.Uçak daha alçaldığında ise artık tüm şehri görebiliyordu.Bir başka aynı hayat yaşanıyordu kentte:İnsanlar,binalar ve arabalar.Bu şehirdeki yeşil alanların fazlalığı dikkatini çekerken özlemle bekledikleri yağmurun bu yaz mevsiminde bile hızlanarak yağmasını ise kıskançlıkla seyrediyordu.‘ Bir başka yolculukta da sizi görmekten mutluluk duyarız.Lütfen uçak durana kadar kemerlerinizi…..’ kemerin soğuk demir topuzunu çoktan çözmüştü o da diğerleri gibi . İçinde yer aldığı projeyi kabul etmeden önce çok düşünmüştü.Hayatında başarısızlıklara pek yer yoktu;ancak her şeyi başaracağına koşulsuz inanacak kadar gerçek dışı biri de değildi.Son aylarda yaşadıkları gerçekten ağırdı ve öncelikle kendisini toparlaması gerekiyordu.‘Her şey yoluna girecek’diyen arkadaşlarına verdiği cevap aynıydı :Sen hiç raydan çıkan treni geri döndürebilen bir makiniste rastladın mı?En mantıklı cevabı ise yıllar önce yolları acı bir olayla ayrılan Seçkin’den aldığı e-mailde okumuştu : Bazen treninde raydan çıkması gerekir çünkü üzerinde gittiği raylar seni doğru yöne götürmüyor olabilir.Yoldan çıktıktan sonra ise geri döndürmek zorunda değilsin inan,madem makinist sensin başka raylar üzerinde gitmeye çalışmalısın.Belkide makinist olmaktan vazgeçip yolcu vagonuna geçmelisin.Biliyorum bu zor olur senin için ama belkide makinisti bir süreliğine tatile yollamalısın, ne dersin? Havaalanında ilerlerken insan,dünyanın en büyük merkezlerinden birinde olduğunun hemen farkına varabilirdi.Kalabalıklarsanki önlerine harita konup herkese bir ülke verilmiş gibi -dünyanın dört bir tarafına dağılıyordu.Aklı karışıktı fakat ne zaman yeni bir ülkeye ,bir şehre adımını atsa kendini iyi hissetmeye başlar,yeni başlangıçlar yapabileceğini düşler ve yeni görüntülerle hayatına başka boyutlar ekleyeceğini bilirdi.Arkadaş toplantılarında ,ben ruhumu ‘ Karanlıktan Aydınlığa ’ isimli kitapla yıkadım,girdiğim her yeni kent bir cevherdir ,önemli olan benim için onu orada bulabilmektir derdi.Çocukken okuduğu bu kitabın yazarını bir türlü hatırlayamamakla dertlenir ,bir gün bir yerlerde nasıl olsa yeniden karşılaşacağız onunla diye de umut ederdi. Her yer rengarenkti.Son yüzyılın vazgeçilmez satış stratejisi çok çeşitli reklam panoları havaalanını neredeyse kaplıyordu.Uzun kalabalık koridorlarda ilerleyip pasaport kontrolünden geçtikten sonra kendisini çıkış kapısında bekleyen otel görevlisinin yanındaydı. ‘Mr.Özgür ,welcome to Amsterdam ’ derken ismini telaffuz etmeye çalışması oldukça komik bir görüntü oluştursa da sadece gülümseyerek cevap verdi.Araç şehrin içerisinde ilerlerken ‘ çok başka bir yer ’e geldiğini hemen hissetmişti.Masallarda anlatılan bir kente düşmüştü sanki.Bunu iyi bir işaret saydı.Görevlinin samimi bir şekilde şehre ilişkin kısa tanıtım turundan sonra otele gelmişlerdi.Zaman , yerel saat ile 16.30 u gösteriyordu. Yatağa uzandığında çok uzun bir yolculuk olmamasına rağmen sırtından bacaklarına doğru yayılan hafif sızılı yorgunluğu daha bir hissetti.Çilek kokan çarsafların beyazlığı ve yumuşaklığı bedenini okşar gibiydi. Yatağın yanıbaşında duran buzluğa uzanarak adı otelinkiyle aynı olan tarihi ‘Amstel’ birasından aldi bir tane , sonra bir tane daha.Bir kaç telefon görüşmesi yapti.Televizyonu açtığında Almancaya benzeyen ama o kadar kaba olmayan,Hollandaca yayın yapan kanallarda gezindi bir süre.İzlerken uykuya daldı.Uyandığında otel penceresinden dışarıya baktı, şehir ,tüm ışıklarını yakarak onu selamlıyormuş gibi, bir renk cümbüşüne sahipti.Yemeği otel yerine dışarıda, şehir merkezinde yemeğe karar verdi.Giyinip dışarı çıkacakken Esra’nın ‘yaz geceleri bile soğuk geçer orada,yanına kalın bir şey almayı unutma’dediğini hatırladı.Esra, üniversite döneminde, 17 İzmir fuar’ında tesadüf eseri tanışdığı ve o andan sonra hayatında sanki çakılı kalacak,nereye giderse gitsin onunla gönül bağı hiç kopmayacak biriydi.Belki de daha ötesi… Tren istasyonundan karşıya geçip ,dünya kalabalığıyla beraber geniş caddeden meydana doğru ilerlerken önce bir İstiklal Caddesi havasını koklar gibiydi ;ancak bulunduğu mekana ve insanlara dikkatlice baktığında daha da fazlasını görüyordu.Amsterdam ışık oyunlarıyla,görüntüsüyle ve sanki bir müzik kutusunun kapağını açar açmaz duymaya başladığınız güzel melodilerle ona merhaba demişti.Adımlarını hızlandırmak ya da yavaşlatmak arasında gelgitler yaşıyordu, ancak beyninden gelen açlık mesajlarına daha fazla dayanamayacağını hissedince yemek yiyeceği bir mekan bulup oturmaya karar verdi. Kentte nereye giderseniz gidin sizinle gelen su kanallarına bakan bir restoranda karar kıldı: “Almelo ”İçerisi oldukça kalabalık olduğu için nereye oturacağına karar veremedi ama o anda pencere kenarında tekli boş bir masa görünce oraya yöneldi.Koltuğa oturduğunda ise buraya gelmekle doğru bir seçim yaptığını hissetti(Her ne zaman yemek yemeye bir restorana gitse gittiği bu mekanı değerlendirdiği dört kriterden ilki oturduğu koltuğun rahatlığı ve masanın sizin yemeği yemenizi kolaylaştımasıydı.İlk aşama geçilmişti)Yemek konusunda yeniliklere çok açık biri olmadığı için menüden yine benzer isteklerde bulunmuştu:Tavuk sote,patates,salata ve ekledi:bira,Amstel! Saatler önce yakıcı/yakan İzmir sıcağında ,Güzelyalı’daki evinden alıp havaalanına giderken Ayşen ile yaptıkları sohbet geldi aklına.Sahil boyunca palmiye ağaçları ve masmavi deniz (ama Ege Denizi)sanki konuşmalarının görüntüsel fonunu oluşturmaktaydı.Her zamanki gibi önce anne ve babalarından bahsettiler.Ayşen, onları daha sık ziyaret etmesi için ona hafif de olsa yakınmalarda bulunsa da o ,asıl ablasının sözleri ile annesini üzdüğünü söyleyerek karşı atağa geçmişti.Göz göze geldiklerinde yıllar boyu yaptıkları gibi ikiside bu küçük tartışmaya hemen son vermişlerdi. ‘ Bu sefer geri dönmem uzun sürebilir ama sık sık telefon ederim, e-mail atarım ’demişti Özgür. ‘ Şu projeyi bitirmeden gelme o zaman.Bizim aramamızı bekleyerek de aramamazlık etme ,beni aramasanda annemleri ara ve kendine oralarda dikkat et ’diye bitirmişti cümlelerini Ayşen.Birbirlerine sarıldıklarında ,ikiside sıcaktan ve terleyen vücutları nedeniyle hemen geri çekmişlerdi bedenlerini.Özgür ,kendini bir an önce gökyüzüne atmak ya da en azından havaalanının serin salonuna gitmek için hızlı adımlarla ilerlerken ,ablası da aynı şekilde klimalı arabasına koşar adımlarla binip ,20 liradan aldığı yarım litrelik sudan içip havaalanından uzaklaştı. - Hallo.Mag ik erbij komen zitten? - Oh sorry,i do not speak dutch.Do you speak english? - Yes, sure.Restoranda başka bir yer yok,eğer sizi rahatsız etmeyecekse ve tabi ki beklediğiniz birisi yoksa akşam yemeği için sizin masanıza oturabilir miyim? - Tabi,beklediğim biri yok. - Benim adım Martin. “ Ben de Özgür ” diye tanıtmıştı kendisini.Özgür diye adını tekrarlarken gayet net söylemesi şaşırtmıştı onu.Kendisi açlıktan geberse de bir başkasına masasına oturmayı teklif edemeyeceğini düşündü birdenbire.Beklenmedik bir misafire pek hazırlıklı değildi ki adı üstünde beklenmedikti.Daha çok yalnız kalmak ve son günleri ,içinde yer aldığı projede yapması gerekenleri düşünmek istiyordu.Karşısındaki yuvarlak suratlı ,seyrek sarı saçlı ,kuzeyli olduğunu anlatan belirgin yeşil-mavi karışımı gözleri ile sürekli gülümseyen bu adama kızamadı.Tam tersine Türk olmanın verdiği bir duygu/iç güdü ile Martin ’i misafir ederek ev sahibi havasına büründü.Tüm bu düşünceler eylemdeyken ısmarladığı yemekler geldi.Zamanlama neredeyse mükemmeldi ;ne insanı yemekten vazgeçirecek kadar uzun ne de baştan savma ya da hazırda bulunanlardan bir karma izlenimini verecek kadar kısaydı.(İkinci aşama da geçilmişti)Bu arada Martin ’de kendi siparişini vermiş ,içecek olarak beyaz şarap istemişti. - Güzel bir Amsterdam gecesi dedi Özgür.Sonra söylediğinin ne kadar bayağı ve basit bir cümle olduğunu düşünüp aptal gibi hissetti.Ardından “ Ne konuşabilirim ki tanımadığım bir adamla ” diye de kendini savunmaya başladı.Martin ise kendisine hiç de aptalmış gibi bakmıyor,tam aksine söylediklerini ciddiye alır bir ifade ile karşılıklar veriyordu. - Amsterdam ,size uzakları getiren şehirdir Mr.Özgür.Buradan daha öteye gitmenize izin vermeyen ,geçemeyeceğiniz bir sınırdır adeta.Evet bu akşam her zamanki gibi güzel görünüyor ,haklısınız.Sizin şehriniz neresi ,nereden geliyor sunuz? - İzmir’den geliyorum.İzmir ,Türkiye ’ de bir şehir…diye açıklama yapacakken - O ,İzmir de güzel bir şehirdir biliyorum deyiverdi ;ancak işin ilginç yanı ise bunları Türkçe söylemişti.O andan sonra da Türkçe konuşmaya devam etti ve kendisine şaşkınlıkla bakan Özgür ’e bir açıklamada bulundu çabucak. 18 “ Biliyorum ,şimdi nasıl bu kadar iyi Türkçe konuştuğumu soracaksınız ,sormadan ben anlatayım.Beraber olduğum kişi İstanbul ’da yaşıyor ve yaklaşık beş yıldır da ilişkimiz devam ediyor.Ayrıca ben iki yıl kadar istanbul ’da yaşamaya çalıştım onunla ama olmadı.Amsterdam ve diğer başka sebeplerden dolayı geri dönmek zorunda kaldım ;fakat söylediğim gibi ilişkimiz devam ediyor.Yılda en az dört kez ben İstanbul ’a giderken o da yaz tatillerinde buraya geliyor ” - Gerçekten şaşırdım bu kadar net ve anlaşılır bir Türkçe ile konuşmanıza.Türkiye ’de bir çok insan bu kadar düzgün konuşamıyor inanın. Martin her zamanki gibi gülümseyerek “Teşekkürler ama tüm Dünya ülkelerinde yaşanan bir durum bu.Asıl ben sizin Türk olduğunuzu anlayamadım.Görüntünüz tipik bir Türkten farklı ; daha açık tenli,uzun boylu ,geniş yüzlü ve başınızın arka kısmı düz olarak aşağıya inmiyor.” (Martin’ in ısmarladığı yemekler de gelmişti.) ‘ Türklerin böyle bir ortak özelliğinin olduğunun farkında değildim şu ana kadar.Babam aslında Türk askerlerinin denize dökemediği bir yunan ,annem ise Türk.Babama göre o da Türk ya da bazen kendini tanımladığı gibi bir “ İzmir insanı ” Baba tarafım aslında Macaristanlı ,yani melezlik durumu hakim.Bende Türkiye ’nin gerçek batısında ,bu koşullarla doğmuş olduğum için biraz farklı görünüme sahip olduğumun farkındayım ama bu İzmir ’de doğmuş bir çok kişi için geçerli bir durumdur.İzmir ,sizi kucaklayan ,uzaklara gitmenize bir türlü izin vermeyen ,sizin de buna zaten gönlünüzün razı olmayacağı bir şehirdir ’ diye sözlerini bitirince beraber gülmeye başladılar. ‘ O zaman İzmir ve Amsterdam ’a içelim! ’ dedi Martin. - Şerefe-Proost ! Kadehler tokuşuyor ,kalabalıkların yarattığı ‘ insani ısı ’ sürekli artıyordu restoranda.Kamera ile ağır çekim görüntülendiğinde ,mekanda sadece yemek yenmediğini ,her masada ayrı bir hikayenin yaşandığını görebilirdi insan.Dünyanın en kozmopolitik kentlerinden birine yine dünyanın neredeyse her noktasından çıkıp gelmiş bir kitle biraradaydı.Bu yüzden belki de kimse kimseye yargılar gibi bakmıyordu ve belki de yine bu yüzden kendinizi daha özgür hissedip ,güven problemi yaşamıyordunuz.Ağır ağır akan görüntüde duyulan sesler ise yumuşak ve beklenmedik düzeyde birbiriyle uyumluydu.İlk defa biraraya gelip çalmaya başlayan caz sanatçılarını anımsatıyordu adeta.Eğer bir renk vermek gerekirse bu gece Amsterdam , mum ışığından yükselip ay ışığına karışan safran rengine benziyordu. Özgür ,beklenmedik misafiri ile sohbeti koyulaştırmış ,keyifle yemeğini yerken ,Martin de Özgür ile konuşmaktan hoşlanmış görünüyordu ki yapısı itibariyle zor bir kişiliğe sahip olmaması karşısındaki kişiye ilk temasta yansıyor ve ortamın rahatlamasını sağlıyordu.İçkilerini bitirip yeni içki siparişi verecekleri sırada mekana geldiğinden beri duru güzelliği ve fiziği ile dikkatini çeken garson kız ne içmek istediklerini sormuştu.(3. aşama geçilirken ,turistik bir şehirde ,rastgele içeriye girdiği bu restorandaki hizmete şaşırıyor ancak 4. aşama için artık şüphe duymuyordu) - Peki Martin ne iş yapıyorsun Amsterdam ’da ? - Ben mimarım.Restorasyon işleri ile ilgileniyorum.Ülkemizi gezmeye başladığında tarihi binaların fazlalığını kısa sürede senden farkedersin.Bu nedenle bir projeden diğerine koşuyorum açıkçası.Şu aralar bir kalenin restorasyonu üzerinde çalışıyorum. - İlginç.Nasıl bir kale bu? Yani zamanında herhangi bir savaş yaşanmış mı orada?Tarih oldum olası amatör düzeyde de olsa ilgimi çekmiştir.Buarada haklısın ,havaalanından otele giderken baktığım her noktada tarihi yapılar görmek mümkündü. - Sizin ülkenizde özellikle Ege ve Güney boyunca tarihi mekanlara rastlamak neredeyse sıradan bir olay ;ama kabul edersin ki genelde hepsi Eski Yunan ‘dan ya da diğer tarihi dönemlerden kalma.Sanki o dönemler ve şu an arasında kopmuş bir zaman boyutu var.Yakın tarihinize ait korunan yapıların sayısı oldukça az.Var olanlarında İstanbul ‘da yaşarken nasıl birer birer yakıldığını ,yerine soysuz ,ruhsuz binalar dikildiğinin bizzat şahidi oldum.Siz tarihinizi yakarken asıl kendi ve tabiki dünya tarihini yok ediyorsunuz Özgür.Bu çok acı verici bir durum.Üzerinde çalıştığım projeye gelince ,zannettiğin gibi bir kale değil orası ,bir aileye ait şato.Aile ,tabi tahmin edebileceğin gibi çok zengin ve bu kaleyi tarih boyunca sadece eylül ayında arkadaşlarını ağırlamak ,partiler vermek ,yaşadıkları Fransa ‘nın sıcak havasından kaçıp gelmek için kullanıyorlardı. - Nasıl yani ,sadece eylül ayı boyunca kalmak için kale mi yaptırmışlar? - Evet tam dediğin gibi.Bazen para insana fazla gelir ve ne yapacağını bilemezsin ya da şöyle diyebiliriz ,tarihin belirli dönemlerinde bugünkü gibi moda akımları vardı ve o dönemlerde zengin insanlar arasında kale-şato yaptırmak bir modaydı anlayacağın.Günümüzde insanlar haritalarda kücük noktalar halinde görünse bile gerçekten büyük olan adalar satın almaktalar.Buna benzer bir durum onlarında yaptığı. 19 - Gerçekten ilginç geldi bana anlattıkların ;ancak üzerinde biraz daha düşününce mantıklı gelen bir tarafı da var açıkcası. - İlgini bu kadar çektiyse ve müsait olduğun bir zaman seni oraya götürebilirim istersen.Ben hafta içi işler yoğun olduğu için zaten orada kalıyorum.Beni ziyarete gelebilirsin mesela.İnsanı etkileyen farklı bir ortam var orada.İç içe geçmiş ve farklı anlamlar taşıyan odalar ,tablolar ,fotoğraflar ve diğer ek binalarıyla sanki sınırlarının ötesinde başka bir çağ yaşanmıyormuş hissine kapılıyorsun. - Tabi neden olmasın.Seni de rahatsız etmeyecekse gelip daha yakından görmeyi isterim kaleyi. Sözcükler ağzından çıkarken karşısında sanki henüz tanışalı bir saat geçmiş biri değilde yıllardır tanıdığı bir kişi oturuyordu.Yapılan teklif ve verilen cevap her ikisi tarafından da oldukça doğal karşılanmıştı.Tabiki insan hayatında böyle başlayan dostluklar vardır ; ancak bu tür ilişkilerin sayısının günden güne azaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım.Güven kaybı, günümüzde küreselleşmiş ,gidilen her ülkede ,girilen her yeni sokakta orada sizi bekliyor olması artık şaşılmaz bir duruma dönüşmüştü.Direnişçiler ise bazen bilerek bazen de farkında olmayarak varlıklarını hala sürdürüyorlardı. - Sen ne işle meşgulsün Özgür? Sorulan bu soru onu adeta uykudan uyandırmış ,gerçek hayata geri çağırmıştı.Oysa yemek boyunca sanki Amsterdam ’a tatile gelmiş ve kalacağı süre boyunca tarihi ,turistik mekanlarda gezip ,belki garson kızla tanışıp unutamayacağı bir aşk yaşayacağını düşlemekteydi bilinçaltında.Tatlı uykusundan uyanmak onda panik etkisi yaratmıştı. - Aaa..Ben Proje Müdürüyüm. kızın hesabın geldiği kayık şeklindeki kutuya bakmamasında bulduğu asalet ve ‘ umarım yemeklerimizi beğenmişsinizdir ,tekrardan görüşmek üzre ’den oluşan sözlerini sonraları tekrar tekrar anımsayacağını biliyordu.O ise düşündüklerini uygulamaya koyamamış ,sadece teşekkür edebilmişti.Kendini hayal kırıklığına uğrattığını - Buraya bazı firmalar ile düşünürken ,garson kızın elbisesi görüşmeye geldim.Aslında bu daha üzerindeki isimliği farkedince içini çok bir ön çalışma ,fikir alışverişinde yeniden zafer kazanmaya benzer bir bulunacağım ,yeni gelişlemeleri takip duygu kapladı.Adı Inge idi garson edip İzmir ’deki merkez firmaya rapor kızın. ‘ Inge ’ dedi bilinçaltına vereceğim. ,tekrardan görüşmek üzere. Martin ise Özgür ’ün genel geçer Restorandan ayrılıp Amsterdam konuşmasını farkedip canını ’ın geniş caddelerine çıkmışlardı.Yol sıkmamak için konuyu kapatmaya aldıkça şehrin sokaklarının hep böyle karar vermişti. geniş olmadığını - Güzel , umarım her şey görüyor ,daralan ,küçük köprülerden yolunda gider senin için.Buarada bu oluşan ,bazen sonsuz kalabalıktan gece için herhangi bir planın var mı ? sıyrılıp sonsuz sessizliğe Saatine baktığında zaman 21.30 geçtikleri ,ses ile sessizlik arasındaki ’u gösteriyordu. ince çizgide ,tıpkı cambazın ip - Herhangi bir planım yok üstünde yürümesine benzer bir ruh ancak söylediğim gibi daha geleli kısa haliyle ilerliyorlardı.Arka sokakları bir süre geçti ,yol yorgunluğu oldum olası severdi Özgür.Büyük var ,dinlenmem daha iyi olur diye gövdeli ağaç dallarının sokak düşünüyorum. lambalarıyla uyumundan oluşan ve - Daha genç bir adamsın yere yansıyan ilginç görüntüleri ,iri ve sen ,bu kadar çabuk eski binaların (Martin sürekli yorulmamalısın.İstersen sana biraz açıklamalar yapıyordu ,burası çok etrafı göstereyim.Kısa bir tur eski bir Katolik Okulu...)arka cephesi atarız ,başka bir mekanda bir şeyler olması nedeniyle insanların oralarda daha içeriz sonra seni oteline yaşamayı seçmemeleri ,yalnız bırakırım.Ne dersin? bırakılan hayatın bu kesitleri onda - Tamam , olur. huzura benzer bir duygu Hesap ,kısa sürede gelmiş hissettiriyordu. “ İnsan gerçekle (4.aşama)gülümsemesiyle kendisini yüzleşmek için arka sokakları etkisi altına almış garson kıza ,etkili seçmeli.Öyle kimsenin olmasını istediği karşı gülümseme ile uğramadığı ,sokağın sahibinin cevap vermişti.Martin’e masasına herhangi bir canlının olmadığı yerlere sonradan katıldığı için hesabı gitmeli ama..” diye yazmıştı bir ekendisinin ödeyeceğini ,bunun bir mailde Seçkin ’e.Hafızasının kimbilir hangi dosyasında yer alan bu Türk geleneği olduğunu söylemişti. Aslında bu her ne kadar kısmen cümleler geçtikleri sokakta birden doğru olsa da asıl amacı garson kızla kendilerini dışarı atmıştı.O dönemde kısada olsa diyalog kurmaktı. bu cümleleri gerçekten öyle Normalden biraz fazla bahşiş düşündüğü için mi yoksa öyle bırakmış olmasına rağmen garson olabileceğini hayal ettiği için mi (Kısa bir sessizlik yaşanmıştı) - Yani?Ne tür projeler üzerinde çalışıyorsun? “ İnşaat işleri üzerine...”diyerek bu konuyu kapatmak istiyordu ;ancak karşısındaki nazik adama saygısızlık yapmamak için birkaç açıklayıcı cümle daha söylemek istedi. 20 yazdığını bilmiyordu.Fakat şimdi kelimeler görüntüye eşlik ederken , yüzleşme zamanı geldiğinde artık nereye gelmesi gerektiğini biliyordu.Sokağa bir kez daha baktı.Güçlü hafızasında mekanı nasıl bulacağını şifreleyip ,açtığı yeni dosyaya usulca yerleştirdi. Amsterdam ’ın herkes tarafından bilinen meşhur coffie-shoplarının sıra boyu bulunduğu sokaklara geldiklerinde kalabalıklar da kümeler halinde belirmeye başlamıştı.Nedense Martin’in kendisini buraya getireceğini beklemiyordu.Daha çok sakin ve şık bir mekanda şarap içeceklerini hayal etmişti kısa zaman aralığında.Onun giyimindeki resmiyet , kelimeleri seçişindeki özen ve aldığı yüksek eğitim zihninde böyle bir çağrışım yapmaktaydı ve resimler birbiriyle örtüşmüyordu.Belki böyle mekanlardan hoşlanmayan ,hatta nefret eden birisi olabilirdim diye düşündü fakat Martin ’inin kendisinden emin bir tavırla onu bu mekanların içine doğru götürmesinde karşı koyulmaz bir yan vardı ve o da bu akıntıya kapıldı. Vitrinlerde sergilenen elbiseler yerlerini bu kez canlı bedenlere bırakmış ,hayatlarında yeni deneyimler ya da anlatılası hikayeler arayan adamlarda birbir bu vitrinlere yaklaşmıştı.En azından Martin ’in burada durmayacağını doğru tahmin etti ;ancak adımlarını atarken gözleriyle şahit olduğu bedenleri incelerken vücut ısısındaki artış hissedilir boyutta idi.O kendisini bu mekanların içine rahatça çekerken ,kendisi istemesine rağmen biraz burada duralım ,hayvani içgüdülerim bedenimi vitrinlere hatta arkasına doğru çekiyor diyemedi.Hatta belki Martin farkeder diye de uzun boyunun avantajıyla başını çevirmeden gözleriyle baktı etrafa.Martin ise oldukça sakin ve sanki etrafında olan biten sıradışılığın dışına çıkmış bir ruh haliyle yürümeye devam ediyordu. Birbirinden farklı kadın bedenleri yavaş yavaş arkalarında kalıyordu.Martin gidecekleri yerin biraz ileride olduğunu belirtirken ,Özgür şık bir mekana gitmemiş olmaları nedeniyle keyiflenmişti.Yaptığı hareketlerin başkaları tarafından denek olarak inceleniyormuş gibi dikkatle izlendiği ortamlardan sıkılıyordu.Gerçi çok da sık böyle ortamlarda yer aldığı söylenemezdi ama iş için en azından böyle mekanlara girip çıkması gerekiyordu.“Geldik ”dedi Martin.Özgür ise düşüncelere dalmış olduğu ve karanlıkta çok net seçemediği için bir an Martin ’in durduğunu farkedemedi.Başını kaldırıp mavi neon ışıklarıyla parlayıp sönen mekanın ismine baktı : “ Smryna ” Şaka mıydı bu?Yoksa Martin bu ismin Yunancada İzmir olduğunu bilmiyor muydu?Buna da pek ihtimal vermedi ;ancak ilk açıklama gelene kadar bir süre bekleyip mekan ismiyle ilgili bir şey söylememeye karar verdi.Dar ve ince sarı ışığın yandığı merdivenlerden yukarıya doğru tırmanırken insanmüzik karışımı sesleri duymaya başlamışlardı. Girişe geldiklerinde kapının sağ yanında vestiyere benzeyen küçük bir mekan ve eski tahta sandalyede oturup sigarasını gözleri kapalı olarak içen siyahi bir adam vardı.Yaz mevsimi olduğu için askılar boştu.Martin ,uyuduğunu düşündüğü adama selam verip içeri yönelirken Özgür acaba adamın gözleri açılacak mı ya da cevap verecek mi (cevap yoktu) diye bir an durakladıktan sonra Martin ’in ardından bara girdi.Gözlerinin karanlığa alışması için bir kaç saniye gerekti sonra her şey daha belirginleşiyordu.Mekan Alsancak ’ta gittiği bir çok kafe-barda kullanılan tahta masalarla dekore edilmişti.Baraka Bar ’a benziyordu biraz ancak burasının isminin neden Smryna olduğuna ilişkin cevaplar aramaya başladı barın içinde.O etrafına bakınırken Martin barmen ile sohbet ediyordu.Kendisini çağırdığında masaların üzerindeki üzüm-incir resimlerinin iç içe geçtiği örtüleri farketti ve Smryna isminin en azından onun bilmediği başka bir anlama gemediğinden bir kez daha emin oldu. ‘ Seni arkadaşım Nico ile tanıştırmak istiyorum ’ dedi Martin.Uzun burunlu(Karadeniz ölçeğinde)beyaz suratlı ve sadece sakalı olan(bıyıklarını ayrıca kesiyor olmalıydı)barmen gülümseyerek selam vermişti.Martin “ İkinizin ortak bir tarafı var sanırım.İkinizin babası da Yunan ve İzmirli ”dedi.Nico ile gözgöze geldiğinde biraz konuşunca ve belleklerini anlatılan hikayelerle zorlayarak ortak bir geçmişte buluşacaklarına emindi.“ Öyle mi çok memnun oldum,gerçekten enteresan ”diyebildi. “ Bir başka zaman bu konuda sizinle konuşmayı çok isterim ancak gördüğünüz gibi şu an yoğunum ve ben de tanıştığımıza memnun oldum ”diye yanıtladı barmen. “ Başka bir zaman neden olmasın ” dedi Özgür ve Martin ile beraber o an farkettiği başka merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladı. Tahta masalardan birine yerleştiklerinde barda çalan müzik birdenbire Rock parçalardan Yunanca şarkılara dönmüştü.Bunun bir tesadüf mü yoksa hoşluk yapmak isteyen barmenin fikri mi olduğuna karar veremedi.Henüz ne içmek istediğini bile düşünmemişken masaya bir uzo şişesi ,yeşil zeytin ,kavun ,Hollanda peyniri ve fıstık tabağı gelince her şeyin onun tarafından ayarlandığını anlamıştı. “ Biliyorum sen şimdi Rakı olsa daha iyi olurdu diyebilirsin ama ne de olsa Uzo da aynı kapıya çıkıyor.Sen beni ağırladın ben de burda belki biraz seni evinde hissettirebilirim.Gerçi geleli henüz bir 21 gün bile geçmemiş ama belki bu ortamı özlemişsindir diye düşündüm ” dedi Martin.Gözlerinin içi gülüyordu ,restoranda da gayet rahattı ama sanki buraya gelince vücut kimyası değişmişti.İnsanların kendilerini rahat hissettikleri mekanlar vardır , orada daha rahat konuşurlar ,kendilerini daha iyi ifade ederler.Eğer sevgilinize ilan-ı aşk edecekseniz ne romantik bir mekan bulmaya çalışın ne de klasik yöntemleri izleyin ,size pozitif enerji veren mekanları seçin diye okumuştu bir kitapta.Sanırım bu konuda yazar haklıydı. - Buraya sık gelir misin? - Nico benim eski dostumdur.Üniversitede aynı sınıftaydık ancak okulun son yılı birden mimar olmaktan vazgeçti ve halasının yanına Rodos ’a gitti.O dönemler onu çok özlediğimi itiraf etmeliyim.Hatta bir keresinde dayanamayıp temmuz tatilinde aileme bile haber vermeden onu görmeye Rodos ’a gitmiştim.Orada taverna işletmeye başlamıştı.Amcasından kalma bir yerdi sanırım.Sürekli aklını çelmeye çalıştım Amsterdam ’a dönmesi konusunda ve sonunda da başarılı oldum.Bu mekanı ona bulan benim ve geldiğinden beri de burayı işletiyor ,ben de arkadaşımı sık sık görme fırsatı buluyorum. - Peki neden barmen olarak çalışıyor burada? - Nico çok çalışkan ve titiz biridir.Geçen hafta barda çalışan kişi müşteri ile tartışınca Nico da onu işten çıkardı.O kişiyi işe alırken yeteri kadar iyi değerlendirme yapmadığını düşündüğü için de en az iki hafta olmak üzere kendini cezalandırdı ya da onun tabiriyle yeni adayın nelere hazırlıklı olması gerektiğini anlamak için barda çalışmaya karar verdi. - Film yıldızlarının rollerine hazırlanırken oynayacakları karakterler hakkında araştırma yapmalarına benzeyen bir durum bu ama hoşuma gitti bu fikir. - Vaktin olduğunda bence Nico ile sohbet etmelisin ortak bir çok yanınız olduğunu düşünüyorum ben.Ayrıca sohbeti de bol biridir ,ne de olsa adam bar işletmecisi. - Tabi neden olmasın.Hiç duymadığımız hikayeler dinlemek hiçte fena olmaz hani. Bardaki insanlara baktığında Nico ’nun tavernasını özlediğini düşündü Özgür ;çünkü artık burası başka bir yer haline dönüşmüştü.Kültürel öğeleri dekor anlamında muhafaza etmeye çalışsa da müşterilerin taverna kültüründen habersiz oldukları gayet açıktı.Hatta kafayı bulmuş bir çok insanın nerde olduklarının farkında dahi olmadıklarına emindi.Her şeye rağmen halen şık bir mekanda olmadıkları için keyfi yerindeydi.Martin ’in Uzoyu bardaklara dolduruşu ,yutmadan önce ağzında ezmesi dikkatini çekmişti. - Peki sen onu Amsterdam ’a geri getirmeyi başardın ama iki yıl kadar İstanbul ’da yaşadığını da söyledin.Bu hangi döneme denk geliyor? - Aslında iki süreçte beraber işledi diyebiliriz.Ben ilk Rodos ’a gittiğimde dönerken onun benimle hemen geleceğini düşünmüştüm.Hatta dönüş için uçak biletini bile ayırtmıştım ama olmadı.Nico orda bir hayat kurmuştu kendisine ,benimle gelmek istemedi.Bir tartışma yaşadık ve benim İstanbul ’da kaldığım süre boyunca da konuşmadık açıkcası. - Anlıyorum.Neyse her şey düzelmiş ve eski dostlar yeniden biraraya gelmiş nihayetinde. - Evet.Aman nazar değmesin tahtaya vuralım ve hadi içelim Martin ’in keyfi iyice yerine gelmişti.Bunda hafif çakırkeyif olmasının etkisi de vardı tabiki ama görüntü olarak tam bir kuzeyli olmasına rağmen tipik Akdeniz insanı hareketleri ile şaşkınlık yaratıyordu.Kısa süre sonra yunanca şarkılar yerini yeniden rock parçalarına bırakmış ,onlar da uzonun dibini göresiye kadar içmişlerdi.Etrafındaki insanlara baktığında Finlandiya yapımı bir filmde izlediği sahnelerden biri geldi gözlerinin önüne Özgür ’ün : Yalnızlık diz boyu olmuş ,insanlar kendilerinden kaçmak için şehrin en karanlık ve kenarda kalmış barlarında sanki sözleşmiş gibi toplanıyorlardı.Tüm gece içmelerine rağmen birbirlerine baktıklarına içlerindeki çirkin çocuk yalnızlığı bir türlü saklayamıyorlardı. - Bu akşam gerçekten çok güzel zaman geçirdim Martin ama daha fazla içmeden otele dönsem iyi olacak ,yatmadan önce aramam gereken kişiler var ve de ayrılmaz bir parçam olan bilgisayarıma bakıp gelen e-mailleri cevaplamam gerekiyor.İstersen sen keyfini hiç bozma ben gideceğim yeri bulmakta sıkıntı çekeceğimi sanmıyorum. - Hayır Özgür seni ben bırakırım.Ben de çok keyifli bir akşam geçirdim sayende ve daha fazla içmeden durmak da yaşadığımız keyife keyif katar düşüncesindeyim.İstersen kalkalım. Merdivenleri tekrardan tırmanırken alkolün etkisi adımlarını yukarıya doğru attıkça onları aşağıya doğru itiyordu.Bir ara Özgür yalpalayınca Martin ona sözcüklerle takıldı.Güldüler.Nico müşterilerden biri ile barda sohbet halindeydi.Onların gittiklerini görünce yine iş ciddiyetini bozmamak için kısa cümlelerle veda etmişti.Dışarıya çıktıklarında ilerleyen saatin etkisi ile hava biraz daha soğumuştu.Vestiyerdeki boş askılar geldi birden gözlerinin önüne Özgür 22 ’ün.Ya siyahi adam?Bardan çıkarlarken farketmemişti onun varlığını ,belki de evine gitmiştir diye düşündü.Yolda ilerlerken vücudunun sıcaklık değişimine hemen ayak uyduramaması nedeniyle titremeye başladı.Martin otoparka geldiklerinde kendisini kapıda beklemesini söyledi ve kısa bir süre sonra lacivert bir Volvo ile dışarıya çıktı. - Hangi otelde kalıyorsun? - Otel Amstel Nerede olduğunu biliyor musun? - Biliyorum ,buraya çok uzak değil ,eski bir oteldir orası.Sen mi ayarladın yoksa arkadaşlarından biri mi tavsiye etti ? - Esra isminde bir arkadaşım var.O geçen yıl tatile gelmişti Amsterdam ’a ve benim de buraya gelmem kesinleşince ona sordum kalacak yer tavsiyesi var mı diye.Hiç düşünmeden bu oteli önerdi bana.Gerek konumuna baktığımda gerekse mimari yapısı gayet hoşuma gitti. - Arkadaşın zevk sahibi biriymiş.Yoksa o da mimar mı? (Martin ’in kahkahaları duyulmaya başlamıştı artık) - Hayır değil ,o Sosyoloji Uzmanı olarak çalışıyor ama zevk sahibi olduğu kesin.Fikirlerine çok değer verdiğim biridir ayrıca. - Böyle dostların olduğunu bilmek güzel ,sevindim senin adına. - Peki senin beraber olduğun kişi Martin ,pek söz etmedik ondan.O ne iş yapıyor İstanbul ’da? Özlemiyor musun onu bu kadar mesafede? - Özlemez olur muyum Özgür tabiki çok özlüyorum ama hayat sadece iki sevgiliden ve aşktan ibaret değil bunu da gözardı edemezsin.Biz ilişkimizin en güzel kısmını paylaşmaya çalışıyoruz.Hani yemek sonrası yenen tatlı misali. - Anlıyorum ama yine de zor olsa gerek.Ben senin durumunda olsam ne yapardım inan bilmiyorum ama yine de siz bir ritm yakaladıysanız sorun yoktur tabiki - Haklısın ritm yakalamak ilişkide çok önemli.Buarada bugün onunla neredeyse hiç konuşmadım,kim bilir beni kaç defa aramıştır ancak her zamanki gibi telefonumu yanıma almayı unuttum. - Arada o kadar mesafe var ve senin yaptığına bak Martin. - Haklısın Maatsenein caddesine geldiklerinde otel binası görünmüştü.Trafik ışıklarında beklerken garson kız Inge şimdiden düşüncelerini ziyaret etmeye başlamıştı Özgür’ün.Martin,Volvo ’nun camını açar açmaz içeriye soğuk hava doldu.Arabayı Otelin önünde durdurduğunda ise tekrardan buluşabilmeleri için birbirlerine telefon numaralarını verdiler. - Bu arada Martin aklıma geldi ama sormayı unuttum.Beraber olduğun kişinin adı ne? - Adı mı? - Evet - Adı Cemali sevgilimin ve inan en az senin kadar uzun boylu ve yakışıklı.Ancak birazdan arayıp gönlünü almam gerekecek (Martin yine yeniden gülümsüyordu) - Cemaliye selamlar o zaman.İyi geceler - Sana da Lacivert Volvo köşeyi döndüğünde, Özgür otel merdivenlerini hızla tırmanarak odasına doğru yollandı.Saat 23.30 u gösteriyordu. 23 Alper Bilgili - Engel değildi sakinleşmesi. İşin gerçeği Emine korkunç rüyalarının ilk an yol açtıkları gerilime rağmen gerçek hayatta sıkıntı getirmeyeceğini biliyordu. Hayır, böyle rüyalardan sonra sıklıkla başvurulan “rüyalar tersine çıkar” saçmalığı değildi onu rahatlatan. Emine defalarca kez tecrübe etmişti ki orasını burasını parçalayan ya da koparan kanlı kabuslar, iç ferahlatan rüyalara nazaran felaketlere daha az gebeydi. Bakırköy’de kapılar yeniden büyük bir gürültü ile açıldı. Binenler her zamankinden biraz fazla gibi geldi Emine’ye. Yeni gelenlerin profillerinde bir farklılık yoktu ama. Orta alt sınıfa mensup maaşlıları, giyimlerinden değil yüzlerindeki anlamsız mahcubiyetten de tanımak mümkündü. Şu yanına oturan genç, düşünüyordu. ziyadesiyle muhasebeci olmalıydı. Karşısındaki Rayların dışına anlar. Bilhassa, kadın bir restoranda bulaşıkçıydı çıkmayan bir hemen her gece gördüğü ve yüzüne oranla fazla yıpranmış ellerine araç, sabit bir aklındaki tüm nedensel yasalara bakılırsa. Sonra kendi ellerine baktı hız, beklenen ihanet eden kabuslar onu gerçek Emine. Az sonra her işe izinleri saatlerde beklenen yerde hayatta bedeli ne olursa olsun alınmadan koşulacak ellerine. olunması gibi. Aslında trende çıkacak belirsizlikten kaçmaya itmektedir. Bu Kafasını kaldırıp bulaşıkçı olduğunu bir arızanın dahi bozamayacağı bir ürkekliğinde haksız da sayılmaz hani. düşündüğü kadına gülümsedi. düzendir bu. Tren bozulduğunda Mesela bu gece rüyasında rahminin Karşılık alamadı ama olsun. insanların verdikleri tepkiler aynıdır Emine kaç durak kaldığına baktı. içinde bir ağrı hissetti. Gitgide acıya mesela. Önce o durağın ana durak dönüşen, gözlerinden kan getiren, “Bakırköy, Yeşilyurt” diye fısıldadı. olduğu, dolayısı ile trenin burada boğazını tıkayan bir ağrıydı bu. Az “Bakırköy’ü saymalı mı saymamalı diğer duraklara nazaran daha fazla sonra vajinasından bir şeyin çıkmaya mı?” diye düşünürken sesi gitgide kalacağı düşünülür. Sonra kapıda başladığını hissetti. Elini atıp o kısıldı. Bakışı dondu bu esnada. arıza çıktığına inanılır. Ama bütün Yorgundu. İki gecedir ateşle kıvranan şeyden kurtulma sürecini kısaltmak kapılar aynı zamanda bozulmuş istedi. Ne yazık ki o şey yüzlerce, çocuğu ile sabahlamıştı. Aklına olamazdır ya. En nihayetinde kapıdan binlerce çengelli iğne ile tutunmuştu getirmemeye çalışsa da uykuya dışarı adım atınca kapının rahim yatağına. Çektikçe yeni ve ihtiyacı vardı. Diğerleri gibi gözlerine arkalarından kapanacağı ve trenin daha sivri çengeller ekleniyordu direnmese, kafasını daha önce hareket edeceği korkusunu yenen eskilerine. Nihayet bu kabustan binenlerin saçlarından yağlanmış birkaç kişinin merakı sayesinde bu bağırarak uyandı. Saatin kaç cama dayasa olmaz mıydı? hantal demir yığınının bozulduğu ve “Hayır!” diye irkildi. “Olmaz, olduğunu merak etmesine karşın bir adım hareket etmeyeceği öğrenilir. cesaret edip ışığı açamadı. burada olmaz!” Banliyö trenini ilk kez kullananlar ile Emine, Yedikule durağına Sonra biraz daha sakinleşti sesi. en şüpheci birkaç kişinin de ikna geldiğinde dün gece gördüğü rüya “Evime dönünce… O zaman uyurum. olması ile tren tamamen boşalır. için kaygılanmayı bırakmıştı. Sadece Ne kaldı ki şurada, 7, 8 saat.” Emine düzen tutkusunu evlere benzerlerini defalarca görmesinden temizlikçiliğe gitmesine bağlar. Öyle Sadık Yemni’ye ya tertip düzen sağlamakla geçimini sürdüren bir kadının karmaşadan Gecikeceğini bilmesine rağmen kaçması doğaldır. Oysa, o kabul yarım saat sonra gelecek olan banliyö etmek istemese de bu takıntının trenini bekleyecek, işe onunla altında yatan asıl neden genç kadının gidecekti. Yavaş akan trafikten, tıklım kaostan korkmasıdır. Emine “kaos” tıklım otobüslerden ve kaba, ağzı kelimesinin ne anlama geldiğini bozuk otobüs şoförlerinden sıkılmıştı. bilmez ama o kelimenin Ama tek neden bu değildi banliyö karşılık geldiği trenini tercih etmesinde. Trenin duyguyu kendine has, rahatlatıcı bir düzene sahip olduğunu 24 Yeşilköy’de kapıların son kez açılmasına şahit oldu. Onun için burası son duraktı. Adımını dışarı atmadan yüzüne iğne iğne batan acı rüzgar uykusunu biraz olsun açmıştı. “Bu iyi geldi.” dedi sevinçle. Feriha hanım Emine’yi beklerken sabırsızlanmış balkona çıkmıştı. Hayır, onu sabırsızlandıran şey para ile çalıştırdığı bir kadının işe geç kalması değildi. Feriha Hanım hak tanır, kıymet bilir, sevdikleri için endişe eder bir insandı. “Geldin mi Emine” deyip, neşeyle ve hızlıca kapıya yönelmesi o kadar gerçek ve taklit edilemezdi ki insan sarrafı tamlamasına uzak düşen Emine dahi gösterilen sevginin farkına varmıştı. Feriha Hanım Emine’nin giyinmesini bekledi, geçen haftalara oranla daha hızlı bir şekilde nelerin nasıl yapılması gerektiğini anlattı. Sonra “Biraz acelem var tatlım, çocuğun veli toplantısı varmış. Sen işini bitirince kapıyı çekip gidersin.” diye ekledi. Emine hemen işe koyuldu. Çalışmaya kendisini öyle kaptırmıştı ki kadının gittiği zamanı dahi hayal meyal hatırlıyordu. Acaba kadın giderken onu uğurlamış mıydı? “Galiba hayır.” diye düşünürken o tahrik edici hacimli koltuğun üzerine damlamış lekeyi çıkarmaya çalışıyordu. Koltuğun davetine daha fazla kayıtsız kalamadı Emine. “Gözümü dinlendiririm” diyerek de kendini kandırdı. Gözlerinin arkası uykuya geçeli çok olmuştu. Son kalan kale göz kapaklarıydı. O kaleler düşünce Emine hızla o korkutucu ve gerçek olması hayli muhtemel rüyalara uzandı. Emine psişik güçlerinin farkına varalı çok uzun zaman olmuştu. İstanbul’a taşındıkları ilk gün, yani yaklaşık 15 yıl önce başlamıştı her şey. İlk defa o gün evi dışında bir yerde uyumuştu. Rüyasında onları evinde ağırlayan amcasının bir iş kazası sonucu kolunu kaybedeceğini görmüştü. Rüyanın gerçeğe dönüşmesi için iki hafta geçmesi yeterli idi. Üç yıl aradan sonra gördüğü kabusta ise amcasının kızı Meltem memelerini mahallenin erkeklerine elletirken babasına yakalanıyor, feci halde cezalandırılıyordu. Yazık ki bu da gerçek olacak kabuslardandı. Ancak her şey çabucak netleşmeyecekti Emine’nin kafasında. Örneğin neden kendi evinde gördüğü kabuslar gerçek olmuyordu? Bu aykırı durum amcasıyla mı ilgiliydi yoksa Emine geçici olarak kaldığı evlerde mi görebiliyordu bu gerçek çıkan kabusları? Birkaç denemeden sonra her şey gün gibi açıktı. Emine gerçekten de sadece ziyarette bulunduğu evlerde ve sadece ev sahibinin başına yakın zamanda gelecek felaketleri görebiliyordu. İşte o gün bugündür Emine başka birisinin evinde uyumaya korkar olmuştu. Emine kendi evine taşındıktan sonra büsbütün rahatlamıştı. Aynen köylerindeki evlerinde olduğu gibi evde gördüğü kabuslar gerçek olmak bir yana çoğunlukla beraberinde mutlu anlar getiriyordu. Taa ki… Emine zilin sesiyle aniden uyandı. Bir an nerede olduğuna anlam veremedi. “Kahretsin!” gibi bir şeyler geveledi. Korkudan sesi çok çıkmıyordu. Şu an rüyayı hatırlamıyordu ama birkaç saat sonra her şey netleşecekti kafasında. Bu esnada kapı zili birkaç kez daha çalındı. Gelen kişinin kim olabileceğini düşündü Emine kapıya varıncaya kadar. Aslında Feriha hanım dışında herkes olabilirdi gelen. Volkan bey zorunda kalmadıkça anahtar kullanmazdı. Çünkü eve geldiğini anlaması için zili çalması, eşinin onu güler yüzle kapıda karşılaması gerekirmiş. Belki de adam sadece üşeniyordu da, Feriha hanım Emine’nin gözünde küçülmemek için böyle bir neden uydurmuştu. Oysa Emine, Feriha Hanım ile eşi arasındaki ilişkiyi kendi ilişkisi ile kıyaslamak bir yana zerre kadar umursamıyordu. Kapı açılıp da Emine’nin simetrik, saf yüzü belirince Volkan bey önce ne yapacağını bilemedi. Elini uzatması, hatta hatırını sorması dahi karşısındakini şımartacak, merhaba dememesi ise kaba kaçacaktı. Orta yollu bir gülümseme ve ona eşlik eden bir selam mırıldanması ile içeriye yöneldi Volkan bey. Emine kapının arkasında kala kalmıştı. Rüyayı hatırlamaya başladığı zamanlarda olduğu gibi sessizleşmiş, titrek bakışlarını Volkan bey’in sırtına dikmişti. Evet! Şimdi emindi Emine. Rüyasında gördüğü adam Volkan beydi. Kapıdan girip arkasını dönünce görüntü birebir oturmuştu. Kafasının üstünde saçları iyice seyrelmiş, paytak paytak yürüyen bu adamın başına kısa zaman sonra bir felaket gelecekti. Şimdiye kadar hep böyle olmuştu. Bu tecrübenin verdiği eminlik Emine’nin titremesine yetiyordu. “Pardon, neydi adın?” “Emine.” “Kahve yapar mısın Emine?” Adam kurduğu cümlelerdeki inceliğe karşın itici bir yana sahipti. Sanki efendilerin varlıklarından utandıkları en aşağılık kölelerine 25 bakışları vardı gözlerinde. Ama merak etmeyin. Emine sizin kadar aldırış etmiyordu bu haksız ve temelsiz hiyerarşiye. Bir yerlerde bu konuda bir şeyler çalınmıştı kulağına. Canı sıkıldıkça aklına onu getiriyordu: “Seni köylü diye aşağılayan en fazla 50 yıl önce göçmüştür bu şehre. Hoş 500 yıl önce göçse ne olur? İnsanlık ikamet kağıdıyla mı oluyor?” Muhtemelen kardeşinin şu anarşist mi dinci mi olduğu belli olmayan, saçı sakalına karışmış arkadaşlarından birisiydi bu cümleleri kuran. “Yandım!” diye bağırmak istedi Emine. Ama kendi evinde olmadığını hatırlayıp hem sesini hem de ocağın altını sonuna kadar kıstı. “Tabii ya, yanmak…” Rüyanın devamı geliyordu galiba. Birileri yanıyordu. Muhtemelen Volkan bey. Sonra şunu hatırladı Emine. Volkan bey yanarken üzerinde aynı renk; lila üzerine beyaz çizgili gömleği vardı. Bu ürkütücü bir durumdu. Emine kahveyi haberlere dalmış adamın önündeki sehpaya bıraktıktan sonra hemen koşup Volkan bey’in dolabına yöneldi. Genç adamın başka lila üzerine beyaz çizgili gömleği var mı diye bakmak için. “Yok! Yok işte! Allah’ım yardım et ne olur!” Emine bir an durdu, aynada kendine baktı ve sakinleşmesi gerektiği telkininde bulundu. Tamam, adamın başına felaket bu gömleği giydiği gün gelecekti ama bu o felaketin bugün olacağı anlamına gelmezdi ki. Belki bu gömleği haftaya giyecek, o gün yanacaktı. Yok eğer felaket bugün gerçekleşecekse hala vakti vardı Emine’nin. Elini çabuk tutup evden uzaklaşabilir, ev sahibinin başına gelenleri yarın televizyondan takip edebilirdi. Bu fikir aklına yattı genç kadının. Hemen giyindi. Her şey hazır sayılırdı gitmek için. Ama “Hayır!” dedi Emine. Vicdanlı kadındı. Gitmeden önce ev sahibine vefa borcunu ödemek istedi. Belki Volkan bey bunu çok hak etmiyordu ama ortada bir de Feriha Hanım ve içinde en geç 7 ay sonra doğmayı planlayan ikizleri vardı. İşte bu ulvi amaç ona ilk defa sonucunu gördüğü bir olayı engellemeye itti. Daha fazla düşünmeyip derin bir nefes alan Emine kendisini salona attı. Volkan bey’e döndü. Bakışlarını ilk defa bu kadar doğrudan yöneltmişti adama. “Gidiyor musun Emine?” “Evet, ama gitmeden şu gömleğinizi de yıkasam diyorum.” “Tamam sen git. O sorun değil. Çok kirlenmedi. Zaten akşam dışarı çıkacağız, orada da giymeyi düşünüyorum.” “Ama Volkan Bey, tertemiz gömlekler var içeride. Birisini getireyim. Böyle kirli kirli olur mu?” “Olur, sen takma kafana. Akşam mangala gideceğiz. Temiz gömleğe yazık. Zaten ben boynumu sabunlu suyla silmeden gömlek giymem.” “Beyefendi ne olur!” derken umudunu yitirmiş görünüyordu Emine. Galiba kader böyle bir şeydi. Bazı şeyleri engellemek olanaksız mıydı gerçekten? Dış kapıya yönelen Emine dengesini kaybedecek kadar aniden durdu. Birden ve heyecanla salona döndü. “O zaman ütüleyeyim. Ne olur! Sonra Feriha hanım beni sorumlu tutacak buruşuk gömleğinizden.” Volkan bey kadının inatçılığından mı bezdi yoksa hafif uzandığı için gerçekten buruşmuş gömleğini kendine yakıştıramadı mı bilinmez. Gömleği hırsla çıkardı, öfkeyle buruşturup bir şey söylemeden Emine’ye attı. Emine o esnada insanların nankörlüğüne bu denli yakından şahit olmanın iç bunaltıcılığı ekşiliğini tadıyordu. Ütü odasında, güzel kokulu çamaşırların arasında işe koyuldu Emine. Şüphenin iyiden iyiye dürtmeye başladığı Volkan bey’i gerçekten ütü yaptığına inandırmak için bol bol buhar kusturdu makineye. Sonra gömleği çantasına attı. Evden çıkmadan önce son bir kez salona yöneldi. Volkan bey’e “Gömleği dolabınızdaki askıya astım” demek niyetindeydi. Oysa genç adam o aynı tahrik edici kanepenin üzerinde uyuyakalmıştı. Horlamasına bakılırsa uykusu derindi. Ama genç adamın uykusunun derin olduğunu gösterecek asıl kanıt, ütünün doğurduğu alevlerin homurtusunun dahi onu uyandıramamasıydı. 26 Handan Kalsın - Çikolata Böceği Çikolata ve böcek kelimeleri yan yana gelince iğrenç duruyor farkındayım fakat bunu anlatmak zorundayım. Şehrin gürültüsünden uzak; kasaba ve köy arasında sıkışmış, taşra için güzel sayılabilecek bir apartman dairesindeyim. Hava ölesiye sıcak; üst katlarda yaşamanın verdiği avantajla, camlar bir magandanın kıllı böğrü misali sonuna kadar açık. bir alışkanlığımda yok hani akşamdan kalmada değilim ama gözüm hala arabanın arka kapısında. Bir yanım bir çocuğun inmesini falan bekliyor ya da yaşlı bir karı kocanın böcek soyundan. Allahtan ki olmuyor… bilmiyorum ama kahpe penceremin pervazına dirseklerimi dayamış tobleronlarımı yerken çikolata böceğinin yakın bir gelecekte Noel Baba’nın yerini alacağından eminim. Biraz sonra salonun orta yerinde masanın üzerine benim tarafından gelişigüzel el hareketleriyle park edilmiş bir araba, kardeşimin bebek evinin koltuğunda bacak bacak Az önce içeri el kadar dört beş üstüne atmış vaziyette oturan iki tane araba girdi; havada asılı kaldıktan böcek lisansız bir sohbete dalmışız. sonra tıpkı Erkan Yolaç’ın Mehter Aramızda telepatik bir iletişim söz Marşıyla gelip İzmir Marşıyla konusu. Onları serbest bırakacağım uğurlanan seyircileri misali geldikleri fakat aklım kaldığı kadarıyla gibi gittiler. Oyuncak olduklarını karmakarışık. Az önceki magandadan sanıyorum, neden sonra kanatsız bir eser yok, pencereler şimdi bir oyuncağın en azından bu tip bir yerde bakirenin utangaç edasıyla sımsıkı havada kalamayacağını düşünüp kapalı. pencereye doğru seğirtiyorum. Pervazın önünde demin gördüğüm Cep telefonumu almak için arabalardan bir tanesi duruyor, arkadaki odaya gidiyorum. önündeyse ölü bir solucan kalıntısı. Döndüğümde gördüğüm manzara Tam elime almak için uzanırken şoför dudak uçuklatan cinsten. Masanın mahallinin açılıp içerisinden bildiğimiz üzerinde envai çeşit çikolata hamamböceğine benzer bir böceğin istiflenmiş bir biçimde bana bakıyor. dik bir biçimde yürüyerek solucana Erkek böcekse kollarını kavuşturmuş doğru ilerlediğini görüyorum. Yok görevini başarmış olmanın verdiği artık, daha neler? Arabayı elime alıp gururla sırıtıyor. Evet yanlış pencereyi hızla kapamak amacım, o duymadınız, sıı-rıı-tıı-yoor! İyi de bu kadar ahlaksızlaştım mı? Bir çikolataların hepsinin ambalajı var. böcekten araba çalma girişimi bu, Tobleronelardan mısır piramidi bile boru değil. Aracı arkasından kavrayıp yapmış abajur kadar. Nasılını içeri çekmemle, böcek panik halinde düşünecek halde değilim, hiç değilim. el kol işaretleri yapıyor gayri ihtiyari Hızlıca bir Japon usulü vedalaşmadan insani bir alışkanlıkla pardon birader sonra pencereler en kahpe kadınlar misali sağ elimle bildik dur işaretini misali açıldı tarafımdan. Hızla yapıp usulca aldığım yere bırakıyorum uzaklaşmalarını seyrettim bir süre. ki bir de ne göreyim? Öbür taraftan Belkide can havliyle kaçışlarını böceğin karısı inmesin mi?! demeliydim. O böcekler kimdi; bu Birbirlerine sarılıyorlar ve ürkerek çikolataları ne ara yaptılar, onları bana bakıyorlar. Fesuphanallah; kötü serbest bırakmakla aptallık mı ettim 27 Ezgi Gürçay - Kabus Silici Basri Daima Bulur “Kimsin sen?” “Ben gel denince gelenim.” Dakikalarca odadan odaya kaçmalar, hiç bilmediği koridorlarda kaybolmaların telaşıyla akciğerleri oksijen yetiştiremez hale gelmişti. Göğüs kafesindeki sancı artmaktaydı. Kesik kesik soluyordu. “Ben kimseyi çağırmadım. Manyak mısın nesin be?” dedi Ayla gözleriyle çıkış yolu ararken. “Çağırmışsındır bilmezsin.” dedi 2008 yılında kullanıma giren karşısındaki adam. Sesi mesafeli ve dreamrecorder aparatı sayesinde merhamet yansıtmaz bir yüzeye rüyalar kaydedilmeye başlandı. sahipti. Depresyonlu hastalarda ve sara “Nasıl buluyorsun beni her gibi nörolojik rahatsızlıklarda defasında?” manyetik uyarım tedavisine de eş “Basri de bulmaz mıydı seni zamanlı geçilmişti. Daha sonra hep? En kuytu köşelere bile Japon patentli Dreamtwin makinelerini rüyaları bölüşmek için girdiğinde. Altı, yedi çocuk saklambaç oynarken. Biraz yön kullandı. Bu sayede psikologlar hastalarını rahatsız eden kâbusları duygusu, biraz zihin burgusu. O benim işte.” bizzat deneyimlemek şansına Basri’nin ne işi var ya, bu da mı erişmişlerdi. Gece rüyalarına bir çeşit saklambaç, ama ebe olan musallat olan kâbusları defetmek ölüyor diye düşündü Ayla. Az önce için iki yöntem vardı. İkisi de çok adam onu gömleğinin bel hizasındaki yeniydi. Birincisi hastanın beyni kuşağından yakalayıp şiddetle yere civarındaki manyetik alan gücünü savurmuştu. Son anda ayağa biraz artırmaktı. Diğeri de beyne minik elektrik şokları vermekti. Bu kalkmayı başarıp nereye kaçacağını düşünürken ansızın önünde beliren arada tıpkı antibiyotiğe direnç beyaz sakallı bir adam bu taraftan gösteren ve mutant karakter kazanarak ilaçlara aldırış etmeyen çocuğum demişti. O yol gösteren adam birkaç koridor geçtikten sonra bakteriler gibi kâbuslar da direnç peşinden gelmeyi bıraktığında, Ayla kazanmaya başladıklarından seanslar bayağı zorlu geçmektedir. yüz elli, iki yüz kişilik bu toplantı salonuna girivermişti. En dipte Psikolog Safire Kayacı hastalarını sağaltmada manyetik alan kullanan tahtadan bir kürsü vardı. Salon boştu. Ayla sıraların arasındaki boşluktan ekoldendir. Bu tür sağaltıcılara tıp yürüyerek kürsünün yanına gitmiş ve argosunda Kâbus Silici adı arka tarafta bir çıkış kapısı olmadığını verilmektedir. farkederek geriye bakmıştı. Basri’nin silueti kapıda durmaktaydı. Kapana sıkışmıştı. “Ne saklanbacı ulan.” “Yakalayanın yakalananı iptal ettiği bir saklambaç.” “Manyak mısın sen be?” Ayakları harekete geçmekte biraz geç kalmıştı. Bir el saçlarından kavradı, arkaya çekti. Arkaya doğru çekilirken zihni Basri’den kaçılmaz, Basri’den kaçılmaz diye bağırmaktaydı. Haksızlık bu diye düşünürken yere düştü. Düşüşü acısızdı. Ayla bakışları adamın elinde beliren bıçakta çığlıklara boğulurken soğuk metal karnına saplandı. Beyaz gömleğinde giderek büyüyen kanını seyrederken ağzı kımıldamayı bırakmıştı, beyni ise haykırmaya devam etmekteydi. * “Beni her defasında nasıl buluyor anlamıyorum.” Safire, geniş omuzlu kadına beyaz fincana koyduğu iyi demlenmiş papatya çayını uzattı. Yaşadıklarını anlatabilmesi için toparlanması uzun sürmüştü. Son on beş dakika içinde iki kere ağlama nöbetine tutulmuştu kadın. “Sizin nereye gittiğinizi biliyor.” dedi Safire kendisi yeşil çayını yudumlarken. Ayla hanım şaşkınlıkla uzayan yüzünde tabii ki anlamında bir ifade çakmıştı. Yine de çok kafa karıştırıcıydı durum. “En son kâbusun mekânı bitirdiğim liseydi. Okulun spor salonunda başladık. Rüyaların hepsi normal bir başlangıçla kâbusa bağlanıyor. Gülle atıyorduk. 3 yıl gülle atıcılığı yapmıştım o zamanlar. Yarışmalara bile katıldım sonra. Neyse…İşte…Salonun kapısında birden belirdiğinde kovalamaca da 28 başlamış oldu. Ama hiç görmediğim, hiç bilmediğim mekânlar da ortaya çıktı sonra. ” “Lisenin bir türevi yani. Ondan doğan yumrular. Zihniniz kaçabilmek için alan geliştirmiş. O bunu sizinle aynı anda bilebiliyor.” Kadın dikkatle Safire’yi dinlemekteydi. Haklı olmalıydı. O bilgiler olmasa düzinelerce oda ve geçitler arasında nihayete doğru onu bulamazdı. Ayla hanım çok genç bir yaşta büyük bir inşaat firmasının satış müdürü olmuştu. Üniversiteyi bitirdikten sonra Samsun’a dönmemiş ve İstanbul’da kalmıştı. İyi bir iş bulmuş olması, kendisini merak eden ailesine yılda üç dört kez ziyaret karşılığında metropolde kalmasına evet dedirtmişti. Çalıştığı şirketin kiraladığı çok güvenlikli, tek yaşayanlara özel kule evleri bulunmaktaydı. Her katta birbirine benzer çalışan ve bekâr kadın kiracılar yaşamaktaydı. Kiralar astronomikti, ama kazancı bunu çok rahatlıkla karşılamaktaydı. İstanbul’da tek başına yaşamak zorunda olan bir kadın için oldukça yerinde bir tercihti. “Basri, yani o adam, beni her defasında yakalayacak gibi oluyor. Bir müddet boğuşuyoruz. Sonra ben yine bir yolunu bulup kaçmaya başlıyorum. Bir adam, böyle aydınlık yüzlü, beyaz sakallı, kutlu biri filan diyeceğim geliyor nerdeyse, bana bir geçit gösteriyor. Oraya saptığımda bir müddet beni kovalayan adamdan kurtulmuş gibi oluyorum. Ama beni hiç beklemediğim bir yerde yine kıstırıyor. Kendi kanımı seyrederek…” Kadının dudakları titremeye başlamıştı. Safire çayınızı bitirin, iyi gelecek diye avutmaya çalıştı. Aslında yaşadığı durum çok feciydi. Adam kadını her defasında yakalayıp hunharca öldürmekteydi. Ayla hanım bir aydır istisnasız devam eden kâbuslar yüzünden işe gidemeyecek hale gelmişti. Geceleri mümkün olduğu kadar ayık kalmaya çalışması yüzünden işyerinde şiş gözlerle gezinmesi şirketin sahibinin dikkatini çekmiş, uzun bir tatile çıkması salık verilmişti. O da doğruca Safire’nin muayehanesinin yolunu tutmuştu. Safire bu olayın zihinde yer edinmiş saldırıya uğrama korkusuna dadanan bir virüs çeşidi olduğunu tahmin etmekteydi. Bol kamera ve personel korumalı kafes evler tercih etmek boşuna değildi. Bu İstanbul’da yaşayan yalnız kadınların bir çoğu için mevcuttu. Evrim geçirerek mutanta uğramış kabus virüsleri artık küçücük endişe ve korkulardan bile bünyelere sızabilmekteydi. Kanser ve kalp rahatsızlarından sonra dünyayı tehdit eden en önemli hastalıklardan biri haline gelmişti kâbus nesneleri. Epidemi beklentisi, yetkilileri ve bilimadamlarını yılda bir kez çeşitli ülkelerde düzenlenen toplantılar yapmaya sevk etmişti. “O, Basri denilen adamı bile araştırdım. Adı geçince… Eski mahalle arkadaşımı. Belki… Kendi halinde, iki çocuklu, sıradan bir hayatı varmış.” Ayla hanımın Basri dediği adam kadının küçükken oynadığı arkadaş grubundaki çocuklardan biriydi. Kâbus nesnesi onu yakalamak üzereyken Basri’den söz ettiği için kâbustaki kovalayan adam da Basri adını almıştı. Kâbuslar dayanılamayacak kerteye geldiğinde kız Samsunda’ki bir tanıdığını arayarak Basri’yi araştırmasını istemişti. Belki işte bir parmağı vardır düşüncesi dayanılmaz ağırlık yapmıştı. Küçükken cinlikle parıldayan gözlere sahip bu adamın ilçe postanelerinden birinde masabaşı iş yaptığını öğrendiğinde Ayla’nın korkusu hayal kırıklığına dönüşmüştü. Çocuk okulda matematik ve fen bilgisi birincisiydi. Yoksul bir ailesi vardı. Belki okutmaya imkanları olmamıştı. Bilmiyordu Ayla. Ama Basri mahallede saklambaç oynadıkları zamanlar o nereye saklanırsa saklansın bulurdu. Nasıl bulduğunu sorduğu bir gün seni iğne deliğine de saklansan bulurum demişti. Ne sesi, ne de zekilik çakan bakışları tehdit edicilikle yüklüydü. Böyle basit bir şeyden dolayı öğünebilecek bir çocuksuluğa sahipti. Safire muayenehanedeki küçük mutfakta fincanları yıkarken olanca gücüyle düşünmekteydi de. Her kâbus kadını ele geçirişiyle bitmekteydi. Bir şey yapacaksa Basri’nin onu ele geçirmesinden önce halletmeliydi.Safire 2’ye ihtiyacı olacaktı yine. Ama önce kendisi gidip bir ortalığı müşahede edecekti. Aparat ve muayenehane yataklarının olduğu odaya döndüğünde Ayla hanım daha iyi görünmekteydi. Papatya çayının on beş dakika içinde yoğunlaşacak tesirine, Tryptophan’ın gevşeticiliğini ekleyecekti. Yoksa bu gerginlik ile sağaltmaya geçmek zaman kaybına yol açabilirdi. “Ne yapacağız peki?” diye sordu Ayla hanım. “Bir yol deneyeceğiz.” dedi Safire. “Sizi toplam iki kere yakalıyor demiştiniz değil mi? Heyecan artsın diye mahsus bile bırakıyor olabilir. Burdan bir giriş yapabiliriz. Ben 29 hazırlıklara başlarken siz de iyi düşünün. Mekân olarak çok geniş bir yeri seçelim.” Ayla metal başlık takıldıktan beş saniye sonra uykuya daldı. Safire kadının beyninin etrafındaki manyetik alan gücünü ayarladı ve aparattaki ayarları inceledi. Hastasının beyin dalgaları saniyede 11’lik tura gelmişti. Alfa dalgaları. Hücrelerdeki oksijen artırılmıştı. Kadın rahatlamış bir durumda yatmaktaydı muayene yatağında. etti. Reyonların ardı arkası gelmemekteydi. Kaçtıkca uzuyor onlar. Karnabahar ve brokolilerin parlak ışıklar altında parladığı yerde durup etrafını kesmeye başladı. Kimse görünmemekteydi. Az dinlenip soluk aldı. Şarküteri kısmı sağlamdı. Kedi, köpek mamaları tarafı ise çok kalabalıktı. Tehlike sarı ışık yakmaktaydı. Adamın nerden çıkacağı belli olmazdı. Birden on metre ilerisinde kırmızı tişörtlü satış elemanı eline aldığı megafonla çağrı yapmaya başladı. * “Binbirmal’ın sevgili müşterileri. Şu andan itibaren on dakika kadar Ayla, kapıyı açıp içeri girdi. muz reyonunda indirim vardır. İthal Kasalarda uzun kuyruklar halinde muzun kilosunu 4 ytl’den 3.100’ insanlar bekleşmekteydi. Mahşer çektik. Sadece on dakika içinde kalabalığı derdi birkaç sene önce ölen alanlara. Koşun.” babannesi görseydi. Ayaklarına Adamı izlemekte olan takım tekerlekli paten giymiş hepsi yirmi ganimet bulmuş gibi muzların olduğu başlarındaki görevliler reyonlar tarafa üşüşmüşlerdi. İçlerinden bir arasında ürün bırakıp alıyor, grup durduğu reyonun arasından muz birbirleriyle ayak üstü laflıyorlardı. cennetine akın etmek için Ayla birden biraz sonra arkasından yaklaşmaktaydı. Sadece aralarında bıkıp usanmadan kovalayacak olan beş adım mesafe kaldığında adamı hatırlayınca temizlik içlerinden birinin Basri olduğunu malzemelerinin olduğu kısma daldı. farketti. Arkasını dönüp kaçmaya Çok gıcırdatanlar ve pırılpırıl yapanlar başladı. Geç kalmıştı. Adamın reyonun çıkışında bir cam arkasına soluğunu ensesini yalamaktaydı. serilmiş kuru yemişler oldukça taze Ağzından dökülen homurtu tam görünmekteydiler. Kaçışiştanım çok kulaklarını dibindeydi. Tam reyonu renkli diye düşündüğü an sola doğru dönüp sağa saparken adamın eli sapmaktaydı da. Arkasını sürekli omzundan kavradı ve geri çekti. Öne kesen gözleri son anda adamı tanıdı. seğirten ayakları brbirine dolanarak Oyun başlamıştı. Deli gibi fırladı. yere kapaklandı. Yüzünü çevirip Yanlarından hızla geçen kadını gören üzerine çöken adam ellerini gırtlağına yok gibiydi. İnsanlar bol bol ürün dolarken sesi mağazadaki her köşeyi yokluyor, bol bol mamul kapladı. Ayla yanından geçen ayakları seyrediyorlardı. Ayla arkasının yan gözlerle görebilmekteydi. Gelip döndüğünde kimseyi göremedi ama geçenin yerde yatıp birbirlerini belli olmazdı. Adamın antenleri tartaklayan iki tipi gördüğü yok niyetine kurulmuş demişti doktoru. gibiydi. Boğuşmaya başladılar. Başını sağ tarafa çevirdiğinde bu Yanlarından geçen bir kadın yardım sözü kanıtlar bir şekilde Basri’nin isteğine kızının gözlerini kapatıp “Sen dimdik kendisinden tarafa yaklaştığını bakma yavrum” diye cevap verdi. gördü ve bir çığlık attı. İlerde birkaç Ayla uygun bir an bulup kafa onun olduğu tarafa dönmüş, Basri’nin hayalarına tekmeyi sonra ekmek çeşitleri seçimine basıverdi. Adam ellerini pantalonunun devama koyulmuşlardı. Ayla etrafına önünde birleştirip dizlerinin üstüne hızla bakıp dümdüz koşmaya devam çökünce tabanları yağlamanın tam zamanı diye düşündü. Köşeyi dönerken adamın dizlerine abanarak ayağa kalktığını görünce kurtuldum düşüncesi fena halde sönüvermişti. Ayla kasaların hizası boyunca koşmaya başladı. Ama ayakları ağır çekime girmişti yeniden. Sanki o koşarken altından yer de geri çekilmekteydi. Ya da o spor aletlerinden birine binmiş, ölümü pahasına kalorilerini atmaya çalışmaktaydı. Arkasına baktığında Basri’nin yalpalaya yalpalaya öne doğru yürüdüğünü gördü. Nereye kaçacağını düşünürken mağazanın hoparlörlerinden bir ses yankılandı. “Zaman az. Mağazamızın sıkışık durumundaki hanfendi müşterisi. Yol açın kendinize. Sağa dönün ve merdivenleri çıkın. En fevkalade indirim seansımız başladı. Kurtuluş marka donlarımız 5 lira.” Ayla’nın zihni bu işte bir yanlışlık olmalı sinyali veriyordu. Yerli don markası duymaya alışık değildi. Yine de Gözde, Yıldız ya da DoReMi’ye tamamdı, ama Kurtuluş? Ayla’nın ayaklarından daha süratli işleyen beyni, anonstaki anomaliyi anlamıştı. Elinden geldiği kadar süratle merdivenlere yöneldi. Basamaklardaki adımlarını çok yavaş ve gülle gibi ağır bulmaktaydı. O merdivendeki son basamağa geldiğinde iki şeyi birden görmüştü. Birincisi köşeyi dönmüş olan Basri az önceki darbeden etkilenmemiş adımlarla yaklaşmaktaydı. İkincisi de kendisine daha yakın olan en son reyonda köşede beyaz kotlu, yarım kollu dar badili bir kadın kendisine bakmaktaydı. Kadın koşun işareti yapınca Ayla’nın beyninde Safire ismi patladı. Kadın kendisi için burdaydı. Arkasını dönerek haydi kızım Ayla dedi. Kendisini birinci kata çıkaracak ikinci merdivenlere basmıştı. * Safire anons başladığında bembeyaz sakallı yüzü ışıklı adamın 30 az ilerisinde durmaktaydı. Ayla’nın tariflerinden zihninden böyle bir adam sağmıştı. Az önce durduğu bakış açısından Ayla’nın Basri’ye bastığı tekmeyi görmüş ve bunun ilk hamle olduğunu anlamıştı. Tam o saniyede elindeki megafona yukarıya kaçış işaretini veren adam mağazadaki en uygun yeri onlara haber vermişti. Dönüp baktığında adamla gözgöze geldiler. Adamın hatlarını genel olarak seçebilmekteydi. Varlığımı okuyabiliyor diye düşündü Safire. Fakat o bana ne kadar açıksa ben de ona o kadar açığım. Görevin burda teslim edildiği açıktı. Safire kumandasına basarak kâbus mağazası cangılından sıyrıldı. Doğruca bilgisayarına yöneldi. Bir sağaltma seyansı hastaya zarar vermemek için en fazla 80 dakika sürebilirdi. Geri kalan zamanı çok ustalıkla kullanmalıydı. Muayenesinde hazır bulunan Ayla hanımın nümunesine, diğer örneği de eklemek için hesaplarına göre en fazla 10 dakika harcayabilirdi. * “Kurtuluş donları o tarafta hanfendi.” Ayla beyaz sakallı yol göstericisinin işaret ettiği yere doğru seğirtirken zihni adamın yüzündeki ufak değişikliği belli belirsiz sezdi. İlerde bir grup kadın ellerini kumaş yığınının içerisine sokmuş yüzlerinde huşu yüzdüren ifadelerle karıştırmaktaydılar. Renklerin çığırtkanlığı poposunun arkasına tüfek dipçiği gibi oturan herif olmasa, nerdeyse Ayla’yı da kendisine doğru çekecekti. Fiyatlar inanılmaz ehvendi. “Şundan kurtul, ondan sonra tepe tepe alışveriş yaparsın kız” sesine uyarak iç giyim yazan tabelanın yanından geçti. Safire sakalını kaşıyarak saatine baktı. Rüyada zaman akışı çok hızlı olabilmekteydi. Sadece 6 dakikaları kalmıştı. Adam buralarda bir yerde olmalı diye düşünürken çelik tencere takımlarının bulunduğu mutfak eşyaları bölümünden Basri’nin geldiğini gördü. Dimdik yürümekteydi. Safire Ayla’nın girmiş olduğu reyona koştu. Kadın ilerde şaşkın şaşkın etrafına bakınmaktaydı. Çünkü başka kat ya da kapı yoktu. Kurtuluş donlarının olduğu yerde iş çözülecek düşüncesi yolu tüketmişti. Bir işaret bekler gibi gözleriyle etrafı taramaktaydı. İlerde bir grup kadın bu yazın çizgilerini taşıyan son moda bikini ve mayoları teftiş etmekteydi. Safire işte tam şimdi diye düşündü. “Hoparlör hemen elime gelsin.” Safire saatine baktı son üç dakikaydı. Elinde beliren hoparlörü ağzına götürdü ve seslendi. “Dikkat dikkat baylar bayanlar. Bu kaçmaz. Kurtuluş marka donlar. İkinci şok indirim. 1 liraya. Gerçek ipekli ve satenden. Şortlu, normal ve ipliler. Kaçırmayın.” İçlerinden zebella gibi olan bir iki tanesi anında komutu almış az sonra tükenecek olan mallardan en fazlasını götürebilmek için bordo renkte bir örtü ile sarılmış yuvarlak sepetin etrafını çevirmişlerdi. Safire dönüp arkasına baktığında Basri on metre ötede yeni yeni içeri girmekteydi. Kurtuluş adını duymuş olan Ayla hanım da iç çamaşırların yerleştirildiği sepetin etrafını saran kadın halkasının olduğu yere yönelmişti. Safire hızlı hızlı koşarak kadına yetişti ve omuzunu tıpışladı. Kadın olduğu yerde zıplamıştı. Arkasına dönüp bakınca gözlerinde siz miydiniz işareti yandı söndü. “Şimdi hemen şu yuvarlak sepetin altına girin çocuğum.” Safire bunu derken tombul bacaklı kadınların altına doğru eğilip örtüyü kaldırmıştı bile. Birkaç tanesi homurdanarak ama bakışlarını da mamullerden çekmeden yer açmışlardı. Suratı korkudan bembeyaz kesilmiş olan Ayla da Safire’yle beraber eğilmişti. Safire kadını konuşturmadan içeri doğru ittirdi. Ayla arkasını döndüğünde ayarladığı program gereği Safire’nin sakalı gitmişti. Gittikçe genç bir kadın halini almaktaydı. İnşallah bu dar zamanda Ayla hanım ne oluyor diye itiraz etmeyecekti. “Düşüncelerinizi başka tarafa yöneltin Ayla hanım. O satacağınız daireden alacağınız yüzdenin hayalini kurun mesela.” dedi Safire. Artık karşısında gittikçe anımsadığı bir yüz şekillenmekteydi. Karşısında konuşanın Safire olduğunu anlamıştı. Safire örtüyü indirmeden önce “Az kaldı.” diye fısıldadı. “Sadece 2 dakika. Dananın kuyruğu koptu kopacak. Rüyadan çıkmak üzereyiz. Sesinizi çıkarmadan bekleyin ve bana güvenin.” Ayla hiç bir şey demeden başını hızlıca sallayarak tamam işareti verdi. Ve gözlerini kapatıp o daireyi satacağı genç sevimli çifti düşündü. İnşallah buradan çıkacaklardı az sonra. Safire başını kaldırdığında elbiselerin durduğu yerde duvara asılmış aynada gördüğü yansımasının sahiciliğinden memnun etrafı kolaçan etti. Basri ile arasında on adımlık fark kalmıştı. Sağa doğru sapıp adamın dikkatini kendinden yana çekti. Adam onu gördüğünde yüzündeki ikinci bir anlam katmanının belirmemesi iyiye işaretti. Aynadaki sahicilik Basri’ye yansıyanla bir olmalıydı. Arkasını dönüp katın bittiğini yere bakarak elindeki programı çalıştırdı. Burdan öteye yol kurulsun. Ninemin mahallesindeki o Güldürakan yer. Çocuklarla oynadığım. Dolambaçlı yollar gelsin önüme konsun. Safire birden bire beliren basamaklardan inerken Basri de merdivenlerin başında bitmişti. Kollarını yakalamak ister gibi biraz da acemice sallamaktaydı. Safire saatine baktı. Basamakların sonunda Güldürakan denen yere açılan taşlı yol belirmekteydi. Saymaya başladı. 10, 9, 8, 7… 31 * Ayla gözlerini muayenehanede açtığında yanıbaşındaki aletlerin ayarlarını düzenleyen Safire’yi gördü ve yattığı yerden doğruldu. “Ne oldu? Bitti mi?” “Artık özgürsünüz Ayla hanım. Yakalanmadan rüyayı tamamladınız.” Kadının dik duran omuzları kısmen bir rahatlama ile gevşemişti. Safire gülümseyerek kadının başına yerleştirilen elektrotları dikkatlice çıkarmaya başladı. “O sakallı amca yine vardı. Ama sonra…” “Sakalı düşüverdi değil mi? Sizi ve kendisini giriş katında gördükten sonra muayenehaneme dönüp onun bir türevini programa yükledim. Sizinkini zaten çıkarmıştık. Sonra iki nümuneyle kendi kopyamı içeriye saldım.” “Yani o sakallı amca sizin kopyanız mıydı?” Ayla hanım doktorunu dikkatle dinlemekteydi. Kendisine her defasında yardım etmek isteyen o sakallı adamın ne olduğunu merak etmekteydi. “Evet. Birinci kattan itibaren tabii. O sizi üst kata sevkettikten sonra diğer rüyalardaki gibi işlevini tamamladı. Etkisi bir yere kadardı. Onun yerine dahil olarak sizi saklanacağınız yere yönelttim. Zamanımız çok azdı. O adam… O tür kimseler iyilik nesneleri. Nasıl kâbuslar yıkma, bitirme, yok etme düşüncelerinin çıkardığı enerjiden beslenip mutant karakter kazanmışlarsa, bu iyilikseverler de umutlu, paylaşımcı azınlığın zihinlerinden yükselen enerjinin uzayda gezen tezahürleriler.” Ayla bu kadar savaş, yıkım ve katliamın olduğu bir dünyada kâbus nesnelerinin ne dereceye kadar mutantlaşmaya devam edebileceklerini düşündü ama seslendirmedi. Bil ama adını anma ki kızım gerçek olmasınlar diyen babannesinin sesi iç düşüncelerini doldurmuştu. “Sonra kopyam İyiliksever’in suretinden sıyrılarak sizinkine büründü. Manevra yapıp başka yöne saptığımda doğrudan bana yöneldi. Eğer vakit olsaydı sizi de tespit edebilmesi muhtemeldi. Ne de olsa sizin zihninize yapışık. Fakat siz hareketsiz kalırken ben kaçmaya devam ettiğim için hem kovalamacanın gereği otomatik olarak hem de hareket halindeki vücut ısımdan, sanal ısı tabii, dolayı beni takip etmeye devam etti.” dedi Safire. “Peki geri gelir mi? Yani… Anlarsa mazallah eğer kopyanızın ben olmadığımı.” Safire hafifçe gülümsedi. Bu ihtimal ikisinin ömrünün toplamından kat kat daha uzaktaydı. “Hiç yakalayamayacağı için anlamayacak da. Kopyama eklemlenmiş milyonlarca rota ve mıntıka kaydı var. Her defasında yeni bir alana geçecekler. İlk rotayı kendi anılarımdan kopyaladım. Fakat diğerleri rastgele bilgisayar seçimleri. Sizinleyken nereye gideceğinizi biliyordu. Çünkü zihninizdeki bölgeler ona da açıktı. Bana anlattığınız gibi okulla ilgili veriler, küçükken bademcik ameliyatı olduğunuzda yattığınız hastanedeki koridorlar, işyerinizin tüm katları. Basri de sizi daima buluyordu. Şimdi hiç tanımadığı ve kendine kapalı olan bir zihinden okuyamadığı alanlarda kopyamın peşinden sürüklenip duracak. Yani Ayla hanım ben bu kabus nesnesinin 1000, 1500 yıldan önce geri dönmesini beklemiyorum.” Ayla hanım Safire’nin bu sözleri üzerine ilk defa rahat bir oh çekti ve Safire’ye gülümsedi. Bir aydır süren işkenceden kurtulmuş olduğuna inanması için yine de bu geceyi kâbussuz atlatarak ikna olması gerekiyordu. Ayla hanım muayenehane kapısından hafifleyerek çıkarken aklında iki şey asılıydı. Bu akşam yine de en yakın arkadaşlarından birinde kalıp fazla güvenlikli dairesine gitmeyecekti. Bunu doktoru Safire hanım tavsiye etmişti. Diğeri de yarın hemen sürekli ziyaret ettiği o iyi mağazalara gidip bol bol alışveriş yapacaktı. * Safire muayenehanesindeki rutin işleri bitirip odasına çıktığında defterini alıp masasının başına geçti. Bir sağaltma seansı daha başarıyla gerçekleşmişti. Bu sanal aleme yolladığı 11. kopyasıydı. Bi gün hepsinin bir anda geri geleceğini hayal ederek sırıttı ve çayından bir yudum aldı. 32 Abdullah Konuksever - Çizilmedik Karizma Çetin, köşedeki kahvehaneye girdi. Garson Mehmet: -Kaptan, bu gün erkencisin? Vay, hem çok şıksın, yoksa lüks vasıta mı kullanacaksın? Çetin kimseyle muhatap olmak istemiyordu. -Muavin, bana büyük bardakta demlisinden bir çay ver! Kahvehane boştu ama yine de kimsenin oturmak istemediği karanlık köşedeki masaya oturdu. Mehmet çayı verip: -Kaptan, karanlık köşeye oturduğuna göre yine bir sıkıntın var. Yapacağımız bir şey varsa çekinmeden söyle. -Beni yalnız bırak, yeter! -Bu sefer de başka bir bahane bulup vermediler! diye söylendi. Bu sabah ki imtihanın sonunda ise: “Sosyal ilişkilerin zayıf! dediler. Halbuki Çetin’in ne hayalleri vardı, resmi elbiseleri giyip güneş gözlüğünü de takıp basacaktı havasını. Bayanlara olabildiğince nazik ve kibar davranacaktı. Hatta, hoşuna gidenlere, jest yapıp biletlerine bakmayacaktı. Gözünün tutmadığı adamların biletlerini uçak bileti gibi inceleyecekti. Hele otobüste gürültü çıkaran serserileri dışarı atacaktı. Kaptan Çetin’in otobüsü dingonun ahırı gibi olacak değildi ya! Çocukluk arkadaşı Veli’de bir kaç aydır şofördü. Gerçi adam Çetin’in eşi Tülay iki saat sonra havalanmıyordu ama pısırık, saf ve işe gidecekti. Tülay gittikten sonra enayi Veli bile imtihanı kazanmıştı. eve gidip yatacaktı. Sabah sabah Bir zamanların cin Çetin’i ise imtihanı Tülay’ın soru yağmuruna tutulmak kaybetmişti. Çetin, bu kaybı bir türlü istemiyordu. Sonra yine “sen adam hazmedemiyordu. İlk imtihana olamazsın!” diye başını ütüleyecekti. girmeden önce o kadar büyük Aslında haksız da değildi. Otuz yaşını konuşmuştu ki, imtihanı kaybettiği geçmiş ve iki çocuk babası olmuştu duyulunca madara olmuştu. Herkes ama halen küçük bir kesere bile sap kendisine Kaptan diye takılmaya olamamıştı. Tülay, iyi bir kuaför başlamıştı. Son imtihanı da olduğundan tek başına evi kaybettiği duyulursa, belki adı hep geçindirecek kadar para Kaptan kalacaktı. Gerçi kaptanlık, kazanabiliyordu. Yoksa halleri haraptı. kasaplıktan daha iyiydi ama millet ona iltifat olsun diye İmtihanı yine kaptan demiyordu. kaybetmişti, Sırf başarısızlığını başka şansı da yüzüne vurabilmek kalmamıştı. için Kaptan Halbuki o kadar diyorlardı. Geçen da çok çalışmıştı. yıllarda kasaplık Faydası olur diye yapmaya kalkışmıştı kravat takıp takım ve çoğu batırdığı iş elbise bile gibi kasaplığı da giymişti. Birinci ağzına yüzüne imtihanda: “ bulaştırmıştı. Motordan Şimdiye kadar çoğu anlamıyorsun !” demişlerdi. iflasın suçunu ortağına yükleyip işin içinden sıyrılmıştı ama şoförlük imtihanını kaybetmesini birilerinin üzerine atması imkânsızdı. Hele Veli’nin bile kazanabildiği bir imtihanı kaybetmesinden sonra adamakıllı rezil olacaktı. -Kaptaaan, çayın soğuduuu! Çetin irkildi ve kendisini toparladıktan sonra çıkıştı: -Muavin, karışma elalemin çayına kahvesine! Saatine baktı, daha 15 dakika bile geçmemiş. İki saati nasıl geçireceğini düşündü. Dışarı çıkmak istedi ama hava çok bulanıktı, her an yağmur yağabilirdi. Eve zaten gitmek istemiyordu. Kahvehanede oyun arkadaşları da henüz gelmemişti. Herkesin işi gücü vardı, kendi gibi avare değildi ya... Hemen dibindeki masaya yaşlı birinin oturmuş olduğunu fark etti. Yaşlı adam da kendi gibi dertliydi galiba. Dalgın dalgın oturuyordu. Çetin, ihtiyarı daha önce hiç görmemişti ama kanı kaynadı. Dayısı Hamza’ya benzettiği için ihtiyara içi ısınmıştı. Dayısı çok hoş bir adamdı; burada olsaydı muhabbet eder ne kadar derdi varsa unuturdu. Hamza üç yıl önce vefat etmişti. Çetin dayanamayıp yaşlıçadama selam verdi ama ihtiyar duymadı. Kalkıp yanına oturdu ve tekrar selam verdi. Selamlaşma ve tanışma faslından sonra muhabbet koyulaştı. Selim bey başka bir şehirden oğlunun evine gelmişti ama, evde kimseyi bulamayınca burada bekliyordu. Selim bey ne kadar oğlu Deniz’i tarif etmişse de Çetin bir türlü çıkaramadı. -Evladım tabii ki çıkaramazsın Deniz’i. Beyefendi, adam gibi bir iş yapmıyor ki, konu komşusu kendisini tanısın? dedi Selim bey. -Selim amca, oğlun ne iş yapar ? 33 -Ah evlat ah! Ne sen sor ne de ben anlatayım! Çetin ısrar etti, nasıl olsa ihtiyar sayesinde vakit su gibi geçiyordu. -Oğlum iyi tahsil yapsın diye çok uğraştım, bir dediğini iki etmedim. İstedim ki, memur olsun temiz iş yapsın. Kendisi, eşi ve çocukları rahat etsinler, gül gibi geçinsinler. Benim istememle bir şey olmuyormuş meğer. Okumaya okudu ama ne girdiği işte sebat etti ne de evlendi. Adam gibi sekiz saat çalışmak çok ağır geldi. Beyefendi hür olmak istiyormuş, kendi kararını kendi vermek istiyormuş, kendi işinde çalışmak istiyormuş, her yerleri gezip görmek istiyormuş, bol bol eğlenmek istiyormuş... Neler istermiş benim hergele neler! Çetin, anlatılanlardan pek bir şey anlamadı. -Selim amca, kusura bakma ama oğlunun ne iş yaptığını halen anlayamadım? -Evladım aslında ben de pek anlayamadım, bilsem söylemez miyim. Dilim bile dönmüyor, manacırlık mi öğle bir şey yapıyormuş. Yaptığı işi şişiriyor ama benim anladığım bir şarkıcının fedailiği gibi bir şey bu manacırlık denen iş. Nalan adında bir sanatçı arkadaşı varmış, onu gazinoya bırakıp programı bitince gazinodan alıyormuş. Para işlerine bakıyormuş, ara sıra konserlere gidiyorlarmış. Benim aklım almadı bu işi, bunca sene okuduktan sonra sanatçının biri seni çanta gibi yanında taşısın! -Selim amca, şimdi anladım. Senin oğlan menajerlik yapıyor ! Amca, bu menajerlik iyi iş, parası da zevki de bol. Vallahi, bravo senin oğluna. Yapabilsem bende menajerlik yapardım ama önce hiç aklıma gelmemişti. Selim bey, iyice sinirlendi. -Yahu mis gibi işler dururken ne diye el alemin fedailiğini yapacaksınız be! İyi bir müdür, iş saatinden sonra eğlenemez mi yani? Hafta sonları veya yaz tatillerinde istediği gibi gezemez mi? Her gün efendice çalışmak ağır geldiğinden bin bir türlü bahaneler uyduruyorsunuz! Derin bir nefes aldıktan sonra sakin sakin konuşmaya devam etti. -Evladım, hızlı yaşayan bir yerlere toslar, testi gibi kırılır. Hem, gazinolardan, gece kulüplerinden veya başka mikrop yerlerden kimseye hayır gelmez. Bir gün anlarsınız ama iş işten geçinde pişmanlık fayda vermez... Bak, ben evladımı aylardır göremiyorum. Adamın ayağına kadar geldim ama evinde bile bulamıyorum. Siz buna hayat mı diyorsunuz!? Selim beyin duygulandığı her halinden belli oluyordu, saatine baktıktan sonra: -Evlat, kusura kalma doluydum sana boşaldım, hakkını helal et! dedikten sonra kahvehaneden çıkıp gitti. Konuşulanlara kulak misafiri olan Garson Mehmet: -Kaptan bıyık altından gülüyorsun ama, amca doğru söylüyor. Selim bey gittikten sonra Çetin kendini menajerlik hayalinin içinde buldu. Aslında daha önce niye akıl edemediğine hayıflandı. “Bende boy, pos, güç, kuvvet, yakışıklık ve bir de çizilmedik karizma var. Menajerlik için ne lazımsa fazlasıyla var” diye düşündü ve Nalan’larla geçireceği hoş vaktin hayaline daldı. Menajerlikte, zirveyi yakalamış tam köşeyi dönüyordu ki Veli içeri girdi. “Adamı bu saatte davet etsen gelmezdi, ne işi var şimdi burada ?” diye söylendi. Veli içeri girdikten sonra Çetin’in yanına geldi. -Merhaba, Kaptanım! İmtihan ne oldu, kazandın mı ? -Yahu Veli, sen otobüsten başka bir şey bilmez misin be oğlum! Son anda vaz geçtim şoförlükten. Dün akşam bir arkadaş anlattı; otobüs şoförlerinin çoğunun stresten ve bütün gün oturduklarından beli ağrıyormuş. Keriz miyim ben yahu, sabahın köründe kalkıp otobüs kullanacak. Belin ağrıyacak, boynun tutulacak da ne olacak ? Veli duyduklarına inanamadı. -Ahbap, kaptan olacağım diye can atmıyor muydun? Yoksa... Sen imtihanı mı kaybettin yine? -Veli, şu salaklığına bayılıyorum valla. İmtihanı kaybetmek ve ben ha!? Güldürme oğlum adamı! Bırak sen şimdi şu imtihanı falan, beni dinle. Şu üstüme başıma baksana bir sen? Takım elbiseyi rüyamda gördüğümüzden giymedik herhalde. Menajerim ben menajeeer! Şarkıcı Nalan’ın menajerliğini yapıyorum ağabeycim. Krallar gibi yaşayacağım, gezip eğleneceğim, hem de bol para var bu işte. Gel beraber çalışalım diyeceğim ama yenge sana izin vermez ki! Çetin vaziyeti yine idare etmişti: “Boşuna cin Çetin demediler ya bana” diye düşündü. Keyifle hafifçe gerildi ve Veli’yi yine kandırmış olmanın verdiği zevki kahvehanedekilere göstermek için sırıtarak çevresine bakındı. Daha fazla açık vermeden kaybolmanın zamanının geldiğini fark etti. Kahvehanedekiler menajerliği biraz deşelemeye kalkışsalar, kesin yalan ortaya çıkacaktı. - Haydi arkadaşlar bana müsaade, yapacak işlerim var. Nalan’a konser ayarlamam lazım. Vaktim kıymetli, kahvehanelerde saatlerce oyalanacak kadar çok vaktim yok artık! Veli ile Garson bir birlerine bakıp gülüştüler. Veli: 34 -Bizim Çetin kaptanlıktan menajerliğe terfi olmuş ta haberimiz yokmuş! deyip kahkaha attı. Çetin, dışarı çıktı yavaş yavaş eve doğru yürüyordu hem kendi kendine söyleniyordu: “Karizma çizilmesin diye başına gelmedik kalmadı. Bak yine bir yalana bulaştın. Çık bu işin içinden çıkabilirsen! Yarın bir gün sormazlar mı adama Nalan’dan ne haber diye?” Menajerlik işini ne kadar arkadaşı varsa hepsi duyacaktı. Nalan’ı bir de biz dinleyelim diye kesin tuttururlardı. “Nasıl sıyrılacaksın o zaman bu yalandan? Ben en iyisi bir türkücü, şarkıcı gibi bir şeyler bulup menajerliğini yapmalıyım, yoksa bu yalanın sonu çok kötü olacak...” Tuğba Cincil Kızıl Kukuleta Çünkü ben Ankara’ya hiç gitmedim Siyasi başkent bakışını çaldım rivayetlerden Kum saatini erken çevirdiğimden midir Gnomemin gidişidir bu şaşkınlığım Karanfil kokulu gömlek ayaklarımı acıtiyor artık flamenko pabucu Biraz Ankara Her şey biraz sen Sahipsizim, kukuletalım 35 Atilla İpek - Maç Papazı bayram namazını” demez- telefon çaldı. Vakıftan Fethi Hocaydı, “Faslılar da katılmak istiyorlar” deyince karnıma bir ağrı girdi. -Olmaz Fethi hoca, bunların imamı geçen yıl bakana el vermedi de, Hollanda medyası hepimizi 1 Mayıs 07 bağnaz, ve geri kafalı yaptı. Bunlar Hanımı arayıp hafta sonu için gene bir hır çıkarır hayalini kurduğumuz mangal -Altı üstü bir futbol maçı Hürrem, ne planlarını başka bir hafta sonuna olabilir ki? “Bayan hakem istemeyiz” ertelememiz gerektiğini söyleyince deriz böylece bayan eli sıkma durumu çok kızdı. filan olmaz. -Hani başka bir plan yapmayacaktın? -Bunlar kavga çıkarır hocam! Senin gibi müezzine inananın vay -Olmaz öyle şey, din adamı hiç maç haline! için kavga mı çıkarır? -Durum bildiğin gibi değil Kevser, -Valla benim karnıma bir ağrı girdi, kasabanın kiliselerine hafta sonu bir buda şu demektir: bu işin suyu dostluk maçı yapalım diye teklif çıkacak, ben bu Faslı imamlara pek etmiştik. Nasıl olsa kabul etmezler güvenmiyorum. diyorduk, malum dört gün sonrasına -Anlaştık artık adamlarla, hatta böyle hangi Hollandalı’nın ajandası boş olunca Pakistan ve Surinam olurki? Olur demiş herifler! camilerine de haber saldık onlardan -Ben anlamam, kırk yılın başı hava da gelen olabilir. güzel oluyor zaten elin memleketinde. -???? Sen hem izinli değil misin? 3 Mayıs 07 Kalkışımların Ziya abi bakmayacak -Merhaba, Hürrem Beyi arıyorum... mıydı senin yerine? -Evet benim. -Ama bu başka bir durum. Dostluk -Ben Gerolf van de Kerkhof, maç mesajları filan vereceğiz. organizasyon komitesine reformist -Özkanları da çağırmıştık! Pazar günü kilise adına katılıyorum. Maç öncesi yapın maçınızı? Ben bugün börekleri ortaklaşa yayınlanacak yapmaya başlayacaktım. deklarasyonun içeriğini konuşmak -Olmaz! Onlar Pazar günü futbol maçı için katılımcı grupları ziyaret yapmazlar. Yapılacak birşey yok, ediyorum, deklarasyonun içeriği televizyonculara, gazetecilere haber konusunda sizinle veya imamla verilmiş, onlar da gelecekmiş konuşmak istiyordum... -Bizi de götürürsen olur o zaman, -Biraz sonra Cuma namazı için bakarsın biz de televizyona çıkarız! hazırlanmaya başlamam lazım, -Sen ne televizyona çıkıp günaha birbuçuk saat sonra ancak işim biter. gireceksin hatun! İmam efendi de henüz gelmedi... 2 Mayıs 07 -Ondan sonra da bana uygun değil, Sabah namazını yeni kıldırtmıştım- ki başka işlerim var. Size bir taslak bizim imam zaten aradabir böyle az hazırlayıp email atsam, o şekilde bu popüler vakitleri bana kıldırtır, kendisi konuyu halletsek? Eğer arasıra iki saat fazladan uyku çeksin deklarasyonda yer almasını istediğiniz diye. Hiç bir bayram günü “Hürrem, bir nokta varsa şimdi de sözlü hadi bu bayram da sen kıldır şu bildirebilirsiniz... -Email’e benim aklım ermiyor, fakslasanız? -Tamam, siz bana faks numarasını verin, bu akşam fakslarım. -Anlaştık. Şöyle, kısa ve öz bir deklarasyon olsun, din kardeşliği, hepimizin tek ve aynı tanrıya inandığı filan. Malum, ortak noktamız iki dinin de hak din olması. -Ehem..Tamam ben bir taslak gönderirim, bakarsınız. Zaten tartışmalı konuları değil ortak anlaştığımız noktaları vurgulamamız gerekir değil mi? -Evet evet. 4 Mayıs 07 Öğle namazı öncesi -Hürrem, bir faks gelmiş sanırım maç günü deklarasyon ama benim Hollandacam anlamaya yetmedi. Zaten bu yazıyı vakfa gönderip onay almadan .onaylayamayız. -Ver bakayım benim Hollandacam daha iyidir. -........ -....... -Ne diyor anladın mı? -Valla kardeşlik falan, ama aynı Allah’a inanç filan göremiyorum. Sen bunu hemen gönder vakfa, sakata gelmeyelim. Onlar tercümana okutur iyice incelerler yazıyı. ***** 4 Mayıs 07 Akşam namazı öncesi -Hürrem! Fethi hoca aradı. Deklarasyonda ne hak dinlerden bahsediyorlarmış, ne de aynı Allah’a olan inancımızdan filan. Bol bol saygı ve kardeşlik lafı, demokrasiye bağlılığa ve topluma uyuma vurgu. “Sanki biz şeriat istiyoruz da” diyor Fethi hoca. -Yahu, gel biz bu maçtan vazgeçelim hocam. Daha maç başlamadan bir hır çıkacak, benden söylemesi. -Olmaz öyle şey. Fethi hoca da pişman oldu ama, “olmaz artık” diyor. O kadar da yaygara yaptık. Yarın Lahey’in Rotterdam’ın Türk ve Faslı 36 -Faslı imam haklı. -Ben bizim Faslı çocukların takımını arayayım, onların formalarını getirsinler, yarım saate gelirler. -Yarım saat çok geç... -O zaman eşofmanlarla oynayalım? -Ben bir papaza sorayım. ... -Pastör efendi, bizim imamları, Bir Pakistanlı ve iki imamlar futbol şortları çok kısa Surinamlı imam da eş ve dostlarıyla olduğu için eşofman altlarıyla buraya gelecek, maç saat dokuzda oynamak istiyorlar. Garip bir durum Voorburg’taymış. Maçtan sonra olmaz değil mi? herkes öğle vaktinden önce -Ehm... olur ama? camisinde olabilsin diye öyle -Bizim dinimize göre bu şortlar kısa, ayarlanmış. Herkeste en azından problem ondan kaynaklanıyor. Faslı krampon ve tekmelik olması hoca ben şort bulurum diyor ama gerekiyormuş. Herkese bildir. yarım saat alırmış şortların gelmesi. -Gördün mü? Onlar bile bu -O pastör değil, kilisemizin vaizidir Faslılardan çekiniyor da tekmeliği şart imam efendi, hem sizin ülkenizdeki koşuyor. futbolcular da bu şortlarla futbol -Hayır Hürrem, tekmelik zaten oynamıyor mu? mecburi de onun için... - Düzelttiğiniz için teşekkürler, ben de 5 Mayıs 07 saygıdan pastör dedim zaten. Bizde 08:30, Vakıf Camii öyledir, bekçi de görsek -Rotterdam’dan gelen hocalar başkomiserim filan deriz saygıdan. aradılar yoldalarmış, Avni hoca İletişime pozitif katkısı oluyor yani. geciktiği için yola geç çıkmışlar. Neyse, peki siz kimsiniz bayan? Pakistanlı’dan haber yok ne yapalım -O bizim kilisenin pastörüdür imam Fethi hoca? bey. Bence sorun çıkmasın, zaman -Avni hocayı ara, direk maça gelsinler. kaybı da yapmayalım, o şekilde Pakistanlıyı artık bekleyemeyiz. çıksınlar sahaya. 08:50 Voorburg Futbol Sahası -Ben de imam değil müezzinim. Siz -Arkadaşlar bu soyunma odasının böyle hep birbiriniz adına mı duşlarında perde yok konuşursunuz? Konusu açılmışken, -Hollandalılar spor yaptıktan sonra deklarasyonda neden benim böyle duş alır baba! belirttiğim ‘hak din’ ve ‘hadi aynı Allah -Hadi len, olur mu öyle şey? kelimesinden vazgeçtik aynı Tanrı’ya -Valla! Türkiye’de de böyleymiş inanma’ olayı yer almadı? Niye bana birçok yerlerde, Ahmet abim kadar gelip zahmet ettiniz, madem söylediydi. bizim herhangi bir görüşümüze yer -Ahmet abini de futboldan almalı en vermeyecektiniz? iyisi. Ben bilseydim böyle olduğunu... -Bizim kilisede bu konuda hemfikir -Kardeş, bu şortlar dizin üstünde. Biz olunamadı. böyle oynamayız. Bize kimse onların -Ne yani, bizim, sizin inandığınız verdiği formalarla oynayacağız tanrıya inandığımıza inanmamız sizin dememişti. onayınızla mı olacak? –Hayır anlaşamadığımız nokta, bizim, sizin inandığınız tanrının bizim tanrı olmadığına inanmamız, bunun da sizin inandığınız teze zıt olması. -?? -Hürrem, o konuya girmeyelim. Teşekkürler pastör hanım, ben arkadaşlara söylerim hemen eşofman altlarını çekerler, o şekilde oynarız. -Hocam, nasıl bu adamlar bize sizin Allah’ınızla bizim Allah’ımızla aynı değildir der ya? Biz onların inancına karışıyor muyuz? Onların inancını sorguluyor muyuz? Teslis’i sorguluyor muyuz? Ne demek Allah’ın oğlu İsa ?? -Hürrem, amaç topluma pozitif sinyaller vermek. Uzatmayalım lütfen... -Hocam, bu pastör hanım niye futbol üniforması giymiş bu arada? -???? *** 7 Mayıs 07 Türk Gazetesi Dış Haberler Sayfası İmamlarla papazların maçı suya düştü Müslüman ve Hıristiyan din görevlileri arasında önceki gün yapılması planlanan bir dostluk maçı, imamların karşı takımda kadın oyuncular olmasına itirazı nedeniyle iptal edildi. Lahey – Önce imamlar, "Dinimizde kadınlarla yakın temas günahtır. Biz oynamayız" dediler. Bunun üzerine kilise yöneticileri kadın futbolcuları kadrodan çıkarmayı kabul etti. Ancak bu defa da, "kadınları çıkarırsanız biz de oynamayız" diyen papazlar protesto etti ve oynamayacaklarını belirttiler. Taraflar bir anlaşmaya varamayınca maç iptal edildi. 37 Gülücük Hatun Çocukluğum Olmak İster misin? Bir gün beni, ben olduğum için sevecek olana… Seni çocukluğum gibi seviyorum. Çocukluğu da sevmiştim çünkü bir zamanlar, sonradan anlıyorum… Yerli yersiz döktüğüm tüm gözyaşlarımı, bebeklerimin orasını burasını boyamayı, elime tutuşturulan bir paket çikolatanın benim için dünyalara bedel olduğunu da sonradan anlıyorum…Seni sevmeyi de saklayacağım içimde biliyorum, tıpkı çocukluğumu sevdiğimi, çocuk olmayı sevdiğimi kendimden bile sakladığım gibi…Kendime bile itiraf edemiyorum seni sevdiğimi… Bak..Çocukluğum beni terk etti…Hiç baktı mı gözümün yaşına? Seni sevmekten korkuyorum, sen de terk ediverirsin diye bir gün beni… En çok, bahar sabahları, o zaman ki evimizin bahçesinde kir pas içinde kalıncaya kadar oynamayı severdim. Vukuatlarım da olmaz değildi elbet… Mahallelinin benden illallah ettiği gerçeğini hala söyler dururlar ailemdekiler. Dövdüğüm, orasını burasını yumrukladığım çocuklar, elleriyle gözlerini ovuştura ovuştura ağlayarak, annelerine şikayete giderlerdi de beni, ben en çok bu son sahneyi severdim… En çok burada heyecan duyar, kaçmak için kendime yer arardım… Çünkü artık birilerini paralamak, tekme tokat erkek çocuklarıyla toz toprak içinde boğuşmak cazip gelmiyordu bana… En son, “Sen iyi bir kızsın,benimle çikolatamı paylaşmak ister misin?” diyen bir çocuğu dövmekten vazgeçmiştim. Korkusundan mı yoksa beni gerçektende iyi bulduğundan mı bilinmez, işte o zaman vazgeçmiştim sokaktaki komşu çocuklarını paralamaktan. Böylece ben de dayak yemekten kurtulmuştum,dayak attığım kadar… Yanaklarım,dizlerim,dirseklerim, her yerim yara içinde kalır, saçlarım da uzun olmasa kimse beni kız çocuğuna benzetmezdi. İşte ilk o zaman kız çocuklarıyla evcilik oynamaya heves etmiştim.Ve, beni iyi bir kız olarak gören, bana paylaşmanın kutsallığını ilk kez o anda hissettiren o küçük çocuk, ilk aşkım olarak benim tarihime ismini altın harflerle yazdırmayı başarmıştı… Ama asla sonuncu olamadı… Keşke onun kadar saf,masum, iyi yürekli birisi son olsaydı… Sen son olacak mısın? Bana iyi, uslu bir kız olduğumu tam seni paralarken değil de, bir anda, aniden, hiç yeri değilken söyleyecek misin? Dudaklarımda yaramaz ve çocuksu bir gülümseme ifadesi yaratmak isteyecek misin? Kim bilir bu satırları okuyacak mısın? Sen… Çocukluğumu özlediğim kadar, seni de özlememi isteyecek misin? Faysal Apak Tarih Çizgisinde Taş Oynatmak Gözleri henüz on beş yaşındaydı Uzun boylu tarih çizgilerinden geçerken Trafik ışıkları gibi renkli Uzun ve geniş çizgilerle Kırışık bakışlardan geçip Ölü aynalarda Raks ediyor boydan boya Elleri yukarı kata kilitlenmiş kızın Gözbebeklerinde ince bir tarih çizgisi Oraya (b)akılmaz buraya (b)akılır diye Dur. Tarih çizgisinden öyle geçilmez Tarih çizgisinde kaydırak oynatan Salıncaklar takrir-i sükûn Eyleyen kumandanın Elleri yukarı kata bindirilmiş Gözleriyle sevişen melekler gibi Ne büyük erkân-ı harbiye Fındık kıran kızların Eteklerine uzanınca Tarih çizgisi Dur. Şiir öyle yazılmaz Çocukluğum olmak ister misin? 38 Atilla İpek Hollanda’nın Türkçe Yazarları -10: Kazım Cumert ‘’...Yazarın misyonu en başta yazmak olmalı. Elbette birey olarak topluma karşı da sorumlulukları olmalı. Ama bu sorumluluk niye bir muhasebeciden, bir fırıncıdan, bir öğretmenden fazla olsun ki? Gelecek kuşaklarlara iyi bir dünya bırakmak tüm insanların görevi olmalı...’’ Kazım Cumert Erzincan’da doğdu. (1956) Çanakkale – Gökçeada Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra Türkiye’nin değişik yerlerinden öğretmenlik yaptı. 1980’de Hollanda’ya yerleşti ve mesleğini yakın zamana kadar bu ülkede Türkçe ! dersleri vererek sürdürdü. Hâlâ Hollanda’da yaşıyor, evli ve iki çocuğu var. Kazım Cumert’in çoğunluğu Hollanda’da olmak üzere değişik dergilerde yazıları ve öyküleri yayınlandı. (İlke, Tanım, Çerçeve, Sesimiz, Semah, İkibinbir, İleri, İnsancıl, Edebiyat Gündemi, Birgün, Kral Media ve yerel bazı gazete ve dergiler) Öyküleri Hollanda’da düzenlenen iki ayrı öykü yarışmasında birincilik ve ikincilik ödülleri aldı.(1986 İLKE dergisi, ikincilik; 1997 NPS Türkçe Radyo, birincilik) 1991 yılında Türkiye’deki öğretmenliği sırasındaki (yetmişli yıllar) gözlemlerinden, etkilenimlerinden ve birebir yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı bir romanı yayımlandı: Çiğdemler Çıkarsa Eğer. 1992’de Yurtdışında yaşayan insanlarımızın yaşamları, buradaki çelişkilerini konu edinen öyküleri Sorun Yayınları tarafından kitaplaştırıldı: Islak Raylar 2000 yılında ise Gurbetçi diye de adlandırılan insanlarımızın öyküleri bu kez Bumerang Yayınları tarafından yayımlandı: Ciğerim. Ciğerim 2003 yılı sonunda da Ik nodig je uit op mijn begrafenis adı altında In de Knipscheer yayınevi tarafından Hollandaca olarak yayınlandı. Okumak üzere, on iki yaşımdayken ailemden ayrıldım. Onlarla iletişimimi uzun uzun yazdığım mektuplarla sağladım. Yetmişli yılların Ankada’sında, orta halli bir apartman dairesinde, okul sonrası, sokakta oynamak yerine içini memleketinde bıraktığı yakınlarına döken Ayrıca Zwolle’da bir bir köylü çocuğu gelsin kurum adına aynı aklınıza. Yazmaya işte böyle mahallede yaşayan farklı başladım. Mektup benim ilk insanlarla yaptığı söyleşiler gözağrım. Benim İki Memleketim Var -Öykülerinizin bir kısmı (ik heb twee landen) adı tamamen Türkiye’de altında ve iki dilli bir çalışma geçiyor, Bir kısmı ise tipik olarak kitaplaştırıldı. Benzer göçmen yazıları. Yazarken bir çalışmayı da bir başka üzerinde durduğunuz belli belediyede bu kez köy konular var mı? öyküleri teması altında yaptı: Yağmurla Gelen Doğru. Öykülerimin bir Gelin(bruid in de regen). kısmı ve ilk romanım Her yurtdışında Çiğdemler Çıkarsa Eğer yaşayan yazar gibi Türkiye Türkiye’de geçiyor. yazın dünyasıyla ilişkileri Diğerlerinin hemen hepsi birkaç edebiyat dergisine Hollanda’da. Aslında mekan olan aboneliği, internet ve pek fazla önemli değil Hollanda’ya gelen yazarları bence. Önemli olan konu, izlemekle diri tutmaya olay, yani gözlerimden ve çalıştığını belirtiyor Kazım kulaklarımdan içeriye akıp Cumert. “Basın dünyasını, beni uykusuz bırakan yani bilinen söyleyişle şeyler. Özellikle üzerinde Çağaloğlu Yokuşunu ne durduğum belli bir konu yazık ki yakından yok. Ama, bir şekilde tanımıyorum” diyor. “Bu da, yaşadığı toplumun kıyısına haliyle bu dünyaya girmemi, itilmiş, dışlanmış, dosyalarımı uygun bir ötekileştirilmiş ve içine yayınevi tarafından kapatılmış insanlar ve yayınlatmamı zorlaştırıyor.” onların dertlerini yansıtmak beni daha çok ilgilendiriyor. Gerçek, olmuş şeyler daha -Yazma ne zaman çok etkiliyor beni. Fazla başladı? fantastik olmadığımı da söyleyeyim bu arada. Öyle 39 Beni en fazla içinde yaşadığım ortam gördüğüm, konuştuğum, yani oturup kalktığım insanlar ve onların sorunları ilgilendiriyor. Bu yüzden çalışmalarımda ağırlığı onlar oluşturuyor: Gerçek yaşam ve göç insanları... - Göçten kırk yıl sonra çok çarpıcı şeyler yaşanıyor günümüzde ki dünyamızda fantasiye ne Avrupa’da gerek! yaşayan yazarlara -Dergilerde çıkan düşen misyon yazılarınızda daha çok nedir? hangi konulara Toplumda değiniyordunuz? neler henüz Dergilerin bir kısmında oturmadı yada öykülerim, bir kısmında da güncel gelişmelerden kaynaklanan etkileninmlerim ve düşüncelerim yayımlandı. -Hem Türkiye’de hem de Hollanda’da öğretmenlik yapmışsınız. Arada farklar var mıydı? Öğretmenlik bilgiyi aktarma ve öğretme edimi değildir sadece. Sabırtaşı olacaksın, gelişmeleri takip edeceksin ve en önemlisi de çocuğu seveceksin. Böyle bakınca çocuk her yerde çocuktur. Elbette birçok alanda olduğu gibi eğitimde de Türkiye ile Hollanda arasında farklılıklar var. Ama, bu pek de konumuz değil sanırım. gelişmedi. Her ne kadar beni içinde yaşadığım toplumun sorunları daha fazla etkiliyorsa da, aslında yazarın tam özgür olması gerektiğini düşünürüm. Topluma sözcülük etmek, çağa tanıklık etmek, insanlar arasındaki diyaloğun gelişmesine yardımcı olmak, kültürel elçilik yapmak gibi güzel ve olumlu şeylerin bile yazarın özgürlüğünü kısacağını düşünürüm. Bu bakımdan yazarın misyonu en başta yazmak olmalı. Elbette birey olarak topluma karşı da sorumlulukları olmalı. Ama bu sorumluluk niye bir muhasebeciden, bir fırıncıdan, bir öğretmenden fazla olsun ki? Gelecek kuşaklarlara iyi bir dünya bırakmak tüm insanların görevi olmalı. Göçmen diye adlandırılan insanların içinde yaşadıkları topraklara uyumu uzun bir süreçtir. Zaman zaman kimlik bunalımları, çatışmaları olacaktır elbette. Ama su akar yolunu bulur diye bir söz var. -Hollanda’lı (ya da diğer ülkelerdeki yerli) komşularımızla ilişkiler ! gitgide negatif anlamda değişiyor gibi geliyor bana, sizce yazarlar bu noktada diyalolg açısından bir rol üstlenebilirler mi? İnsanların giderek tahammülsüzleştiği, bireyselleştiği, bencilleştiği ve kutuplaştırıldığı görülüyor. Bu sırf Hollanda’ya özgü bir durum da değil. Bu konuda yazarlara ayrı bir görev yüklenmeli mi pek emin değilim. Zaten tüm sanat dalları gibi edebiyatın da bağlayıcı, birleştirici bir yanı yok mu? Milletler ve kültürlerüstüdür edebiyat. Bu bakımdan yazar yazdıklarıyla bu sürece zaten hizmet ediyor diye düşünüyorum. -Türkçe yazarak bu diyaloğa nasıl katkıda bulunabilirler? Türkçe yazmak sırf Türkçe bilenler için bir mana ifade edebilir belki, ama önemli olan yazılanların en geniş kitlelere, Türkçe bilmeyen kesime de ulaşması ve onlar tarafından anlaşılması. 40 Ciğerim (2000-Öykü) Ik nodig je uit op mijn begrafenis (2003) (Hollandaca-Öykü) -Hollandaca yayınlanan kitabınızdan Benim İki Memleketim Var (ik heb sonra Hollandalı okurlarınızdan ne twee landen) (Hollandaca/Türkçe gibi tepkiler aldınız? Söyleşi) Ik nodig je Yağmurla Gelen Gelin(bruid in de uit op mijn regen) (Hollandaca /Türkçe-Söyleşi) begrafens, yaşanmış öykülerden oluştuğu için çok çarpıcı bulundu. Fazlaca etki altında kalanlar ve hatta uykusuz ! kaldıklarını söyleyenler bile oldu. Genel tepki olumluydu yani. Yayıncımın hastalandığı döneme rastladığı için ne yazık ki tanıtımı yapılamadı. Bu bakımdan Hollandaca’ya çeviriler önem kazanıyor. ! -Şu sıralar nelerle meşgulsünüz? Üzerinizde çalıştığınız bir eser ya da eserler var mı? Aradabir duraklamalar yaşamama karşın roman ve öykü yazmayı sürdürüyorum. Duraksamalar yaşıyorum çünkü yazmak benim için bir zorunluluk değil, bir hobi. Bu arada bitirmek üzere olduğum iki çalışmam var. İyi bir dergiye aradabir yazmak daha kamçılayıcı gibime geliyor. Eserleri: Çiğdemler Çıkarsa Eğer (1991Roman) Islak Raylar (1992-Öykü) 41 Kazım Cumert Anamın Türküsü Sevgili anam, Sevgili anam, Ne zamandır yazmak istiyordum sana. Tıpkı eskisi gibi uzun uzun anlatmak istiyordum buralarda olup biteni. Olmadı bir türlü, telefonla edilen birkaç söz her seferinde hevesimi kursağıma gömdü. Silah çıktı mertlik bozuldu hesabı... Neden mi şimdi? Ben diyeyim özlem sen de olaylar, ben diyeyim paylaşma ve dertleşme gereksinimi sen de anneler günü. Fark eder mi? Yazıyorum ya. Ha, bu arada anneler günün de kutlu olsun. Bağışla ama bana pek anlamlı gelmiyor bu gün. Hem anneleri anmayı, onları sormayı yılın sadece bir gününe sıkıştırdıkları, hem de püfür püfür tüketim koktuğu için. Bana ters geliyor işte. Televizyonlarda izleyip de o yapmacık görüntülere öykünme, benimki aramadı deme. Bana göre hergün senin günün, hergün anneler günü. Hiç ana sevgisi bir güne sığar mı? Hollanda gördüğün gibi düz, bildiğin gibi yağışlı. Bu ara geçici bir mayıs güzelliği sarmış ortalığı, o kadar. Hâlâ ne sokaklarda bağıran simitçileri, ne de seyyar satıcıları var. Hâlâ sessiz ve gene sıkıcı. Bizler mi? İyiyiz, olabildiğimizce var olmaya çalışıyoruz yaşamın içinde. Yaşam denen koşturmacada, güzellikleri bile yarına erteleyerek ayaklarımızın üzerinde durmaya çalışıyoruz. Hepsi bu. Biz inadına dik kalmaya, ayakaltında kalmamaya çalıştıkça olaylar bizi tökezletiyor, düşürmeye çalışıyor. Ekonomi bozuk, işsizlik giderek artıyor, bunun yanısıra ırkçılık da hortluyor. Fatura bizlere çıkarılacak. Biz hep kötü haberlerle gündemdeyiz, hep olumsuz yanlarımızla televizyonlardayız gene. Biri kızını öldürüyor, diğeri kardeşini, bir başkası da karısını... Yani hep ölüm var gündemde, hep vahşet... Kurbanlar da hep kadınlar. Adı ‘namus’, soyadı da ‘şeref’. Geçen ay periyodik olarak yapılan bir toplantıdan sonra Hollandalı bir adam pat diye sormuştu bana: ‘Okulda öğretmenini öldüren öğrenci hakkında ne düşünüyorsun?’ ‘Duymadım ama tüm öldürmeler gibi bunu da kınıyorum,’ dedim sadece. ‘Ama o bir Türk,’ dedi. O bir Hollandalı da olabilirdi, demedim bu kez. Diyemedim. Sonra öğrendim ki bunda kesinlikle erkekliğin ‘at, avrat, silah’ üçlemesiyle ölçülme anlayışının payı var. Bunun altında kadını bir eşya gibi görme, at ve silahla eş tutma mantığı, daha doğrusu mantıksızlığı yatıyor. Adı Gül’müş. Evleneceği kişiyi tanımadan, belki de hiç sevmeden, Avrupa’nın albenisine kapılarak, transfer gelin olarak gelmiş Hollanda’ya. Avrupa kurtuluş ya! Bir çokları gibi onların da evlilikleri iyi gitmemiş ve yıllar sonra evinden, kocasından kaçmak zorunda kalmış. Olayı Demek ki medenice boşanmak, adam gibi ayrılmak onlara göre değilmiş. bir gün önce televizyondan dehşetle izlemiş, üzülmüştüm. İnşallah öldüren Kaçmak tek çözümmüş demek ki. Burada geçinemeyen, koca Türkiyeli veya yabancı değildir diye zulmünden kaçan kadınların de dualar etmiştim içimden. ‘Çok üzücü, lanetliyorum,’ dedim sığındıkları özel evler var. Onlardan birine sığınmış. Kocası peşindeymiş sadece. ve sürekli tehdit ediyormuş. Tam izini ‘Ama o bir Türk çocuğu,’ dedi. bulmak üzereyken uzak bir şehirdeki ‘Şiddetin milliyeti yoktur, Hollandalı da olabilirdi,’ deyip kestim. başka bir sığınma evine yerleştirmişler. Ne var ki adam Bir Türk öğrenci Hollandalı öğretmenini okul kantininde kafasına kararlıymış, terkedilmeyi kendine silah dayayarak öldürmüştü. Hollanda yedirememiş olmalı. Ceza önceden kesilmiş bile: ölüm. İz süre süre orada basını bu vahşiliği neredeyse da bulmuş kadını. Sığınma evinin çocuğun Türk olmasına bağlamıştı. kapısında ve de çocuklarının gözleri Ne dersin, olabilir mi? Yoksa bunda, önünde saymış kurşunları. Çocukların erkek olmanın ‘at, avrat, silah’ o anki durumlarını düşünmek bile üçlemesiyle ölçülme anlayışının payı istemiyorum. mı var? Gül’ün ömrü kısa olmuş. Dünkü toplantı da aynı adam, bu Meğer aynı dönemde Türkiye’de kez kocası tarafından öldürülen kadın başka bir Gül(dünya) da ölüm olayı hakkında ne düşündüğümü korkusuyla köşe bucak sordu. Olayı henüz duymamıştım. kaçmaktaymış. Onun da fermanı Şaşırdım. yazılmışmış. Sığınma evi yok orada, o ‘Bir adam kendisinden ayrılan da İstanbul’daki yakınlarından birine eski karısını öldürdü ya,’ dedi. sığınmış. Boşuna. Onun da izini bulup sokak ortasında kurşunlamışlar. 42 Ölmemiş, hastanede almışlar canını. Güldünya’nın dünyasını değiştirmişler. Tıpkı buradaki Gül gibi. Böylece iki gül aynı günlerde soldurulmuş. İkisi de anneydi bunların, ikisinin de çocukları vardı ve daha onlarca başka kadın gibi aynı gerekçeyle öldürüldüler. Ya kocaları, ya babaları, ya da kardeşleri tarafından... Ölümün tüm halleri soğuktur, tüm ölümler ürperticidir. Ancak, insanın tanıdığı, bildiği ve belki de bir zamanlar sevdiği, ortak çocukları olan biri tarafından öldürülmesinin, kan bağı olan biri tarafından kurşunlanmasının, bıçaklanmasının açıklaması olabilir mi? Buna hangi sıfat yakışır? İşte böyle anam. İyi ki kızlarının adını Gül koymadın sen. Onları Avrupa’ya gelin vermemenin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Demek ki ‘anamım türküsü’ dediğim, ‘yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler’ türküsünü sevmen de bundanmış. Anneler gününde aklıma işte bunlar geldi. Bir de kadınlar gününde miydi, yoksa başka bir gösteride mi, iyi anımsamıyorum, polisler tarafından saçlarından tutularak sürüklenen ak saçlı annelerin görüntüleri yansımıştı televizyon ekranına. İnanamadım, şaşırdım, kızdım, üzüldüm, ağladım. Bilmem, o görüntüleri o kadınların çocukları da izlemiş midir? Bilmem anası, ninesi yaşındaki kadınları saçlarından çekerek sürükleyenler gerçekten insan mıydı? Hayal mi görmüştüm yoksa? Sen sen ol, böyle durumlarda sakın sokağa çıkma anacığım! Seni o halde görmeye asla dayanamam. Başka ne yazayım ki... Hollanda hükümeti sığınmacıları birbir gönderiyor. Yabancılar konusunda sıkı yasalar çıkarıyor. Bunlardan biri de gelin-damat transferini kısıtlayıcı yasa. Anlayacağın Türkiye’den evlenmeyi iyice zorlaştırıyorlar. İyi mi ediyorlar sence? Böylece sığınma evlerinde %60 olan yabancı kadın oranı düşer mi dersin? Türkiyeliler arasında giderek artan boşanmalar azalır mı dersin? Ya da her şeye karşın zehir zıkkım süren evlilikler son mu bulur? Şimdilik bu kadar. Mektubumun etrafını karanfillerle süsleyeceğim bu kez, güllerle değil. Gülün ömrünün az olduğunu artık biliyorum. Sen de bana menekşe kokulu bahar gönder biraz, içinde kır çiçekleri de olsun. İçim açılır belki. Ellerinden öpüyorum. Neden mi şimdi? Ben diyeyim özlem sen de olaylar, ben diyeyim paylaşma ve dertleşme gereksinimi sen de anneler günü. Fark eder mi? Yazıyorum ya. Ha, bu arada anneler günün de kutlu olsun. Bağışla ama bana pek anlamlı gelmiyor bu gün. Hem anneleri anmayı, onları sormayı yılın sadece bir gününe sıkıştırdıkları, hem de püfür püfür tüketim koktuğu için. Bana ters geliyor işte. Televizyonlarda izleyip de o yapmacık görüntülere öykünme, benimki aramadı deme. Bana göre hergün senin günün, hergün anneler günü. Hiç ana sevgisi bir güne sığar mı? Hollanda gördüğün gibi düz, bildiğin gibi yağışlı. Bu ara geçici bir mayıs güzelliği sarmış ortalığı, o kadar. Hâlâ ne sokaklarda bağıran simitçileri, ne de seyyar satıcıları var. Hâlâ sessiz ve gene sıkıcı. Bizler mi? İyiyiz, olabildiğimizce var olmaya çalışıyoruz yaşamın içinde. Yaşam denen koşturmacada, güzellikleri bile yarına erteleyerek ayaklarımızın üzerinde durmaya çalışıyoruz. Hepsi bu. Biz inadına dik kalmaya, ayakaltında kalmamaya çalıştıkça olaylar bizi tökezletiyor, düşürmeye çalışıyor. Ekonomi bozuk, işsizlik giderek artıyor, bunun yanısıra ırkçılık da hortluyor. Fatura bizlere çıkarılacak. Biz hep kötü haberlerle gündemdeyiz, hep olumsuz yanlarımızla televizyonlardayız gene. Biri kızını öldürüyor, diğeri kardeşini, bir başkası da karısını... Yani hep ölüm var gündemde, hep vahşet... Kurbanlar da hep kadınlar. Adı ‘namus’, soyadı da ‘şeref’. Geçen ay periyodik olarak yapılan bir toplantıdan sonra Hollandalı bir adam pat diye sormuştu bana: ‘Okulda öğretmenini öldüren öğrenci hakkında ne düşünüyorsun?’ Olayı bir gün önce televizyondan dehşetle izlemiş, üzülmüştüm. İnşallah öldüren Türkiyeli veya yabancı değildir diye de dualar etmiştim içimden. ‘Çok üzücü, lanetliyorum,’ dedim sadece. ‘Ama o bir Türk çocuğu,’ dedi. ‘Şiddetin milliyeti yoktur, Hollandalı da olabilirdi,’ deyip kestim. Bir Türk öğrenci Hollandalı öğretmenini okul kantininde kafasına silah dayayarak öldürmüştü. Hollanda basını bu vahşiliği neredeyse çocuğun Türk olmasına bağlamıştı. Ne dersin, olabilir mi? Yoksa bunda, erkek olmanın ‘at, avrat, silah’ üçlemesiyle ölçülme anlayışının payı mı var? Dünkü toplantı da aynı adam, bu kez kocası tarafından öldürülen kadın olayı hakkında ne düşündüğümü sordu. Olayı henüz duymamıştım. Şaşırdım. ‘Bir adam kendisinden ayrılan eski karısını öldürdü ya,’ dedi. ‘Duymadım ama tüm öldürmeler gibi bunu da kınıyorum,’ dedim sadece. ‘Ama o bir Türk,’ dedi. O bir Hollandalı da olabilirdi, demedim bu kez. Diyemedim. Sonra öğrendim ki bunda kesinlikle erkekliğin ‘at, avrat, silah’ üçlemesiyle ölçülme anlayışının payı var. Bunun altında kadını bir eşya gibi görme, at ve silahla eş tutma mantığı, daha doğrusu mantıksızlığı yatıyor. 43 Adı Gül’müş. Evleneceği kişiyi tanımadan, belki de hiç sevmeden, Avrupa’nın albenisine kapılarak, transfer gelin olarak gelmiş Hollanda’ya. Avrupa kurtuluş ya! Bir çokları gibi onların da evlilikleri iyi gitmemiş ve yıllar sonra evinden, kocasından kaçmak zorunda kalmış. Demek ki medenice boşanmak, adam gibi ayrılmak onlara göre değilmiş. Kaçmak tek çözümmüş demek ki. Burada geçinemeyen, koca zulmünden kaçan kadınların sığındıkları özel evler var. Onlardan birine sığınmış. Kocası peşindeymiş ve sürekli tehdit ediyormuş. Tam izini bulmak üzereyken uzak bir şehirdeki başka bir sığınma evine yerleştirmişler. Ne var ki adam kararlıymış, terkedilmeyi kendine yedirememiş olmalı. Ceza önceden kesilmiş bile: ölüm. İz süre süre orada da bulmuş kadını. Sığınma evinin kapısında ve de çocuklarının gözleri önünde saymış kurşunları. Çocukların o anki durumlarını düşünmek bile istemiyorum. Gül’ün ömrü kısa olmuş. Meğer aynı dönemde Türkiye’de başka bir Gül(dünya) da ölüm korkusuyla köşe bucak kaçmaktaymış. Onun da fermanı yazılmışmış. Sığınma evi yok orada, o da İstanbul’daki yakınlarından birine sığınmış. Boşuna. Onun da izini bulup sokak ortasında kurşunlamışlar. Ölmemiş, hastanede almışlar canını. Güldünya’nın dünyasını değiştirmişler. Tıpkı buradaki Gül gibi. Böylece iki gül aynı günlerde soldurulmuş. İkisi de anneydi bunların, ikisinin de çocukları vardı ve daha onlarca başka kadın gibi aynı gerekçeyle öldürüldüler. Ya kocaları, ya babaları, ya da kardeşleri tarafından... Ölümün tüm halleri soğuktur, tüm ölümler ürperticidir. Ancak, insanın tanıdığı, bildiği ve belki de bir zamanlar sevdiği, ortak çocukları olan biri tarafından öldürülmesinin, kan bağı olan biri tarafından kurşunlanmasının, bıçaklanmasının açıklaması olabilir mi? Buna hangi sıfat yakışır? İşte böyle anam. İyi ki kızlarının adını Gül koymadın sen. Onları Avrupa’ya gelin Başka ne yazayım ki... Hollanda hükümeti sığınmacıları birbir gönderiyor. Yabancılar konusunda sıkı yasalar çıkarıyor. Bunlardan biri de gelin-damat transferini kısıtlayıcı yasa. Anlayacağın Türkiye’den evlenmeyi iyice zorlaştırıyorlar. İyi mi ediyorlar sence? Böylece sığınma evlerinde %60 olan yabancı kadın oranı düşer mi dersin? Türkiyeliler arasında giderek artan boşanmalar azalır mı dersin? Ya da her şeye karşın zehir zıkkım süren evlilikler son mu bulur? Şimdilik bu kadar. Mektubumun etrafını karanfillerle süsleyeceğim bu kez, güllerle değil. Gülün ömrünün az olduğunu artık biliyorum. Sen de bana menekşe kokulu bahar gönder biraz, içinde kır çiçekleri de olsun. İçim açılır belki. Ellerinden öpüyorum. vermemenin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Demek ki ‘anamım türküsü’ dediğim, ‘yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler’ türküsünü sevmen de bundanmış. Anneler gününde aklıma işte bunlar geldi. Bir de kadınlar gününde miydi, yoksa başka bir gösteride mi, iyi anımsamıyorum, polisler tarafından saçlarından tutularak sürüklenen ak saçlı annelerin görüntüleri yansımıştı televizyon ekranına. İnanamadım, şaşırdım, kızdım, üzüldüm, ağladım. Bilmem, o görüntüleri o kadınların çocukları da izlemiş midir? Bilmem anası, ninesi yaşındaki kadınları saçlarından çekerek sürükleyenler gerçekten insan mıydı? Hayal mi görmüştüm yoksa? Sen sen ol, böyle durumlarda sakın sokağa çıkma anacığım! Seni o halde görmeye asla dayanamam. 44 Yeter Akın - Esinti Oraya ne bir geçit ne bir yol var Merdivensiz bir kat Boş değil Karanlık, ağır ve dolu bir odası var Benimkisi aslında sadece bir sezi Fark edilmiyor pek dışarıdan Belkide boş Ancak verdiği his ağır hemde çok ağır 34 kişininin kaldıramayacagı büyük bir piramit taşı kadar Dahada ağırlaşabilir… Orada toz dumana karışıyor Verilen bütün emekler boşa çıkıyor… Dökülen göz yaşları Kızaran gözler neyi ifade eder, neyi fark ettirir Toprakla bütünleşmeden atılan bütün adımlar boşa atılan adımlardır Oysa hepsi o kapkaranlığı delmek Sensizliğin ağır kütlesini dağıtmak için degilmiydi? Acının izini silmek için, yazılıp çizilmiyor mu kalplerden gelen sözler Duyguların seli değilmi cümlelere dökülen Can havliyle kaçarken oltanın teline takılan son bir umut Son çırpınış değildir belkide…. Bazen hayatın kıyısına vurur umutlar Belkide bir martının kanatlarında yeniden zamanın sonsuzluguna değil Bir gün sonlanacağına inat bügünü, dünü ve yarını heybesine alıp yola tekrar devam edersin. O his belkide keskin bir bıcak Hayat ve zamanın kılcal damarlarını birbirinden ayıran… Kemikleşmiş düşünceleri kıramayan…. Handan Kalsın Bana bak benim adım sevda Bana bak benim adım sevda Nah susarım orda burda İster ağanın kızını ayartırım İster dilencinin oğlunu Keyfimin kahyası yoktur bilesin Şakası olmaz varlığımın Dilsize dil ödleğe cesaret benden Kediyi arslan yaparım evelallah Şaşırtırım ben bilirim diyeni Kendini bilmez olur devreye girdim mi Leyla'yı Mecnun'a Yusuf'u Züleyha'ya Yandıran ben Zengini fakiri çulluyu çulsuzu kandıran ben Bana bak benim adım sevda Ben adamı fena yaparım çok fena.. Handan Kalsın Şeytani Aşk Şeytan tırnağı gibiydi aşkın Olmadık yerimde şeytana uyarak çıkan Şeytan dürtmüşcesine ölesiye sızlayan Lakin şanslıydım Şeytanın bacağını kıracak kadar Çünkü bende de şeytan tüyü vardı Ama bir dahaki yaşamda Şeytan görsündü yüzünü 45 Handan Kalsın - Bir mizansenmiydi aşk? Bir mizansemiydi aşk Kollarında son bulan Damıtılmış bir aldatmacanın üstesinden Gelmemi beklerken acımasızca Bir başka nefes dudaklarında Ya ben? Peki ya ben? Tam kırık kalpler sokağını Hızlı bir virajla alırken Direksiyonu aşkın Elimde kaldı Oysa kullandığım araba Son model sevdaların Pop caz karışımı şehirvari Türküsüydü son demde Yitik ruhlar kahvesinde Sen ve o tık nefes Gık bile diyemeden Ayrılık hançerini böğrünüze Defalarca saplayıp Sessizce fakat ağlamaklı Terk eyledim bulunduğunuz diyarı Ve anladım ki aşk masalının Benmişim bu perdedeki Kefal yürekli hıyarı Sapı elimde kalmış aşkın Ve içim bir nargile misali fokurdamakta Tek silahın gözlerindi oysa ki Ve o süslü pinokyo sözlerin Külkedisi gibi ilişkinin Bütün tozlarını yuttuktan sonra Aşkım oniki bile olmadan Yılını bile doldurmadan Acılı balkabağına dönüştü Sen ve o İki sıçan Değil miydi emektar bir ilişkinin Orta yerine sıçan? Afedersin lakin ömür geçmekte Devran bir başka türlü dönmekte Uyuyan güzeli öperek uyandırmak Değil miydi masalın aslı Gelmeliydi yakışıklı prens çekici ve kaslı Fakat sen ötekiyle cenk etmekte binbir gece oh Ben hüzünlü ruhum ölmüşcesine yaslı Getirdiğin onca çiçek Kuruyan sevdanın bir habercisi olmuş da Ben uyuyan güzel (F) osura (f) osura daldığım uykudan Uyanamamışım bir türlü Pamuk düşlerimde bir prenses Sevgim aşkım emeğim sıkıntım İlgim,düşlerim,takıntım yedi cüce Şehvetengiz elmasını sana ısırtan bir cadı Ve sen tepinmekte demin saydığım Yedi cücenin üzerinde Cadı sana güzel Cadı sana özel Ben yeni cücelerle yaşama devam Hüznüm,kahroluşum,mahvoluşum,yok oluşum Kıskançlığım,pişmanlığım,düşmanlığım... 46 Can Sever - dörtmevsimler melodisi gizli kapaklı gövdeler sağ çıkacak kışın eksi hasret merdivenlerine o yaz çıktığımla yaza çıka aynı şeydi kendime sakladığımla sana söylediğim aynı şeydi baktığın gözüme değmeyecekse yaz niye? seni sevdiğimi yok sayamazdım! kalanı rutin özlem üzüntü aynı kronik döngü ketum bi yazdı gelecek olan ve parmak uçlarında taşınıyordu yol,gideceğin yerlere. gezegen her cemrede kendini yenilerken, -seni sevdiğim bütün mevsimlere kanıttır! zira “şiirdir söylenir yazdır biter kadındır gider”se bizi yalnızlığa terk eder kulağımıza küpe olmuş melodiler güldüğün, gövdeme her gün biraz yakamoz biraz yaz gecesi dayatır… haziranın dokuz doğurduğu eylül eylülün hazin sonu bahar Can Sever - dans dürtü gürültüsü ve ev şairlerinin üstüne suç işlediği örtü ile örtülü tektaraflı bi görüntü içinde şiir özü ve ölü rolü için bi dize lazım -bu şiiri bana lütfeder misin? sızı çatlağı ve ev bestecilerinin üstüne ezgi notaladığı tını ile sancılı tektaraflı bi sanı müziği için bi melodi lazım -bu şarkıyı bana lütfeder misin? bilinmeyen bilgi ve ev rahiplerinin üstüne dualar ağladığı sevgi ile gizli tektaraflı bi dizi romanı için bi figür lazım ve azaldığımı ancak bahardan sonra anlayacaklar ruhla oynanan rus ruletinden -bu öyküyü bana lütfeder misin? dansa kasvet var içimde -bu dansı bana lütfeder misin? 47 Sadık Yemni Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor Göçün ikinci 40 yılı torunlarını akıl almaz bir gelecek beklemekte. İki gelecek bilimcinin bütün dünyada çok popüler olan liste sayısız dergi ve gazetede yayımlandı. Bu listeyi bu derecede ilginç kılan özellikleri bu yazımızda ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Hayatımızdan çıkacak ve hayatımıza girecek şeylerin listesi gerçekten çok ilginç ve düşündürücü. ! Birkaç yıl önce Hollanda’daki Türkler göçmenliklerinin 40. yılını kutladılar. Bu yazının konusu gelecek 40 yıl içinde olacaklar. Önce biraz geriye gidelim. Çok değil yirmi beş yıl önce bile Avrupa’da kimsenin evinde bilgisayar yoktu. Cep telefonları tedavüle girmemişti. Araba navigatörlerini ise bilimkurgu filmlerinde görmekteydik. O halde çok yakında yaşamımızda bayağı hayati değişiklikler meydana gelecek. Şu anda bile belirtileri var. Avusturalyalı gelecek bilimciler Richard Watson ve Ross Dawson önümüzdeki kırk yıl içinde neler olacağına dair bütün dünyada yankı uyandıran bir çizelge hazırladılar. Kara trenlerle Avrupa’ya çalışmaya gelen, Türkiye’ye telefon edebilmek için postahanelerde saatlerce bekleyen, banka havalelerinin bir hafta, on gün içinde alıcıya varmasına çok sevinen birinci kuşak insanımızın çocukları ve 2010 Hayatımızdan çıkacaklar Mektup yazmak en başta geliyor. Şu anda bile elektronik posta kağıtla yollanan postanın yerini ciddi ölçüde almış durumda. Bilgisayarı daha fazla kullandığmızda mektup yazmak gerçekten çok nadir raslanan bir etkinlik haline gelecek. Kağıt üzerine el yazısıyla mektup bir şekilde sevgi ve saygı nişanesi olarak kalacak. Kül tablaları restoranlarda, barlarda, trenlerde, uçaklarda ve daha bir çok yerde giderek azalmakta ve hatta yok olmakta. Sütçüler artık kapımızı çalmaz oldular. Karton ya da cam kaplarda sütü marketlerde kendimiz almaktayız. şehirlerde her yerde gözetleyici kameralar var. Otobanlar hız ölçer radarlarla kaynıyor. Büyük Birader her dakkika ensemizde yani. Hayatımıza girecekler Yalan makineleri giderek mahkemelerde, sorgulamalarda falan daha sık kullanılacak. Belki yakında evlere satın aldığımız ucuz modelleri de çıkacak. Böylece eve niye geç geldiğini bir masala dayandıran kimseler çok sıkıntı çekecekler. Ama hemen bu makineleri kandıran aparatlar da çıkacaktır piyasaya. Hep böyle olagelmiştir. Zehir varsa panzehir de olacaktır. Giyilebilir bilgisayarlar elimizde çanta olarak taşımaktan sonra gelen bir aşama olacakmış. Kim paltosunun cep kapağı şeklindeki bilgisayarda bir şeyler yazmak istemez trenle giderken. . Uyku makineleri uyuyamayan ve hoş rüyalar görmek isteyen kimselere latif uykular sunacak. 2015 Hayatımızdan çıkacaklar Kaybolmak tarihe karışacak. Navigatörler, tomtomlar çok popüler olacaklar. Kaybolmak sayesinde yaşadığımız sıkıntılar bitecek, ama bu sayede bazen yaşadığımız hoş sürprizler de öyle. Kişisel gizlilik, mahremiyet teknolojinin gelişmesi nedeniyle giderek yitirdiğimiz bir özellik olmaya Teşekkür mesajlarının çok devam ediyor. E-posta, telefon, fax azalacağı tahmin ediliyormuş. Demek vb. her türlü haberleşmemiz kolaylıkla ki kabalaşacağız zaman geçtikçe. izlenebilmekte. Artık özellikle büyük 48 Kablolu telefonların yerini uydu bağlantılı telefonlar alacak. Hayatımıza girecekler Ay yeniden popüler olacak ve üzerinde yerleşim yerleri kurulacakmış. Piyasaya daha önce çıkan şipşak fotoğraf makinelerinde olduğu gibi tek kullanımlık cep telefonları da çıkacakmış. Alo diyecek, konuşacak ve çöpe atacaksınız. Telefon rehberleri gereksizleşecek. Şu anda bile öyle değil mi? Yollarda ücretsiz olarak otomobil kullanmak büyüklerin anlattıkları masallarda varkalan bir şey olacak. Normal emeklilik düşüncesi çıkacakmış aklımızdan. Şu anda çok popüler olan İsviçre usülü emeklilik reklamları neye dönüşecek acaba? Masaüstü bilgisayarları tarihe karışacak. Özgür Tayvan Çin idaresine girecek. Hafta sonu izinleri denen şey de değişecek. Cumartesi, Pazar ile diğer günler arasında bir fark kalmayacak. Maldiv adaları suların altında kalacak. Hayatımıza girecekler Akıllı kozmetik ürünleri üretilecek. Yanlış bir krem ya da pudra alırsak bu sizin cildinize uymuyor diye hemen alarmı basacak. Yalnızca uyumak için tasarlanmış oteller popülerleşecek. Daha 1980’lerde Japonya’da moda olan bu tüp oteller bütün dünyada hizmete girecek. 2020 Hayatımızdan çıkacaklar Postahaneler maalesef tarihe karışacaklar. Belki bazıları müze olarak bir miktar daha var kalacaklar. Hayatımıza girecekler Hidrojen yakıt istasyonları popüler olacak. Her yerde bu istasyonlara raslayacağız. Robotlar tarafından yapılan ameliyatlar başlayacak. Kendimizi akıllı, ama hissiz metal ellere teslim edeceğiz. Ülke dışında yerleştirilmiş hapisaneler moda olacak. Hapisane ziyaretleri turistik seyahat haline dönüşecek yani. Yapay gözler devreye girecek. Bir gözü yeşil, bir gözü mavi arkadaşlarımız olacak. Hafıza silme işlemleri başlayacak. Kötü anılarını sildirmek isteyenler bu işten çok memnun kalacaklar. 2025 Hayatımızdan çıkacaklar Ücretsiz otomobil parkları sadece eski filmlerde görebildiğimiz nostalji haline dönüşecek. Bir yerde durunca hemen elimizi cebimize atmaya alışacağız. Duyusal internetle tanışacağız. Bizle konuşan, duygularımızı paylaşan sanal bir dünyaya dalacağız. 2030 Hayatımızdan çıkacaklar Reality showlar televizyonlardan kalkacak. Birinci Dünya savaşına (1914 – 1918) tanık olmuşlar tarihten silinecekler. Şu anda varolan ticari birlikler çözülecek ve yokolacaklar. Videolar ve CD’den sonra DVD’ler de tedavülden kalkacak. Miras vergisi denen büyük eziyet sonunda kalkacak. Doğru yazım ve imla internet devriminin sonucu olarak Sekreterlik mesleği de eski roman hayatımızıdan çıkacak. MSN kullanıcıların kaotik, şifrelenmiş, ve filmlerde varkalacak. Bazı kısaltılmış, bozulmuş dil kullanımları patronlar bu duruma üzülecekler moda olacak. sanırım. İnsanlar normal bir öğlen yemeği yemeyecekler. Beslenme alışkanlıklarımız çok ciddi bir değişikliğe uğrayacak. Kozmetik malzemeler sayesinde Petrol uğruna bu kadar kan estetik ameliyata ihtiyaç döküldükten sonra hayatımızdan duyulmayacak. Saçlar çıkacak. beyazlamayacak, ciltler kırışmayacak. Bilgisayar programı Microsoft Hayatımıza girecekler yerini başka bir sisteme bırakacak. Robot çocuk bakıcıları Orta sınıf denen kavram ortadan evlerimize kalkacak. adım atacaklar. Düşük fiyatlı yolculuklar eski Sanal tatiller ilânlarda varolan bir şey olacak. ucuz deşarj imkânları Bangladeş suların istilasına sunacak. Evde uğrayacak. oturduğunuz yerde Ay’da tatil yapıp, serüvenler yaşayıp geri Hayatımıza girecekler geleceksiniz. Kendi kendini tamir eden yollar tıpkı organik bir yapı gibi kendini Uzaya bir merdiven kurulacak. onaracak. Daha altmışlı yıllardan planı yapılan bu yapı, komopozit malzemelerin İsteyenler kendi genetik bilgilerine gelişmesiyle nihayet hayata geçecek. göre ayarlanmış diyetler yapacaklar. Yapay hafıza güçlendirici ilaç ve programlar unutkanlık sorunumuzu kökünden çözecekler. 3 boyutlu yazıcılar çıkacak piyasaya. Otomatik şoförlü arabalar piyasaya çıkacaklar. Bunlardan birinin yaptığı ilk kaza birinci haber olacak. Bozuk para denen şey koleksiyoncuların evlerinde varolacak. Petrol ürünleriyle çalışan motorlara artık raslanmayacak. Egzos gazlarının kirlettiği şehir merkezleri eskilerde kalacak. Bağımlılık ve sağırlık ortadan kalkacak. Milli para denen şey artık mevcut olmayacak. Ücretsiz halk alanları diye bir kavram geliştirilecek. Özür dilemek giderek az raslanan bir şey olacak. Avrupa Birliği de artık mevcut olmayacak. Hayatımıza girecekler Uzayda kurulacak fabrikalar yüksek ücretli kalifiye eleman arayacaklar. Evrensel para birimi tedavüle girecek. Video oynatabilen duvar kağıtları reklamları kimseyi şaşırtmayacak. İyi huylu sanal bakterilerimiz bize çeşitli hizmetler verecekler. 2035 Hayatımızdan çıkacaklar Kendi kendine oynayan çocuklar eski kayıtlarda kalacak. Çocuklar artık çok gelişkin bir programla desteklenmiş aparatlarla ve çoğu kez diğer çocukların da katılımıyla çok zengin oyun şartlarına kavuşacaklar. Banknot ve cüzdanlar tarihe karışacaklar. Oturma odamızın, büromuzun bir yerinde çeşitli manzaralara açılan sanal gerçeklik pencereleri bulunacak. Kışın ortasında güneşten yanan bir plajı seyrederek içimizi ısıtacağız. 2040 Hayatımızdan çıkacaklar Yalnızca hapishane olarak kullanılan ülkeler olacak. Hapishane turizminden köşeyi dönmek isteyenler hemen bürolar açarak ‘mahkum akrabanıza en kolay bizle ulaşabilirsiniz’ cinsinden reklamlar verecekler. 2045 Hayatımızdan çıkacaklar Tekeller ortadan kalkacak. Kravat özel partilerde, kıyafet balolarında takılır hale gelecek. İngiliz monarşisi ortadan kalkacak. Prens Charles boşuna sakal bırakıp müslüman sever görünmüyor anlaşılan! İkinci Dünya savaşından(1939 – 1945) arta kalanlar yeryüzünden silinmiş olacaklar. Hayatımıza girecekler Yapay beyinler, yapay zekalar hayatımızın bir parçası olacak. Doğal doğum ortadan kalkacak. Doğum ana karnında değil, yapay rahimlerde meydana gelecek. Göktaşlarında madencilik denen bir meslekle tanışacağız. Hayatımıza girecekler Çevreyi kirletmeye göre ayarlanan vergiler çıkacak. Yere sakız atıp üstüne basanlar yandı. Stres seviyesini ölçen ve gösteren elbiselerimiz olacak. Görünmezlik pelerini piyasaya Hayatımıza girecekler çıkacak. Bu sayede saklambaç Hastalıklarla mücadele edecek oynamak bayağı ilginç bir oyun haline küçük robotlarımız olacak. Sıhhatli gelecek. kalmamız için canla başla mücadele edecekler. Beyin nakli gerçekleştirilecek. Herkes küresel nüfus hüviyetine sahip olacak. Hafıza yüklemek gerçekleşecek. Belleğinizin kopyalarını çıkartabileceğiniz gibi, bazı bölümlerini de ödünç verebileceksiniz. Mars’a ilk ayak basan insan bize, ‘Bir insan için küçük bir adım, ama insanlık için büyük bir aşama’ diyecek. 2050 Hayatımızdan çıkacaklar Tek parçalık Belçika sonunda parçalanacak. Körlük tarihe karışacak. Bize bunca hizmet vermiş anlı şanlı Google demode olacak. Ölümün (istenmediği sürece) artık mevcut olmadığı anlar gelecek. Gılgamış’ın rüyası gerçek olacak. Daha yetmişli yıllarda yapılan filmlerde gördüğümüz ışınlanmak sonunda gerçekleşecek. Bir yerden bir yere Hızırvari bir şekilde gidip geleceğiz. 2050 sonrasında hayatımızdan çıkacaklar Çirkinlik artık mevcut olmayacak. Dünya güzeller cenneti olacak. Belki de çirkinleri özleyeceğiz bu nedenle. Belli mi olur. Amerika Birleşik Devletler’i ortadan kalkacak. Daha sonra..? Yaşayan görecek ancak. Benim 2020 yılı civarı için özel bir beklentim var. Tıpkı yetmişli yılların sonunda Hollanda’da yaşayan İspanyollar’a ve İtalyanlar’a olduğu gibi Türkler için de geriye göç başlayacak ve Avrupa’dan Türkiye’ye yüzbinlerin (belki milyonların) göçtüğüne tanık olacağız. İkinci 40 yıl Avrupa’da göçmenliğimizin birinci 40 yılı çok serüvenli, acılı, hasretliklerle çalkantılı, zor ama geliştirici, öğretici ve müteşebbisleştirici olarak geçti. İkinci 40 yılın bizler açısından çok daha olumlu geçeceğini düşünmekteyim. Sinan Tabanlı- Tim Kuluçkacıları Hayat denen çetrefilli mücadeleye 0-0 başlamıyor herkes. Bu çetin cidale bazısı önde, bazısı geride start alıyor insanların. Hilkatin bir cilvesi olarak kimi insan üstün özelliklerle mücehhez; kimi insan da, standardın bile altında bir techizat ile doğuyor. Yetişme evresinde şartlar değişkenlik gösteriyor. Talih dönüyor, şans kapıları açıyor. Yahut kader okkalı bir sille aşkedebiliyor ense köküne adamın. Bu hem ceple alakalı olan durumlarda olsun, hem de manen bu şekilde tezahür ediyor. Ee, hayat bu. Binbir senaryosu var bu filmin. Meselenin duygusal ve toplumsal yönüyle alakalı bir kısmına temas etmek gereği hasıl oldu. Statü olarak her insan farklı. Herkesin kafasında bir diğeri için çizdiği bir robot resim var. İnsanları kimliklerine ve konumlarına göre sınıflandırıp onlara bu kriterlere göre muamelede bulunmak yöntemi bugünün insanının ilişkisel ve iletişimsel metodlarının en üst sıralarında bulunuyor. "A şahsı filan yerde yüksek bir ! kariyere sahip, hitap şeklim şu, ilgi oranım şu olmalıdır." "B şahsı orta yaşlı sıradan bir kaynak operatörü, ismiyle hitap edip yanında rahat takılmalıyım." Bu düşünceye sahip olmayan çok az insan bulunur. Hemen hepimizin şiarıdır bu metod. Aristokrat, sosyete veya burjuva sınıfındakilerle proleterleri bir göremiyoruz, göstermiyorlar bize. Alayişli olanı da sönük kişilikli olana tercih ediyoruz. Bükelemeyelim. Statüsüne göre tasnif ettiğimiz insanlar arasında fiziksel ya da zihinsel engelliler de bulunuyor. Yaşlılar ve düşkünler, korkaklar ve ezilmişler de payını alıyor bizim kibir pastamızdan. Sosyo-ekonomik kategorizasyon genlerimize sıçramış bir kere. Halbuki "Veda hutbesi" ne der: "Üstünlük ancak takvadadır." Halbuki onlar bizimle aynı yaşta, aynı erdemlere sahipler. Belki biraz suskun, belki cesaretleri eksik. Biraz fakirler, biraz çirkin ya da pek işe yaramazlar biraz. Pek arkadaşları olmuyor onların, arayıp soranları bulunmuyor bu adamların. yıkıcı darbeyi biz vuruyoruz, vurmaktayız. İçine kapanık, ağır hastalık sahibi, yalnız, depresif insanların ne kadar çok intihar ettiğini biliyoruz. Ve onları şiddet uygulayarak kendilerini göstermeye zorlayan bizleriz. 11 Mart 2009 günü, Almanya'nın Baden-Württemberg adlı eyaletine bağlı Winnenden kentinde 17 yaşında biri eski okuluna giderek rastgele ateş açtı ve 17 genç (kendisiyle birlikte 18) hayatını yitirdi. Ne kadar acı vaka. Katilin adı Tim Kretschmer olarak açıklandı. Yukarıda zikrettiğimiz gibi, belirli bir sebepten dolayı toplum tarafından dışlanmış veya ikinci plana itilmiş olan insanların kendilerine veya çevrelerine zarar vermeleri, üzerinde çok kafa patlatılması ve irdelenmesi gereken bir husus. Oldukça da ikircikli. Onlar kendiliğinden mi zararlı hale geliyorlar, yoksa biz mi o hale getiriyoruz onları? İşte avam tabiriyle zurnanın zırt dediği yer burası olsa gerek. Onlar ya bir engelli, ya bir dışlanmış. Toplum vicdanının dar aynalarının kör noktasında kalıyor onlar. Zayıflığın, yalnızlığın, ezilmişliğin, yüzü kızarmışlığın, utangaçlığın ve ilgisizliğin acı kurbanları. Toplum eliyle kişilikleri katledilen zavallılardır onlar, ellerimizle yere serdiğimiz. Yaradılışın hayata 1-0 geride başlattığı bu insanlara asıl Tim Kretschmer'a muhtemel bir portre çizersek şayet şöyle de gelişmiş olabilir herşey: Tim küçük yaşlardan itibaren şefkatten ve sevgiden yoksun olarak büyütülür. Ona güzel anlarını ve eşyalarını paylaşabilmesi için gerekli arkadaş ortamı sağlamak düşünülmemiştir ailesi tarafından. Baba devamlı iş ve hobileri ile hemdemken, anne de babadan neredeyse farksızdır. Kız kardeşi sıkıcı bir çocuk olan Tim'le paylaşabileceği pek bir şeyinin olmadığına inanıyordur ve aynı evde yaşayan kopuk bir aile mevcuttur. Tim günlerini okul - ev arasında mekik dokuyarak geçirir. Evde iken yemek saatleri haricinde mütemadiyen dersleri ile veya bilgisayarı ile uğraşmaktadır. Bilgisayarda ise sıkıcı yaşamına renk ve heyecan katan savaş, dövüş, hırsızlık, katl, kaza temalı bilumum şiddet içerikli oyunlar oynamaktadır. Okulda ise gözlüğü, asosyalliği ve yalnızlığı ile dalga geçen sınıf arkadaşları Tim'i içinde bulunduğu yalnızlık ve bunalım kapanında dahi rahat bırakmayarak şeytanî çomaklarıyla zavallı Tim'i deli etmektedirler. Büluğ çağındaki bir ergenin en hassas noktası olan kız arkadaş meselesi de okul kızları tarafından hedef tahtası haline getirilerek cılkı çıkarılıyordur. Ne büyüklerine ne de yaşıtlarına karşı cesaretini ve özgüvenini bir türlü sağlayamayan Tim ne aile içinde ne de arkadaş ve okul çevresinde mutlu ve normal bir hayat sürememektedir. Tam da yetişme çağında başına gelen bu olaylar onu bütün dünyayı içinde yaşadığı çevreden ibaret sanmasına yol açar. Güzellik, vefâ, yardımseverlik, şefkat, sevgi ve hatta aşk gibi duygulardan hepten bîhaberdir Tim. Albertville kolejinden ayrılması iyi kötü bir kaç arkadaşını da kaybetmesine yol açar. Artık yapayalnız ve başıboştur Tim. 1,5 sene zarfında Alman endüstrisinde bir işçi olabilmek için ağır meslek eğitimleri almaya devam eder. Fakat heyhat ki Albertville kolejinde yaşadıkları onu bu yeni eğitimine hazırlayamamıştır. İletişim zayıflığı çeken ve medeni yönden cesaretsiz birisi olarak yetişen Tim, içinde bulunduğu ateş çemberini şiddet uygulayarak yarmayı denemelidir. Sıkı bir silah tutkunu olan babasının silah kasasından bir silah aşırabilirse eğer, ona bunları yapanları korkutabilir hatta intikamını istediği gibi alabilir bile. Birgün hazırladığı planı güzelce uygular ve bireysel silahlanma merakı kurbanı olan babanın silahlarını mermileri ile birlikte ele geçirir. Bu kadar silahla neler yapamaz ki? Okulu basıp eski (tırnak içinde) arkadaşlarını katletmeyi akleder. Bir gün belirler ve bu gün 11 Mart'tır. 11 Mart 2009 günü, Almanya'nın Baden-Württemberg adlı eyaletine bağlı Winnenden kentinde 17 yaşında biri eski okuluna giderek rastgele ateş açtı ve 17 genç (kendisiyle birlikte 18) hayatını yitirdi. Ki bu ilk değil, böyle giderse sonu da olmayacak gibi. Toplumsal kusurlarımızı görmedeki amnezimizden biraz olsun arınabilirsek okul katliamlarının kronikleşmesinin vehametini idrake mazhar olabileceğiz. Ben Tim'in suratında amansız bir katil sıfatı görmüyorum. Yaptığı çocuğa sahip çıkmayan ebeveyn mi suçlu? Evlerimize her türlü şiddet içeriğini sokan bilgisayar üreticileri mi? Egoizm ve ezilme-ez mantığıyla yetiştirilmiş genç insanlar mı? Onların aileleri mi? Tim Kretschmer'ın öğretmenleri mi? Yoksa Tim Kretschmer mı? Tim'ler aramızda büyümüyor mu? Sizce bu kanlı fotoğrafın gerçek katili kim?