05 - Dergi Bursa
Transcription
05 - Dergi Bursa
Ekim - Kasım’11 Fiyat›: 7 TL 05 www.dergibursa.com.tr K E N T R E H B E R İ V E Y A Ş A M D E R G İ S İ BURSA ÇINARLARI - B A TUM - KA P A DOKYA - DE Lİ A YTE N - S İ YA H BEYA Z İSTANBUL LEONARD COHEN - MA R I LYN MON R OE - VA N G O G H - SARI - SONBAHAR - HÜZÜN 1 2 3 editör notu Kapağımızdan cümlelerin “yeter artık son” dediği noktalarımıza kadar “hüzün”den bahsediyoruz bu sayıda. Ama yazmak için son güne kadar sakladığım bambaşka bir konu var bu editör notunun içerisinde. Hepinize “tanıdık” gelecek, oldukça yakın bir konu. dergi bursa’nın takipçileri için çok uzak olmayacak birazdan yazacaklarım. Paylaşmayı seven insanlardan söz ediyorum. İzin verirseniz önce kısa bir tanımlama yapmalıyım. Hepimizin çevresinde yaşamı paylaştığı insanlar vardır. Doğru, yalnızlık da bizler için, Orhan Veli’nin deyimiyle, “Bilmezler yalnız yaşamayanlar...” İnsanlardan uzak kalmamız çok mümkün olmaz yaşamın içinde. Arkadaşlarımız ve yakınlarımızdan oluşan geniş bir sosyal çevremiz vardır. Sohbet etmeyi ararız. Konuştuğumuzda insanların ilgi odağı olmak isteriz. İlgilendiğimiz konularda uzman olarak kabul edilmek isteriz. Tavsiyelerimize, fikirlerimize güvenilen, danışılan birisi olmak için çabalarız. Dinamik, heyecanlı ve ileri düzeyde etkin davranmayı seven insanlar vardır bir de. Dünyayı, Türkiye’yi ve yakın çevresini dikkatle takip ederler. Öğrenmeyi ve keşfetmeyi seven, yaşamdan zevk almasını bilen “Sizi bir yerlerden tanıyor gibiyiz” insanlardır. Yeni fikirler üretmeye ve bunları insanlarla tartışmaya meraklıdırlar. Fikirleriyle insanları etkileyebilen ve harekete geçirebilen kişiler... Yeni bilgileri kendi eleştiri süzgeçlerinden geçirmeden kabul etmeyen, sorgulamayı seven toplum içindeki en etkin bireylerdir onlar. Eleştirilerinin düzeyli ve yapıcı olmasına özen gösterirler. Beğendiği ya da beğenmediği bir konuyu, sözlü ya da yazılı olarak insanlarla paylaşmaktan çekinmezler. Bahsettiğim kişi bu derginin içerisinde ve hemen karşımda duruyor. Bu kişi aslında tek bir kişi değil, iki kişi. Birincisi, hiç etrafa bakmayın, sizsiniz. Çünkü okuyan insan paylaşan insandır nazarımda. Öğrenmek paylaşımların en büyüğüdür. Öğrenmenin önemli bir yolu da okumaktan geçer. Ancak okuduktan sonra birkaç satır yazı yazmalıdır insan. İkincisi ise işte o cesareti gösteren tüm yazarlarımız. Bu yüzden bizim aramızda çok önemli bir bağ var. Biz paylaşırken siz bize akıllarınızda boş bir sayfa açıyorsunuz. Biz size birşeyler karalarken, birkaç fotoğrafta derdimizi anlatırken, siz de bizim “aklımızdan geçenleri” okuyorsunuz. Belki de daha da önemlisi vaktinizi paylaşıyorsunuz. İşte tüm bunlardan ötürü “sizi bir yerlerden tanıyor gibiyiz...” Paylaşmak işteş bir eylemdir. Bizi paylaştığınız için, bizimle birlikte paylaştığınız için teşekkür ederim. Bize ulaşan her satır için, yüzümüze ya da arkamızdan söylediğiniz her cümle için. Vakit ayırdığınız için. Yola çıkarken hayatınızda bir dergi olsun istemiştik, siz bizi arkadaşınız yaptınız. Orhan Veli haksız çıktı, artık yalnız değilsiniz. Editör dipnotu: Temamız sonbaharın da gelmesiyle içimizi kemiren bir his; hüzün. Bursa’nın çınarlarından Deli Ayten’e, sonbahar yapraklarından Van Gogh’a, hüzünlü hikayesiyle Marilyn Monroe’den tarihi boyunca hüznü yaşamış bir şehir olan İstanbul’a kadar her şey birazdan paylaşacaklarınız arasındaki paylaşımlarımızda. Buyurun okuyun. Okuduktan sonra haberleşiriz. ır k a Ç n i g En 4 5 arka plan Yıl: 1 Sayı: 5 / Ekim - Kasım’11 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) www.dergibursa.com.tr İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) engincakir@photographica.com.tr Yayın Kurulu Demet Argun Güngör, Engin Çakır, Emine Civanoğlu, Emine Korku, Kadir Kılınç, Melih Karaer, Özgür Çakır Yazarlar Celil Sezer, Dilek Şen, Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral, Hakan Akdoğan, Melih Karaer, M.Ömür Akkor, Nazan Aşkalli, Nazlıhan Ergin Şevik, Özlem Şenkoyuncu www.dergibursa.com.tr Uzman Yazıları Psk.Ayşegül Alkış, Doç.Dr.Mert Yılmaz, Op. Dr. Osman Okan Yaman, Op.Dr.Servet Yetgin, Ecz. Tunca Toker, Özgür Akkaya Erdemol Yayın ve Reklam Koordinatörü Emine Korku eminekorku@photographica.com.tr İstanbul Temsilcisi Nazlıhan Ergin Şevik naz@photographica.com.tr Grafik Tasarım Photo Graphica Creative grafik@dergibursa.com.tr Çorbada Tuzu Olanlar Aykut Güngör, Filiz Bedir, Sercan Berberoğlu, Nilay Karasulu, Emir Kurtaran Reklam İletişim / Abonelik reklam@dergibursa.com.tr abone@dergibursa.com.tr T. (0224) 233 87 11 6 Yayıncı / Yapımcı / Yönetim Baskı Dağıtım www.ozgun-ofset.com Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 www.photographica.com.tr info@photographica.com.tr www.seckurye.com Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. 7 plan K E N T R E H B E R İ V E Y A Ş A M D E R G İ S İ tek karede Bursa Ahmet Çetin - Bursa’da zaman beton içinde 10 bursa dokusu Şehrin en hüzünlü gölgeleri 12 yakın plan Adım “Son” bahar 18 rengarenk Sarı zamanlar 24 g. zaman kipinde Hazinli bir hikayenin “deli” yanları 28 evrensel sanat Buhranlı sarı hayaller - Vincent Van Gogh 30 film şeridi En sarışın, en hüzünlü... - Marilyn Monroe 36 bakış açısı Hüzünlü ve siyah beyaz İstanbul - Özgür Çakır 42 odak noktası Odaktaki hüzünlü İstanbul insanı - Celil Sezer 54 gezi - yorum Ben giderum Batum’a da... 62 hemzemin Güzel atlar ülkesinden günlük notları - Nazlıhan Şevik 72 semboller Hazan - A.Kadir Kılınç 80 köşe Hazanın hüznü - Dilek Şen 81 deli kızın defteri Bir anda... - Gözde Aral 82 havadan sudan Son bakışta aşk - Nazan Aşkalli 84 armoni Kelimeleri sarhoş eden adam - Leonard Cohen 86 kitabi Ezilmiş leylaklar kitabı - Emine Civanoğlu 90 kavram defteri Yalnızlığın vahşiliği - Hakan Akdoğan 92 eğitim psikolojisi Çocuk ve stres - Psk. Ayşegül Alkış 94 Türkçe sözlüğü Dilbilgisi 96 genel sağlık Küçük kesi ile kalp ameliyatları - Doç. Dr. Mert Yılmaz 98 sağlıklı düşünce Zaman grip aşısı zamanı - Ecz. Tunca Toker 100 kadın sağlığı “Hanımlar depresyondaysa” - Op. Dr. Servet Yetgin 102 genel sağlık Boyun fıtığı - Op. Dr. Osman Okan Yaman 104 ruhun gıdası Nedir bu yoga dedikleri? - Özgür Akkaya Erdemol 106 tekno günce Geleceğimiz varsa, göreceğimiz de var - Erdinç Tuğcu 108 serbest yazı “Sosyal Medya” için kısayollar - Özlem Şenkoyuncu 110 bursa mutfağı Bursa’da kış hazırlıkları - Ömür Akkor 112 kestaneli lezzetler Kestaneli piliç ruloları 114 keyfi yerinde Doğanın bize armağanı Bağbozumu - M.Melih Karaer 116 rehber bursa Bursa’nın yaşam rehberi 118 www.dergibursa.com.tr 8 plan 9 tek karede bursa Bursa’da zaman artık beton içinde... Kime sorsak Bursa’nın hüznü nedir diye çarpık kentleşmeden bahsediyor. Kimisi ise hala umutlu; Demirkapı’daki çocuklara, Mihraplı’da uçuşan martılara, Bursa’nın köylerine, “eski Bursalılara”, Uludağ’a, Bakacak’a, Yıldız Tepe’ye, Gölyazı’daki günbatımına, Trilye’deki yıkık kiliselere, Tophane’ye, Kaleiçi’ne, Kayhan Çarşısı’na, Arap Şükrü Sokağı’na, Kırk Merdivenler’e veya Mimoza Meyhanesi’ne sorun diyor. Çok geçmeden buluyoruz cevabı. Tanpınar’ın dizeleri geride kaldı belki ama gün gün büyüyen Bursa “insanlara” direniyor. Aslında hüzün onun her yanında... Bursa’da zaman Bursa’da eski bir cami avlusu, Küçük sadirvanda şakırdayan su. Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yasta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çesmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarilerin en ilahisi. Bir zafer müjdesi burda her isim: Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşiyor sihrini geçmis zamanın Hala bu taşlarda gülen rüyanin Fotoğraf: Ahmet Çetin 10 Güvercin bakışlı sesszilik bile Çinliyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camileri eski bahçeler, Şanlı hikayesi binlerce erin Sesi nabzim olmuş hengamelerin Nakleder yadini gelen geçene. Bu hayalde uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler Gümüş aydınlıkta serviler, güller Serin hülyasıyla çesmelerinin. Başındayım sanki bir mucizenin, Su sesi ve kanat şakırtısından Billur bir avize Bursa’da zaman, Yeşil Türbesini gezdik dün akşam, Duyduk Bir musikî gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur’an sesini. Fetih günlerinin saf nesesini Aydınlanmış buldum tebessümünle. İsterdim bu eski yerde seninle Başbaşa uyumak son uykumuzu, Bu hayal içinde... ve ufkumuzu Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, Havayı dolduran uhrevi ahenk. Bir ilah uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette Belki de rüyası büyük cetlerin, Beyaz bahçesinde su seslerinin. Ahmet Hamdi Tanpinar 11 bursa dokusu 12 Şehrin en hüzünlü gölgeleri Yazı: Engin Çakır Fotoğraflar: Demet Argun Güngör – Engin Çakır Asırlardır şehri onlar koruyor. Çocukları onlar, yaşlıları onlar. Sevgililere kucaklarında yer açıyorlar. Doğanın en güçlülerine bir tek onlar meydan okuyor. Rüzgar bana mısın demiyor güçlü gövdelerine. Sular alıp götüremiyor onları, güneş kavuramıyor. Hüzünlü ifadelerine inat, asırlardır filiz veriyorlar. NELER görmüşlerdir kim bilir yüz yıllardır… Bursa insanına yaşlarıyla ve heybetiyle çok şey anlatan, her dalında ayrı hikâyeler saklı Bursa çınarları... Medeniyetlere kucak açmış bir şehrin aktörleri de ancak medeniyet kadar eski olmalıdır diyebiliriz onlardan bahsederken. Asırlık çınar ağaçları ile çevrili bu şehir, doğanın en güzel örnekleriyle tarihe ev sahipliği yapıyor aslında. Bu yüce çınarların en kahraman, en görkemli, en ölümsüz olanları da elbette ki İnkaya Çınarı ve Ağlayan Çınar... Bursa “doğu çınarı”ndan “saplı meşe”ye, “gümüşi ıhlamur”dan “çiçekli manolya”ya kadar 11 farklı türde, yaşları 100 ile 650 arasında değişen 833 anıt ağaç ile belki de Türkiye’nin hatta dünyanın sayılı illerinden... Bu asırlık ağaçlardan 315’inin tescil işlemleri tamamlandı. 518’i için de envanter kartı çıkarıldı. Şu ana kadar tespit edilen en yaşlı ağaç Hürriyet Mahallesi’ndeki Nostalji Bahçesi’nde bulunan 610 yaşındaki çınar ağacı. Günümüze ulaşamayan Bursa’nın kuzeyindeki Oyukçınar Mahallesi’ne adını veren çınar ağacı ise 18,2 metre gövde genişliği ile Türkiye’nin en büyük ağacıydı. Bunun dışında Halkalı ve Dudaklı Çınarı ile her yıl içinde leyleklerin yuva yaptığı Kiremitçi Çınarı’nın, Orhan Cami avlusundaki ağacın Osmanlı ile yaşıt Bursa çınarları olduğu söyleniyor. Bursa’nın kayda değer diğer anıt ağaçları arasında ise Kovukçınar (Ulufeliçınar), Eskicibaba çınarı, Dua çınarı, Pirinç Hanı çınarı, Altıparmak çınarı, Kültürpark’taki Yaycılar Pınarı çınarı, Müşkire çınarı, İznik’teki Havuzbaşı, Beypınarı, Hespekli, Kaymak Köşkü, Lefke Kapısı, Sanayi ve Davud-u Kayseri çınar ağaçları bulunuyor. Ayrıca Geyikli Baba’nın 13 bursa dokusu 14 Bursa’nın fethi sonrası uğur olsun diye diktiği ağacın bugün Hisar içinde, Kavaklı caddesindeki, Kavaklı çınarı olarak bilinen anıt/ağaç olduğu rivayet ediliyor. “Osmanlı Devleti’nin habercisi çınar ağacı” Bir gün Osman Gazi; ileride kuracağı devletin mânevî mimarı olacak olan Şeyh Edebali’nin dergâhında konaklar. Kur'ân-ı Kerîm'i alır, sabaha kadar okur ve bir ara içi geçer. Rüyasında bağrından çıkan bir ulu çınarın dalları, cihanın dört bir yanına kol-kanat gerer. Nice insan o ağacın dallarından, meyvelerinden ve gölgesinden istifade etmektedir. Sabah ilk iş olarak bu rüyasını Şeyh Edebali'ye açar. O da, tebessümle der ki: "Müjdeler olsun Osmancık, bey olacaksın. Bağrından çıkacak bir devlet üç kıtaya yayılacak, Allah'ın izni ve inayetiyle... Rüyan da bunun muştusudur!" Ve rüya gerçek olur. Belki de bu manidâr rüyadandır Osmanlı denince akla hep ulu bir çınar, çınar denince de Osmanlı gelmesi... Çınar ve Osmanlı denince ise Bursa... 6 asırla birlikte yaşamak Bursa’nın ulu çınarlarına en güzel örnek ise 6 asırlık İnkaya Çınarı... İsmini Osmanlı Devleti’nin ilk köylerinden olan İnkaya’dan, görkemli güzelliğini de doğanın Uludağ yamaçlarına sunduğu ayrıcalıklı bereketten almış, doğanın ve tarihin abidesi. Bunca sene boyunca Bursa’nın suyunu ve havasını içine çekerek büyümüş ve köklerini Doburca caddelerine kadar uzatmış. Bursa semalarını yıllar yılı izleyedurmuş. Her dalı bir ağaç, tüm dalları bir orman olmuş. Gölgesine koca bir köyü saklamış. Namı köyün önüne geçmiş. Geçen asırlara inat etmiş. Yitirilen onca değere, yaşamlara kimi zaman da doğal afetlere rağmen ayakta durmuş. Sadece tanık ve yaşayanlara gölge olmuş. Doğduğu topraklara inanıp, bir gün daha soluyabilmek için Bursa havasını, köklerini umutla bağlamış toprağa… Uludağ yolunda, gökyüzüne uzandığı her santimde topraktan güç almış… “Koca çınar” demişler yoldan geçenler, hürmet etmişler, yıllar yılı saygı görmüş ve ismi “ulu çınar” olarak anılmış. Yeşilin her tonuna sahip yapraklarında gökyüzünün mavisine yoldaş olmuş, toprağın bereketini tüm dokusuna kazımış ulu çınar. 40 metre boyu, 10 metreyi bulan gövdesiyle belki 15 bursa dokusu de Bursa’nın en görmüş geçirmiş figürü olan bu yüce çınar, tarihin gizemiyle herkese kucak açmış… Mevlana’nın “kim olursan ol gel” felsefesini hatırlatan bir tevazuuyla kucaklamış ziyaretçilerini… Ziyaretine gittiğinizde öncelikle başınızı yukarıya kaldırmak gerekir. Altında dakikalarca yürüseniz bile yine onun gölgesinde gezersiniz. Gölgesinde çayınızı ya da kahvenizi yudumlarken dinlendiğiniz her anda, içinize çektiğiniz her nefeste Bursa’nın tarihini paylaşırsınız onunla… Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa'da; Osmanlı kadar görmüş geçirmiş, Cumhuriyet kadar genç ve tazedir Ulu Çınar… Kalın dallarının uzunluğu 150 m.'yi bulan çınar, köyde yaşayan ve çınarı ziyaret etmeye gelenlere hizmet 16 sunarak kazanç elde eden 85 ailenin de geçim kapısı... Bursa'nın anıt ağaçları arasında en çok tanınmışı, Uludağ yolunda Uludağ gibi ulu ve gösterişli serpilir toprağa… Güneşin batışını oradan izlemek size sanki o’na sığınmışsınız hissi verir. Günün oradan uğurlanması, gecenin soğuğunu unutturmuştur bile. Kimi zaman hüzün verse bile ufukta anbean yarattığı renkler, çınar yaprakları arasından süzülen ton ton kızıllıklar ve ışığını alıp giderken size en güzel tablosunu sunması, çoğu insanın en sevdikleri arasındadır. Köy halkı, tarihi çınarın altında çay bahçesi, mangal restoran, market ve hediyelik eşya dükkânları açmış, köylü kadınların yaptığı el işlemesi ürünler, bahçelerinde yetiştirdikleri meyve ve sebzeleri satarken çınar, her dalına ayrı bir yaşam gizlemiştir. Her dalında bir duygu saklı olan çınarın size yaşattığı en eşsiz duygu olan huzurla, gölgenin serinliğinde; kederi, sıkıntıyı, mücadeleyi bir an için ayakucunuza bırakıverirsiniz. Göle dönüşen aşk hikayesi Yüzyılları aşkın yaşıyla anıt ağaçlardan bir tanesi de "Ağlayan Çınar..." Bu çınar Gölyazı’nın hazin hikayesinin vücut bulmuş hali. Efsaneleşmiş bir halk destanı gibi adeta… Rivayete göre bir gün, köyün delikanlısı Mehmet, güzeller güzeli Rum kızı Eleni’ye sevdalanmış. Çocukluktan beri süregelen bu aşk, Kurtuluş Savaşı yıllarında Rum köylerinin boşaltılmasıyla birlikte bir kâbusa dönüşmüş. Mübadele ile Apolyont’ta bulunan Rumlar ile Selanik’te bulunan Türkler yer değiştirmiş. Apolyont’tan topyekün yola çıkan Rumlar içerisinde Mehmet'in sevgilisi Eleni ve ailesi de varmış. Bunu öğrenen Mehmet kalabalığın içerisinde sevdiği kızı Eleni’yi aramaya başlamış. Tam onu gördüğü sırada Eleni’nin büyük ağabeyi Yorgi Mehmet'in yolunu kesip geri dönmesini ve Eleni’yi unutmasını söylemiş. "Bizler artık kardeş komşular değil, düşman iki milletiz. Bu iş asla olmaz!" demiş. Mehmet sevdasından asla vazgeçmeyeceğini gerekirse bu uğurda canını bile vereceğini söylemiş. Bunun üzerine sinirlenen Yorgi, hançerini çekip defalarca Mehmet’e saplamış. Aldığı yaralarla acılar içerisinde kıvranan Mehmet, son bir gayretle Eleni ile gizli gizli buluştuğu ulu çınarın oyuğuna kadar gelmiş. Vücudundan akan kanlarla çınarın oyuğuna şunları yazmış: "Canım sevdiğim, sonsuza dek seni burada bekleyeceğim.” Konvoy ilerlerken Eleni’nin sırdaşı ve can dostu Penelopi, Yorgi ile Mehmet arasında geçen tartışmayı görmüş koşarak can dostunun yanına giderek bütün olan biteni anlatmış. Olanları öğrenen Eleni, bir fırsatını bulup konvoydan ayrılarak doğruca sevdiğine koşmuş. Ancak çınarın oyuğuna geldiğinde, her zaman en mutlu anlarını geçirdiği bu ulu çınarda biricik sevdiğini kanlar içerisinde bulmuş. Sevdiğinin başını kollarına almış, son kez gözlerine bakmış, hıçkırıklar içerisinde ağlayarak "Az sonra kavuşacağız ve sonsuza dek bu çınarın oyuğu olacak yuvamız. Bu çınar var oldukça sonsuza dek yaşayacak sevdamız..." demiş. Daha sonra belinden çözdüğü kuşağının bir ucunu çınarın bir dalına, diğer ucunu da boynuna geçirerek oracıkta canına kıymış. Efsaneye göre; ulu çınar bu hazin öykünün ardından kanlı gözyaşları dökmeye başlamış ve göl bu şekilde meydana gelmiş. Güneş onlar için her gün kızıl olarak batmış. Onları anmış, en nihayetinde çınar ağlasa da güneş her gün batmaya devam etmiş ama çınar da aşkları da baki kalmış… Bu çınarın gövdesinden bugün hala özsuyu akıyor. Ya da belki de gözyaşı… 17 yakın plan 18 Adım Son “bahar” İkisi gitti, ikisi kaldı. Şimdi sıra “Sonbahar”ın... Mevsimlerin en sarısı; hüznü, yalnızlığı ve sessizliği paylaşmak için yine aramızda. Ormanların sarıya boyanma vakti geldi artık. Sonbahar hepimize yeni bir ruh verecek. Hüznümüz de öykümüz de iyiden iyiye sararacak… Yazı: Engin Çakır Fotoğraflar: Demet Argun Güngör – Engin Çakır 19 yakın plan 20 EVVEL ZAMAN İÇİNDE, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde... Günlerden bir gün Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, Gök Kral’a misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, ne olduğunu sormuş. Nöbetçi, “Ne olacak… Mevsim kardeşlerin gürültüsü… İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar” deyince, “Onları bana gönderin. Ben yalnızım, biraz da benimle kalsınlar” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Ana’ya, “Benim adım İlkbahar, size ufak bir armağan getirdim” demiş ve çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış. Çok geçmeden tombul, kırmızı yanaklı bir kız olan ‘Yaz’ gelmiş… Kardeşine, “Haydi çekil bakalım, bak ben geldim” demiş. Sonra o da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış ve Toprak Ana’ya vermiş. Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı, sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya, “Benim adım Sonbahar. Yalnızlığı, sessizliği çok severim” demiş, sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da, “Benim adım Kış” diye bağırıyormuş. Dört kardeş de Toprak Ana’nın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış, “Beni dinleyin. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın ya da gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.” Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp “peki” demişler, sırayla Toprak Ana’ya misafir olmuşlar... Sıra ‘Sonbahar’ın artık... Dört mevsim masalının sarı çocuğu Sonbahar; hüznü, yalnızlığı ve sessizliği paylaşmak için aramızda. Doğanın sarıya boyanma zamanı geldi artık. Ağaçlar, çayırlar, çimenler, patikalar, her yer yavaş yavaş önce kızıla sonra sarıya dönecek. Doğa, siyah beyaz günlere hazırlanacak ve çıplak bir kadın gibi kalacak. Makyajı silinmiş, saçları dağılmış ve yıpranmış, belki dalları kırılmış bir kadın gibi… Gökyüzünün yakıcı sıcaklığı yerini yağmurlara bırakacak ve göz önünde sadece doğanın iskeleti kalacak. Bundan sonra her şey dünyanın iskeletine ve değişen yüzündeki hüzne kapılmakla devam edecek. 21 yakın plan Metin Altıok anlatımıyla sonbahar, doyumsuz bir aşkın sonu olacak: Sonbahar-ki acının değişmez dipnotudurSesinin solgun göğünde, Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur. Savrulur her yana kavruk kelimelerle, Yüreğini acıyla buruşturur. Bakışının pasıyla zırhlanan dünya, Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına, Sonbahar-ki doyumsuz bir aşkın sonudur. Onu en çok anlatan kelime “hüzün”dür şüphesiz. Yalnızlığın simgesidir kimi zamansa. Renklerin en sessiz sedasızı sarı ile özdeşleşmiştir. İçten içe bir bekleyiş kaplar her yanı. Yürek bir deniz olsa, Sonbahar’da geriye sadece birkaç damla kalır. Bu yüzdendir 1986 yapımı Sonbahar şarkısının sözlerindeki tuhaflık… Sezen Aksu’nun yorumuyla daha da güçlenen şarkının söz ve müziği rahmetli Aysel Gürel ve Onno Tunç’a aittir: 22 Alır gider beni sarı rüzgârlarıyla sonbahar. Gelir anılardan bir davet, çocukluğum canlanır. Bir varmış bir yokmuş diye başlardı bütün masallar. Hani nerde o masum ve daha bozulmamış rüyalar… Sedef sedef olur, açardı nilüferler. Ve kanatları tülden fildişi kelebekler… Bir martı misali tek başıma uçardım. Hani nerde üstünde uçtuğum mor denizler… Sevgiden saygıdan bir altın kafes ördüm.İnançlarım kilit kilit oldu üstüme. Aşıp bedenimi bendeki beni gördüm. Hani nerde uğrunda azaldığım değerler… Ellerim soğuk şimdi, üşüyor dudaklarım. Göğsüne düştü başım, o çiçekten yılların… Ey sonbahar… Alır gider beni sarı rüzgârlarıyla sonbahar. Gelir anılardan bir davet, çocukluğum canlanır. Bir varmış bir yokmuş diye başlardı bütün masallar. Hani nerde o masum ve daha bozulmamış rüyalar… Gündüzler artık daha kısa… Geceler daha uzun. Güneş her zamankinden erken batacak ve daha az ısı, ışık verecek. Serin, yağmurlu ve rüzgârlı günlerin sayısı her geçen gün artacak. Ağaçların yaprakları sararmaya ve dökülmeye başlayacak. Çiçeklerin sayısı azalacak, etraftaki otlar ve çimenler neredeyse kuruyacak. Göçmen kuşlar güneye, yazlık elbiselerse dolaplara gidecek… Hepimizin bir parçası sonbahar olacak. Kimisi Attila İlhan gibi sahiplenecek Sonbaharı: Nasıl iş bu? Her yanına çiçek yağmış… Erik ağacının, Işık içinde yüzüyor. Neresinden baksan, Gözlerin kamaşır. Oysa ben akşam olmuşum. Yapraklarım dökülüyor. Usul usul… Adım sonbahar… 23 rengarenk Sarı zamanlar Yazı ve Fotoğraflar: Engin Çakır Sarı; güneşin, ışığın ve altının rengidir; zekâyı, arzuları ve ruhsal gelişimi simgeler. Büyük düşünen ve umudunu hiç kaybetmeyen insanların rengidir. Ümidini yitirmeden yüreğini sıcak tutanların... Hex değeri: "#FFFF00" RGB değeri: "255, 255, 0" CMYK değeri: "0, 0, 100, 0 İDEOLOJİ yaratan insanların ve çok büyük düşünürlerin en sevdiği renk hep sarıdır. Bunun nedeni ise sıradanlığı sevmemeleridir. Değişimi simgeler. Bilinçaltında farklılığı ve dönüşümü ayağa kaldırır. İnsanı ayrıcalıklı hissettirir. dönüşüm ve etkileyici ancak bir iletişim süreci ile son bulabilir. Herkesin güneşe veya güneşin rengine ihtiyacı vardır da denebilir. Çünkü bize enerjimizi veren, tüm dünya canlılarına yaşam şansı tanıyan sarıların en büyüğü güneştir. Sarı sizin için değişilmez bir renk ise, kendinize güvendiğinizi bilmelisiniz. Aklınız hep meşguldür, düşüncelerinizi bir türlü toparlayamazsınız. Sarı; aydınlığın, güneşin ve ateşin rengi olarak renklerin en açığı, en sıcağı, en ateşlisi, en fazla genleşebilenidir. Genellikle ortamı renklendiren, neşelendiren, ışık veren, mekanı genişleten bir renk olması nedeniyle iç dekorasyonlarda, çoğunlukla duvarların Hex değeri: "#000000" rengi olarak seçilir. En kıymetli maden RGB değeri: "0, 0, 0" olan altının rengi olması nedeniyle CMYK değeri: "0, 0, 0, 100 zenginliğin de simgesidir. Çin'de, Karakterinize sarı işlediyse devamlı büyük planlar yapma ihtiyacı duyarsınız. Tıpkı sonbahar gibi bir dönüşüm dönemi içerisindesinizdir. Bu rengin üzerinizdeki etkisi sosyal 24 imparatorların rengi olarak bilinen sarı, güneşin ve onun tüm simgesel değerlerinin (sıcaklığın, bolluğun, aşkın, iyiliğin) rengi olduğu için, Apollon ve Ra gibi güneş tanrılarının da simgesi olmuş ve tanrısal, ilahi bir renk olarak kabul görmüştür. Bunun yanı sıra sarı, çağlar boyu insanları, güçlerinin kaynağının tanrısal olduğuna inandırmak isteyen prenslerin, kralların, imparatorların tercih ettikleri bir renk olarak iktidarın, gücün, erkin, egonun, kendine güvenin simgesi olmuştur. Ancak, bu kendine fazlaca güven kişiyi benmerkezciliğe, kendini beğenmişliğe sürükleyerek ona sevgiyi, paylaşmayı da unutturduğu için bu renge olumsuz anlamlar da yüklemiştir. Her ne kadar, altına yakınlığıyla zenginliği, olgun başakların rengi olarak bolluğu, verimliliği, renklerin en parlağı olmasıyla zeka, bilim ve aydınlık düşünceyi çağrıştırıyorsa da, nankörlerin, benmerkezcilerin, hainlerin, sahtekarların, ihanet edenlerin rengi olarak da pek çok olumsuz yorumlamalara da açık bir renktir. Sarı renk elektromanyetik tayf'ın yeşil ile turuncu arasında yer alan ve insan gözüyle görülebilen renklerinden biridir. Dalgaboyu 565-590 nanometre kadardır. Uzak mesafelerden görülebilirliği yüksek bir renktir. Bu nedenle bazı ülkelerde taksiler ve okul servisleri sarı renktedir. Sarı beyazla karıştığında, yani daha açık bir renk haline geldiğinde, hareketi artar. Güneş ışınlarının rengi olan sarı, çevresinden taşan söndürülmesi zor bir renktir. Durmadan bakıldığında sarının, hangi formda olursa olsun, rahatsız edici bir etkisi olur ve renkteki ısrarlı ve saldırgan karakter ortaya çıkar. Sarı tipik dünyevi bir renktir, asla derin bir anlama sahip olamaz. 25 rengarenk Sarı denince aklımıza gelenler… Yumurta Papatya Altın Kayısı Limon Işık Hastalık Sarı Sayfalar Sarılık Mandalina 26 Melankoli Buğday Güneş Muz Sarışın Sarı Odalar Taksi Ateş Okul Servisi Bal Sarı Çam Sarı Gelin Sarı Nokta Reçel Marilyn Monroe Post-it İş Makinası Kaşar Peynir Sarı Selim Sarıyel Arı Sarı Kanat Sarı Yahudi Sarıçıyan Saman Kuru Yaprak Sarıkız Sarıkuyruk Sarı Sıcak Sarı Irk Sarı Çizmeli Mehmet Ağa Sarı Laleler Kanarya Sonbahar Sarı Kart Sarı Köşk Civ Civ Etek Sarı Sen Etekten Sarısın Kavun Barni Sarıyer Sarı Zeybek Sarı Mercedes Sarı Sayfalar Sordum Sarı Çiçeğe Otluk Sarı Saç 27 geçmiş zaman kipinde Bir hazin hikayenin “deli” yanları Soyismi gibi istediğini alamadı hayattan Ayten Şenaşık. Yaşamındaki en iyi yan onu tüm Bursa’nın tanımasıydı belki de. Koluna takıp takıştırdığı çantalarda neler taşıyordu, cümbüşü ve davulu hangi hazin şarkıları söylüyordu kim bilir… BİR OMZUNDA taşıdığı birden fazla çantayla, cümbüş ve davul çalarak Bursa sokaklarının simgelerinden birisi olmuştu, 1935 Kamberler Mahallesi doğumlu "Deli Ayten..." Hikayesi hüzünle örülü bir aşktan ötürüydü. Bugünse ölümüne kadar yaşadığı Roman mahallesinin kentsel dönüşümle park haline getirilen bölümünde heykeli dikili... Üç yaşında geçirdiği menenjit hastalığının olumsuz etkileri zamanla silinen Ayten Şenaşık, genç kızlığa adım attığı 13-14 yaşlarında, aynı mahallede oturan ve kendisinden 5 yaş büyük "Cümbüş Hasan"a aşık oldu. Ailesinin sevdiğiyle evlenmesine izin vermemesi üzerine Ayten’in akli dengesi yavaş yavaş bozuldu. Bir doktorun "Ancak sevdiği kişiyle evlenirse düzelir" demesi üzerine ailesi, Ayten’i alkolik olan Cümbüş Hasan’la evlendirmek zorunda kaldı. Dillere destan bir düğünle evlenen Ayten bir daha hiç düzelemedi. Aradan 1,5 yıl geçtikten sonra Cümbüş Hasan evi terk etti ve kendini içkiye verdi ve bir süre sonra da öldü. Eşinin ölümüyle yıkılan Ayten de avare halde sokaklarda dolaşmaya başlayınca adı “deli”ye çıktı. Deli Ayten, özellikle kent merkezindeki esnaf için bir dönemin simge isimlerinden biriydi. Tarihi Kapalı Çarşı ve devamındaki Uzun Çarşı’da dükkanları dolaşırdı. Onun girdiği dükkanlara bereket geldiğine inanılırdı. 28 O ise “Hasanım Hasanım, nerdesin sen?” diye gezinir dururdu. Evlilik yıldönümlerinde en güzel elbisesini giyer, kırmızı rujunu sürer, davulunu temizler, cümbüşünü parlatır öyle çıkardı yola. Genellikle kendi halinde ve zararsız olmasına karşın kızdırıldığı zamanlarda saldırganlaşırdı. “Parlak Moruk”, gördüğü yakışıklılara taktığı lakaptı. Sadece bu lakabı söylemekle kalmaz, o devrin delikanlılarından yanak alırdı. Çarşı esnafı ise ona şöyle takılırdı: “eight nine ten, Deli Ayten…” Bunu duyan Ayten köpürürdü. Esnaf “Ayten Hanım buyurmaz mısınız?” diye dükkânına davet ederdi. Ayten alkışlar ve tezahüratlar arasında her seferinde başka bir dükkânda konaklar, oturur, çayını içer, sonra cümbüşünü alarak yürüyüşüne devam ederdi. Kızyakup (Kamberler) Mahallesi’ndeki garip kulübesinde 12 Mart 1992’de komşuları tarafından ölü bulundu. Ahmet Dai Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Pınarbaşı mezarlığına defnedildi. Deli Ayten’in mezarı, 2001 yılında granit kaplanarak düzenlendi ve mezar taşına davullu fotoğrafı konuldu. Yıllar sonra 2009 yılında ise heykeli yapıldı ve Kamberler Tarih ve Kültür Parkı’na konuldu. Böylece mahallesine tekrar kavuşmuş oldu. 29 evrensel sanat Vincent Van Gogh Hüzün dolu bir hikayeydi Van Gogh’unki. Yaşadığı buhranlar, hastalıkları ve dünyayı algılama şekli onu ölümsüz kıldı. Bazı resim ve eskizleri, dünyanın en tanınmış ve en pahalı eserleri oldu. Renk kullanımı ve fırça darbeleri tamamen kendine hastı. İnsana ve doğaya olan aşkı kişisel buhranlarından bile öteydi… Kurduğu cümleler ve eserlerine olan yansımaları ise gerçeklerden oluşan bir hayalden de fazlaydı… Buhranlı sarı hayaller 30 "ACI DUYMAK gülmekten iyidir, zira acı insanın yüreğini ağrıtır. İnsanları diri diri gömercesine kilitleyip çevrelerinde duvarlar örenin ne olduğu bilinmez ama yine de bir takım duvarların, tel örgülerin, demir parmaklıkların varlığı hissedilir. Bütün bunlar bir kuruntu, bir hayal midir? Sanmıyorum. Ve insan kendi kendine sorar; tanrım bu uzun süreli mi, temelli ve herkes için geçerli olan bir ebediyet midir?" gibi uzun ve felsefe alt yapılı bir cümle Van Gogh’un dudaklarının arasından kolayca süzülebiliyordu. Ömrü yaşadığı psikolojik yıkıntılarla geçen bir dehanın bu denli başarılı olması da yine bu yıkımlar sayesinde oldu. Akıl hastanesine yatmayı kabul edecek kadar bilinçliydi, resim yapılmasına boyaları yediği için kimi zaman izin dahi verilmedi. Ama eserleri nedeniyle hep bir dahi olarak anıldı. Hikâyesi 30 Mart 1853 yılında Hollanda'nın Groot-Zundert isimli köyünde başladı. Daha küçükken bile ciddi, sessiz ve düşünceliydi. Yatılı okuluna gönderilmesiyle evinden ilk kez ayrı kaldı. Bu ayrılığın yarattığı derin sıkıntı geleceğine yön verdi. Daha sonra koleje geçen Van Gogh burada resim öğretmeni Constantijn C. Huysmans sayesinde resim ile tanıştı. Okulu yarıda bıraktı, eve döndü ve özetledi; "Gençliğim kasvetli, soğuk ve sıkıcıydı..." Gençliğini bir sanat simsarlığı firmasında çalışarak geçiyordu, kısa süren bir öğretmenlik deneyiminden sonra da Belçika'da fakir bir madenci kasabasında misyoner olmuştu. 1880'den sonra resmetmeye ağırlık verdi. Başta koyu 31 evrensel sanat ve kasvetli renklerle çalışıyordu. Paris'te izlenimcilik ile tanıştı ve canlı renklere geçti. Güney Fransa'yı kendine özgü resim tarzı ile yaşıyordu. Ömrü boyunca bu tarzı korudu. Yaklaşık 900 suluboya/yağlıboya resim ve 1100 karakalem çalışma üretti. En meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yaptı. Hayatı kendi içerisinde yaşadığı buhranlarla geçirdi ve en nihayetinde 1888'de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesti, yetmedi giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etti. Ama resme kazandırdıkları 20. yüzyıl sanatını ciddi şekilde etkiledi. Fovistlerin ilham kaynaklarından biri oldu ve etkilendiği ekspresyonizm akımının öncülerinden kabul edildi. Ev sahibinin kızı Eugénie Loyer'den hoşlandı fakat ona açıldığında reddedildi. İngiltere'de kaldığı süre boyunca giderek içine kapandı ve dindarlaştı. Misyonerlik amacıyla Belçika'da fakir bir madenci bölgesi olan Borinage'a yerleştiğinde madencilerin kötü yaşam koşullarından etkilenen Van Gogh, onlarla daha iyi iletişim kurabilmek için özellikle kötü koşullarda yaşadı, yemek ve kıyafetlerinin çoğunu işçilere verdi, yatak yerine saman üzerinde uyumaya başladı. "Rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği" için kilise tarafından işine son verildi. Kısaca ne yaptıysa işler yolunda gitmedi. Resimde kariyer yapmaya karar vermesi de bu sebeptendi. Brüksel'e gitti. Brüksel Güzel Sanatlar Okulu'na başvurduysa da sonradan fikrini değiştirerek Etten'e, ailesinin yanına döndü. Etten'de resim sanatı üzerine kitaplar okuyan ve sık sık resim yapan Van Gogh, bir taraftan da kendisinden yedi yaş büyük olan dul kuzeni Kee Vos-Stricker'den hoşlanmaya başladı. Kee'ye evlenme teklif etti fakat teklifi "hayır, asla, asla" (niet, nooit, nimmer) sözleriyle reddedildi. Bunun üzerine aşkını saplantıya dönüştüren Van Gogh, Kee kendisini görmeyi reddedince Kee'nin babası 32 (ve kendi eniştesi) Johannes Stricker'le defalarca kez görüşüp Kee'yi istedi ama başaramadı. Kee’den de umudunu kesen Van Gogh, bir kez daha aile evinden ayrılıp Lahey'e yerleşti. Burada alkolik bir fahişe ve beş çocuğu ile birlikte yaşamaya başladı. Van Gogh'un bu kadın ile ilişkisi ailesini rahatsız ediyordu ve aile Van Gogh'a kadını bırakması yönünde baskı yapmaya başladı. Van Gogh önceleri bu baskıya direndiyse de, Sien ismindeki bu kadın ve çocuklarından ve Lahey'den ayrıldı. Van Gogh, Sien ile beraber yaşadığı on dokuz ay boyunca, kadının ve çocuklarının düzinelerce resmini çizmişti. Van Gogh Nuenen'e ailesinin yanına geçti ve kendini resme verdi. Komşularını, tarlada çalışan işçileri, kulübelerinde kıyafet dokuyan dokumacıları çiziyordu. Margot Begemann adlı bir komşu kızıyla ilişki yaşamaya başladı fakat evlenmelerine iki tarafın da ailesi karşı çıktı. Buhranlar Van Gogh’un peşini bırakmıyordu. Babası bir inme sonucu hayatını kaybedince Van Gogh derin bir yasa daha girdi. Aynı sıralarda Paris'te Van Gogh'un resimleri ilgi çekmeye başlıyordu. Van Gogh, bugün ilk önemli eseri kabul edilen Patates Yiyenler'i (De Aardappeleters) bitirdi. Resimleri Lahey'deki bir galeride ilk kez sergilendi. Model olarak kullandığı kızlardan birini hamile bırakmakla suçlanınca, kasabanın Katolik rahibi, kasabalıların Van Gogh'a modellik yapmalarını yasakladı. Nuenen'de geçirdiği iki sene boyunca Van Gogh, pek çok karakalem ve suluboya çalışmanın yanı sıra, 200 kadar yağlıboya resim üretti. Anvers'e taşınıp bir resim galerisinin üst katında yaşamaya başladı. Tüm parasını resim malzemelerine ve modellere harcayıp kendi sağlığını ihmal etmeye başladı. Günlerinin çoğunu ekmek, kahve ve sigarayla geçiriyor, bir taraftan da çok fazla absent içiyordu. Van Gogh, Anvers'de geçirdiği dönemde pek çok müze gezip Peter Paul Rubens gibi eski ustaların resimlerini incelemiş, bu resimlerden etkilenerek paletini genişletmişti. Aynı dönemde, ukiyo-e adıyla bilinen Japon gravürlerine ilgi duymaya başlamış ve bu tarzı kendi resimlerinde de kullanmıştı. Van Gogh daha sonra Paris'e geçti ve bir süre ressam Fernand Cormon'un atölyesinde çalıştı. Paris'te hâkim sanat akımları, izlenimcilik ve henüz yeni filizlenmekte olan yeni izlenimcilik idi. Puantilist (noktacı) stilin ustaları Georges Seurat ve Paul Signac, şehrin en ünlü ressamlarıydı. Signac ile bizzat tanışan Van Gogh, noktacı stili denemeye başladı. Ressam Paul Gauguin ile tanıştı ve iki ressam bazı eserlerini değiş tokuş ettiler. Şehir hayatından ve Paris'in soğuk kışlarından bunalan Van Gogh, güneşli Güney Fransa kıyılarına doğru yola koyuldu. Paris'te geçirdiği iki yıl boyunca, yaklaşık 200 resim çizmişti. Manzara resimleri çizdi, bu resimlerinden üçü Paris Bağımsız Ressamlar Topluluğu'nun o yılki sergisinde sergilendi. Daha sonra ise Ayçiçekleri ismiyle bilinen bir dizi vazolu ayçiçeği ve meşhur Teras Kafe isimli eserlerini bitirdi. Gauguin ile beraber resim gezilerine çıktı ve aynı evi paylaştı. Değişik resim teknikleri ve anlayışları üzerine uzun tartışmalar yaptılar. İki ressamın da dengesiz duygusal yapısı sayesinde, resim tartışmaları giderek kızışmaya başladı, bozulan havalar ve dar alanda beraber yaşamak ise durumu daha kötü hale getirdi. Ruhsal sağlığı bozulmaya başlayan Van Gogh, Gauguin'in kendisini terk edeceğinden korkmaya başladı ve bir gün kendi sol kulağının alt kısmını kesip kopardı. Kopardığı parçayı bir bez parçasına sarıp yerel bir genelevde çalışan Rachel adlı bir fahişeye verdi. Geneleve çağrılan polisler, baygın halde buldukları Van Gogh'u hastaneye kaldırdılar. Olayı ertesi sabah öğrenen Gauguin, bir daha Van Gogh'la görüşmedi. Van Gogh ise kan kaybı 33 evrensel sanat ve ruhsal bunalım sebebiyle birkaç hafta hastanede kaldı. Hastaneden çıkan Van Gogh, halüsinasyonlar ve zehirlenme paranoyası sebebiyle, hastaneye geri döndü. On gün sonra hastaneden bırakılsa da, başında polis zoruyla tekrar hastaneye kapatıldı. Arkadaşı Paul Signac'ın gözetiminde evine dönmesine izin verildi. Kasabada istenmediğinin farkında olan Van Gogh, Theo'nun tavsiyesi üzerine, Arles'a 30 km uzaklıkta bulunan Saint-Rémy kasabasındaki Saint-Paul-de-Mausole akıl hastanesine geçmeyi kabul etti ve Arles'dan ayrıldı. Van Gogh, Saint-Rémy'de Dr. Théophile Peyron'un gözetiminde resim yapmaya devam etti. En bilinen eserlerinden biri olan Yıldızlı Gece'yi yaptı. Tekrar bir nöbet geçirip boyalarını yemeye kalkışınca bir süre resim yapmasına izin verilmediyse de, durumu düzelince resim yapmaya devam etti. Zamanının çoğunu odasında geçiriyor, dışarıya ancak doktor gözetiminde kısa yürüyüşler için çıkabiliyordu. Bu yüzden resim konusu bulmakta zorlanınca, Jean-François Millet gibi başka ressamların veya kendisinin daha önceki eserlerinin yeni yorumlarını çizmeye başladı. Daha sonra bir dizi yeni nöbet geçiren Van Gogh, aynı sıralarda Paris'te ünlenmeye başladı. 34 Mercure de France dergisinde çıkan bir yazıda, Van Gogh'dan "dahi" diye bahsediliyordu. 29 Temmuz 1890 sabahı, kardeşi Theo'nun kollarında öldü, ve Auverssur-Oise'a gömüldü. Van Gogh Saint-Rémy'den ayrılıp Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise'a geldi. Burada, daha önce ruhsal problemli ressamlarla ilgilenmiş olan Dr. Paul Gachet'nin gözetiminde kalacak, kardeşi Theo'ya da yakın olacaktı. Van Gogh'un Dr. Gachet hakkındaki ilk yorumu "bence benden daha hasta, ya da tam benim kadar hasta diyelim" oldu. Fakat sonradan doktorla iyi geçinmeye başlayan Van Gogh, doktorun üç ayrı portresini çizdi. Auvers-sur-Oise'da kaldığı süre boyunca kendini tamamen resme veren Van Gogh, burada geçirdiği 70 günde yaklaşık 70 yağlıboya resim üretti. Annesi ve kız kardeşine yazdığı son mektupta, kafasının geçen yıla göre çok daha sakin ve huzurlu olduğunu yazdı. Fakat daha sonra resim malzemelerini alıp bir tarlaya yürüyen Van Gogh, kendisini tabancayla göğsünden vurdu. Sendeleyerek kaldığı otele döndü ve yatağına uzandı. Kanamayı fark eden otel sahibi, kasaba doktoru Mazery'yi ve Van Gogh'un doktoru Gachet'yi çağırdı. Doktorlar, mermiyi çıkarmanın çok riskli olacağına kanaat getirip Theo'ya hemen gelmesi için haber yolladılar. Vincent Van Gogh, Hayatının son iki yılını ciddi şekilde etkilemiş olan akıl hastalığı için bugüne kadar 30'dan fazla teşhis veya olası sebep ileri sürüldü ama en önemli eserleri de bu dönemde geldi. Şizofreni, manik depresyon, frengi, boya zehirlenmesi (soluma veya yutma yoluyla), Ménière hastalığı ve güneş çarpması gibi teşhisler konuldu. Kötü beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol düşkünlüğü ise hastalılığının etkilerini arttırdı. Son dönem eserlerinde açıkça görülen sarı renk düşkünlüğü için, Van Gogh'un bolca içtiği absentte bulunan tuyon maddesinin neden olduğu söylendi. Bu madde Van Gogh'un görüşünü bozarak nesneleri sarımtırak renkte görmesine sebep olmuş, bu da ressamın eserlerine yansımıştı. Bir başka teoriye göre ise Van Gogh'a hastalığının tedavisi için yüksek dozlarda yüksük otu verilmişti ve yüksük otu sarımtırak görüşe veya sarı lekeler görmeye sebep olmuştu. Fakat yaptıkları gerçekti, kendisi hayal… Eserlerini izleyenler ona hep hayran kaldılar. 35 film şeridi Marilyn Monroe 36 Gerçek İsmi: Norma Jeane Mortenson Doğum Yeri: Los Angeles, Kaliforniya Doğum Tarihi: 1 Haziran 1926 Ölüm Tarihi: 5 Ağustos 1962 Spotlar altında, yapaylıklarla örülü bir dram gizliydi Monroe’nin yaşamında. İsmine yüklenen anlamlar, yaşadıkları, çok az kişiye nasip olabilecek güzelliği, yer aldığı projeler, gizemli ölümü ve en önemlisi gerçek yaşam ile birlikte içtenliği arayışı onu ölümsüz kıldı. Monroe; herkesin rüyalarını süsleyen ve rüyalarını yaşayan ama rüyalarda esir kalan birisiydi… Işıklar kendisine döndü mü “kadın” olurdu… En sarışın, en hüzünlü... "DOĞRUSUNU söylemek gerekirse, ben kimseyi kandırmadım. Sadece insanların kendilerini kandırmalarına izin verdim. Gerçekte kim olduğumu öğrenmek zahmetine katlanmadılar. Tam tersi benim için bir karakter yarattılar. Ben de onlarla tartışmadım. Belli ki benim gerçekte olmadığım birini seviyorlardı. Fakat bir gün bu gerçek ortaya çıkınca beni onları yanıltmakla, hatta kandırmakla suçlayacaklar" demişti. Bahsettiği ona yüklenen anlamlardı Monroe’nin… Aptal sarışın imajı ile sinemada popülerliği hızla tırmanırken, yükseklerde olmanın anlamsızlığını yaşıyordu belki de. Ne var ki her şey onun kontrolü altında yürümedi. Farkındalığı bu denli yüksek olmasına rağmen yıldız olmanın, ünün ve ikonlaşacak kadar büyük bir popülerliğin vermiş olduğu yaşantı onu yalnızlığa, mutsuzluğa hatta ölüme itti. Evlilikleri bile son bulmak zorunda kaldı. imajı ile yaşadı. Gülüşü ve kahkahasıyla en önemlisi de kadınlığıyla yerini iyiden iyiye sağlamlaştırdı. “Evet, aptal sarışınım ama sarışınların en aptalı değilim” diyecek kadar akıllıydı Monroe… Yetenekleri rol aldığı filmlerden bulunduğu çekimlere her yerde bir yıldız gibi parlıyordu. "Kadın" kavramının somutlaşmış, vücut bulmuş hali gibiydi. Onu efsane olması yazgısının bir getirisi oldu ama yaşamı trajedilerle dolu bir çizgideydi. Yüzyılın belki de en bilinen sinema aktrisi oldu; hafızalara kazındı. Dünyanın en güzel ve en seksi kadını "Ben kadın olarak tam bir hayal kırıklığıyım. İmajım yüzünden erkekler benden çok şey bekliyorlar, ben de hayatımı buna göre yaşayamam" demişti, bu üç evliliğinin neden 37 film şeridi başarısız olduğunu açıklar gibiydi. İlk kocasından boşanma sebebini sıkıntı olarak açıklamıştı, mutlu ya da mutsuz değildi. İkinci kocası, onu kariyerinden koparmak istemişti, kariyerini sürdürebilmek için ondan da ayrıldı. Son kocası Arthur Miller ise birçok kişiye göre onun gibi olağanüstü bir kadını taşıyamamıştı. Tek derdi "muhteşem" olmaktı. Kendi sözleri ele veriyordu onu, "Ben küçükken kimse bana güzel olduğumu söylememişti. Bütün kızlara güzel oldukları söylenmeli, gerçekte güzel olmasalar bile..." Babası Edward Mortensen, annesini Hollywood'un efsane ismi doğmadan önce bırakıp gitmişti. Zor geçen çocukluk yılları, annesi Gladys Baker’ın ağır sinir nöbetleri geçirmesine neden 38 oldu. Şizofren teşhisi ile hastaneye kaldırılması ile Monroe’nin yaşamı farklı bir rotaya girdi. Yetimhanedeki yaşamı bu şekilde başlamış oldu. 8 yaşında cinsel tacize uğradı. 16 yaşında ise hayatının en zor kararını verdi. Yetimhaneye dönmedi ve fabrikada uçak tamircisi olarak çalışan Jim Dougherty ile evlendi. 1942 Haziran’ında Jim ile evlenen Norma’nın evliliği uzun sürmedi ve 1946 Eylül’ünde bitti. Burbank’ta bir fabrikada çalışırken şans eseri fotoğrafları çekildi ve modelliğe başladı. Bu çekimler onun yaşamında bir dönüm noktasıydı. Ünlü film yapımcısı Howard Hughes tarafından keşfedilmesini sağladı. İsmi artık Norma değil Marilyn Monroe olmuştu. İlk olarak yan rollerde sakin bir kız olarak kendini gösteren Marilyn, "Love Happy" (1949) ve "All About Eve" (1950) filmlerinden sonra başını döndürecek bir başarı yakaladı. The Asphalt Jungle (Elmas Hırsızları) ve All About Eve (Perde açılıyor) filmleri, daha sonra pek çok dalda Oscar’a aday gösterildi ve Monroe bu filmlerin “aptal sarışını” olarak anıldı. Onu farklı kılan duru güzelliğinin yanına kadınlığını koymayı da öğrenmeye başlamıştı. Doğallığına, cazibesini ve dişiliğini de ekleyerek, sessiz sakin sarışın kız imajını çok geride bıraktı. En kaba tabiriyle “Sarışın Bomba” diye tanımlanan bir sinema idolüne dönüştü. İkinci evliliği ise 1954 Haziran’ında Profesyonel beyzbol oyuncusu Joe Di Maggio ile oldu. "Niagara", "Gentlemen Prefer Blondes", "How to Marry A Millionaire" filmlerinden sonra popülerliği iyiden iyiye artan Monroe, yapmak istediği her şeyin doğal ve içten olması gerektiğini savunurdu. Hayatı boyunca içtenliği aradı. Bu arayış bakışlarına dek uzanıyordu. Bu da onu film yapımcılarının ve fotoğrafçıların rüyası haline getirdi. İkinci eşinden beş ay sonra ayrılan Marilyn’in evliliğini bitiren en büyük etkenin, şöhreti ve aptal sarışın imajı olduğu söylendi. 1956 yılı ise Marilyn için çok hızlı geçti. Kendi firması olan Marilyn Monroe Productions’ı da bu yıl içinde kuran Monroe, oyun yazarı olan Arthur Miller ile üçüncü evliliğini yaptı. Kariyerini kötü yönde etkileyen uyuşturucu ve alkol bağımlılığı da bu dönemde başladı. Psikolojik problemler içinde kendini unutan Marliyn Monroe, 1961 yılında üçüncü eşinden de ayrıldı. Monroe 5 Ağustos 1962'de 36 yaşında hayata veda etti. Ölüm sebebi yüksek dozda Barbitürat ile intihar ilan edildi. Fakat olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların daha sonradan kaybolması ve başta kâhyası Eunice Murray olmak üzere görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri ortalığı karıştırdı. Ölümünün cinayet olduğuna ve politik sebeplerden CIA, Mafya ve Kennedy ailesinin(Başkan Kennedy ile ilişkisi olduğu öne sürülüyordu) buna sebep olduklarına dair tam olarak kanıtlanamamış birçok komplo teorisi ortaya atıldı. Marilyn, 8 Ağustos 1962’de Kaliforniya’da defnedildi. Tüm zamanların en önemli kültürel figürü ve ikonlarından biri olmuş, sık sık diğer ünlüler tarafından taklit edilmiş olan Marilyn Monroe sinema oyuncusu, şarkıcı ve model kimliği ile 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızlarından, seks sembollerinden ve pop ikonlarından biri olurken; bir yandan da özel hayatında yaşadığı hayal kırıklıkları ve güvensizlikler ile melankolik bir öyküyle ayrıldı dünyadan. Arkasında kendisinden bile öte bir ikon bıraktı. Sinema dendiğinde akla gelen ilk isimlerden birisi oldu. Sarışınların simgesi, birçok kişinin hayalleri oldu. Sinemadaki hayaldi, hayal gibi yaşadı, gerçek bir trajedi ile gözlerini kapadı… 39 film şeridi Kısa kısa... * Marilyn Monroe’nun vazgeçemediği ve yanından ayırmadığı tek şey "Chanel No:5" parfümüydü. * 1999 yılında People Magazine tarafından "Dünyanın En Seksi Kadını", Playboy dergisi tarafından "20.yy’ın En Seksi Starı" seçildi. Ayrıca aynı yıl American Film Institute tarafından tüm zamanların en büyük kadın film yıldızı sıralamasında altıncı sıraya yerleşti. * Elton John’un "Candle in the Wind" isimli parçasını Marilyn’e itham ettiği bilinir. * Bir zamanlar verdiği seksi pozlar ortaya çıktığında Monroe, bunu parasız ve aç kaldığı için yaptığını söyleyerek kariyerini bitirecek olası bir skandaldan kurtulmayı başardı. Bu pozlar daha sonra Playboy'un ilk sayısında yayınlandı. * O bir solaktı. Fimleri Something's Got to Give (1962) The Misfits (1961) Let's Make Love (1960) Some Like İt Hot (1959) The Prince And The Showgirl (1957) Bus Stop (1956) The Seven Year İtch (1955) There's No Business Like Show Business (1954) River of No Return (1954) How to Marry a Millionaire (1953) Gentlemen Prefer Blondes (1953) Niagara (1953) O.Henry's Full House (1952) Monkey Business (1952) Don't Bother to Knock (1952) We're not Married! (1952) Clash by Night (1952) Let's Make it Legal (1951) Love Nest (1951) As Young As You Feel (1951) Home Town Story (1951) Right Cross (1950) The Fireball (1950) All About Eve (1950) The Asphalt Jungle (1950) A Ticket to Tomahawk (1950) Love Happy (1950) Ladies of The Chorus (1948) Scudda Hoo! Scudda Hay! (1948) Dangerous Years (1947) The Shocking Miss Pilgrim (1947) Ödülleri ve Adaylıkları 1953 Altın Küre Henrietta Ödülü: Dünyanın Favori Kadın Film Sanatçısı 1953 Photoplay Ödülü: En Popüler Kadın Yıldız 1956 BAFTA Film Ödülü Adaylığı: En İyi Yabancı Aktrist (The Seven Year Itch) 1956 Altın Küre Adaylığı: Komedi veya Müzikalde En İyi Kadın Oyuncu (Bus Stop) 1958 BAFTA Film Ödülü Adaylığı: En İyi Yabancı Aktris (The Prince and the Showgirl) 1958 David di Donatello Ödülü (İtalyan): En İyi Yabancı Aktris (The Prince and the Showgirl) 1959 Crystal Star Ödülü (Fransız): En İyi Yabancı Aktris (The Prince and the Showgirl) 1960 Golden Globe, Komedi Veya Müzikalde En İyi Kadın Oyuncu (Some Like It Hot) 1962 Golden Globe, Henrietta Ödülü: Dünyanın Favori Kadın Film Sanatçısı Hollywood Ünlüler Kaldırımı Yıldızı 6104 40 41 bakış açısı Bu ayki Bakış Açısı’nın konuğu dergimizin hem foto-muhabiri hem de yayın kurulu üyesi. Gezi yazıları ve fotoğrafları ile bize rotalar çizen Özgür Çakır; dergimizin bu ayki temalarından birisi ve aynı zamanda kişisel fotoğraf yolculuğunun ana teması olan “Melankolik İstanbul”u sayfalarımıza taşıyor. 42 “Hüzünlü ve siyah beyaz İstanbul” 43 bakış açısı 44 45 bakış açısı “MEVSİMLERDEN sonbahar olunca ana temaya yerleşen “hüzün” eğer bir şehirle birlikte anılacaksa, Bursa’nın büyük ve melankolik abisi İstanbul’u en başta saymak yanlış olmayacak sanırım. Tarihi neredeyse insanlıkla birlikte başlayan, imparatorluk yıllarında gezginleri güzelliğiyle büyüleyerek “dünyanın başkenti burası olmalı” dedirten ve aslında hala dünyanın en güzel birkaç şehrinden biri olan İstanbul’u tanımlayan sıfatlarından biri nasıl oluyor da melankoli oluveriyor? İstanbul’u baş köşeye yerleştiren ya da İstanbul deyince aklınıza bir çırpıda gelen eski fotoğrafları, resimleri, filmleri, efsaneleri, kitapları, şiirleri, şarkıları şöyle bir düşünün; haklı olduğumu göreceksiniz. 46 47 bakış açısı 48 49 bakış açısı “Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder” diye mırıldanmaya başlayanlarınız var, farkında değilim sanmayın. Ve aslında bunu çok da mutsuz bir şekilde, olumsuz çağrışımlarla yapmadığınızın da. Evet gerçekten de şehrin benimsediği ana duygu ve ruh hali olan hüzün İstanbul’a o kadar yakışıyor ki şehrin yerel bir müzik hissine dönüşüyor, şiirleri şarkıları için en temel kelime, şehrin hayata bakışı ve istanbul’u İstanbul yapan tüm unsurların bir ucundan yakalayıp ima ettiği şey oluyor. Kara sevda melankolisinden sıyrılıp yaşayanların ve şahit olanların biraz da inceden keyif aldığı bir ruh haline dönüşüveriyor. Dünya tarihinde isminden söz edilegelen iki bin yıl boyunca mı böyleydi yoksa bize mi bu hüzünlü yılları denk geldi açıkçası bilmiyorum. Belki bizim kuşak hala cumhuriyetin ilk yıllarından kalan, işgalin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım duygusunun izlerini taşıyoruzdur ve kim bilir belki de -pek sanmıyorum ama- önümüzdeki yüzyılın İstanbul’u çok neşeli bir şehir olacaktır. Renkleri neşeli şehirlere bırakıp size siyah beyaz bir hüzün şehrini sundum bu sayıda. Gündelik yaşamda artık yeri olmayan eski aile albümlerinin en dipte kalanlarında şanslıysanız görebileceğinizi iki renkli, yarı karanlık, bazen sararmış, kurşuni fotoğraflara bakınca hissettiğiniz hüznün kaynağını düşünün, bu fotoğrafların neden siyah beyaz olduklarını anlayacaksınız. Binlerce yıllık tarihi olan bu kentin ömrüne kıyasla azımsanabilecek, hatta göz ardı edilebilecek kısalıktaki ömrümün izin verdiği ölçüde şehrin resmini çekmek niyetinde bir faniyim aslında. İleride bir gün bu yıllara dönüp bakılmak istendiğinde açılacak küçük bir siyah beyaz pencere olsam kafi.” 50 51 52 53 odak noktası Celil Sezer Odak Noktası’nın bu ayki konuğu sıkça hüznün şehri İstanbul’un tadına bakan bir fotoğrafçı. Aynı zamanda dergimizin yazarı olan Celil Sezer, 24 saatini melankolik çağrışımlarla yaşayan İstanbul’un tam anlamıyla sevdalısı. Fotoğraf sanatına bakış açısı ise bir o kadar derin ve anlamlı. Vizördeki hüzünlü İstanbul insanı 54 “HİÇ ŞİİR YAZMAMIŞ OLSA DA bir heykeltraş aynı zamanda bir şairdir bence, resim yapmamış bir müzisyen de zannediyorum ki henüz eline fırça almamış bir ressam. Sanat dairesine adım atmış olanların birbirleriyle doğaları gereği akraba olduklarına inanıyorum. Onların, hayatı anlama ve yorumlama biçimleri, o daire içerisinde yer almanyanlara göre zannediyorum ki çok daha birbirine benzer. Sözgelimi bir tiyatro oyunu yazarının Kabataş sırtlarından Kızkulesi’ne baktığında gördüğü, bir romancının o anda gördükleriyle nitelik olarak diğer insanlara göre, daha çok benzeşir. Fotoğrafa geçiş sürecim üzerine konuşmadan once yukarıda bahsettiklerimi yazmayı zorunlu gördüm. Çünkü benim için fotoğrafa başlayış hiç olmadı ancak geçiş söz konusuydu.Üniversitenin ilk yıllarında küçük bir tiyatro grubu için bir oyun yazmak durumundaydım ve ikinci perdenin ortalarına geldiğimde, yazdığım tüm sahnelerin, odanın içerinde keskin görüntülerle belirip belirip yıkıldığını fark ettim. Bir süre sonra oyunu tamamlamam, aslında sadece her detayını kolaylıkla görebildiğim görüntülere bakıp, onları kağıda aktarmam demekti. Sonra bu "görüntüler"in fotoğrafını çekebilir miyim diye sorduğum an, benim fotoğraf serüvenimin başladığı andı. Her ne kadar, fotoğraf dairesine "kurgusal" fotoğrafı hayal ederek dahil oldumsa da, kendimi sokak çekerken buldum. İçinde insan olmayan fotoğrafla ilgilenmiyorum. Dahası içinde insan 55 odak noktası olmayan her fotoğraf eksiktir bence. Bu yüzdendir ki, dünyanın en güzel manzarası, en kötü portresi kadar kıymet taşımıyor gözümde. Yani insan olmalı diyorum karede; hiç olmadı gölgesi düşsün bir kenara, kendi olmasa da rüzgarda uçan şapkası girsin kadraja, yüzünü görmeyelim ama tükürüğü en azından uçuşsun havada. Sanat, kendisini dinleyen, izleyen, okuyan bir insan olmadığında nasıl ki onun "güzel" olduğunu söyleyebilecek bir şahitten mahrum kalırsa, bir şehir, sokak fotoğrafı da, içinde gezinen bir çift sevgili, bir çocuk olmaksızın, sadece bir yapıdır nazarımda. Makinamla sokağa çıktığımda, İstanbul’un en mutlu adamıyım ben. Kendime ait bir yürüme parkurum var. Bu parkuru, her gün çevresindeki yeni sokak ve 56 geçitleri de keşfetmemle birlikte, sürekli dallar veren kocaman bir çınara benzetiyorum. Yapım gereği çekinmek doğamda yok. Bu bana büyük kolaylık sağlıyor. Sokakta fotoğraf çekerken, insanlara çok sırnaşmam, çok muhabbet etmem, izin almam, onay beklemem. Arabesk bir "çeker giderim" halini daha doğru buluyorum. Hoşlanmayacak olduğunu hissettiğim kişiler, iyi fotoğraf verecekse "saygı"yı pek umursamıyorum. Saygısız da olabilirim iyi bir fotoğraf için. Genel kanı fotoğrafçının olabildiğince görünmez olması gerektiği yönündedir ama bence bazen de fotoğrafçı insanlar yokmuş gibi yapmalı. Evimde küçük bir baskı cihazım var. Fotoğraf hediye etmeyi bir alışkanlık haline getirdim. Renkli zarflara fotoğrafları yerleştirip, bir adrese postalamayı, bunu yaparken fotoğraftaki kişiyle aramızda geçen konuşmaları bir gülümsemeyle hatırlamayı seviyorum. Sokak fotoğrafı literatürde kendi içinde dallara ayrılıyor. Ancak bence sokak fotoğrafı "durum" ve "olay" diye ikiye ayrılır. Örneğin iskele üzerindeki adamın bira şişesini bir martıya doğru atması bir olay iken, üzerinden martı geçen iskeledeki adam bir durumdur. Her ikisi de fazlasıyla ilgimi çekiyor. Tabi insanın gözünün gelişmesi ve kadraj anlayışının oturmasıyla birlikte, gördüklerini fotoğraflama şekli de değişiyor. Fotoğrafa ilk geçtiğim dönemde, iskeledeki adamı yakınlaştırıp çekmekle bir hüzün duygusu elde edeceğimi zannederken, şimdi o adamı, bir şehir silüetinin içerisinde, bir martının altında ve koyu siyah suların üzerinde, yani bir atmosferle birlikte fotoğraflamayı, yakalamak istediğim bu hüzün duygusuna erişmek için daha uygun buluyorum. Şehirdeki fotoğraf, bir de bu İstanbul ise, hüznü içermeksizin ne kadar başarılı olur bilmiyorum. Bu bağlamda Ahmet Rasim'in "Manzaranın güzelliği hüznünde yatar" sözü benim için tam bir el feneri. Ancak buradaki mesele ise o hüzün duygusunu nasıl yakalayacağımızdır. Ben kendi fotoğraflarım itibariyle bu duyguyu yakalayıp, yakalayamadığımı bilmiyorum ama nasıl yakalanabileceği ile ilgili bir fikrim var. Fotoğrafı çeken kişi neyi çeker aslında? Bence yine kendisini. Elinde makinayla şehirde fotoğraf arayan kişi bence farkında olmadan kendisini arar durur. Neşe içerisinde -ki bir fotoğrafçının fazla neşeli olmasını yakıştırmıyorumdolanan bir fotoğrafçıyı, yine şehirdeki neşe çağırır ve o kişi onu bulur. Eğer bunu doğru kabul edersek, fotoğrafçı tüm neşesine rağmen, bir yerlerinde bir hüznü taşımadığı taktirde, şehirdeki hüznü farkedebilmesi yalnızca bir şans işidir. Bunu ben, hüznü en iyi yansıtan fotoğraflarımı çektiğim günlerdeki kendi hüznümden biliyorum. Fazla uzatmadan ekipmanla ilgili de birkaç şey söylemek isterim. Klasik manada "ekipman hiçbir şey, göz her şey" fikrine pek katılmıyorum. İnanın "mont blanc" marka bir dolmakalemi, parmaklarınız arasına alırsanız, yazmak isterseniz. Yazdığınız iyi olur kötü olur, o ayrıdır, ama yazarsınız; hatta yazmak için çıldırabilirsiniz. Ben fotoğrafa bir analog makina olan Canon A-1 ile başladım ve bir buçuk sene aralıksız bu filmli makinayı kullandım. Dijitale geçmem ikinci senenin başındaydı. Daha sonra birçok dijital makina kullandım; şu an Canon 5D Mark II taşıyorum. Bundan önceki makinamla kıyasladığım zaman, görüyorum ki bu makina bana neredeyse "çek" diye emrediyor ve ben bu emri yerine getiriyorum. Yani benim inandığım, fotoğrafçı kendi imkanları dahilinde en iyi ekipmana sahip olmalıdır. Bu ona, bir fotoğrafçının 57 odak noktası 58 içinde bulunması gereken atmosferi yaşamasını sağlar. Objektifte ise aynı şeyi farklı şekilde düşünüyorum. Tek lens takıyorum makinama genelde. 20 mm. En iyi fotoğraflarımı da onunla çekiyorum. Zaman zaman uzaklık -yakınlık sorunu yaşasam da, bu lense "mecbur" kalmanın yaratıcılıkla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle, mecburiyet yaratır, mecbur kalan yaratıcıdır, yaratıcılık mecburiyetten de beslenir, mecburen yaratır mecbur kalan. Lens çeşitliliğindense, bir lensin en iyisinin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Tabi tüm bunların olması iyi fotoğrafı üretmek için yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Ben fotoğrafçının diğer sanat dallarından da beslenmesi gerektiğine inanıyorum. Fotoğrafçı iyi bir kitap okuyucusu, iyi bir müzik dinleyicisi, iyi filmler seyircisi de olmalıdır aynı zamanda. Fotoğrafçı, bir uzak doğu resmine baktığında, en azından bir şeyler hissedebilmeli ve düşünebilmelidir de. Eğer bir Tarkovski filmi, ya da bir Vivaldi bestesi ilginizi çekmiyorsa, gözünüzün gelişmesi için dua etmelisiniz. Çünkü aslında gelişen göz değildir, gelişen sizsinizdir, içinde bulunduğunuz bilgi ve ruh durumu. İnanıyorum ki, bugün makinamızı elimizden bırakalım ve Dostoyevski'nin "Karamazov Kardeşler"ini okuyalım, kitap bittiğinde çektiğimiz şeyler değişecektir. Sokakta, nasıl ki kendinizi ararsınız, bununla birlikte içinizdeki her şeyi. Siz ne kadarsanız, sanıyorum ki fotoğrafınız da o kadar olacaktır. Kadrajdaki estetik kaygılarımız, resimden ve müzikten de beslenecektir. Hepimizin, fotoğraflarını hayranlıkla izlediği Ara Güler'in "Babil'den Sonra Yaşayacağız" isimli bir hikaye kitabı yazarı olduğunu hatırlamakta fayda var. Uzun lafın kısası benim fotoğraf anlayışım, yukarıda bahsettiğim temellerde yükseliyor.” 59 60 61 gezi - yorum Ben giderum Batum’a da... Yazının başlığından da anlayabileceğiniz üzere bu sayıda yine bir komşuya ya da şöyle diyelim aynı apartmanda kapı komşumuz olan yakın bir akrabaya ziyaretimiz... Batum aslında tarihin cilvesi olmasa şu an Türkiye’nin sınırları içinde yer alacak olan bir Karadeniz şehri, -abartmış olmak istemem ama- belki de en güzeli. TARİHE MERAKLI olmayanlar için küçük bir hatırlatma yapmak lazım tabi. 16.yüzyılda Kanuni tarafından fethedilen ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde üç yüzyıl boyunca Lazistan Sancağı’nın merkezi olan Batum, aslında Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan ve ilk meclise altı milletvekili gönderen bir vilayet iken, sonrasındaki gelişmeler sonucunda maalesef 62 Moskova ve Kars antlaşmaları ile çizilen kuzeydoğu sınırlarımızın dışında kalmış. Aslında belki de evlatlık verilmiş demeli çünkü –biraz matruşka gibi olacak ama sıralamak gerekirse- Sovyet Gürcistan’ına, dolayısıyla SSCB’ye bağlı Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti olan Batum, bölgenin özerkliği Türkiye’nin garantörlüğünde kalacak şekilde, yani sınırları içindeki halkın Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır etnik ve dini kimliğine kesinlikle müdahale edilmeyeceğinin sözü alınarak, gözden çıkarılmış. Amma velakin sonrasında gelen soğuk savaş dönemi boyunca inen demir perde ile de Batum çok yakın ama bir o kadar da uzak eski bir hatıraya dönüşüvermiş. Böylece yazının başlığında bir hinlik yaparak çoktan dilinize dolamış olduğum türkünün kahramanlarından olan nazlı dilber ve – belki de bu yazıyı okuyan bazılarınızın soyağacında olduğu gibi- binlerce ailenin bazı fertleri de sınırın öte yanında kalmış. Sonrası ise malumunuz olduğu üzere Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası bağımsızlığını ilan eden Gürcistan’ın halen varlığını sürdüren özerk bölgelerinden birinin başkenti olarak bu gezi yazısının konu başlığı oluvermiş. Yakın derken sadece tarihten ve akrabalık hallerinden bahsetmiyorum. Fiziki olarak bir yakın olma hali bu. Çünkü bu yazıyı okuduktan sonra önümüzdeki hafta sonu için planladığınız söz gelimi İzmir ya da İstanbul seyahatinin yerini alacak olan Batum, sınırın 20 km, mesela Rize şehir merkezinin ise sadece 90 km doğusunda yer alıyor. Öyle ki biraz da Karadeniz sahili boyunca uzanan otoyolun sağladığı kolaylıkla bugünlerde Rize ve Artvin’de hatta Trabzon’da yaşayanlar için herhangi bir Karadeniz şehrinden farkı da kalmamış durumda. Henüz akaryakıtta vergiyi keşfetmemiş olan Gürcü hükümetinin de bu duruma katkısı olduğunun altını çizmek lazım. Rize’nin Pazar ilçesinde 63 gezi - yorum yaşayıp mahalle kasabı Batum’da olan tanıdıklarım var dersem mevzu zihninizde biraz daha aydınlanacaktır sanırım. Batum’a ulaşmak için TAV’ın yapıp işlettiği Batum Havaalanı’na İstanbul’dan direk bir uçuşu tercih edebileceğiniz gibi iç hat uçuşu kolaylık ve ekonomisi ile Trabzon’a uçabilir ve hatta araya bir de Karadeniz turu sıkıştırıp gezinizi Sarp sınır kapısı marifetiyle Batum’da sonlandırabilirsiniz. 2006 yılında karşılıklı vizeleri kaldırdığımız Gürcistan ile Eylül 2011’den itibaren pasaporta gerek olmadan sadece nüfus cüzdanı ile bile seyahat edilebilmesini sağlayan bir düzenleme de yapılmış durumda. Trabzon sonrası karayolu ile ulaşımı tercih edenler için alternatiflerden ilki özel bir seyahat firmasının otobüs seferleri, bir diğeri ise Sarp’a kadar 64 herhangi bir vasıta ile ulaşıp sınırı yürüyerek geçmek. Ben şiddetle ikincisini önereceğim. Çünkü yurtdışına elini kolunu sallayarak ve yürüyerek çıkabilmek gerçekten çok keyifli bir his, tabi sınırı sizinle birlikte geçecek herhangi bir motorlu taşıtın ve size eşlik eden diğer yolcuların vize işlemlerini beklemeden geçmenin dayanılmaz hafifliği de cabası. Türk gümrüğünü geçtikten sonra daha ilk adımda Gürcü tarafı sizi şaşırtmayı başaracak. Daha önce bizim tarafa kıyasla bir gecekondu izlenimi veren gümrük binaları yenilenmiş ve post-modern bir mimariyle beyaz ve büyük bir ağaç heykelini çağrıştıran devasa bir binaya dönüşmüş. Birkaç sene öncesinin asık suratlı polis ve gişe memurlarının yerini ise gayet güler yüzlü sempatik gençler alıvermiş. Gümrüğü geçtikten hemen sonra ise bir başka ani değişim dikkatinizi çekecek. İlginç bir şekilde bizim klasik Karadeniz sahili görüntüsü birden bire herhangi bir sayfiye yerinden farksız, plajlarda insanların güneşlendiği, sınırı geçme telaşındaki insanlar dışında, hayatın gayet yavaş aktığı bir tür yaz filmi platosuna dönüşecek. Daha içerilere geçmeden para değişimini yapmak fena fikir değil diyerek Gürcü para biriminin “lari” olduğunu ve Türk lirasına kıyasla 0.92 çarpanla biraz daha kıymetli olduğunu belirteyim. Paraları biraz daha kıymetli ama -vizelerin kalktığı ilk yıllardaki kadar olmasa da- hayat ucuz demeyi de ihmal etmeyeyim ki gözünüz korkmasın. Bir devlet memuru maaşının ortalama 100 lari olduğu kent gerçekten çok ucuz. Genel olarak art niyetli bir turist avcısına denk gelmedikçe Gürcistan’da karşılaşacağınız fiyatlar sizi memnun edecek türden. Sınır kapısından sonrası için en makul tercih Türkçe bilen bir şöförle taksi kiralamak. Zira İngilizce ile anlaşabileceğiniz kişi sayısı çok az ve alfabeleri de latin harflerini barındırmadığından en akıllıca çözüm bu. Ama neyse ki hem tarihsel bağlar, akrabalık ve komşuluk ilişkileri hem de Türkçe’nin Gürcistan’da yabancı dil olarak okutuluyor olması dolayısıyla üç aşağı beş yukarı herkes Türkçe’ye biraz aşina, iyi seviyede konuşanların sayısı da azımsanacak gibi değil. Lazca bilenler ise biraz daha şanslı çünkü Gürcüce ile ve hatta bölgede konuşulan bir başka dil olan Megrelce ile Lazca arasında Kafkas dilleri ailesinin aynı kolunda kardeş diller olmaları dolayısıyla büyük benzerlikler var ve neredeyse başka hiçbir lisana ihtiyaç duymadan anlaşabilmeniz mümkün. Eğer günü birlik bir Batum ziyareti ise aklınızdaki, taksici ile sizi gezdirecek ve bütün günü sizinle birlikte geçirecek şekilde pazarlık yapmanızı da öneririm. Bu sayede rehberlik hizmetini de aradan çıkarmış olacaksınız. Taksi şöförünüzü seçerken aracın modelini değil şöförün modelini bir başka kriter olarak almanızda fayda var. Çünkü Batum’da yaşamış ve yaşı 50’yi devirmiş biri, hele biraz da tarih ve sosyolojiye meraklı biri ise, size şehiri anlatırken farkında olmadan herhangi başka birisinin başaramayacağı kadar çok detayla anlatacaktır; tecrübeyle sabit. Gürcü ve Türk taraflarının paylaştığı, sınır kapısının bulunduğu Sarp Köyü’nden Batum şehir merkezine eğlenceli ve kısa bir yolculuk sizi bekliyor. Yolun solunda Batum’un en güzel plajlarını izlerken sağ taraftaki yeşil aynı yeşil olsa da dağların bizim kıyılardakinden farklı olarak giderek sizden ve sahilden uzaklaştığını fark edeceksiniz. Bir süre sonra da büyük bir nehrin üzerinden geçeceksiniz. Evet, Çoruh nehrinin denize döküldüğü geniş ve bereketli ova üzerindesiniz. İşte bu sebeple Doğu Karadeniz’de yağışlı bir gün olsa da coğrafi yapı gereği yağmur bulutlarının takılacağı dağlar daha geride olduğundan Batum’da güneşli bir hava olma ihtimali var. Ki zaten yine bu sebeple mikroklima özelliği ile diğer Karadeniz şehirlerinden ayrılan ve Akdeniz iklimini yaşayan bir şehirdesiniz. Bu yazdıklarımdan çıkarılacak sonuç ise uygun mevsimdeyseniz her an denize girebileceğiniz ihtimalini düşünerek bavul hazırlamanız gerekliliği. Batum’a doğru seyir halindeyken sizi şaşırtacak şeylerden biri de yol boyunca sağlı sollu yerleşmiş olan, Karadeniz’de değil de tropikal iklimi olan bir yerdeymişsiniz hissi veren devasa Okaliptus ağaçları olacak. Sovyet Rusya döneminde -Gürcü asıllı olan- Stalin bu ağaçları su çekme özellikleri nedeniyle Avustralya’dan getirtmiş ve Çoruh’un suları ile yer yer bataklığa dönüşen havzayı kurutmayı başarmış. Türküdeki “Ben giderim Batum’a da Batum’un batağına” diyen aşık olmasa da sonraki kuşaklar bu dertten böylece kurtulmuş olmuş. “Okaliptus olunca koala da olur mu acaba?” diye düşünenlere yanıtım maalesef hayır. Ama yol boyunca yine Karadeniz sahilinde bizim tarafta otlatılacak bir mera olmadığı için yazın yayla seyahatleri dışında ahırlara kapatılan ineklerin resmi geçidine şahit olacaksınız. Evet iriler ama korkmayın uysal hayvanlar. Biraz ileride yol üstünde çok güzel bir şelale, önünde bir aziz heykeli ve kalabalık bir insan topluluğu göreceksiniz ve bu mekanın bizim Telli Baba türbelerinin bir başka muadili olduğunu da şöförünüzden öğreneceksiniz. Sarp’tan Batum’a olan kısa yolculuğunuzda sol tarafınızda kalacak olan geniş arazi ve harabeye dönmüş olan gözetleme kulelerini görünce eski havaalanı olabileceğini düşüneceğiniz alan ise aslında Rus ordusunun eski tatbikat sahası ve bugünlerde yine ineklerin işgali altında. Tabi bir de sınırın öte yanında kalan yayları da hesaba katınca bizim inekler için üzülmemek gerçekten elde değil. Batum’a varmadan geçeceğiniz Gonio kasabasında ise Apsaros Kalesi var ve tarihi 2500 yılı bulan bu kalenin dış surları neredeyse kusursuz bir şekilde ayakta. Kalede İsa’nın 12 havarisinden olan Aziz Matthias’ın anıt mezarı ve kivi, mandalina, mısır, lahana ve üzüm ekili bağ bahçeler mevcut. Hazır yeri gelmişken belirtmekte fayda var; Gürcistan Hristiyanlığı kabul eden ilk devlet, yani krallık ve sanırım adı geçen Aziz Matthias’ın da bu işte bir parmağı var. Bu arada Batum’da daha uzun süre kalıp ekonomik bir deniz tatili yapmak isteyenler için özellikle Karadeniz’in en uzun plajının olduğu Gonia bölgesinde çok sayıda küçük pansiyon ve motelin hizmet verdiğinin de altını çizelim. Tercihinizi mevsimlerden yaz için kullandıysanız bu bölgede ve şehir merkezinde Antalya’dan farksız, hatta daha da belirgin bir yazlık mekandaymışsınız hissine kapılacaksınız. Bir kısmı neredeyse pala bıyıklı olan orta yaş üstü geleneksel siyah kıyafetleri içindeki Gürcü kadınlar dışındaki Batumlular ve tabi özellikle gençler caddelerde, kıyıda ve neredeyse her yerde deniz kıyafetleri ve mayoları ile dolaşmaktalar. Batum’u diğer Karadeniz şehirlerinden ayıran önemli özelliklerinden biri de pek tabi dar alanlara sığmaya çalışan değil geniş bir ovada çok iyi planlanmış bir şehir olması. Öyle ki Nazım Hikmet’in Batum’u bir satranç tahtasına benzettiği rivayet edilir. Gerçekten de Rus şehir planlamasının –aslında bir örneğini Kars’ta da görebileceğiniz- önemli özelliği olan geniş bulvarlar, caddeler ve düzenli yerleştirilmiş sokaklarıyla Türkiye gibi çoğunluğu karmaşadan ibaret şekilde planlanmış şehirlerde yaşayan bizler için ibretlik bir durum söz konusu. Bu yüzden de 5-6 sene önce çok fakir bir devletin fakir bir şehri görünümünde olan Batum batı sermayesi ile tanışınca yenilenen yolları ve restore edilen binalarıyla bugün her gideni şaşırtacak ve kendinizi sınırın sadece 20 km uzağında olmanıza rağmen herhangi bir Orta Avrupa kentinde hissettirecek kadar güzelleşmiş durumda. Sovyet Rusya döneminde iken ülkenin en güney ucunda yer alması dolayısıyla 65 gezi - yorum Rusların tatil için akın ettiği ve etrafının yazlıklarla çevrelendiği bir yazlık kent iken bugünlerde hedefine ek olarak Batı ülkelerini de alan bir turizm şehri olma iddiasında. Hali hazırda uluslararası büyük otel zincirlerinden birkaç tanesinin şubesi mevcut olan şehirde en büyük inşaatlar da yine diğer büyük otellere ve casinolara ait. ABD sermayesini çekmeyi başaran ve stratejik ortaklığını benimseyen Gürcü yönetiminin hedefinin Batum’u bölgenin Las Vegas’ı yapmak olduğu fikri sıkça dile gelen ve yavaş yavaş da gün yüzüne çıkan bir durum. Aslında yine çok kültürlü, kozmopolit bir demografik yapı ile karşı karşıyayız. Çünkü yaz aylarında nüfusu 400.000’i bulan Batum’da birçok kültür bir arada yaşıyor: Gürcüler, Ruslar, Rumlar, Ermeniler, Azeriler, Lazlar ve Türkler. Özellikle yabancı bir ülkede bir süreliğine de olsa kendini evinde hissetmek isteyenler Osmanlı 66 döneminden kalma, Acara Beyi Arslan Beg’in iki Laz kardeşe yaptırdığı ve şehirdeki tek etkin cami olan Orta Camii’nin bulunduğu Türk mahallesinde soluklanabilir; kahveler, kıraathaneler, restoranlar, sokakta dolaşanlar ve çalan müzikler ile buram buram memleket havası alabilirler. Nereden başlamalı sorusunun cevabı biraz uzun ve karışık. Çünkü aslında Batum öyle kolay kolay bir güne sığdırılabilecek bir şehir değil. Sadece parklarını gezmeye kalksanız birkaç gün vakit ayırmanız gerekir. Bu yüzden iyisi mi siz bu geziye en az bir hafta sonunu ayırmış olun ve ilk iş otelinize yerleşin. Batum’da çok sayıda ve ekonomik sayılabilecek beş yıldızlı otel olduğu gibi her bütçeye uygun konaklama seçenekleri de mevcut. Tercih sizin. Otelde fazla vakit kaybetmeden yollara düşmekte fayda var. Yolun ve yolculuğun yorgunluğu atmanın en güzel yolu ise önce denize merhaba demek. Neredeyse tüm sahili boyunca denize girilen ve sahil ile şehir arasında belki de dünyanın en güzel parklarından birini barındıran bir şehir Batum. Önce bir banka yerleşip havuzlardaki su fiskiyelerinin sabaha kadar süren dansını izleyebilir, sonra mesela arzu ederseniz Olimpik Buz pistinde üçlü salto yapmayı deneyebilirsiniz. Batum Devlet Parkı (Milli Park) Karadeniz kıyısında bulunuyor. Bir binalar tarlasına benzeyen kentin ortasında, yemyeşil bir ada gibi. Kentte taçsız kral olarak nitelenen şair İlya Çavçavadze ile Gürcü edebiyatının önemli isimleri, sanatçılar ve devlet adamlarının heykellerinin süslediği park uzun yürüyüş parkurları, buz pisti, lunaparkı, yunus gösteri merkezi, akvaryumu, göleti, plajları ve sahil kahveleriyle aslında devasa bir gezi ve eğlence alanı. Ve aslında sadece bu parktaki heykellerin nitelik ve nicelikleri bile sizi ne kadar büyük bir entelektüel kapasitesiye sahip bir şehirde olduğunuzu anlatacak türden. Gürcistan SSCB döneminde komünist sistemde uzun yıllar geçirmiş olsa da Gürcüler kendilerine has kültür, dil ve alfabelerini korumuş. Batumlular yerel özelliklerini korumanın yanında sistemi çok katı şekilde yaşamış, bu sayede de en önemli getirisi olarak kültür ve sanata eğilimi olan bir halka dönüşmüş. Bu yüzden yolunuzun düşeceği bir köy evinde orijinal Dostoyevski okuyanlar görünce, şöförünüz sizi beklerken hemen kitaba sarılınca ve o akşamki operaya gitmeye niyetlenip biletlerin haftalar önceden tükendiğini duyunca sakın şaşırmayın. Batum’u tanımanın en iyi yolu hiç şüphesiz geniş bulvarlar ve caddeler boyunca uzun yürüyüşler yapmak. Sahildeki parkın hemen arkasındaki 67 gezi - yorum büyük bulvarın arkasında Acara Özerk Cumhuriyeti parlamento binası ve başkanlık sarayının bulunduğu meydanda Altın Post Efsanesi ve Arganotları konu alan heykel bulunuyor. Mitolojiye meraklı olanlar bilirler altın postlu koç gücü, sonsuzluğu, egemenliği ve dünya liderliğini sembolize ediyor ve efsaneye göre bu altın postlu koçu kim yenerse dünyayı da onun yöneteceğine inanılıyor. Mitolojide altın postlu koçun peşine düşen antik Yunan kolonilerinden Argonotların zorlu deniz yolculuğundan sonra karaya çıktıkları yer Batum ve bir kısmı gerçek altından yapılmış olan söz konusu heykel de tam bu efsaneyi anlatan işlemelerle süslü. Gürcistan’a Rusya ve ABD’nin özel ilgi ve yakın markajını düşününce efsaneye inanmak için yeter sebep de var görünüyor. Tarihçi ve etnograf Khariton Akhvlediani’nin ismini taşıyan Acara Devlet Müzesi de yakınlarda. Dört katlı, geniş ve son derece iyi düzenlenmiş müze zengin bir koleksiyona sahip. Hazır uğramışken gezebileceğiniz Doğa Müzesi de aynı çatı altında. Burada öğrencilik yıllarınıza kısa bir dönüş yapıp Karadeniz’de 147 tür balık çeşidi bulunduğunu ve 200 metre derinliğin altında yaşam bulunmadığını hatırlayabilirsiniz. Geçen yıllarda 100 yaşını kutlamış olan ve bunun şerefine bahçeye yerleştirilen, Gürcü balıkçılar tarafından avlandığı söylenen balina iskeleti ise bence en ilginç obje. Meraklıları için Sanat Müzesi’nde Ayvazovski’nin orijinal eserlerini görme şansı olduğunu da belirtmeli. Aynı bölgede yer alan kentin iki merkez caddesi Baratashvili ve Abashidze caddelerinin kesiştiği noktada yükselen eski postane binası ise mimariye ilgisi olanları mutlu edecek bir türden karakteristik bir yapı. 20. yüzyılda yapılmasına karşın, Gürcü mimari karakterini yansıttığı söyleniyor. Bu arada enteresan bir şekilde neredeyse tüm devlet kurumlarının girişinde Gürcü bayrağı ve bazılarında Acaristan flamalarının yanında mutlaka kocaman Avrupa birliği bayrakları asılı. Halkın ne 68 kadar benimsediğini bilemiyorum ama Sakaashvili hedefine Avrupa’yı koymuş o çok açık. Gün gelir de bir gün Gürcistan AB üyesi olur mu bilemem ama olursa da bizden önce olur mu acaba diye düşünmemek elde değil. Tabi bu sadece görsellikle ilgili bir çaba değil. Henüz bir aday ülke olmasa da şehirleşme ve toplumsal hayattaki gelişmeler bu yönde ciddi bir çaba olduğunu da gösteriyor. Daha önce gümrükteki değişimden bahsetmiştim. Aynı şekilde birkaç sene önce mafyanın hüküm sürdüğü, ilk merhaba dediğim Gürcünün bana silah satmaya kalkıştığı şehir -ben de anlatanların yalancısıyım ama- polis devletine dönüşmeden mafyadan arındırılabilmiş ve dışardan göründüğü kadarıyla gerçekten tüm kuralların ciddiyetle uygulandığı bir Avrupa şehrinden farksız bugünlerde. Tüm sürücülerde emniyet kemerleri takılı, park alanları engelliler için olanlar dahil organize olmuş, rüşvet bitirilmiş ve insanlar gerçekten nefes almış. Tek etkin cami Orta Cami deyince şehrin her yanının kiliselerle bezeli olduğunu düşünmemişsinizdir umarım. Benzer ölçekteki başka bir Avrupa kentine kıyasla kilise sayısının daha az olduğunu ve diğerlerinde olduğu gibi her döndüğünüz köşede sizi şaşırtacak ebatta bir ihtişamlı kilise ya da katedralle karşılaşma ihtimalinizin daha az olduğunu söyleyebilirim. Altın Koç heykelinin bulunduğu büyük meydandan liman yönüne doğru ilerlerken karşınıza çıkacak olan Meryem Ana Kilisesi şehrin katedrali durumunda. En büyük ve en gösterişli kilise olan bu yapı 19. yüzyılda yapılmış ve görece küçük boyutuna rağmen görkemli bir mimariye sahip. Girişinde sessiz ve kibarlığı elden bırakmayan dilenci kadınlar, içeride ise dini sahnelerin resmedildiği vitraylarla çok başarılı bir iç dekorasyon sizi karşılayacak. Aynı zamanda şehrin nikah sarayı görevini de üstlendiği için içeride bir de evlilik törenine rastlamanız sizi şanslı kılmaz benden söylemesi. Eskilerde daha etkin ve önemli olduğunu tahmin ettiğim, doğal bir liman olan Batum Limanı bugünlerde biraz da kentin turistik merkezi olmuş durumda. Burada yıl boyu kahve tiryakilerine, sokak müzisyenlerine, şairlere ve her liman gibi olmazsa olmaz olan balıkçılara rastlayacaksınız. Bir bankta soluklanmanın zamanıdır. Biraz dikkat kesilirseniz sokak aralarında ya da kentin herhangi bir köşesinde olduğu gibi rıhtımda da kulaklarınıza bir akerdeon tınısı mutlaka çalınacak. Ve çalan kişi mutlaka ne yaptığını biliyor olacak. Keyfini çıkarın. Eski Batum sokaklarında ağır bir sinema havası sezecek ve kim bilir belki de sosyalizmin izlerinden olsa gerek neredeyse nostaljik bir Küba esintisi hissedeceksiniz. Sahil kısmındaki restore olmuş ya da yeniden inşa edilmiş binalar içerilere girdikçe seyrelecek belki ama şehir biraz daha köhne ve bakımsız olsa da daha samimi görünecek gözünüze. SSCB döneminde yapılmış olan binalar çoğunlukla her sokakta ayrı apartmanlar olarak değil, sokak boyunca devam eden yekpare yapılar şeklinde konumlanmış durumda. Bu binaların ortasında da ortak kullanılan ve yola küçük tüneller ile açılan genişçe bir avlu mevcut. Bir şehri anlamanın yolu mahremine girmekten geçer benden söylemesi. Çekinmeden girip bir merhaba demenizi öneririm çünkü aniden hayatlarına giren bir yabancı olsanız da sıcak karşılanacağınızı söyleyebilirim. Batum’da alışveriş merkezi ve süpermarket diye tanımlanacak büyüklükte bir şey yok. Onun yerine küçük bakkallar her köşebaşında ve her yerde döviz bürosu. Sanırım karlı bir iş ve bunun için özel bir izin de gerekmiyor zira bazı Gürcüler arabalarının bagajlarının üzerinde döviz bürosu işi yapıyorlar. Sahilden biraz içeri gidince de yine arabaların kaputunda veya bagaj üstünde kumar oynayan insanlara da rastlamanız olası. Kendiniz veya yakınlarınız için hediyelik 69 gezi - yorum 70 olarak çok ucuz olan içkilerden, özellikle dünyaca ünlü Gürcü şaraplarından satın alabilirsiniz. Aman dikkat, çarşı ve dükkanlarda, Türk Lirası kabul edilmiyor. Bir de kredi kartı kullanıcıları için küçük bir not: yanınızda visa kart götürün, master kartı kabul etmiyorlar. Bu arada komşular da bizim gibi pazarlığa açıklar, alışveriş yaparken pazarlık yapmayı unutmayın. Uygun iklim şartları nedeniyle bölgede, başta turunçgiller olmak üzere bol miktarda meyve ve çay yetiştiriliyor. Petrol rafinericiliği ve gemi yapımcılığı da eskilerde daha fazla olsa da hala etkin durumda. Sovyet döneminden kalma demir çelik fabrikası, kömür madenleri ve kağıt fabrikaları gibi belki de otuza yakın büyük işletme mevcutmuş. Ancak bugünlerde sadece kalıntılarını görmek mümkün. Zira Gürcistan bağımsızlığını kazandığında fabrikalar sahipsiz kalmış ve ekonomik zorluklarla boğuşan Batum sakinleri de çivilerine kadar söküp her şeyi hurda olarak satmışlar. Şehirde lokantacılık sektörü genel olarak Türklerin elinde. Sahil kenarındaki görece lüks sayılabilecek bölgedeki kafeteryaları saymazsak sanırım yerel halkın genelinin ekonomik gücü olmadığı için kafeterya ya da pastane yok. Ve tabi hala ve belki de çok şükür ki hazır yemek zincirleri de... Bunun yerine sıklıkla göreceğiniz küçük dükkanlarda çiğ börek satan ve genelde kadınların işlettikleri yerler var. Şehrin en meşhur restoranı Lazuri. Avlusu ve bahçesiyle her bir katında enfes sofraların kurulduğu eski bir Batum evi. Bahçede bir de votka damıtma aleti var. Yiyeceklerden en meşhur ve öne çıkanı ise Kaçapuri denilen bir tür peynirli pide. Domuz eti bulunmaması nedeniyle, Türkiye’den giden turistlerin baş tercihi. Bir de tabi Khinkhali’den bahsetmek lazım. Bizim mantının çok iri bir versiyonu dersem anlaşılacağını tahmin ediyorum. Bu kadar irileşmiş olan mantı yani Khinkhali, Gürcülerin çok çalışkan olmadıklarına dair efsaneyi doğrular nitelikte. Yani biraz tembel işi olan bu mantı sos olmadan karabiber ekilerek tüketiliyor. Gürcüler içkiye özellikle şaraba çok düşkünler. Artık rehberiniz de olan şöförünüz içki mevzu açılınca size durumu şöyle açıklayacak nitekim: “Türkler hastalanır, ‘ne kadar yaşarım doktor?’ diye sorar; Gürcüler hastalanır ‘ne zaman içeceğim doktor?’ diye sorar...” Bütün öğünlerde içki tüketildiği gibi neredeyse her köşebaşında da küçük birahaneler ve sokakta iri fıçılardan bira satılan seyyar tezgahlar görmek mümkün. Tabi bu kadar içince adabıyla içmeyi de öğrenmişler ve “Gürcistan’da içki sarhoş olmak için içilmez” diyorlar. Ayrıca tek başına içki içmek de büyük bir ayıp sayılıyor. Doğruluğunu test etmiş ya da tanık olmuş değilim ama söylenen o ki Batum’daki müslümanlar domuz eti ve şarap’a karşı olan dinsel yasakları kabullenmemişler ve domuz eti tüketip bolca şarap içiyorlarmış. Sosyolojiye meraklı arkadaşlar önden buyursun. Ve şehirde bolca kahvehane var. Kahve kültürüyle de ünlü Batum. Hemen her köşe başında bir kahvehane, kahve ve aksesuar satan dükkan ya da atölye bulmak mümkün. Batum halkı için kış ayları dışında yılın üç mevsimi, kapı önlerinde, sokaklarda ve kahvehanelerde, Karadeniz rüzgarı eşliğinde uzun kahve sohbetleri yapmakla geçiyor ve kahve yaşamın önemli bir parçası olmuş. Aromatik olanlardan en koyusuna tat, koku ve sertlik derecelerine göre onlarca çeşide ayrılan Batum kahvelerinin sihirli bir zindelik verdiğine inanılıyor. Bunların yanında bir de tabi “limonad” denen alkolsüz bir içecekleri var ve görünen o ki oldukça popüler. İsmine bakıp aldanmayın çünkü bu bir limonata değil. Armut, üzüm ve elma meyvelerinin aromalarından yapılan bir tür gazlı içecek. Üstelik bir de felsefik yanı var şimdilerde nostaljik kalan. Sosyalist dönemde iken kolaya seçenek olarak ve kolanın yaygınlaşmasına muhalefet için üretilmiş. Tadı biraz şekerli ve öksürük şurubunu andırsa da beğenme ihtimalinizi hesaba katarak 1 lariyi gözden çıkarmak fena fikir değil. Batum’da mutlaka görülmesi gereken en önemli duraklardan biri de dünyaca ünlü olan “Batumski Botaniciski Sad” yani Botanik Bahçesi. Şehir merkezinden 8-10 km. kadar uzaklıkta konumlanan bu küçük orman dünyanın ikinci büyük ve zengin botanik parkı. Girişte yer alan bambu ağaçlarıyla kaplı alandaki telesiyej ise bu gezimizin adrenalin parkuru. Biraz bakımsız olan ve sanki Dharma Girişimin elinden çıkmış izlenimi veren bu telesiyeji gittiğinizde çalışır durumda bulur musunuz bilmiyorum. Eğer öyleyse denemekte fayda var. Bunca yıldır çalışabildiğine göre pekala sizi de taşıyabilir değil mi? Yaklaşık 70 yıllık bir geçmişe sahip ve 114 bin metrekarelik bir alan üzerine kurulu olan bu ormancıkta binlerce bitki ve ağaç türü bulunuyor. Parkın büyüklüğü gözünüzü korkutmasın çünkü yönlendirmeler gerçekten başarılı. Umuyorum ki çiseleyen yağmur altında, bütün parkı gezmek için en az 2 saat yürümeniz gerekiyor ve inanın bana her dakikasına değiyor. Binlerce ladin, okaliptüs, köknar ve çamın yanında nadir türler olan pavlonya, sakura gibi bitkileri de görmek mümkün. Dünyanın dört bir yanından getirilen ağaç ve fidanlarla, burada 9 bölge oluşturulmuş ve yaklaşık 120 botanikçiye emanet edilmiş. Müthiş bir emek ve göz yaşartıcı bir tarih taşıyor bu ormanda. Özellikle manolya ağaçlarına bayılacaksınız. Batum’un sokaklarını, yamaçlarını, kırlarını bir cennet bahçesine çeviren ve kentin sembolü olan manolya bu parkta da her yerde. Ve tabi “küstüm çiçeği”, utangaç mimoza ağaçları. İsmini dokununca kapanıp solmasından alan mimozaların kokusu gezinin keyfine keyif katıyor. Ve insan düşünmeden edemiyor Batum’a ne kadar çok dokunan var bugünlerde. Küsmeden yetişip görmekte, nostaljisini yitirmeden ve bozulup küçük Las Vegas olmadan dünya gözüyle Sovyet Rusya’yı anlayabilecek bu durağa uğramakta fayda var. 71 hemzemin Fotoğraflar: Özgür Çakır “Güzel atlar ülkesi”nden günlük notları “Bir gece düş gördüm, kalktım oraya gittim. Döndüm evime uyudum, düşümde yine oradaydım. O ülkenin perileri beni yine çağıracak biliyorum, yine düşeceğim yollarına o büyülü evrenin.” UZUN BAYRAM TATİLİNİN ilk durağı Tuz Gölü... Ankara, Konya ve Aksaray’ın kesiştiği noktada, hangi ilimize ait olduğu muamma olan ve yüzölçümü bakımından Türkiye’nin 2. büyük gölü olan Tuz Gölü, gözünüzün alabildiğine uzanan bir beyazlık. İnsana sonsuzluk hissi veren bu doğa harikası ile hala tanışmadıysanız, mutlaka görmeli ve üzerinde yürüyerek o keyfi tatmalısınız. Ama asıl gezimiz yeni başlıyor; yolculuğumuz Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen Kapadokya’ya... Aksaray’dan 20 km ilerledikten sonra “Kapadokya’nın 72 Nazlıhan Ergin Şevik güzelliği başlıyor” tabelasıyla birlikte coğrafi değişiklikleri hayretle izliyoruz. Kapadokya; Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Kırşehir illerini kapsayan kocaman bir çember, biz ise Aksaray’ın turistik açıdan yeni keşfedilen bir ilçesi Güzelyurt’ta yani eski adıyla Gelveri’de kalmayı tercih ediyoruz. Evleriyle meşhur Gelveri’de konaklama için yörenin mimarisini taşıyan kemerli bir konağa yerleşiyoruz. Yerde yöresel kilimleri, duvarlarında Hitit güneşi tablosu ve iğne oyasından yapılmış gelin keseleri bulunan, taş, ahşap ve kadifenin uyumunu gözler önüne seren bir dekorasyon hâkim bu konaklara. Aslında bu topraklarda yaşamış birbirinden farklı medeniyetlere ait tarihsel izlerin harmanlanması şeklinde dekore edilmiş de diyebiliriz. Öğlen vardığımız otelde gezi alternatifler hakkında bilgi edindikten sonra ilk günümüzü yakın civarda tamamlamaya karar veriyoruz. Otelin etrafında başlayan Manastırlar Vadisi heybetli duruşuyla, kayalıkların arasından akan suyu ve söğütleri ile karşılıyor bizi. Bilinen 28 tane kaya olma kilise, şapel ve yeraltı şehri bulunan vadide Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmasını sağlayan ve bölgenin üç büyük azizinden biri olarak kabul edilen “Aziz Gregorios” adına 385 yılından yaptırıldığı tahmin edilen kiliseye gidiyoruz. 1924 mübadelesinden sonra cami olarak kullanılan St.Gregorios Kilisesi bu nedenle Cami Kilise olarak anılıyor. Ardından kapalı Yunan haçı planlı, tamamen kayaya oyulan Sivişli Kilise’yi gezip hemen üzerindeki Panoramik Seyir Terası’ndan baktığımızda Kapadokya’nın mimarlarından Hasan Dağı’nın eteklerine yaslanmış, bir kısmı halen ev olarak kullanılan doğal kaya oyuntularının ve uzakta masmavi parlayan Güzelyurt Göleti’nin ortasında muhteşem bir noktada olduğumuzu anlıyoruz. Fotoğraf makinesi şimdiden bizden bezmiş durumda. Güneş batmadan 3 km batımızda Güzelyurt Göleti’ni daha yakından görebileceğimiz 19.yy yapısı olan doğal bir kayaya inşa edilmiş Yüksek Kilise’ye gidiyoruz. Bir tarafı Hasan 73 hemzemin Dağı’nın kudretli tepelerine, bir tarafı sakin gölete bakan kilisede bir büyük güneşi devirip, otele dönüyoruz. Biber, sarımsak, domates ile saçta kavrulan kuzu etinden oluşan yöresel Gelveri Tava yiyip, Nevşehir Uçhisar’da yetişen kalecik karası üzümlerinden elde edilen güzel bir şarapla otelimizin terasında güne veda ediyoruz. İkinci gün doğal tereyağı, köy peyniri, bal ve mis gibi pideyle kahvaltı ettikten sonra düşüyoruz yollara. Güzelyurt’tan Nevşehir-Avanos’a uzanan 80 km’lik gezi rotamızı çizip ilk durağımızı belirliyoruz; Nar Gölü. Kendiliğinden oluşan ve termal su çıkan bu göl aynı zamanda “Krater Gölü” olarak da anılıyor. Gerçekten ünlü bir ressamın fırçasından çıkmış gibi burası. Güzelyurt’tan 52 km sonra vardığımız Derinkuyu, ismini halkın içme suyunu 60-70 metre derinliğindeki kuyulardan temin etmesinden almış. Önce tavanını İsa, Meryem Ana ve dört büyük meleğin baş harflerinin (C,A,M,İ) süslediği Aziz Theodoros Trion Kilisesi’ne giriyoruz. Kilisenin kapısında kendi yaptıkları bez bebekleri satan köylü teyzeler ve birkaç köylü çocuk karşılıyor bizi. “Cemalım” türküsünü söylüyoruz hep birlikte. Çocukların rehberliğinde dinliyoruz tarihin hikayelerini… 19 metrelik Türkiye’nin en büyük Atatürk Heykeli’ni ve ülkemizin tek üçgen minareli camisi Üçgen Cami’yi anlatıyorlar. Unesco tarafından kültür mirası olarak kabul edilen ve Kapadokya’nın 36 yeraltı şehrinin en büyük yeraltı şehri olan Derinkuyu Yer altı Şehri’ne gidiyoruz. 8 katlı olan Derinkuyu Yer altı Şehri ve aslında tüm yer altı şehirleri iki nedenle kurulmuş. Birincisi olası tehlikelere ve tehditlere karşı sığınma ve saklama amaçlı daha derinlere, diğeri ise normal yaşam amaçlı yeryüzüne daha yakın olanlar. Bu yapılar doğal “Tüf”lerin oyulmasıyla oluşturulmuş. Tüfler ise yanardağların püskürttüğü kül, kum ve lavın karışımından oluşuyor. Yer altı şehirlerinin her bölümünde şehirdeki diğer evlere gizli geçitler bulunuyor. 74 Savaş zamanı insanlar içlerine mutfak, oturma odaları, erzak depoları ve şaraphaneler yaptıkları bu yer altı şehirlerine gizlenip orada yaşıyorlarmış. Ve elbette yer altı şehirlerinin olmazsa olmazları oksijen akışı için ucu bucağı görünmeyen derin hava bacaları ve başlangıcından sonu görünmeyen dar geçit ve tüneller… Derinkuyu’nun en ilginç tarafı içinde yatay haç formunda olması yani zeminde bir “T” harfi şeklindeki kilise... En derin ve ürkütücü yeriyse uzun bir tünelin sonunda bulunan mezar odası... Derinkuyu’dan Nevşehir’e giderken Göre kasabasından geçiyoruz. Terk edilmiş viran taş evlerle dolu bu küçük kasabada kimse yaşamıyormuş gibi bir izlenime kapılıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki 1980’de kasabanın yerlileri taş evlerin etrafında bulunan kayalıkların artık tehlike arz ettiğini düşünerek Göre’nin yeni yerleşim bölgesindeki apartmanlara göç etmişler. Eski Göre de hüznüyle öylece olduğu gibi kalmış. Suları akmasa da, çöpleri dökülmese de hatırasını yaşamaya çalışan birkaç aile ile birlikte… Göre’den sonra karşımıza çıkan ilk yer Nevşehir oluyor. Şehir merkezinde Nevşehir Kent Müzesi’ni ziyaret ediyoruz. Arkeoloji ve etnografya olarak ikiye ayrılan müzede Roma, Bizans, Hitit, Frig, Pers, Urartu uygarlıklarına ve Anadolu’da yaşamış hemen her medeniyete ait tarihi eserlere rastlıyoruz. Steller, lahitler, mutfak gereçleri, av ve savaş malzemeleri, takı ve aksesuarlar… Her birinin bu topraklardan çıktığını görüp, yurdumuzun zenginliğinin bir kez daha farkına varıyoruz. Etnografya müzesinde ise Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonraki izlerine tanıklık ediyoruz. Kilim dokumaları, semer süslemeleri, kadın ve erkeklerin giyimine dair örnekler, aksesuarlar, işlemeler, hamam kültürümüzü yansıtan malzemeler, savaş gereçleri, el yazması Kuran’lar, çini ve porselenler hepsi öyle güzel ki... Nazlıhan Ergin Şevik 75 hemzemin Nazlıhan Ergin Şevik 76 Nevşehir’den Göreme’ye doğru yola çıktığımızda ilk durağımız Uçhisar oluyor. Uçhisar’da görülecek iki önemli nokta var. Bir tanesi peri bacalarının hemen üzerindeki 1330 metre yüksekliğindeki Uçhisar Kalesi. Kale, yüksekliği nedeniyle güzel bir izlek alanı ve konumu itibariyle yoğun ziyaretçi alıyor. Diğeri ise Kapadokya’nın en güzel izleme noktası olan Güvercinlik Vadisi. Hem peri bacalarını, kaleyi, hem vadinin derinliğini hem de etrafındaki doğal tüf oyuntularını izleyebileceğiniz inanılmaz bir manzaraya hâkim… Ve Kapadokya’nın 3 önemli merkezinden biri olan Göreme Açıkhava Müzesi’ne geliyoruz. Müze Kart’ınız yoksa gitmeden önce edinin veya Kapadokya’daki ilk Müze Kart satışı olan durağınızdan satın alın. Zira giriş ücreti vermek size Müze Kart’ın en az üç katına mal olabilir. Çok büyük bir alana yayılmış olan bu ören yeri manastırlar, kiliseler, şapeller, mutfak ve yaşam alanlarından oluşuyor. Hıristiyanlığın en önemli azizlerinden Aziz Basil bu bölgeyi dini eğitim ve düşünce merkezi olarak kurdurmuş. 1000 yıldan uzun bir süre manastır hayatı devam eden bölgenin içinde bulunan din merkezlerindeki tüm freskler 11.yy’dan kalma olduğu için Hıristiyanlık için çok büyük bir önem taşıyor. Müzenin içinde en çok beğendiğim kilise, içindeki tasvirler ve fresklerle anlatılan tarihten sahneler nedeniyle Elmalı Kilisesi’ydi. Zelve Açıkhava Müzesi’ni de görmek istiyoruz ama vardığımızda müze kapandığı için onu da ziyaret edemiyoruz. Sabah saat 10 gibi çıktığımız turumuzun saat 18’de yüzde seksenini bitirmiş olsak da gezemediğimiz yerlerin hüznüyle yolumuza devam ediyoruz. Devrent Vadisi’ndeki hayvan figürlü kayaları görünce hüznümüz yeniden heyecana dönüşüyor. Özellikle deve şeklindeki kayanın onlarca fotoğrafını çekip, son durağımız Avanos’a gidiyoruz. Avanos altından geçen Kızılırmak akarsuyu, otantik evleri, testi kebabı, seramikleri, kilimleriyle bizi hemen etkisi altına alıyor. Eski evlerin, eski sokakların arasından ülkemizin en büyük akarsuyunun üzerine kurulmuş asma köprüden geçiyoruz. Asiliğiyle ünlü nehir altımızdan gürül gürül akarken biraz fazla sallanan köprüde hafif sarhoşlaşıyorum. Geri dönüp seramikçilerin bulunduğu çarşıda turluyoruz. Bir tanesine gözümüzü kestirip, biz de çanak çömlek yapmayı denemek istediğimizi söylüyoruz. Usta ellerimi çamurlu suya bandırıp, kilden bir parça koparmamı istiyor, tezgâhı ayağıyla döndürüp bana sadece şekil verme işini bırakıyor ve bir vazo yapmamı istiyor. Bir süre elimdeki malzemeye vazo formu vermeye uğraştıktan sonra beceremeyip başka bir şeye benzetiyorum. “Yok, ben kupa yapacağım” diye çeviriyorum hemen. Bu işin bana göre olmadığını anlıyorum, usta da; “siz boyama yapın, zaten bu erkek işi” diyor. Sözlerini “Buralarda çanak-çömlek yapmayı bilmeyen oğlana kız vermezler, kilim dokumayı bilmeyen kızı da almazlar” diye tamamlıyor. Gülüşüyoruz. Çarşısını gezerken usta da bize çanak çömleklerin tarihini ve hikâyelerini anlatıyor. Kadınların kocaları savaşa gidince edindikleri, ağlayıp içini gözyaşlarıyla doldurdukları gözyaşı testileri, hiçbiri birbirine benzemeyen Osmanlı minyatürleriyle süslü tabakçanaklar, Hitit dönemine ait çömlekler ve şarap testileri… En çok ilgimi çeken halkalı Hitit şarap testisi oluyor. Üzerinde Hitit figürlerinin bulunduğu ve hizmetkârların hükümdarlarına saygı amaçlı kollarına geçirip eğilerek şarap servisi yaptığı ortası delik olan bu testilerden, kadehiyle takım bir tane edinip, testi kebabı yemeğe gidiyoruz. Üçüncü ve son günümüzde otelin bize hazırladığı tura katılıyoruz. İlk olarak Gaziemir Yer altı Şehri’ni geziyoruz. Bu, gezmiş olduğumuz diğer yer altı şehirlerinden çok farklı. Bölgenin normal yaşama amaçlı oluşturulan en büyük şehri. Diğer bir özelliği ise şarap yapım yerleri olan şırahanelerin içindeki en güzel şırahane örneği Gaziemir’de 77 hemzemin bulunuyor. Gerek büyüklüğü, gerek zamanında düşünülmüş tüm ayrıntılarıyla benim de en sevdiğim yer altı şehri burası oluyor. Ihlara Vadisi günümüzün ikinci ve en önemli durağı oluyor. 14 km uzunluğu ile Dünya’nın Arizona’daki Grand Canyon’dan sonra ikinci büyük vadisi. On milyon yıl önce meydana gelen volkanik patlamalar sonucunda küllerin sel sularıyla beraber 200 m yüksekliğe kadar oluşturduğu kayaçların en güzel örneği buradan görünüyor. Ortasından geçen Melendiz Çayı da kayaları ve bazalt yapıyı aşındıra aşındıra vadiyi oluşturmuş. Hıristiyanların sığınma ve Ortodoksların yayılma noktası olan bu vadide bilinen 105 kilise bulunsa da şu an için 13 tanesi gezilebiliyor. Bu bölgede yapılan kiliselerin çoğunu burada yaşayan aileler kendi evlerinden geçitler oluşturarak inşa etmişler. İki üç aile bir araya gelip yaptıkları kiliselerde ibadetlerini ettikten sonra tünellerden geçip evlerine dönmüşler. Aynı 78 zamanda tarıma elverişli olan Melendiz Çayı’nın kenarında da üretim yapıp yaşamlarını idame ettirmişler. Biz de bölgenin en önemli iki kilisesi olan, İsa’nın hayatından ve mucizelerinden sahnelerin tasvirlendiği İkonoklazm döneminden sonra oluşturulan fresklerle dolu Ağaçaltı Kilisesi ve Yılanlı Kilise’yi gezip, 4 km’lik yürüyüşümüze başlıyoruz. Yılanlı Kilise’de gördüğüm şu ayrıntıyı da eklemeden geçmek istemiyorum, ölümden sonra yaşamla ilgili tek fresk Ihlara’daki Yılanlı Kilise’de bulunuyor. Mutlaka görülmeli. İlk olarak kayaların içindeki nişleri yani güvercin yuvalarını görüyoruz. Hıristiyanlar için güvercinlerin önemi çok büyük; hem Tanrı’nın ruhunu simgelediğinden, hem dışkılarından gübre yaptıklarından hem de yumurtalarının akını fresk yapımı için kullandıklarından onlara kendi yaşam alanlarından yerler ayırmışlar. Akarsuyun kenarından yaptığımız harika bir doğa yürüyüşünün ardından Belisırma’da güveçte alabalık keyfi Nazlıhan Ergin Şevik yapıyoruz. Belisırma akarsu üzerine kurulmuş masaları bulunan sıra sıra restoranlardan oluşuyor. Ve Ihlara Vadisi gezisini tamamlayan hemen herkes burada yemek molası verdiği için oldukça turistik ve kalabalık bir yer. Fakat keyfine diyecek yok. Son olarak Aksaray’dan Güzelyurt’a gelirken gözümüze çarpan Selime Köyü’ne geliyoruz. Selime Katedrali yine Kapadokya bölgesinin en büyük din merkezlerinden biri. Tırmanması biraz zor olsa da zirvesine çıktığınızda yorulduğunuza değiyor. Zirvedeki kilisenin büyüklüğü ise hayli dikkat çekici, üç nefli bazilikal planlı kilise bölgedeki bu plan tipinin tek temsilcisi. Kapadokya sadece doğa harikası güzellikleriyle değil, üzerinde yaşamış onlarca uygarlığın (ki bazılarının bilinmeyen gizemli) tarihiyle, Hıristiyanlık için büyük bir inanç merkezi olmasıyla bir cennet. Ertesi gün dönecek olmanın verdiği hüzünle, biraz daha gizem paylaşmak adına bu topraklarla oturup dinliyoruz Güzelyurt’u. Geceler ne uzun burada, ne sakin, ne telaşsız bir bilseniz. Bir iki köpek havlaması ve rüzgârın uğultusu dışında hiçbir şey bozmuyor bu sessizliği. Üç günlük Kapadokya gezimizi dolu dolu yaşamanın verdiği huzurla uyuyoruz taş odamızda. Darısı başınıza! 79 semboller Abdulkadir Kılınç Hazan “Hüzün ki en çok yakışandır bize...” diyor şair Hilmi Yavuz bir şiirinde. Doğru, bazılarımıza çok yakışıyor gerçekten hüzünlü bir yüz. Topu patlayan bir çocuk, sevgilisi tarafından terk edilmiş bir genç kız, babası ölen genç adam, çocuğunu başka şehre üniversiteye gönderen annenin gözlerindeki bakış. İÇİMİZDEN bir şeylerin kopup gitmesi, eksilmesi, azalması değil midir hüzün? Ne kadar da doğaya benziyoruz. Tıpkı bir ağaç gibiyiz. Bir yaprağın dalından kopup gitmesi, eksilmesi, azalması değil midir hazan? Hüzün ile hazanın bu kadar benzer kelimeler olması da bize bir şeyler anlatmıyor mu zaten. Doğanın hüznüdür güz. Sevinçli, mutlu yazdan sonra, kasvetli, meşakkatli kıştan önce, romantik hüzünlü güz. Mutlaka sarıdır hazan mevsimi, yaprakların güneşten ayrılığının ifadesi gibi. Hüznün de rengi sarıdır, mutsuzken sararıp soluyor olmamız gibi. Hüznün de kendi içinde bir tadı olduğu kesin. Romantik insanlar bunu iyi bilir. Hüznü de neşe gibi tadıyla yaşarlar. Bazıları bunu yaşatır da. Çünkü bilirler ki hüzünler de sevinçler gibi olgunlaştırır insanı. Genellikle sanatçılardır, yazarlardır. Aklıma ilk gelen isim Selim İleri. Romanları, öyküleri hüzne övgü gibidir. Müziğin her türünde hüzün vardır ama bir tür 80 var ki başlı başına hüzündür. Fado. Çünkü kaynağı oldukça dramatik. Portekizin halk müziği olan Fado, balık avı için çıktıkları okyanustan geri dönmeyen Portekizli balıkçıların dul kalan eşleri tarafından, kocalarına yazdıkları ağıtlardan kaynaklanır. O kadınlar kocaları için yapabileceklerinin en güzelini yapmışlar. Zaten yapabilecekleri fazla da bir şey yokmuş, çünkü Fado Portekizcede kader demek. Amelia Rodrigez, Misia bu türün aklıma ilk gelen isimleri. Resimde bence hüznün ismi Vincent Van Gogh. Talihsiz yaşamının doğal yansıması gibi, resimlerindeki hakim ve karakteristik renk sarı olmuş. Şehirlerin de hüzünlü olanları vardır. Mesela Prag. Tabi eski Prag. Kara roman türünün müthiş yazarı Franz Kafka’nın öykülerindeki karakterlerin yalnızlığı, eski Yahudi mezarlığı, heykelleri ile Karl köprüsü, Prag’ın hüznünü yansıtır. Sanatın birçok türünden bahsedip de şiirden bahsetmemek olur mu? Olmaz çünkü şiir hüznün sultanıdır. Çünkü şiir sadece hüzünle yazılır aslında. Siz hiç mutlulukla yazılan şiir okudunuz mu? İlkokuldakileri saymıyorum. Çünkü şiir sevgiliye, sevgiye, aşka yazılır ve ne yazık ki Louis Aragon un dediği gibi “Mutlu aşk yoktur…” Bu yüzden şiirin halet-i ruhiyesi hüzündür bence. O zaman sözü hüznün şairi Hilmi Yavuz’a bırakalım: Yollar ve Zaman Sen bir yalnızlığı koşup gittin de Bir yerde buluşulur diye, belki de... Elbet buluşulur, orda, o yerde... Bir hüzün töreniyle kutlanır Bulunur birşeyler ve saklanır Saklanan Zaman mı, yoksa yol mudur Aranır bahçelerde ve şiirlerde Kimbilir ki dündür, olgundur kalbimiz Yollarsa her zaman biraz küskündür Yokuşlarda ve inişlerde... Zaman’dır seni sardığım kumaş Bekledin, örtülsün ki yavaş yavaş... Erguvandın, kayboldun dilegelişlerde. köşe Dilek Şen Hazanın hüznü Mevsimlerden hazan ve yansıması yüzlerde hüzün şimdi, gözler hep uzaklara meyilli; bakılan yerlerde yarım kalan bir şeyler var belli. Geride kalan dünü sorgulama zamanı gibi, geçmişin en güzel yarım kalmışlıklarını ve cesaret edilemeyen güzelliklerini muhasebe defterinde gözden geçirme zamanı. KİMİ SEVİNÇLERİN ağır KDV’lerini ödemek gibi, hak edilen sevinçlere sırt çevirmek. Vazgeçmek elde avuçta ne varsa düne dair, içinden çıkılmaz hesaplara düşme korkusuyla üstüne sünger çekmek. Ve ıslandıkça gözyaşlarıyla üzerine çekilen sünger, kenarından göze ilişen geçmişle yüz göz olmak. Zamanlı zamansız kapıyı çalan hüzün en çok bu zamana yakışıyor sanki. Yaz akşamlarının şuh kahkahalarına inat ölüm sessizliği ile sarıyor dört bir yanı. Sararan her yaprakta unutulmaya yüz tutan bir anıyı anımsatarak düşüyor içimize. İçimizde ne varsa görmezden geldiğimiz, gözümüze sokarcasına önümüze seriyor hayat, belki de tam olarak verdiklerinden geriye kalanları almak isterken başlıyor oyununa. Rengi kırmızıya çalan sarmaşıkların üzerini örttüğü kameriyelerde süren sohbetlerle düne dair izler seriliyor sofralara. Günün telaşında sustuklarımızı, gecenin karanlığına haykırıyoruz; sözün özündeki mana ve içimizde yarım kalan senfonilerin yorgunluğuyla. Özlediklerimiz mi çoğalıyor hazanda yoksa hazan hüznü mü artırıyor? Özlemleri tartmıyor akıl terazimiz. Borçlar ve alacaklar nasıl denk düşmüyorsa birbirine, özlemler ve vuslatlarda bir olmuyor hiçbir zaman. Yalnızlıkların çoğaldığı, varlığın içe dönüp kendini acımasızca yorduğu sonbahar gecelerinde iktidar savaşı veriyor bizi bizden öte bilen içimizin aynasına yansıttığımız yanlarımız. gibi gerdanında ışıldayan sokakların sahibi bu şehir, kendine benzeyen bizleri gündüz cezalandırmanın mahcubiyeti ile gece ödüllendiriyor. Sessizce fısıldıyor yüreğimize bize bizden çok benzediğini ve hüznümüzün can yoldaşı olduğunu. Şimdi nereye dokunsak gece, nereye koşsak karanlık ve nerede saklansak ay vurur kendimizden bile kaçırdığımız gözlerimize. Kendimizden kaçmak istercesine sokaklara düşen ayaklarımızın bizi taşıdığı şimdiye dek görmediğimiz yerler çıkıyor karşımıza, şehrin böyle bir büyüsü olduğundan habersiz olmanın utancı düşüyor hüzünlü kaçışımızın üzerine. Yüzümüzde kendinden kaçmanın ürkek bakışları ve aslında kendine yabancılaşmanın sancısı ile boynumuzu bükerek bakıyoruz en az kendimiz kadar yabancı olduğumuz kentimize. Gece nasıl da sarmış dört bir yandan ışıldayan sokaklarını susturmak istercesine, nasıl da bize benziyor yırtmaya çalıştığı karanlıkta yorgunluğuna yenik düşeceğinden habersiz. Karanlığa saklanmış bir kadın Ey bizi bizden iyi bilen şehir, bizi büyütürken içimize döktüğün hüzün harcının özünü gecesinde saklayan sen, kollarınla yollarımızı kendine çevirip, yönümüzü yüreğimizde mıhlarcasına bağlayan o sessiz ve yüreği tutsak eden en masum halinle bile süzdüğün gözlerinde bizi kendine mahkum eden sen; hüznü, hazanı, hayatı yaşatırken özümüzü nasıl kendinle doldurduğunu bir bilsen, dolgun buğday başağı gibi düşerdi başın. Senden öğrendik böylesi anlarda bile gülümsemeyi, harcımızda olsa da gözyaşın. 81 deli kızın defteri Bir anda… Çok klişedir, bir o kadar da doğru; pamuk ipliğine bağlı hayat. Küçük şeylerdir aslında hayatımıza yön veren. İletilen e-postalara konu olan rahimde taşlaşmış cenin gibi, doğmamış, doğamamış hayatlarla doluyuz. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler, açılmayan kapılar kim bilir ne farklı sonuçlara gebe… Ve hepsinin de düğüm noktası şu küçük şeyler: kaçırılan vapur, çalınan kapı, küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik… Her gün onlarca minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı çiziyor. "HAYATIMIZIN birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu mini mini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."* "Hayatımızda, geriye dönüşü ya da telafisi olmayan "an"lar var. An: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa parçası, lahza (TDK Güncel Türkçe Sözlük). Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, insanın yaşamının seyrini değiştirebiliyor. Bir "an"lık dikkatsizlik, bir "an"lık öfke, bir "an"lık dalgınlık, bir "an"lık kontrolünü kaybetme... "An"lık hezeyanlar sonucu tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler atılıyor, gemiler yakılıyor. Ve bir "an"da anlayabiliyorsun ki, "benim" dediğin pek çok şey aslında hiçbir zaman senin olmamış. O "an"a dek yaşadığın hayat baştan sona bir yanılsamaymış. Saat 12'yi vurmuş, Cinderella'dan Külkedisi'ne dönüvermişsin. Çevreni saran o kalabalık, prens sandığın adam, döne döne dans ettiğin saray buhar olup uçmuş, bir başına kalakalmışsın. 82 Gözde Aral "Bir insanın bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey. Bunun böyle olmaması lazımdı…"* Ama olmuştur bir kere. Bir anda... Çok daha farklı bir yarına uyanmaya neden olacak bir "an"da... Hayata ve insanlara -en sevilenlere bile- bir daha aynı gözle bakamamaya neden olacak bir "an"da... "Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. En çok kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra...” diyordum. Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum. İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum… Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim? Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalıydım…"* Hüzün tam da böyle bir şeydi… * Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna 83 havadan sudan “O” bizim için hikayeyi yazar, rolleri belirler, sadece oynamak kalır geriye. Bu nereden geldiği belli olmayan vazgeçilmez oyunda; yer, zaman, mekan kavramı yok olur, kurallar çoktan rafa kalkmıştır bile... Son bakışta aşk UYKUSUZ gecelerde tavanda asılı yüzü, en hoş melodiler... Onun sesi lazım sadece. Ne anlattığının önemi yok, susmasın konuşsun saatlerce. Olmadık anda burnunda olsun kokusu. Coşkulu kalbin okyanus dalgaları gibi. Ve aynada hafif pembe şaşkın bir yüz. İki ruhun birleşmesi, birleştikçe özgürleşmesi denebilir aşk için. Bir yanda ona gölge düşüren korkular ve endişeler dururken, aslında çoğu zaman içine düşülen hüzünlerle beslenir o. Bu yüzden severiz onu. Bazen kavuşamaz, karşılık görmeyiz ondan. Ya da imkansızlaşmıştır yaşanması. Acı çekmek ve yenik düşmek efsaneleştirmiş birçok aşk hikayesini... Tüketilmeyen, beslenen, acelesi olmayan, fedakarlıklarla süslenmiş, hesapsız öylesine yaşanan aşklar. “Sensiz nefes alamıyorum” derken sevgiliyi soluksuz bırakıp öldürmeyen aşklar. Büyük usta Mimar Sinan’ın derin bir tutkuyla bağlandığı Mihrimah Sultan’a olan duygularını sanatına yansıtması aşktaki hüznün en güzel örneklerinden bence. Görmeden, dokunmadan, vazgeçmeden yaşamış. Sevmenin tadını çıkartmış uzaktan uzağa. Onun için sevdiği kadını yansıtan eserlerinde bulmuş teselliyi. Aşkını ayın ve güneşin aynı paralelde parıldamasını hesaplayacak kadar yüce tutmuş. İletişimin bu kadar kolay ve yoğun olduğu bir dönemde yine en büyük sorun yalnızlık hissi değil mi? Aşk ve huzur arayışı ile güvenmek ihtiyacı... 84 Nazan Aşkalli Yakınındakine uzak hissetmek, uzağındakini yakın... Dengeyi bir türlü bulamamak. Belki de eskilerde olan bizde olmayan şey cesarettir, hüzünden kaçmamaktır. Yaşansın ya da yarım kalsın hüzün hep bir yerlerde gizlidir. Sözlere dökülenlere inat bakışlardan taşar tüm gerçekler. Pişmanlığını, kıskançlığını, umutlarını anlatır tek tek. Büyüyen gözbebeklerin ele verir seni. Walter Benjamin’in dediği gibi mi acaba? İnsanı büyüleyen aşktır ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk. O ilk andaki etkiye ve pırıltıya karşı; son defa baktığında, boğazından aşağıya süzülen bir düğüm ve gözlerde beliriveren ışık vardır. Hangisi daha gerçektir? İlk anda; heyecan, tutukluk, olmadığın biçimlere girme halleri, tatlı bir telaş ve panik vardır. Kısa zamanda aklından milyonlarca plan ve arkası gelmeyen sorular geçer. Son bakıştaki cesaret ise gerçeği anlatır. Ya vardır aşk ya da yoktur. Duyguların bir hamlede toparlandığı andır o. Aslında daha en başından sonu hazırlar gibiyiz. Başlangıçta bir nefes ya da bir bakış bile yeter gibi gelirken; sözüm ona mutlu olmak için, sonra iç hesaplaşmalar ve değiştirme çabaları gelir. Belirlediğimiz kalıba uydurmaya çalışmak da yetmez. Birlikte geçirilen zamanın kalitesini yükseltmek yerine, geçiremediğimiz zamanların hesabını sorgulamakla, tartışmalarla kaosa sürükleriz ilişkimizi. Sonra yitip gitmeler gelir ardından ve başladığımız yerde buluruz kendimizi. Pişmanlıkla; bir nefesini hissetsem, var olduğunu bilsem yeter diye düşünürüz. Aşkta mantık olmaz, hesaplamalar, entrikalar, güç savaşları olmaz. Can çekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Mutlak özgürlük sana kendiliğinden gelen, sana doğru akan bir ırmağın coşkusu olur. Ayrılıklarda olur, kavuşamamak da... Bu aşk olmadığı anlamına gelmez, hüzün orada gelir usulca senin yanına. Kendinle olmanın, aşık olmanın tadını çıkarmayı öğrenirsin. Son bakıştaki ışık gibi, ay ve güneşin parıldaması gibi, hüzün her yerde, her an, içinde ve seninle olur. Tam olarak hiç hissedemezsin. “Aşkın ilk soluğu, mantığın son soluğudur” Antonie Bret 85 armoni Leonard Cohen Bazı geceler kaskatı kesilen ruhumuzu iki dost kelamına, şarabın esrikliğine veya yalnızlığımıza emanet ederiz. Bazen de hiçbirine gerek kalmaz, bir şiirin ya da keskin bir sesin büyüsüyle sarhoş olur, ruhumuzun içsel yolculuğuna izin veririz. İşte öyle zamanların adamıdır Leonard Cohen. Onun şiirleri ve şarkıları bu yolculuğa davet gibidir yahut insanın içine doğru çıktığı bu yolculuğa ışık tutan görünmez bir el… Kelimeleri sarhoş eden adam 1967’DEN GÜNÜMÜZE kadar uzanan müzik hayatında üç kuşağa hitap eden ve çok yönlü bir sanatçı olan Leonard Norman Cohen, herkesin hayatına en az bir kimliğiyle girmiştir; şair, şarkı yazarı, filozof ya da romancı… Ama en çok da o buğulu sesiyle söylediği şarkıları iz bırakmıştır gönüllerimizde. Çünkü onun şarkıları kulakların pası için değil daha ziyade kalp içindir. Aşkın her evresiyle ilgili anlatacak bir şeyi vardır, bu yüzden herkesin bir yarasına, bir mutluluğuna dokunabilir. Fötr şapkası, şairane duruşu, salon beyefendisi kişiliği ve centilmenliğiyle onlarca yıldır kim bilir kaç kadının rüyalarını süslemiş, “I’m your man” şarkısını dinleyen kim bilir kaç kadının hayalindeki erkek modeli olmuştur. 21 Eylül 1934’te Kanada- Montreal’de 86 dindar Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Leonard Norman Cohen, 9 yaşında kaybettiği babasının vasiyeti ile edebiyata yönelmiş, ergenlik çağındaysa gitar öğrenip bir grup kurarak içindeki müzik aşkını da ortaya çıkarmıştır. “Let Us Compare Mythologies” isimli ilk şiir kitabını 1956’da henüz üniversite öğrencisiyken yayınlamıştır. 60 ve 70’ler onun edebi hırslarıyla ve edebiyattaki kimlik arayışıyla geçmiş hatta 1963’te yazdığı “The Favorite Game” ( Gözde Oyun - Çev. Berat Çelik, Altıkırkbeş Yayınları, Aralık 2006) genç bir adamın edebiyattaki kimliğini arayışını konu alan otobiyografik bir romandır. Bu dönemde münzevi bir yaşam tercih eden yazar Yunanistan’daki Hydra adasında bazıları Türkçeye de çevrilen Yazı: Nazlıhan Ergin Şevik pek çok kült eser ortaya koymuştur. 70’lerde Suzanne Elrod ile evlenmiş, 1972'de Adam isimli bir erkek ve 1974'te ise ismini Federico Garcia Lorca'dan alan Lorca isimli bir kız çocukları olduysa da çift 1979’da ayrılmıştır. 1967’de Avrupa folk müziği tarzında başladığı müzik kariyerinin ilk albümü olan ve içinde şimdilerde hepimizin bildiği “Suzanne,” “Sisters of Mercy,” “So Long, Marianne” ve “Hey, That’s No Way to Say Goodbye” gibi şarkıların olduğu "Songs of Leonard Cohen" onu daha ilk albümle yadsınamaz büyük yetenek olarak ilan etmişti bile. Ardından 1969'da “Songs from a Room” ve 1971'de “Songs of Love and Hate” isimli iki albümle bu başarının bir tesadüf olmadığını da herkese kanıtlamıştır. Zaten Cohen'in erken dönem çalışmalarına bakıldığında, şarkılarını kaydetmeye başlamadan önce yarattığı usta edebi kimliğin altyapısıyla yükseldiği de görülebilir. Onun müzik ve edebiyattan oluşan çift kariyeri yıllar boyunca birbirlerini beslemiştir. Popüler müzik dünyasında şiir ve düzyazılarıyla edebi kaliteyi şarkılarına taşıyan nadir ve zengin bir müzikalitesi vardır. 70'lerde dünya müziği üzerine çalışan Cohen’e, 80'lerden itibaren tipik olarak bas bariton tonda söylediği şarkılarında kadın vokaller ve elektronik bileştiriciler eşlik etmiştir. 1984'te çıkan “Various Positions” isimli albümünün içinde bulunan “Hallelujah” şarkısı dünyanın her yerinde halen ilahi bir ağırlıkla dinlenen, mistik, ruhani bir şarkıdır ve birçok müzisyen tarafından yorumlanmıştır. Onlarca yıldır ve yıllar geçtikçe değeri daha da derinleşen bir figür olan Cohen, insan hayatını acımasızca irdeleyen ve insanlığın en büyük sorunlarına dair sorular soran şarkılarıyla milyonların idolü olmuştur. Onu dinlemenin insanı karamsarlığa sürüklediğini düşünenlere en güzel cevabı; “Kendimi kötümser olarak görmüyorum. Bence kötümser insan yağmur yağsın diye bekler, oysa ben iliğime kadar ıslanmış hissediyorum” sözleriyle yine kendisi vermiştir. O zamansız bir sanatçıdır. Hüznüyle, asil asiliğiyle, incelikli başkaldırının belki de yeryüzündeki tek örneğidir. Eserlerinde işlediği en önemli temalar din, yalnızlık, cinsellik ve kişiler arası karışık ilişkilerdir. Fakat özellikle son dönem çalışmalarında politik ve kültürel olgulara alaycı ve nüktedan yaklaşımıyla da karşılaşılır. 1994’te dünyevi işlerden uzaklaşıp Los Angeles yakınlarındaki Mound Baldy Zen merkezinde 5 yıllık bir inzivaya çekilmiş ve burada “Rinzai Zen Budist Rahibi” ünvanını kazanmıştır. 2001’de yeniden müziğe dönen Cohen, “Ten New Songs” isimli albümü yapıtlarının arasında en melankolik olanıydı. 2004’te halen birlikte olduğu Amerikalı caz sanatçısı sevgilisi Anjani Thomas ile “Dear Heather” isimli bir albüm çıkarttı. Yine 2006’da birlikte yazdıkları albüm “Blue Alert” geniş yankı uyandırdı. Albümdeki tüm parçaları seslendiren Anjani için bir eleştirmen “Cohen'in kadın olarak yeniden doğmuş hali” ve "tek bir nota 87 armoni bile seslendirmemiş olsa da Cohen'in sesi, albüme bir sis gibi sinmişti.” diye yorumladı. Kanada’da çok satanlar listesine bir numaradan giren şiir ve çizimlerden oluşan kitabı “Book of Longing” 2006’da yayınlandı ve tüm dünyada çok çabuk tükendi. 2008 onun için tam bir dönüm yılıydı, 40 yılı aşkın bir repertuarla tüm dünyada canlı performans sergiledi. Kapalı gişe verdiği konserleriyle 2008 yılına damgasını vurdu. “En esin verici bestecilerden biri” olduğu için Amerikan Rock’n Roll Hall of Fame’ e kabul edildi. Cohen'in şarkıları ve şiirleri pek çok başka şarkıcı ve şarkı yazarını etkiledi. Eserleri 1000'den fazla kere başka sanatçılarca yorumlandı ve kaydedildi. "Canadian Music Hall of Fame" ve "Canadian Songwriters Hall of Fame"e kabul edilen Cohen, ayrıca ülkenin en büyük sivil şeref madalyası olan "Companion of the Order of Canada" ile ödüllendirildi. Böylece en güçlü ve etkileyici şarkı yazarları arasındaki yerini belgeledi. Şu an Los Angeles’ta yaşamını sürdüren Cohen, çağımızın belki de en önemli ve en etkili şarkı yazarlarından olmasının yanı sıra ironik şiirleriyle de çağa derin izler bırakan güçlü bir şairdir. Şimdiden efsaneleşen ve sanatıyla yıllara meydan okuyan Cohen, daha onlarca yıl kelimeleriyle bizleri sarhoş etmeye devam edecek. Leonard Cohen Cohen’den kısa kısa… * “Aşk bir çeşit zafer yürüyüşü değildir.” Hallelujah şarkısından * “Şiir sadece hayatın bir delilidir. Hayatınız iyi yanıyorsa şiir sadece küldür.” * “Senin gözlerinde, beni olmak istediğim gibi tarif eden bir şey vardı.” Görkemli Kaybedenler kitabından * “Uykusuz son sığınak uyuyan dünyada üstünlük duygusudur.” * “Teldeki bir kuş gibi, eski bir gece yarısı korosundaki sarhoş gibi, kendimce denedim özgür olmayı.” Teldeki Kuş şiirinden. * Cohen katıldığı bir festivalde Colombia Records’dan John H.Hammond’ın dikkatini çekmiş ve tüm albümleri aynı plak şirketinden çıkmıştır. * “Chelsea Hotel no 2” ve “Lover Lover Lover” isimli şarkılarını 1974’te ilişki yaşadığı Janis Joplin için yazdığı iddia edilmiştir. * 1996’da Budist tapınağında “sessizlik” anlamına gelen Jikhan ismini almıştır. Kaynakça: www.leonardcohen.com www.wikipedia.org.tr www.speakingcohen.com www.leonardcohenfiles.com www.eksisozluk.com 88 89 kitabi Onur Caymaz / Ezilmiş leylaklar kitabı Bu hüzün öyle çok ki hepimize yeter Ne çok yalnızız değil mi? Etrafımız ne çok karışık. Ne çok aldatılıyoruz. Ne çok terk ediliyoruz. Ne çok ağlıyoruz bazen dışımıza bazen içimize. Ne çok korkuyoruz bizi hiç sevmemesinden. Ne çok susuyoruz ve yutuyoruz en sindirilemeyecek durumları bile. Ezilmiş Leylaklar Kitabı, bütün bu korkulardan, yalnızlıklardan, gözyaşlarından örülü yaşamların öykülerini anlatıyor bize. “Baban sofrada bir akşam sana, kah bağıra çağıra kah büyük olmanın verdiği olgunlukla sakin, sınıfta sorulara, söz isteyip cevap verirsen, doğru ya da yanlış, her cümlen için para vermeyi teklif ediyor. “Susacak kadar büyüdüğüne göre, kendi geçimini sağlayacak yaştasın demek” diyor. Susuşunda kendisine ya da hayata karşı takındığın bir tavır var diye düşünüyor. Susmanın bir tavır olabileceğini öğreniyorsun böylece. Senin işin, bir öğrenci olduğuna göre, derse katılmak. Teklifini kabul ediyorsun. Güllerle süslenmiş bir defterin ilk sayfasına hesaplar tutmaya başlıyorsun. Hiç yalan söylemiyorsun ama konuştuğunda attığın çizikleri sayarak, konuşmadığının parasını almıyorsun. Böyle böyle başlıyorsun sözlerinin hesabını tutmaya.” Öyle bir yerine nokta koyuyor ki bir çocuğun sevinçlerinin, kendi virgüllerinden peş peşe ekleyip öyle uzun bir hüzün işliyor ki bir genç kızın dantel gibi düşlerine, öyle bir sarı zarf bırakıyor ki bir adamın ciğerine; Atilla İlhan’ın şiirlerinde içimize yerleşen ve ne yaparsak yapalım ucuna hüzün takılı bir ilikli iğne gibi göğsümüzle boğazımız atasında bir yerde hep öylece duran duygunun çıngıraklısını salıyor üstümüze. İnsanın içi bu kadar ezilir mi bir kitabı okurken. Bu kadar sahi gelir mi okudukları. Bıraksan okumasan olmaz, devam etsen bir türlü. Ezilmiş Leylaklar Kitabı 2003’te 90 yayımlandı. Kitapta on dört öykü var. On dört başka hüzün. On dört derin yara. On dört yangın. Kitabı okurken neden öyle derinden sarsılacaksınız biliyor musunuz, Onur Caymaz’ın sizin hayatınızı hangi pencereden böyle bütün gerçekliğiyle izlediğini anlayamayacaksınız da ondan. Şüphe etmeyeceksiniz sizi gördüğünden ama nasıl gördüğüne bir yanıt bulamayacaksınız. Anlattıkları size tanıdık geleceğinden, bir yerlerde benzer hikayeler duyduğunuzdan, her akşam haberlerde benzer şeyler gördüğünüzden değil, büsbütün sizi anlattığından sarsılacaksınız. Bunu böyle inanılmaz bir şiddette başarabilmesini, Onur Caymaz’ın dille olan doğal ilişkisine bağlıyor edebiyatın ustaları; dili şiirsel bir akışkanlıkla kullanabildiği için bizi böyle derinden etkileyebildiğini söylüyorlar. Bunu nasıl yapabildiğinden bize ne ki; yapıyor. Adam Öykü’de yayımlanan öyküleriyle de yapardı ama Ezilmiş Leylaklar Kitabı’nda hiçbirimize acımamış Onur Caymaz. “Biz belki ölürsün diye korkuyor, gece koridordan geçip üstünü örtmeye gelirken, yüzüne vuran eski ay ışığında ölüp ölmediğini anlamak için sana bakıyorduk. Havai fişekler patlamadan önce ciuvvvv diye ince bir ses çıkarıyor yükseliyor ve hemen sonra patlıyordu. Binlerce ışık seli dağılıyordu havaya, dönerek patlayanı, yeşil ışık çıkaranı, Emine Civanoğlu birdenbire dağılıp patlayanı, bir sürü çeşidi vardı ve hepsi çok görkemliydi. Allah bin türlü belasını versindi hepsinin.” Zamanı geri alamamak bence hayatın en trajik yanı. Aklımız yetmemiş, fikrimiz yetmemiş, paramız yetmemiş, cesaretimiz yetmemiş, şansımız yetmemiş ve ilk gençlik yıllarımızda bir hata yapmışızdır ve hatta o kadar basiretimiz bağlanmıştır ki yapamamışızdır bile. Öyle bir dert gelmiştir ki başımıza o gencecik yaşımızda, gücümüz yetmemiştir, hiç savaşamamışızdır bile. Kapıyı çarpıp çıkmasak, o çığlığı atmasak, o an orada durmasak, o fısıltıları duymasak bambaşka bir hayatımız olacakken olamamıştır. Zamanı geri alabilsek değiştireceğimiz ne çok şey vardır. İşte o değiştiremeyeceklerimizin, bir daha hiç göremeyeceklerimizin, asla bilemeyeceklerimizin öyküleri bunlar. Veda Vapurları’nı sadece okumak yetmez, 2008 yılında Sesli Öyküler projesinde Toprak Sergen’in seslendirdiği o halini de dinlemek lazım. O zaman daha bir yumuşuyor kabuğu yaranın.Bugünün bir duyarlılığı olmadığını, 70’lerde o damarın kesildiğini ve kuruduğu, o zaman insanı insan yapan sızıların artık insanın derisinden içeriye sızamadığını konuşup duruyoruz ya, işte Onur Caymaz bu kitabında 70’lerin şimdi bu zamandan bakınca bile yakın görünen, acıtan, aklımızda ince ince kesikler açan duyarlılığını geri getiriyor. 91 kavram defteri Yalnızlığın vahşiliği Yalnızlığın kalemidir Cemil Kavukçu. Düğünü anlatır. Kalabalıktır; eğlenenler, içenler, çalanlar, söyleyenler, çalanlarla söyleyenleri dinleyenler. Öykünün rengi ise yalnızlıktır. Uzaklara özlem duyar, gidip görmeye, ama bilir; dönüp dolaşıp geleceği yer yine ağrısıdır, sızısıdır, yalnızlığıdır. Önce gülümsersiniz, sonra derin bir sızı taş gibi oturur içinize. 92 Hakan Akdoğan KİMİ ZAMAN çılgınca bir vicdan muhasebesine girersiniz, kimi zaman meyhanelerde anılarını satanlarla başbaşa kalırsınız. Garsonu kandıran adama hayran kalırken karşınızdaki adamın kendisinden haberi bile olmayan bir kadına duyduğu aşkın önünde saygıyla eğiliverirsiniz. Sokakta yürürken zehirlenmiş bir köpeğe rastlarsınız, kurtarmaya çabalarsınız. Derken Afrika’ya gidersiniz. Onca yol, onca olay içinde bir havuz başında hayal kurduğunuzu ayrımsarsınız. Bisikletle gezersiniz sokaklarda. Kamyona binersiniz. Gidersiniz. Sürekli. Gidersiniz. Yalnızlığınıza doğru. Mimoza’da bulursunuz kendinizi. Her masada oturan kaybedenleri tanırsınız. Kaybetmekten mutludur onlar. Aşağı tırmanırlar zira. Aşağısı zirvedir onlar için. Varoluşu sorgularlar bilgece, ucuz biralarını yudumlarken birahanede. Kadınlardan konuşurlar, aşktan. Toplumsal çürümeden kaçamayan kentlilerden birisi olursunuz. Kasabayı özlersiniz. Kasaba hayatını. Kargaları avlayan adam vicdan azabını dindirmek için kargalara benzemeye çalışırken siz de açarsanız kanatlarınızı. Hesap tabağına para çizen adam meyhaneciyi gerçekten kandırmış mıdır yoksa meyhaneci sanata duyduğu saygıdan mı kanmış gibi görünmüştür, diye sorarsınız kendinize o sahneyi unutamadan. Kaybeden, resmi çizen midir yoksa resmi gerçek para olarak gören mi? Ya da tüm bunları yazan mı? Cemil Kavukçu kenti, kasabayı, doğayı ve türlü insanlık hallerini anlatırken yerelden evrensele uzanır. Kalabalıkların içindeki görünmeyen trajediyi cımbızla çeker alır ve mikroskopun altına koyar daha iyi görelim, anlayalım diye. Gözümüze sokmaz ama. Sadece anlatır, ortaya bırakır, isteyen alır, değerlendirir, istemeyen o hayatları tanımış olur. Yaşama sevinci duyarsınız, coşar, zıplamak istersiniz sonra aniden çakılırsınız. Hüzün vardır çünkü düşünen insanın doğasında. İnsan yalnızlığı vahşidir. Hiçbir zaman peşini bırakmaz kişinin. Isırmaya, parçalamaya her an hazırdır. Kavukçu için her karakter, her insan gibi tektir. Ortak yönleri olsa da benzemezlikleridir anlatılması gereken. Karakterleri yaşayan kişiler haline getirmenin en önemli yolu onların kişiliklerini metne dökerek aktarmak değil davranışlarıyla, tepkileriyle, sözleriyle sezdirmektir. Cemil Kavukçu bir sezdirme ustasıdır. Böyle yaşar onun karakterleri her okuyanın zihninde. Onun karakterleri karşıdan okunan değil, yanında yaşanan karakterlerdir. Diğer yandan mekan, okurun zihninde yaratılacak bütünlüğün en önemli parçalarındandır. Okurun tutumunu etkiler. Okurun hayalgücünü belirli bir yönde harekete geçirir. Okuru o yönde bir beklenti içine sokar. Karakterlerin üç boyutlu yaşaması için işlevsel olarak anlatılmış bir mekana ihtiyaç vardır. Cemil Kavukçu’nun parkları, sokakları, evleri, meyhaneleri, gemileri gözümüzün önündedir hep. Bu mekanlar ve içerdiği her şey, kahramanların kişisel özelliklerini tamamlamada önemlidir. Hatta kimi durumlarda yaşadıkları çevre, kahramanları hatırlamada kullanılır. Bu kahramanlar yaşadıkları çevreyle özdeşleşmiştir. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Hatta yazarlar bile mekanlarla birlikte anılabilir. İşte Cemil Kavukçu da böyle bir yazardır. Anlatım kimliği, diğer deyişle üslubu en belirgin dünya yazarlarındandır. Dilindeki kıvraklık, abartısız anlatısındaki ayrıntı aktarma ve diyaloglarındaki yöresel ve kişisel farkları hissettirme başarısı büyüleyicidir. Metinleri daha ilk satırından kendi imzasını taşır. Tüm anlatım tekniklerini ihtiyacı olduğu düzeyde anlatısına katarken kullandığı metaforların işaret ettikleri giderek her okur için tanıdık olmaya başlar. Zira herkesin yazarıdır söz konusu olan. Bizi yazar. Hissettiklerimizi. Yalnızlığımızı. Onun için sayfalar doldurmak kolaydır. Önemli olan bunu iliklerine kadar yaşamaktır, yaşatmaktır. Yaşamın her anındaki yalnızlığımızı. Yalnızlığımızın vahşiliğini. Yusuf Eradam’ın “Yazmak Üzerine” adlı metninin son bölümü bana hep bir yazar olarak Cemil Kavukçu’yu çağrıştırır nedense: ….. Elde kalan boş bir saman kağıdını doldurmak kolaydır. Zor olan, dolu bir saman kağıdını gecenin bir deli vakti yaşamaktır. Yaşanan, ancak böyle ölümsüzleşir. Zaman, ancak böyle yakılır. Ölüm, ancak böyle yaşanır. Yazmak, bu yüzden... 93 eğitimin psikolojisi Psk. Ayşegül Alkış Çocuk ve stres Anne - babalar çoğu zaman çocuklarının kaygılarını gidermekte zorlanır. Nasıl konuşacaklarını, çocuklarının kaygılarını neler söyleyerek atlatacaklarını bilemezler. Birçok uzman kaygı, korku, üzüntü, çaresizlik vb. olumsuz duyguların ilk olarak aile içinde, güvenilir bir ortamda ele alınması gerektiğini söyler. AİLE İÇİNDE çözülemeyen sorunlar karşısında bir uzmandan yardım istemek en yararlı yoldur. Gün içinde çocuğunuz sizinle yaşadığı ya da yaşayacağı olumsuz durumları anlatabilir. Bu bir sınav, arkadaşıyla tartışma olabilir. Bu durumda izleyebileceğiniz adımlar şunlar olmalıdır: Şu anki durumla ilgili bir stres yaşıyorsa: Ona derin ve yavaşça nefes almasını söyleyin. Olumsuz durumun yakında sona ereceğini hatırlatın. Ona göre problem gördüğü durumları en kötüden daha iyi olana göre yazmasını isteyin. No 1 ………………………… (En kötü durum) No 2 …………………………. (Daha kötü durum) No 3 …………………………. ( Kötü durum) Yakın zamanda yaşayacağı olumlu bir olayı hatırlatın. Onun başarılı olduğu alanları belirtin. Bu durumunu diğer ebeveyniyle de konuşmasına teşvik edin. Problemi çözmek için olası çözüm yollarını konuşun, elde ettiğiniz yolları renkli bir şekilde yazın ve asın. Sıkıntısını arttıracak tavsiyelerden kaçının, gerekirse sadece dinleyin. Sizden bu durumda neler yapmanızı istediğini sorun. Yakında stres yaşayacağı bir durum varsa: Fırsat varken hazırlıklı olmasını söyleyin. Yapılacakları somut hale getirmek için bir liste oluşturun. Arkadaşları ya da diğer ebeveyn ile durumu paylaşmasını isteyin. Sadece bugün olan olaylara dikkat 94 çekin, geleceği düşünmesine olanak vermeyin. “Sence en kötü ne olabilir?” diye sorarak anlatmasını isteyin, kaygısının temelinde yatan korkuyu anlayabilirsiniz (hatta bu durumu komik bir şekilde resimleştirerek eğlenebilirsiniz) Kendisine yardım edecek annesi, babası olacağını ve ona destek her zaman vereceğinizi hatırlatın. Sizden bu durumda neler yapmanızı istediğini sorun. Çocuğunuz için her zaman ilk ulaşılmak ve yardım isteyeceği ilk kişi olmak çok önemlidir. Bu çocuğunuzun size ne kadar güvendiğini gösterir. Eğer çocuğunuz bir problemi olduğunda sizinle paylaşmaktan çekiniyorsa iletişiminizi gözden geçirerek çözüm arayabilirsiniz. Gerekirse uzmanlardan yardım alabilirsiniz. kadın sağlığı 95 Türkçe sözlüğü Türkçe sözlüğü Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere. tümevarım Fr. induction endüksiyon imge Fr. image imaj dil bilgisi Fr. grammaire gramer yalıtımlı Fr. hermetique hermetik dizin, gösterge Fr. index indeks izlenimcilik Fr. impressionnisme empresyonizm bağdaşık Fr. homogène homojen yenileşim İng. innovation inovasyon aralık Fr. espace espas eş basınç Fr. isobare izobar üretimevi İt. fabricca fabrika devre arası İng. half-time half-time serbest vuruş İng. free-kick frikik süzgeç, süzek Fr. filtre filtre kalıtım bilimi Alm. Genetik genetik Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler. 96 97 genel sağlık Küçük kesi ile kalp ameliyatları Doç. Dr. Mert Yılmaz Medical Park Bursa Küçük kesi kalp ameliyatları (minimal invaziv) nedir? Minimal İnvaziv koroner bypass cerrahisidir. Bazı uygun hastalarda kalp durdurulmadan ve göğsün tamamı açılmadan sol meme altından girilerek sol öne inen koroner artere sol meme damarının bypass edilmesidir. Bu tekniğin uygulanabilmesi için kalbin o bölgesini kısa süreliğine de olsa hareketsiz kılan özel aparatlar kullanılır. Bu teknik, özellikle sol öne inen koroner artere ve yan dallarına olmak üzere kalbin ön duvarına bypass yapılırken uygulanabilir. Günümüzde ayrıca hibrid girişim adı verilen ve aynı seansta kalbin ön yüzündeki damarlara bypass yapılırken arka yüzdeki damarların stent işlemi ile kanlandırıldığı yöntemler uygulanabilir. Bunların dışında Total Endoskopik Koroner Arter Baypas Cerrahisi (TECAB) adı verilen teknik ile koroner bypass işlemi robot aracılığı ile durmuş ya da çalışan kalp üzerinde uygulanabilir. Diğer tür ameliyatlar ise kalp kapaklarına ve kalpte bulunan deliklerin düzeltilmesine yönelik küçük kesi ile yapılan cerrahi girişimlerdir. Bu girişimlerde genellikle göğüse sağ meme altından ya da orta hatta yapılan küçük kesiler kullanılır. Bunların yapılışı esnasında da yine özel aletler ve teknikler kullanılır. Küçük kesi ile yapılabilen kalp kapaklarına yönelik işlemler nelerdir? Aort kapak onarımı ya da replasmanı, mitral kapak onarımı ya da replasmanı, pulmoner kapak onarımı ve ilave diğer işlemler, tricuspid kapak onarımı ya da replasmanı. Küçük kesi ile yapılabilen doğumsal kalp hastalıkları nelerdir? Atrial septal defekt, patent ductus arteriosus, ventriküler septal defekt, fallot tetralojisi ve scimitar sendromu. Bu yöntemin faydaları nelerdir? Faydaları; daha küçük bir kesi, daha küçük bir yara izi, enfeksiyon riskinin azalması, daha az kan gereksinimi ve daha az ağrı dahil olmak üzere daha az travma olarak sayılabilir. Ameliyat sonrası hastanede yatış süresi de 98 azalır. Geleneksel kalp cerrahisi sonrası ortalama yatış süresi 7 ila 10 gün iken minimal invaziv cerrahisinde 2 ila 5 gündür. Ayrıca iyileşme süresinde kısalma görülür. Geleneksel kalp cerrahisi sonrası ortalama iyileşme süresi 6-8 hafta iken, minimal invaziv cerrahi sonrası ortalama iyileşme süresi 1-4 haftadır. Avantajları bu kadar fazla olan bir yöntem neden bir çok kalp cerrahı tarafından hastalara sunulmuyor? Minimal invaziv kalp cerrahisi günümüzde bu cerrahinin doruk noktasıdır. Bu tür ameliyatları ancak çok iyi eğitim almış ve profesyönelleşmiş ekipler gerçekleştirebilir. Cerrahın dışında anestezist, perfüzyonist, asistan ve ameliyat hemşirelerininde bu girişimler konusunda eğitimli olmaları çok önemlidir. Minimal invaziv kalp cerrahisinin dezavantajları nelerdir? Bu yöntemin en büyük dezavantajı halen bütün hastalarımıza uygulanabilir bir yöntem olmamasıdır. Ancak teknolojideki ilerlemeler ile deneyimlerdeki artış, belirli bir süre sonra bu yöntemin daha yaygın kullanımına neden olacaktır. Türkiye’de minimal invaziv kalp cerrahisi ne durumda? Şu anda Türkiye’de kalp cerrahisi yapılan merkezler arasında bu yöntemlerin uygulandığı merkez sayısı maalesef bir elin parmaklarını geçmiyor. Tabi ki bunun en önemli sebeblerinden birisi bu yöntemleri uygulayacak ekibin bu konuda eğitimli ve deneyimli olması gerekirken, merkezinde buna uygun teknoloji donanımına sahip olması gerekliliğidir. Ayrıca bu tür cerrahi uygulanan hastalar yoğun bakım ve hastanede daha kısa yatmak zorunda kalırken, ameliyat süreleri bazen standard ameliyatlara göre daha uzun sürebilir. Ayrıca cerrahi ekibin sabırlı, sağlık merkezinin idarecilerinin de bu yöntemin kalp cerrahisinin geleceği olduğuna inanması son derece 99 sağlıklı düşünce Tunca Toker Toker Sağlık Grubu Her yıl bu mevsimde grip aşısı hakkında çeşitli haberler, spekülasyonlar, kavram kargaşası ortaya çıkıyor. Doğal olarak insanlar neye inanacağını şaşırıyor. Aslında hiçbir şey gribin bireysel ve toplumsal açıdan ciddi problemlere yol açan bir enfeksiyon hastalığı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zaman grip aşısı zamanı Grip basit bir soğukalgınlığı enfeksiyonu değildir. Grip virüsleri dış koşullara karşı dirençlidirler ve kolayca bulaşarak enfeksiyonun hızla yayılmasına, bu sebeple çok ciddi sağlık sorunlarına, sosyal ve ekonomik kayıplara neden olabiliyorlar. Grip mevsiminde belli risk gruplarında ölüm oranları önemli ölçüde artar. 25 Eylül’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde gerçekleştirilen Ulusal Grip Platformu’nda Prof. Dr. Selim Badur’un açıklamalarına göre; günümüzde çeşitli ülkelerde grip aşılama programları geliştirilmiş ve uygulamaya konmuştur. Her sene dünyada yüz milyonlarca doz grip aşısı kullanılıyor ve yan etki sorunu neredeyse yok denecek kadar azdır. Güvenilir bir aşı olduğu kabul edilen grip aşısının etkinliği ise, uygulandığı çeşitli gruplara ait bulgularla ortaya konmaktadır. Bu anlamda grip aşılamasının, toplumda grip vakalarını ve hastaneye grip sebebiyle başvuruları, komplikasyonları(zatüre vb.), risk grubundaki kişiler ve yaşlılar arasında gribe bağlı ölümleri azalttığı kabul ediliyor. Bu yüzden Dünya Sağlık Örgütü, özellikle risk grupları için grip aşısı kullanımının arttırılması yönünde tavsiye kararları almaktadır. 100 Burada bahsedilen risk gruplarını açarsak; 65 yaş ve üzeri kişiler(bu sınır bazı ülkelerde 50 yaş üzeri olarak değişmektedir) sürekli hastalığı olan ve uzun süreli bakım evlerinde kalanlar, 6 aylıktan büyük kalp ve akciğer hastalığı olanlar, böbrek ve astım hastaları, diyabetliler, anemi ve diğer kan hastalıkları olanlar, grip açısından risk taşıyan kişilerle aynı evde yaşayanlar, sağlık çalışanları bu grupta yer almaktadırlar. Aslında gripten korunmak isteyen herkes aşı yaptırabilir. Sağlık Bakanlığı risk grubundaki kişiler için aşıyı geri ödeme kapsamına almıştır. Bu açıdan sağlık çalışanlarının konuya inanmaları ve hastalarına aşıyı tavsiye etmeleri önem kazanıyor. Aşıyı ne zaman yaptırmak doğru? En uygun zaman Eylül ve Ekim aylarıdır. Aşı uygulamanın son tarihi diye bir kısıtlama ise bulunmaz. Grip virüslerinin artık alışılmışın dışında Nisan ayında bile görüldüğü göz önüne alınırsa, eğer çevrenizde gribe yakalananlar varsa korunmak için ocak ayından sonra da aşılanabilirsiniz. Grip aşısı her yıl olunması gereken bir aşı. Çünkü aşının içeriği her yıl Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda değiştiriliyor ve bir sonraki mevsimde dolaşımda olacağı öngörülen virüslere göre hazırlanıyor. Bu yüzden her yıl içeriği farklı aşılarla bağışıklık sağlamak gerekiyor. Aşı yaptırınca hasta olunur mu? Bu da çok sık sorulan bir sorudur. Bu durum genellikle aşının etki göstermesi için gerekli olan 10 günlük süre tamamlanmadan virüse yakalanmaktan ya da grip virüsleri dışındaki diğer solunum yolları enfeksiyonlarından dolayı meydana çıkmaktadır. Normalde aşı hastalığa yol açmaz. Sadece ilk vurulduğunda aşı yerinde kızarıklık, şişme, ağrı, ayrıca kısa süreli halsizlik, yorgunluk, baş ağrısı, ateş gibi yan etkiler görülebiliyor. Virüslerle savaşta en büyük silahın aşılar olduğu ve gelecekte de insanlığın başına büyük sorunlar açabilecek virütik hastalıkların aşı yoluyla önlenebileceği tüm sağlık otoritelerince kabul ediliyor. Sağlıklı ve mutlu bir yaşam dileğiyle... 101 kadın sağlığı Op. Dr. Servet Yetgin Esentepe Tıp Merkezi Hanımlar depresyondaysa sebebi guatr olabilir! Guatr, tiroid bezinin bozuklukları sonucu ortaya çıkan hastalıklara verilen ortak isim ama gerçekte bilmediğimiz pek çok çeşidi var. Öncelikle tiroid bezinin yaşamı idame ettirmede organizmada çok önemli bir yeri olduğunu belirtmekte fayda var. Tiroid bezi tarafından salgılanan tiroid hormonu vücudun bazal metabolizmasını ayarlayan ana hormon olduğu gibi saç telinin uzamasından cildin parlaklığına, bağırsak hareketlerinin düzeninden kalbin atım sayısına kadar pek çok organın fonksiyonlarında temel belirleyici hormon durunundadır. Tiroid bezinin fazla çalışması yani normalden fazla miktarda tiroid hormonu salgılanması klinikte “hipertiroidi” olarak isimlendirilen halk arasında zehirli guatr diye bilinen duruma yol açarken; hormonun az salgılanması “hipotiroidi”ye neden olabilir. Hipotiroidide tüm organizmada faaliyetler rölantiye alınmış durumdadır. Bazal metabolizma yavaşladığı için hastada genel bir durgunluk hali, keyifsizlik, mutsuzluk, hiçbir şey yapmama eğilimi, devamlı uyuma isteği söz konusudur. Hiçbir şeyden zevk 102 almaz, çalışmak da istemez eğlenmek de... Dikkat edilirse bu yakınmalar aynen depresyonda da görülen klinik yakınmalardır. Hipotiroidi hastalarında ayrıca kilo alma diyete rağmen kilo verememe, ciltte matlaşma, bağırsaklarda tembellik ve buna bağlı kabızlık, adetlerde gecikme ya da düzensizlik gibi sorunlar da görülebilir. Son 10 yıldır özellikle orta yaş kadınların bu ve buna benzer yakınmalarla sık sık yüz yüze kaldığına şahit olmaktayız. Bu hastalar klinikte müracaat ettiklerinde tiroid bezi muayenesinin ardından yapılacak ultrason değerlendirmesi ve kan hormon düzeyleri ile değerlendirildiğinde hipotiroidi ve buna sebep olarak da tiroidit hastalığı ile karşılaşabilmekteyiz. 2000’li yılların başında tüm dünya ile birlikte ülkemizde de guatr hastalığını eradike edebilmek için kullanılan tüm sofra tuzlarına İyot katılmasına karar alındı. Ancak 8 - 10 yıl sonra ortaya çıktı ki; bu kez de fazla alınan iyot, tiroid bezinde yeni bir hastalığı tiroiditi tetikliyor. Yine bir guatr çeşidi olan “tiroidit” genellikle orta yaş kadınlarda görülen, organizmada kendi kendine ortaya çıkan bazı antikorların tiroid bezine saldırarak bezin dengesini bozması dolayısıyla kan hormon düzeylerinin düşmesi yani hipotiroidiye yol açtığını görmekteyiz. Bu aslında tanı konulduğunda ilaçla tedavi edilebilen bir durumdur. Tüm bu bilgiler ışığında özellikle kadınlarda kilo artışı kilo verememe ile birlikte depresif bulgular ön plandaysa, mutlaka tiroid bezi yani guatr hakkında bir değerlendirme yapılmasına gerekir. Sağlıklı bir yaşam dilerim. 103 genel sağlık Boyun fıtığı hakkında bilinmeyenler Omurga, omur adı verilen bir dizi bağlantılı kemikten oluşur. Omurlar omuriliği sarar ve hasar görmesini engellerler. Op. Dr. Sinirler Osman Okan Yaman omurilikten Anadolu Hastanesi çıkarak vücudun diğer yerlerine dağılır ve bu şekilde beyin ve vücudun kalanı arasındaki bağlantıyı sağlarlar. Beyin omurilikten aşağı yolladığı bir mesajın sinirler aracılığı ile iletilmesi sonucu kasları hareket ettirir. Sinirler ayrıca ağrı ve ısı gibi duyuları vücuttan beyine geri taşırlar. Omurlar bir disk ve faset eklemi denilen iki küçük eklem ile birbirlerine bağlanırlar. Bir omuru diğerine bağlayan en önemli yapı olan disk kuvvetli bağ dokusundan oluşmuştur ve omurlar arasında yastık ya da darbe emicisi gibi görev yapar. Disk ve faset eklemleri omurların hareketlerine izin vererek boynunuzu ve sırtınızı eğmenizi ya da çevirmenizi mümkün kılarlar. Disk “annulus fibrosus” adı verilen dayanıklı bir dış tabaka ve “nucleus pulposus” adı verilen jöle kıvamında bir merkezden oluşur. Yaşlandıkça diskin merkezi su içeriğini kaybetmeye başlar ve disk yastıklama görevini eskisi kadar iyi yapamaz hale gelir. Disk bozulmaya devam ettikçe dış tabakası da yırtılabilir. Bu durum diskin merkezinin dış tabakadaki bir yırtıktan sinirlerin ve omuriliğin yer aldığı boşluğa taşmasına (disk herniasyonu ya da disk ruptürü denir) sebep olabilir. Daha sonra herniye olan (fıtıklaşan) disk sinirlere basarak kollarda ve omuzlarda ağrı, duyu kaybı, elektriklenme ve güçsüzlüğe sebep olabilir. Doktorunuz kollarınızın kuvvetinde, reflekslerinde ya da duyusunda disk hernisinin sebep olduğu değişiklikleri tespit edebilir. Nadiren herniye olan disk omuriliğe 104 basarak bacaklarda da sorunlara sebep olabilir. Nasıl teşhis edilir? Ağrının cinsi ve yerini tespit etmeye yönelik bir klinik değerlendirmeye ek olarak herhangi bir kuvvet kaybı, duyu kaybı ve de anormal refleksin dikkatli muayenesi genellikle bir disk hernisini teşhis edip yerini belirlemek için yeterlidir. Doktorunuzun teşhisi röntgen filmleri, bilgisayarlı tomografiler veya manyetik rezonans görüntüleme ile kesinleşir. Röntgen filmleri omurga yıpranıp bozuldukça ortaya çıkan kemik çıkıntıları ve disk aralıklarındaki daralmayı gösterebilir ancak disk herniasyonunu ya da omurilikten çıkan sinirleri gösteremez. BT ve MRG (altın standart) taramaları tüm omurga bölümlerinin (omurlar, diskler, omurilik ve sinirler) ayrıntılı görüntülerini sağlar ve çoğu disk herniasyonunu tespit eder. Tüm bunlara ek olarak elektriksel sinir iletkenlik çalışmaları yapılarak bir disk herniasyonu sonucu oluşabilecek sinir hasarının bulguları aranabilir. Ne tedavileri vardır ? Servikal disk hernisi olan hastaların çoğu hiçbir tedavi görmeksizin iyiye gidebilir. Ağrısı devam eden hastaların tedavisi için değişik seçenekler mevcuttur. Servikal disk hernisi ile ilgili ağrıyı azaltacak pek çok ilaç mevcuttur. Endoskopik(Kapalı) Mikrodiskektomi yeni sağlık politikalarının da desteğiyle özel ve resmi sağlık kurumlarınca abartılı şekilde lanse edilen en önemli konulardan bir tanesi de endoskopik mikrodiskektomi... Halk kapalı bel fıtığı ameliyatı olarak hekimden talep ederken ve hekimler de çözüm arıyor. Ama endoskopik cerrahi disk cerrahisinde problemin sınırlı olarak çözülmesini sağlıyor. Geniş olarak disk temizlenememekle beraber çoğunlukla sadece parçalı fıtıklarda sadece parçanın alınabilmesine imkan tanıyor. Anatomisi bozulmuş, dejenere olmuş omurga ise teknik zorluk ve risk artımına yol açıyor. Ekonomik boyutu, yüksek maliyeti getiriyor. Cerrahi riski daha fazla olduğunda cerrahın konusunda çok tecrübeli olması gerekiyor. Oysa cerrahın bildiği tekniğin uygulanması ilk seçenek olsa gerek. Tabi ki minimal invaziv yöntemlerden mikrocerrahinin altın standart olduğunu unutmamak lazım. Endoskopik diskektominin ise hastaya lanse edildiği gibi kesinlikle hastanede kalış süresi, anestezi süresinin kısa olması, cerrahi yaranın küçük olması ve tekrarlama açısından mikrodiskektomiye hiçbir avantajı yok. Üstelik bilimsel olarak lanse edilen tüm yayınlar tartışmalı... Tabi ki tercih sizin. Nedir şu mikrodiskektomi denen ameliyat? Neden tercih sebebidir? Mikrodiskektomi ana terim olarak yapılan sahayı daha net görmeyi sağlayan büyütücü optik sistemlerin kullanılması yolu ile bel ve boyun fıtığının temizlenmesidir. Peki neden böyle optik sistemlere gerek vardır. Ana amaç cerrahi sahanın küçük açılması ve normal anatomiye ve dokulara daha az zarar verilmesidir. Anatomik yapılar daha net görülür ve cerrahi hata oranı azalır. Mesela yaklaşık 5-6 kesiden cm’den yapılan bel fıtığı operasyonu 1.7 cm‘den hem küçük kesi ile yapılabilir. Hem de kemik dokuya zarar vermeden, bel yapısının bağları alınmadan temizlenir. Bu ise ameliyat süresinin kısalması, narkoz süresinin azalması ve anestetik maddelerin yan etkilerinin azalmasını getirir. Operasyonda oluşan kan kaybı azalır. Hasta operasyondan 3 saat sonra ayağa kalkabilir. 8 Saat sonra hastaneden çıkabilir. Ağır yük kaldımayı gerektirmeyen işlerde 3 gün sonra işine dönebilir. Klasik bel fıtığı operayonunda nüksetme %40 iken, tekrarlama mikrodiskektomide % 3 tür. Sağlıklı günler dileğiyle... 105 ruhun gıdası Özgür Akkaya Erdemol Yoga Eğitmeni Nedir bu Yoga dedikleri? Yoga’ya olan ilgi dünyada ve Türkiye'de her geçen gün artıyor. Büyük şehirlerde açılan yoga merkezlerine yenileri eklenirken Yoga akımı daha küçük şehirlere de nüfuz etmeye başlıyor. Peki bütün dünyayı peşinden sürükleyen Yoga nedir, ne değildir? 106 KUŞKUSUZ hakkında binlerce sayfalık eserler yazılmış bir felsefeyi bir iki sayfada özetlemek mümkün değil. O nedenle biz şimdilik sadece Yoga’nın doğuşu ve Ashtanga Yoga’dan bahsedelim. Yoga Hindistan'da doğmuş çok eski bir uygulama... Orijinali Sanskritçe olan kelimenin Türkçe karşılığı birlik demek; bedenle ruhun, nefesle hareketlerin, bilinçle süper bilincin, ruhla yaratıcının birleşmesi. Tarihinin ne kadar eskiye dayandığı bilinmemekle beraber ilk defa Veda metinlerinde teknik bir terim olarak karşımıza çıkar. Hindistan'da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan M.Ö. 3000'li yıllara ait eserlerin bazılarında yoga duruşlarında tanrısal kişileri gösteren taş mühürlere rastlanmış. Yani tarihi kesin olarak bilinmese de en az 5000 senelik bir bilgi olduğunu söylemek abartmak olmayacak... Patanjali adlı bir bilge M.S. II. yüzyılda Yoga Sutraları yazmış ve yogaya dair en kapsamlı ilk yazılı eseri ortaya çıkarmış. 195 tane ayrı sutradan oluşan eser sekiz kollu Ashtanga Yoga'nın temelini oluşturur. Amaç Yoga uygulayıcısının (Yogi’nin) bu sekiz adımı takip ederek aydınlanmaya ulaşmasıdır. Adımlardan ilki sosyal disiplini anlatan Yama. Yama; Ahimsa (şiddetsizllik), Satya (doğruluk), Asteya (çalmama), Brahmacharya (namusluluk) ve Aparigraha (arzulardan arınma) prensiplerini kapsar. Yani Patanjali der ki ilk kolda; kendin de dahil olmak üzere hiçbir canlıya karşı ne fiziksel, ne sözel ne de zihinsel şiddet uygulama... Her zaman dürüst ol, yalan söyleme, başkasına ait olan bir şeyi alma, cinsel arzularına gem vur, anlamlı ilişkiler yaşa ve arzularının esiri olma, aç gözlü bir şekilde ihtiyacından daha fazlasına sahip olmaya çalışma… İkinci kol olan Niyama ise içsel disiplini anlatır. Der ki zihnini, bedenini ve ruhunu temiz tut (Shoucha), sahip oldukların için şükret ve daima memnuniyet göster (Santosha), tutumlu ol (Tapas), kendi entellektüel, duygusal ve egosal süreçlerini incele, öğren (Swadhyaya) ve kendini Tanrı'ya ada, Tanrı'ya teslim ol (İshwara Pranidhana). Üçüncü kol ise asanalar yani Yoga duruşları. Bütün Sutralar içinde kendisinden en az söz edilen kısım... Çevrenizde "Yoga yapıyorum, Yoga’ya gidiyorum" diyen birileri varsa bahsettikleri bu işte... Doğu felsefelerinde gördüğümüz fiziksel bedenimizin dışında bir de enerji bedenimiz olduğuna inanılır. Damarlarımızda kanın aktığı gibi enerji bedenimizde de enerjinin aktığı kanallar vardır ve bu kanallar Çakra adını verdiğimiz merkezlerde toplanıp bedene tekrar dağılırlar. Asanalar da bu enerji kanallarını temizler, Çakra’ları kuvvetlendirir. İşin tabi bir de modern tıbbın ölçebildiği kısmı var. Batıda hemen hemen her gün farklı doktorlar tarafından yazılmış Yoga’nın sağlığa faydalarını anlatan yeni kitaplar çıkıyor. Ciddi tıp fakülteleri Yoga’nın tedavi edici özelliğini kanıtlayan deneyler yapıyorlar. Birçok doktor omurga problemleri, hormonal sorunlar, adet düzensizlikleri, kas ve eklem rahatsızlıkları, Artirit, Fibromiyalji ve hatta bazı kanser türleri gibi birçok rahatsızlık için Yoga’yı öneriyorlar. Doktor olmasak da konuyla ilgili yapılan birçok araştırmaya bir göz atmak, Yoga’ya başladıktan sonra genel sağlık halleri düzelmiş kişilerle konuşmak bile Yoga’nın dönüştürücü, yenileyici etkisini görmek için yeterli olabilir. Dördüncü kol ise Yogi’lere nefes kontrolünü öğreten Pranayama. Pranayama Yogi’nin farkındalığını dış dünyadan kendi özüne, bedenden zihne doğru kaydırıyor. Yama ve Niyama’lar dünyadaki eylemler üzerine yoğunlaşıp, sevgiyi ve dünyaya hizmet etmeyi öğretirken, Asana’lar fiziksel bedeni kuvvetlendirip onu onurlandırmaya odaklanırken, Pranayama Yogi’ye nefesle beraber iç huzuru yakalamayı öğretiyor. Bahsettiğimiz enerji kanallarını besleyip zenginleştiriyor. Beşinci basamak olan Pratyahara duyuları dış dünyadan içeriye yönlendirmeyi öğretiyor. Kişi gördüğü, duyduğu, kokladığı, dokunduğu, tattığı uyaranlardan uzaklaşıp arzu nesnelerinin kendisi üzerindeki gücünden bağımsızlaşıp kendi eylem ve düşünceleri üzerinde kontrol geliştiriyor. Yogi etrafında olup biten herşeyden haberdar ama onlardan etkilenmeden durmayı öğreniyor ki bu da daha derin bilinç düzeylerinde çalışma yapmasına olanak sağlıyor. Altıncı ve yedinci basamaklar olan Dhrana ve Dhyana ise duyularını kontrol altına almayı başarmış bir Yogi’nin odağını tek bir nesne üzerine getirerek ondan başka birşey düşünmeden zihnini kontrol altına almasından bahsediyor. Öyle ki bir süre sonra Yogi evrensel bilinçle bağlantıya geçip derin bir gevşeme, genişleme ve sükunet hissi yaşıyor. Fiziksel, zihinsel ve duygusal bütün bağlardan uzaklaşıp, bütün herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğunun hissedildiği, acıya ve neşeye karşı aynı kayıtsızlığın taşındığı tam mutluluk hali yakalanıyor. Bu da zaten son adım olan Samadhiye götürüyor Yogi’yi. Yogi’nin evrenle bir olduğu muhteşem denge hali, aydınlanma... Yoga bir din değil, bir felsefedir. Hinduizm’de varolan yeniden doğuş, karma gibi kavramları içerse de Hindulara özel değil, her dinden herkesin uygulayabileceği dönüştürücü bir felsefedir. Herkes Yoga’da kendine ait bir şeyler bulabilir ve düzenli uygulandığında Yoga herkes için sihrini konuşturacak ve uygulayıcıların hayat kalitesini artıracaktır. Herkese huzurlu ve mutlu bir yaşam dileklerimle… 107 tekno günce Geleceğimiz varsa, göreceğimiz de var Geçen sayıda geleceğimizi şekillendirecek teknolojilerden bir kısmını aynı başlık altında incelemiştik, devam ediyoruz. İşin açıkçası şu anda erişebildiğim ya da erişemediğim o kadar çok proje yürütülüyor ki, bir ömür boyu yeni teknolojilerle ilgili inceleme yazısı yazılabilir. Bu teknolojilerden ulaşabildiklerim arasında en dikkat çekici ve devrim niteliğinde olanları sizlere aktarıyorum. GELECEKLE ilgili çoğumuzun beklentilerinin başında insan ömrünün daha da uzaması vardır. Bu açıdan sağlık sektörü de çok sıkı bir araştırma ve geliştime etkinliği içerisinde ve bazı projeler gerçekten hastalık kavramını tarihin derinliklerine gömecek cinsten... Şimdi bunlardan bir kısmını inceleyelim. “Armudun sapı hücrenin kökü” Hepimiz bu karmaşık anatomilere sahip olmadan çok önce henüz yolun başındayken tek bir hücreydik. Daha sonra inanılmaz bir hızla artan hücre sayımız vücudumuzdaki bütün doku ve organları oluşturdu. Kök hücrenin bu kadar değerli olmasının sebebi ise uygun şartlar altında uygulanması 108 durumunda farklı hücrelere dönüşebilmeleri. Vücudumuzdaki bütün yapılar sabit tek bir hücrenin başkalaşması ile oluşmuş durumda olmasına rağmen kök hücrenin hiç başkalaşıma uğramamış halini elde etmek oldukça zorlu bir süreç. Yenidoğanların göbek bağlarındaki kandan elde edilebilen bu hücreler yetişkinlerde göbek bağı aracılığı ile elde edilebilmesi ne yazık ki çok nadiren başarılabilen bir olay. Bilim insanlarının genel olarak yapmaya çalıştığı bu etapta başkalaşmış hücrelerden kök hücreye ulaşmaya çalışmak. Kısmen başarılı uygulamalar mevcut hatta tedavide uygulamalar bile başlamış durumda. Özellikle lösemi tedavisinde kullanılan kemik iliği tedavisinde başarılı sonuçlar elde Erdinç Tuğcu edilebiliyor. Kanser, felç, M.S., A.S. gibi hastalıkları kök hücre terapisi ile tedavi etmek için de araştırmalar tam hız devam ediyor. Hastalıkları tedavi etme ile süreç henüz emekleme aşamasında iken geçtiğimiz Mart ayında internet üzerinden izlediğim bir TED konferansı sunumu aklımı başımdan aldı. Anthony Atala ve Harvard Üniversitesi’nden bir ekip dünya üzerindeki ilk yapay organ olan mesanenin bir insana takılacağı ile ilgili yaptıkları hazırlıkları anlattı. Ancak hikayenin daha da şaşırtıcı kısmı konuşmanın ikinci yarısında geldi. Anthony Atalay’ın yardımcısı elinde bir böbrekle çıkageldi. Sahne arkasındaki üç boyutlu yazıcıda kök hücreleri kullanarak, 4 saat gibi kısa bir sürede verdiği tepkileri verebiliyorlar. Bu mucizevi kaslarla yapılabilecek yapay kol, el ya da bacak pek çok engelli insana umut kaynağı olabilir. Bu yapay kasların insanlar üzerinde kullanımı dışında bir kullanım alanı da anatomik insana çok benzeyen robotların yapılmasını sağlayabilecek olmaları. Yeterince çoğaldıklarında dünyayı ele geçirmedikleri sürece, kimse evde çamaşır ya da bulaşıkları halledip size şöyle köpüklü bir Türk kahvesi getirmesine karşı çıkmaz sanırım. insan böbreği yapmışlardı. Şu anda tam anlamı ile kullanılabilir olmasa bile önümüzdeki 10 sene içerisinde bu yapay organlar neden organ nakilleri ve onun getirdiği zorlu süreçlerin yerini tamamen almasınlar ki? Havalı kaslar Eğer kök hücre alternatiflerimizi beğenmediyseniz ve Terminatör filmlerinin hayranıysanız hava kasları tam size göre... Temel olarak aslında minibüslerin kapılarını açıp kapatan havalı sisteme benzese de bilim adamları bu kasların biz insanların kasları kadar hassas ama kuvvetli bir şekilde çalışacak şekilde yeniden tasarladılar. Bu elektronik kaslar hava basıncını kullanarak gerçek kasların Düşüncenin Gücü Adına Yıllarca klavye başında saatlerini geçirmiş biri olarak, bu işin daha kolay bir yolu olsun diye dua ettiğim çok zaman oldu. Yıllar süren dualarım geçen Şubat ayında yanıt buldu ve bilim adamları yıllardır hayalini kurduğumuz bir başka sistemi daha hayata geçirdiler. Düşünce ile çalışan bilgisayar! Aslında bilgisayar düşünce ile çalışmıyor tabi de böyle söyleyince daha etkili olur diye düşündüm işin açıkçası. Herhangi bir bilgisayarla çalışan bu sistem henüz yolun başında ancak son kullanıcıya ulaştı bile. Emotiv EPOC markası ile piyasaya çıkan cihaz beyin dalgaları ve yüz mimiklerinden faydalanarak neyi kastettiğinizi algılayarak bunu bilgisayara aktarmaya muktedir durumda. Henüz komutlar basit, refleks süresi biraz zayıf ama önümüzdeki yıllar için inanılmaz önemli bir adım. Kullanım alanlarını düşündüğünüzde ileride klavyeye bir daha hiç el sürmemiz gerekmeyebilir. Bilgisayar oyunlarındaki hareket kabiliyetimizin ne kadar artacağını düşünün ya da bütün bunlar bir yana direksiyon, pedal ya da vites olmaksızın kontrol edebildiğiniz arabaları düşünün. Bütün bu tembel işi icatları bir kenara bırakırsak asıl ihtiyacı olan hiç hareket edemeyen felç hastalarının sese kavuştuğunu düşünün. Hele daha önce bahsettiğim yapay kaslarla birleşirse insanlığa inanılmaz faydalar sağlayabilir. Ağzınıza bir parmak çaldığım bu engin teknoloji denizi bize ne getirir bizden ne götürür çok tartışılır ancak benim emin olduğum tek şey varsa o da her geçen gün bu gelişim ağzımızı biraz daha açık bırakıp, kalbimizi biraz daha hızlı çarptıracak olduğudur. Teknolojik hayallerimizin gerçeğe en yakın olduğu çağda yaşıyoruz, keyfini çıkaralım. 109 serbest yazı “Sosyal Medya” için kısayollar Son yıllarda sıkça duyduğumuz her ortamda karşımıza çıkan bir kavram “sosyal medya”. Aslında geleneksel medyanın rakibi yeni bir oluşum gibi değerlendirilmekten ziyade medya ve iletişim kanalları ile iç içe, teknolojik altyapısı güçlü, 7-24 etkin ve dinamik olan bir destek kuvvet olarak değerlendirilmeli. * Sosyal medya=çevrimiçi iletişim. İnternette iletişim platformu yaratmak, takipçi sayısını artırmak, mesajlarınızı online olarak vermek iletişimin en yaygın boyutu. Bu yüzden bize uygun internet üzerindeki tüm iletişim platformlarında mümkünse aynı fotoğrafla yer almaya ve kendi tarzımıza uygun iletiler vermeye önem göstermeliyiz. * Online ortamda ne kadar tanınıyorsanız o kadar ünlüsünüz ve o kadar da söz sahibisiniz demektir. Facebook sayfası, twitter hesabı, linkedin olmazsa olmazlar arasında. Takipçi sayısı fazla olan kişilerin bir süre sonra bu sosyal ağı ticarete dönüştürmesi ise günümüzde sık sık rastladığımız olaylar arasında yer alıyor. * Kurumlar artık sadece geleneksel halkla ilişkiler ve basın ilişkilerinin yanı sıra sosyal medya ile ilgili de basın çalışması yapmaya başladı. Basın toplantıları bile internet üzerinden yapılıyor. Sadece gazete ve televizyonda haber çıkartmak önemli değil. İnternet üzerinde de haberin yayılımı için online mecralarda yayınlanması önemli. Çünkü artık herkes bilgi araştırması yaparken ilk olarak internette google üzerinden arama yapıyor. Bu yüzden sizin veya kurumunuzun ismini girdiğinde karşılacağı yazı ve sayfalar çok önemli. * Blog yazmak her geçen gün daha çok popüler oluyor. Artık bloglar da gazetecilerle birlikte hedef kitle olarak görülmeye başladı, bloglara özel halkla ilişkiler çalışmaları ve basın toplantıları yapılıyor. Birçok firma kendi ürünlerini ilk önce binlerce takipçisi olan bloglarda anlatmayı ve buradan kendini 110 Özlem Şenkoyuncu tanıtmayı tercih ediyor. Geniş bir okuyucu kitlesine hitap eden bloglara geleneksel medyadaki yazarlar kadar etkin ve popüler. başarırsanız sevilme, takip edilme ve güvenilme olasılığınız artar. Bu da size kendinizi daha rahat ifade edebilme ve kendiniz olma özgürlüğü sağlar. * Artık firmalar işe alım yaparken kişiyi internet üzerinde de araştırıyor. İnternette hakkımızda çıkan hiç birşeyin silinmediğini göz önüne alırsak bu sosyal mecrada olumlu bir kimlikle yer almak çok önemli. Mesela Linkedin birçok firmanın personel alımında ve birçok kişinin de iş bulmada etkin olarak kullandığı önemli bir mecra. Çok yakın zamanda firmaların işe alım akdinde sosyal medyada kuruma zarar verecek tarzda etkinlikte bulunmaması gibi maddeleri de ekleyeceği tahmin ediliyor. Çünkü kişinin sosyal medya üzerinde yayınladığı yazı ve fotoğraflar kurumla özdeşleştirilip kurum itibarını zedeleyebilir. Mesela öğrencilere kötü örnek olabilecek bir yaşam tarzı olan ve bunu facebook sayfasında yayınlayan bir öğretmen okulu tarafından işten uzaklaştırılabilecek. Ya da geceyarısı bir eğlence mekanında içerken bir fotoğrafını tweet atan doktorun ertesi sabah ameliyatı varsa hastane yönetimi tarafından sözleşmesi fesh edilebilecek. * Sosyal medya olayına yabancıysanız ana stratejiniz “Dinle, Katıl, Üret” olmalı. Yani ilk önce sosyal medyada yazılanları, yayınlananları dikkatlice dinlemeli, varolan yapılara katılım göstererek etkin hale geçmeli ve sonrasında da kendimiz bir şeyler üreterek bu mecrada adımızı duyurmalıyız. * İnternet ortamında kişisel itibarınızı konumlandırırken üye olduğunuz siteler, takip ettiğiniz kişiler, oynadığınız oyunlar, beğendiğiniz sayfalar, yayınladığınız yazılar, fotoğraflar, videolar, yazı diliniz ve arkadaşlarınız karşı tarafın sizi algılaması ve tanıması açısından önemli. Bu yüzden dikkat etmekte fayda var. Ama tabi tüm iletişim platformlarında olduğu gibi gerçek sizi yansıtması ve samimi olması çok önemli. Yazı diliniz ve tarzınızla kendi kimliğinizi yansıtmayı * Tüm markalarda gençler ve çocuklar çok önemli bir hedef kitle. Hem bugün hem de gelecekte en önemli satın alma kitlesini bu grup oluşturuyor. Bazıları parekendede tüketiciler olarak, bazıları da iş dünyasında toptan ürün satın alması yapan firmalarda çalışan kişiler olarak çok yakında karşımıza çıkacak. İşte bu yüzden onların dilini, iletişim şeklini ve beklentilerini öğrenmemiz gerekiyor. İletişim kanallarımızı belirlerken onlardan uzak bir iletişim ortamı düşünmemeli şimdiden onları kendi takipçimiz ve hayranımız yapmayı hedeflemeliyiz. * Online iletişim ortamında sadece facebook ve twitter hesabınızın olması önemli değil. Önemli olan sürekli bu platformlarda bilgi üretmek ve iletişimi sürekli kılarak günceli yakalamak. Uzun aralıklarla güncellenen blog sayfasını kimse takip etmek istemez, facebook’ta hiç mesaj yayınlamazsanız gündemde olmazsınız. Sosyal medyada ne kadar etkin bir şekilde yer alırsanız, o kadar gündemde olur ve iletişimi her dem taze tutarsınız. Online iletişimli günler dilerim. 111 bursa mutfağı * Tarifler, İş bankası kültür yayınları, Bursa Mutfağı, M.Ömür Akkor, Mart 2009, İstanbul KURU DOMATES KIZARTMASI Bir kilo kurutulmuş domates 1 su bardağı zeytinyağı 1 su bardağı un Kurutulmuş domatesler yaklaşık 2 saat ılık suda bekletilerek hem yumuşaması hem de tuzunun giderilmesi sağlanır. Bu arada bir defada suyu değiştirilir. Daha sonra una bulanan domatesler kızgın yağda kızartılarak peçete üzerinde servis tabağına alınır. Bugün konserveleri, dondurulmuş ya da hormonlu gıdaları yemeyi tercih etsek de, eski zamanlarda durum böyle değildi... Kış mevsimi yaklaşırken evin beyleri kışlık yakacak, giyecek vs hazırlıkların yaparken; evin hanımları da tüm kış yenilecek olan konserveleri, turşuları ve salçaları hazırlamaya koyulurdu. Bursa’da kış hazırlıkları… ESKİDEN kimse kışın patlıcan veya domates alıp yemeğe koymazdı. Zaten yaz sebzeleri de kışın bulunmazdı. Evlerinin kilerleri eylül ve ekim aylarında yavaş yavaş dolmaya başlardı. Tüm kışa yetecek konserveler, turşular, meyve kompostaları ve yaz güneşinde 112 kurutulmuş sebzeler kilerlerde renk cümbüşü yaratırdı. Bu yazımda size kış için hazırlanan bu ürünlerle yapılan eski yemeklerden tarifler vermek istiyorum. Siz de bu kışa hazırlık yapmak için semt pazarına gidip sebzelerinizi seçerek işe başlayabilirsiniz... M. Ömür Akkor Mutfak Araştırmacısı NOHUTLU MANTI 1 su bardağı haşlanmış nohut 1 kilo un 2 yemek kaşığı tereyağı 2 yemek kaşığı zeytinyağı 2 adet yumurta 1 kase sarımsaklı süzme yoğurt 4 su bardağı et suyu 1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber 1 çay kaşığı tuz 2 su bardağı su Un, yumurta, zeytinyağı ve suyla hamur tutulup dinlendirilir. Dinlenen hamur mantı için açılıp kare kare kesilir. Kesilen karelerin içine haşlanan nohut koyulup kapatılır. Hazırlanan nohutlu mantı tepsiye koyulup fırınlanır. Et suyu tuzla kaynatılır. Kaynayan suya mantılar atılıp pişene kadar haşlanır. Daha sona servis tabağına alınan mantı üzerine sarmısaklı süzme yoğurt ve tereyağında kızdırılmış kırmızı pul biber koyularak servis edilir. Nohutlu mantı yazın bolca hazırlanıp keten torbalara konulup saklanır. NANE TURŞUSU Nane turşusu, Osmanlı sarayı için Bursa’da nisan ayından itibaren bahçelerden taze nane toplatılarak yapılıyordu. Nane turşusu, sulandırılarak şurup yapımında ya da diğer turşulara lezzet vermesi için de kullanılıyordu. O yıllardaki Osmanlı kaynaklarında nanenin şifalı etkilerinden bahsedilip “cümle otların efendisidir” denilirdi. Biz pek bilmesek de saray kayıtlarında Bursa’dan alınan turşular içerisinde en çok nane turşusu bulunmaktadır. 4 demet taze nane Yarım su bardağı sirke 1 adet dilimlenmiş limon 2 yemek kaşığı kaya tuzu 8 diş sarımsak 5 bardak kaynatıldıktan sonra soğutulmuş su İyice ayıklanmış ve yıkanmış naneler kavanoza aralarına limon dilimleri ve sarımsaklar koyularak yerleştirilir. Diğer bir tarafta bir kabın içinde su, sirke ve kaya tuzu iyice karıştırılıp nanelerin konulduğu kavanoza ilave edilir. Serin ve güneş ışığına maruz kalmayan bir yerde saklanır. Nane diğer turşular gibi uzun sürede değil 3-5 gün içinde hazır olur. 113 kestaneli lezzetler Kestaneli piliç ruloları Hazırlanışı (4 kişilik) Piliçleri bıçak yardımıyla koparmadan ikiye bölün. Zeytinyağ, pulbiber ve taze fesleğenle hazırladığınız sosa bulayın. Piliçlerin içine kestaneleri sarıp kürdan yardımıyla kapatın. Önceden ısıtılmış 180 C fırında 12-15 dakika pişirin. Üzerine dökeceğiniz sosu hazırlamak için: Mantar, taze soğan, çarliston biber ve kırmızı biberi şeritler halinde doğrayıp zeytinyağda kavurun. İçine kremayı ekleyip 2-3 dakika kaynatın. Tuz, karabiber ve damla sakızını ilave edip pişirin. Fırından çıkardığınız piliçlerin üzerine sosu dökün. Haşladığınız penne makarnayla birlikte servis yapın. 114 Malzemeler 4 adet piliç göğüs 10-15 adet soyulmuş, kullanıma hazır kestane 2 çorba kaşığı zeytinyağı 1 dal taze fesleğen 1 çay kaşığı tuz 1 çay kaşığı karabiber 1 çay kaşığı tatlı pul biber 1 çorba kasesi mantar 2 adet çarliston biber 2 adet kırmızı yağ biberi 2 adet taze soğan 2-3 adet damla sakızı 1 su bardağı krema 1 çorba kasesi penne makarna Tarif: Kafkas 115 keyfi yerinde M. Melih Karaer Doğanın bize armağanı: Bağ bozumu “Yine hazan yine hüzün…Yaz sona erdi, tabiat kendini kışa hazırlamaya başlıyor. Yapraklar ölüme doğru yola çıkarken renkleri koyulaşıyor ve daha sonra dallarını terk edecekler. Güzelim yaz günleri yerini sonbaharın o serin günlerine terk edecek. Sonra bulutlar, yağmur... Heyhat...” Tüm bunlar benim için eskidendi. Ayaklarıyla ezip fıçıya mı bastılar seni Nefti kasnaklı bir fıçıya, Aldırma, kara üzüm! Sen, o Kırmızı Şarabına doğru İçten içe Harıl harıl Çalışmana bak, iki gözüm. Can Yücel 116 Yazı uğurlarken hüzünlenmeyi ve hüzünlü hissetmeyi yıllar önce terk ettim... Artık yazı yaşarken bağları da üzümleri de yaşıyor hatta giderek heyecanlanıyorum. Yaz güneşini üzüm salkımlarıyla paylaşmak ve bize yaradığı kadar üzümlere de ne kadar yaradığını görerek, düşünerek geçiriyorum günlerimi. Üzümler renk alıp şekerlenirken, dolgunlaşıyor ve sonrasında “Bağ bozumu” gerçekleşiyor... Romantikleştimmi acaba? Bitkilerle ilişkilenen bir yaşam, heyecanlar, meraklar… Bu sene üzümler nasıl olacak, bu üzümlerin şarapları nasıl olacak, iyi bir yıl mı yoksa değil mi? Bağ bozumu şenlikleri, tatlı koşuşturmacalar... Çok hoş duygular bunlar. Bu hislerimi günümüzde pek çok yörede şarap üreticileri ve şarapseverlerle paylaşıyoruz. Bu hissiyatı tarihte de bin yıllardan beri görmek mümkün. Bağbozumları geldiğinde bırakın hüzünlenmeyi, şenlikler başlar. Antik Roma’da bağ bozumu döneminde Vinalia Rustica yani bağ bozumu bayramı yapılırdı. Bir ayı bulan bu bayramlarda; devlet işleri ve özel işler ertelenir, her çeşit devlet görevlisi kırlara ve bağlara dağılır, bağbozumlarına katılırlardı. Hayat kentlerden kırlara yayılırdı. Törenler yapılır, adaklar adanırdı. Bağlar tanrı Jüpiter’in koruyuculuğundaydı. Jüpiter rahipleri bağ bozumunu kutsar, dualar eder adaklar sunulurdu. Bağ bozumu ise, üzüm ezme tanrısı Linus için söylenen şarkılarla başlardı. Toplayıcılara istedikleri kadar şarap ikram edilir, festival havasında ve geceleri de süren bağ bozumu şenliklerinde lir nağmeleri eşliğinde şarkılar söylenir, kızlar ve delikanlılar danslar ederlerdi. Öte yandan, Antik Yunan’da da bağ bozumu şenlikleri vardı. Homeros’un İlyada destanında efsanevi kahraman Akilleus’un kalkanında bağ bozumunun canlı bir tasviri vardır. “Tanrı kalkana koca salkımlar yüklü bir bağ koyardı, altından da güzel bir bağdı bu. Kara kara üzümler sarkıyordu, salkımlar gümüş sırıklara yaslıydı boydan boya. Gök taşından bir hendek çizilmişti, kalaydan bir çit çizilmişti çepeçevre. Bir tek yol vardı bağın içinde, bağ bozumuna oradan geçilir, yürünürdü. Kızlar, delikanlılar çocuklar gibi şen; bal gibi tatlı üzümler, yemişler taşıyorlardı sepet sepet.” Keşiş dağı-Uludağ’da da binlerce, yüzlerce yıllar önce şarap tanrısı Bacchus ve Bacchanalia – bağ bozumu şenlikleri yapardı. Bacchus’u yücelten bu şenliklerde; kadınlar şarap sunar, kutsal horon kolları oluşturup, asma yaprağı ile bağlanmış rezene dallarından asalarını sallayarak flütlerin ve büyük davulların ritimleriyle meşale ışığında dans ederlerdi. Yok olan bir değeri geri kazanmak için yola çıkarak, şarap üretimini 50 yıl içinde 19 şaraphaneden sıfıra düşüren bu tarihi şarapla dolu yörede; yeniden şarap üreten biri olarak, bağ bozumunu da her yıl şenlik içinde yaşamayı çok seviyorum. Bu yıl da bağbozumlarımız şenliklerle sürdü. Şarap ve doğasever dostlarımızla bağbozumlarını incir ve zeytin ağaçları altında, kahvaltılar eşliğinde yaptık. Şaraphanede tüm üretim süreçlerini hep birlikte yaşadık. Tadımlar yaparken, Tirilye’nin güzelliğinin tadına bakmayı da ihmal etmedik. Denize girip balıkşarap menülü yemeklerle şenliğimizi daha da derinleştirdik. Bursa ve şehirdışından dostlarımızın katılımıyla, bağbozumlarımızı daha da renkli kıldık. Yılda birkaç kez yapmakta olduğumuz bu şenlikleri tüm sene beklemez mi insan, özlemez mi? Yaz bitmiş, güz gelmiş... Olsun, bizim neşemiz de keyfimiz de kaçmıyor. Heyecanlarımız var... Ağız tadı dileklerimle. Baharlar yazlar gider, kara kış gelir Varlığın yaprakları dürülür bir bir Şarap iç, gam yeme bak ne demiş bilge; Dünya dertleri zehir şarap panzehir. Ömer Hayyam 117 guidebursa RESTORAN / RESTAURANT Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse Çekirge Meydanı T. 234 38 88 Beceren Botanik Parkı T. 211 52 60 CP Steak House Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Dababa Esentepe Mah. Gürler Cad. No:87 / 12 Nilüfer T. 247 92 00 “Life guide of Bursa” IZGARA & MANGAL & LOKANTA / GRILLS Anadolu Lezzet Dünyası E.Mudanya Yolu Bademli T. 549 23 03 Bademli Et Mangal Mudanya Cad. Shell B.İstasyonu No: 307 T. 244 84 60 Çağrışan Et Mangal Y.Mudanya Yolu Çağrışan Köyü T. 244 91 00 Çiçek Izgara Belediye Cad. Orhan Boğazı No:15 T. 221 65 26 Korupark AVM T. 241 29 88 İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı No:1 T. 452 01 00 Gasthaus Eski Mudanya Cad. No: 48 T. 548 00 65 Park Izgara Mudanya Yolu No: 754 T. 244 94 01 Gurme / Bademiçi Bademli Mah.No.79 Mudanya - BURSA T. 549 01 09 Hayat Lokantası Merinos Parkı T. 272 27 77 İona Cafe Restoran FSM Bulvarı No.48 T.249 90 02 Kadife A la Carte Almira Hotel Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T. 250 20 20 Kahve Beyaz Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 34 47 Kaju Eat & Drınk FSM Bulvarı No.46 / A T.249 80 09 DENİZ ÜRÜNLERİ & MEYHANE / SEA FOOD & BAR Arap Şükrü Çetin Arap Şükrü Sokağı T. 221 14 53 Cafeman Balıkçısı Agora İş Merkezi Kulealtı Bademli T. 549 10 14 Deniz Tabağı Kuruçeşme Mah. Sakarya Cad. No:45 T. 222 19 19 Saki Rum Meyhanesi E.Mudanya Yolu No.25 Bademli T. 549 02 89 Kaşıkara Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 35 66 KEBAP & PİDE / KEBAB & PITA Kavis Marigold Otel - 1.Murat Cad No: 47 T. 444 40 00 Atmosfer Pide / Metin Durmaz FSM Bulvarı No: 92 T. 240 10 00 Keyf-i Ala Restoran FSM Bulvarı Tuna Cad.No.112 T.249 04 02 Dürümcü Bekir Usta Setbaşı T. 220 11 01 Çekirge T. 233 88 18 FSM Bulvarı T. 243 75 75 Bademli T. 549 28 28 Placia Restaurant Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40 Otantik Gemi Güzelyalı Yat Limanı İçi T. 554 43 00 Panaroma Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Tike Mudanya Cad. Bademli Kavşağı T. 549 20 75 Yazı E.Mudanya Yolu Emek Yağı Fabrikası Yanı T. 548 00 28 İskender Kebap Atatürk Cad. Tayyare KM Yanı No:60 T. 221 10 76 Carrefour AVM T. 452 10 62 Korupark AVM T. 241 21 10 Kebapçı Yavuz İskender Y.Yalova Yolu Ovaakça T. 267 27 20 As Merkez Outlet Yanı T. 261 60 30 Köy Tesisleri Y.Mudanya Yolu 16. Km No144 T. 244 99 01 İskender Efendi Konağı Botanik Park T. 211 26 90 Ünlü Cad. No: 7 T. 221 46 15 Zafer Plaza AVM T. 221 15 33 2011 118 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” Şampiyon Kokoreç Altıparmak T. 223 23 20 PASTANE / PATISSERIE Tavacı Recep Usta Odunluk Mah.Erdoğan Biyücel Cad.No.5 / 1 T.452 40 04 Uludağ Kebapçısı Uluyol Şirin Sok. T. 251 45 51 Kent Meydanı AVM T. 255 55 56 Zeugma Restoran Azerbaycan Dostluk Parkı Nilüfer T.452 00 27 HAZIR YEMEK / FAST FOOD Big Mammas FSM Bulvarı T. 247 44 55 Kükürtlü T. 236 89 91 Korupark AVM T. 241 27 50 Ertuğrulkent T. 413 38 93 Burger King T. 444 54 64 Büfemtrak FSM Bulvarı No.48 / 5 T. 245 87 25 Dominos Pizza Altıparmak T. 222 90 40 Bademli T. 241 58 00 Beşevler T. 453 46 04 FSM Bulvarı T. 453 00 76 Özlüce T. 413 15 00 Çekirge T. 234 99 22 Yıldırım T. 362 60 60 Hobi Paket Büfe Altıparmak T. 221 11 63 Beşevler T. 451 11 00 İhsaniye T. 246 00 55 Özlüce T. 413 73 13 Kentucky Fried Chicken 444 35 55 La Piatto Cafe- Pizza & Macaroni FSM Bulvarı No.90 / A Nilüfer- BURSA T. 444 21 58 Mariza Altıparmak T. 225 12 25 FSM Bulvarı T. 451 44 44 Mc Donald’s T. 444 62 62 Aslı Börek Carrefour T. 452 66 86 Kent Meydanı AVM T. 251 40 02 Metro Market T. 441 37 20 Geçit Evke Plaza T. 241 80 88 Osmangazi Metro T. 272 03 03 Zafer Plaza T. 223 79 79 Uludağ Ünv.T. 442 88 26 Bread House Anatolium AVM T. 261 30 27 Carrefour AVM Zemin Kat No:7 T. 451 70 07 İhsaniye Mah. FSM Bulvarı No:54/ 3 T. 246 87 27 Kent Meydanı AVM 2. Çarşı Katı T. 255 04 05 Korupark AVM Zemin Kat T. 0543 646 87 87 Çınar Pastanesi Kükürtlü Cad. No:28 T. 235 54 49 FSM Bulvarı No:68 T. 451 58 98 Setbaşı Meydanı No:8 T. 327 55 76 Durak Muhallebicisi Çekirge Meydanı T. 235 08 08 İzmir Yolu Cad. No:66 T. 240 08 09 Altıparmak Cad. No: 74 T. 223 27 19 Ünlü Cad. No:4 T. 220 40 80 Kafkas Atatürk Cad. Heykel T. 225 25 99 Carrefour AVM T. 452 49 99 Arena AVM Ertuğrulkent T. 413 78 10 FSM Bulvarı No:42 T. 245 59 00 İzmir Yolu T. 413 22 20 Kent Meydanı AVM T. 255 67 00 Kristal Park Çarşısı İhsaniye T. 246 50 51 As Merkez Karşısı T. 261 52 61 Davutdede Mah. Conk Sok. No:24 Yıldırım T. 360 03 30 Korupark AVM T. 241 49 29 Hürriyet Soğukkuyu No:10 T. 247 25 25 Terminal T. 261 58 02 Soğukkuyu No:2 Nilüfer T. 245 01 70 Rıhtım FSM Bulvarı Kamuran Sitesi No:71 / A T. 451 24 77 Altıparmak Cad. No:33 T. 222 31 77 Konak Mah. Beşevler Cad. No: 66 /A T. 452 66 28 Çamlıca Mah. Eğitimciler Cad. No:139 T. 453 36 00 Çekirge Meydanı T. 236 83 58 Un-Pa Çekirge Meydanı T. 236 73 65 Beşevler Mah. Bilginler Cad. Mehtap Sitesi No:32 T. 452 26 72 Beşevler Mah. Bilginler Cad. Tunca Apt. No:32 T. 443 26 17 2011 119 guidebursa “Life guide of Bursa” Waffle Evi Kükürtlü Cad. No:28 T. 236 36 90 Pascal Nilpark AVM T. 240 02 04 Waffle Abbas FSM Bulvarı Aksel 104 Sitesi No:78 T. 245 77 78 Saklıbahçe 1.Murat Cad. Çekirge T. 236 99 59 Uzay Pastanesi Altıparmak Cad. No:19 T. 225 12 55 Çekirge Cad. No:124 T. 236 42 04 Saygınkent AVM T. 413 43 06 FSM Bulvarı No:12 T. 249 13 44 Geçit Mah. Mudanya Yolu No:77 T. 244 63 97 Siesta Pembe Çarşı No:4 T. 232 35 05 Nalbantoğlu Heykel T. 221 53 01 KAFETERYA / CAFE Cafe Crown Carrefour AVM T. 451 21 45 Kent Meydanı T. 255 30 00 Korupark AVM T. 242 06 24 Starbucks Carrefour AVM T. 453 20 76 Kent Meydanı T. 255 37 39 Korupark AVM T. 241 27 60 Kükürtlü T. 233 39 55 Zafer Plaza AVM T. 220 00 46 Şale Karagöz Cad. No:65 Kükürtlü T. 233 18 27 Cafe Çizmeli Kedi Cumhuriyet Mah.Gazi Cad.Sadıkoğlu Sit. B / Blok No.2 T.451 53 34 Tesadüf FSM Bulvarı T. 241 58 58 Coffe and Beyond FSM Bulvarı T. 247 22 37 BAR – BİSTRO / BAR BISTRO Fink FSM Bulvarı T. 243 09 99 Angaje Lounge & Brasserie Nilpark AVM T. 246 77 44 Gönül Kahvesi As Merkez Outlet T. 261 58 78 Nostaljik Tren İstasyonu Beşevler T. 452 82 16 FSM Bulvarı No:11 T. 247 66 06 Gren Arap Şükrü Sokağı No: 46 T. 223 60 64 Gloria Jean’s Coffee’s Korupark AVM T. 241 37 26 İncir Cafe Kordon Boyu Mudanya T. 544 06 05 Kahve Dünyası Korupark AVM T. 241 23 45 Zafer Plaza AVM T. 225 29 29 Kahve Mania FSM Bulvarı No:116 T. 245 02 22 Lusso FSM Bulvarı No: 139 / 7 T. 241 45 30 Neşve FSM Bulvarı No: 139/ 8 T. 243 06 63 Bigo FSM Bulvarı No.48/C T. 240 04 04 Boo Live Geçit No:639 T. 244 88 78 Bongo Bar Kültürpark içi Altın Ceylan T. 234 34 34 Benzin FSM Bulvarı No:57 T. 452 26 96 Cadde Üstü FSM Bulvarı T. 246 66 74 Cadde Üstü Üni Sakarya Mah.Atatürk Cad.Yerleşim Sit. A-B / Blok Görükle T.483 67 77 Cha Cha Mihraplı Mevkii Carrefour Arkası T. 452 13 50 Caka Teras Carrefour AVM Yanı Kumova Plaza Nilüfer T. 453 09 09 Duetto FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16 2011 120 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” Exit Oulu Cad. No:13 T. 234 50 70 My Kitchen Çekirge Cad. No: 114 T. 234 62 00 Festina FSM Bulvarı T. 249 19 49 Leman Kültür AVP Tiyatro Aralığı Heykel T. 224 44 54 Hayal Kahvesi FSM Bulvarı No:59 T. 451 50 80 Malt Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72 Highout Oulu Cad. Oylum Carşısı T. 233 00 60 People Agora İş Merkezi Arkası Bademli T. 549 04 43 Ivory Kükürtlü Cad. No:56 T. 234 91 90 Picante Gazi Cad. No.51 / A T. 451 36 34 Jazz Bar Uludağ Yolu No:45 T. 239 62 54 Pronto Sport Cafe & Bistro Saygınkent AVM Ertuğrulkent T.413 70 80 K Bar Çekirge Cad. T. 233 44 22 Resimli Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 88 15 Kat 3 Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72 Kent Meydanı AVM T. 255 55 22 Şey Pub Oulu Cad. No:9 T. 233 07 25 Keyifli Bar FSM Bulvarı No:96 T. 245 80 86 Kırmızı Cumhuriyet Mah. Gazi Cad. No:53 T. 452 97 07 Kios Bar Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40 Klan FSM Bulvarı / Bademli T. 247 63 23 Konak 18 Çekirge Cad. No:18 T. 235 37 07 Shakespeare Bistro Korupark AVM T. 241 29 59 Suare Magazin Outlet Ataevler T. 443 10 01 Veni Vidi Kükürtlü Oulu Cad. No:6 T. 233 99 99 Wamtes Çekirge Cad. No:40 T. 233 66 22 The Winston Brasserie Dr.Rüştü Burlu Cad.No.11 T.233 13 48 Krema Jazz Club Mudanya Cad. Bademli Kavşağı Tike Restoran T. 549 20 75 ALIŞVERİŞ MERKEZİ / SHOPPING CENTER Kulüp Kültürpark içi Altın Ceylan T. 0530 242 68 78 As Merkez Outlet Y. Yalova Yolu 8.Km T. 261 51 51 La Luz Korupark AVM T. 243 93 98 Locco Bademli Kavşağı Mudanya Yolu Gedik Plaza T. 549 07 77 Mox Lounge FSM Bulvarı T. 240 22 42 Anatolium Yeni Yalova Yolu Cad. No.487 T. 261 12 22 Carrefour İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı T. 219 73 00 Kent Meydanı Santral Garaj Mah. T. 255 43 63 Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35 Özdilek Yeni Yalova Yolu 4.Km T. 219 60 00 Zafer Plaza Cemal Nadir Cad. No.181 T.225 39 00 2011 121 guidebursa Hayal Kahvesi FSM Bulvarı No:59 T. 451 50 80 Öne çıkanlar / Highlights www.hayalkahvesibursa.com Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse Çekirge Meydanı T. 234 38 88 www.bakusrestaurant.com 122 “Life guide of Bursa” rehberbursa Gönlüferah **** 1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10 www.gonluferah.com Medical Park Bursa Haşim İşcan Cad. Fomara Meydanı T. 444 44 84 www.medicalpark.com.tr Öne çıkanlar / Highlights “Bursa’nın yaşam rehberi” 123 guidebursa OTEL / HOTEL Adapalas *** 1.Murat Cad. No:21 Çekirge T. 233 39 90 Artıç *** Atatürk Cad. Ulucami Karşısı T.224 55 05 Almira ***** Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T.250 20 20 Anatolia **** Çekirge Meydanı T. 233 94 00 Baia **** Y.Yalova Yolu As Merkez Outlet Yanı T. 275 45 00 Beceren (Butik) Botanik Parkı T. 211 52 60 Boyugüzel (Butik) Askeri Hastane Karşısı Çekirge T. 239 99 99 Büyükyıldız **** Uludağ Cad. No:16 T. 239 69 90 Central *** Uluabatlı Hasan Bulvarı No:55 T. 273 55 00 Çelik Palas ***** Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Divan **** Kükürtlü Mah. Dr. Rüştü Burlu Cad. No:11 T. 233 00 07 Gönlüferah **** 1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10 Holiday Inn **** Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü T. 442 85 40 “Life guide of Bursa” Marigold ***** 1.Murat Cad. No:47 Çekirge T. 444 40 00 Otantik Club (Butik) Botanik Parkı T. 211 32 80 Otantik Gemi (Butik) Güzelyalı Yat Limanı İçi Mudanya T. 554 43 34 TAKSİ / TAXI Altıparmak T. 222 16 44 Almira T. 252 86 38 Ataevler T. 441 88 00 Bademli T. 549 24 90 Beşevler T. 451 28 28 Çekirge T. 236 71 04 Çelik Palas T. 233 27 79 Dallas T. 233 81 22 Doğumevi T. 236 67 06 İhsaniye T. 247 47 33 Kükürtlü T. 235 12 96 Nilüfer T. 245 05 98 Setbaşı T. 328 90 91 Uludağ T. 222 35 14 HASTANELER / HOSPITALS İbis Hotel ** Altınova Mah. Fuar Cad. No: 67 T. 275 85 00 Acıbadem FSM Bulvarı Sümer Sok. No.1 T. 444 55 44 Kervansaray *** Fomara Meydanı T. 220 00 00 Biyofiz Tıp Merkezi Karaman Mah.Kültür Cad.Biçen Sok.No.10 Nilüfer T.246 66 66 Kervansaray Termal ***** Çekirge Meydanı T. 233 93 00 Kırcı **** Çekirge Cad. No:21 T. 220 20 00 Kitapevi (Butik) Kavaklı Mah. Burçüstü No:21 T. 225 41 60 Kent *** Atatürk Cad. No: 69 T. 253 54 20 Bursa Anadolu İzmir Yolu Cad. No.105 T. 451 09 09 Bursa Göz Merkezi Fomara Meydanı Osmangazi T.444 04 69 Bursa Vatan Fevzi Çakmak Cad. No.55 T. 220 10 40 Çekirge Kalp ve Aritmi Kükürtlü Mah. Konca Sok. No.2 T. 275 75 00 2011 124 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” Dentatürk Diş FSM Bulvarı No.167 T. 270 09 00 Doruk Tıp Zübeyde Hanım Cad. No.5 T. 444 04 53 Esentepe Tıp Merkezi Mudanya Yolu Cad. No.169 T. 444 02 46 Jimer Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı T. 444 45 67 Konur Zübeyde Hanım Cad. No.12-2 T. 233 93 40 Medical Park Bursa Haşim İşcan Cad. Fomara Meydanı T. 444 44 84 Medicabil Mudanya Yolu Küre Sok. No.1 Fethiye T. 444 81 12 Osmangazi Tıp Merkezi Ulubatlı Hasan Bul. No:46 T. 270 05 05 Rentıp FSM Bulvarı No.42 / A İhsaniye T. 249 77 00 Retina Göz Merkezi Mudanya Yolu Cad. No.171 / 1 T. 240 24 01 Turkuaz Diş Konak Mah. Beşevler Cad. No.76 T. 451 32 22 Gym Sport Agora İş Merkezi Bademli T.549 25 00 Maya Spor Salonu Konak Mah. Lefkoşe Cad. Gizemler Plaza No.12 Nilüfer T.453 02 50 Score Fitness Spa Korupark AVM İçi T.242 68 00 Studio Pilates Cumhuriyet Mah. Yağmur Sok. Elmas Evler Sit. C / Blok K.4 Nilüfer T.451 32 41 Tango Evita Dans ve Sanat Merkezi Konak Mah.Yaz Sok.No.2 / A Nilüfer T.451 44 15 KUAFÖR / COIFFEUR Ahmet Albayrak Korupark AVM No.74 T.241 31 12 Atölye Kuaför E.Mudanya Yolu No.35 Bademli T. 548 00 80 Emma Cumhuriyet Mah. Nilüfer Hatun Cad. No.2 T. 452 67 50 Enis Aslan Hairdesigner Kükürtlü Cad. T. 233 00 51 Mss Salon Kükürtlü Cad. No.58 T. 232 30 90 SPOR SALONLARI / SPORTS HALLS Roma Kuaför Korupark AVM T. 243 06 60 Asya Spor Merkezi İhsaniye Mah. İkizevler Sok. No.7 Nilüfer T.249 64 55 Sacha Kükürtlü Mah. Manolya Sok. No.67 T.233 59 79 Kent Meydanı AVM T. 255 63 64 FSM Bulvarı T. 453 38 55 Bademli T.549 11 42 - 43 Beyge Club Beşevler Kültür Mah. Gümüşdere Cad. No.4 Nilüfer T.453 55 00 B-Fit Spor Kulübü Ahmet Yesevi Mah. No.28 Balat / Nilüfer T.244 64 68 Hat Cad. No.10 Osmangazi T.235 35 15 Beşevler Mah. Bilginler Cad. No.18 Nilüfer T.452 60 52 Siteler Kanuni Cad. No.25 / A Yıldırım T.369 08 31 Çok Yaşa Clup İzmir Yolu Nilpark AVM 5.Kat Nilüfer T.245 68 00 Stüdio Tim Carrefour AVM T. 452 66 98 ÇİÇEKÇİ / FLORIST Aşşk Çiçek Çekirge Cad. Çelik Palas Otel Altı T. 235 16 00 Bursa Çiçekçilik FSM Bulvarı Zafer Sok. No.45 T. 452 47 32 Lis Çiçek Çekirge Cad. No.139/B T. 236 81 96 Koru Çiçek Korupark AVM T.241 54 74 Pelit Çiçekçilik & Peyzaj Saygınkent AVM Ertuğrulkent T. 413 02 62 2011 125 guidebursa “Life guide of Bursa” TURİZM & ULAŞIM / TOURİSM & TRANSPORTATION KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER Kamil Koç T. 444 05 62 Açık Hava Tiyatrosu Reşat Oyal Kültür Parkı T. 234 49 12 Nilüfer Turizm T. 444 00 99 Adile Naşit Kültür Merkezi Ertuğrulgazi Mah. Kaplıkaya T. 368 51 20 U. Teleferik İşletmesi T. 327 74 00 Akpınar Kültür Merkezi Akpınar Mh. 1050 Konutlar Havuz Sk. T. 243 73 43 Burkon Turizm Çekirge Cad. No.51 / C Osmangazi T. 233 40 00 Plaza Turizm Kükürtlü Mah. Oulu Cad. No.33 T. 234 58 58 Şentürkler Turizm Çekirge Cad. No.51 Osmangazi T. 235 66 66 İDO Bursa Satış Noktaları Kent Meydanı AVM T. 255 44 60 Korupark AVM T. 242 19 49 Atatürk Kongre Kültür Merkezi Merinos Parkı T. 272 16 00 A.V.P.Devlet Tiyatrosu Atatürk Cad. Heykel T. 222 89 10 Barış Manço Kültür Merkezi Mimar Sinan Cad. No.79 / Yıldırım T. 366 02 02 Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği Gurabahane-i Laklakan Kültür Merkezi Selçuk Hatun Sok. No:9 Setbaşı / Osmangazi T. 225 51 50 Bursa Senfoni Orkestrası A. V.P. Devlet Tiyatrosu Binası T. 225 59 70 Mamis Restaurant T. 211 23 81 Park Plaza T. 244 94 01 Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Salonu Atatürk Cad. No:93 / Görükle T. 483 21 83 Plaza Tur T. 234 58 58 Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü T. 442 91 25 Fethiye Kültür Merkezi Fethiye Mah. Huzur Cad. Fileci Sok. T. 243 36 63 Zafer Plaza AVM T. 225 39 08 SİNEMA / CINEMA Korupark Cinetech T. 242 93 83 Zafer Plaza Cinetech T. 225 48 88 Setbaşı Prestige T. 221 48 06 Kent Meydanı T. 255 30 84 As Merkez Avşar T. 261 57 67 Akpınar K. M. T. 243 73 43 Altıparmak Burç T. 221 23 50 Konak Kültür Merkezi Konak Mah. Yakut Sok. No:2 T. 452 45 00 Şehir Kütüphanesi Setbaşı Köprüsü Yanı T. 326 56 49 Tayyare Kültür Merkezi Atatürk Cad. / Heykel T. 220 88 47–48 Uğur Mumcu Kültür Merkezi Basın Kültür Sarayı K.2 Ataevler T. 441 01 42 Uludağ Üniversitesi Kırmızı Salon Görükle Kampüsü T. 294 00 00 16 mm Sinema Atölyesi F. Çakmak Katlı Otoparkı Zemin Kat T. 222 11 12 AFM Carrefour T. 452 83 00 B. Manço K.M. T. 366 08 36 2011 126 rehberbursa “Bursa’nın yaşam rehberi” MÜZE / MUSEUM Ormancılık Müzesi Çekirge Cad. / Osmangazi T. 234 77 18 Türkiye’nin ilk ve tek ormancılık müzesidir. Bursa’da, Çekirge caddesi üzerinde Saatçi Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır. Bursa müzeleri pazartesi hariç her gün mesai saatleri arasında hizmet veriyor. Arkeoloji Müzesi Reşat Oyal Kültürparkı T. 234 49 18 Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş M.Ö. 3000’den Bizans Devri sonlarına kadar olan devirlere ait eserler sergileniyor. Müzede 25 bin eser yer alıyor. 2 bin kadarı sergide. Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi Umurbey Mah. Kapıcı Sok. T. 329 39 41 Tekerleğin at arabasından otomobile gelişimini sergileyen müzede Tofaş’ın 0001 seri nolu araçlarından örnekler izlemek de mümkün. Bursa Kent Müzesi Atarük Cad. No:8 Heykel T. 220 26 26 Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı padişahının balmumu heykelleri, geleneksel ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin topografik maketi gibi objelerle bilgiler sunuluyor. Celal Bayar Müze ve Kütüphanesi Umurbey / Gemlik T. 525 00 98 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın çalışma yıllarına ait fotoğraflar, anı eşyalar ve hediyeler, tablolar, çeşitli belgeler, nişanlar, madalyalar, şilt ve plaketler yer alıyor. Hünkâr Köşkü Temenyeri Mah.Vakıf Sok. T. 327 91 90 Sultan Abdülmecid tarafından 1859 yılında av köşkü olarak yaptırılmış olan köşk, Sultan Abdülmecid dışında, Sultan Abdülaziz ve Sultan 5. Mehmet Reşad tarafından da kullanılmış. Atatürk’ü de ağırlamış olan köşke günümüzde Atatürk Köşkü ve Cumhuriyet Köşkü de deniliyor. Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları II. Murat Cad.Şair Ahmetpaşa Med.Muradiye T. 222 75 75 Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu üyelerinden Esat Uluumay’ın 45 yılda topladığı 18 değişik koleksiyon sergileniyor. Atatürk Evi Müzesi Çekirge Cad. Çelik Palas Hotel Yanı T. 234 77 16 19. yüzyıl sonlarında yapılmış olan köşk, Bursa Belediyesi tarafından sahibinden satın alınarak Atatürk’e hediye edildi. 1968’de Kültür Bakanlığı’na devredilen bu köşk, 29 Ekim 1973’te, Cumhuriyet´in 50. yılında müzeye dönüştürülerek ziyarete açıldı. Hüsnü Züber Evi Uzun Yol Sok.3 Muradiye T. 221 35 42 1836 yılında devlet misafirhanesi olarak yapılmış, daha sonra Rus konsolosluğu olarak kullanılmış olan ev, tipik bir Osmanlı evi. Karagöz Evi Müzesi ve Anıtı Çekirge Cad. T. 232 25 90 Bursa ile özdeşleşmiş Karagöz oyunu hakkında bilinen tüm kültürel motifleri barındıran müzede Ramazan aylarında günümüz hayalileri tarafından Karagöz gösterimleri yapılıyor. Mudanya Mütareke Evi Müzesi Sahil Yolu / Mudanya T. 544 10 68 Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi evdir. Mütarekeye ait eşyaların korunduğu evde, döneme ait fotoğraflar ve belgeler de sergileniyor. Türk İslam Eserleri Müzesi Yeşil Mah. Yeşil Külliyesi T. 327 76 79 Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1414 – 1424 yılları arasında Mimar Hacı İvaz Paşa'ya yaptırılmış ilk Osmanlı medreseleri arasındadır. "Sultaniye Medresesi" adıyla da bilinir. Anadolu Selçuklu mimarisinde açık avlulu medreselerin en iyi örneklerindendir. 2011 127 128
Similar documents
Sağlıklı Şehir Planlaması ve Kentsel Tasarım
Kükürtlü Mah. Cevizli Sok. No: 1/6 Osmangazi / Bursa Tel: 0224 232 20 40 • www.kiraziletisim.com
More information22 - Dergi Bursa
dergi bursa is published by Photo Graphica in accordance with the Turkish laws. The name and the right of publishing of dergi bursa magazine belongs to Photo Graphica. Full responsibility of the pu...
More information