22 - Dergi Bursa
Transcription
22 - Dergi Bursa
www.dergibursa.com.tr Ağustos / Eylül 2014 - August / September 2014 Yıl / Year: 4 - Sayı / Issue:22 Fiyat› / Price: ¨ 10 ATİNA • IRGANDI KÖPRÜSÜ • TELEFERİK • ANADOL • KALKAN • PATARA • THE BEST TAXI DRIVER • DESIGNER ON THE ROAD • YOL 1 2 3 arka plan masthead Yayıncı / Yapımcı / Yönetim Publisher / Producer / Management Yıl: 4 Sayı: 22 / Ağustos - Eylül 2014 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) Yayın Dili: Türkçe - İngilizce Year: 4 Issue: 22 / August - September 2014 ISSN: 2146 - 1457 Local Periodical Publications (2 Months) Publication Language: Turkish - English İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Owner and Director Engin Çakır (Sorumlu) engincakir@photographica.com.tr Koordinatör Coordinator Emine Korku eminekorku@photographica.com.tr Grafik Tasarım Graphic Design Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 w w w.photographica.com.tr dergi bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. dergi bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınmadan alıntı yapılamaz. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. dergi bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. dergi bursa is published by Photo Graphica in accordance with the Turkish laws. The name and the right of publishing of dergi bursa magazine belongs to Photo Graphica. Full responsibility of the published texts, photographs and subjects belongs to the owner. All rights are reserved. Be quoted without permission. The responsibility of the advertisements belongs to the advertiser. dergi bursa has promised to comply with “Journalism Ethics and Standarts” Photo Graphica Creative grafik@photographica.com.tr Dijital Yayıncılık Digital Publishing Yazı İşleri Editorial www.dergibursa.com.tr Ferhan Petek www.dijimecmua.com/dergi-bursa/ ferhanpetek@photographica.com.tr Sosyal Medya Çeviri Social Media Translation Ceyda Özkan facebook.com/dergi.bursa Çorbada Tuzu Olanlar twitter.com/DergiBursa Contributors Abdülkadir Kılınç, Dilek Şen, Emine Civanoğlu, #dergibursa Özgür Çakır, Saffet Yılmaz, Sezai Evans, Utku Akyüz, Op. Dr. Bülent Cihantimur Reklam İletişim Advertise Contact Baskı Dağıtım Print Distribution www.furkanofset.com.tr www.seckurye.com.tr Burcu Dursun reklam@dergibursa.com.tr T. (0224) 233 87 11 (0533) 522 00 40 4 5 editör notu editor’s note Yola bir düştük... Temamız yol. Bu derginin yayın hayatına başladığı ilk güne gidiyor aklım. “Söyleyecek sözümüz var” diyerek yazmaya başladığımız Dergi Bursa sayfalarının sayısı, 3 binin üzerine çıktı. Bize çok kısa gibi gelse de uzun zamandır yolda olduğumuzu biliyoruz. Yazmaya, fotoğraf çekmeye, tasarım yapmaya devam ediyoruz. Bir yere vardık demiyorum, güzel olan: tam 4 senedir yoldayız. -Daha ilk sayıda size “yakın” olalım istiyoruz. Bizi “merakla” bekleyin ve hakkımızda “iyi” düşünün istiyoruz. En uzun lafların en kısa özetiyle biz, “Bursa’yı” ve onu anlatmayı “seviyoruz.”– diyerek yola düşmüştük ilk sayımızda. Sadece Bursa’yı değil, tüm ülkemizi hatta uzakları, çooook uzakları da rotamıza kattık. Hiç üşenmedik sizin için kilometrelerce yol yaptık. Bursa’yı zaten karış karış gezdik. Amacımız bir yere varmak hiç olmadı. Yolda olmak, yoldayken gördüklerimizi paylaşmak ve size sunmak bize yetti. Dağ başlarından engin denizlere, uçsuz bucaksız gökyüzlerine kadar neredeyse her tipte gezi alanı ya da tematik konu bizim için “yol” demekti. Uzaklık kelimesinin anlamı bizim için yakınlık oldu. “Uzaklar güzel” dedik en fazla. Çünkü yakın gördük. Yoldayken yanımıza Bursa’yı ve Bursalıları da aldık. Paylaşarak sizin için de yol açtık. Yaptığımız işin yolunun bu olduğunu biliyorduk. Tek taraflı düşünmedik. Yaz geldi denize gittik, baharlarda erguvan kokladık, kışın tarçınlı bir salep içtik sizin için. Yol açmak için elimizden gelen 6 her şeyi denedik. İmkanlarımızı zorladık. Sanıyorum kelimenin tam anlamıyla yol da aldık. Size doğru bir sayı hazırlamak için her yolu aradık, aradıklarımızı ancak bulduk. Yolumuzu kendi başımıza çizmedik; doğayı, mevsimleri, Bursa’yı kendimize kılavuz ettik. Bir yeri yol edeceğimiz zaman ne kadar yol gideceğimize odaklandık. Ne vakit yol görünse tek referansımız “siz” oldunuz. Bize yol gösterdiniz. Yolu gözlenen bir dergi olduğumuzu öğrendiğimiz her an mutlu olduk. Uzun uzun yolları aştık geldik, teşekkürler Bursa. Engelleri bir mola gibi geçtik. Sayenizde yolumuzu hiç şaşırmadık. Bu sayımızın diğerlerinden farkı, yolun kendisini anlatması. Yolda olanları, hayalleri için yola düşenleri, zaman yolcularını konu ettik. Komşumuz Yunanistan’a misafir olduk. Akdeniz kıyılarındaki maceramıza kaldığımız yerden devam ettik. Antik dönemin büyüsünde çok yere yelken açtık. Şimdi yola revan olma vakti. Yolunuz açık olsun. Keyifli okumalar. We set off on a journey… Our theme is the road. I am reminded of the first day of this magazine. We had started Dergi Bursa by saying that “We have things to say” and now the number of pages has exceeded 3 thousand. Even though it seems short to us, we are aware that it has been a long journey. We continue to write, take photos and make designs. I do not say that we have reached somewhere but the nice part is: we have been on the road for 4 years. In the very first issue we had said that we want to be “close” to you. We wanted you to wait for us “curiously” and we wanted you to think “good” of us. In short, we have started this journey by saying that we “love” “Bursa” as well as talking about it. We included every part of our country and even veeeery faraway places in our routes. We never felt lazy to cover many miles for you. We already set foot on every square meter of Bursa. Our goal was never to reach a certain place. It was enough for us to be on the road and to share what we saw during our trips with you. Each theme of the magazine as well as each travel location from mountains to open seas and the vast sky meant being on the “road” for us. The word ‘far’ started to mean ‘close’ for us. At most we said, “Faraway places are beautiful”. Because we saw them to be close. We took Bursa and the locals of Bursa with us on the road. We paved the way for you by sharing. We knew that this was the way to do it. We never thought in a single-sided manner. In summers we went to the sea side, in spring we smelled redbuds and in winters we drank salep for you. We tried everything we can to open up the roads. We pushed our limits. And I believe we literally made way. We tried everything to prepare a nice issue for you and we were able to find what we looked four. We did not plan our routes by ourselves; nature, seasons and Bursa were our guides. We focused on the roads we would cover when we decided to go somewhere. You were our only reference when time came for us to hit the road. You showed us the way. We felt happy when we learned that people eagerly awaited the new issue. We covered many long and winding roads to reach here; thank you Bursa. We passed each obstacle as a stopover. Thanks to you we never lost our way. The difference of this issue is that it tells about the roads itself. Our topic is those that are on the road, for their dreams as well as the travelers of time. We visited our neighbor Greece. We continued our Mediterranean adventure from where we left off. We set sail towards the magic of the antique period. Now it’s time set off on a journey. Have a nice trip. Enjoy reading. kır a Ç n i g En 7 plan plan plan 8 öneriler recommendations Web, kitap, albüm, film önerileri Web, book, album and movie recommendations 10 tema theme Bu yol nereye gider? Where does this road lead? 20 bursa dokusu bursa motifs Bursa’nın emektarına gençlik aşısı - Teleferik - Saffet Yılmaz A youth vaccine for the veteran of Bursa - Skyline - Saffet Yılmaz 37 bursa dokusu bursa motifs Köprüden gelen sanat esintisi - Irgandı Köprüsü A breeze of art from the bridge - Irgandı Bridge 42 yakın plan close up Hayallerinin seyyahı - Çağrı Çankaya Traveler of his dreams - Çağrı Çankaya 48 hayat hikayesi the story of life Yolların “en iyi”si - İhsan Aknur The “best” on the roads - İhsan Aknur 54 geçmiş zaman kipinde the past tense “Süper Türk Canavarı” - Anadol “Super Turkish Monster” - Anadol 60 efsane kareler legendary shots Unutulmaz kareler... Unforgettables scenes... 66 köşe bucak every nook and cranny Varmak mı? Gitmek mi? - Utku Akyüz Arriving or Leaving? - Utku Akyüz 76 armoni harmony Müziğin altın kızı - Adele The Golden girl of Music - Adele 78 estetik estetic Saç ekiminde etkili yöntem - Op. Dr. Bülent Cihantimur An effective method in hair transplantation - Op. Dr. Bülent Cihantimur 86 semboller symbols Nereye gidiyorsunuz? - Abdülkadir Kılınç Where are you going?- Abdülkadir Kılınç 88 kitabi literary Şurada bir yol var gördün mü? - Emine Civanoğlu Did you see the road over there? - Emine Civanoğlu 90 köşe the corner Kaptan sensin - Dilek Şen You are the captain - Dilek Şen 92 gezi - yorum travel - ing İngilizlerin gözdesi “güzel yer” - Kalkan “Favorite” spot of the English - Kalkan 94 gezi - yorum travel - ing Işık ülkesinin başkenti - Patara Capital of the light country - Patara 100 uzaktaki yakın so far so close Zeytin ağacının gölgesinde - Atina - Özgür Çakır The shadow of the olive tree - Athena - Özgür Çakır 110 9 kitap önerileri book recommendations 10 Yolun Sonundaki Okyanus / Ocean at the end of the lane Neil Gaiman Sisle Gelen Yolcu / The Passenger Jean-Christophe Grange Yüreğinin Götürdüğü Yere Git / Follow Your Heart Susanna Tamaro Dışa Yolculuk / The Voyage Out Virginia Wolf Gölgelerin Yolu / Perfect Shadow Brent Weeks Kötü Yol / Evil Way Orhan Kemal 11 web önerileri web recommendations 12 www.renklerle-yolculuk.blogspot.com.tr www.designerontheroad.com www.besttaxidriver.com www.sandaletliseyyah.com www.yolgidenindir.blogspot.com.tr www.birgezgininanilari.blogspot.com.tr 13 film önerileri film recommendations 14 Zirveye Giden Yol The Ides of March George Clooney - 2011 Drama - ABD Dram - USA Uzay Yolu Star Trek J.J. Abrams – 2009 Bilim Kurgu, Macera Science Fiction, Adventure ABD, Almanya USA, Germany Yeşil Yol The Green Mile Frank Darabont – 1999 Fantastik, Polisiye, Dram Fantasy, Crime, Drama ABD USA Aşkın Yolu Take Me Home Sam Jaeger - 2011 Komedi, Romantik Comedy, Romance ABD - USA Zaman Makinesi 1973 Time Machine 1973 Aram Gülyüz – 2014 Komedi, Comedy Türkiye, Turkey Zaman Yolcuları Safety not Guaranteed Colin Trevorrow – 2012 Drama, Romantik Dram, Romance ABD - USA 15 albüm önerileri album recommendations 16 Eddie Vedder Özgürlük Yolu Film Müzikleri Into the Wild, Soundtrack Leonard Cohen Songs from the road Gece Yolcuları Neden (Why) Artist Müzik Uzun yol şarkıları 2 Road Trip songs Vol 2 17 18 19 tema theme Engin Çakır - Uludağ / Bakacak yolu, Haziran 2012 Bu yol nereye gider? Where does this road lead? Herkes gönlünce bir yol arıyor kendine. Ama bir gün, bir ses haykıracak göklerden: “Herkesin yolu kendine varır, arama başka yerde.” Ömer Hayyam Everyone is looking for a road to their heart’s content. But one day a voice will be heard from the skies: “Everyone’s road leads to one’s own self, do not look anywhere else.” Ömer Hayyam 20 Hayatın ilk gününden itibaren hep bir yol söz konusu. Gidilen, kalınan, beklenen, özlenen, niyet edilen ama bir türlü çıkılamayan yollarla dolu dört bir yanımız… Bir gün “haydi” diyebilirsek belki o zaman yola çıkarız. Belki gider kim bilir belki de olduğumuz yerde kalırız. Zaman zaman sırf gitmiş olmak için gideriz bir yere. Cemal Süreya’nın arzu ettiği “can” kenarı bir yolculuk bekliyordur bizi belki de… “Uzak dediğin önce içinde birikir insanın. Sonrası yalnızca yoldur.” Murathan Mungan Yanlışlıkla düştüğü çukurda dikkatini çeken beyaz bir tavşanın peşinden gidip, Harikalar Diyarı’na ulaşan Alice kadar şanslı değiliz hepimiz. Denk gele hayatlar yaşayıp, tesadüflere sığınarak ilerlemek ne kadar mümkün olabilir ki? Aklımız ermeye başladığı andan itibaren hep plânladığımız, çevremizdeki örneklere göre ilerlememiz gerektiğine inandırıldığımız yollarımız var bizim. Âşık Veysel’in dediği gibi; dünyaya geldiğimiz anda yürümeye başladığımız, menzile yetişmek için gece gündüz gittiğimiz uzun ince bir yol… Bu yolda güller de çıkar karşımıza, dikenler de. Ama yanımızda güvenebileceğimiz bir yol arkadaşı varsa ne doyarız gülleri koklamaya, ne de dikenleri yeter canımızı acıtmaya… Bu bildiğimiz, ister istemez gittiğimiz yolun yanı sıra bir de isteyip de gidemediğimiz yollar var. Hayalini kurduğumuz, “bir gün mutlaka” dediğimiz, herkesin hayatında bir kez de olsa “gidesi” gelen yollar… Özellikle güzel havaların verdiği etkiyle daha bir fazla gelen “gitmek” isteği… Nereye, ne zaman olursa yalnızca gitmek… Küçük bir sahil kasabasında, herkesten, her şeyden uzak kalmak; yalnızca kendiyle There is a road starting from the first day of one’s life. We are surrounded by roads that are walked on, that are stayed on, that are awaited, missed, longed for but never reached… Maybe one day we can set off if we just say “come on”. Maybe we will go or maybe we will stay where we are. Sometimes we go places just to have done so. Maybe a journey close to one’s own ‘heart’ awaits as just like those that Cemal Süreya desires… Engin Çakır - Tirilye, Ağustos 2012 “What you call far away first builds up inside you. The rest is just roads.” Murathan Mungan We are not as lucky as Alice who finds Wonderland when she follows a white rabbit that she meets after accidentally falling down a hole. How long can it be possible to live randomly taking refuge in coincidences? We have roads that we are made to believe we should follow starting from the very first moment that we can think for ourselves. Just as Âşık Veysel has said; we start walking as soon as we are born on a long and narrow road that we walk on to reach the final destination… We encounter roses as well as thorns on this road. But if we have a travel partner we can trust we cannot get enough of the roses that we see on the way nor can the thorns hurt us… There are also roads we cannot walk on in addition to the ones that we know. Those that we dream of and those that we say “one day for sure”, roads that everyone desires to walk on during a certain period in their lives… One longs to “go” more when the weather is nice… Wherever, whenever doesn’t matter; one just wants to go… Some want to stay away from everything and everyone else in a small coastal town; living by one’s own self is more attractive. Sometimes one just wants to go. Or just to have “it” by their side… But how is it possible to reach the end if one is too lazy to start or if one does not have the courage to do so? Engin Çakır - Uludağ / Bakacak yolu, Eylül 2011 “There are times when it does not matter where you are going because what matters than is who you are going there with.” Tolstoy 21 tema theme baş başa, huzurlu, sakin bir hayat sürme fikri cazip geliyor kimine. Alıp başını gitmek istiyor bazen insan. Ya da yalnızca “onu” katıp yanına… Ama insan yola çıkmaktan üşendiği buna bir türlü cesaret edemediği sürece yolun sonuna varabilmek ne mümkün? “Öyle zamanlar olur ki nereye gittiğin önemini yitirir. Çünkü asıl önemli olan, yanında kiminle gittiğindir.” Tolstoy Aslında gitmek için bizi gitmeye teşvik edecek hatta kolumuzdan sürükleyip götürecek birilerini bekliyor da olabiliriz. Tek bir söz, uzun zamandır içimizde uyuyan arzuyu uyandırmaya yeter. Belki kimin söylediğine ya da nasıl veya ne zaman söylendiğine bağlıdır harekete geçmemiz. Hayatı yollarda yaşayan gezginlerin tek yol arkadaşı müzik olur bazen. Belirlediği rotasına başlarken, takar kulaklıklarını, ya da alır enstrümanını düşer yollara. Yaşadığı dönemdeki teknoloji hangisine el veriyorsa artık. Ya da bulmuştur “yol eşini”, katmıştır yanına; varacağı yerden öte, gideceği yoldur tek umursadığı. Yollar daha bir şairane, daha bir romantiktir artık onun gözünde. Engin Çakır, Orhaneli yolu - Eylül 2009 22 İnsana ilham verir yollar, adamı yazar, şair yaparlar. Aşılan ya da çıkılamayan nice yollar; bugüne kadar şarkılara, şiirlere hatta filmlere, kitaplara konu oldu. Örneğin “yolların şairi” olarak da anılan Faruk Nafiz Çamlıbel’den hatıra şiirler, hep bir yolu anlatır. Şiirlerinde ömrünü bitiren zamanın, yollara etki edemediğinden yakınır. Gurbette, sevdiklerinden uzak, yalnız ve mutsuz insanların; bir şekilde ayrı düşmek zorunda kalan âşıkların hem derdinin tek çaresi hem de düşmanıdır yollar… Bugün eskisi gibi We may as well be waiting for someone who will encourage us to go and even take us by the hand and force us to go. Just one word is enough to awaken the longing that is at rest inside us. Maybe acting out depends on who says what or when. Sometimes music is the only friend of those travelers who live on the roads. They put on their headphones before starting on their preplanned route or grab their instruments and just go. Whatever technology they have access to. Maybe they have found their “road partner”; it is the road that matters instead of the destination. Roads become more poetic and more romantic in their eyes. Roads inspire people, they make poets out of men. Roads that cannot be covered or journeys that cannot be started have been subjects of many songs, poems and even movies and books. For example Faruk Nafiz Çamlıbel is known as “the poet of the roads” and his poems always talk about the road. He complains in his poems that time which drains up his life cannot affect the roads. Roads are both the remedy and the enemy of people who are away from loved ones or lovers who have to be separated for some reason… Today distances are not as they were in the past. There are no more caravans that travel for days and weeks. One does not need to use different methods to find their own way or to ensure that they are not lost. The most important guides of travelers are lighthouses that date back to 7th century B.C. and continue to be the hope of lonesome seamen travelling on dark and wide oceans. But now we do not need to ask the skies for help or to try and make sense of the ant nests in order to find our way. We also do not need to track the shadow of a stick or examine the locations of moss and try to understand where we are by looking at the mosques and grave stones. It is enough to have full batteries in our technological devices that are used to find the way. Starting the journey and being on the road are much simpler now. But it doesn’t matter how far or close they are if they separate the loved ones as such. değil belki mesafeler. Günlerce, haftalarca yol alan kervanlar yok artık. İnsanın yolunu bulması ya da gittiği yolda kaybolmaması için farklı yöntemlere başvurması gerekmiyor. En önemli yol göstericilerden biri olan ve ilk kez İ.Ö. 7. yüzyılda inşa edildiği bilinen deniz fenerleri, bugün hâlâ uçsuz bucaksız okyanuslarda, karanlığın içinde yapayalnız ilerleyen denizcilerin umudu olmaya devam ediyor. Ama artık yolumuzu bulmak için eskisi gibi gökyüzünden yardım ummak ya da karınca yuvalarından anlamlar çıkarmaya çalışmak gibi dertlerimiz yok. Bir çubuğun gölgesini takip etmek, yosunların konumundan ya da camilere, mezar taşlarına göre nerede olduğumuzu anlamaya çalışmak zorunda da değiliz. Teknoloji sayesinde geliştirilen yön bulma cihazlarımızın pilleri dolu olsun yeter. Yola çıkmak da, yolda olmak da son derece kolay artık. Ama kavuşmalara engel olduğu, sevenleri birbirinden ayırdığı sürece ne kadar uzak ne kadar yakın olduğunun; ne kadar kolay bulunduğunun ya da aşıldığının pek bir önemi kalmıyor. Ucunda bazen acı veren ayrılıklar, bazen neşe dolu kavuşmalar olan yol aynı zamanda Uzakdoğu’da bir felsefe. Savaş sanatlarında dengeyi kurabilmek, şiddeti yenip, erdemli olmayı öncelikli kılabilmek için geliştirilen bir felsefe. Uzakdoğu dövüş sanatlarının neredeyse tamamının isminde bulunan ve “yol” anlamına gelen “Do” ancak doğa ile uyum içinde yaşayarak sağlanabilen bir kişisel farkındalık gücünü temsil ediyor. Gerçekleştirilen eylemin “dövüş” olmasına karşılık, amacın mücadele etmekten ziyade, insanın özüne hâkim kalarak evrende Roads that lead to separations as well as joyful meetings is a philosophy in the Far East. It is a philosophy developed to find the balance in martial arts, overcome violence and to be virtuous first and foremost of all. “Do” is used in almost all the martial arts and it means “road” as a representation of personal awareness power that can be attained by living in harmony with one’s own self. Even though the action is “fighting”, it advocates that the goal is not to put up a fight but rather living in harmony with the universe by staying true to one’s core. The Do philosophy advises that people are part of nature and that they should do everything properly and go to all lengths about whatever they are doing. According to this philosophy, yesterday is gone and tomorrow should not be thought about until it becomes “now”; a real traveler of “Do” lives only in the “moment”. One should first accept one’s own self with all rights and wrongs in order to understand the Do philosophy and to become a real traveler of Do. Honor, loyalty, courage, kindness, compassion, righteousness, justice and sincerity are among virtues that a traveler of Do should have. Do is the philosophy of not fighting even though it gives its name to martial arts and the only fight that “Do” puts up is with the one and only enemy: ego. Because according to this philosophy one can live in harmony with the universe only when one is dead. “The only obstacle between you and travelling is the door sill.” Bosnian Proverb Actually it is not surprising that the concept of road that carries intense truths with it appears as a philosophy. The concept of “road” becomes indispensable because not only does it cover all of our lives but it also carries important meanings with it. The modern time travelers of today learned how to write their travel memories from Marco Polo. The travel blogs of our day are actually his legacy. Seyahatnâme has been written by Evliya Çelebi who has hit the roads after a dream he saw and its memory continues to inspire travelers who drift with their longing for Emrah Uygun, Karaağaç Mahallesi - Bursa, Nisan 2010 23 tema theme Tolunay Katlandur, Likya Yolu - Fethiye, Ekim 2013 uyum içinde yaşaması olduğunu savunuyor. Do felsefesi insanın, bir parçası olduğu doğada her işi tam anlamıyla yapmasını, yaptığı iş her ne olursa olsun sonuna kadar gitmesini öğütlüyor. Bu felsefeye göre dün geçti, gitti ve yarın “şimdi” olmadan önce düşünülmemeli; gerçek bir “Do” yolcusu olabilmek için yalnızca bulunulan “an” yaşanmalıdır. Do felsefesini anlamak, gerçek bir Do yolcusu olabilmek için insanın öncelikle doğruları ve yanlışları ile kendini kabullenmesi gerekiyor. Onur, sadakat, cesaret, nezaket, şefkat, dürüstlük, adalet ve içtenlik bir do yolcusunun sahip olması gereken erdemleri oluşturuyor. Dövüş sanatlarına adını vermiş olmasına rağmen, kavgadan geçmeyen yolların felsefesi olan “Do”nun savaşı, yalnızca tek düşmanı olan egoyla. Çünkü bu felsefeye göre 24 yalnızca o öldüğünde tüm evren uyum içinde ve en saf haliyle yaşayabilecek. “Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir.” Bosna Atasözü Yoğun anlamlar barındıran yol kavramının bir felsefe olarak karşımıza çıkması aslında hiç de şaşırtıcı değil. Hayatımızın neredeyse tamamını kapladığı gibi büyük anlamlar taşıyor olması “yol” kavramını vazgeçilmez kılıyor. Bugünün modern zaman seyyahları, dünyayı gezen ve gördüklerini ardında bıraktığı eserlere aktaran Marco Polo’dan öğrendi yolculuk anıları yazmasını. Günümüzde etkin olan seyahat blogları biraz da onun mirası. Gördüğü bir rüyanın peşinde kilometrelerce yol giden Evliya Çelebi’nin hatırası Seyahatnâme, bugün cesaretlerini macera tutkularına katıp yollara düşen gezginlerin ilham kaynağı. Rüzgârın estiği yönde savrulan otostopçular, şehirlerin gürültüsünden, günlük hayatın anlam veremediği kavgalarından kaçıp doğaya sığınan insanlar için hiçbir engel yok. Onlar yalnızca hayatın kendilerine verdiği imkânları da yanlarına katıp, kendi tercih ettikleri yolda ilerliyorlar. Sonunda geri dönmek olsa da olmasa da yola çıkmak güzeldir aslında. Biraz değişiklik her zaman iyi gelir. Tebdil-i mekân, insanın hem ruhuna hem bedenine ferahlık verir. Siz çıktığınız yolun tadını çıkarın yeter. Tatil, gurbet, vuslat, macera, iş, aşk, huzur, hüzün belki de umut… O yolun sizin hayatınızdaki anlamı hangisiyse, yol size ne ifade ediyorsa onu sonuna kadar yaşayın. adventure. There is no obstacle for hitchhikers that go with the wind or those that take shelter in nature away from all the fights that they don’t understand. They are only moving with the opportunities that life gives them on the path of their own choice. Hitting the roads is good even if one does not return back in the end. Some change is always good. Change of location refreshes the body and the soul. Just enjoy the road that you are on. Holiday, absence from home, meeting, adventure, work, love, peace, sadness and maybe hope… Whatever road means for you live it all the way. 25 tek karede bursa one shot in bursa Fotoğraf / Photography: Engin Çakır - Heykel, Haziran 2007 Nereye gider bu insanlar? From where do these people go? Hep kalabalık sokaklar, herkesin başka bir telaşı var. Akıllarında bin bir soru, sırtlarında türlü yükler; kahkahalar, acılar, anılar biriktirirler. Durmadan giderler. Bazen yolların sonunda onları bekleyenlere ulaşmak için, bazen nereye varacaklarını bilmeden yalnızca yürürler. The streets are always crowded, everyone is busy. They have thousands of questions in their minds, different loads up their backs; they pile up smiles, pains, memories. They keep on going. They sometimes walk to reach those who await them at the end of the road or keep on walking not knowing where they will end up. 26 27 tek karede bursa one shot in bursa Fotoğraf / Photography: Fahrettin Beceren - Gölyazı kavşağı, 2014 Gitmek… To go… Bugünlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasına, Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara... Hayatından memnun olan yok. Kiminle konuşsam aynı şey... Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği. Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok. Bir kendisi. Bu yeter zaten. Her şeyi, herkesi götürdün 28 demektir. Keşke kendini bırakıp gidebilse insan. Ama olmuyor. Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor. Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor. Böyle gidiyoruz işte. Bir yanımız “kalk gidelim” öbür yanımız “otur” diyor. Can Yücel These days everyone wants to go. To a small coastal town, To another country, to the mountains or to places far away… No one enjoys their lives. It is the same whomever I talk with… The longing to go away leaving everyone and everything behind. They do not want to take “three things” with them. Just themselves. Which is enough anyway. It means you’ve taken everything and everyone. If only one could leave one’s own self behind. But alas. Let’s say that we are content with ourselves, we still cannot do it. One cannot just leave everything and go. So this is how it is. A part of us says “come on let’s go” while the other says “stay”. Can Yücel 29 tek karede bursa one shot in bursa Fotoğraf / Photography: Taner Yavuz, Gölyazı, 2014 Göçmen kuşların sığınağı Sanctuary of migratory birds Her yıl binlerce misafir ağırlar Uluabat Gölü… Soğuk havalardan kaçan göçmen kuşların, sıcak ülkelere giderken dinlenmek için verdikleri molalarda kucak açar onlara… Uluabat Gölü welcomes thousands of visitors every year… It embraces the migratory birds that are on their way to warmer countries to escape from the cold weather… 30 31 tek karede bursa one shot in bursa Fotoğraf / Photography: Veysel Kaya, Gürsu yamaç paraşütü alanı - Kasım 2012 Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! Faruk Nafiz Çamlıbel - Han Duvarları şiirinden Oh the old roads connecting villages to borders, Old roads weeping for traveler that fail to return! Faruk Nafiz Çamlıbel - From Han Duvarları poem 32 33 34 35 bursa dokusu bursa motifs Fotoğraflar / Photographs: Saffet Yılmaz Bursa’nın emektarına gençlik aşısı A youth vaccine for the veteran of Bursa Türkiye’nin en uzun hattına sahip olan Bursa teleferiği yarım asırlık yorgunluğunu üzerinden attı, dinlendi, yenilendi ve haziran ayında Bursa semalarına geri döndü. Kentin bu değerli emektarı, verdiği kısa aradan sonra çağdaş görünümü ve arttırılmış kapasitesiyle yeniden seferlerine başladı. Şimdiki hedefi ise bir yıl içinde Oteller Bölgesi’ne de ulaşarak “dünyanın en uzun teleferik hattı”na sahip olabilmek… The cable car of Bursa has the longest line in Turkey and it has refreshed itself this past June when it was restored to return back to the Bursa skyline. This valuable veteran of the city started service again after a short hiatus, with a modern appearance and increased capacity. Its current goal is to reach the Hotels Region and become “the longest cable car in the world”… 36 Bursa’nın en gözde simgesi teleferik ilk kez 1963 yılında, uzun süren çalışmalar ve çabalardan sonra Bursalılarla buluşmuştu. 50 yıl boyunca yolcularına şehirle dağ arasındaki 20 dakikalık yolda heyecan ve hayranlık dolu anlar yaşatarak, kısa süre içinde yerli ve yabancı turistlerin de göz bebeği haline geldi. Ancak son yıllarda iyice yaşlanmış, onunla yolculuk yapanları tedirgin etmeye bile başlamıştı. 2012 yılı kasım ayında başlatılan çalışmalar sonucunda eski ihtişamına kavuştu. Zamana ayak uyduran modernlikteki yeni teleferik, eskisinden 12 kat daha fazla kapasiteli kabinleri, 7 Haziran 2014 tarihinden itibaren başlayan seferleri ile yolcularına hem güvenli hem de konforlu yolculuklar sunuyor. Bursa’nın yeni teleferiği, kullandığı çevre dostu enerji ile de doğaya zarar vermeden ulaşım sağlıyor ve artık halkın her kesimine hitap ediyor. Eskiden belki birçok insan için lüks olarak görülürken; bugünkü haliyle her mevsim, herkes tarafından kullanılabiliyor. 60’lı yılların teknik imkânlarıyla yapılan ve aynı zamanda ülkenin ilk teleferiği de olan Bursa teleferiği, Bursa’ya gelip kente hayran kalarak buraya yerleşen, “Alman Amca” olarak da anılan mühendis Hubert Sonderman’ın eseri… Dönemin Belediye Başkanı Reşat Oyal’ın 1957 yılında açıkladığı teleferik projesine, bir yıl sonra Sonderman’ın çalıştığı firma olan Von Roll firması ile anlaşılarak başlandı. Kaynak arayışları, dönemin teknik yetersizlikleri gibi engeller yüzünden, 30 kişilik kabinleriyle kentin simgesi The cable car is one of the best known symbols of Bursa and it started service for the first time in 1963 after a long period of work and effort. Shortly thereafter it became a favorite of local and foreign tourists and carried them for 50 years on a 20 minute long exciting trip between the city and the mountain. However, recently it aged a lot and even caused its travelers a great deal of stress. In November 2012, it reached the glamour of its past after the renovation work carried out. The new cable car became modernized with cabins of 12 times more capacity and now carries its travelers in a safe and comfortable manner since June 7, 2014. The new cable car of Bursa provides safe transportation in an environment friendly manner and serves all segments of the public. In the past it was seen as a luxury, but now it can be used by everyone in every season. Bursa cable car was built in the 60s with the technical infrastructure of the time and is the work of the German engineer Hubert Sonderman who is known as the “German Uncle” and who had settled down in Bursa when he came here for the first time and loved the city… The cable car project announced by the Mayor of the time Reşat Oyal in 1957 was started after an agreement was made one yeaer later with the Von Roll company where Sonderman was working. The symbol of its time, the cable car was able to start operation with 30 people cabins only in October 29, 1963 due to the technical inadequacies. Sonderman had provided a much needed form of transportation to the locals of Bursa and not only given the city a value known by its name but had also decided to stay there after the work was completed. When he died in 1976 the “German Uncle” of Bursa was buried in the Emir Sultan Cemetery in accordance with his will and the 50 year journey of today’s modern cable car had started. 37 bursa dokusu bursa motifs haline gelen teleferiğin açılışı ancak 29 Ekim 1963 tarihinde yapılabildi. Bursalıları ihtiyacı olan bir ulaşım aracıyla buluşturan Sonderman, kente adıyla anılan bir değer kazandırmakla yetinmemiş; Bursa’da işi bittikten sonra bile burayı terk edememişti. 1976 yılında öldüğünde, vasiyeti gereği Emir Sultan Mezarlığı’na gömülen Bursa’nın “Alman Amca”sı; bugün çağdaş görünümüyle göz kamaştıran yeni teleferiğin 50 yıllık yolculuğunu başlatmıştı. Kentin ulaşımını rahatlatacağı kadar, ekonomisine de değer katacak olan yeni Bursa teleferiğinin, aslında ilkinde olduğu gibi yine Cumhuriyet 38 Bayram’ında Bursalılarla kavuşması hedeflenmişti. Ancak çalışmalar sürecindeki kötü hava koşulları ve benzeri aksilikler nedeniyle tarihte değişiklikler oldu. 2 yıl boyunca süren proje kapsamında, istasyonlar ve hatlar yenilendi; yeni makine daireleri inşa edildi. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin, Uludağ’a kesintisiz olarak bir yıl boyunca ilgi sağlayabilmek amacıyla başlattığı projelerin en büyüğü olan yeni teleferik, şu anki haliyle 80 kilometre hızındaki rüzgârlara bile meydan okuyabilecek durumda. Bursa’nın yenilenen sembolü, seferlerine başladığı ilk andan itibaren hem Bursalılar hem de yerli-yabancı turistler tarafından yoğun ilgi görüyor. Ciddi bir kalabalığın bulunduğu açılıştan sonra 20 gün içinde yaklaşık 70 bin yolcuya ulaşması da bu ilgiyi kanıtlıyor. Teferrüç, Kadıyayla ve Sarıalan bölgeleri arasında 12 dakikalık bir yolculuk sunan yeni teleferik için yapılan bir sonraki plân ise hattın Oteller Bölgesi’ne ulaşması… Bu şekilde, şu an Türkiye’nin en uzun hattına sahip olan Bursa teleferiği 8,84 km uzunluğa erişerek “dünyanın en uzun hatlı teleferiği” olarak anılabilecek. Bugün 90 olan kabin sayısı da 190’a ulaşacak. Bursa turizmine dolayısıyla kent ekonomisine büyük katkı sağlaması beklenen yeni teleferiğin Oteller Bölgesi’ne inşa edilecek istasyonunda kayak eğitim birimleri, otel, kafeterya, kapalı spor ve sağlık birimlerinin inşa edilmesi de plânlar arasında… Bursa teleferiği, nostaljik değeri ve yıllar sonra bugün kavuştuğu görünümü ile hem geçmişin izlerini hem de geleceğin umudunu taşıyor. Seyahat etmek, sizi ulaştıracağı yere varmak için ya da yalnızca Bursa’nın eşsiz panoramik manzarasını izlemek için yanına gittiğinizde sevgiyle kucaklayıverecektir sizi... Modern görünümü, geliştirilmiş imkânlarının yanı sıra 50 yılın, yaşanmışlıkların ve üzerindeki emeklerin hatırına. 39 bursa dokusu bursa motifs The bursa cable car was going to revive the city’s economy as well as provide value to it and the aim was to finish it by the Republic Holiday as was the case for the first opening. However, due to bad weather conditions and various misfortunes the date was changed. The project went on for 2 years and new stations, new lines and new engine rooms were built. The cable car is one of the largest projects that the Bursa Municipality started to increase the attention to Uludağ all year round and with uninterrupted transportation that is currently able to withstand wind speeds of up to 80 kilometers per hour it became possible. The renovated symbol of Bursa attracted attention of local and foreign tourists starting from its first trip. A large crowd was present at the opening ceremony and the 70 thousand people who used the cable car within a 20 day period is proof of this. The new ferry provides a 12 minute transportation between the Teferrüç, Kadıyayla and Sarıalan regions and the next plan is to reach the Hotels Region… By doing so, the Bursa cable car which currently has the longest line will also be the “world’s longest cable car line” with a length of 8,84. Today, the number of cabins is 90 and it will increase to 190. The new cable car is expected to contribute significantly to Bursa tourism and therefore its economy and ski training units, hotel, cafeteria, indoor sports facility and along wih the health unit projects… Bursa cable car carries hope for the future with its nostalgic value and its modern appearance. It will embrace you with love when you go there either to reach the final destination or to enjoy the splendid panoramic view of Bursa it provides… Out of respect for its modern appearance, advanced facilities, all the efforts as well as the memories of 50 years. 40 41 bursa dokusu bursa motifs Fotoğraf / Photo: Engin Çakır, 31.03.2006 Köprüden gelen sanat esintisi A breeze of art from the bridge Ne doğal felaketlere, savaşlara direndi de her seferinde yeniden doğdu, yaralarını sardı ve 572 yıl boyunca ayakta kalmayı başardı. Dünyadaki 4 “çarşılı köprü”den biri, Gökdere’nin kıymetlisi Irgandı Köprüsü; konumuyla hem iki ilçeyi birbirine bağlıyor hem de yaşanmışlıklarıyla, kentin geçmişiyle olan bağını koruma görevini üstleniyor. It resisted many natural disasters and wars, being reborn each and every time; it healed its wounds and managed to stay intact for over 572 years. Irgandi Bridge is one of the 4 “bridges with market” in the world and is very valuable for Gökdere, connecting the two districts together while also preserving the experiences thereby connecting the city with its past. 42 Gökdere’nin üzerinde boylu boyunca uzanan, sarı rengin en canlı tonuyla boyandığı hayat dolu duvarlarıyla Irgandı Köprüsü; daha uzaktan, onu gördüğünüz anda yanına çağırır sanki sizi. Ona yaklaştıkça “Sana anlatacağım çok şey var” dediğini duyar gibi olursunuz. Köprünün hemen başında duran tabelalarda yazılanları çabucak okur bitirirsiniz de, köprüyü ve tarihini içerideki zanaatkârlardan dinlemek; onlarla, sanatla tarihi bir araya getiren bu görkemli yapının huzurlu ve mistik havası hakkında keyifli sohbetlere dalmanın tadına kolay kolay doyamazsınız. 572 yıldır geleni geçeni sevgiyle kucaklayan, bugün el sanatı ustalarına ev sahipliği yapan Irgandı Köprüsü, Bursa’nın tarih ve kültüründen bahsedilen hoş sohbetlere dalmak, sanatla iç içe bir zaman yolculuğuna çıkmak isteyen Bursalıların uğrak mekânı aynı zamanda yerli-yabancı turistlerin gözdesi… Evliya Çelebi’nin, Seyahatname’sinde övgülerle anlattığı, varlığı hakkında dilden dile aktarılan efsanelerin konuşulduğu Irgandı Köprüsü; yaşadığı onca yıkımdan, geçirdiği bir dizi restorasyondan sonra 2004 yılında bugünkü görünümüne kavuştu. Hem sanat, hem tarih, hem mucizelerle dolu bir yer Irgandı Köprüsü. Görünümüyle büyülediği, kendine hayran bıraktığı gibi dünya çapında bir ünü de var. Bulgaristan’ın Lofça kentindeki Osma Köprüsü, İtalya’nın Floransa kentindeki Ponte Vecchio Köprüsü ve Venedik’teki Rialto Köprüsü ile birlikte, dünyada “çarşılı köprü” olma özelliğine sahip 4 köprüden biri. Ayrıca diğerlerinden çok daha eski. Köprü 15. yüzyılda Irgandılı Pir Ali olarak anılan bir beyin oğlu Hoca Müslihiddin tarafından yaptırılmış. Mimarı ise Abdullah oğlu Timurtaş’mış. Ancak köprünün başındaki bilgilendirme tabelalarında da bulunan “Evliya Çelebi Meseli”ne göre köprünün varlığını, dinleyenleri hayretler içinde bırakan bir hikâyeye borçluyuz. Tüyler ürperten efsaneye göre Orhan Gazi Bursa’yı fethettiği sırada, askerlerden biri tam da bugün bu köprünün bulunduğu yerden yükselen bir ses duymuş. Ses “Çıkayım mı? Geleyim mi?” diyormuş. Yiğit asker ise kılıcına davranmış ve gizemli sese “Çık bakalım ne yapabilirsin?” diye karşılık vermiş. Kılıcını sesin geldiği yöne doğru sallamasıyla birlikte büyük bir gürültü kopmuş ve “ırgalanan” (sallanan) yerden kıymetli bir hazine çıkmış. Aşağıdaki dere bir anda altınlarla, sikkelerle dolmuş. Askerin heyecanla koşup durumu anlattığı Orhan Gazi askere Bursa’da hayır yapmasını emretmiş. Hazinenin onda birini devlete bağışlayan asker, kalanıyla orada bir köprü yaptırmış ve adını da hazinenin ortaya çıktığı gibi “sallanan, yerinden oynayan” anlamına gelen “Irgandı” koymuş. Varlığıyla Osmangazi ve Yıldırım ilçelerini birbirine bağlayan Irgandı Köprüsü, hakkında anlatılan bu efsaneyle de Bursalıları gizemli tarihine bağlıyor. Her ne sebeple yaptırılmış olursa olsun, varlığı Bursa için hem kültürel, hem tarihi hem de mimari açıdan büyük bir değer taşıyor. Irgandı Köprüsü yıllar boyunca birçok talihsizlik yaşadı. Önce Bursa’nın gördüğü en büyük felaketlerden biri olarak tarihe geçen 1855 depreminde ciddi anlamda hasar gördü. Günümüze ulaşan tarihi kaynaklara göre üzerinde 31 dükkân, 2 depo ve bir mescit bulunuyordu. Geçirdiği son restorasyondan sonra Fotoğraf / Photo: Ali Yıldız, 29.11.2011 Irgandi Bridge sprawled over Gökdere with its lively walls colored in the brightest tones of yellow seems to call you to its side as soon as you spot it from afar. You can almost hear it whispering, “I have many things to tell you,” as you approach it. You quickly read whatever is written on the signposts near the bridge but you can never get enough of listening to the tales about the bridge and its past from the artisans during conversations that take place in the mystical and peaceful atmosphere of this glamorous structure. Irgandi Bridge has embraced all passersby for 572 years and has been a home to handcraft experts while also serving as a popular spot for tourists to delve into fine conversations on the history and culture of Bursa that take back the national and international tourists on a time machine… Evliya Çelebi has mentioned Irgandi Bridge with many praises in his Seyahatname and the bridge that has many legends has acquired its final appearance after a series of restorations in 2004 after going through many damages. Irgandi Bridge is a place filled with art, history and miracles. In addition to its charming appearance, it is also world-renowned. It is one of the 4 “market bridges” in the world with the Osma Bridge in the city of Lofça in Bulgaria, Ponte Vecchio Bridge in Florence of Italy and Rialto Bridge in Venice. It is also much older than the others. The bridge has been ordered to be built in the 15th century by Hodja Müslihiddin, the son of an esquire known by the name of Pir Ali from Irgandi. The architect was Timurtaş, son of Abdullah. However, according to the “Evliya Çelebi Parable” written on the information signs at the entrance of the bridge, we owe the existence of this bridge to a striking tale. Shivering legend has it that one of the soldiers has heard a sound coming from where this bridge is located today during the conquest of Bursa by Orhan Gazi. The sound was saying, “Shall I go out? Shall I come?” The brace soldier has drawn his sword and replied by saying, “Come out and let’s see what you can do?” When he swung his sword towards where the 43 bursa dokusu bursa motifs 44 kavuştuğu bugünkü görünümü ise depremden önceki görünümüne en yakın hâli. Daha önce “taş ve tuğladan yapılmış olan” anlamına gelen kâgir ya da kargir olarak adlandırılan arasta yapı, Kurtuluş Savaşı sırasında da Yunanlılar’ın şehirden kaçarken attığı bombalara maruz kalarak, orta yerinden yara aldı. 1949 yılında Haşim İşcan’ın Bursa Valisi olduğu dönemde beton olarak ve asıl yerinden 60 cm daha yükseğe yeniden inşa edildi. Köprüyü özgün mimarisine tam anlamıyla geri döndürebilmek elbette mümkün olmadı ama daha önce kullanılan malzemeye en yakın malzemeler kullanılarak, en azından varlığını korumak için büyük çaba harcandı. Köprü bugüne dek yalnızca deprem, savaş gibi felaketler sonucunda değil, iyi niyetlerle de olsa yapılan beton ve asfalt kaplamalar nedeniyle de yıkıcı zararlar gördü. 1988 yılından itibaren yapılan bireysel ve kurumsal çalışmalarla 2002 yılında başlayan son restorasyondan sonra köprü 2004 yılından itibaren bugünkü haline kavuştu. Yaklaşık 10 metre genişliğindeki köprünün iki tarafına karşılıklı ahşap tasarımlı dükkânlar yapıldı. Ortasındaki yaklaşık 3 metre uzunluğundaki yolun üzerinde 6 metre yüksekliğinde bir tavan bulunuyor. gibi Türk el sanatlarını yaşatan dükkânlarıyla sahip olduğu manevi değeri, her türlü maddi değerin çok üzerinde. Köprünün “Irgandı Sanat Galerisi” tabelasını görebileceğiniz bir ucundan, diğer ucunda bulunan Kayıhan Mahallesi Muhtarlığı’na kadar atacağınız her adım, sizi Bursa’nın kültürel ve tarihi değerlerine biraz daha yaklaştırıyor. Köprüde sanat atölyeleri ve türlü sanatların icra edildiği samimi dükkânlar dışında durup dinleneceğiniz ya da oturup çayınızı yudumlarken etrafı izleyebileceğiniz birkaç kafe de bulunuyor. Bir kültürün doğuşunu, gelişimini, değerlerini tanıyıp sanki o tarihlerde yaşamışsınız gibi hissettiren son derece özel bir yapı Irgandı Köprüsü. Üzerinden geçenlerin hayranlığını gizleyemediği ve üzerinde emeği geçenlerin yapının hak ettiği değeri tam anlamıyla görebilmesi için her zaman daha fazla neler yapılabileceğini düşündüğü kıymetli bir hatıra… Bir akşamüstü Irgandı’da ya da civarındaki Irgandı Köprüsü manzaralı kafelerden birinde oturup onu izlemek de ayrı bir keyif; kendinizi, sizi şefkatle kucaklayan kollarına bırakıp, yaşanmışlıklarını düşünerek, aydınlattığı tarihin yolunda kaybolup gitmek de… Uzun süren çalışmalar, görüşmeler ve tartışmalar sonucunda; köprünün kâr amacı gütmeyen, yalnızca turistik ve tarihi yapısını korumak amacı taşıyan, bir sanat köprüsü haline getirilmesine karar verildi. Osmangazi Belediyesi, TURSAB ve GÜMTOB’un da dâhil olduğu çalışmalarla hem yerli ve yabancı turistler için ilgi çekici hem de köprü adına işlevsel sonuçlar elde edildi. Bugün üzerinde bulunan ebru, çini, hat, minyatür, ahşap oymacılığı, nakkaşlık Her kentin kendine has kültürel değerleri, farklı farklı hikâyelere sahip binaları olur. Ama Bursa’nın her köşesinde, binasında, duvarında; tarihini bilenin anlatmaya, merak edenin dinlemeye doyamadığı efsaneler gizlidir. Araştırdıkça daha fazlasını bulmanın, öğrenmenin, Bursalı olmakla gurur duymanın sonu yoktur. Bursa’nın en bilge, en hareketli ve en renkli köprüsü yalnızca yolları birbirine bağlamıyor; aynı zamanda ziyaretçilerini Bursa’nın gizemli tarihine mistik bir yolculuğa çıkarıyor… sound was coming from a loud clang was heard and a precious treasure has been unearthed where the sword was “swung at”. The soldier ran to Orhan Gazi to tell what has happened and he has ordered the soldier to do charity work in Bursa. The soldier has donated one tenth of the treasure to the government and has ordered a bridge to be built on where the treasure was found naming it Irgandi meaning “one that is swung”. Irgandi Bridge connects Osmangazi and Yıldırım districts while also connecting the locals of Bursa with their mysterious past thanks to this tale that is still being told today. No matter what the reasons for building the bridge are, it has immense cultural, historical and architectural importance for the city of Bursa. Irgandı Bridge has experienced many misfortunes throughout the centuries. First it was damaged severely during the 1855 earthquake which was one of the most important disasters that Bursa has ever faced. According to historical records that have reached our day, there were 31 shops, 2 warehouses and 1 prayer house on the bridge. Its current state following the restoration is the closest that it has ever come to its original appearance. The Ottoman kagir bazaar meaning that “it has been built of stones and bricks” was hit by bombs that the Greeks threw while escaping from the city during the War of Independence. It was rebuilt using concrete in 1949 when Haşim İşcan was the governor of Bursa 60 cm higher than its original location. Of course it was not possible to return the bridge to its authentic architecture, however material that were closest to the originals were used and great efforts were put in to at least ensure that it stays intact. The bridge was damaged not only by disasters such as earthquakes or wars but during concrete and asphalt laying work which had good intentions as well. Following the individual and corporate work since 1988, restoration started in 2002 and the bridge reached its current appearance in 2004. Wooden stores were built on two sides of the bridge that is about 10 meters wide. It has a 6 meter high ceiling over the almost 3 meter long road in the middle. It was decided at the end of long work, discussions and meetings that the bridge should be turned into a non-profit art bridge that aims only to preserve its touristic and historical structure. The work carried out by Osmangazi Municipality, TURSAB and GÜMTOB gave results that were satisfactory for all tourists in terms of the functionality of the bridge. Today, the spiritual value of the shops on the bridge that continue the Turkish handcrafts traditions such as mottling, miniature, wood carving, painting is above all kinds of financial gain. Each step that you will take from one end of the bridge where you will see the “Irgandı Art Gallery” sign to the other end where the Kayıhan Neighborhood Mukhtar Office is located will bring you closer to the cultural and historical values of Bursa. In addition to art workshops and shops where all kinds of crafts are made, there are also several coffee houses where you can rest and sip your coffee or tea while enjoying the surrounding. Irgandi Bridge is one of the very few special structures that make you feel the birth of a culture, its development while also making you feel as if you have actually lived in those times. It is a valuable memory that passersby admire in awe and those who strive to make it live continue thinking about ways to ensure that it receives the attention it deserves… It is a special kind of enjoyment to sit in the evenings at a coffee house overlooking the Irgandi Bridge and watch it embrace you with all its past and history… Every city has different buildings with different cultural values and tales. But the city of Bursa hides many legends in every nook and cranny that those who are curious cannot get enough of. One can always take pride in being a local of Bursa as one does research and finds out more about the past. The wisest, the most active and the most colorful bridge of Bursa not only connects two roads together but also takes the visitors of Bursa on a mystical trip to the past. Fotoğraf / Photo: Mustafa Mesut Şık, 05.02.2014 45 46 47 yakın plan close up Çağrı Çankaya Hayallerinin seyyahı Traveler of his dreams Yazı / Written by: Ferhan Petek O yalnızca gitmekle yetinmiyor, kalanların içinde de bir gitme arzusu uyandırıyor. Her anının tadını çıkararak yaşadığı hayatıyla insanlara ilham olurken, bir yandan geziyor bir yandan tasarlıyor. Bursalı tasarımcı gezgin Çağrı Çankaya, onun için her şeyden önce gelen “yol”a ilk kez 2011 yılında, cebindeki son parası ve aklındaki “Seyyah olun, turist değil” sloganıyla çıktı. Travelling by himself is not alone for him; he also makes those who stay behind want to hit the roads. While he gives inspiration to people with the life he enjoys, he also travels around and designs at the same time. The travelling designer from Bursa Çağrı Çankaya first got on the “road” that comes before everything for him in 2011 with the last money he had and with the motto of, “Be a traveler, not a tourist”. 48 Güzel sanatlar içinde büyüyen, çocukluğundan itibaren kendini ifade ederken hep kâğıtları ve boya kalemlerini kullanmayı tercih etmiş bir tasarımcı Çağrı Çankaya… Hiçbir zaman yalnızca bir tasarımcı olmakla yetinmeyip her zaman hep daha fazlasını aramış. Küçük yaşlarda keşfettiği yaratıcılığına, büyüdüğünde maceracı ruhu ve cesareti de eklenince düşmüş yollara… Hiçbir düşüncenin, kavramın ya da para biriminin anı yaşamaktan daha önemli olmadığını fark ettiğinden beri onun için “hayat” yollarda… 1984 Bursa doğumlu Çağrı Çankaya. Ailesinde neredeyse herkes güzel sanatlar mezunu hayatları çizimle, tasarımla geçmiş. Bu mesleğe olan ilgisini biraz da genlerine bağlayan Çağrı Çankaya, ilk tasarımlarının okulda, kendi ve arkadaşları için hazırladığı sahte karne tasarımları olduğunu söylüyor. Doğduğu şehirde Güzel Sanatlar Lisesi’nde aldığı eğitimden sonra İzmir’de Grafik Tasarım bölümünden mezun oldu. İş hayatına atılarak reklâm ajanslarında, ünlü markalar için çalıştı. Ancak her zaman onu rahatsız eden bir şeyler olduğunu hissediyor ve yaptığı işin en önemli faktörü olan yaratıcılığın, kapalı kalmak zorunda olduğu ofislerde Çağrı Çankaya is a designer who has preferred using paper and paint to express himself since his childhood during which he grew up surrounded by fine arts… He has never been content with being only a designer and has always sought for more. When a spirit for adventure was added to his creative soul as he grew up, he has hit the roads… Life for him is on the “roads” since the day he discovered that no thought, concept or currency is more important than living in the moment… Çağrı Çankaya was born in 1984 in Bursa. Almost everyone in his family is alumni of fine arts and they have spent their lives drawing or designing. Çağrı Çankaya believes that his interest in this profession is also due to his genes and says that his first design was the fake grade cards that he prepared for himself and his friends during primary school. Following the education he received at the High School for Fine Arts in Bursa, he has graduated from Graphic Design in Izmir. After that he started his professional career working for famous brands at advertising agencies. However, he always felt that something was bothering him and that his creativity would dry up in closed offices. He started looking for things that would trigger his creativity by enabling him to develop himself by learning new things. He quit his job with the support of his friend whom he called to share his troubles at that time and locked himself in his house to decide on what he was going to 49 yakın plan close up köreleceğini düşünüyordu. Hem kendini geliştirecek hem de öğrendiklerinin üzerine bir şeyler ekleyerek yaratıcılığını daha da tetikleyecek etkenler aramaya başladı. Bu sıkıntılarını paylaşmak için aradığı yakın arkadaşının da katkısıyla o dönem çalıştığı işinden istifa etti ve ne yapacağına karar vermek için evine kapandı. Bu süre içinde bir rota belirleyip, gerekli kişilerle iletişime geçti; blog hazırlayıp, yalnızca tasarım yeteneğini kullanarak hayatta kalabileceği bir dünya turu planladı. Binlerce mail attı, ona yardımcı olabilecek bir sürü kişiyle irtibata geçti. Nihayet 11 Temmuz 2011 tarihinde cebindeki ancak yola yetecek miktarda para ve en gerekeceğini düşündüğü birkaç ufak tefek eşyasını koyduğu sırt çantası ile yola çıktı. İlk seferde altı ay boyunca dolaştığı Mumbai, Pune, Goa, Chiang Mai, Ho Chi Minh, Seoul şehirlerinde farklı reklâm şirketlerinde çalıştı. Altı ayın sonunda bazı sağlık sorunları yüzünden küçük bir ara vererek ülkesine dönmek zorunda kaldı. Ama Çağrı Çankaya için yol henüz başlamıştı ve devam etmeliydi. 2012 yılının Mart ayında yeniden yollara düştü. Ona göre ilk rotayı belirlemek, bu işin en zor kısmıydı. İkinci rotayı belirlemek bu yüzden artık çok daha kolaydı. “Yol, kendine bir yer bulamamış kişinin özlemidir. Kendi yerini yerleşiklikte bulamayan kişi onu yolculukta arar. Özellikle çok büyük yolculuklar, büyük buhranlar sonucu çıkmıştır hep.” Yollardaki tasarımcı Çağrı Çankaya, çıktığı yolda birçok dost edindi; onu yolunda umutlandıracak kadar iyi niyetli destekler de gördü ama yola çıkmadan önce aldığı kararlar için yakınları 50 arasında onun “aklından zoru olduğunu” düşünenler bile oldu. Çünkü ortalama bir hayatın standartlarının dışında bir yaşam için kolları sıvamış olmak, başkaları için hem hayranlık uyandırıcı hem de korkutucuydu. Hayatın yollarda geçmesinin yanı sıra bir yandan para kazanabilmek için yaptığı işler farklı ülkeler, farklı şehirlerdeydi ve mesleğinin ayrıntıları her kültür için farklılık gösteriyordu. Bunlara uyum sağlamak, insanlarla sıcak ilişkiler kurabilmek ve her şeye rağmen hayatta kalabilmek kolay değildi. Onu işe çağıran bir ülkeye gittiğinde arayıp ulaşamadığı şirketler de oldu, ayakkabıları çalındığında eve yalınayak yürüyerek gitmek zorunda kaldığı günler de… Bir gün havaalanında mahsur kaldı; bir gün gıda zehirlenmesi yüzünden mide kanaması geçirerek neredeyse canından oluyordu. Yine de hiçbir zaman vazgeçmedi ve yolundan geri dönmedi. Çünkü o en başından çıktığı yolda bir şekilde hayatta kalmayı hedeflemişti ve hala hayattaydı. Ona göre o risk almıyordu çünkü onun için asıl risk, monoton bir hayatı kabul etmekti. Tasarımla dünyayı gezme fikri ve bunu hayata geçirebilmiş olması güzeldi ama Çağrı Çankaya için yeterli değildi. Bu fikri başka fikirlerle desteklemeliydi. Belki birlikte çalıştığı şirketlerle birlikte bir sosyal sorumluluk projesine imza atabilir ve böylece ilham vermenin ve onları cesaretlendirmenin yanı sıra insanlara başka şekillerde de faydalı olabilirdi. Çankaya bu yola çıkmadan önce hem özel hayatını hem de mesleğini sorgulayarak kendini ve tasarımlarını geliştirebilmek için en iyi yöntemin bu olduğuna karar verdi. Onun için dünyanın en iyi eğitimi yaşarak alınan eğitimdi ve daha iyisi olamazdı. Kendi deyimiyle dibe vurup boy verdiğinde, hayatındaki tüm eksiklikleri, tüm mutsuzlukları do. During this time he drew a route for himself and contacted the relevant people; prepared a blog and planned a world trip during which he could earn his living using his talents for design. He sent thousands of e-mails, contacted many people who could help. Finally, in July 11, 2011 he got his bag with a few things he thought he might need along with money only enough for the road and went out. During the first six months of the first trip he worked at various advertisement agencies at Mumbai, Pune, Goa, Chiang Mai, Ho Chi Minh, and Seoul. At the end of the six months he had to quit for a while due to various health problems and return to his country. However, the road had only just started for Çağrı Çankaya and he had to go on. In March 2012 he hit the roads again. According to him, deciding on the first route was the hardest part. That is why planning the second route was much easier. “One longs for the road if he/she has not been able to find a place for one’s self. Those who cannot find themselves when they settle down start seeking on the road. Especially long trips are almost always the result of big crises.” The designer on the road Çağrı Çankaya met many new friends on his travels; he also received support that gave him hope but there were people even among his relatives who thought that he was “out of his mind”. Because setting out to live a life that falls out of the normal standards of an average life was both inspiring and frightening for others. In addition to living on the road, the things he did to earn his living varied from country to country and city to city due to different cultures. It was not easy to adapt to all this, establish warm relationships with others and stay alive despite everything. There were companies that he could not reach when called in for work as well as days when he had to walk home bare footed when his shoes were stolen… One day he got stuck in an airport; one day he almost passed away due to gastric bleeding as a result of food poisoning. Despite all these he never gave up. Because his goal was to stay alive on this road and he was still alive. He did not think that he was taking any risks, because for him the real risk was accepting a monotonous life. It was nice that he had been able to accomplish his original thought of travelling around the world and designing at the same time; but this was not enough for Çağrı Çankaya. He had to support this with other thoughts. Maybe he could start a social responsibility project with the companies he was working for and thus could be beneficial to others in addition to inspiring and encouraging them. Çankaya decided that this would be the best method for improving both himself and his designs by questioning his career and occupation before going on this road. For him the best education in the world was one where things were learned by doing. In his own words, he started renewing himself by throwing aside all the things he lacked and all his unhappiness when he hit the bottom. He realized that what he had seen experienced and learned during the 3 years on the road were above everything else. The fact that the job he enjoyed doing required originality and freedom depended on his feeling free. It was this factor that enabled him to follow the decisions he made. He lived for doing the best that he could in his job as “DOTR” that is Designer On The Road and to travel, be happy and he succeeded in doing so. His plan for the future is to continue doing the same thing. Among his plans for the future are exhibitions to displaying what he saw during his travels and publishing a book. Even though he does not enjoy uncertainties, he knows that his whole life is built around uncertainties and that many surprises await him at every turn. And the best part is that he accepts everything as they come either good or bad. Even though he travelled to dozens of countries and stayed long enough to understand and learn their culture in each one, he plans to continue until there is nowhere else that he has not seen on the world. Even though this year he seems to have somewhat settled when he started giving lessons at a university, he seems to 51 yakın plan close up bir kenara atarak yenilenmeye başladı. Yollarda geçen 3 yılının, hayatı boyunca gördüğü, öğrendiği, yaşadığı her şeyin çok üzerinde olduğunu fark etti. Severek yaptığı işi özgünlük ve özgürlük gerektiren bir iş olması; onun da özgün olduğu kadar özgür hissedebilmesine bağlıydı. Aldığı kararların sonuna kadar peşinden gidebilmesindeki bir etken de bu düşünce oldu. Dünya çapındaki ismiyle “DOTR” yani Designer On The Road, işini doya doya ve en keyif alacağı şekilde yapmak, seyahat etmek, mutlu olmak için yaşadı ve bunu başardı. Geleceği için plânı ise bunların aynı şekilde devam etmesi. Bundan sonraki eylemlerinin arasında gezip gördüklerinden, yaşadıklarından kesitler içeren bir sergi ve bir kitap yayınlamak var. Belirsizliklerden pek de haz etmemesine rağmen neredeyse tamamı belirsizlik üzerine kurulu yaşamında onu birçok sürprizin beklediğini biliyor. En güzeli de iyi ve kötü her şeyi kabul ediyor olması. Onlarca ülkeye gittiği, her birinde orayı yeterince tanıyacak, anlayacak ve oraya alışacak kadar kaldığı halde, dünyada görmediği yer kalmayana dek yoluna devam etmeyi plânlıyor. Bu yıl 52 İstanbul’da bir üniversitede eğitim vermeye başlayarak, yalnızca bir süre dinlenmek için sabit bir düzene geçmiş olsa da; o, yollara çıkmaya, dünyanın gözü de onun üzerinde olmaya devam edecek gibi görünüyor. Aslında her insanın içindeki dünyayı gezip görme arzusu, içinde olduğumuz sistemin içinde nasıl kurulduğunu bile unuttuğumuz bir hayalin içinde tutsak. Çağrı Çankaya ise her şeye rağmen cesaret edebilen ve insanın elini kolunu bağlayan her türlü engeli hiçe sayan maceracı bir kahraman. Gittiği yerlerde yaşadığı her süreci anlatan videolar ve yazılarını blogunda ve sosyal medya sayfalarında paylaşarak, insanlara hem yol gösteriyor hem de “sen de yapabilirsin” mesajı veriyor. Dünyaca ünlü konferanslara konuşmacı olarak katılıyor, konuk edildiği yurtiçi ve yurtdışı yayınlarda, okulların düzenlediği kariyer günlerinde yaşadıklarını ve hissettiklerini anlatıyor. Çünkü ona göre insanın hayali ne olursa olsun, onu yapmanın bir yolu mutlaka vardır. İnsan yeter ki o yolu bulsun ve vazgeçtiği tek şey “ertelemek” olsun. continuously be thinking about going on the road again. Actually the dream of travelling around the world has been captivated in a prison in the system that we are a part of. But Çağrı Çankaya is an adventuresome hero who is brave enough to face every obstacle that one can face. He shares videos and articles in his blog describing what he experiences at each location and shows people the way via social media giving them the message of “you can also do it”. He attends famous conferences all over the world as guest speaker; he talks about his experiences in international publications as well as career days of universities. Because no matter what one dreams of, there is always a way to accomplish it. The only thing that one should do is to find a way and give up only on “postponing”. 53 hayat hikayesi the story of life Yolların “en iyi”si The “best” on the roads İhsan Aknur Yazı / Written by: Ferhan Petek 54 Fotoğraf / Photo: Engin Çakır Belki birçok meslektaşı gibi o da hayatını yıllardır yollardan kazanıyor. Ancak 1982’den beri; öğrendiği yabancı diller, 20’den fazla kitabı, katıldığı uluslararası yayın yapan televizyonlardaki TV programları ve dikkat çekici internet sitesiyle tüm dünyanın tanıdığı bir isim haline geldi. Binlerce turistin sevgisini ve ilgisini kazanan İhsan Aknur, dünyanın “en iyi” taksi şoförü olarak anılıyor. Kendi tanımıyla ise onun işi “hatıralar yaratmak…” He may be earning his living on the road like many of his colleagues. However, he has become famous since 1982 with the foreign languages he has learned, the over 20 books he has written, the TV programs he has attended in international channels and his interesting web site. İhsan Aknur has earned the love and attention of thousands of tourists and is known as the “best” taxi driver in the world. He calls his job “creating memories”… İhsan Aknur; insanın mesleğindeki başarısının, onu ne kadar sevdiğine bağlı olduğunun canlı bir kanıtı. Yıllar önce bir yandan sevdiği işi yaparken, diğer yandan ülkesini dünyaya tanıtmak için kolları sıvamış. İşini en iyi şekilde yapmak belki de biraz sınırlarını zorlamak için birkaç dil öğrenmekle yetinmeyerek, 22 misafir kitabı da oluşturmuş. Müşterilerinin daha doğrusu arkadaşlarının önerisiyle, 2000 yılında müşterilerinin onu tanımladığı isimle (the best taxi driver) internet sitesi açan Aknur, kısa süre içinde tüm dünyanın tanıdığı, sevdiği ve güvendiği bir taksi şoförü haline gelmiş. Kendi deyimiyle tek rakibi ise “Taxi Driver” filmindeki rolüyle Robert De Niro... 1953 yılında Ankara’da doğan İhsan Aknur, 1978 yılında İstanbul’a gelmeden önce doğduğu şehirde taksicilik yapmaya başladı. İstanbul’da bir süre minibüs şoförlüğü de yaptıktan sonra, ağabeyinin kullandığı arabalara duyduğu hayranlık onu taksi şoförlüğüne teşvik etti. Babasının, eğitim alması konusundaki tüm ısrarlarına rağmen okula devam etmeyip, bir taksi durağında iş buldu. 18 yaşında ehliyetini alıp, iki yıl sonra askerlik görevini de yerine getiren Aknur, askerden döndükten sonra tamamen İstanbul’a yerleşti. Hem araba kullanmaktan hem de turistlere şehrini, ülkesini tanıtmaktan mutluluk duyuyordu ama ona göre büyük bir sorun vardı. Turistlerin gitmek İhsan Aknur is living proof that the success in one’s career depends on their love of the job. Years ago, while doing the job he loves he has also decided to introduce his country to the world. He has pushed the limits to perfect his job by not only learning several foreign languages but also generated 22 quest books. In 2000, Aknur has launched his web site with the suggestion of his customers or in other words his friends giving it the name that he is known by (the best taxi driver) after which he has become a taxi driver that all the world knows, loves and trusts. For him, Robert De Niro is his only rival with his role in “Taxi Driver”… İhsan Aknur was born in Ankara in 1953 and has started working as a taxi driver in his hometown before moving to Istanbul in 1978. After working as a minibus driver in Istanbul for a while, his love of cars forced him to take up taxi driving. Despite his father’s insistence to make him continue his education, he quit school and got a job at a taxi stop. He got his driver’s license when he was 18, completed his military service two years later and settled down in Istanbul afterwards. He was happy to drive and introduce his country to others, but for him there was a problem. He could not clearly understand where the tourists wanted to go and he was unable to tell what he wanted to tell the tourists about the historical locations. This was something that needed to be resolved immediately and if Ihsan Aknur has decided on something, it meant that he would do it soon. He started an English course while in the mean time he practiced talking with the tourists. He could never get enough of learning and looking for ways to do his job better. The communication he established 55 hayat hikayesi the story of life istedikleri yerleri tam olarak anlayamıyor ve gezdikleri yerler hakkında sahip olduğu bilgilerin hepsini onlara istediği şekilde aktaramıyordu. Bu hemen tamamlanması gereken bir eksikti ve İhsan Aknur bir şey yapmaya karar verdiyse bu, o kararın en kısa sürede gerçekleşeceği anlamına geliyordu. Bir yandan İngilizce kursuna gidip bir yandan turistlerle öğrendiklerini pekiştirmeye başladı. Ne öğrenmeye doyuyor ne de işini, daha iyi nasıl yapabileceğinin yollarını aramaktan vazgeçiyordu. Taksisine binen misafirleriyle kurduğu iletişim onu ve misafirlerini mutlu ederken, adı dilden dile dolaşmaya başladı. Turistler ülkelerine döndüklerinde arkadaşlarına bu eğlenceli, bilgili, güvenilir ve iyi insanı anlatıyor; Türkiye’ye gittiklerinde mutlaka onun taksisine binmelerini öneriyorlardı. İhsan Aknur ise müşterilerinin çok değer verdiği görüşlerini duymakla yetinmedi. Onlardan, hazırladığı misafir defterlerine duygu ve görüşlerini yazmalarını istedi. Her ülke için ayrı ayrı hazırladığı defterleri, 2000 yılında açtığı internet sitesinde yayınlamaya başladı. Müşterilerinin önerisiyle yayına aldığı internet sitesi, dünya çapındaki ününün daha da artmasına sebep oldu. Çıktığı ilk yabancı kanal ABC Avusturalya TV’ydi. Bunu National Geographic’teki “Hunder Dolar Taxi Ride” programı ve 2002 yılında konuk olduğu Discover Citycabs takip etti. 2007 ve 2009 yıllarında da çeşitli yabancı kanallara konuk olan İhsan Aknur, bir yandan farklı diller öğrenmeye devam etti ve özellikle Bizans dönemi olmak üzere tarih çalışmaya başladı. Mesleğine olan sevgisi ve ilgisi onu sürekli öğrenmeye ve kendini geliştirmeye teşvik ediyordu. Tüm dünya onu, 56 with the customers made them happy and his fame started to spread around. Tourists told of this joyful, knowledgeable, trustworthy and fine man to their friends when they got back; they told them to get a ride on his cab when they go to Turkey. But Ihsan Aknur did not settle with hearing the positive opinions of his valued customers. He wanted them to write their thoughts and opinions in his guest book. He prepared notebooks for each country and started posting them at his website that he launched in 2000. The internet site that he launched with the suggestions of his customers increased his worldwide fame. The first international channel that he appeared on was ABC Australia TV. This was followed by the “Hundred Dollar Taxi Ride” program at on National Geographic and the Discover Citycabs that he appeared in 2002. Ihsan Aknur appeared in various international channels in 2007 and 2009 as well and continued to learn other languages in the mean time while starting to work especially on history and the Byzantine era. His love for his work forced him to learn and evolve himself continuously. The entire world followed him in awe in the TV shows that he attended. He was invited to many national and international symposiums. We listened to him most recently at the 12th Success and Quality Symposium in Bursa named “Yolculuk Nereye?”(Wher to?) organized by KalDer. He participated in the world famous Tedx conferences as a speaker. He had local and foreign tourists as his customers as well as famous people such as Austria’s most famous painter Hermann Nich, the stuntman of Spiderman movie and the producer of the program No Reservations, Anthony Bourdain. Now if a tourist came to Turkey “Ihsan Aknur” was the only name he/she would call. Despite the many praises he has received until today, he keeps on saying that he has “only done what needs to be hem internet sitesine eklediği videolardan hem de katıldığı televizyon programlarından takip edip, hayranlık ve takdirle izledi. Yurtiçi ve yurtdışında birçok sempozyuma davet edildi. Onu en son nisan ayında KalDer’in Bursa’da düzenlediği “Yolculuk Nereye?” isimli 12. Başarı ve Kalite Sempozyumu’nda konuşmacı olarak izledik. Dünyaca ünlü Tedx konferanslarına da konuşmacı olarak katıldı. Hem yerli hem de yabancı turistleri gezdirdiği kadar, onun ününü duyan Avusturya’nın en ünlü ressamı Hermann Nich, Örümcek Adam filminin dublörü ve No Reservation programının yapımcısı Anthony Borden gibi tanınan isimler de devamlı müşterileri haline geldi. Artık, bir turist Türkiye’ye gelecekse arayacağı tek isim “İhsan Aknur”du. Ona yapılan hayranlık dolu övgülere karşılık o bugüne dek yalnızca “yapması gerekeni yaptığını” savunmaktan vazgeçmiyor. Her fırsatta en büyük isteğinin, bugüne kadar gezdirdiği turistlerin ülkelerini görmek olduğunu söyleyen Aknur; 2005 yılında 28 günlüğüne Avusturya, Almanya ve Danimarka’da düzenlenen etkinliğe, 13 yıllık emektarı 1994 model Tofaş marka arabasıyla katılma fırsatı buldu. Böylece Türk bir otomobil markası, İhsan Aknur sayesinde küçük çapta bir dünya turuna çıkmış oldu. Bu olayla birlikte hem kendi hatıralarına hem de ülkesinin tarihine unutulmaz bir iz bırakan İhsan Aknur’un, onları eğlendirdiğinden çok onlarla birlikte eğlendiğini söylediği misafirleriyle birlikte oluşturduğu büyük bir fotoğraf ve yazı arşivi var. Büyük bir kısmı yayınlanmış olmasına rağmen, daha birçok yazı ve fotoğraf sırasını bekliyor. İhsan Aknur ise her geçen gün anılarına bir yenisini daha done”. He continuously repeats that his desire is to see the countries of the tourists that he has given a ride in his taxi and he got the chance to attend an organization in Austria, Germany and Denmark for 28 days in 2005 with his 13 year old 1994 model Tofaş brand car. Thus, a Turkish car brand went on a small world tour thanks to Ihsan Aknur. This left many valuable memories both for himself and the history of his country and Ihsan Aknur has a very large collection of photos and articles from his guests for whom he says that he is actually the one having all the fun, not the other way round. Even though most of these have been published, many articles and photos still await to be published. Meanwhile, Ihsan Aknur continues to create new memories every day. Aknur is happy to live in his city and introduce his country to others and he has stopped making this job only for money years ago. He not only takes tourists around but makes them experience Istanbul and Turkish culture. In his private life he has 4 children from a marriage that ended in 2004. He says that he has received his education not from schools but from life itself and in his own words he is an alumni of the “school of life”… He strived to do the best during his career of over 40 years. He kept on looking for answers to the question “How can this be better?”. For years he did the job he loved and took his guests around while making sure they “have fun”. He not only brought a new dimension to the profession but also set forth an example that the only obstacle is one’s own self. Aknur wishes to add new photos and memories to those he shares with his guests from all over the world and maybe one day have his own TV show. He sets an example that there is no limit to what one can do with his dedication to his profession and colorful personality. He is likely to add many more memories to those that he has “created” thanks to his energy and his perspective towards life. 57 hayat hikayesi the story of life eklemekten geri kalmıyor. Kentini ve ülkesini yaşamak kadar anlatmaktan da büyük mutluluk duyan Aknur, yaptığı işi yalnızca para kazanmak için yapmayı uzun süre önce bırakmış. Turistleri yalnızca gezdirmekle kalmıyor onlara her şeyiyle İstanbul’u ve Türk kültürünü yaşatıyor. Özel hayatında 2004 yılında biten evliliğinden 4 çocuğu var. Okullardan yeterince alamadığı eğitimini hayatın içinden aldığını savunuyor, kendi deyimiyle o bir “hayat okulu” mezunu… Mesleğini icra ettiği 40 küsur yılda her zaman en iyisini yapmak için çabaladı. Hayatının her anında, yaptığı her şey için “Daha iyi nasıl olabilir?” sorusunun cevabını arayarak yaşadı. O yıllarca, 58 sevdiği işi eğlenerek yaptı ve misafirlerini “eğlendirerek” gezdirdi. Taksi şoförlüğüne bambaşka bir boyut getirdiği gibi, insanın tek engelinin kendisi olduğu konusunda tüm dünyaya örnek oldu. Aknur; dünyanın her yerinden misafirleriyle paylaştığı anıları, fotoğrafları içeren kitaplarına yenilerini eklemek ve bir gün kendi televizyon programını da yapmak istiyor. Mesleğine olan bağlılığı ve renkli kişiliği ile insanlara öğrenmenin yaşı ve insanın istediği sürece yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını kanıtlarcasına yaşıyor. Enerjisi ve hayata olan bakış açısı sayesinde ise yollarda “yarattığı” hatıralarına, daha nicelerini ekleyecek gibi görünüyor. 59 geçmiş zaman kipinde the past tense “Süper Türk Canavarı” “Super Turkish Monster” “Otomobil sektörünün ulusal kahramanı” ilân edilen, yolların efsane ismi, eski bir yol arkadaşı Anadol… Peşinden gidilen bir hayalin 48 yıl önce başlattığı macerasında adı için yarışmalar düzenlendi, hakkında çok şey konuşuldu. 1966 yılından bu yana kat ettiği yolda, varlığı hep “olay” oldu. Travelling by himself is not alone for him; he also makes those who stay behind want to hit the roads. While he gives inspiration to people with the life he enjoys, he also travels around and designs at the same time. The travelling designer from Bursa Çağrı Çankaya first got on the “road” that comes before everything for him in 2011 with the last money he had and with the motto of, “Be a traveler, not a tourist”. Yazı / Written by: Ferhan Petek 60 Araba tutkunları iyi bilirler; yolun tadı en iyi iki şekilde çıkar. Ya son model ya da hem yaşı, hem işçiliği, kısaca tam anlamıyla “klâsik” olmaya hak kazanmış bir arabanın yol arkadaşlığıyla. Otomobil sektörüne bıraktığı izler ve yaşı nedeniyle ayrı bir saygıyı hak eden Anadol, hatırı sayılır ve unutulmaz klâsikler arasındaki yerini çoktan aldı. Bugün hâlâ milyonlarca tutkunu olan, filmlere, kitaplara ilham veren Anadol, aslında her şeyden önce Türkiye ve otomobil sektörü için gerçek bir “devrim”di. O yalnızca bir otomobil değil, doğduğu ülkede atılan birçok adımın cesaret kaynağıydı. “Bu memleketin otomobili” Anadol’un 1966 yılında “bu memleketin otomobili” sloganıyla başlayan macerası, tam 48 yıl sonra devam eden bir etkiye sebep oldu. Bunun nedeni olan birçok sebepten biri de Türkiye’de seri olarak üretilen ilk Türk otomobili olma özelliğine sahip oluşuydu. Bu konu Car lovers know well that one can enjoy the road in two ways. When your travel mate is either a top of the line or a “classic” car that has earned its reputation both with its age and its craftsmanship. Anadol took its place among the classics thanks to the traces it left in the automotive sector and its age. Today, it still has millions of fans, gives inspiration to movies and books but first and foremost it was a real “revolution” for Turkey and the automotive sector. It was not only a car but the source of courage for many of the steps taken in its country of origin. “The car of this country” The adventure of Anadol started in 1966 with the motto “the car of this country” and caused an effect that still ripples after 48 years. There are many reasons for this, one of which was that it was the first Turkish car that was mass produced. This was always open to discussion because there were attempts prior to Anadol. However, these could not be successful. “Nobel” the production of which was stopped shortly after its launch and “Devrim” which is still mentioned due to its design and engineering success took their place in history as the first attempts of the Turkish automotive sector before 61 geçmiş zaman kipinde the past tense her zaman tartışmaya açık kaldı çünkü Anadol’dan önce de girişimlerde bulunuldu. Ancak büyük başarılarla sonuçlanamadı. Piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra imalatı durdurulan “Nobel” ile tasarım ve mühendislik başarısıyla anılan “Devrim” arabaları, tarihteki yerini, Türk otomobil sektörünün Anadol’dan önceki denemeleri olarak aldı. 1966 yılında, Vehbi Koç’un kurduğu Otosan A.Ş. tarafından başlanan Anadol arabalarının üretimi 1984 yılına kadar devam etti. Anadol’un varlığı Türk otomobil sektörü için ilham verici olduğu kadar teşvik edici bir anlam da barındırıyordu. Çünkü Anadol, kendinden önce yaşanmış bazı aksiliklere, eksikliklere rağmen Türkiye’de tamamen Türk olan bir arabanın üretilebileceğinin ispatı olmuştu. Otomobil sektörünün en “Türk usulü” otomobili Anadol, saatte 180 kilometre hız yapan, Türkiye otomobil tarihinin “ilk spor otomobili” unvanını kazanan Anadol STC–16 modeliyle de çok konuşuldu. 3 yıl içinde 176 adet üretilen “STC–16” Anadol’un en dikkat çeken modellerinden biri oldu. Adı, modelin adı olan STC16’nın açılımıymış gibi görünse de aslında bu kısaltmanın orijinal hali “Sport Touring 62 Coupe”ydi. Ancak etkin olduğu yıllar boyunca ona, dönemin gençleri tarafından yakıştırılan “Süper Türk Canavarı” adıyla anıldı. 1973 – 1975 yılları arasında üretimi yapılan Süper Türk Canavarı genel olarak kullanılan ve “Alanya Sarısı” olarak bilinen rengi, spor olması nedeniyle özellikle gençlerden gördüğü ilgi, Türkiye ve dünya çapında yapılan ralli yarışlarında elde ettiği başarılarla otomobil tarihine silinmez izler bıraktı. Türkiye’de tasarlanıp yine Türkiye’de üretilen, hem de spor bir otomobil, Türkiye’nin otomobil sektöründeki başarısı açısından büyük değer kazanmıştı. Bugün böyle bir klasiğe sahip olmak, otomobil tutkunları tarafından nasıl büyük bir itibar anlamına geliyorsa; üretildiği ve etkin olduğu yıllarda da sahibine hem zenginlik hem de saygın bir sosyal statü kazandırıyordu. Ancak 1973 yılında petrol krizinin etkisine yenik düştü ve yüksek üretim maliyetleri olduğu kadar yüksek bir gelir düzeyi gerektiriyor olması nedeniyle üretimi durduruldu. STC–16, aynı zamanda en yüksek fiyata satılan Anadol modellerinden biri, ralli sürücülerinin tercihi ve spor araba koleksiyoncularının gözdesiydi. Anadol. Otosan Inc. founded by Vehbi Koç in 1966 continued to manufacture Anadol cars until 1984. The existence of Anadol was inspiring and encouraging for the Turkish automotive sector. Because Anadol was proof that a completely Turkish car can be manufactured in Turkey despite the misfortunes experienced and all the shortcomings. The first “Turkish style” car of the automotive sector, Anadol, became a byword with the Anadol STC-16 model which is the “first sports car” of Turkish automotive history with a top speed of 180 kilometers per hour. 176 “STC–16” models were manufactured in 3 years and it became the most attractive model of Anadol. Even though its name looked as if it was the full form of the abbreviation, the abbreviation actually stood for “Sport Touring Coupe”. However, the youth of the day called it the “Super Turkish Monster” throughout the years that it was active. Its “Alanya Yellow” color that was used for the Super Turkish monster during 1973 – 1975 left indelible marks on automotive history with the interest it received from the young people and its successes in national and international rallies. A sports car designed and manufactured in Turkey had become valuable for the success of Turkey in the automotive sector. If owning such a classic means prestige for car lovers, it meant richness and a respectable social status during the years it was actively manufactured. However, in 1973 it succumbed to the oil crisis and its manufacturing was stopped due to the high production costs as well as the fact that it required a high level of income. STC–16 was also one of the most expensive Anadol models, the preference of rally drivers and sports car collectors. “The Turkish car that turned a long standing dream into reality” Anadol was the realization of a dream that was sought after with stubbornness, decisiveness, passion and permanence… It was a revolution, the story of which car lovers from all over the world listen to in awe and gives pride to those involved in its production process. The long time dream of Vehbi Koç to manufacture an “all Turkish car” demanded from him to fight against export cars. According to him, a car that is produced in Turkey would be proof of the success of the country in the sector, would give the country prestige and save it from loss of foreign currency. A way had to be found for carrying this out. However, the result obtained after calculating the production costs was not very encouraging. As a result of the search for a new, practical and low cost means of production, Rahmi Koç was interested in a car manufactured using a material known as “fiberglass” instead of sheet metal during the visit of a dealer who had come to purchase spare parts. This material was examined more closely and it “Yılların hayalini hakikat yapan Türk otomobili” İnat, kararlılık, tutku ve istikrar ile peşinden gidilen bir hayalin gerçeğe dönüşmesiydi Anadol… Varoluş hikâyesini yerli yabancı her otomobil tutkununun bugün bile hayranlıkla dinlediği, üretiminde payı olan herkesin gururla anlattığı gerçek bir devrimdi o. Vehbi Koç’un uzun yıllar boyunca, ilk yerli otomobili üretme hayali, ithal otomobillere karşı ciddi bir savaş vermesini gerektiriyordu. Ona göre Türkiye’de üretilen bir otomobil, hem ülkenin sektördeki başarısının ispatı olacak, itibar kazandıracak hem de ülkeyi döviz kaybından kurtaracaktı. Bir yolu bulunmalı ve bu üretim bir şekilde gerçekleşmeliydi. Ancak üretim maliyetlerini hesaplayınca ortaya çıkan sonuçlar hiç de teşvik edici değildi. Yeni, pratik ve az maliyetli çare arayışları sonucunda, Rahmi Koç’un yanına yedek parça almak için gelen bir bayinin, sacdan değil “fiberglas” isimli bir malzeme kullanılan otomobili dikkatlerini çekti. Bu malzeme incelemeye alınıp belki de otomobil üretiminde kullanılırsa, hayalini kurdukları devrim gerçekleştirilebilirdi. Fiberglas malzemesinin nasıl kullanıldığını, tekniklerini incelemek için yerine, İsrail’e giden Rahmi Koç’u orada küçük bir hayal kırıklığı bekliyordu. Çünkü bu malzemenin kullanıldığı fabrika son derece basit tekniklerle, özensizce çalışıyordu ve birlikte iş yapmaları imkânsızdı. Ancak çok geçmeden bir İngiliz firması olan Reliant’tan iyi haber geldi ve hem teknolojisi hem de üretim süreciyle son derece modern olan bu firma, fiberglas malzeme kullanıyordu. Uzun süren uğraşlar, sürekli öne çıkan engeller, hız düşüren formaliteler aşılarak Koç grubunu cesaretlendirecek adımlar atılmaya başlandı. 1965 yılında, İngiltere’den İstanbul’a 63 saatte getirtilen ilk prototip, onu deneyen Sanayi Bakanlığı yetkilileri tarafından bazı şartlara bağlı olarak onaylandı. Şartlara göre üretim 10 ay içinde gerçekleşecek ve satış fiyatı otuz bin liranın altında olacaktı. Şartlarda anlaşıldıktan sonra 10 Ocak 1966 tarihinde yapılan resmi başvuru sonrası heyecanlı ve umut dolu bir yolculuk başladı. Her şey hazır gibiydi. Belki de en önemli detay hariç. Otomobile ne isim verileceği hakkında kimsenin bir fikri yoktu. Hemen bir anket düzenlendi ve düzenlenen ankete, otomobil için binlerce was decided that their long time dream could become a reality if this material was used. Rahmi Koç went to Israel to learn more about fiberglass and its means of usage but a disappointment awaited him there. Because the factory where this material was produced worked using very a simple and carelss method, so there was no way that they could work together. However, good news came short time later from Reliant which was a UK company and the company that was very modern with its technology and its manufacturing process was also using fiberglass material. Efforts were made to overcome the obstacles and formalities that slowed them down after which steps were taken that encouraged the Koç group. The prototype that was shipped in 1965 from England and reached Istanbul in 63 hours was conditionally approved by the Ministry of Industry. According to the conditions, manufacturing was to start in 10 months and its sales price would be less than thirty thousand liras. The exciting and hopeful voyage started on the 10th of January 1966 following the official application that was made after a mutual agreement on the conditions. Everything seemed to be ready. Except a very important detail. No one knew what the name of the car would be. A survey was organized and thousands of suggestions were received. Meetings were made and the best name as found after days of hard work: Anadol. Manufacturing was completed in December 1966 after the name was found. The “Turkish car that turned an age old dream into reality” was thus born as expressed in the newspaper ads and posters of the time. “Sell your old car, purchase a brand new Anadol” In compliance with the conditions, Anadol was sold for 26.800 liras, it was manufactured in 1966, however it could not be delivered immediately due to requirements such as sales and traffic registration. The time needed to complete formalities such as Certificate of Competence, Technical Specifications Regulations etc. resulted in prolonging the first delivery to January 1967. According to the newspaper reports of the time, the first delivery was made to the general secretary of a pharmaceutical company. 4 door models in the 70s followed the first two door Anadol cars that were manufactured. In 1975, the production of these two door models was stopped. Work on new model designs continued throughout the 70s. However, many models never went public despite the fact that their designs were completed and prototypes were ready. The production of Anadol went on a 3 year hiatus following the production of “16 SL” 1981. It was thought that this model would receive attraction due to its authentic and classy design; 63 geçmiş zaman kipinde the past tense isim önerisi geldi. Toplantılar yapıldı, defalarca bir araya gelindi ve günler süren çalışmalar arasında en uygun isim bulundu: Anadol. İsminin de bulunmasıyla birlikte 1966 yılının Aralık ayında üretimi de tamamlandı. Döneminin gazete ilanlarında, reklâm afişlerinde kullanılan ifadedeki gibi “yılların hayalini hakikat yapan Türk otomobili” doğmuştu. “Eski arabanızı satınız, sıfır kilometrede bir Anadol alınız” Şartlara uygun olarak 26.800 liraya satışı yapılan Anadol, 1966 yılında üretilmişti ancak satış ve trafik tescili gibi gereklilikler nedeniyle hemen teslim edilemiyordu. Yeterlilik Belgesi, Teknik Şartlar Yönetmeliği vb. formalitelerini tamamlanması için harcanan süre ilk teslimatın 1967 yılının Ocak ayına sarkmasına sebep oldu. O yıllardan kalma gazete haberlerine göre ilk teslimat, bir ilaç firmasının genel sekreterine, küçük bir törenle teslim edildi. İlk üretilen iki kapılı Anadol’u, 70’li yıllardan itibaren 4 kapılı modeller takip etti. 1975 yılından itibaren ise iki kapılı modellerin üretimi tamamen sona erdi. 70’li yıllarda da sürekli geliştirilmesi için yeni modellerin tasarımı üzerinde çalışmalar devam etti. Ancak tasarımı tamamlandığı, prototipi oluşturulduğu halde çeşitli sebeplerle 64 üretilemeyen birçok model halka açıklanmadan, sessizce tarihteki yerini aldı. Anadol’un üretimi, 1981 yılında en son ürettiği model olan “16 SL”den 3 yıl sonra durduruldu. Özgün ve şık tasarımına olduğu kadar, işlevselliği de göz önüne alınarak ilgi göreceği düşünülmüştü ancak 4 yılda binden fazla üretilen otomobil, satış yetersizliği sorunu ile karşı karşıya kaldı. Üretilmeye başladığı günden itibaren 85 binden fazla satılan Anadol, bugüne ulaşabilen birkaç modeliyle özellikle koleksiyoncular için büyük bir önem taşıyor. Ortadan kesilerek kamyonet haline getirilmiş Anadollar, ülkenin bazı yerlerinde hala etkin olarak kullanılıyor. Anadol’un, doğduğu ülkede hak ettiği değeri görememiş olduğuna inananları ise İngilizler’in başka ülkelerde birebir taklit ederek ürettiği Anadol kopyası araçlar doğruluyor. Anadol ayrıca üretiminin başlangıç noktası olan, var olmuşluğunu borçlandığı fiberglas malzemesi nedeniyle birçok söylentiye maruz kaldı. Dünyanın belki de birçok yerinde Anadol’un verdiği ilham sayesinde büyük ilgi gören ve birçok alanda kullanılan fiberglas malzemesine sahip olması yüzünden, Türkiye’de Anadol’un keçiler ve eşekler tarafından yenmesine sebep olduğu konuşuldu. Oysa bugüne dek bu durumu kanıtlayan elle tutulur bir kanıt öne sürülmedi. Ama yıllar sonra bugün bile aynı konu gündeme getiriliyor. Söylentiler, engeller, yeni markalar, modeller, değişen zaman, modern ve teknolojik dünyanın hızı, yurtdışından ithal edilen otomobiller… Birçok faktöre bağlı olarak, Anadol’a olan ilgiyle birlikte, satışlar da azalmış ve üretiminin devam etmesi için hiçbir sebep kalmamıştı. Meseleye iyi tarafından bakabilmek yine de mümkündü çünkü geriye dönüldüğünde, ciddi anlamda bir başarı söz konusuydu. Devam etmemesi için geçerli sebepler bulunsa da, Türkiye’de tamamen Türk tasarımı ve üretimi bir otomobilin olabileceği kanıtlanmış; gelecek nesillerin ihtiyaç duyabileceği cesaret sağlanmıştı. Belki de Anadol’un bir görevi de buydu. Her türlü engele, imkânsız gibi görünen duruma karşılık, yeterince kararlı olmanın ve istemenin, yeterli olduğunun ispatıydı Anadol. Onu anlamak hatta onu yaşamak için etkin olduğu yıllarda yaşamış olmak gerekmedi. Geçmişini, onu iyi tanıyanlardan dinlemek ya da okumak ve geçtiği yolları takip etmek her zaman yeterli oldu. however the model that was manufactured more than one thousand in 4 years faced lack of sales. Over 85 thousand Anadol cars were sold since the day it was first manufactured and it continues to be important for collectors with several of its models that can still be found. The Anadol pickup trucks that are made by cutting the car in half are still effectively used in various parts of the country. Those who believe that Anadol did not receive the attention it deserved in its home country are verified by Anadol copy cars that are manufactured by the English in various other countries. Anadol also was the subject of much hearsay due to the fiberglass material that it owed its existence to. The fiberglass material that probably gained attraction all over the world after its use in Anadol cars caused people of Turkey to say that was eaten by goats and cows. However, there is not one single proof for this. But the same thing is still mentioned even today. Gossips, obstacles, new brands, models, changing times, speed of the technological and modern world, exported cars… The interest in Anadol as well as the sales numbers decreased due to many factors and there was no reason to continue production. It is still possible to see the bright side, because when we look back we see a huge amount of success. Even though there were viable reasons to stop production, it was proven that a completely Turkish design car can be manufactured in Turkey thus maybe providing the courage the future generations might need. Maybe Anadol’s task was to accomplish this. Anadol was a proof that being decisive and desiring enough will overcome all obstacles and accomplish things that seem impossible. One did not have to live in the times when Anadol was effective in order to understand and experience it. It was always enough to listen to its past from those who know it or to read about it and follow its tracks. 65 efsane kareler legendary shots Bas gaza Nebahat Abla! Speed on Nebahat Abla! 1960 yılında Metin Erksan’ın çektiği “Şoför Nebahat” filminin yıldızı, beyazperdenin ilk Şoför Nebahat’i Sezin Sezer, bu rolü ile öyle beğenildi ve benimsendi ki devam filmleri çekildi. Sezin Sezer’in ardından Belgin Doruk ve Fatma Girik de bu karaktere hayat verdi. Oyunculuk kariyeri boyunca her zaman güçlü kadınları 66 canlandıran Sezin Sezer ve “Şoför Nebahat”, zamanla büyük bir akımın öncüsü, özgür kadının simgesi haline geldi. Yakın zamanda gerçek hayatta da karşımıza çıkan Şoför Nebahat’lerin cesaret kaynağı oldu. Deri ceketi, kasketi ve dillere dolanan şarkısıyla sinema tarihinde unutulmaz bir yer edindi. Sezin Sezer, the first Driver Nebahat of the white screen who starred in the 1960 production of “Driver Nebahat” directed by Metin Erksan became so famous with this role that sequels were shot. Belgin Doruk and Fatma Girik also played this character after Sezin Sezer. Sezin Sezer had always played strong woman characters during her career and she became the pioneer of a trend and the symbol of free women. She gave courage to the Driver Nebahats whom we started seeing in real life as well. She attained an unforgettable place in this history of cinema with her leather jacket, cap and the famous musical score. 67 efsane kareler legendary shots “Aşk çekenin, yol gidenin.” “Love is for those who feel the pain; roads are for those who travel on them.” Bu unutulmaz kare, 80’li yıllardan kalma bir yol hatırası Çiçek Abbas filminden… Çiçek Abbas rolü ile özdeşleşen İlyas Salman ve Şener Şen’in canlandırdığı Şakir karakterinin atışmaları, filmde geçip dilimize dolanan replikler bugün, hafızalarda olduğu kadar minibüs ve kamyonların arkasında da yaşıyor. Aynı zamanda Sinan Çetin’in ilk yönetmenlik deneyimi de olan film, Yavuz Turgul’un kaleminden çıkan biraz komik biraz romantik hikâyesi ve müzikleriyle de Türk sinemasının unutulmazları arasında. This unforgettable scene is from the Çiçek Abbas movie which is a road trip memory from the 80s… The battle of words between İlyas Salman who was identified with the Çiçek Abbas role and Şakir played by Şener Şen, the lines that we still remember and continue seeing behind minibuses and trucks… The movie was also the first directing experience of Sinan Çetin and this comical romantic tale that was written by Yavuz Turgul is also unforgettable thanks to its musical score. tarihli bu filmle hafızalara kazındı. Asya ve İlyas’ın yollarda başlayan aşk masalı, Cengiz Aytmatov’un aynı adlı romanından uyarlanan bu filmde yarım kalmıştı ama gerçek hayatta 70’li yıllardan günümüze kadar uzanmayı başardı. The story of a truck driver who finds the love of his life on the roads where his whole life passes… Selvi Boylum Al Yazmalım was a milestone in the history of Turkish cinema and it was also the reason for the still ongoing discussions about what love is and is not. The great love story acted out brilliantly by Kadir İnanır and Türkan Şoray left its mark in our minds with this 1977 dated movie directed by Atıf Yılmaz. The love story of Asya and İlyas that starts on the roads as an adaptation of the novel with the same name by Cengiz Aytmatov was half finished but in reality it succeeded in staying alive since the 70s. Yarı yolda kalan bir aşk öyküsü A half finished love story Hayatının en büyük aşkını, ömrünü geçirdiği yollarda bulan bir kamyon şoförünün hikâyesi… Sevginin ne olup ne olmadığı hakkında bugün bile devam eden tartışmaların sebebi, Türk sinemasının kilometre taşlarından biriydi Selvi Boylum Al Yazmalım. Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın samimi oyunculuklarıyla hayat verdikleri büyük aşk, Atıf Yılmaz’ın yönettiği 1977 68 69 efsane kareler legendary shots 80’lerin bitmeyen yol macerası The unending road adventure of the 80’s 1982-1986 yılları arasında, 90 bölüm yayınlanan bir televizyon dizisinin efsane ikilisiydi onlar. David Hasselhoff’un özdeşleştiği rolü Michael Knight ve yapay zekâlı ama çokbilmiş ve biraz da duygusal yol arkadaşı Kara Şimşek... O dönemin özellikle erkek çocukları, büyüdüklerinde 70 “Michael Knight” gibi olup, “Kara Şimşek”e bineceklerini hayal ederlerdi. Bugün TRT’de yayınlanan tekrar bölümleri ve farklı oyuncularla çekilen dizi ve film versiyonları, Kara Şimşek’in kolay kolay unutulmayacağını, daha uzun yıllar yola devam edeceğini kanıtlıyor. They were the legendary duo of the TV series that aired for 90 episodes during 1982-1986. Michael Knight played by David Hasselhoff and KITT, his know it all but emotional road partner with artificial intelligence… Especially the boys of that period dreamed of becoming “Michael Knight” when they grew up and driving KITT. The episodes that are still aired by TRT as well as the different versions shot by various actors and actresses prove that Knight Rider will not be easily forgotten. 71 efsane kareler legendary shots En duygusal yol arkadaşı The most emotional road mate 60’lı yıllarda başlayan film serisiyle hayatımıza sadık bir dost girmişti. Aslında o yalnızca bir arabaydı ama aklı, fikri, duyguları, kısaca ruhu olan bir araba… Bu özellikleriyle hem sinema tarihinde hem de birçok insanın hayal gücünde derin izler bıraktı Herbie. Onun sayesinde neredeyse bütün 1963 Model Volkswagen Beetle’ler “Herbie” olarak anılmaya başladı. Kiminin çocukluğunun en tatlı hatırası, bir arabadan çok daha fazlası olan Herbie’nin, dünyayı saran ve bugün hala devam eden “vosvos sevdası”nda da büyük payı var. A faithful friend entered our lives together with a film series that started in the 60s. This was actually a car, but one that has a mind of its own, emotions and in short a soul… Herbie left deep traces in the imaginations of many people in the history of cinema with these properties. Thanks to it, almost all 1963 Model Volkswagen Beetles were known by the name “Herbie”. Herbie was the sweetest memory of their childhood for some and since it was much more than just a car, it played an important role in the “vosvos love” that continues all around the world even today. 72 73 efsane kareler legendary shots Yolların özlediği şampiyon The champion missed by the roads Bugünlerde yaşam mücadelesi veren, “Formula 1’in gelmiş geçmiş en iyi pilotu” Michael Schumacher, mesleğinde birçok ilke imza atmıştı. 1991 yılında başladığı Formula 1 yarışlarında, dünya şampiyonluğuna ulaşan ilk Alman pilotu seçilmişti. Formula 1’in en popüler pilotu olarak da anılan Schumacher, 90’lı ve 2000’li yıllarda üst üste şampiyonluklar kazandı. Geçmişinde “en çok yarış 74 kazanan”, en çok puan alan”, “en çok rekor kıran” gibi “en”lerle dolu unvanlara layık görülen, dünya çapında başarılara ve üne sahip bir pilottu. 250 Formula 1 yarışının ardından emekliliğini açıklayan Schumacher, geçtiğimiz yıl kaderin cilvesi ile kayak yaparken düşüp kafasını kayaya çarparak komaya girdi. Bugün tüm sevenleri onun iyileşmesi için dua ediyor. Michael Schumacher, “the best Formula 1 pilot of all time” who is currently fighting for his life had many firsts during his career. He was the first German pilot to reach Formula 1 world championship in his career that started in 1991. Schumacher is also known as the most popular Formula 1 pilot and won back to back championships in the 90s and 2000s. He was a pilot that had broken many records such as “the most races won”, “the highest points attained”. Schumacher had announced his retirement after 250 Formula 1 races but with a twist of fate went into a coma when he fell down and hit his head while skiing last year. Today everyone who loves him continues to pray for him. 75 köşe bucak every nook and cranny Varmak mı? Gitmek mi? Arriving or Leaving? Yol filmlerinin neredeyse hiçbirinde konu varılacak yer olmamıştır. Yolda amaç gitmektir, varmak değil. Her zaman bir hedef vardır ama yol filmlerinde tema hep gitmek üzerinedir. Bu bazen karşımıza sıkışmış bireyin her şeyi geride bırakıp sıfırdan başlaması olarak çıkarken genelde ana karakterin yaşadığı deneyimi anlatan bir semboldür. Hiç bir yol filminde ana karakter filmi başladığı kişi olarak bitirmez. Âşık Veysel’in “uzun ince bir yoldayım...” dizesi nasıl hayatın kendisini simgeliyorsa yol filmleri de hayatı ve bu hayatta yaşadığımız değişimleri anlatan en popüler yoldur. Bir asır önce at üstünde seyahat eden insanoğlu, nice dağlar, tepeler, nehirler aşarken, her konakladığı yerde farklı insanlarla tanışıp çok farklı deneyimler edinirken ve tüm bunlar bir bir eklenip onu değiştirirken, hız çağındaki insanoğlu şimdi bir uçağa atlayıp tüm bu deneyimleri bir çırpıda es geçebiliyor. Gerçek hayatta yolculuğumuzdaki amaç gitmek değil bir tatil köyüne varmak. Sistemin ona lütfettiği kadarıyla senede bir haftasını değerlendirmek için. Tarkovsky’nin “Stalker” isimli filminde yine “Stalker” takma adıyla tanıdığımız ana karakterimiz işte bu sistemin dışında kalmış biri. Karısının uzun yakarışlarını dinliyoruz filmin başında. Annesinin bu adamla evlenme uyarılarına zamanında kulak asmamasından dert yanıyor. Çünkü kocasının gerçek bir işi bile yok. O devletin yıllar önce uzaydan düşen gizemli bir cismin sonucunda, etrafını dikenli tellerler ördüğü ve 76 tüm girişleri yasakladığı bir bölgeye, gönüllü insanları gizlice sokuyor. Çünkü bu gizemli cismin etrafına sadece “Stalker” diye tabir edilen, gerekli mental güçleri olan insanlar eşliğinde ulaşabiliyorsunuz. Denilene göre bu gizemli cisim insanlara hayatlarını değiştirecek bir deneyim yaşatıyor. İki gönüllü adamı daha yanına alıp hayatlarını değiştirecek bir yolculuğa çıkıyor kahramanımız. Türlü badireler atlatıyorlar ama gariptir ki filmin sonlarına doğru tam da gizemli cisme ramak kala, yolcular Stalker’a olan inançlarını yitirirler. Onlara yalan söylediğine karar verirler. Bir çeşit reddediş içine girerler. Stalker ısrarla onlara sadece bir kaç adım daha atmaları için yalvarır. Her ne kadar ona inanmıyorlar gibi gözükseler de, aslında gerçeği görmekten korkuyorlardır. Belki de değişmekten... Geri dönerler. Stalker bir başına kalır ve seyircilere yıllar boyunca hayatını bu amaca adadığını ama tek bir kişiyi bile ikna edemediğini anlatır. Herkes bir şekilde birkaç adım kala vazgeçmiştir. Değişmek istemiyoruz. Çünkü gerçeği gördüğümüzde olacağımız yeni “ben” den korkuyoruz. Onunla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bu yüzden artık günler geceler süren yolculuklar yok; bir haftalık bayram tatillerini değerlendirmek var. Utku Akyüz The destination has never been a subject in road trip movies. The aim is to be on the road, not to arrive at a certain destination. There is always a final destination but the main theme is always about being on the road. While this sometimes comes up as an individual starting everything from scratch, it is generally a symbol depicting the experience of the main character. The main characters of road trip movies are never the same at the end. Road trip movies are the most popular way of showing the life and the changes we experience just like the verse of Âşık Veysel, “I am on a long and narrow road...” that symbolizes life itself. Humankind was once travelling on horseback a century ago climbing over mountains, passing rivers and valleys while gaining new experiences and meeting new people everywhere they went changing themselves along the way, but now they can hop on a plane and skip all these experiences. The goal in real life is not to go but to reach a holiday village. To benefit from the one week that the system is so kind to offer them. The main character “Stalker” in the movie by Tarkovsky is someone who has stayed out of this system. We listen to the long appeals of his wife at the beginning. She complains about the fact that she has not listened to the warnings of her mother when she told her not to marry this guy. Because her husband does not even have a real job. He secretly allows volunteers into a forbidden zone surrounded by wired fences where a mysterious object had fallen years ago from the sky. Because you can reach this object only if you are accompanied by the people known as “Stalker” who have the required mental powers. Rumors have it that this mysterious object makes people live a life changing experience. Our hero takes two volunteer men with him and starts a journey that will change his life. They overcome many burdens along the way but for some reason the volunteers lose their trust in the Stalker as they approach the mysterious object. They decid that he is lying to them. They start rejecting him. Stalker begs them to take a few more steps. Even though they seem as if they do not believe him, actually they are afraid of seeing the truth. Maybe of changing… Eventually they return. Stalker is left alone and tells the viewers that he has not been able to convince even one person to what he has devoted his life to. Everyone has given up at the last steps for some reason. We do not want to change. Because we are afraid of the new “me” that we will turn into when we see the truth. That is why there are no journeys that last for days and nights anymore; what is left is to enjoy the one week Bayram holidays. 77 armoni harmony Müziğin altın kızı The Golden girl of Music Benzerine çok nadir rastlanabilecek ses rengi, genç yaşında topladığı ödüller, kırdığı rekorlarla dillerden düşmeyen bir isim Adele. Albüm satışlarıyla “Guinness Rekorlar Kitabı”ndaki yeri, kendi deyimiyle “tesadüfen” keşfedilişi ve nasıl göründüğü neredeyse umurunda bile değil. Çünkü onun için hayatın en değerli detayı nefes aldığı sürece iyi şarkı söyleyebilmek… Adele is a very popular name with her unique tone of voice, the awards she received at a young age and the records that she broke. She almost does not care about her “Guinness Book of Records” spot for the album sales, being discovered “by chance” in her words or her looks. Because for her the most valuable detail in life is to be able to singe well as long as she breathes… Yazı / Written by: Ferhan Petek 78 Adele 79 armoni harmony Kendi tanımıyla “kalbi kırık soul müziği” yapan Adele’nin şarkılarında hep bir acı olduğu kadar her notasında derin bir sevgi var. Sesindeki o büyü de müziğe olan tutkusuyla birlikte, yaşadığı aşk acılarından ve hayal kırıklıklarından geliyor. Aniden hayatımıza girişi ve kırık kalbini onarmak için söylediği şarkılarla dinleyenleri bambaşka âlemlere sürükleyişinden kimse şikâyetçi değil. O da ona “tombul” denmesinden. Mesleğine olan aşkını ve hayata bakış açısını şu sözleriyle en iyi şekilde özetliyor: “Ben de saçımı başımı yaptırmayı seviyorum ama sırf birileri istedi diye kilo vermeyeceğim. Ben müzisyen olmak için müzik yapıyorum, Playboy kapağına çıkmak için 80 değil.” 18 yaşında evinden kovulmuş bir anne ile alkolik bir babanın kızı Adele Laurie Blue Adkins. 1988 yılında İngiltere’de doğdu. Müziğe olan yeteneğini, annesi ve babasının ayrılığından sonra yanında yaşamaya başladığı annesi keşfetmişti. Babası ise onun bir alkolik olduğunu öğrenen kızının yüzüne bakamayacak hatta ileride kazanacağı başarılara ortak olamayacak kadar utanıyordu. Tüm zorluklara rağmen hayata verdiği değeri ve özgüvenini kaybetmeyen Adele kendi sesiyle ilk kez okulda tanıştı. Yaşıtları okul gösterilerinde ellerine mikrofon almaktan çekinirken, Adele duyduğu andan itibaren kendi sesine hayran kalmıştı. 13 yaşında, Adele defines her music as “broken hearted soul music”; almost all her songs have a bitter side as well as a deep love in every note. The magic in her voice comes from her music passion, the pains of love as well as the disappointments she has experienced. No one complains about her sudden emergence in our lives and the way she takes us to different universes with her songs that she sings to heal her aching heart. And she does not complain about being called “chubby”. She summarizes her love to her job with these words every chance she gets: “I also like getting my hair done and stuff but I won’t lose weight just because someone wants me to. I make music to be a musician, not to be a Playboy cover girl.” Adele Laurie Blue Adkins is the daughter of a mother who has been thrown out of her house when she was 18 and an alcoholic father. She was born in England in 1988. It was her mother who discovered her talent in music after she separated from her husband. Whereas her father was so ashamed because her daughter learned that he was an alcoholic that he thought he could never look at her daughter in the face or be a part of her future successes. Adele never lost the value she gave life and or her self-esteem and she first met her own voice at school. Her peers shied away from microphones during school shows but Adele was in awe of her own voice from the moment she heard it. She was given the right to attend the school that Amy Winehouse went to, style of whom Adele still likes. She thinks that she owes her interest in music and the milestone in her musical career to her idols Spice Girls and Pink for whom she says that her life changed when she watched her for the first time on stage. Adele proved her success in musical instruments at school in a short time and started writing lyrics at about the same age. She never thought that the song she made when she was 16 years old would reach all the world. One of her friends who believed in her talent had opened up a “Myspace” page for her and had started sharing her music from this page. In 2006 she took the step that would change her life forever and Adele had now become a voice that the world knew and loved. The contract that she signed after an offer from XL Recordings became the door to a life full of awards and music. This golden voiced girl then got famous in America and signed a contract with Columbia Records. Her mini albums entitled “Hometown Glory” and “Chasing Pavements” were released when she was 18. The album “19” which came later was given many awards in England as well as getting positive reviews from critics. She received the “Critics Choice” award at Brit Awards. She also won Grammy awards with this album which is considered to be one of the most valued awards in the world. She reached a worldwide sales amount of over 2 million. She had no idea that 81 armoni harmony she saved her country from the economic crisis it was in until she received the letter written by the English President. Her material and moral worth had increased and she had become the “light at the end of the tunnel” just like the President said in his letter of acknowledgement. bugün hâlâ tarzının benzediği söylenen Amy Winehouse’nın mezun olduğu okula girmeye hak kazandı. Müziğe olan ilgisini ve müzik hayatındaki dönüm noktasını ise hayranı olduğu, idol olarak gördüğü Spice Girls grubu ve sahnede ilk kez izlediği anda hayatının değiştiğini her fırsatta söylediği Pink’e borçlu olduğunu düşünüyor. Okulda müzik aletlerindeki başarısını kısa süre içinde kanıtlayan Adele, şarkı sözleri yazmaya da bu yıllarda başladı. 16 yaşında yaptığı ilk bestesini tüm dünyaya ulaşması aklında bile yoktu. Onun yeteneğine inanan bir arkadaşı, onun adına bir “Myspace” sayfası açmış ve kayıtlarını burada yayınlamaya başlamıştı. 2006 yılında mezun olduktan sonra hayatını tamamen değiştirecek adım atılmış ve Adele artık adı bilinen ve kısa süre içinde tüm dünyanın duyduğu bir ses haline gelmişti. XL Recordings şirketinden aldığı teklif üzerine imzalanan sözleşme, Adele’nin ödül ve rekor dolu müzik hayatına açılan kapı oldu. Daha sonra Amerika’da da ünlenen bu altın sesli genç kız, Columbia Records ile anlaşma imzaladı. 18 yaşındayken “Hometown Glory” ve Chasing Pavements” isimli mini albümleri çıktı. Daha sonra çıkan “19” isimli ilk albümü eleştirmenlerin övgülerine olduğu kadar İngiltere’de birçok ödüle layık görüldü. Brit Awards’ta “Eleştirmenlerin Seçimi” ödülünü aldı. Dünyanın 82 en değerli ödülleri arasında bulunan Grammy’ye de bu albümüyle hak kazandı. Dünya çapında 2 milyonu aşan satış rakamlarına ulaştı. İngiltere Başbakanı’nın ona gönderdiği mektuba kadar, ülkesini, içinde bulunduğu ekonomik krizden kurtardığını farkında bile değildi. Bir anda hem maddi hem de manevi değeri artmış, Başbakan’ın ülkesi adına gönderdiği teşekkür mektubunda belirttiği gibi ülkesi için “tünelin ucundaki ışık” olmuştu. 2011 yılında çıkardığı ikinci albümü 21 çıkar çıkmaz, Madonna’nın rekorunu kıracak kadar uzun bir süre kalmak üzere listelerin başında yerini almıştı. Bu albüm Michael Jackson’un 39 haftalık rekorunu da yerle bir etti. 21, 39. hafta da listenin 5. sırasından 3. sırasına kadar yükseldi. Amerika dâhil 18 ülkede tüm listelerin başında olması ve efsane grup The Beatles’tan sonra aynı zamanda hem albüm hem de single listelerinde ilk beşte yer alması ile de tarihe geçti. Beatles ile bir ortak yanı da ilerleyen yıllarda alacağı “Kraliyet Nişanı” olacaktı. 2011 yılında Grammy’sine kavuşan şarkı “Someone Like You” American Music Awards’tan 3 ödül aldı. Zaten, 21 albümünün aldığı ödüllerle Guiness Rekorlar Kitabı’na girmiş olmasının dışında bir özelliği de bu şarkıydı. Adele’nin kendisinden ayrılıp The second album 21 released in 2011 stayed at the top of the charts breaking the record of Madonna. This album smashed the 39 week record of Michael Jackson as well. 21 reached number 3 from number 5 in the 39th week. She made history when her album became number one in 18 countries including America and when she was ranked in the top five in both the album and the single lists following the footsteps of The Beatles. Another point that would be common with The Beatles would be the “Order of the British Empire” that she would receive. In 2011 the song “Someone Like You” was given the Grammy award as well as 3 awards in the American Music Awards. Another feature of the album 21 after entering the Guinness Book of World Records with the awards it received was this particular song. Adele made her listeners cry with this song that she composed for her lover who left her to marry someone else and this song quickly turned into a “requiem of love” that everyone sang together during the concerts. Those who had never listened to Adele before and those who didn’t even know her name got to know her thanks to the video of this song that was clicked by millions of people online. In a website she was declared as the “Voice of 2008” and she always stayed at the summit with her songs that were given dozens of awards and that remained at the top of the lists as soon as they are released. In 2013 she received “The Most Original Song” awards at the Golden Globe and the Academy Awards with the song “Skyfall” she composed for the James Bond movie and during the ceremony it was clear that she had not lost the excitement of her youth when she received her first award. Despite her unhappiness in her personal life, she was always on the rise from the first days of her career. Problematic parents, love affairs that finished when she was abandoned and dreams that are shattered every time… All were negativities that fed her music while slowly pushing her towards hopelessness. But still she never gave up and tried everything to straighten things out. She believed that her career that filled almost all her life that was responsible from her love affairs to end suddenly as well as disappearance of the people she loved. She took breaks from music just to be able to spend more time with the man she loved and to give him her time as well as her heart. But the result was disappointment again and it was always music that consoled her. Actually Adele was also a hopeful young girl who dreamed just like her peers of a garden where children played and a house with the man she loved. Neither the fame nor the millions she earned were ever in her dreams. She never lived a life filled with material for the paparazzi. Her heart started pounding once again with love when she found a man who respected her work and loved her dearly. She had a health problem about her vocal chords after which she stated that she overcame this difficult time with the support of her boyfriend Simon Konecki from whom she had an extramarital child. She didn’t care about her marital status and what he thought about her because she believed that she would start a new life with the birth of her son. Maybe the only record that Adele wanted to break was that of happiness. A lifelong of happiness, joy and love in a loving home… Just like she expresses and will continue to express in her songs. Her songs that reach the hearts of her listeners through her voice surpasses countless love songs that have been composed until today. The most awarded, the most album sales, the most listened, the most clicked videos, and the most liked, the best known… We can never be sure the number of “mosts” that she wishes to add to this list but it is clear that she has left her mark on the history of music that cannot be erased easily even if she does nothing else from now 83 armoni harmony başkasıyla evlenen sevgilisine, son derece samimi ve içten bir şekilde duygularını ifade ettiği bu şarkı dinleyenleri ağlatan, Adele’nin acısına ortak eden ve konserlerinde hep bir ağızdan söylenen bir “aşk ağıtı”na dönüştü. Adele’yi daha önce dinlememiş, hiç tanımamış kişiler bile onu, bu şarkının internette milyonlarca kişi tarafından tıklanma rekorları kıran videosuyla tanıdılar. Bir internet sayfasıyla bir anda tanınan “2008’in sesi” olarak kabul edilen, her şarkısında ve albümünde onlarca ödüle layık görülen; şarkıları dönmeye, albümleri yayınlanmaya başladığı anda listelerin başında yerini alıp uzun süre boyunca hep zirvede kaldı. 2013 yılında James Bond filmi için yaptığı “Skyfall” şarkısıyla Altın Küre ve Akademi Ödülleri’nde “En Orijinal Şarkı” ödüllerini alırken de, genç yaşında ilk ödülünü kucakladığı andaki heyecanından hiçbir şey kaybetmediği fark ediliyordu. Mesleğinin ilk günlerinden itibaren her zaman, özel hayatındaki mutsuzluklarına inat bir yükselme içinde oldu. Sorunlu bir anne-baba, terk edilmekle sonuçlanan ilişkiler, her seferinde yerle bir olan hayaller… Hepsi müziğini beslediği kadar onu yavaş yavaş umutsuzluğa sürükleyen olumsuzluklardı. Yine de hiçbir zaman pes etmedi ve her şeyi yoluna koyabilmek için elinden gelen her yolu denedi. İlişkilerinin sürekli yarım kalışını, aşk dolu kalbini güvenerek teslim ettiği insanların bir anda ortadan kayboluşunu, işinin tüm hayatını kapladığına inandı. Sırf bu yüzden âşık olduğu adama daha fazla vakit ayırabilmek, ona tüm kalbini olduğu kadar zamanını da verebilmek için müziğe ara verdiği de oldu. Ancak sonuç yine hüsrandı ve onu teselli eden yine müziği 84 oldu. Aslında Adele de yaşıtları gibi mutlu bir aile, bahçesinde çocuklarının oynadığı bir ev, onu seven bir adam hayali kuran umut dolu bir genç kızdı. Ne sahip olduğu şöhret ne de kazandığı milyon dolarlar kendi için kurduğu hayallerin içinde yoktu. Hiçbir zaman magazin malzemeleriyle dolu bir hayatı olmadı. Kendine, işine saygı duyan ve onu gerçekten sevgiyle besleyen adamı bulduğunda, kalbi yeniden aşk için çarpmaya başladı. Bir dönem geçirdiği ses telleriyle ilgili rahatsızlığı, varlığı sayesinde daha kolay atlattığını söylediği erkek arkadaşı Simon Konecki ile evlilik dışı bir çocuk dünyaya getirdi. Medeni hali ya da kendiyle ilgili hangi konuda ne düşündüğü umurunda bile olmayışı; oğlunun doğumuyla birlikte yepyeni bir hayata başlayacağına olan inancındandı. Başarıları, karşılıklarını dünyanın en değerli ödülleriyle alan Adele’nin aslında kırmak istediği tek rekor belki de mutluluk rekoruydu. Sevgi dolu bir yuvada, ömür boyu huzur, neşe ve aşk… Tıpkı bestelerinde çekinmeden dile getirdiği ve muhtemelen son nefesine kadar getirmeye devam edeceği gibi. Onun sesiyle bütünleşen, duyguları melodiler yoluyla dinleyenlerin içine işleyen şarkıları; bugüne kadar yapılmış sayısız aşk şarkısını geride bırakmasına sebep oluyor. En çok ödül kazanan, albümleri en çok satan, en çok dinlenen, internet üzerinden yayınlanan videoları en çok izlenen, en beğenilen, en tanınan… Adele bu “en”lerine daha kaç tane eklemeyi planlıyor bilinmez ama bundan sonra hiçbir şey yapmasa bile bugüne kadar yaptıklarıyla müzik tarihine silinmez izler bıraktığı ve yeri kolay kolay doldurulamayacak bir değer kazandığı aşikâr. 85 estetik estetic Saç ekiminde etkili yöntem An effective method in hair transplantation Biraz daha canlı, biraz daha dolgun olsun diye uğraştığınız, en moda renkte ve kesimde biçimlendirdiğiniz saçlarınız bir gün dökülürse, kellik sorunu ya da seyrekleşme problemi yaşarsanız ne yaparsınız? Estetik operasyonlar saç problemlerinde de imdadımıza koşuyor, saç ekimi uygulamalarıyla tekrar sağlıklı saçlara “merhaba” diyoruz. Bugün saç ekiminde pek çok farklı teknik ve yöntem kullanılıyor. “Kendi yağınızdan hazırlanmış kök hücre enjeksiyonu” tekniğiyle, eskisinden çok daha gür ve canlı saçlara kavuşmanız mümkün. Yüz estetiğinin en önemli unsuru Anatomik olarak baktığımızda saçların başımızın üstünde, baş tacı kavramıyla örtüşen bir duruşu var. Yüz estetiğinin en önemli noktası olan saçlar, kadın ve erkek için çekiciliğin, gençlik ve canlılığın en önemli unsurlarından sayılıyor. Yüz güzelliğinin başlangıç noktası What would you do if one day you lost your hair that you spend a lot of time so that they look more lively and shapely or if one day you experience a baldness or thinning problem? Aesthetic operations lend a helping hand in hair problems and we “welcome” healthy hair once again with hair transplantation applications. Today, many different techniques and methods are used in hair transplant. It is now possible to have thicker and livelier hair with hair transplant method of “injecting stem cells prepared from your own fat”. The most important factor of facial aesthetic Anatomically, our hair is located at the top of our head and has a connection with the saying of “placing one on a pedestal”. Hair is also important for facial 86 olarak nitelendirebileceğimiz saçlarımıza işte sırf bu sebepten çok iyi bakmamız gerekiyor. Peki, ya saçlar dökülürse, kellik sorunu yaşanmaya başlarsa, yılların idol kavramı, güzelliğin başlangıç noktası, hem kadın için hem de erkek için tam bir sorun haline gelmez mi? Elbette gelir, geliyor da. Hastalarımızın büyük bir çoğunluğu “saç ekimi” yaptırıyor ve bu sorunun üstesinden geliyorlar. Saç ekiminde 2 önemli konu Saç ekimi yaptırırken 2 ana temel konuya son derece dikkat etmek gerekir. Adı üstünde saç ekimi, tıpkı toprak gibi, verimli ve sağlıklı bir alana, kaliteli tohumların ekilmesi suretiyle yapılmalıdır. Burada toprak kafa derisi, tohumlar ise, donör alan dediğimiz yani sağlıklı mevcut kıl kökleridir. Eğer her iki temel unsurda da kaliteli olanları ayrıştırır ve saç ekimini yaparsanız, en mükemmel sonuca ulaşırsınız. Kelleşmiş alıcı alanı, tekrar verimli bir aesthetics and it is considered to be an important factor of youth and liveliness for both men and women. Hence, we should take good care of our hair that can be considered as the starting point of our facial beauty. What if we lose our hair or we start to have thinning problems; wouldn’t the concept of many years and the starting point of beauty for both men and women be a problem? Of course it would and it does. Many of our patients have a “hair transplants” and overcome this problem. Two significant issues in hair transplant There are 2 main issues that should be considered when having hair transplant. It literally means planting hair and just like soil, it should be planted on a fertile and healthy area using quality seeds. Kendi yağınızdan hazırlanmış kök hücre enjeksiyonu ile saç ekimi / Hair transplant by injecting stem cells prepared from your own fat yapıya ulaştırmak için hastanın kendi yağlarından aldığımız, kök hücreden zenginleştirilmiş Saç Ekimi tekniğini kullanıyoruz. Alıcı alan bu sayede verimli bir toprağa dönüşüyor, kanlanıyor ve ekim sırasında tutma oranı maksimum seviyeye ulaşıyor. Bunun sonucunda ekilen saç, daha iyi tutunduğu gibi daha gür ve sağlıklı olarak çıkıyor. Mevcut sağlıksız ve cansız saçlar da bu teknikle güçleniyor, dökülme oranı azalıyor. Saç ekiminde kullandığımız tekniğinin bir başka artısı ise ekilen alanda iyileşme sürecini hızlandırması ve hastaya çok kısa süre içerisinde yeni çıkan saçlarıyla buluşma imkânını vermesidir. Saçlarınızı güvenilir ellere teslim edin Saçlar, genetik yatkınlık, bazı cilt hastalıkları, kronik hastalıklar, kanser tedavisinde kullanılan çoğu ilaç, yanık ve travmalar sebebiyle dökülebilirler. Önlenemeyen bu seyrekleşme ve kellik sorununu sadece ve sadece saç ektirerek Here the soil is our scalp and the seeds are the healthy hair roots known as the donor area. If both basic elements are high quality then you reach a perfect solution. We use the Hair Transplant method enriched with the stem cell acquired from the fat of the patient in order to ensure that the bald spot attains a fertile position. The planted area thus turns into a fertile soil, blood flows there and the graft ratio reaches a maximum level. Consequently, the planted hair grafts better and grows thicker and more healthily. The current unhealthy and lifeless hairs gain strength with this method and the hair loss ratio decreases. Another positive side of the method we use for hair transplant is that it speeds up the healing process at the plantation area and enables the patient to see newly grown hair in a Op. Dr. Bülent Cihantimur Estetik International çözümleyebilirsiniz. Saç dökülmeleri farklı sebeplerden dolayı karşımıza çıksa da, en fazla stres ve psikolojik travmalar bu sorunun hızlanmasına neden oluyor. Altın oran olarak tabir ettiğimiz, estetik normlara çok da fazla uymayan bir suratınız olabilir ama mutlaka sizi ön plana çıkaracak, güzelliğinizin altınızı çizecek bir baş tacına ihtiyacınız vardır. İşte bu yüzden kendinizi ve saçlarınızı önemseyin. Saç ekimi yaptırmadan evvel mutlaka konusunda uzman ve yetkin uzmanlara başvurun. very short amount of time. Leave your hair in good hands Hair can be lost due to various reasons such as genetic affinity, various skin diseases, chronic diseases, cancer treatment, burns or traumas. This hair loss problem can be prevented by hair transplant. Even though there are various reasons for hair loss, stress and psychological traumas also speed up this process. You may have a face that does not fit the aesthetic norms known as golden ratio but you certainly need a pedestal that underlines your beauty. That is why you should give importance to yourself and your hair. You should consult experts and professionals in this field before having a hair transplant. 87 semboller symbols Nereye gidiyorsunuz? Where are you going? İşte size çok zengin bir kavram: yol. Süreç, zaman, mekan, imkan, yolcu, yolculuk, başlangıç, varış, gidiş, duruş, kalış, çıkış, giriş, doğru, açık, kapalı, zorlu, engebeli, dar, geniş, kesilmiş, açılmış, düşülmüş, saçılmış gibi eklerle hem gerçek hem mecazi anlamlarla kendimizi, halimizi ifade ettiğimiz güçlü bir kavram. Yol kavramını incelediğimizde, içinden iki kavram daha çıkıyor. Birincisi yola başladığımız yer. Neredeyiz? Nerde duruyoruz? Yola çıkmaya hazır mıyız? Çünkü yola öyle ha deyince çıkmayız. Önceden hazırlanırız. Yolda ihtiyacımız olan şeyleri yanımıza alırız. Yazın abasız kışın katıksız yola çıkmayız. Donanırız çünkü yolda zorluklar vardır, tehlikeler vardır, yabancılar vardır. Tehlikeli olabilir ama aynı zamanda her yolculuk bir serüvendir. Her yolcu da biraz maceraperest. Macerayı sever misiniz? Yola çıkacağız tamam, ama nereye? İşte burada ikinci kavram önümüze çıkıyor: yön. Yani hedef. Rotası belli olmayan gemiye hangi rüzgar yol verebilir? Yönümüzü tayin etmek her zaman öyle kolay olmuyor. Bunun 88 için her şeyden önce bir haritaya, sonra bir rehbere, bir pusulaya ihtiyacımız olabilir. Haritalarımızın açık, rehberimizin tecrübeli, pusulamızın da şaşmaması bu yüzden çok önemli. Daha da önemlisi yön yada hedef seçimimiz. Hepimiz gemisini yürüten kaptan değil miyiz? Yollar her zaman düz, asfalt ya da sakin olmuyor. Engeller, engebeler, fırtınalar yolumuzu kesiyor. Bütün bunlar için yeteri kadar donanımlı mıyız? Bazen yollar kapalı oluyor, onları açmak için güçlü müyüz? Bazen de hiç kimsenin gitmediği, gitmeye cesaret edemediği yollardan gitmek gerekiyor. İşte bunun için Oruç Arıoba, “Gerçek yürüme yol açmadır” diyor. Kur’an da Tanrı “Benim arzım geniştir” ifadesini kullanıyor. Acaba bu, insanın ihtiyaçları için yollara düşmesini, o her ne ise bulması için araması gerektiğini mi ifade ediyor? Evet, dünya büyük, seçtiğimiz her yere yolculuk yapabiliriz. Ama asıl önemli olan içsel yolculuğumuz değil mi? Hayat bir yolsa, ömrümüz bizim hayattaki yolculuğumuz değil mi? Abdülkadir Kılınç Here is a very rich concept: road. It is a strong concept we use to express ourselves with words such as process, time, space, possibility, traveler, travel, start, destination, going, stopping, staying, leaving, entering, right, open, closed, difficult, rough, narrow, wide, opened, set off. Two more concepts come up when we examine the concept of road. The first is our starting location. Where are we? Where do we stand? Are we ready to hit the road? Because one cannot set off on a journey just like that. We have to prepare first. We take with us the things we will need on the way. We do not set off without a cloak in summer time and without food in winter time. Because there are difficulties on the road, dangers as well as strangers. It can be dangerous but every journey is also an adventure. Every traveler is also an adventurer. Do you like adventure? We will hit the road, okay, but where? Now we are faced with the second concept: direction. That is; the target. What winds can guide the ships with no route? It is not easy to orient one’s self. First and foremost you may need a map, a guide and a compass. That is why it is important that our maps are open, our guides are experienced and our compasses are working properly. More important is our direction or our target. Aren’t we all captains of our own ships? Roads are not always flat, asphalt or calm. Obstacles, unevenness and storms stop you. Are we ready for all these? Are we ready to pass over closed roads? Sometimes one has to enter roads that no one else has dared to. That is why Oruç Arıoba says, “Real walking is opening the way.” God says in the Qur’an, “My earth is spacious”. Does this mean that one has to hit the road to find what they need and that they have to seek whatever they are looking for? Yes, the earth is spacious and we can travel to wherever we choose. But isn’t our inner journey more important? If life is a journey, isn’t our span of life our own journey? 89 kitabi literary Şurada bir yol var gördün mü? Did you see the road over there? “Kalabalıkla beslenen baş döndürücü bir kaosun merkezinde yaşamayı seviyordu Arif. Kalabalığı sevmiyordu yine de. Aynı sokağa her çıktığında etrafta farklı insanlar, yabancı yüzler olmasını tercih ediyordu. Kendisini tanımayan, bir yerden gözü ısırmayan, ne iş yaptığını bilmeyen insanların arasında olmak onu ferahlatıyordu. Bütün sakinlerinin adını bildiği, gülümseyerek kendisini süzdüğü, yardımına koştuğu; bakkalıyla, kasabıyla, manavıyla ayrı ayrı selamlaştığı bir sokakta olduğunu düşündüğü zaman boğulacak gibi oluyordu. Herkesin birbirini avucunun içi gibi bildiği, ‘sıcacık’ bir mahalle ortamı, müthiş bir korku filmi setiydi onun için.” Dün sabah çalar saatle rüya âleminden lanetli biçimde kovulup hayatın telaşını kendi soluğu ile eşitlemeye çalışan bir reklâmcıyken, bu sabah ıssız ve sessiz bir kasabadaki gara yanaşmak üzere hızını insan adımına eşitlemiş bir hızlı tren gibi hayatının yeni dönemine yanaşmaya çalışan bir işsiz reklâmcı olarak başlasaydın güne? Ev de çok soğuk olsaydı. İçindeki saçaklı, kıpırtılı, macun kıvamındaki tedirginlik sana kendini Gregor Samsa’nın kaderini yaşıyormuşsun gibi hissettirseydi. “Sesten uzaklaştıkça hızlanıyordum, hızlandıkça sesten uzaklaşıyordum. 90 Bacaklarımın üst kısımları ateşe atılmış odunlar gibi yanıyordu. …Dev bir uçak, iki yana kıvılcımlar püskürterek piste indim. Bir süre daha istemsizce koştuktan sonra nihayet yürümeye başladım. … Bacaklarım titriyordu. Odunlar kül olmak üzereyken ateşten çıkmıştı.” Arif’le birlikte rüya görecek, marketten aldığınız 12’li yumurta viyolündeki yumurtaları birlikte ağır ağır buzdolabına yerleştirecek, DVD’cinin önden geçerken yeni film var mı diye birlikte bakacak, hamsileri gazete kâğıdında birlikte unlayıp arada unlu gazetenin ünlü haberlerine doğru birlikte göz kaydıracak, evin buz gibi havasına daha bir iki sayfada alışacak, arada birlikte beste yapmaya çalışacak ve ya tutarsa diye şarkı sözleri yazmaya meyil edecesin, arka sokakta çakma saatleri tezgaha dizmiş karanlık suratlı satıcıya olmayacak bir şaka yapıp geceyi ince bir yerden azıcık aydınlatmaya çalışacaksın, bazen eve girer girmez ısıtıcıyı Arif’ten önce yakacak ve hatta akşamları kahverengi battaniyeyi üstüne alıp sen de salondaki öbür kanepeye uzanacaksın. Hakan Bıçakçı, “başka bir hayatım olmalı, bir şeyler yapmalı, çevreyi değiştirip yeni bir kanka ağı örmeli” diyen ve fakat bunun olabilmesi için makinenin düğmesine basmaya bir türlü yeltenmeyen o çok tanıdık insanı, “sen nerden çıktın yaaa” dedirtecek Emine Civanoğlu “Arif enjoyed living at the center of a mind-boggling chaos feeding on crowds. But still he didn’t like the crowds. He preferred to see different people and faces of strangers whenever he went out to the same street. Being among people who did not know him, did not recognize him, did not know what his job was made him feel refreshed. He felt as if he suffocated when he thought of living on a street where everyone knew his name, looked at him in smiles; where he greeted the butcher, the grocer or the fruit seller one by one. The ‘cozy’ little neighborhood environment where everyone knew each other was for him the set of a horror movie.” What if you started your day as an unemployed advertiser, trying to approach the new period of your life as a fast train approaches a secluded, quiet town, slowing down to a trot; when only yesterday morning you were the one who was trying to sync your breathing to that of life after being fired from the world of dreams with the sound of an alarm clock? And what if the house was very cold. And the gum like restlessness welling up inside you made you feel as if you were living the fate of Gregor Samsa? “I was speeding up as I moved away from the sound, I was moving away from the sound as I sped up. The top parts of my legs were burning like logs. … I landed like a huge plane throwing off sparks all over. At last I started walking after running for a while involuntarily. … My legs were shaking. The logs were out of the fire just as they were about to turn to ash.” You will dream with Arif, slowly place the eggs from the 12 piece viol to the refrigerator, you will check out if there is a new movie while passing in front of the DVD seller, you will flour the anchovies together on a newspaper and try to read the articles on the newspaper every once in a while, you will get used to the cold atmosphere of the house within a few pages, you will try to compose a music with him or write lyrics thinking what if it becomes a success, you will make an untimely joke to the dark faced street vendor selling fake watches in a back alley and try to lighten up the night, sometimes you will turn on the heater before Arif when you get home and lay on the opposite couch with the brown blanket wrapped around you. Hakan Bıçakçı takes those who say “I should have another life, do something, change the environment and have new friends” but fail to turn on the machine to make things happen and places them on an empty chair with a reality that forces them to say, “where did you come from?” After this it’s easy. If Arif asks, “hey man get a hold of this will you,” you can start cleaning the new house he rented, carry all the boxes and start opening them up. Did you know that uneasiness is contagious? Arif is uneasy, very uneasy. He has deep holes in his mind, life and heart and he doesn’t know what to fill them with and if he can even do it. The emptiness inside people is contagious as well. The fact that uneasy and hollow people are as bir gerçeklikle getirip yandaki boş sandalyeye oturtuyor. Bundan sonrası kolay. Daha o anda Arif rica etse, “kanka şu işin ucundan bi’ tut sana zahmet” dese, yeni tuttuğu evi temizlemeye gider, bütün kolileri yeni eve taşıyıp yerleştirmeye başlarsın. Tedirginlik bulaşıcıdır, biliyor muydun? Tedirgin birisi Arif. Çok tedirgin. Aklında, hayatında, kalbinde neyle dolduracağını, nasıl dolduracağını, doldurup dolduramayacağını bilmediği derin boşluklar var. İnsanın içindeki boşluk da bulaşıcı. Tedirgin ve içi boşlukla dolu insanların ancak bilimkurgu filmlerindeki dünyalarda üretilebilen kadar güçlü birer mıknatıs olması da durumu daha karmaşık hale getirir ve sen onlardan uzak duramazsın. Arif’le Ceren’le ayrılırken sen de pastanenin bir başka köşesinden onlara bakıp “Ah be Arif, tutaydın şu Ceren’i elinde” diye içinizden olaya karışırsın. Sonuçta Arif her sabah apartman boşluğundan aşağıya baktığında kafasını kaldırıp seninle göz göze gelen ve o boşluktan sana doğru “Acele etme kanka, kapıda sigara içiyorum” dercesine birkaç mimik yollayan insan olur. Arif’le sevdiği eski moda bir pastanede buluşup bir yandan onun rüyalarını dinleyip bir yandan da kahve içerken sokağı kesmek senin de rutinin haline gelir. “Pastanenin karşısındaki büyük eczanenin vitrinindeki erkek mankenle göz göze geldik. Dizinde dizlik, omzunda askı, boynunda boyunluk, bileğinde bileklik, belinde korse vardı. İçeride sakatlık gidermeye yarayan ne satılıyorsa üzerindeydi. Aynı anda kolu kırılmış, omzu çıkmış, dizi kaymış, bileği dönmüş, boynu incinmiş, beli tutulmuştu fakat o bütün bu sakatlıklara meydan okuyan bir tavırla dimdik ayaktaydı. Aslen giyim mağazalarının şık koleksiyonlarını en havalı biçimde sergilemekle görevli olduğundan, yüzünde doğuştan gelen güven dolu ama güven vermeyen plastik bir gülümseme vardı.” Gelgelelim sen de duvarda duran o deliği, deliğin arkasındaki boşluğu görmeye başladığında, Arif’le aranızda zamandan bağımsız bir bağ kurulmuş olur sen anlamadan. Büyük ihtimalle zaten bu kitaptan sonra şöyle hissedersin; Hakan Bıçakçı Arif’le seni bir gün tesadüfen tanıştırdı, sen Arif’le hayatı yoluna koyma operasyonunu bir stratejisi olmasa da o gün bugündür sürdürüyorsun, Hakan’la da artık pek görüşemiyorsunuz. Apartman Boşluğu, her okurun kendi içindeki loşluğa yolculuğu. Mesele, yolu görmek. Giderken giderken ne yapacağını bilemediğin yerde bir sayfa bulur, orada Arif’le oturur iki lafın derisini gerersin. Hakan Bıçakçı/ Apartman Boşluğu Hakan Bıçakçı / Apartman Boşluğu strong as the magnets that can only be conjured up in science fiction movies makes this even more complex and you can never stay away from them. You will soon start meddling when you think, “Come on Arif, why didn’t you hold Ceren’s hand?” when Arif and Ceren leave a patisserie. Arif then becomes the person who says, “Don’t hurry man, I am smoking outside,” with his mimics when Arif looks down from the apartment well every morning. Soon, meeting with Arif in an old fashioned patisserie, listening to his dreams and staring at the street while sipping your coffee will become your routine as well. “We made eye contact with the male mannequin standing in the shop window of the large pharmacy across the patisserie. It had a kneepad, a shoulder strap, a neck brace, a wrist support and a corset on. Whatever was being sold inside against injuries was on him. His arm was broken, his shoulder was dislocated, his knee was injured, his neck was hurt and his back was sore but he was still standing erect challenging all these injuries. He had a confident but untrustworthy plastic smile on his face since his original task was to display expensive clothes of famous brands.” But you will have established a link independent of time with Arif when you also start seeing the emptiness behind the hole on the wall. Most probably you will feel like this after reading this book; Hakan Bıçakçı came and introduced Arif to you one day by chance and you continue the operation to try and set Arif’s life straight since that day even though there is no real strategy to it and you don’t see Hakan that often anymore. Apartman Boşluğu is the voyage of every reader to the emptiness inside themselves. The important thing is seeing the road. While on the way you may find a page when you don’t know what to do, sit down and chat with Arif for a while. 91 köşe the corner Fotoğraf / Photography: Selin Şanlan - Cumhuriyet Caddesi - 30.03.2012 Kaptan sensin You are the captain Dilek Şen 92 Ortalama 75 yıllık bir süreden bahsediyoruz, kelebek için muazzam uzunlukta, kaplumbağa içinse genç gitti denilecek bir ortalamadan. Ki kendi ülkemizdeki ani gelişmeleri, trafik kazaları, kaza kurşunları ve her an başımıza gelebilecek olan sebepsiz ölümlerimizi bu ortalamaya dahil etmek istemem. Malum düşlediklerimizi yaşıyoruz, felaket tellallığı yaparak durduk yere yolumuzu kısaltmayalım. Bize vaat edilen süre içerisinde nasıl yaşamak istiyoruz? Mutlu, huzurlu, tutkulu, dengeli, özgüvenli, umutlu, hırslı, başarılı ve değerli olarak mı; kaygılı, gergin, her an baskı altında, heyecansız, telaşlı ve özgüvensiz, beklentisiz ve karamsar olarak mı? Bu saydıklarımdan listenin 2. yarısına bakıp kesinlikle bunları istiyorum diyorsanız, ben daha fazla vaktinizi almayayım. Malum ortalama içerisinde sizi yeterince mutsuz edemeyebiliriz. Yazımızın geri kalan kısmı hayatını değerli ve huzurlu bir yaşam yolculuğu olarak sürdürmek isteyenlere gelsin. Evet sevgili devam etmeyi göze almış iç huzuru olan ve bunun henüz farkında ya da arayışında olan güzel okuyucu, yolculuğumuzu birlikte sürdüreceğiz. Az önce yaşam yolculuğundan bahsederken bu süreci nasıl değerlendirmek ve kendini nasıl hissetmek istediğinden yola çıktığımızda; mutlu, değerli, huzurlu olmayı seçtiğin için devam ediyorsun ya okumaya; sen aslında kendin için önemlisin. Ve işin aslı insan kendisine verdiği değer kadar değerli, olmak istediği kadar huzurlu ve kendini mutlu edebildikçe başarılıdır. Herkesin birbirinden farklı ve değerli olduğu bir dünya içerisinde hiçbir hissin ve davranışın ölçülebilir karşılığı yoktur. Sizi mutlu eden bir kır çiçeği, küçük bir gülümseme; başka biri için değersizse onu yargılamak yerine tanımaya, anlamaya çalışın. Çünkü içerisinde bulunduğumuz koşullar, beklentiler ve hayatın herkese sunduğu standartlar sonsuz sayıda, hepimizin iç dünyası farklı frekanslardayken aynılaşmamız imkansız, farklılaşmamız zenginliğimizdir. Gözlerimizi dünyaya açtığımızdan birbirimizden farksızdık. Sıfatlarımız yok, sadece nevzattık hepimiz. Büyüdükçe değiştik, beklentilerimiz değişti. Ve bu beklentileri bizi biz olmaktan uzaklaştırıp standartlaştırdığı için kendimize yabancılaştık. Oysa kendimiz olabildiğimiz kadar mutlu, kendi değerlerimizle yaşayabildiğimiz sürece özgüvenli ve başarılıyız. Sevdiğimiz işleri yaparken hissettiğimiz tutku ve hırsı hiçbir dayatmada hissedemiyoruz. Olumlu eleştirileri ve hakkımızda söylenen güzel her sözü duymayı seviyor, dilimizden güzellikler döküldükçe iç huzurumuzu buluyoruz. İçimizdeki neyse dilimize onu yansıtıp, karşımızda kim varsa onda kendimizi görüyoruz. Kimlerle vakit geçirmek size iyi hissettiriyorsa onlara vakit ayırın, ne yaparken mutluysanız onu yapmaya devam edin, kendinizi en güzel hissettiğiniz elbiselerinizi giyin, en sevdiğiniz sözcükleri kullanıp kendi şarkınızı söyleyin. Tekrarı olmayan bir yolculuk bu yaşam; siz de kendi kurallarınızla yol alın. Zorunluluklarınızı keyifli hale getirin, “mecburen”leriniz; “iyi ki”lerinize dönüşsün. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsanız öyle tanınacak ve kaptanı siz olduğunuz bu yolculukta istediğiniz gibi anılacaksınız. Yaşam yolculuğu denilen, başı belli, sonu muallak bir süreç içerisinde nasıl vakit geçirmek ve geride nasıl anımsanmak istersiniz? Daha doğrusu anımsanmak ister misiniz? How would you like to spend your time and be remembered in this voyage known as life with its known beginning and unknown end? We are talking about a period of about 75 years on average, too long for a butterfly and yet too short for a turtle. Of course I would refrain from including the sudden events that can occur in our country, traffic accidents and wayward bullets… As you know, we live what we dream and there is no point in shortening our journey for no reason. How do we want to live in the time allocated to us? Happy, peaceful, passionate, balanced, hopeful, successful, valuable with high self-esteem or anxious, stressful, unexcited, worrisome and optimistic with no expectations? If you look at this list and say that you absolutely want the 2nd half then I should not waste your time too much. We can fail to make you unhappy enough during the allocated average. The rest of what we write is for those who wish to live a happy and peaceful life. Yes, dear reader who continues to read with an inner peace that you are unaware of or that you seek; we will continue our journey together. You are continuing to read because you selected to be happy, valuable and peaceful when we were talking about the voyage of life; you are actually important for yourself. And actually one’s own value depends on the value he/she gives to one’s own self; similarly one is as successful and happy as he/she wants to be. No feeling or behavior has a measurable equivalent in this world where everyone is different and valuable. If a wild flower or a smile that makes you happy is worthless for someone else try to understand them instead of judging them. Because the conditions, expectations and standards in life are infinite in this life and it is impossible to be the same when all our inner frequencies are different and actually being different is our richness. We were not different from each other when we first opened our eyes. We had no adjectives and we were all newborns. We changed as we grew up and our expectations changed. And we became strangers to our own selves as these expectations made it hard for us to be who we are and standardized us. But actually we are happy only as much as we can be ourselves and confident and successful only as far as we live by our own values. We do not feel the passion and ambition in anything else as we do when we are working on what we love. We like receiving good comments and hearing beautiful words about us; we find inner peace as we use good words. We reflect whatever is inside us and we see ourselves in whoever faces us. Spend time with whoever makes you feel good, continue doing whatever makes you feel happy, wear the clothes you feel beautiful in, sing your own songs using the words you like. This is a voyage that cannot be repeated; so move ahead with your own rules. Enjoy your obligations, turn your “musts” into “fortunately”. You will be recognized however you define yourself and you will be remembered in this voyage that you captain however you wish to be remembered. May you have a good voyage! Yolunuz açık olsun. 93 gezi - yorum travel - ing Kalkan 94 İngilizlerin gözdesi “güzel yer” “Favorite” spot of the English Yazı ve fotoğraflar / Text and photographs: Engin Çakır Yüzyıllar önce Herodot’un “dünyada yıldızlara en yakın yer” olarak tanımladığı, yakın bir döneme kadar ise küçük bir sahil kasabası olarak hayatını sürdüren Kalkan, artık tam bir odak noktası. Gezi rotaları, şık butik otelleri, zengin nüfusu, farklı ve ilgi çekici içeriklerde kafeleri ve restoranları ile Kalkan, çok davetkar... Kalkan, described centuries ago by Herodotus as “where one is closest to the stars on earth” was a small coastal town until recently when it become a real hot spot. Kalkan is very tempting with its travel routes, stylish boutique hotels, rich population, different and interesting coffee houses and restaurants… 95 gezi - yorum travel - ing Cumhuriyet yıllarına kadar “Kalamaki” yani “güzel yer” anlamına gelen bir Rum kasabasıymış Kalkan. Hatta eski köyün kilisesi, bugün Kalkan’ın iki camisinden biri olarak kullanılıyor. Hep balıkçılıkla uğraşmışlar. Üzerinde şirin diye nitelenebilecek bir de deniz feneri bulunan, güzel bir limanları var. Bu liman şu an daha çok lüks yatları ağırlasa da balıkçı teknelerinin sayısı da hala azımsanmayacak kadar çok. Yılın en az 300 günü güneşli olan bir kasabadan bahsediyoruz. Ancak Antalya’nın diğer tatil yörelerinden farklı olarak düşük nem oranı sayesinde “serin” bir yer Kalkan. Yerleşim yerleri arkasındaki yüksek tepelere doğru ilerlemiş bir liman kenti. Ancak yine Türkiye’deki 96 diğer turistik alanlara göre kentleşmeyi daha iyi başarabilmiş ve kent estetiğini muhafaza edebilmiş bir yer. Kaş ilçesine bağlı bu yerin Kaş’a uzaklığı sadece 25 km. Likya bölgesinin en güzel yerleşim yerlerinden bir tanesi olarak kolayca adlandırılabilecek olan Kalkan, koyu lacivertten turkuvaza kadar her tonu barından denizi ile kelimenin her anlamıyla bir cennet köşesi gibi. Beldenin içerisinden de denize girilebiliyor. Çakıllı bir denizi olsa da suyun berraklığı karşısında bunu dert bile etmiyorsunuz. Önceleri sadece tekneyle yolculuk yapanları ağırlayan küçük bir beldeyken; 1984 yılında asfaltlanan Kaş – Fethiye arasındaki yol sayesinde, gezginlerin yolu Until the republic period, Kalkan was a Greek village with the name of “Kalamaki” meaning “beautiful place”. Indeed, the old church of the village is now used as one of the two mosques of the village. They have always worked in fishing. There is also a nice port where one can see a pretty lighthouse. Even though this port currently hosts very luxurious boats, the number of fishermen boats is still very high. We are talking about a village that is sunny for at least 300 days of the year. However, Kalkan is a rather “cool” place due to its low moisture ratio in comparison with other holiday locations of Antalya. It is a port town that has spread out towards the high cliffs behind it. But still, it has been successful in urbanization in comparison with other touristic spots while preserving its urban esthetics. The distance to Kaş is only 25 km. Kalkan can be defined as one of the most beautiful settlement areas in the Lycia region and is heaven on earth with its sea of many colors from indigo to turquoise. One can also swim in the center of town. Even though it has a rather stony sea, you will forget all about it when you notice the clarity of the water. Whereas once it was a small village hosting only those who were traveling by boat, more tourists started coming here after the Kaş – Fethiye road was asphalted. And recently, Kalkan has started to be recognized more and more as Fethiye and Kaş became popular. Popularity has developed Kalkan in an elite process. The flimsy houses with bay windows have now left their place to luxurious hotels and houses. More than half of these properties are owned by the English! The number of marriages and business partnerships between the Turks and the English is quite high. The names of the two daily newspapers are: Kalkan Times and Kalkan Post! daha çok buraya düşmeye başlamış. Son yıllarda ise özellikle Fethiye ve Kaş’ın her geçen yıl daha da popülerleşmesi ile birlikte, kendi halinde yaşayan Kalkan da tanınmaya başlamış. Popülerlik elit bir süreçle geliştirmiş Kalkan’ı. Cumbalı derme çatma evler yerlerini lüks oteller ve evlere bırakmış. Bu mülklerin yarısından fazlasının sahipleri ise İngilizler! İngilizlerle Türkler arasında evlilikler ya da iş ortaklıkları bir hayli fazla. Çıkan iki gazetesinin isimleri ise: Kalkan Times ve Kalkan Post! Kalkan öyle bir yer ki, tipik Akdeniz hayatına kendinizi kaptırabilirsiniz. İsterseniz hiçbir şey yapmadan, günde sadece bir saat yüzüp, öğleden sonraları uyuyabilirsiniz. Sakin bir tatil isteyenler için biçilmiş kaftan. Likya medeniyetinin kurulduğu topraklarda hayal gücünüzün sınırları da genişliyor. Felsefe okumak, dünyayı ve hayatı sorgulamak için uygun bir yerde olabilirsiniz. Hele ki mehtaplı bir gece oradaysanız ve limanın üzerinden denizi izliyorsanız, unutamayacağınız hatıralarınız olmuş demektir. Kalkan’ın avantajlarından bir tanesi de etrafta yakın yerler rotalarının oldukça çok olması. Birçok antik kent ve özellikli plaj çok yakınında. Sarı tabelaları, hiç bilmiyorsanız anayolu takip etmeniz yeterli. Likya bölgesinin tam ortasında olduğunuzu bilmeniz yeterli. Ne yana yelken açsanız ya da ne yana rota yapsanız mutlaka yeni bir maceraya sahip oluyorsunuz. Kalkan’ı ve çevresini tekne ile turlamak da hiç fena olmaz. Örneğin iki km mesafedeki Güvercinlik Kalkan is such a place that you can become totally absorbed in the Mediterranean life style. If you want you can do nothing, swim for an hour during the day and spend your afternoons sleeping. It is a perfect location for those who wish to spend a peaceful holiday. The limits of your imagination expand at these locations where the Lycia civilization was built. You may be at the right spot to read philosophy and question life. And if you are there when the moon is full and you are watching the sea from over the port, it means you will have acquired unforgettable memories. Another advantage of Kalkan is that there are many routes that are close by. It is near many antique cities and beaches. You can follow the yellow signs or the main road. It is enough for you to know that you are at the heart of the Lycian region. No matter which way you go, you will have started a new adventure. It would be wonderful to tour around Kalkan and its surroundings by boat. For example the Güvercinlik Sea Cave, İnbaş cave near the village of Bezirgan or the Kaputaş Beach and the Blue Cave around that location are all among the routes that one can reach by boat. In addition to all these close by locations, the antique cities around Kaş – Fethiye are also awaiting… The Antiphellos Antique City in the center of Kaş, Myra Antique City at Demre, Simena Antique City at Kekova, Limanağzı, Üçağız or Çukurbağ Peninsula are all historical spots you can visit during your holiday. You can reach “Pirha” after a 15 minute walk from Bezirgan Village. The name of this antique city is also the old name of Bezirgan. It is one of the largest cities of Central Lycia. The “Statue of Three Women” is a must see. İslamlar Village is very close to Bezirgan. It is a very green and pretty village. The Xanthos Antique City at the Kınık Village on the Kalkan-Fethiye 97 gezi - yorum travel - ing 98 Deniz Mağarası’na, Bezirgan Köyü yakınındaki İnbaş Mağarası’na ya da Kaputaj Plajı ve yakınındaki Mavi Mağara tekneyle ulaşılabilen rotalar içerisinde. Sadece çok yakın yerler değil, Kaş – Fethiye ile yakın çevresi ve buralardaki antik kentler de emrinize amade... Kaş merkezde bulunan Antiphellos Antik Kenti, Demre'de yer alan Myra Antik Kenti, Kekova'da bulunan Simena Antik Kenti, Limanağzı, Üçağız veya Çukurbağ Yarımadası tatiliniz boyunca gezebileceğiniz tarih duraklarından. Bezirgan Köyü’nden 15 dakikalık bir yürüyüşle, “Pirha”ya ulaşabilirsiniz. Bu antik şehir, Bezirgan’ın antik adı aynı zamanda. Orta Likya’nın en büyük kentlerinden biri. Denizden 850 metre yüksekte. “Üç Kadın Heykeli”ni mutlaka görün. İslamlar Köyü, Bezirgan’a yakın. Çok yeşil, çok sevimli bir köy. KalkanFethiye yolu üzerindeki Kınık Köyü'nde bulunan Xanthos Antik Kenti, Tlos ve Arsada çok yakınlarınızda. Hatta oralara kadar gitmişken, yöre halkının “Gavur Ağılı” dediği Pydnai’yi de görün. Gönbe Yaylası’ndan ya da Saklıkent Kanyonu’ndan da söz etmeden olmaz elbette ki. Bunların her birisi ayrı bir rota ve ayrı birer yazı konusu. Özetle Kalkan, tarihi ve doğal güzelliklerin yoğun olarak bulunduğu bir havzada yer alıyor ve hem kendisinin güzelliği hem de yakın yerler rotalarının çokluğu ile seçeneklerden hoşlanan tatilcilere geniş bir yelpaze sunuyor. Seçmek size kalmış... Biz sizin için Fethiye- Kalkan yolu üzerindeki Patara Antik Kenti’ni seçtik. Okumak için sayfayı çevirin lütfen. road, Tlos and Arsada are close by. Indeed, you should see Pydnai while you are there which is known by the locals as “Gavur Ağılı”. Of course one should not miss Gönbe Plateau or the Saklıkent Canyon. All of these are separate routes and should be introduced in another article. In short, Kalkan is located on a basin rich in historical and natural beauties and provides a wide range of options to tourists with close by routes and the large number of options to choose from. It’s up to you to choose… We chose the Patara Antique City for you which is located on the Fethiye- Kalkan road. Please turn the page to read. 99 gezi - yorum travel - ing Işık ülkesinin başkenti Capital of the light country Yazı ve fotoğraflar / Text and photographs: Engin Çakır Likya, plaj, Mettius Modestus Zafer Kapısı, St.Nicholas, Xanthos, Caretta Caretta, Apollon, Korint Tapınağı, Liman Hamamı, Hadrianus Ambarı, dünyanın ilk parlamentosu, seramik fırınlar, sütunlu cadde, tiyatro, su sarnıcı ve deniz feneri... Tarihin bu kadar eskilere gittiği, yoğun yaşandığı, sapasağlam ayakta durduğu, nefes aldığı; denizin ve plajın bu denli büyülediği nadir yerlerden birisi Patara. Biraz vakit ayırın, birlikte göz atalım. Sonra zaten valizinizi toplarsınız. Lycia, beach, Mettius Modestus Gate of Triumph, St.Nicholas, Xanthos, Caretta Caretta, Apollon, Korint Temple, Liman Turkish Bath, Hadrianus Warehouse, the first parliament of the world, ceramic kilns, columned streets, water cistern and lighthouse… Patara is one of those rare locations which dates back in time to these historical moments and where it is possible to enjoy the sea and the beaches. Spare some time, let’s look around together. We are sure that you will start packing afterwards. 100 Patara 101 gezi - yorum travel - ing Tatilden ince kumlu güzel bir kumsal ve sıcak bir deniz arıyorum diyenler size sesleniyorum. İlk 20 metresi sığ, açığa doğru da hemen derinleşmeyen bir denize sanıyorum itirazınız olmaz. Çevredeki kumsalların en uzunu ve en görkemlisi, tam 18 km. Genişliği yer yer 200300 metreyi buluyor. Kumdan kaleler yapmak için harika. Dileyen rüzgar sörfü için uygun şartları da bulabilir üstelik. Tamam artık çok sakin bir kumsal değil bahsettiğimiz, oldukça kalabalık. Ama sahilin kendisi de öyle ele avuca sığmaz cinsten. Dünyanın en uzun plajlarından bir tanesi. Böylelikle bu kadar kalabalığa rağmen sakin bir sahil demek hiç de yanlış olmaz. Kumsalın bu kadar büyük 102 olması; naturist ve nudistlerin rahatlıkla çıplak olarak yüzüp güneşlenebildikleri bir sahil olmasını dahi sağlıyor. Patara plajı, Antalya-Muğla sınırını çizen Eşen Çayı’nın doğusunda bulunuyor. Eşen Çay’ının ikiye böldüğü kumsal, Özlen Adası önüne kadar uzanıyor. Kumsal o kadar geniş ve büyük ki; bir zamanlar, Yeşilçam filmlerinin çöl sahneleri burada çekilmiş. Sahilden esen rüzgarlar, kumu ovaya doğru ilerletiyor. Antalya Orman Bölge Müdürlüğü tarafından 1986 yılından bu yana, ağaçlandırma çalışmaları sürdürülüyor. Okaliptus ve Kıbrıs akasyaları dikilmiş. Kumuldaki bu dikim, o kadar yoğun olmuş ki; yapılan iş erozyon kontrolünden I call out to those whose idea of holiday is a sandy beach and warm sea. I believe no one would object to a sea that is shallow for the first 20 meters and one that does not get deep immediately. It is the longest and most glamorous beach around with a length of 18 km. Its width reaches up to 200-300 meters at places. Perfect for building sand castles. One can also try wind surfing here as well. Okay, it is not the most peaceful beach around since it is quite crowded. But the beach itself can handle such crowds. It is one of the longest beaches in the world. Thus, it would not be wrong to say that it is actually a peaceful beach despite the crowds. This vast square meter enables naturists and nudists to swim naked very comfortably. Patara beach is located to the east of the Eşen Creek drawing the border between Antalya- Muğla. The beach divided in two by the Eşen Creek stretches all the way to the Özlen Island. The beach is so wide and large that back in time desert scenes were shot here for Yeşilçam movies. The harsh winds from the sea push the sand towards the plains. Antalya Regional Directorate of Forestry has been planting trees since 1986. Ocalyptus and Cyprus locust trees have been planted. This plan of planting trees on the dunes was so much that the result was almost creating a forest instead of erosion control. The sensitive sand-water balance has been disrupted since the planted trees were not suited to the environment. The natural habitat of the environment was also damaged because of this. The back garden of the beach is one of the most beautiful historical locations you can see. Patara will make you feel that çıkıp, orman oluşturmaya dönüşmüş. Sonuç olarak kumullar topraklaşmış. Yeni dikilen ağaçlar, ortama yabancı olduklarından, son derece hassas olan kumul-su dengesi bozulmuş. Ortamın doğal bitki toplulukları ise, bundan zarar görmüş. Kumsalın arka bahçesi görüp görebileceğiniz en güzel tarihi alanlardan bir tanesi. Tarihi topraklarda geziyorsunuz derler ya, işte Patara bu hissin en yüksek seviyede yaşandığı yerlerden birisi. Likya medeniyetinin izlerine ulaşmak, o insanlarla aynı toprağa basıp aynı havayı solumak büyüleyici bir deneyim oluyor. Ancak yanınızda mutlaka su bulundurun. Çünkü antik dönemde, binlerce yıl susuzluk sıkıntısı yaşanan bu bölgede, halen tek damla su bulmak mümkün değil. Diğer bir deyişle güneyin sıcaklarını hesaba katın. Burası aynı zamanda caretta carettaların üreme bölgesi. Yani akşam saatleri ile sabah saatleri arasında plaja ve denize girmek yasak. Patara, 1990 yılında, Çevre Bakanlığı tarafından “Doğal Çevre Koruma Bölgesi” ilan edilmiş ve koruma altında. Konaklama tesislerinin büyük çoğunluğu pansiyon ve apartlardan oluşuyor. Diğer bir deyişle konaklama için herhangi bir sıkıntı bulunmuyor. Yalnızca konaklama tesisleri, plaj alanının dışında. you are walking around amidst historical spots. It is a magical experience to find traces of the Lycian civilization, step on the same soil and breathe in the same air as those people did. However, you should bring water with you. Because it is still not possible to find a drop of water at this location which has suffered from aridity since the ancient times. In other words, heed the high temperatures of the south. This is also the reproduction area of the caretta caretta turtles. It is forbidden to swim from sundown to early morning. Patara has been declared a “Natural Environmental Preservation Site” by the Ministry of Environment in 1990 and is currently under protection. Most of the accommodation facilities are either pensions or apart hotels. In other words, accommodation is not an issue. But these facilities are outside the beach area. You can enter the 10 km. Patara Road after turning south on the Kalkan-Fethiye road once you pass Kalkan. When you enter the Gelemiş Road from the main road, the 5 km road takes you to Patara. Patara Antique City is located on the southwestern tip of the Xanthos Valley. It has not lost its importance throughout history since it was the only port that opened out to the sea. This city dates back to 7th century B.C. and it is where the God Apollon, son of Zeus and Letoon was born. It is known from antique sources that Patara known also as the Apollon Oracle Center operated during the six winter nights and that Delphi operated during the six summer months. Apollon is a god of Anatolia. Homeros mentions it in his Iliad as “Pholbos” meaning “Enlightened” and also as “Renowned archer, Apollon of Lycia”. Lycia has been used in ancient times to mean the city 103 gezi - yorum travel - ing Kalkan-Fethiye karayolunda; Kalkan’dan yaklaşık 10 km sonra güneye dönüp 10 km’lik Patara Yolu’na giriliyor. Ana yoldan Gelemiş Yolu’na sapıldığında, 5 km’lik yol sizi Patara’ya kadar götürüyor. Patara Antik Kenti Xanthos Vadisi’nin güneybatı ucunda yer alıyor. Denize açılan tek liman olması sebebiyle tarih boyunca önemini kaybetmemiş. Tarihi MÖ. 7. yüzyıla kadar uzanan bu şehir, Zeus ile Letoon’un çocuğu olan Tanrı Apollon’un da doğduğu yer. Apollon Kehanet Merkezi olarak bilinen Patara’nın altı kış ayı, Delphi’nin de altı yaz ayında hizmet verdiğini antik kaynaklardan biliniyor. Apollon, bir Anadolu tanrısı. Homeros, İlyada Destanı’nda; ondan, “Işıklı” anlamına gelen “Pholbos” ve “Ün salmış okçu, Lykia’lı Apollon” diye söz ediyor. Lykia, antik çağlarda ışık ülkesi anlamında kullanılmış ve onun baş tanrısı Apollon da, ışık soylu olarak algılanmış. 104 Xanthos, dağlık Likya eyaletinin en eski ve en büyük kenti. Ancak tam bir felaketler şehri. Pers istilasına değin bağımsız kalmış. Pers istilasında kentlerini kahramanca savunmuşlar. Ancak istilayı önleyemeyeceklerini anlayınca önce tüm kadın ve çocuklarını öldürmüşler, sonra da kenti ateşe vererek ve bu alevlerin içine kendilerini atarak topluca intihar etmişler. Bu kıyımdan kurtulan 80 aile ve başka yerlerden gelen göçmenlerce kent yeniden kurulmuş. Fakat 100 yıl kadar sonra çıkan bir yangınla Xanthos tekrar harap olmuş. Daha sonra Atinalıların vergi istemelerine karşı çıkan Xanthos’lular kentlerinin tamamen harap olmasına neden olacak bir savaşın içine sürüklenmişler... O dönemden kalan önemli eserler ise şu şekilde: * Kent esas olarak Likya Akropolü, Roma Akropolü ve bunların dışında kalan kısımlardan oluşuyor. En of light and its chief god Apollon was known as a descendant of light. Xanthos is the oldest and largest city of the mountainous Lycia district. However, it is a city of disasters. They have been independent until the Persian invasion. They have defended their city heroically during the Persian invasion. However, when they realized that they will not be able to stop the Persians they committed mass suicide first killing the women and children, after burning the city down. 80 families who were able to save themselves from this massacre have established a new city together with immigrants from other places. However, Xanthos has been ruined once again during a fire that started about 100 years later. Afterwards, the residents of Xanthos have been drawn into a war following their rejection against the tax demand of the Athenians and this war has caused their city to be razed to the ground… The important pieces that remain from that period are as follows: * The city actually consists of Lycia Acropol, Roman Acropol and the remainder. The most interesting structure is the Roman Theater. “Harpy Monument” is actually a family graveyard but it has interesting reliefs. However, the real graveyard is at the British Museum. What remains in its original location is actually a replica. * Lycia Union meetings have been organized at this parliament building. The building is the “first known parliament building” in the world which increases the importance of this location. In addition, the Patara Harbor is important in terms of being a granary as well as for transportation. That is why one of the 3 most important granaries in Eastern Mediterranean is in Patara. However, the Patara Harbor that is 400 meter wide and 1600 meter long has started to fill up with sand over time due to the Eşen Creek alluvium. Ships have started experiencing difficulties to enter the harbor when it was filled with sand. Commerce has decreased, marshes have sprang up, mosquitoes and malaria have increased. 105 gezi - yorum travel - ing 106 ilginç yapı Roma Tiyatrosu. Bir aile mezarı olan “Harpy Monument”un ilginç kabartmaları bulunuyor. Ancak bu mezarın aslı British Museum’da. Orijinal yerindeki ise aslına uygun bir taklit. Çayı alüvyonları nedeniyle kumla dolmaya başlamış. Liman dolunca gemiler limana girememiş. Ticaret zayıflamış, bataklıklar oluşmuş, sivrisinekler artmış, sıtma çoğalmış. * Likya Birliği toplantıları; buradaki meclis binasında yapılıyormuş. Meclis binası dünya üzerindeki bilinen “ilk parlamento” olması açısından, buranın önemini arttırıyor. Ayrıca Patara Limanı, hububat deposu ve sevki açısından, büyük önem taşıyor. Bu nedenle Doğu Akdeniz’de bulunan 3 hububat deposundan biri, Patara’dadır. Ancak 400 metre genişliğinde ve 1600 metre uzunluğundaki Patara Limanı; zamanla, Eşen * Roma Zafer Takı (Metius Modestus) kentteki Roma kalıntılarının en görkemlisi. Birinci yüzyılda yapılmış. Kente girişin simgesi, Roma tarzında ve üç gözlü. Kapının her iki yanında ve kemerlerin arasında yazıtlar var. Bu bölgede uzun zamandır kayıp olan Apollon Tapınağı’nın da bulunduğu sanılıyor. Çünkü burada yapılan kazılarda, büyük bir Apollon başı ele geçirilmiş. Tapınak ile kaya mezarları arasından, sahile * Roman Arch of Victory (Metius Modestus) is the most magnificent Roman remains in the city. It has been built in the first century. It is the symbol of the entrance into town; it has been built in Roman style and has three eyes. There are inscriptions on both sides of the gate as well as between the arches. Because the head of Apollon has been unearthed during recent excavations, it is thought that the long-sought Apollon Temple is also here in this region. There are ceramic kilns right near the eastern side of the asphalt road that climbs down towards the beach from amidst the temple and the rock graves. The lip of the oven and kiln have been inlaid with brick plaques. The Corinth Temple is interesting because it is the only temple that has been unearthed in the antique city until today. It has been built using magnificent stones. * According to the inscription on the Liman-Hurmalık Turkish Bath: “The Turkish Bath, its swimming pools and additional decorations have been ordered to be built by the Emperor Vespasianus (MS.69-79) using the money donated by the Lycian Union for this purpose. It has an attractive architecture. It is one of the most graceful structures of the city. * Columned Street (Hadrian Granarium) connects the Harbor in the northwest with the city agora in the south. However, only 100 meters of it has been opened to public since the rest is filled with marshes. * The theater has laid its back to the northern foothills of Kurşunlu Hill. It has a spectacular appearance. Those who enter the city center can see the theater from afar. It is one of the largest theaters in Anatolia. It kadar inen asfalt yolun hemen doğu kenarında seramik fırınlar bulunuyor. Ocak ve fırın ağızlarının tabanı: tuğla plakalar ile döşenmiş. Korint Tapınağı antik kentte, bugüne dek bulunabilmiş tek tapınak olması açısından ilginç. Muhteşem taşlardan yapılmış. * Liman-Hurmalık Hamamı’nda bulunan yazıtta yazılı olduğuna göre: “Hamam, yüzme havuzları ve ek dekorasyonları ile birlikte, İmparator Vespasianus (MS.69-79) tarafından, bu amaç için ayrılmış kaynak ve Lykia Birliği tarafından bağışlanmış para kullanılarak inşa ettirilmiş”. Bizans döneminde kullanılmış. Etkileyici mimarisi var. Kentin en alımlı yapılarından biri. * Sütunlu Cadde (Hadrian Granariumu) kuzeybatıdaki Limanı, güneydeki devlet agorasına bağlıyor. Ancak günümüzde, bataklık suyu içinde kalmış olması nedeniyle, yalnızca 100 metrelik bölümü açılabilmiş. * Tiyatro Kurşunlu Tepe’nin kuzey eteğine yaslanmış. Görkemli bir görüntüsü var. Kent merkezine girenler uzaktan tiyatroyu görebiliyorlar. Anadolu’nun en büyük tiyatroları arasında sayılabilir. MÖ.3’ncü yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Son düzenleme ise; MS.4’ncü yüzyılda yapılmış. Gladyatör oyunları için, orkestrası yeniden şekillendirilmiş. Seyirci kapasitesi sayısı: 5000 is estimated to have been built around 3rd century B.C. The final arrangement has been made during the 4th century A.C. The orchestra has been reshaped for the gladiator games. The viewer capacity is around 5000. The top sections have been well-preserved until today due to the sand layer that has filled the theater. * The Parliament (Blouleuterion) building is for 1400 people. It is the oldest government building in Anatolia. Lycian union sets an example to western governments with its structure and constitution. It is unique in the world in this aspect. The Union Constitution is the best of the ancient world. The interior of the Parliament building has been cleaned completely during the excavations carried out in 2001-2006. * The diameter and depth of the water cistern is 9 meters. It is a well with a circular form. There is a stone foot right in the middle of the well. This foot is about 1,8 meters above the surface. * The lighthouse that was unearthed from below sand dunes, filling thousands of trucks as its state after the earthquake damaged it. Previously, it resembled a rectangular pedestal with steps when it was first built. However, currently it has a circular structure that rises up on steps. Whereas the Hadrianus (Granarium) granary has been used especially for the transportation of Anatolian wheat to Rome. It is one of the 3 granaries built in Eastern Mediterranean for this purpose. 107 gezi - yorum travel - ing civarında. Oturma yerlerini, üst sıralara dek dolduran kum örtüsü nedeniyle, üst bölümler iyi korunarak günümüze gelebilmiş. * Meclis (Blouleuterıon) binası 1400 kişilik. Anadolu’da bilinen en eski yönetim binası. Likya birliği yapısı ve anayasası ile batı yönetimlerine 108 örnek gösterilir. Bu özelliği ile dünyada tektir. Birlik Anayasası antik dünyanın en mükemmelidir. Meclis binasının iç kısmı; 2001-2006 yılları arasındaki kazılarda, tamamen temizlenmiş. * Su sarnıcının çapı ve derinliği 9 metre. Dairesel formlu bir kuyu. Kuyunun tam ortasında: taştan yapılmış bir ayak yükseliyor. Bu ayak: zeminden itibaren 1.8 metre yükseklikte. * Binlerce kamyon dolusu kumun altından gün ışığına çıkarılan deniz feneri, deprem sonucu yıkıldığı şekilde ele geçmiş. Daha önce, yapıldığında, dikdörtgen şeklinde, basamaklı bir kaide görüntüsünde imiş. Ancak bugün basamaklar üzerinde yükselen, dairesel bir bina yapısı var. Hadrianus (Granarium) Ambarı ise Anadolu buğdayının özellikle Roma’ya sevk edilmesinde kullanılmış. Doğu Akdeniz’de, bu amaçla yapılmış 3 ambardan biri. Devam etmek içincınız var! a doğru renge ihtiy KALİTELİ www.furkanofset.com.tr K MATBAAS I N İL NA IZ KALIP KULL ALS A AS KİYE’NİN KİM TÜR Y HIZLI YENİLİKÇİ PROFESYONEL uzaktaki yakın so far so close Atina Athens 110 Akropolis’in kanatları altında Under the wings of the Acropolis Dergi Bursa’nın “Yol” ana temalı bu sayısında yollara düşeceğimiz sıradaki durak komşumuz Yunanistan’ın başkenti, ismini baş tanrıçası ve koruyucusu Athena’dan alan Atina. Tabi sadece bu yüzden değil, şehrin ruhunu ve kimliğini anlayabilmek, Atina gezinizi daha anlamlı hâle getirmek için gitmeden önce, Yunan mitolojisi hakkında biraz bilgi toplamakta ve Antik Yunan’ın tanrı ve tanrıçalarıyla tanışmakta fayda var. İlk hikaye benden olsun: “Atina şehri yeni kurulmaktadır ve şehrin tanrısının kim olacağına karar vermek için bir yarışma düzenlenir. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelirler. Finale iki tanrı kalır: denizler, atlar ve depremler tanrısı Poseidon ile zeka, sanat, strateji, ilham ve barış tanrıçası Athena. Şehre en büyük hediyeyi verecek olanın şehrin tanrısı olmasına karar verilir. İlk olarak kendinden emin Poseidon öne çıkar. Meşhur üç dişli yabasını yere vurur ve yer yarılarak bir at ortaya çıkar. Poseidon atı herkese göstererek “Bu evcil bir attır, sizi istediğiniz yere götürür ve yüklerinizi de taşır” der. Bütün tanrılar büyülenmiştir bu hayvan karşısında (Bir diğer versiyonunda yerden su fışkırdığı ancak bunun Ege’nin tuzlu suyu olmasının hoş karşılanmadığı anlatılagelmekte). Athena ise küçük bir gülücük atar ve ünlü mızrağını yere saplar. Mızrağın saplandığı yerden bir filiz çıkar ve çok güzel bir zeytin ağacı olur. “Bu ağaç yüzyıllarca yaşar, meyveleri yeşilken yenir, olmadı saklarsınız kararır yine yenir, ezip yağını çıkarır yemek yaparsınız, aynı yağı yakar karanlığı aydınlatırsınız. Aynı zamanda bozulmaz ve bozulmasını istemediğiniz yiyecekleri yağında saklarsınız. Çekirdeğinden elyaf yaparsınız, ağacın dallarından odun Yazı ve fotoğraflar Text and photos: Our next stop in this “Road” themed issue of Dergi Bursa is the capital city of our neighbor Greece, named after Athena, her main goddess and protector: Athens. Of course it will be useful to gain some information about Greek mythology and to learn about the Ancient Greek gods and goddesses before going there not only because of this but also to ensure that your trip has more meaning and that you understand the spirit and identity of the city much better. Listen to the first story from me: “City of Athens has just been founded and a contest is organized to decide on the god of the city. All gods of Olympus come together. Two gods make it to the finals: Poseidon, the god of seas, horses and earthquakes and Athena, the goddess of wisdom, art, strategy, inspiration and peace. First Poseidon comes out with a full self-esteem. He hits his famous trident to the ground and the ground opens up after which a horse appears. Poseidon shows the horse to everyone and says, “This is a tamed horse, it can take you anywhere you want Özgür Çakır and also carry your loads.” All gods are at awe when faced with this animal (In another version, water springs out from where the ground has opened up and the fact that it is the salty water of the Aegean was not very well received). Whereas Athena flashes a smile and stabs her famous spear to the ground. A young branch comes out from where the spear struck the ground and a wonderful olive tree appears. “This tree lives for centuries, you can eat its fruits when they are green and you can also stash them away and eat later, you can squeeze the oil out of them and use for cooking or you can also burn the same oil and illuminate the darkness. It does not go bad and you can store the food that you don’t want to go bad in this oil. And this is my gift to you,” says the goddess of intelligence and strategy. All gods admire this tree. All congratulate Athena, the city now belongs to her. From then on, it will be named after her. Poseidon, perhaps enraged by losing to a goddess, throws his trident towards the 111 uzaktaki yakın so far so close elde edersiniz. Bu da benim size hediyem” der zeka ve strateji tanrıçası. Bütün tanrılar bakakalmıştır bu ağaca. Hepsi tebrik eder Athena’yı, artık şehir ona aittir. Şehrin ismine de Atina denecektir bundan sonra. Poseidon ise, belki de bir tanrıçaya yenilmekten, tüm siniriyle üç başlı mızrağını dağa fırlatır.” Hala mızrağın izinin o dağda, Athena’nın o meşhur ağacının da Akropolis’te olduğuna inanılır bu topraklarda... Avrupalılara göre doğu sınır, Doğululara göre batının giriş kapısı. Dünya medeniyeti ve insanlık tarihinde iz bırakmış bir şehire yolculuğumuz. Antik Yunan medeniyetinin kalbi yüzyıllar boyunca Atina’da atmış. Demokrasi kültürünün ilk örnekleri malumunuz burada hayat bulmuş. Atina halkının eğlenceye düşkünlüğü, insanoğluna tiyatro gibi vazgeçilmez bir uğraşı 112 edindirmiş. Maraton başta olmak üzere birçok atletizm branşı ve dolayısıyla Olimpiyat Oyunları da Atinalıların insanlığa bir armağanı. Atina; başta Akropolis olmak üzere somutlaşan antik tarihiyle, müzeleriyle, zengin Yunan mutfağı eşliğinde sabahlara kadar süren taverna eğlenceleriyle, zengin spor aktiviteleriyle ve bütün yıla yayılmış festivalleriyle ziyaretçilerine tek bir gezide çok çeşitli tatlar sunan; dostluk, kavga, karmaşa, gürültü, medeniyet, pislik, dağınıklık, Egelilik, Akdenizlilik, fakirlik ve zenginlik hep bir arada aslında tanışık olduğumuz bir kaosu barındıran, ruhu olan ve enerjisiyle sizi mutlu etmeyi başaracak türden özel bir şehir. Hazır mitolojiye girmişken biraz da ortak yakın tarihimizin izleri halen taze olayı mübadeleyi mountain. It is believed that the mark of that trident still remains on the mountain and that the famous tree of Athena is still at Acropolis…” For the Europeans it is eastern border, for Easterners the gate to the west. We are travelling to a city that has left a mark in the history of humanity and civilization. The heart of Ancient Greece has been Athens for centuries. Evidently, the first examples of a democratic culture have found life here. The indulgence of the public of Athens in having fun has resulted in providing humanity with an indispensable occupation: theater. Many branches of athletics first and foremost the marathon are gifts of the Athenians to humanity along with the Olympic Games. Athens is a special city with spirit that provides many different tastes to its visitors from its ancient history dating back to the Acropolis, its museums, rich Greek cuisine, tavern entertainments that last until the first lights of day, rich sports activities and festivals that take place all year around; where you can find the chaos that is actually familiar to us combining friendship, quarrels, confusion, noise, civilization, dirt, the spirit of the Aegean as well as the Mediterranean, poverty and richness all in one place. Since we just mentioned mythology, one should also watch movies such as “Dedemin İnsanları” or “Evdeki Yabancılar” that are about the population exchange which remains a current topic under discussion or read books such as “Emanet Çeyiz” or “Benden Selam Söyle Anadolu”. Because we are actually going to the heart of our neighbor and that heart has also been broken in places just like ours. And of course some music would be nice. We have Sezen, Lebanon has Fairuz and Greek has their Haris Alexiou. If possible you should listen to one of her albums when preparing for the trip. You will actually see that there are many similar songs and melodies; so enjoy. anlatan bir film, örneğin “Dedemin İnsanları”nı ya da “Evdeki Yabancıları” izlemek ya da “Emanet Çeyiz”, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” gibi bir kitabı okumak gerek. Çünkü aslında en yakın komşumuzun kalbine gidiyoruz ve o kalbin de kırıkları var bizdeki gibi. Ve elbette biraz da müzik fena olmaz. Bizim Sezen’imiz, Lübnan’ın Fairuz’u neyse Yunanistan’ın da Haris Alexiou’su var. Seyahat hazırlıklarına mümkünse bir albümünü eklemeli. Biraz araştırınca aslında kulağınıza aşina ne çok ortak şarkı ve melodinin olduğunu farkedeceksiniz, keyfini çıkarın. Neolitik Çağ’dan, İlk Yunan medeniyetine, Roma’dan Bizans’a, İstilacı Latin Döneminden Osmanlı’ya ve günümüz Yunanistan’ına ulaşan bu toprakların başkenti onlarca kez kuşatma, işgal ve iç savaş gören, yıkılıp yıkılıp yeniden yapılan, yorgun ve derin geçmişi olan bir şehir. Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında tümüyle boşaltılan ve 1833’te Akropolis’in kuzeyindeki küçük, dağınık evlerde 4 bine kadar gerileyen nüfus bugün toplamda 4 milyon civarında. Bunun azımsanmayacak bir bölümü de Türkiye kökenli olanlar. 1924 öncesi Yunan Krallığı’nın toplam nüfusu 2 milyon civarında iken buna Lozan Barış Antlaşması sonrası Nüfus Mübadelesi ile 1.200.000 Türkiyeli Ortodoks Hıristiyan Rum eklendiğini söylersem Anadolu etkisinin ne denli fazla olduğunu tahmin edebilirsiniz. İşte bu yüzden herhangi bir turistten farklı olacaksınız gittiğiniz her yerde. Ve tepkiler çoğunlukla eski bir dostla karşılaşmışcasına içten olacak. Türk olduğunuzu söylediğinizde hiç sıkıntı The capital of these lands is actually a weary city with an ancient past dating back to many invasions and wars from the Neolithic Age, to the first Greek civilization, to Rome and Byzantine and from there to the Invader Roman Period, the Ottoman period until the Greece of today. It had been completely deserted during the Greek War of Independence and the population has dwindled down to about 4 thousand people living in small houses scattered around the north of Acropolis in 1833; today it has reached a total of about 4 million people. A large portion of this population consists of those with origins that go back to Turkey. The total population of the Kingdom of Greece prior to 1924 was about 2 million and you can estimate the effect of Anatolia when I tell you that about 1.200.000 Turkish Orthodox Christian Greeks were added to this during the Population Exchange following the Lausanne Agreement. That is why you will not be an ordinary tourist there. And the reactions will mostly be as if you have met an old friend. You will not experience any difficulties when you mention that you are Turkish. Indeed, they will act in a friendlier manner. They will keep on saying “Bacanaki” and “Kardaşi” to you. Each contact you make will prove that the peoples have no problem among each other. That is why it is better to try Turkish for communication before English. Even though the exchanged population is quite old now, it is highly probable that you will meet a new generation with roots in Anatolia that is curious about Turkish and actually can speak it. Do not feel awkward, we are visiting an old friend to have a cup of coffee, so they will understand when you say “with mild sugar” as you do for Turkish coffee. Start conversations, make new friends. The people are really great despite a few exceptions. Everyone acts nice until you say you are Turkish and after you announce your identity your relationship becomes much better especially with the young generation and the more prudent 113 uzaktaki yakın so far so close çekmeyeceksiniz. Aksine, daha da sıcak davranacaklar. “Bacanaki”ler, “Kardaşi”ler havada uçuşacak. Halkların bir sorunu olmadığını ispatlayacak her temasınız. Bu yüzden İngilizceden önce Türkçe’ye şans vermekte fayda var. Mübadiller artık yaşlanmış olsa da kökü Anadolu’da olan yeni kuşaklar da Türkçe’ye meraklı ve dilimizi bilen biriyle karşılaşma olasılığınız çok yüksek. Çekinmeyin eski bir dosta kahve içmeye gidiyoruz, “az şekerli” deyince sizi anlayacaklar. Sohbet edin, dostluklar kurun. İstisnalarla karşılaşabilecek olsanız da muhteşem insanları var. Türk olduğunuzu söyleyene kadar herkes çok iyi, kimliğiniz açıklandıktan sonra da özellikle gençler ve sağduyulu orta yaş insanları çok daha iyi. Ailenin kayıp, uzaktaki bir bireyiyle karşılaşmış gibi ağırlayacaklar sizi. Dostluklar kurmak, öğrenmek ve öğretmek için bulunmaz bir şehir burası bizim için. Kahve kesmezse kaldırın uzo kadehlerini. 114 Türkiye’den deniz ve kara komşumuz Yunanistan’ın başkentine gitmek için bolca ulaşım alternatifi var. İstanbul’dan uçakla Atina’ya ulaşım Türk Hava Yolları, Pegasus, Aegean, Olympic ve Norwegian Airlines ile sağlanıyor. İzmir’den Atina’ya uçak bileti almak isterseniz THY ve Pegasus sürekli, Aegean ve Olympic Airlines de ara ara uçuyor. Atina’ya İstanbul’dan otobüs ile de gidilebilir. Ve tabi özel otomobilinizle de gezerek gitmek mümkün. Yolda Selanik, Kavala gibi birçok güzel şehri de görebilir, seyahatinize ara duraklar ekleyebilirsiniz. Selanik’te ara vererek tren yolculuğu da keyifli bir başka seçenek. Ayrıca, İstanbul ve İzmir’den Atina Pire Limanı’na gemi ile gitmek de mümkün. Eleftherios Venizelos Uluslararası Havaalanı şehir merkezinden 27 km uzaklıkta. Şehir merkezine gitmenin birkaç yolu var. En pratiği metro. Tek yön 8 Avro, gidiş dönüş 14 middle aged people. They will greet you as if you were a long lost member of the family. This city is the place to make new friends, learn as well as teach. If coffee is not enough then raise your uzo glasses. There are many transportation alternatives to get to the capital of Greece with whom we share both a land and a sea border. Turkish Airlines, Pegasus, Aegean Airlines, Olympic Airlines and Norwegian have direct flights from Istanbul to Athens. If you want direct flights from Izmir to Athens THY and Pegasus fly all the time whereas Aegean and Olympic Airlines also have frequent flights. You can go to Athens from Istanbul by bus as well. You can stop by many beautiful cities such as Thessaloniki and Kavala along the way adding more stops to your trip. Hopping on a train that stops at Thessaloniki is also a fun way to reach your destination. You can also go by sea to the Athens Pire Harbor from Istanbul and Izmir. The Eleftherios Venizelos International Airport is 27 km from the city center. There are several ways to get to the city center. The most practical being the subway. One way is 8 Euros, round trip is 14 Euros. You have to activate the ticket after you purchase it from the machine. If you do not activate you might have to pay a fine. There is a subway to the airport every half hour. And the trip takes about 50 minutes. There is also a nonstop bus service for 24 hours for those whose flights are between midnight and 05.30 in the morning. The trip by bus from the airport to the city center takes about 45 minutes to 1.5 hours depending on the traffic. The day and night tariffs of taxis change. It costs 35 Euros to go to the city center during the day and reaches 50 Euros during the night. It is better to agree on the price before getting on the taxi. Otherwise the reputation of the Greek cab drivers has surpassed that of the Sultanahmet drivers. Athens Subway is one of the oldest subway networks of Europe. It has been built in the beginning of the 1900s, back then there was only one line. However with the European Union membership and Olympics investments, they have built a subway network with many lines and frequent services. Athens Subway is also a museum of ancient ages. The pieces that Avro. Bileti makineden aldıktan sonra, aktive etmek gerekiyor. Edilmezse yirmi kata kadar kadar bir cezası var. Havaalanına giden tüm metrolar yarım saatlik aralıklarla geçiyor. Yolculuk da yaklaşık 50 dakika sürüyor. Gece yarısı ile sabah 05.30 arasına denk gelenler için alternatif olarak 24 saat kesintisiz olan otobüs servisi de var. Havaalanından şehir merkezine trafiğe bağlı olarak 45 dakika ile 1.5 saat arasında sürüyor. Takside gündüz ve gece iki ayrı tarife uygulanmakta. Kent merkezine gündüz gitmek 35 Avro, gece bu fiyat 50 Avro’ya kadar çıkıyor. Yola çıkmadan fiyatı konuşmakta fayda var. Aksi halde Yunan taksicilerin namı Sultanahmet’tekileri sollamış durumda. Avrupa Birliği üyeliği ve Olimpiyat yatırımları ile çok hatlı ve sık sefer yapan bir metro ağına sahip olmuşlar. Atina Metrosu aynı zamanda bir antik çağ müzesi. Metro yapımı sırasında çıkarılan eserler Syntagma ve Acropolis duraklarında sergileniyor. 3 ana hatta çalışan metro ile şehrin önemli noktalarına rahatça ulaşmak mümkün. Atina’nın güneyinde yer alan sahillere giden tramvaylar da Atina’nın güneyindeki Yeni İzmir ve Glyfada gibi yerleşimlere gidiyor. Bilet fiyatları çok da pahalı değil. Kombine bilet 1.40 Avro. Kombine bilet ile 90 dk içinde metro, otobüs ve tramvayı kullanmak mümkün. Turistler için kalış sürelerine göre 24, 72, 96 saatlik tüm ulaşım araçlarında geçerli kombine biletler de mevcut. Atina Metrosu aslında dünyanın en eski metrolarından biri. 1900’lerin başında kurulmuş sistem tek hatlıymış. Ancak Atina jeopolitik ve sosyolojik olarak biraz Ankara’yı, denizle teması aynı yoğunlukta olmasa da balkon kültürü were unearthed during subway construction are on exhibit at the Syntagma and Acropolis stops. It is possible to reach the important locations of the city using the subway network that has 3 main lines. The trams that go to the coastal areas to the south of Athens also stop at locations such as New Izmir and Glyfada. The tickets are not that expensive. Combined ticket is 1.40 Euros. You can use subways, buses and trams within a 90 minute period with the combined ticket. There are also combined tickets for tourists that can be used in all public transportation services for period of 24, 72, 96 hours according to their duration of stay. Athens resembles Ankara in terms of geopolitics and sociology but also reminds one of Izmir with its culture of balconies and general architecture even though it does not have a contact with the sea. I think one can mention an unplanned urbanization in general as a problem. The Acropolis winks at you from high above the city wherever you go acting as a benchmark. Our city tour will also be around the Acropolis. It is better to select your point of accommodation near the city center so that you can rest for a while when the whole city is at siesta during the noon hours. Even though the harsh economic crises they have experienced has resulted in somewhat relaxing this attitude, all shops and even some pharmacies and groceries are closed at noon and can stay closed for up to 3:30 pm. The banks are open from 8 am to 2:30 pm from Monday to Thursdays and until 2 pm on Fridays. Almost all places to see in Athens can be reached on foot. That is why my suggestion will be to discover the city by walking. The best location to start is the main square of the city Syntagma, known also as the Constitution Square. The dominant structure in the square is the Parliament Building. Unknown Soldier Monument is located right across the front façade of the building overlooking the square. The most famous activity here is the change of guards ceremony of the soldiers that protect the 115 uzaktaki yakın so far so close ve genel mimari yapısıyla biraz da İzmir’i çağrıştıran bir şehir. Genel olarak çarpık bir kentleşmeden bahsedilebilir sanırım. Şehrin merkez noktasında bir tepede yükselen Akropolis gittiğiniz yerlerde size göz kırparak mihenk taşı görevini üstleniyor. Zaten şehir turumuz da Akropolis ve civarında olacak. Öğlen sıcağında şehir siesta vaktindeyken kaçıp biraz dinlenmek için kalacak yer tercihini merkeze yakın bir noktadan yana kullanmakta fayda var. Yaşadıkları derin ekonomik kriz bu konudaki tutumu biraz gevşetmiş olsa da öğlen saatlerinde, ki bu bazen 15:30’a kadar bile sürebiliyor, her türlü dükkan, zaman zaman eczane, bakkal gibi acil ihtiyaçlarınızı karşılamak isteyeceğiniz yerler bile kapalı. Bankalar da pazartesiden perşembeye kadar 8’den 14:30’a, cuma günleri 14:00’e kadar açık. 116 Atina’da gezilip görülecek yelerin neredeyse tamamı yürüme mesafesinde. Bu yüzden her zaman olduğu gibi önerim şehri tabanvay marifetiyle keşfetmek olacak. Başlangıç için en doğru nokta ise şehrin ana meydanı olan Syntagma, nam-ı diğer Anayasa meydanı. Meydanın hâkim yapısı Parlamento Binası. Binanın meydana bakan ön cephesinde Meçhul Asker Anıtı yer alıyor. Buradaki en meşhur etkinlik de Parlamento’yu koruyan askerlerin (evzoneler) saat başlarındaki nöbet değişimi töreni. Ponponlu ahşap ayakkabılar ve pileli etekler askerlerin geleneksel kıyafeti. Bir söylenceye göre, askerlerin eteklerindeki 400 adet pile, ülkenin Osmanlı yönetiminde geçirdiği 400 yılı sembolize etmekteymiş. Saat başları dışındaki büyük nöbet değişimi ise pazar günleri 10:30 gibi başlıyor. Tören öncesi askerlerle fotoğraf çektirmenize izin veriliyor, sonra askerler küçük bir gösteri yapıyor. Yarım saat kadar sonra, cadde trafiğe kapanıyor, bando eşliğinde büyük bir asker topluluğu geliyor ve iki askerin nöbet değişimi tamamlanıyor. Eğer pazar günü Atina’da olacaksanız, bu gösteriyi kaçırmayın. Parlamento binasının arkasındaki büyük şehir parkı ise Ulusal Bahçeler yani National Gardens. Yorulduğunuz ve yeşile hasret kaldığınızda geri dönüp tadını çıkarmak üzere parkı arkamızda bırakarak Akropolis’e doğru yola koyulabiliriz. Sizi gün ortasında şehrin en gölgesiz tepesine çıkarmak niyetinde değilim elbette. İlk hedefimiz Akropolis yönündeki Plaka bölgesi. Daracık, hiç bozulmamış sokaklar, sağlı sollu hediyelik eşya satan küçücük dükkanlar, sardunyalı cumbalı evler, antikacılar, sıralanmış birçok taverna ve restoran oldukça davetkar. İnsanın bir Ege kasabasında geziyormuş hissine kapılmasını sağlıyor. Amaçsızca bir sokaktan diğerine yürüseniz bile içinize mutluluk doluyor. Öğle yemeği için uygun bir yerdeyiz. Tabi bu akşam yemeği için uygun olmadığı anlamına gelmiyor. Rahatlıkla bizimkiyle yakın akraba sayılabilecek Yunan mutfağına bir merhaba denilebilir pekala Plaka’da. Damak tadınıza uygunsa deniz mahsulleri, belki musakka, salata veya mezelerle kurulmuş sofra günün kalanına enerji toplamak için önerim. Hatta musakka en öncelikli önerim. Beşamel sos ve patatesle birlikte fırınlanarak servis edilen ve lazanya dilimini andıran Yunan usulü Musakka’yı tatmadan dönmeyin. Plaka’nın en yoğun olduğu zaman ise tahmin Parliament that takes place every hour. Their traditional clothes are wooden shoes with pompoms and pleated skirts. Rumor has it that the 400 pleats on the skirts of the soldiers symbolize the 400 years that the country has spent under the rule of the Ottoman Empire. The grand change ceremony, other than the hourly ones, starts on Sundays at about 10:30. You are allowed to take photos with the soldiers prior to the ceremony after which they put on a small show. Half an hour later the road is closed to traffic and a large group of soldiers arrive, accompanied by a band thus concluding the ceremony. If you are in Athens on a Sunday, do not miss the show. The large city park behind the Parliament building is the National Gardens. We can set off for Acropolis, leaving the park behind, only to come back and enjoy when we get tired or long for some peace and quiet on the green. Of course I do not intend to take you on the most un-shadowy hill of the city in midday. Our first destination is the Plaka region towards Acropolis. The narrow, undamaged streets, small shops scattered to left and right selling souvenirs, houses with geraniums and bay windows, antique shops as well as the many taverns and restaurants are very enticing. One feels as if walking around an Aegean town. You feel happy even when you wander from one street to the next. We are at the right place for lunch. Of course this does not mean that it is not suitable for dinner. One can greet the very familiar Greek cuisine at Plaka. If it suits your palate, I would suggest a table of sea food, moussaka, salads or side dishes to refresh yourselves. I especially suggest the moussaka. Make sure you taste the Greek style moussaka that resembles lasagna slices and is prepared by roasting béchamel sauce and potatoes. Plaka is most crowded after sunset as you can imagine. One can see the traditional lively night life of Athens at the Monastraki region and here. The taverns come to life when the sun sets and the streets are filled with Greek melodies. So, you need to spend a night at Plaka to enjoy Rembetiko, uzo and tasty Greek food. You are at the right place to observe the similarities of our cultures. We should save the fun for the night and start moving after a quick bite. Anafiotika, located at the foothills of Acropolis overlooking the Plaka is a special region at the heart of the capital carrying fresh breezes from the Greek islands with white painted houses and geraniums that decorate the front doors. You are free to get lost on the condition that the hill stays to your right. No need to worry. The streets are yours. Mingle with the geraniums. You will face a large boulevard to the south when you finish the Plaka region. The three columned remains that you will see right across Syngrou Boulevard is the Hadrian’s Arch that is one of the ancient and symbolic structures of Athens. Right next to it is the largest temple that has been built on Greek grounds: Temple of the Olympian Zeus. Today, only 15 columns remain of this large temple which was devoted to Zeus, the mightiest god of the Ancient Greek Civilization. The original columns of the structure were 250 m long, 130 m wide and 17 m high and its construction has been started during the 6th century B.C. which was completed during the Hadrianus period. The temple protects a large Zeus statue made of gold and ivory and it was surrounded with 108 columns when it was first built. Even though the temple has lost many of its properties today, it still greets visitors as an ancient Greek structure that is still majestic and worth seeing. Panathenaic Olympic Stadium is located nearby the temple which housed the first modern Olympic Games in 1896 in addition to the archery competitions during the 2004 Olympic Games. The Olympic torch that starts off from the 2500 year old Hera Temple on Mount Olympia is passed over to the Olympic committee at this historical stadium before it hits the road to go to the host 117 uzaktaki yakın so far so close edebileceğiniz üzere güneş battıktan sonra başlamakta. Monastraki bölgesi ile birlikte Atina’nın geleneksel gece hayatının canlılığını burada görmek mümkün. Gün batınca tavernalar canlanıyor ve sokakları Yunan melodileri doldurmaya başlıyor. Bu da demek oluyor ki Atina akşamlarından en az birini Rembetiko, uzo ve lezzetli Yunan yemekleri eşliğinde Plaka’ya ayırmak lazım. Kültürlerimiz arasındaki benzerliği gözlemlemek için doğru yerdesiniz. Eğlenceyi akşama saklayıp öğle yemeğini fazla uzatmadan yola koyulmalı. Akropolis’in Plaka’ya bakan yamacındaki Anafiotika ise başkentin göbeğindeki beyaz boyalı evler ve pencerelerin, kapıların önlerini süsleyen sardunyalar ile Yunan adalarından esintiler taşıyan özel bir bölge. Yamacı sağınıza almak koşuluğuyla kaybolmak serbest. Telaşa gerek yok. Sokaklar sizin. Karışın sardunyalara. Plaka bölgesini bitirdiğinizde güney yönünde karşınıza büyük bir bulvar çıkacak. Syngrou Bulvarı’nda yolun hemen karşısında göreceğiniz üç sütunlu yapı kalıntısı Atina’nın simgesel antik yapılarından Hadrian’ın arkı. Bunun hemen arkasındaki alanda ise Yunan topraklarında inşa edilmiş en büyük tapınak bulunuyor: Olimpiyalı Zeus Tapınağı. Bugün geriye sadece 15 sütunu kalan bu devasa tapınak Antik Yunan Medeniyeti’nin en baba tanrısı Zeus’a adanmış. Orjinali 250 m uzunluğunda, 130 m genişliğinde ve 17 m yüksekliğinde sütunları olan bu tapınağın yapımına M.Ö. 6. yüzyılda başlanmış ve yapı, Hadrianus döneminde bitirilebilmiş. Altın ve fildişinden yapılmış dev bir Zeus heykelini koruyan tapınak, yapıldığında 108 118 country. It is worth seeing but it is debatable whether buying a ticket for it makes sense or not. If you think that you have spent enough time in open air, Acropolis Museum awaits within walking distance. The Acropolis Museum is located right at the exit of the subway station on the hill that climbs up to the main entrance of the Acropolis with its grandiose and modern structure and should be among the to-do list of everyone visiting Athens. Even though the New Acropolis Museum at world standards that was opened in 2007 received negative reactions due to its high cost and modern architecture that does not suit the ancient architecture of the Acropolis, I think the museum building itself is even worth seeing. The museum has been built on the ruins site. Of course it is preserved. It is possible to see the remains down below because the entrance of the building and the ground floor are transparent. The archeological excavations are still going on underneath the building. The pieces are displayed in three floors. The pieces unearthed from the foothills of the Acropolis are on display at the first floor. The replicas and video presentations are important for seeing the change that Acropolis has went through over time as well as to observe the adaptation. When you climb a long and steep corridor as if you are really climbing to the Acropolis, you are greeted with statues, frescoes from the Nike and Erectheion temples as well as the original caryatid statues of Erekhtheion along with the mockups of these temples. The statues and busts in the large hall are really striking. The mingling of the statues scattered on the top balcony with the visitors is a scene that reminds one of how short the thousands of years that have passed are as well as the relativity of time. The top floor devoted to the Parthenon is where statues and reliefs from the ornamented pediments located at the roof of Parthenon are displayed. Even though the incomplete statues that await their remaining parts from the British Museum and Berlin are somewhat adet sütunla çevriliymiş. Tapınak, günümüzde ilk yapım özelliklerinin çoğunu kaybetmiş olsa da hâlâ görkemli ve görülmeye değer bir Antik Yunan yapısı olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Tapınağın hemen yakınlarında biraz ileride ise 1896’daki ilk modern Olimpiyat Oyunları’nın yanı sıra 2004 Olimpiyat Oyunları’nda da okçuluk müsabakalarına ev sahipliği yapmış olan Panathenaikon Olimpik Stadyumu bulunmakta. Her olimpiyat zamanı Olympia Dağı’ndaki bulunan 2500 yıllık Hera Tapınağı’ndan getirilen olimpiyat meşalesi o senenin ev sahibi ülkesine yola çıkmadan önce, olimpiyat komitesine bu tarihi stadyumda devrediliyor. Görmekte fayda var ama bilet alıp gezmek ne kadar akıllıca tartışılır. Açıkhavada yeteri kadar vakit geçirdik diyorsanız yürüme mesafesinde olan Akropolis Müzesi sizi bekliyor. İhtişamlı, iddialı ve modern yapısıyla Akropolis ana giriş kapısına çıkan yamaçta, metro istasyonu çıkışının hemen yanında bulunan Akropolis Müzesi ziyareti, Atina’da yapılacaklar listesinde mutlaka yer almalı. 2007 yılında açılan dünya standartlarındaki Yeni Akropolis Müzesi yüksek maliyeti ve Akropolis’in antik mimarisi ile bağdaşmayan çağdaş mimari çizgisiyle ilk yıllarında tepki görmüş olsa da bence yalnızca müze binası bile başlı başına görülmeye değer bir yapı. Müze bu bölgedeki ören yeri üzerine inşa edilmiş. Elbette korunarak. Binanın girişi ve zemin katının şeffaf zemini sayesinde aşağıda bulunan kalıntıları da görebilmek mümkün hale gelmiş. Binanın altında arkeolojik kazı çalışmaları halen devam soul-shattering, they are still impressive. Also the end to end glass windows that make you feel as if you are walking around Parthenon enables you to have a great view of both Athens and Acropolis. There is a museum store and a restaurant at the mezzanine located between the 2nd and 3rd floors. The scenery of the restaurant is fabulous. It is generally forbidden to take pictures in the museum except at certain places but we had to follow the “every rule is to be broken” philosophy for you and took some pictures without flash. Affola Acropolis Museum. If you’ve really done justice to the museum than it should be late afternoon when you leave. Ideal for visiting the Acropolis. Those who are older will remember the single channel years of TRT when Reha Muhtar was reporting from Athens. Now, the world famous iconic structure that winked at us at the background in those years is our next stop. The basic goal of city planning in Ancient Greece was to build the settlements (polis) that the gods would reside in at the highest location of the city (acro); that is the acropols. Temples, structures where treasures were kept hidden as well as various institutions would all be here. Acropolis would be defended until the end in case of a siege. Now, the best known among these acropolises is as you know the Acropolis in Athens. The story of the Athens Acropolis, located on a rock with dimensions of 270x150m, 152 m above sea level at the Attica Plain dates back to the Neolithic period. Houses and a king’s palace have been built during the Bronze Age. The majestic structures that have remained intact until today are those that have been built during a large construction program that was started during the 5th century B.C. Ancient Greek civilization was on display here during the golden age of arts and many monumental structures have been built on the Acropolis. You have to climb a steep road to reach here. The region is full of eroded and slippery rocks. That is why it would be best if you put on slip-proof shoes and be ready to stay under the sun for a long time. 119 uzaktaki yakın so far so close ediyor. Eserler üç katta sergileniyor. Birinci katta Akropolis’in yamaçlarından çıkarılan tarihi eserler var. Akropolis’in zaman içerisinde uğradığı değişimi gösteren maketler ve video sunumları adaptasyon açısından önemli. Sanki Akropolis’e tırmanıyormuş hissi ile uzun ve eğimli bir koridordan yukarı çıktığınızda Nike ve Erectheion tapınaklarına ait heykeller, frizler ve Erekhtheion’un orjinal karyatid heykelleri ile bu tapınakların maketleri karşılıyor sizi. Büyük salondaki heykel ve büstler bir arada gerçekten etkileyici. Üstteki balkondan araya serpiştirilmiş ziyaretçiler ve heykellerin birlikteliği aradan geçen bin yılların azlığını, zamanın izafiyetini hatırlatır türden bir manzara. Parthenon’a ayrılan en üst katta çepeçevre Parthenon’un çatısında yer 120 alan süslemeli alınlıklarına ait heykel ve rölyeflerden kalanlar sergileniyor. British Museum ve Berlin’de sergilenen diğer parçalarını bekleyen heykellerin yarım halleri biraz iç burkan bir görüntü olsa da yine de etkileyici. Ayrıca koridoru dolaştığınızda da sanki Parthenon’un etrafında dolaşıyormuş hissi veren alanda boydan boya cam olan pencerelerden çok güzel Atina ve Akropolis görüntüleri almak da mümkün. Müzenin 2 ile 3.katı arasında bulunan ara katında hediyelik eşya mağazası ve restoranı var. Restoranın manzarası müthiş. Müzede bazı istina alanlar dışında fotoğraf çekmek yasak ama “her yasak delinmek içindir” felsefesini işlerliğe koymak ve sizler için flaşsız birkaç görüntü almak gerekti. Affola Acropolis Museum. You will see two amphitheaters as you climb towards the Acropolis from the south side: Dionysus and the Odeon of Herodes Atticus. Spring festivals were organized at the Dionysus Theater that was built during the 5th century B.C. for Dionysus which was the god of Wine and Religious Ecstasy. This theater that seats 13 thousand people has reached its current appearance after restorations during the Roman period and many viewers have come here from all around Greece and even Italy and Anatolia. A monument was erected in the name of the chorus that won the contests organized here. The Lysicrates Monument is among those that have remained until today and it dates back to 334 B.C. The other theater, Odeon of Herodos Atticus is the largest theater of Acropolis. The theater that has succeeded in staying intact until today at the Southern side of the hill is also the ancestor of the term “Odeon”. This structure still hosts classical music concerts and theater festivals. You will see a large gateway when you pass the theaters: Propylaea is a 20 m high city gateway that was built in the 5th century B.C. The large arches of the structure have been made using Pentelic marble. When you turn left from the south side of Propylaea you will see the Athena Nike Temple. This temple is devoted to Nike, Goddess of Victory and was built after a victory of Athenians over the Persians. It is said to be consisting of an ornamented pediment covered with frescoes depicting the victory of Greek soldiers and six columns supporting it but during the Ottoman period it has been removed to make way for a water battery. This has also been removed during the beginning of 19th century and the temple has been rebuilt using the remains of the original structure. You will reach the Acropolis plateau if you follow the holy path and walk among the columns. All Athens is below you Müzenin hakkını vererek gezdiyseniz akşamüstü saatleri gelmiş olmalı. Akropolis’i ziyaret için en ideal saatler. Tevellütü biraz daha eski olanlar hatırlayacaktır Reha Muhtar’ın Atina’dan bildirdiği TRT’nin tek kanal yıllarını. İşte o ekranda yıllarca arka fonda gece ışıklandırması ile bizlere göz kırpan dünyaca meşhur ikonik yapı kompleksi sıradaki durağımız. Antik Yunan’daki şehir planlamasının en temel amacı, tanrıların şehrin uç noktası olan (acro) yüksek bir tepede oturacağı yerleşim yerleri (polis) yani akropolleri inşa etmekti. Tapınaklar, hazinelerin saklandığı yapılar ve çeşitli kurumlar burada yer alırdı. Saldırı durumunda akropolis sonuna kadar savunulurdu. İşte bu akropoller arasında en çok bilineni malumunuz Atina’daki Akropolis. Attike Ovası’nda, deniz seviyesinden 152 m yükseklikte 270x150m boyutlarında bir kayalık olan Atina Akropolis’inin hikayesi aslında çok eskilere Cilalıtaş Devri’ne kadar uzanıyor. Tunç Devri’nde de evler ve bir kral sarayı yapılmış. Günümüze kalan görkemli yapılar ise, M.Ö. 5. yüzyılda başlatılan geniş bir yapı programı sonucunda inşa edilmiş. Sanatın altın çağında Antik Yunan uygarlığı burada sergilenmiş ve birçok and you will feel the refreshing wind of the gods behind you. Parthenon greets the visitors at the plateau with all its glory and is the most important temple at the Acropolis. Parthenon Temple has been built when the city of Athens was at its peak and it has been built in ten years which is actually a short period of time considering the conditions of the day. Comprehensive restoration program has been ongoing since the 1980s. So this means that repairing takes longer than building. The scaffolds and cranes that appear in each photo are the fate of the region. In its original form, there was a large statue of Athens amidst its majestic columns, other statues depicting the birth of Athena as well as the contest between Athena and Poseidon and the stories of various wars. It has been damaged severely during a fire after which it was transformed into a church during the Byzantine period and a mosque during the Ottoman period. It received the largest blow in the 17th century when it was used as an armory during the Ottoman War of Venice. In the 1800s its evacuation was ordered by British Ambassador Lord Elgin with the special permit of Sultan Selim the 3rd and thus, succeeded in reaching our day. This invaluable collection that contains the most significant items known as Elgin Marbles is on display at the British Museum in London after significant debates over their removal from their original locations. 121 uzaktaki yakın so far so close anıtsal yapı Akropolis’e dikilmiş. Ullaşmak için dik bir yolu tırmanmanız gerekiyor. Bölgenin içi de yüzyıllar boyu aşınmış ve kayganlaşmış taşlarla dolu. Bu yüzden ayağınıza kaymayacak rahat ayakkabıları geçirmekte ve güneş için de hazırlıklı olmakta fayda var. Akropolise doğru güney yamaçtan tırmanırken iki tane amfi tiyatro göreceksiniz: Dionysos ve Herodes Atticus’un Odeumu. M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış olan Dionysos Tiyatrosu’nda Şarap ve eğlence tanrısı Dionysos için bahar şenlikleri düzenlenirmiş. Roma dönemindeki onarımlardan sonra bugünkü görünümünü alan 13 bin kişilik bu tiyatroya Yunanistan’ın birçok yöresinden, hatta İtalya ve Anadolu’dan izleyiciler gelirmiş. Düzenlenen yarışmalarda birinci gelen koronun onuruna bir anıt dikilirmiş. Bunlardan günümüze kadar kalabilen Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihli. Diğer tiyatro Odeon of Herodos Atticus ise Akropolis’in en büyük tiyatrosu. Günümüze kadar ulaşmayı başarmış Güney Yamaçta yer alan bu tiyatro “Odeon” teriminin de atası. Bu yapı günümüzde halen klasik müzik konserleri ve tiyatro festivallerine ev sahipliği yapıyor. Tiyatroları geçince devasa bir giriş kapısı ile karşılaşacaksınız: Propylaea, M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilen 20 metre yüksekliğindeki şehir kapısı. Yapının çok büyük boyutlardaki kemerleri pentelik mermerinden yapılmış. Propylaea’nın güney kanadından sola döndüğünüzde ise Athena Nike Tapınağı’nı göreceksiniz. Zafer Tanrısı Nike’ye adanan bu tapınak Atinalıların Perslere karşı kazandıkları bir savaştan sonra yapılmış. 122 Yunan askerlerinin zaferlerini betimleyen frizlerle süslü bir alınlık ve onu destekleyen altı sütundan oluşmaktaymış ama Osmanlı döneminde yıkılmış ve yerine bir su bataryası kurulmuş. 19. yüzyılın başlarında bu batarya kaldırılmış ve altında kalan orjinal yapının kalıntılarıyla tapınak yeniden inşa edilmiş. Giriş kapısını takiben izleyeceğiniz kutsal yolda sütunların arasından yürüyerek Akropolis platosuna ulaşacaksınız. Tüm Atina ayaklarınızın altında, ensenizde tanrıları serinleten bir rüzgar tarihi iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Platoda bütün ihtişamıyla ziyaretçilerini karşılayan Parthenon Akropolis’teki en önemli tapınak. Parthenon Tapınağı Atina şehrinin zirvede olduğu bir zamanda ve dönemin şartlarına göre çok kısa sayılabilecek on yıllık bir sürede inşa edilmiş. Kapsamlı bir restorasyon programı, 1980’li yıllarından bu yana sürdürülmekte. Onarmak yapmaktan uzun sürüyor anlaşılan. Bütün fotoğraflarına giren iskele ve vinçler ise artık bölgenin kaderi olmuş gibi. Orjinalinde görkemli sütunlarının içinde Athena’nın dev bir heykeli ve çatısının ön ve arka cephelerinde Athena’nın doğumu, Athena ile Poseidon’un yarışmasını anlatan heykeller ile çevreleyen şeritte ise çeşitli savaşların hikayesi anlatılırmış. İlk olarak bir yangında büyük hasar almış, daha sonra Bizans döneminde kiliseye, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiş. 17. yy.da Osmanlı Venedik Savaşı sırasında cephanelik olarak kullanılırken bombalanarak en büyük yarayı almış. 1800’lerde ise Britanya Büyükelçisi Lord Elgin tarafından Padişah III. Selim’in özel izniyle içi boşaltılarak bugüne kadar eksilerek de olsa gelmeyi başarmış. Erechtheion is a temple devoted to Poseidon and Athena and is located at the holiest area of the region. It is thought that the contest that I mentioned at the beginning of this article was held here. There is an olive tree right by the temple representing the olive tree created by Athena. The eastern columns of this temple located to the north of the Parthenon have been built in ionic style, whereas the women figured caryatids (statues) have been used instead of columns in the south side. The statues at the temple are replicas. The originals of these 6 caryatids each with a different facial expression are on display at the Acropolis Museum. Everyone who goes to Athens visits Acropolis. You will also do that. It is also an alternative to go by yourself and to visit the temples, enjoy the beautiful scenery of Athens and come back but this is not the ideal case. It is very different when you go on a guided walking tour and listen to the myths and legends of these structures. I highly recommend it. If you walk west opposite the direction you came from at the exit of the Acropolis, you will reach Arios Pagos, that is the Mars Hill from where you can enjoy the finest sunset in Athens. You are at the right place to mingle with the crowds of tourists and take a selfie with the crimson Acropolis. Please watch where you going,the rocks on this hill are especially slippery. Be careful! The region that goes down from the foothills of Mars Hill is the Ancient Agora that is now an open air museum. The daily life of Athens was here starting from 600 B.C. This was where the city council made its democratic decisions, where citizens got together for commercial, politic and artistic activities and where educational and sports activities were also organized. It is an interesting experience to walk on ancient paths over which Socrates and Plato have also walked. The most striking structures here apart from the findings which are mostly just remains are the best preserved ancient temple of Athens which is the two-story Stoa of Hephaestus and Attalus King of Pergamon. Another interesting detail is the public toilet which was an important point for socializing – you can remember a similar example from Ephesus. This site is an important location that will excite those interested in history and archeology and another thing to mention is; it is right next to the Thessesion Region where coffee houses are located at and the Adrianou Street where you can find the best taverns of Monastraki. Monastiraki is located to the north of the Ancient Greek Agora and is one of the most colorful regions of Athens. Its streets are filled with souvenir shops, small bars, coffee houses, restaurants and of course taverns. The flea market where you can find everything that you are looking for comes to mind when one says Monastiraki. There is also a permanent market but you can find affordable pieces, different souvenirs, antiques, second hand clothes, and photos, silver, copper and bronze objects at the flea market that is set up on Sundays. You can go there to see the daily life of Athens even if you are not going to shop. The first structure that will attract your attention at the Monastiraki Square will be the Mustafa Ağa Tsisdarakis Mosque that is now used as the Greek Folk Arts and Ceramic Museum. It has been ordered to be built in 1759 by the Governor of Athens Tsisdarakis. The minaret has been destroyed after the Greek uprising in 1821. Unfortunately there is no active mosque in Athens now. Another site is located right behind the mosque, the Roman Market. We should add as a footnote that you can enter all the historical structures and areas around here for 4 days – except the museum – with a ticket that you will purchase for 12 Euros for the Acropolis. Since we enjoyed a tiring day, we are at the right spot to eat and have fun. Athens is very similar to our country in terms of taste, menu and prices. Even the most expensive location is affordable. You will understand the menu without feeling like a tourist. Everything is familiar. The fertileness of the Mediterranean, Bugün kayda değer en önemli parçalarını barındıran, Elgin Mermerleri olarak bilinen ve sökülüp götürülmesi büyük eleştirilere konu olan bu paha biçilmez koleksiyon, halen Londra’da British Museum’da sergilenmekte. Erechtheion ise bölgenin en kutsal yerinde Poseidon ve Athena’ya ithaf edilen bir tapınak. Yazının girişinde bahsettiğim yarışmanın burada olduğu rivayet ediliyor. Athena’nın yarattığı zeytin ağacını temsilen aynı yerde tapınağın hemen yanında bir zeytin ağacı mevcut. Parthenon’un kuzeyindeki bu tapınağın doğudaki kolonları iyonik tarzda inşa edilmişken, güneydeki kolonlar yerine kadın figürlü karyatidler (heykeller) kullanılmış. Tapınakta bulunan heykeller kopya. Her biri farklı surat ifadelerine sahip bu 6 karyatidin orijinalleri Akropolis Müzesi’nde sergilenmekte. Sonuçta Atina’ya giden herkes bir şekilde mutlaka Akropolis’i ziyaret ediyor. Siz de gideceksiniz. Tek başınıza gidip sadece tapınakları ve güzel Atina manzarasını seyredip dönmek de bir alternatif belki ama ideali bu değil. Rehberli yürüyüş turlarında yapıları tarihi ve mitolojik öyküleri eşliğinde dinlemek çok farklı. Şiddetle öneririm. Akropolis çıkışında geldiğiniz yöne değil de batıya doğru yönelirseniz Atina’da gün batımının en güzel izlendiği noktalardan birini Arios Pagos’u yani Mars Tepesi’ni bulacaksınız. Turist kalabalığına karışıp kızıla bürünmüş Akropolis ile “selfie” çektirmek için en doğru noktadasınız. Manzaraya dalıp adım attığınız yerleri ihmal etmeyin, özellikle bu tepedeki kayalar son derece kaygan. Aman dikkat. Mars Tepesi’nin eteklerinden aşağı doğru uzanan bölge ise günümüzde bir tür açıkhava müzesine dönüşmüş olan Antik Agora. M.Ö. 600 yıllarından itibaren Atina’nın günlük hayatının kalbi Agora’da atarmış. Şehir konseyinin demokratik kararlarını aldığı, yurttaşların toplanıp ticari, politik ve sanatsal aktivitelerini, eğitim ve spor müsabakalarını gerçekleştirdiği merkez burasıymış. Sokrates’in ve Pluton’un yürüdüğü antik yollarda yürümek ilginç bir deneyim. Burada çoğunluğu kalıntıdan öteye gitmeyen the Balkans and Anatolia is reflected on the plates. Greens, salads, side dishes, sea foods are wonderful and still natural. Artichokes, okra, mashed broad beans and stuffed vine leaves are common tastes. Of course this is not all. For example caciki: cacık as we know it. It is always prepared with garlic. Tzatziki is dry cacık. Feta Cheese: the traditional white cheese that we know. Greek Salad: neighbor version of the shepherd salad. Other familiar tastes: keftedes (köfte/meatball), dolmades (dolma/stuffed vine leaves), moussaka (musakka/mousaka), homus (humus), fasolada (dried beans), boureki (börek/pastry). İmambayıldı has the same name but whereas we add tomato and tomato sauce over eggplant and onions, in Greece grated cheese is added over it. They cook mücver (vegetable patty) really well with pumpkin and other vegetables. It is known by the name of “kreminidokeftedes”. As usual my favorite is dried tomatoes. This tasty gift of nature has been used very successfully by Greek chefs. I think it is smoke dried and it gives a great taste and color to every salad it is placed in when used together with olive oil. You might say it is culinary bliss. Of course there is Souvlaki (Souflaki). One of the most famous meat dishes. We can say grilled pig meat on skewers. You can also find it made with lamb meat. Sikotakia: chicken liver. Gyros: Döner. Chicken and pig meat are most common ones. Fish: now here is another menu that can make every Turk happy even if they do not know any foreign language. Barbounia tiganita, garides, kalamarika, kefali, barbuni are dishes that we can understand at the first read. We can also find lots of different types of octopus and shrimp. Of course we should not miss the desserts. Kavala Cookie and the traditional basic cookie are very famous. The gum mastic flavored one is a plus. Gum mastic is liked throughout Greece and is especially common in Thessaloniki. Of course we can find gum mastic only in the Aegean region in the whole world. Even though pastries are not too common, one can always find dry baklava. And of course taverns and rembetiko, Aegean songs and cuisine go hand in hand with uzo. The close friend of Rakı together with the Mediterranean Arak. There are similar drinks at 40 different nations with forty different names but the rakı table is ours. Now when we say ours we mean both coasts of the Aegean. We can safely state that saving the world or being part of a ground-shaking fun after the first glass happens only in Turkey and Greece. In conclusion, let the winds of the Aegean hit your face and the sounds of bouzouki ring your ear. Have fun, make new friends and enjoy a Turkish coffee with its Greek name afterwards. Bon appetite. 123 buluntular dışında en dikkat çekici yapılar Atina’nın en iyi korunmuş antik tapınağı olan Hephaestus and Bergama Kralı Attalos’un iki katlı Stoa’sı. Bir de tabi ilginç bir ayrıntı olarak zamanın önemli bir sosyalleşme mekanı olan -bir benzerini Efes’ten hatırlayacağınıztoplu umumi tuvalet. Tarih ve arkeolojiye derin ilgisi olanları heyecanlandıracak olan bu önemli ören yerinin bir diğer önemli özelliği ise kafelerin yoğunlaştığı Thessesion Bölgesi ve Monastraki’nin en güzel tavernalarının sıralandığı Adrianou Caddesi’nin hemen yanı başında olması. Antik Yunan Agorası’nın kuzeyindeki Monastiraki Atina’nın en renkli bölgelerinden biri. Sokakları hediyelik eşyalar, biblolar satan dükkânlar, küçük barlar, kahveciler, restoranlar ve elbette tavernalarla dolu. Monastiraki denildiğinde ilk akla gelen ise aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bit pazarı. Kalıcı olan dışında pazar günü kurulan bit pazarında uygun fiyatlı, çeşit çeşit hediyelik eşyalar, antikalar, ikinci el kıyafetler, fotoğraflar, gümüş, bakır, bronz eşyalar bulabilirsiniz. Alışveriş yapmayacak olsanız da Atina’nın günlük hayatından kesitler görmek için gidilebilir pekala. Monastiraki Meydanı’nda dikkatinizi ilk çekecek olan yapı, bugün Yunan Halk Sanatı ve Seramik Müzesi olarak kullanılan Mustafa Ağa Tsisdarakis Camii olacak. 1759’da dönemin Atina Valisi Tsisdarakis tarafından yaptırılmış. 1821’deki Yunan isyanında sonra minaresi yıkılmış. Maalesef şu anda Atina’da hizmet veren hiçbir cami bulunmuyor. Caminin hemen arkasında ise bir diğer ören yeri Roman Market bulunuyor. Bu arada bir dipnot olarak Akropolis için 12 Euro 124 karşılığında alacağınız biletle 4 gün boyunca -müze dışındabu bölgedeki tüm tarihi yapılar ve alanlara giriş hakkınız oluyor. Yoğun ve yorucu bir gün geçirdiğimize göre güzel bir yemek ve eğlence için de doğru yerdeyiz. Hem lezzet hem menü içerikleri hem de bütçe rahatlığı açısından bize çok yakın Atina. En pahalı yerinde bile makul fiyatlarla masadan kalkılabilir. Kendinizi yurt dışında hissetmeden tüm menüye hakim olacaksınız. Her şey tanıdık. Akdeniz’in, Balkanlar’ın, Anadolu’nun tüm nimetleri ve verimliliği yansıyor tabaklara. Yeşillikler, salatalar, mezeler, deniz mahsulleri şahane ve hâlâ doğal. Enginar, bamya, fava, sarma ortak isimli, ortak tatlarımız. Bu kadar değil elbette. Mesela caciki: malumunuz cacık. Her zaman sarımsaklı oluyor. Tzatziki de kuru cacık. Feta Cheese: bildiğimiz geleneksel beyaz peynir. Greek Salad: Çoban salatasının komşu versiyonu. Diğer küçük isim değişikliği olan ortak tatlarımız keftedes (köfte), dolmades (dolma), moussaka (musakka), homus (humus), fasolada (kuru fasulye), boureki (börek). İmambayıldı aynı isimle anılıyor ancak bizde patlıcan ve soğan karışımı üzerine domates ve salça eklenirken Yunanistan’da farklı olarak peynir rendeleniyor. Mücveri de kabak ve başka sebzelerle çok güzel yapıyorlar. Adı “kreminidokeftedes” olarak geçiyor. Her zamanki favorim kuru domates. Doğanın bu leziz hediyesini çok başarılı şekilde kullanmış Yunan aşçıları. Tütsülenmiş gibi bir kurutma metodu var galiba ve zeytinyağı ile birleştiğinde içine girdiği her salataya renk ve lezzet katıyor. Damak çatlatan tatlardan diyebiliriz. Souvlaki (Souflaki) var tabi. En meşhur et yemeklerinden. Gazi is the neighborhood where the night life of Athens lives on for those who are looking for alternatives to the traditional taverns. Technopolis is an old gas factory and the venues around it are at world standards. This region is packed with people in the weekends and you can find all sorts of night clubs, restaurants and bars. The bars are the top of the line and they can be the sole reason for our readers who are interested in night life for travelling to Athens. If you are anxious about neighborhoods that are dangerous after certain hours, then you should stay away from Omonoia, Tositsa and Koumoundourou squares and especially the streets of Evripidou & Sofokleous. Omonia Square is located rather outside the city and was once an important and crowded square. It is not our priority but travelers with lots of time on their hands can visit and see the Athens Town Hall. This square with the National Archeological Museum along the way has a rather cosmopolitan structure. The city of Athens receives large numbers of illegal immigrants. Athens has become the hope for millions of Africans and Middle Easterners since it is the gateway to Europe, is a member of EU and has lots of coasts. The streets around Omonia where immigrants are mostly located are not very safe. Especially at nights. Exarcheia located right past Omonia is where students, artists and anarchists reside. There is a great deal of reaction against banks, companies, police stations and in short everything that symbolizes authority and capitalism. Even though this region where the uprisings in 2008 started has a rather harsh image, it is worth seeing with organic food stores, bookshops, comic shops and graffiti. Also the National Archaeological Museum is located here. If you have time for only one museum in this city of museums then you should see the National Archaeological Museum which was originally built in 1866. All kinds of artworks that have formed the Greek art until today can be found here. The museum has 48 rooms and two floors. Here you can see the most important Greek statue collection and the fourth most important Egypt exhibition in Europe. The museum has generally focused on the art of sculpture. It is very enjoyable to follow the chronological development of the art of sculpture starting from 700 B.C. until the Byzantine period and to observe the grand statues in every room. The Agamemnon Mask that is estimated to date back to 1500 B.C. is a must see. The rich sarcophagus collection with its different stories and the underwater archeology section are also interesting. You should be ready to spend three hours in this comprehensive museum where time flows very fast. The Hellenic Motor Museum located right past the Archeology Museum which is easy to spot with its modern industrially designed building is another rich museum that will satisfy car aficionados. Another museum that should be visited in Athens is the Benaki Museum where the private collection of Antonis Benakis is on display at the Kolonaki region. The pieces on display at the museum date back to 7000 B.C. The pieces dating back to the Hellenistic and Roman periods, Christianity Period and Ankara, Cappadocia, Western Aegean Greek are very interesting. We can say that Kolonaki where History Museum and Athens City Museum are also located in addition to this museum is the Nişantaşı of Athens. The most elegant and flashy neighborhood of the city. There are designer boutiques, restaurants and open air coffeehouses everywhere. You can walk along the most famous streets of Voukourestiou and Panepistimou. And from Monastiraki to Kolonaki in half an hour. Consulates are located on the boulevard that connects the Syntagma Square to Kolonaki. You will see the triangular steep hill located right in the city center next to Kolonaki district. This is the Lykavittos Hill. It has the best scenery of the city, since when you are at the Acropolis you cannot see it because you are already there. A wonderful panoramic scenery awaits you Domuz çöp şiş diyebiliriz. Koyun etiyle de bulunabilir. Sikotakia: tavuk ciğeri. Gyros: Döner. Tavuk ve domuz eti yaygın olanları. Balıklar: İşte yabancı dilbilgisi kısıtlı olan bir Türk’ü en mutlu edecek balık menüsü. Barbounia tiganita, garides, kalamarika, kefali, barbuni iki kez okunduğunda ne olduğu anlaşılır balık çeşitleri. Ayrıca ahtapot ve karidesin de envai çeşidi bulunabilir. E tabi tatlılardan da bahsetmeli. Özellikle Kavala Kurabiyesi ve geleneksel un kurabiyesi pek meşhur. Damla sakızlı olanı bonus. Özellikle Selanik’te bolca bulunan damla sakızı Yunanistan’ın genelinde de çok seviliyor. Malum damla sakızı tüm dünyada sadece Ege’de. Hamur işleri çok yaygın olmasa da kuru baklava bulmak her daim mümkün. Ve tabi taverna, rembetiko, Ege şarkıları ve mutfağı demişken yanına eşlik edecek olan uzodan başkası olamaz. Rakının Akdenizli Arak’la birlikte yakın arkadaşı. 40 millette, kırk isimle benzer içkiler var ama rakı sofrası bizim. Bizim derken Ege’nin iki kıyısının. Bir kadehin arkasından kimi zaman dünyayı kurtarma, kimi zamansa yeri yerinden oynatan bir eğlencenin parçası olma sadece Türkiye’de ve Yunanistan’da var desek yeridir. Sonuçta, Egenin rüzgarı yüzünüze vururken dalgalar ve buzukiler tırmalasın kulağınızı. Tadını çıkarın, dostluklar kurun, sonuna da ama Türk ama Yunan adıyla bir acı kahve ekleyin. Afiyet olsun. Tavernalardakii geleneksel Yunan gecelerine alternatif arayanların hedefi popüler mekanların bulunduğu ve yerlilerin de severek takıldıkları bir semt olan, Atina gece with the Acropolis and Sarokinos Bay. There is a quite expensive but classy coffee restaurant located on the hill near St.George Chapel. You can climb to a point a little below the chapel from Ploutarchou Streeet via cable car for 7 Euro. Alternatively you can prefer a taxi but either way you will have to walk. But it will be worth every step. Those who wish to get out of the city for a while can get on a 30 minute subway ride to see Pire (Xenopsylla). It still continues to be an industrial district and an important port location. It is not on our priority list but we can visit there to stroll by the sea. If you wish to make an island tour for a day from Athens, Saronikos Islands are the closest. If you cannot get enough of the temples but also want to see the beach for a while then you can go to the Sounio District located on the southeast tip of Attica. It is possible to enjoy the sea view at the region where Poseidon Temple is located on a hill near the coast and to enjoy the beaches and the Aegean Sea. The neighbor capital of Athens is a city that should be on the top of your list of places to see with its closeness, the wide range of transportation alternatives, common culture, the life energy it gives with its history and culture. We will get to know each other more and shatter all prejudices as new generations visit each other. The waves of the Aegean coasts will carry more peace and zeibek and sirtos will combine with the crashing sound of the waves. If you go there with minimum prejudice you will see that what we have been taught is very far away from what it actually is when our coasts are much closer. 125 uzaktaki yakın so far so close geceleri. hayatının kalbinin attığı Gazi. Technopolis isimli eski bir gaz fabrikası ve çevresindeki mekanlar dünya standartında. Haftasonları tıklım tıklım olan bu bölgede her türden gece kulübü, restoran ve bar bulmanız mümkün. Alanlarında dünyanın en iyileri arasında sayılan barlar eğlenceye düşkün, gece hayatına meraklı okurlar için tek başına Atina seyahatinin sebebi olabilir. Eğer geç saatlerde tehlikeli olacak mahalleler konusunda bir kaygıya sahipseniz Omonia, Tositsa ve Koumoundourou meydanları ile özellikle Evripidou & Sofokleous sokaklarından uzak durmalı. Omonia Meydanı şehrin eskiden daha önemli olan, kalabalık, ancak nispeten dışında bulunan meydanlarından biri. Önceliğimiz değil ama fazla vakti olan gezginlerin ziyaret etmesi, geçerken Atina Belediye Binası’nı da görmesi mümkün. Ulusal Arkeoloji Müzesi yolumuzun üstünde bulunan bu meydan ve çevresi biraz fazla kozmopolit bir yapıda. Atina şehri olağanüstü kaçak göç alıyor. Hem Avrupa’nın giriş kapısı oluşu, hem AB üyeliği hem de çoklu deniz kıyıları Yunanistan’ı ve elbette Atina’yı milyonlarca Afrikalı ve Orta Doğulu için umut kapısı yapmış. Göçmenlerin yoğunlaştığı Omonia civarındaki sokaklar pek tekin değil. Özellikle 126 Omonia’nın biraz ilerisindeki Exarcheia ise öğrencilerin, sanatçıların, anarşistlerin bölgesi. Bu bölgede bankalara, şirketlere, karakollara, kısaca otorite ve kapitalizmi sembolize eden her şeye aşırı bir tepki var. 2008 yılında ayaklanmaların başladığı bu bölgenin sert bir imajı olsa da, organik gıda satan yerler, kitapçılar, çizgi roman dükkanları ve elbette her yanı sarmış graffitiler ile görülmeye değer bir bölge. National Archeaological Museum yani Ulusal Arkeoloji Müzesi de burada. Onlarca müze olan bu şehirde, sadece bir müzeye ayıracak vaktiniz varsa mutlaka orjinal yapısı 1866’da inşa edilmiş olan National Archaeological Museum’u gezmelisiniz. Günümüze dek Yunan sanatını besleyen kültürlerden bugüne ulaşabilmiş her tür sanat eseri bu müzede yerini almış. 48 odadan oluşan müze iki katlı. Yunan heykel sanatının en önemli koleksiyonunu ve Avrupa’daki dördüncü en önemli Mısır sergisini burada görebilirsiniz. Müze genel olarak heykel sanatı üzerine yoğunlaşmış. M.Ö. 700’lü yıllardan Bizans dönemine dek heykel sanatının kronolojik olarak gelişimini izlemek ve her odada bir öncekinden daha ihtişamlı heykelleri merakla takip etmek çok keyifli. Tarih öncesi koleksiyonda özellikle M.Ö. 1500’lerden kaldığı tahmin edilen altın Agamemnon Maskesi görülmeli. Enteresan figür ve öyküleriyle zengin lahit koleksiyonu ve sualtı arkeolojisine ayrılan bölüm de çok ilginç. Vaktin su gibi geçtiği bu kapsamlı müze için en az üç saatinizi gözden çıkarmalısınız. Arkeoloji Müzesi’nin biraz ilerisinde kolaylıkla bulacağınız endüstriyel tasarımlı modern binada yer alan Hellenic Motor Museum ise otomobil meraklılarını fazlasıyla memnun edecek türden çok zengin bir başka müze. Atina’da görülmesi gereken bir diğer ünlü müze ise Kolonaki bölgesinde işadamı Antonis Benakis’in özel koleksiyonun sergilendiği Benaki Museum. Müzede sergilenen eserlerin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanıyor. Helenistik ve Roma dönemine, Hristiyanlık dönemine ve Ankara, Kapadokya, Batı Ege Yunanlılarına ait eserler oldukça ilgi çekici. Bu müzenin dışında Ulusal Tarih Müzesi ve Atina Şehir Müzesi’nin de bulunduğu şehrin en gözde semtlerinden biri olan Kolonaki için Atina’nın Nişantaşı’sı diyebiliriz. Şehrin en şık ve havalı semti. Her yerde tasarımcı butikleri, restoran ve açık hava kafeleri var. En popüler caddeleri Voukourestiou ile Panepistimou. Monastiraki’den Kolonaki’ye yürüyerek yarım saatte gitmek mümkün. Syntagma Meydanı’nı Kolonaki’ye bağlayan bulvar boyunca konsolosluklar sıralanıyor. Kolonaki semtinin hemen yanında, şehrin ortasında yükselen üçgen şeklinde dik bir tepeyi mutlaka göreceksiniz. Burası Lykavittos Tepesi. Şehrin en iyi manzarası bu tepede. Çünkü Akropolis’teyken manzaranızda bizzat kendisi eksik. Burada tamamlanıyor. Akropolis ve arkasında Sarokinos Körfezi ile harika bir panoramik manzara sizi bekliyor. Tepedeki St.George Şapeli’nin yanında fiyatları biraz yüksek olan güzel bir cafe restoran mevcut. Şapelin biraz altında bir noktaya Ploutarchou Caddesi’nden teleferikle çıkış 7 Avro. Alternatif olarak taksi tercih edilebilir ama her şekilde yürümeniz gerekecek. Ancak her adımınıza da değecek. Şehirden biraz uzaklaşmak isteyenler Pire’yi görmek üzere 30 dakikalık bir metro yolculuğuna çıkabilir. Şimdilerde endüstriyel ağırlıklı bir semt ve halen önemli bir liman bölgesi olmaya devam ediyor. Öncelikli listemizde değil ancak vaktiniz varsa deniz kenarında yürüyüş için değerlendirilebilir. Atina’dan bir günlüğüne adalar turu yapmak isterseniz, en yakında Saronikos Adaları var. Tapınaklara doyamadım, biraz da kumsal görsem fena olmaz diyenler ise bir günlerini Attica’nın güneydoğu ucunda yer alan Sounio Bölgesi’ne ayırabilirler. Adına yakışır şekilde deniz kıyısında yüksek bir yamaçta yer alan Poseidon Tapınağı’nın bulunduğu bölgede denizler tanrısının gözetminde plaj keyfi yapmak, Ege Denizi’nin tadını çıkarmak mümkün. Komşu başkent Atina hemen yanı başımızda olması, ulaşım alternatiflerinin bolluğu, ortak kültürümüz, tarihi ve şehrin insana verdiği yaşam enerjisi ile gezilecek yerler listenizin içinde hatta listenin en başlarında yer alması gereken şehirlerden biri. Yeni kuşaklar karşılıklı ziyaret ettikçe birbirimizi tanıyacak ve ön yargılarımızı yıkacağız. Ege kıyılarındaki dalgalar çok daha fazla barış taşıyacak ve dalgaların hışırtılarına ancak zeybek ile sirtaki eşlik edecek. Minimum ön yargı ile giderseniz, göreceksiniz ki öğretilenle yaşanan çok ama çok uzak, oysa ki kıyılarımız çok yakın. 127 uzaktaki yakın so far so close Atina’dan 16 instagram karesi / 16 instagram shots from Athens 128
Similar documents
Gülen`in okullarında CIA ajanları saklanıyordu
şaşırırız: Bunların tümünü bir araya getirsek ne olur? Çağdaş Türkiye’nin eksiksiz tarifi çıkar: Bunca tanınmış romancının katmerli imgelerini aşıp gelmiş geçmiş en görkemli distopik düzeni oluştur...
More informationSağlıklı Şehir Planlaması ve Kentsel Tasarım
Türkiye Sağlıklı Kentler Birliği resmi yayın organı olan Kentli Dergisi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder. Dergimizde yer alan yazı ve makaleler kaynak gösterilerek yayınlanabilir. Makale...
More information05 - Dergi Bursa
gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
More information