22 - Dergi Bursa

Transcription

22 - Dergi Bursa
www.dergibursa.com.tr
Ağustos / Eylül 2014 - August / September 2014
Yıl / Year: 4 - Sayı / Issue:22
Fiyat› / Price: ¨ 10
ATİNA • IRGANDI KÖPRÜSÜ • TELEFERİK • ANADOL • KALKAN • PATARA • THE BEST TAXI DRIVER • DESIGNER ON THE ROAD • YOL
1
2
3
arka plan
masthead
Yayıncı / Yapımcı / Yönetim
Publisher / Producer / Management
Yıl: 4 Sayı: 22 / Ağustos - Eylül 2014
ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
Yayın Dili: Türkçe - İngilizce
Year: 4 Issue: 22 / August - September 2014
ISSN: 2146 - 1457 Local Periodical Publications (2 Months)
Publication Language: Turkish - English
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Owner and Director
Engin Çakır (Sorumlu)
engincakir@photographica.com.tr
Koordinatör
Coordinator
Emine Korku
eminekorku@photographica.com.tr
Grafik Tasarım
Graphic Design
Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1
Osmangazi / BURSA
T. (0224) 233 87 11
w w w.photographica.com.tr
dergi bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. dergi bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya
aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm
sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınmadan alıntı yapılamaz.
Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
dergi bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne
uymaya söz vermiştir.
dergi bursa is published by Photo Graphica in accordance with the Turkish laws.
The name and the right of publishing of dergi bursa magazine belongs to Photo
Graphica. Full responsibility of the published texts, photographs and subjects
belongs to the owner. All rights are reserved. Be quoted without permission.
The responsibility of the advertisements belongs to the advertiser. dergi bursa has
promised to comply with “Journalism Ethics and Standarts”
Photo Graphica Creative
grafik@photographica.com.tr
Dijital Yayıncılık
Digital Publishing
Yazı İşleri
Editorial
www.dergibursa.com.tr
Ferhan Petek
www.dijimecmua.com/dergi-bursa/
ferhanpetek@photographica.com.tr
Sosyal Medya
Çeviri
Social Media
Translation
Ceyda Özkan
facebook.com/dergi.bursa
Çorbada Tuzu Olanlar
twitter.com/DergiBursa
Contributors
Abdülkadir Kılınç, Dilek Şen, Emine Civanoğlu,
#dergibursa
Özgür Çakır, Saffet Yılmaz, Sezai Evans, Utku Akyüz,
Op. Dr. Bülent Cihantimur
Reklam İletişim
Advertise Contact
Baskı
Dağıtım
Print
Distribution
www.furkanofset.com.tr
www.seckurye.com.tr
Burcu Dursun
reklam@dergibursa.com.tr
T. (0224) 233 87 11
(0533) 522 00 40
4
5
editör notu
editor’s note
Yola bir düştük...
Temamız yol. Bu derginin yayın hayatına başladığı ilk
güne gidiyor aklım. “Söyleyecek sözümüz var” diyerek
yazmaya başladığımız Dergi Bursa sayfalarının sayısı,
3 binin üzerine çıktı. Bize çok kısa gibi gelse de uzun
zamandır yolda olduğumuzu biliyoruz. Yazmaya,
fotoğraf çekmeye, tasarım yapmaya devam ediyoruz.
Bir yere vardık demiyorum, güzel olan: tam 4 senedir
yoldayız.
-Daha ilk sayıda size “yakın”
olalım istiyoruz. Bizi “merakla”
bekleyin ve hakkımızda “iyi”
düşünün istiyoruz. En uzun
lafların en kısa özetiyle biz,
“Bursa’yı” ve onu anlatmayı
“seviyoruz.”– diyerek yola
düşmüştük ilk sayımızda.
Sadece Bursa’yı değil, tüm
ülkemizi hatta uzakları,
çooook uzakları da rotamıza
kattık. Hiç üşenmedik sizin
için kilometrelerce yol
yaptık. Bursa’yı zaten karış
karış gezdik. Amacımız bir
yere varmak hiç olmadı.
Yolda olmak, yoldayken
gördüklerimizi paylaşmak ve
size sunmak bize yetti. Dağ
başlarından engin denizlere,
uçsuz bucaksız gökyüzlerine
kadar neredeyse her tipte gezi
alanı ya da tematik konu bizim
için “yol” demekti.
Uzaklık kelimesinin anlamı
bizim için yakınlık oldu.
“Uzaklar güzel” dedik en
fazla. Çünkü yakın gördük.
Yoldayken yanımıza Bursa’yı
ve Bursalıları da aldık.
Paylaşarak sizin için de yol
açtık. Yaptığımız işin yolunun
bu olduğunu biliyorduk. Tek
taraflı düşünmedik. Yaz geldi
denize gittik, baharlarda
erguvan kokladık, kışın tarçınlı
bir salep içtik sizin için. Yol
açmak için elimizden gelen
6
her şeyi denedik. İmkanlarımızı
zorladık. Sanıyorum kelimenin
tam anlamıyla yol da aldık. Size
doğru bir sayı hazırlamak için
her yolu aradık, aradıklarımızı
ancak bulduk. Yolumuzu kendi
başımıza çizmedik; doğayı,
mevsimleri, Bursa’yı kendimize
kılavuz ettik. Bir yeri yol
edeceğimiz zaman ne kadar
yol gideceğimize odaklandık.
Ne vakit yol görünse tek
referansımız “siz” oldunuz. Bize
yol gösterdiniz.
Yolu gözlenen bir dergi
olduğumuzu öğrendiğimiz her
an mutlu olduk. Uzun uzun
yolları aştık geldik, teşekkürler
Bursa. Engelleri bir mola gibi
geçtik. Sayenizde yolumuzu
hiç şaşırmadık. Bu sayımızın
diğerlerinden farkı, yolun
kendisini anlatması. Yolda
olanları, hayalleri için yola
düşenleri, zaman yolcularını
konu ettik. Komşumuz
Yunanistan’a misafir olduk.
Akdeniz kıyılarındaki
maceramıza kaldığımız yerden
devam ettik. Antik dönemin
büyüsünde çok yere yelken
açtık.
Şimdi yola revan olma vakti.
Yolunuz açık olsun.
Keyifli okumalar.
We set off on a journey…
Our theme is the road. I am reminded of the first day of
this magazine. We had started Dergi Bursa by saying that
“We have things to say” and now the number of pages
has exceeded 3 thousand. Even though it seems short
to us, we are aware that it has been a long journey. We
continue to write, take photos and make designs. I do not
say that we have reached somewhere but the nice part
is: we have been on the road for 4 years.
In the very first issue we had said
that we want to be “close” to you.
We wanted you to wait for us
“curiously” and we wanted you
to think “good” of us. In short,
we have started this journey by
saying that we “love” “Bursa”
as well as talking about it. We
included every part of our country
and even veeeery faraway places
in our routes. We never felt lazy
to cover many miles for you. We
already set foot on every square
meter of Bursa. Our goal was
never to reach a certain place. It
was enough for us to be on the
road and to share what we saw
during our trips with you. Each
theme of the magazine as well as
each travel location from mountains to open seas and the vast sky
meant being on the “road” for us.
The word ‘far’ started to mean
‘close’ for us. At most we said,
“Faraway places are beautiful”.
Because we saw them to be close. We took Bursa and the locals
of Bursa with us on the road. We
paved the way for you by sharing.
We knew that this was the way to
do it. We never thought in a single-sided manner. In summers we
went to the sea side, in spring we
smelled redbuds and in winters
we drank salep for you. We tried
everything we can to open up the
roads. We pushed our limits. And
I believe we literally made way.
We tried everything to prepare a
nice issue for you and we were
able to find what we looked four.
We did not plan our routes by
ourselves; nature, seasons and
Bursa were our guides. We focused on the roads we would cover
when we decided to go somewhere. You were our only reference
when time came for us to hit the
road. You showed us the way.
We felt happy when we learned
that people eagerly awaited the
new issue. We covered many
long and winding roads to reach
here; thank you Bursa. We passed each obstacle as a stopover.
Thanks to you we never lost our
way. The difference of this issue
is that it tells about the roads
itself. Our topic is those that are
on the road, for their dreams as
well as the travelers of time. We
visited our neighbor Greece. We
continued our Mediterranean
adventure from where we left off.
We set sail towards the magic of
the antique period.
Now it’s time set off on a journey.
Have a nice trip.
Enjoy reading.
kır
a
Ç
n
i
g
En
7
plan
plan
plan
8
öneriler recommendations Web, kitap, albüm, film önerileri
Web, book, album and movie recommendations
10
tema theme Bu yol nereye gider?
Where does this road lead?
20
bursa dokusu bursa motifs Bursa’nın emektarına gençlik aşısı - Teleferik - Saffet Yılmaz
A youth vaccine for the veteran of Bursa - Skyline - Saffet Yılmaz
37
bursa dokusu bursa motifs Köprüden gelen sanat esintisi - Irgandı Köprüsü
A breeze of art from the bridge - Irgandı Bridge
42
yakın plan close up Hayallerinin seyyahı - Çağrı Çankaya
Traveler of his dreams - Çağrı Çankaya
48
hayat hikayesi the story of life Yolların “en iyi”si - İhsan Aknur
The “best” on the roads - İhsan Aknur
54
geçmiş zaman kipinde the past tense “Süper Türk Canavarı” - Anadol
“Super Turkish Monster” - Anadol
60
efsane kareler legendary shots Unutulmaz kareler...
Unforgettables scenes...
66
köşe bucak every nook and cranny Varmak mı? Gitmek mi? - Utku Akyüz
Arriving or Leaving? - Utku Akyüz
76
armoni harmony Müziğin altın kızı - Adele
The Golden girl of Music - Adele
78
estetik estetic Saç ekiminde etkili yöntem - Op. Dr. Bülent Cihantimur
An effective method in hair transplantation - Op. Dr. Bülent Cihantimur
86
semboller symbols Nereye gidiyorsunuz? - Abdülkadir Kılınç
Where are you going?- Abdülkadir Kılınç
88
kitabi literary Şurada bir yol var gördün mü? - Emine Civanoğlu
Did you see the road over there? - Emine Civanoğlu
90
köşe the corner Kaptan sensin - Dilek Şen
You are the captain - Dilek Şen
92
gezi - yorum travel - ing İngilizlerin gözdesi “güzel yer” - Kalkan
“Favorite” spot of the English - Kalkan
94
gezi - yorum travel - ing Işık ülkesinin başkenti - Patara
Capital of the light country - Patara
100
uzaktaki yakın so far so close Zeytin ağacının gölgesinde - Atina - Özgür Çakır
The shadow of the olive tree - Athena - Özgür Çakır
110
9
kitap önerileri
book recommendations
10
Yolun Sonundaki Okyanus
/ Ocean at the end of the lane
Neil Gaiman
Sisle Gelen Yolcu
/ The Passenger
Jean-Christophe Grange
Yüreğinin Götürdüğü Yere Git
/ Follow Your Heart
Susanna Tamaro
Dışa Yolculuk
/ The Voyage Out
Virginia Wolf
Gölgelerin Yolu
/ Perfect Shadow
Brent Weeks
Kötü Yol
/ Evil Way
Orhan Kemal
11
web önerileri
web recommendations
12
www.renklerle-yolculuk.blogspot.com.tr
www.designerontheroad.com
www.besttaxidriver.com
www.sandaletliseyyah.com
www.yolgidenindir.blogspot.com.tr
www.birgezgininanilari.blogspot.com.tr
13
film önerileri
film recommendations
14
Zirveye Giden Yol
The Ides of March
George Clooney - 2011
Drama - ABD
Dram - USA
Uzay Yolu
Star Trek
J.J. Abrams – 2009
Bilim Kurgu, Macera
Science Fiction, Adventure
ABD, Almanya
USA, Germany
Yeşil Yol
The Green Mile
Frank Darabont – 1999
Fantastik, Polisiye, Dram
Fantasy, Crime, Drama
ABD
USA
Aşkın Yolu
Take Me Home
Sam Jaeger - 2011
Komedi, Romantik
Comedy, Romance
ABD - USA
Zaman Makinesi 1973
Time Machine 1973
Aram Gülyüz – 2014
Komedi, Comedy
Türkiye, Turkey
Zaman Yolcuları
Safety not Guaranteed
Colin Trevorrow – 2012
Drama, Romantik
Dram, Romance
ABD - USA
15
albüm önerileri
album recommendations
16
Eddie Vedder
Özgürlük Yolu Film Müzikleri
Into the Wild, Soundtrack
Leonard Cohen
Songs from the road
Gece Yolcuları
Neden (Why)
Artist Müzik
Uzun yol şarkıları 2
Road Trip songs Vol 2
17
18
19
tema
theme
Engin Çakır - Uludağ / Bakacak yolu, Haziran 2012
Bu yol nereye gider?
Where does this road lead?
Herkes gönlünce bir yol arıyor kendine. Ama bir gün, bir ses haykıracak göklerden: “Herkesin yolu kendine
varır, arama başka yerde.” Ömer Hayyam
Everyone is looking for a road to their heart’s content. But one day a voice will be heard from the skies: “Everyone’s
road leads to one’s own self, do not look anywhere else.” Ömer Hayyam
20
Hayatın ilk gününden itibaren
hep bir yol söz konusu.
Gidilen, kalınan, beklenen,
özlenen, niyet edilen ama bir
türlü çıkılamayan yollarla dolu
dört bir yanımız… Bir gün
“haydi” diyebilirsek belki o
zaman yola çıkarız. Belki gider
kim bilir belki de olduğumuz
yerde kalırız. Zaman zaman
sırf gitmiş olmak için gideriz bir
yere. Cemal Süreya’nın arzu
ettiği “can” kenarı bir yolculuk
bekliyordur bizi belki de…
“Uzak dediğin önce
içinde birikir insanın.
Sonrası yalnızca yoldur.”
Murathan Mungan
Yanlışlıkla düştüğü çukurda
dikkatini çeken beyaz bir
tavşanın peşinden gidip,
Harikalar Diyarı’na ulaşan
Alice kadar şanslı değiliz
hepimiz. Denk gele hayatlar
yaşayıp, tesadüflere sığınarak
ilerlemek ne kadar mümkün
olabilir ki? Aklımız ermeye
başladığı andan itibaren hep
plânladığımız, çevremizdeki
örneklere göre ilerlememiz
gerektiğine inandırıldığımız
yollarımız var bizim. Âşık
Veysel’in dediği gibi; dünyaya
geldiğimiz anda yürümeye
başladığımız, menzile
yetişmek için gece gündüz
gittiğimiz uzun ince bir yol…
Bu yolda güller de çıkar
karşımıza, dikenler de. Ama
yanımızda güvenebileceğimiz
bir yol arkadaşı varsa ne
doyarız gülleri koklamaya,
ne de dikenleri yeter canımızı
acıtmaya… Bu bildiğimiz,
ister istemez gittiğimiz yolun
yanı sıra bir de isteyip de
gidemediğimiz yollar var.
Hayalini kurduğumuz, “bir gün
mutlaka” dediğimiz, herkesin
hayatında bir kez de olsa
“gidesi” gelen yollar… Özellikle
güzel havaların verdiği etkiyle
daha bir fazla gelen “gitmek”
isteği… Nereye, ne zaman
olursa yalnızca gitmek…
Küçük bir sahil kasabasında,
herkesten, her şeyden uzak
kalmak; yalnızca kendiyle
There is a road starting from
the first day of one’s life. We are
surrounded by roads that are
walked on, that are stayed on,
that are awaited, missed, longed
for but never reached… Maybe
one day we can set off if we just
say “come on”. Maybe we will go
or maybe we will stay where we
are. Sometimes we go places
just to have done so. Maybe a
journey close to one’s own ‘heart’
awaits as just like those that
Cemal Süreya desires…
Engin Çakır - Tirilye, Ağustos 2012
“What you call far away
first builds up inside you.
The rest is just roads.”
Murathan Mungan
We are not as lucky as Alice
who finds Wonderland when she
follows a white rabbit that she
meets after accidentally falling
down a hole. How long can it be
possible to live randomly taking
refuge in coincidences? We
have roads that we are made to
believe we should follow starting
from the very first moment that
we can think for ourselves. Just
as Âşık Veysel has said; we start
walking as soon as we are born
on a long and narrow road that
we walk on to reach the final
destination… We encounter
roses as well as thorns on this
road. But if we have a travel
partner we can trust we cannot
get enough of the roses that
we see on the way nor can
the thorns hurt us… There are
also roads we cannot walk on
in addition to the ones that we
know. Those that we dream of
and those that we say “one day
for sure”, roads that everyone
desires to walk on during a
certain period in their lives…
One longs to “go” more when
the weather is nice… Wherever,
whenever doesn’t matter; one
just wants to go… Some want to
stay away from everything and
everyone else in a small coastal
town; living by one’s own self is
more attractive. Sometimes one
just wants to go. Or just to have
“it” by their side… But how is it
possible to reach the end if one
is too lazy to start or if one does
not have the courage to do so?
Engin Çakır - Uludağ / Bakacak yolu, Eylül 2011
“There are times when it
does not matter where you
are going because what
matters than is who you are
going there with.” Tolstoy
21
tema
theme
baş başa, huzurlu, sakin
bir hayat sürme fikri cazip
geliyor kimine. Alıp başını
gitmek istiyor bazen insan.
Ya da yalnızca “onu” katıp
yanına… Ama insan yola
çıkmaktan üşendiği buna bir
türlü cesaret edemediği sürece
yolun sonuna varabilmek ne
mümkün?
“Öyle zamanlar olur ki
nereye gittiğin önemini
yitirir. Çünkü asıl önemli
olan, yanında kiminle
gittiğindir.” Tolstoy
Aslında gitmek için bizi
gitmeye teşvik edecek hatta
kolumuzdan sürükleyip
götürecek birilerini bekliyor
da olabiliriz. Tek bir söz, uzun
zamandır içimizde uyuyan
arzuyu uyandırmaya yeter.
Belki kimin söylediğine ya
da nasıl veya ne zaman
söylendiğine bağlıdır harekete
geçmemiz. Hayatı yollarda
yaşayan gezginlerin tek yol
arkadaşı müzik olur bazen.
Belirlediği rotasına başlarken,
takar kulaklıklarını, ya da alır
enstrümanını düşer yollara.
Yaşadığı dönemdeki teknoloji
hangisine el veriyorsa artık.
Ya da bulmuştur “yol eşini”,
katmıştır yanına; varacağı
yerden öte, gideceği yoldur
tek umursadığı. Yollar daha bir
şairane, daha bir romantiktir
artık onun gözünde.
Engin Çakır, Orhaneli yolu - Eylül 2009
22
İnsana ilham verir yollar,
adamı yazar, şair yaparlar.
Aşılan ya da çıkılamayan
nice yollar; bugüne kadar
şarkılara, şiirlere hatta filmlere,
kitaplara konu oldu. Örneğin
“yolların şairi” olarak da anılan
Faruk Nafiz Çamlıbel’den
hatıra şiirler, hep bir yolu
anlatır. Şiirlerinde ömrünü
bitiren zamanın, yollara etki
edemediğinden yakınır.
Gurbette, sevdiklerinden uzak,
yalnız ve mutsuz insanların; bir
şekilde ayrı düşmek zorunda
kalan âşıkların hem derdinin
tek çaresi hem de düşmanıdır
yollar… Bugün eskisi gibi
We may as well be waiting for
someone who will encourage us
to go and even take us by the
hand and force us to go. Just
one word is enough to awaken
the longing that is at rest inside
us. Maybe acting out depends
on who says what or when.
Sometimes music is the only
friend of those travelers who live
on the roads. They put on their
headphones before starting on
their preplanned route or grab
their instruments and just go.
Whatever technology they have
access to. Maybe they have
found their “road partner”; it is
the road that matters instead of
the destination. Roads become
more poetic and more romantic
in their eyes.
Roads inspire people, they make
poets out of men. Roads that
cannot be covered or journeys
that cannot be started have been
subjects of many songs, poems
and even movies and books. For
example Faruk Nafiz Çamlıbel is
known as “the poet of the roads”
and his poems always talk about
the road. He complains in his
poems that time which drains up
his life cannot affect the roads.
Roads are both the remedy and
the enemy of people who are
away from loved ones or lovers
who have to be separated for
some reason… Today distances
are not as they were in the past.
There are no more caravans that
travel for days and weeks. One
does not need to use different
methods to find their own way
or to ensure that they are not
lost. The most important guides
of travelers are lighthouses that
date back to 7th century B.C.
and continue to be the hope
of lonesome seamen travelling
on dark and wide oceans. But
now we do not need to ask the
skies for help or to try and make
sense of the ant nests in order
to find our way. We also do not
need to track the shadow of a
stick or examine the locations
of moss and try to understand
where we are by looking at the
mosques and grave stones. It is
enough to have full batteries in
our technological devices that
are used to find the way. Starting
the journey and being on the
road are much simpler now. But
it doesn’t matter how far or close
they are if they separate the
loved ones as such.
değil belki mesafeler.
Günlerce, haftalarca yol alan
kervanlar yok artık. İnsanın
yolunu bulması ya da gittiği
yolda kaybolmaması için
farklı yöntemlere başvurması
gerekmiyor. En önemli yol
göstericilerden biri olan
ve ilk kez İ.Ö. 7. yüzyılda
inşa edildiği bilinen deniz
fenerleri, bugün hâlâ uçsuz
bucaksız okyanuslarda,
karanlığın içinde yapayalnız
ilerleyen denizcilerin umudu
olmaya devam ediyor. Ama
artık yolumuzu bulmak için
eskisi gibi gökyüzünden
yardım ummak ya da karınca
yuvalarından anlamlar
çıkarmaya çalışmak gibi
dertlerimiz yok. Bir çubuğun
gölgesini takip etmek,
yosunların konumundan ya da
camilere, mezar taşlarına göre
nerede olduğumuzu anlamaya
çalışmak zorunda da değiliz.
Teknoloji sayesinde geliştirilen
yön bulma cihazlarımızın
pilleri dolu olsun yeter. Yola
çıkmak da, yolda olmak da
son derece kolay artık. Ama
kavuşmalara engel olduğu,
sevenleri birbirinden ayırdığı
sürece ne kadar uzak ne
kadar yakın olduğunun; ne
kadar kolay bulunduğunun ya
da aşıldığının pek bir önemi
kalmıyor.
Ucunda bazen acı veren
ayrılıklar, bazen neşe dolu
kavuşmalar olan yol aynı
zamanda Uzakdoğu’da bir
felsefe. Savaş sanatlarında
dengeyi kurabilmek, şiddeti
yenip, erdemli olmayı öncelikli
kılabilmek için geliştirilen
bir felsefe. Uzakdoğu dövüş
sanatlarının neredeyse
tamamının isminde bulunan
ve “yol” anlamına gelen “Do”
ancak doğa ile uyum içinde
yaşayarak sağlanabilen bir
kişisel farkındalık gücünü
temsil ediyor. Gerçekleştirilen
eylemin “dövüş” olmasına
karşılık, amacın mücadele
etmekten ziyade, insanın
özüne hâkim kalarak evrende
Roads that lead to separations
as well as joyful meetings is a
philosophy in the Far East. It
is a philosophy developed to
find the balance in martial arts,
overcome violence and to be
virtuous first and foremost of all.
“Do” is used in almost all the
martial arts and it means “road”
as a representation of personal
awareness power that can be
attained by living in harmony with
one’s own self. Even though the
action is “fighting”, it advocates
that the goal is not to put up a
fight but rather living in harmony
with the universe by staying true
to one’s core. The Do philosophy
advises that people are part of
nature and that they should do
everything properly and go to
all lengths about whatever they
are doing. According to this
philosophy, yesterday is gone
and tomorrow should not be
thought about until it becomes
“now”; a real traveler of “Do”
lives only in the “moment”. One
should first accept one’s own
self with all rights and wrongs
in order to understand the Do
philosophy and to become a real
traveler of Do. Honor, loyalty,
courage, kindness, compassion,
righteousness, justice and
sincerity are among virtues that
a traveler of Do should have. Do
is the philosophy of not fighting
even though it gives its name
to martial arts and the only fight
that “Do” puts up is with the one
and only enemy: ego. Because
according to this philosophy
one can live in harmony with the
universe only when one is dead.
“The only obstacle between
you and travelling is the
door sill.” Bosnian Proverb
Actually it is not surprising that
the concept of road that carries
intense truths with it appears as
a philosophy. The concept of
“road” becomes indispensable
because not only does it cover
all of our lives but it also carries
important meanings with it. The
modern time travelers of today
learned how to write their travel
memories from Marco Polo.
The travel blogs of our day are
actually his legacy. Seyahatnâme
has been written by Evliya Çelebi
who has hit the roads after a
dream he saw and its memory
continues to inspire travelers
who drift with their longing for
Emrah Uygun, Karaağaç Mahallesi - Bursa, Nisan 2010
23
tema
theme
Tolunay Katlandur, Likya Yolu - Fethiye, Ekim 2013
uyum içinde yaşaması
olduğunu savunuyor. Do
felsefesi insanın, bir parçası
olduğu doğada her işi tam
anlamıyla yapmasını, yaptığı
iş her ne olursa olsun sonuna
kadar gitmesini öğütlüyor.
Bu felsefeye göre dün geçti,
gitti ve yarın “şimdi” olmadan
önce düşünülmemeli; gerçek
bir “Do” yolcusu olabilmek
için yalnızca bulunulan “an”
yaşanmalıdır. Do felsefesini
anlamak, gerçek bir Do
yolcusu olabilmek için insanın
öncelikle doğruları ve yanlışları
ile kendini kabullenmesi
gerekiyor. Onur, sadakat,
cesaret, nezaket, şefkat,
dürüstlük, adalet ve içtenlik bir
do yolcusunun sahip olması
gereken erdemleri oluşturuyor.
Dövüş sanatlarına adını vermiş
olmasına rağmen, kavgadan
geçmeyen yolların felsefesi
olan “Do”nun savaşı, yalnızca
tek düşmanı olan egoyla.
Çünkü bu felsefeye göre
24
yalnızca o öldüğünde tüm
evren uyum içinde ve en saf
haliyle yaşayabilecek.
“Seyahatin önündeki tek
engel kapının eşiğidir.”
Bosna Atasözü
Yoğun anlamlar barındıran yol
kavramının bir felsefe olarak
karşımıza çıkması aslında hiç
de şaşırtıcı değil. Hayatımızın
neredeyse tamamını kapladığı
gibi büyük anlamlar taşıyor
olması “yol” kavramını
vazgeçilmez kılıyor. Bugünün
modern zaman seyyahları,
dünyayı gezen ve gördüklerini
ardında bıraktığı eserlere
aktaran Marco Polo’dan
öğrendi yolculuk anıları
yazmasını. Günümüzde etkin
olan seyahat blogları biraz
da onun mirası. Gördüğü bir
rüyanın peşinde kilometrelerce
yol giden Evliya Çelebi’nin
hatırası Seyahatnâme, bugün
cesaretlerini macera tutkularına
katıp yollara düşen gezginlerin
ilham kaynağı. Rüzgârın estiği
yönde savrulan otostopçular,
şehirlerin gürültüsünden,
günlük hayatın anlam
veremediği kavgalarından
kaçıp doğaya sığınan insanlar
için hiçbir engel yok. Onlar
yalnızca hayatın kendilerine
verdiği imkânları da yanlarına
katıp, kendi tercih ettikleri yolda
ilerliyorlar.
Sonunda geri dönmek olsa
da olmasa da yola çıkmak
güzeldir aslında. Biraz
değişiklik her zaman iyi gelir.
Tebdil-i mekân, insanın hem
ruhuna hem bedenine ferahlık
verir. Siz çıktığınız yolun tadını
çıkarın yeter. Tatil, gurbet,
vuslat, macera, iş, aşk, huzur,
hüzün belki de umut… O yolun
sizin hayatınızdaki anlamı
hangisiyse, yol size ne ifade
ediyorsa onu sonuna kadar
yaşayın.
adventure. There is no obstacle
for hitchhikers that go with the
wind or those that take shelter
in nature away from all the fights
that they don’t understand.
They are only moving with the
opportunities that life gives them
on the path of their own choice.
Hitting the roads is good even
if one does not return back
in the end. Some change is
always good. Change of location
refreshes the body and the soul.
Just enjoy the road that you are
on. Holiday, absence from home,
meeting, adventure, work, love,
peace, sadness and maybe
hope… Whatever road means for
you live it all the way.
25
tek karede bursa
one shot in bursa
Fotoğraf / Photography: Engin Çakır - Heykel, Haziran 2007
Nereye gider bu insanlar?
From where do these people go?
Hep kalabalık sokaklar, herkesin başka bir telaşı var. Akıllarında bin bir soru, sırtlarında türlü yükler; kahkahalar,
acılar, anılar biriktirirler. Durmadan giderler. Bazen yolların sonunda onları bekleyenlere ulaşmak için, bazen
nereye varacaklarını bilmeden yalnızca yürürler.
The streets are always crowded, everyone is busy. They have thousands of questions in their minds, different loads up
their backs; they pile up smiles, pains, memories. They keep on going. They sometimes walk to reach those who await
them at the end of the road or keep on walking not knowing where they will end up.
26
27
tek karede bursa
one shot in bursa
Fotoğraf / Photography: Fahrettin Beceren - Gölyazı kavşağı, 2014
Gitmek…
To go…
Bugünlerde herkes gitmek
istiyor. Küçük bir sahil
kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara,
uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme
isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç
şey” falan yok.
Bir kendisi. Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün
28
demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse
insan. Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim,
öteki de olmuyor.
Yani her şeyi yüzüstü bırakmak
göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”
öbür yanımız “otur” diyor.
Can Yücel
These days everyone wants to
go. To a small coastal town,
To another country, to the mountains or to places far away…
No one enjoys their lives.
It is the same whomever I talk
with… The longing to go away
leaving everyone and everything
behind. They do not want to take
“three things” with them.
Just themselves. Which is enough anyway. It means you’ve taken
everything and everyone.
If only one could leave one’s own
self behind. But alas.
Let’s say that we are content with
ourselves, we still cannot do it.
One cannot just leave everything
and go. So this is how it is.
A part of us says “come on let’s
go” while the other says “stay”.
Can Yücel
29
tek karede bursa
one shot in bursa
Fotoğraf / Photography: Taner Yavuz, Gölyazı, 2014
Göçmen kuşların sığınağı
Sanctuary of migratory birds
Her yıl binlerce misafir ağırlar Uluabat Gölü… Soğuk havalardan kaçan göçmen kuşların, sıcak ülkelere
giderken dinlenmek için verdikleri molalarda kucak açar onlara…
Uluabat Gölü welcomes thousands of visitors every year… It embraces the migratory birds that are on their way to
warmer countries to escape from the cold weather…
30
31
tek karede bursa
one shot in bursa
Fotoğraf / Photography: Veysel Kaya, Gürsu yamaç paraşütü alanı - Kasım 2012
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Faruk Nafiz Çamlıbel - Han Duvarları şiirinden
Oh the old roads connecting villages to borders, Old roads weeping for traveler that fail to return!
Faruk Nafiz Çamlıbel - From Han Duvarları poem
32
33
34
35
bursa dokusu
bursa motifs
Fotoğraflar / Photographs: Saffet Yılmaz
Bursa’nın emektarına gençlik aşısı
A youth vaccine for the veteran of Bursa
Türkiye’nin en uzun hattına sahip olan Bursa teleferiği yarım asırlık yorgunluğunu üzerinden attı, dinlendi,
yenilendi ve haziran ayında Bursa semalarına geri döndü. Kentin bu değerli emektarı, verdiği kısa aradan sonra
çağdaş görünümü ve arttırılmış kapasitesiyle yeniden seferlerine başladı. Şimdiki hedefi ise bir yıl içinde Oteller
Bölgesi’ne de ulaşarak “dünyanın en uzun teleferik hattı”na sahip olabilmek…
The cable car of Bursa has the longest line in Turkey and it has refreshed itself this past June when it was restored to
return back to the Bursa skyline. This valuable veteran of the city started service again after a short hiatus, with a modern
appearance and increased capacity. Its current goal is to reach the Hotels Region and become “the longest cable car in the
world”…
36
Bursa’nın en gözde simgesi
teleferik ilk kez 1963 yılında,
uzun süren çalışmalar ve
çabalardan sonra Bursalılarla
buluşmuştu. 50 yıl boyunca
yolcularına şehirle dağ
arasındaki 20 dakikalık
yolda heyecan ve hayranlık
dolu anlar yaşatarak, kısa
süre içinde yerli ve yabancı
turistlerin de göz bebeği haline
geldi. Ancak son yıllarda
iyice yaşlanmış, onunla
yolculuk yapanları tedirgin
etmeye bile başlamıştı. 2012
yılı kasım ayında başlatılan
çalışmalar sonucunda eski
ihtişamına kavuştu. Zamana
ayak uyduran modernlikteki
yeni teleferik, eskisinden
12 kat daha fazla kapasiteli
kabinleri, 7 Haziran 2014
tarihinden itibaren başlayan
seferleri ile yolcularına hem
güvenli hem de konforlu
yolculuklar sunuyor. Bursa’nın
yeni teleferiği, kullandığı çevre
dostu enerji ile de doğaya
zarar vermeden ulaşım sağlıyor
ve artık halkın her kesimine
hitap ediyor. Eskiden belki
birçok insan için lüks olarak
görülürken; bugünkü haliyle
her mevsim, herkes tarafından
kullanılabiliyor.
60’lı yılların teknik imkânlarıyla
yapılan ve aynı zamanda
ülkenin ilk teleferiği de olan
Bursa teleferiği, Bursa’ya gelip
kente hayran kalarak buraya
yerleşen, “Alman Amca”
olarak da anılan mühendis
Hubert Sonderman’ın eseri…
Dönemin Belediye Başkanı
Reşat Oyal’ın 1957 yılında
açıkladığı teleferik projesine,
bir yıl sonra Sonderman’ın
çalıştığı firma olan Von Roll
firması ile anlaşılarak başlandı.
Kaynak arayışları, dönemin
teknik yetersizlikleri gibi
engeller yüzünden, 30 kişilik
kabinleriyle kentin simgesi
The cable car is one of the best
known symbols of Bursa and it
started service for the first time in
1963 after a long period of work
and effort. Shortly thereafter it
became a favorite of local and
foreign tourists and carried them
for 50 years on a 20 minute long
exciting trip between the city
and the mountain. However,
recently it aged a lot and even
caused its travelers a great deal
of stress. In November 2012, it
reached the glamour of its past
after the renovation work carried
out. The new cable car became
modernized with cabins of 12
times more capacity and now
carries its travelers in a safe and
comfortable manner since June 7,
2014. The new cable car of Bursa
provides safe transportation in
an environment friendly manner
and serves all segments of the
public. In the past it was seen as
a luxury, but now it can be used
by everyone in every season.
Bursa cable car was built in
the 60s with the technical
infrastructure of the time and is
the work of the German engineer
Hubert Sonderman who is known
as the “German Uncle” and
who had settled down in Bursa
when he came here for the first
time and loved the city… The
cable car project announced
by the Mayor of the time Reşat
Oyal in 1957 was started after
an agreement was made one
yeaer later with the Von Roll
company where Sonderman was
working. The symbol of its time,
the cable car was able to start
operation with 30 people cabins
only in October 29, 1963 due
to the technical inadequacies.
Sonderman had provided a much
needed form of transportation to
the locals of Bursa and not only
given the city a value known by
its name but had also decided
to stay there after the work was
completed. When he died in 1976
the “German Uncle” of Bursa
was buried in the Emir Sultan
Cemetery in accordance with
his will and the 50 year journey
of today’s modern cable car had
started.
37
bursa dokusu
bursa motifs
haline gelen teleferiğin açılışı
ancak 29 Ekim 1963 tarihinde
yapılabildi. Bursalıları ihtiyacı
olan bir ulaşım aracıyla
buluşturan Sonderman,
kente adıyla anılan bir değer
kazandırmakla yetinmemiş;
Bursa’da işi bittikten sonra bile
burayı terk edememişti. 1976
yılında öldüğünde, vasiyeti
gereği Emir Sultan Mezarlığı’na
gömülen Bursa’nın “Alman
Amca”sı; bugün çağdaş
görünümüyle göz kamaştıran
yeni teleferiğin 50 yıllık
yolculuğunu başlatmıştı.
Kentin ulaşımını rahatlatacağı
kadar, ekonomisine de değer
katacak olan yeni Bursa
teleferiğinin, aslında ilkinde
olduğu gibi yine Cumhuriyet
38
Bayram’ında Bursalılarla
kavuşması hedeflenmişti.
Ancak çalışmalar sürecindeki
kötü hava koşulları ve benzeri
aksilikler nedeniyle tarihte
değişiklikler oldu. 2 yıl boyunca
süren proje kapsamında,
istasyonlar ve hatlar yenilendi;
yeni makine daireleri inşa
edildi. Bursa Büyükşehir
Belediyesi’nin, Uludağ’a
kesintisiz olarak bir yıl boyunca
ilgi sağlayabilmek amacıyla
başlattığı projelerin en büyüğü
olan yeni teleferik, şu anki
haliyle 80 kilometre hızındaki
rüzgârlara bile meydan
okuyabilecek durumda.
Bursa’nın yenilenen sembolü,
seferlerine başladığı ilk andan
itibaren hem Bursalılar hem de
yerli-yabancı turistler tarafından
yoğun ilgi görüyor. Ciddi bir
kalabalığın bulunduğu açılıştan
sonra 20 gün içinde yaklaşık
70 bin yolcuya ulaşması da
bu ilgiyi kanıtlıyor. Teferrüç,
Kadıyayla ve Sarıalan bölgeleri
arasında 12 dakikalık bir
yolculuk sunan yeni teleferik
için yapılan bir sonraki plân
ise hattın Oteller Bölgesi’ne
ulaşması… Bu şekilde, şu an
Türkiye’nin en uzun hattına
sahip olan Bursa teleferiği
8,84 km uzunluğa erişerek
“dünyanın en uzun hatlı
teleferiği” olarak anılabilecek.
Bugün 90 olan kabin sayısı
da 190’a ulaşacak. Bursa
turizmine dolayısıyla kent
ekonomisine büyük katkı
sağlaması beklenen yeni
teleferiğin Oteller Bölgesi’ne
inşa edilecek istasyonunda
kayak eğitim birimleri, otel,
kafeterya, kapalı spor ve sağlık
birimlerinin inşa edilmesi de
plânlar arasında…
Bursa teleferiği, nostaljik
değeri ve yıllar sonra bugün
kavuştuğu görünümü ile hem
geçmişin izlerini hem de
geleceğin umudunu taşıyor.
Seyahat etmek, sizi ulaştıracağı
yere varmak için ya da yalnızca
Bursa’nın eşsiz panoramik
manzarasını izlemek için
yanına gittiğinizde sevgiyle
kucaklayıverecektir sizi...
Modern görünümü, geliştirilmiş
imkânlarının yanı sıra 50 yılın,
yaşanmışlıkların ve üzerindeki
emeklerin hatırına.
39
bursa dokusu
bursa motifs
The bursa cable car was going to
revive the city’s economy as well
as provide value to it and the aim
was to finish it by the Republic
Holiday as was the case for the
first opening. However, due to
bad weather conditions and
various misfortunes the date was
changed. The project went on for
2 years and new stations, new
lines and new engine rooms were
built. The cable car is one of the
largest projects that the Bursa
Municipality started to increase
the attention to Uludağ all year
round and with uninterrupted
transportation that is currently
able to withstand wind speeds
of up to 80 kilometers per hour it
became possible. The renovated
symbol of Bursa attracted
attention of local and foreign
tourists starting from its first
trip. A large crowd was present
at the opening ceremony and
the 70 thousand people who
used the cable car within a 20
day period is proof of this. The
new ferry provides a 12 minute
transportation between the
Teferrüç, Kadıyayla and Sarıalan
regions and the next plan is to
reach the Hotels Region… By
doing so, the Bursa cable car
which currently has the longest
line will also be the “world’s
longest cable car line” with
a length of 8,84. Today, the
number of cabins is 90 and it will
increase to 190. The new cable
car is expected to contribute
significantly to Bursa tourism
and therefore its economy and
ski training units, hotel, cafeteria,
indoor sports facility and along
wih the health unit projects…
Bursa cable car carries hope for
the future with its nostalgic value
and its modern appearance.
It will embrace you with love
when you go there either to
reach the final destination or to
enjoy the splendid panoramic
view of Bursa it provides…
Out of respect for its modern
appearance, advanced facilities,
all the efforts as well as the
memories of 50 years.
40
41
bursa dokusu
bursa motifs
Fotoğraf / Photo: Engin Çakır, 31.03.2006
Köprüden gelen sanat esintisi
A breeze of art from the bridge
Ne doğal felaketlere, savaşlara direndi de her seferinde yeniden doğdu, yaralarını sardı ve 572 yıl boyunca
ayakta kalmayı başardı. Dünyadaki 4 “çarşılı köprü”den biri, Gökdere’nin kıymetlisi Irgandı Köprüsü; konumuyla
hem iki ilçeyi birbirine bağlıyor hem de yaşanmışlıklarıyla, kentin geçmişiyle olan bağını koruma görevini
üstleniyor.
It resisted many natural disasters and wars, being reborn each and every time; it healed its wounds and managed to stay
intact for over 572 years. Irgandi Bridge is one of the 4 “bridges with market” in the world and is very valuable for Gökdere,
connecting the two districts together while also preserving the experiences thereby connecting the city with its past.
42
Gökdere’nin üzerinde boylu
boyunca uzanan, sarı rengin
en canlı tonuyla boyandığı
hayat dolu duvarlarıyla
Irgandı Köprüsü; daha
uzaktan, onu gördüğünüz
anda yanına çağırır sanki
sizi. Ona yaklaştıkça “Sana
anlatacağım çok şey var”
dediğini duyar gibi olursunuz.
Köprünün hemen başında
duran tabelalarda yazılanları
çabucak okur bitirirsiniz de,
köprüyü ve tarihini içerideki
zanaatkârlardan dinlemek;
onlarla, sanatla tarihi bir araya
getiren bu görkemli yapının
huzurlu ve mistik havası
hakkında keyifli sohbetlere
dalmanın tadına kolay kolay
doyamazsınız.
572 yıldır geleni geçeni
sevgiyle kucaklayan,
bugün el sanatı ustalarına
ev sahipliği yapan Irgandı
Köprüsü, Bursa’nın tarih
ve kültüründen bahsedilen
hoş sohbetlere dalmak,
sanatla iç içe bir zaman
yolculuğuna çıkmak isteyen
Bursalıların uğrak mekânı
aynı zamanda yerli-yabancı
turistlerin gözdesi… Evliya
Çelebi’nin, Seyahatname’sinde
övgülerle anlattığı, varlığı
hakkında dilden dile aktarılan
efsanelerin konuşulduğu
Irgandı Köprüsü; yaşadığı onca
yıkımdan, geçirdiği bir dizi
restorasyondan sonra 2004
yılında bugünkü görünümüne
kavuştu. Hem sanat, hem tarih,
hem mucizelerle dolu bir yer
Irgandı Köprüsü. Görünümüyle
büyülediği, kendine hayran
bıraktığı gibi dünya çapında
bir ünü de var. Bulgaristan’ın
Lofça kentindeki Osma
Köprüsü, İtalya’nın Floransa
kentindeki Ponte Vecchio
Köprüsü ve Venedik’teki
Rialto Köprüsü ile birlikte,
dünyada “çarşılı köprü” olma
özelliğine sahip 4 köprüden
biri. Ayrıca diğerlerinden çok
daha eski. Köprü 15. yüzyılda
Irgandılı Pir Ali olarak anılan bir
beyin oğlu Hoca Müslihiddin
tarafından yaptırılmış. Mimarı
ise Abdullah oğlu Timurtaş’mış.
Ancak köprünün başındaki
bilgilendirme tabelalarında
da bulunan “Evliya Çelebi
Meseli”ne göre köprünün
varlığını, dinleyenleri hayretler
içinde bırakan bir hikâyeye
borçluyuz. Tüyler ürperten
efsaneye göre Orhan Gazi
Bursa’yı fethettiği sırada,
askerlerden biri tam da bugün
bu köprünün bulunduğu
yerden yükselen bir ses
duymuş. Ses “Çıkayım mı?
Geleyim mi?” diyormuş. Yiğit
asker ise kılıcına davranmış
ve gizemli sese “Çık bakalım
ne yapabilirsin?” diye karşılık
vermiş. Kılıcını sesin geldiği
yöne doğru sallamasıyla
birlikte büyük bir gürültü
kopmuş ve “ırgalanan”
(sallanan) yerden kıymetli bir
hazine çıkmış. Aşağıdaki dere
bir anda altınlarla, sikkelerle
dolmuş. Askerin heyecanla
koşup durumu anlattığı
Orhan Gazi askere Bursa’da
hayır yapmasını emretmiş.
Hazinenin onda birini devlete
bağışlayan asker, kalanıyla
orada bir köprü yaptırmış ve
adını da hazinenin ortaya
çıktığı gibi “sallanan, yerinden
oynayan” anlamına gelen
“Irgandı” koymuş. Varlığıyla
Osmangazi ve Yıldırım ilçelerini
birbirine bağlayan Irgandı
Köprüsü, hakkında anlatılan
bu efsaneyle de Bursalıları
gizemli tarihine bağlıyor. Her
ne sebeple yaptırılmış olursa
olsun, varlığı Bursa için hem
kültürel, hem tarihi hem de
mimari açıdan büyük bir değer
taşıyor.
Irgandı Köprüsü yıllar boyunca
birçok talihsizlik yaşadı. Önce
Bursa’nın gördüğü en büyük
felaketlerden biri olarak tarihe
geçen 1855 depreminde
ciddi anlamda hasar gördü.
Günümüze ulaşan tarihi
kaynaklara göre üzerinde
31 dükkân, 2 depo ve bir
mescit bulunuyordu. Geçirdiği
son restorasyondan sonra
Fotoğraf / Photo: Ali Yıldız, 29.11.2011
Irgandi Bridge sprawled over
Gökdere with its lively walls
colored in the brightest tones
of yellow seems to call you to
its side as soon as you spot it
from afar. You can almost hear it
whispering, “I have many things
to tell you,” as you approach
it. You quickly read whatever is
written on the signposts near
the bridge but you can never
get enough of listening to the
tales about the bridge and its
past from the artisans during
conversations that take place
in the mystical and peaceful
atmosphere of this glamorous
structure.
Irgandi Bridge has embraced
all passersby for 572 years and
has been a home to handcraft
experts while also serving as
a popular spot for tourists to
delve into fine conversations on
the history and culture of Bursa
that take back the national and
international tourists on a time
machine… Evliya Çelebi has
mentioned Irgandi Bridge with
many praises in his Seyahatname
and the bridge that has many
legends has acquired its final
appearance after a series of
restorations in 2004 after going
through many damages. Irgandi
Bridge is a place filled with art,
history and miracles. In addition
to its charming appearance,
it is also world-renowned. It is
one of the 4 “market bridges” in
the world with the Osma Bridge
in the city of Lofça in Bulgaria,
Ponte Vecchio Bridge in Florence
of Italy and Rialto Bridge in
Venice. It is also much older than
the others. The bridge has been
ordered to be built in the 15th
century by Hodja Müslihiddin,
the son of an esquire known by
the name of Pir Ali from Irgandi.
The architect was Timurtaş, son
of Abdullah. However, according
to the “Evliya Çelebi Parable”
written on the information
signs at the entrance of the
bridge, we owe the existence
of this bridge to a striking tale.
Shivering legend has it that
one of the soldiers has heard a
sound coming from where this
bridge is located today during
the conquest of Bursa by Orhan
Gazi. The sound was saying,
“Shall I go out? Shall I come?”
The brace soldier has drawn his
sword and replied by saying,
“Come out and let’s see what
you can do?” When he swung
his sword towards where the
43
bursa dokusu
bursa motifs
44
kavuştuğu bugünkü görünümü
ise depremden önceki
görünümüne en yakın hâli.
Daha önce “taş ve tuğladan
yapılmış olan” anlamına gelen
kâgir ya da kargir olarak
adlandırılan arasta yapı,
Kurtuluş Savaşı sırasında da
Yunanlılar’ın şehirden kaçarken
attığı bombalara maruz
kalarak, orta yerinden yara aldı.
1949 yılında Haşim İşcan’ın
Bursa Valisi olduğu dönemde
beton olarak ve asıl yerinden
60 cm daha yükseğe yeniden
inşa edildi. Köprüyü özgün
mimarisine tam anlamıyla
geri döndürebilmek elbette
mümkün olmadı ama daha
önce kullanılan malzemeye en
yakın malzemeler kullanılarak,
en azından varlığını korumak
için büyük çaba harcandı.
Köprü bugüne dek yalnızca
deprem, savaş gibi felaketler
sonucunda değil, iyi niyetlerle
de olsa yapılan beton ve asfalt
kaplamalar nedeniyle de yıkıcı
zararlar gördü. 1988 yılından
itibaren yapılan bireysel
ve kurumsal çalışmalarla
2002 yılında başlayan son
restorasyondan sonra köprü
2004 yılından itibaren bugünkü
haline kavuştu. Yaklaşık 10
metre genişliğindeki köprünün
iki tarafına karşılıklı ahşap
tasarımlı dükkânlar yapıldı.
Ortasındaki yaklaşık 3 metre
uzunluğundaki yolun üzerinde
6 metre yüksekliğinde bir tavan
bulunuyor.
gibi Türk el sanatlarını
yaşatan dükkânlarıyla sahip
olduğu manevi değeri,
her türlü maddi değerin
çok üzerinde. Köprünün
“Irgandı Sanat Galerisi”
tabelasını görebileceğiniz
bir ucundan, diğer ucunda
bulunan Kayıhan Mahallesi
Muhtarlığı’na kadar atacağınız
her adım, sizi Bursa’nın
kültürel ve tarihi değerlerine
biraz daha yaklaştırıyor.
Köprüde sanat atölyeleri ve
türlü sanatların icra edildiği
samimi dükkânlar dışında
durup dinleneceğiniz ya da
oturup çayınızı yudumlarken
etrafı izleyebileceğiniz
birkaç kafe de bulunuyor. Bir
kültürün doğuşunu, gelişimini,
değerlerini tanıyıp sanki o
tarihlerde yaşamışsınız gibi
hissettiren son derece özel
bir yapı Irgandı Köprüsü.
Üzerinden geçenlerin
hayranlığını gizleyemediği ve
üzerinde emeği geçenlerin
yapının hak ettiği değeri tam
anlamıyla görebilmesi için
her zaman daha fazla neler
yapılabileceğini düşündüğü
kıymetli bir hatıra… Bir
akşamüstü Irgandı’da ya da
civarındaki Irgandı Köprüsü
manzaralı kafelerden birinde
oturup onu izlemek de ayrı bir
keyif; kendinizi, sizi şefkatle
kucaklayan kollarına bırakıp,
yaşanmışlıklarını düşünerek,
aydınlattığı tarihin yolunda
kaybolup gitmek de…
Uzun süren çalışmalar,
görüşmeler ve tartışmalar
sonucunda; köprünün kâr
amacı gütmeyen, yalnızca
turistik ve tarihi yapısını
korumak amacı taşıyan,
bir sanat köprüsü haline
getirilmesine karar verildi.
Osmangazi Belediyesi,
TURSAB ve GÜMTOB’un da
dâhil olduğu çalışmalarla
hem yerli ve yabancı turistler
için ilgi çekici hem de köprü
adına işlevsel sonuçlar elde
edildi. Bugün üzerinde bulunan
ebru, çini, hat, minyatür,
ahşap oymacılığı, nakkaşlık
Her kentin kendine has
kültürel değerleri, farklı farklı
hikâyelere sahip binaları olur.
Ama Bursa’nın her köşesinde,
binasında, duvarında; tarihini
bilenin anlatmaya, merak
edenin dinlemeye doyamadığı
efsaneler gizlidir. Araştırdıkça
daha fazlasını bulmanın,
öğrenmenin, Bursalı olmakla
gurur duymanın sonu yoktur.
Bursa’nın en bilge, en hareketli
ve en renkli köprüsü yalnızca
yolları birbirine bağlamıyor;
aynı zamanda ziyaretçilerini
Bursa’nın gizemli tarihine mistik
bir yolculuğa çıkarıyor…
sound was coming from a loud
clang was heard and a precious
treasure has been unearthed
where the sword was “swung at”.
The soldier ran to Orhan Gazi
to tell what has happened and
he has ordered the soldier to do
charity work in Bursa. The soldier
has donated one tenth of the
treasure to the government and
has ordered a bridge to be built
on where the treasure was found
naming it Irgandi meaning “one
that is swung”. Irgandi Bridge
connects Osmangazi and Yıldırım
districts while also connecting
the locals of Bursa with their
mysterious past thanks to this
tale that is still being told today.
No matter what the reasons for
building the bridge are, it has
immense cultural, historical and
architectural importance for the
city of Bursa.
Irgandı Bridge has experienced
many misfortunes throughout the
centuries. First it was damaged
severely during the 1855
earthquake which was one of the
most important disasters that
Bursa has ever faced. According
to historical records that have
reached our day, there were
31 shops, 2 warehouses and
1 prayer house on the bridge.
Its current state following the
restoration is the closest that
it has ever come to its original
appearance. The Ottoman kagir
bazaar meaning that “it has been
built of stones and bricks” was hit
by bombs that the Greeks threw
while escaping from the city
during the War of Independence.
It was rebuilt using concrete in
1949 when Haşim İşcan was
the governor of Bursa 60 cm
higher than its original location.
Of course it was not possible to
return the bridge to its authentic
architecture, however material
that were closest to the originals
were used and great efforts were
put in to at least ensure that it
stays intact. The bridge was
damaged not only by disasters
such as earthquakes or wars
but during concrete and asphalt
laying work which had good
intentions as well. Following the
individual and corporate work
since 1988, restoration started
in 2002 and the bridge reached
its current appearance in 2004.
Wooden stores were built on two
sides of the bridge that is about
10 meters wide. It has a 6 meter
high ceiling over the almost 3
meter long road in the middle.
It was decided at the end of long
work, discussions and meetings
that the bridge should be turned
into a non-profit art bridge that
aims only to preserve its touristic
and historical structure. The
work carried out by Osmangazi
Municipality, TURSAB and
GÜMTOB gave results that were
satisfactory for all tourists in
terms of the functionality of the
bridge. Today, the spiritual value
of the shops on the bridge that
continue the Turkish handcrafts
traditions such as mottling,
miniature, wood carving, painting
is above all kinds of financial
gain. Each step that you will
take from one end of the bridge
where you will see the “Irgandı
Art Gallery” sign to the other end
where the Kayıhan Neighborhood
Mukhtar Office is located will
bring you closer to the cultural
and historical values of Bursa.
In addition to art workshops and
shops where all kinds of crafts
are made, there are also several
coffee houses where you can
rest and sip your coffee or tea
while enjoying the surrounding.
Irgandi Bridge is one of the very
few special structures that make
you feel the birth of a culture, its
development while also making
you feel as if you have actually
lived in those times. It is a
valuable memory that passersby
admire in awe and those who
strive to make it live continue
thinking about ways to ensure
that it receives the attention it
deserves… It is a special kind of
enjoyment to sit in the evenings
at a coffee house overlooking
the Irgandi Bridge and watch it
embrace you with all its past and
history…
Every city has different buildings
with different cultural values and
tales. But the city of Bursa hides
many legends in every nook and
cranny that those who are curious
cannot get enough of. One can
always take pride in being a local
of Bursa as one does research
and finds out more about the
past. The wisest, the most active
and the most colorful bridge of
Bursa not only connects two
roads together but also takes the
visitors of Bursa on a mystical trip
to the past.
Fotoğraf / Photo: Mustafa Mesut Şık, 05.02.2014
45
46
47
yakın plan
close up
Çağrı
Çankaya
Hayallerinin seyyahı
Traveler of his dreams
Yazı / Written by: Ferhan Petek
O yalnızca gitmekle yetinmiyor, kalanların içinde de bir gitme arzusu uyandırıyor. Her anının tadını çıkararak
yaşadığı hayatıyla insanlara ilham olurken, bir yandan geziyor bir yandan tasarlıyor. Bursalı tasarımcı gezgin
Çağrı Çankaya, onun için her şeyden önce gelen “yol”a ilk kez 2011 yılında, cebindeki son parası ve aklındaki
“Seyyah olun, turist değil” sloganıyla çıktı.
Travelling by himself is not alone for him; he also makes those who stay behind want to hit the roads. While he gives
inspiration to people with the life he enjoys, he also travels around and designs at the same time. The travelling
designer from Bursa Çağrı Çankaya first got on the “road” that comes before everything for him in 2011 with the last
money he had and with the motto of, “Be a traveler, not a tourist”.
48
Güzel sanatlar içinde büyüyen,
çocukluğundan itibaren kendini
ifade ederken hep kâğıtları ve
boya kalemlerini kullanmayı
tercih etmiş bir tasarımcı
Çağrı Çankaya… Hiçbir
zaman yalnızca bir tasarımcı
olmakla yetinmeyip her zaman
hep daha fazlasını aramış.
Küçük yaşlarda keşfettiği
yaratıcılığına, büyüdüğünde
maceracı ruhu ve cesareti de
eklenince düşmüş yollara…
Hiçbir düşüncenin, kavramın
ya da para biriminin anı
yaşamaktan daha önemli
olmadığını fark ettiğinden beri
onun için “hayat” yollarda…
1984 Bursa doğumlu Çağrı
Çankaya. Ailesinde neredeyse
herkes güzel sanatlar mezunu
hayatları çizimle, tasarımla
geçmiş. Bu mesleğe olan
ilgisini biraz da genlerine
bağlayan Çağrı Çankaya, ilk
tasarımlarının okulda, kendi
ve arkadaşları için hazırladığı
sahte karne tasarımları
olduğunu söylüyor. Doğduğu
şehirde Güzel Sanatlar
Lisesi’nde aldığı eğitimden
sonra İzmir’de Grafik Tasarım
bölümünden mezun oldu.
İş hayatına atılarak reklâm
ajanslarında, ünlü markalar
için çalıştı. Ancak her zaman
onu rahatsız eden bir şeyler
olduğunu hissediyor ve yaptığı
işin en önemli faktörü olan
yaratıcılığın, kapalı kalmak
zorunda olduğu ofislerde
Çağrı Çankaya is a designer who
has preferred using paper and
paint to express himself since his
childhood during which he grew
up surrounded by fine arts…
He has never been content with
being only a designer and has
always sought for more. When a
spirit for adventure was added
to his creative soul as he grew
up, he has hit the roads… Life
for him is on the “roads” since
the day he discovered that no
thought, concept or currency is
more important than living in the
moment…
Çağrı Çankaya was born in 1984
in Bursa. Almost everyone in
his family is alumni of fine arts
and they have spent their lives
drawing or designing. Çağrı
Çankaya believes that his interest
in this profession is also due to
his genes and says that his first
design was the fake grade cards
that he prepared for himself
and his friends during primary
school. Following the education
he received at the High School
for Fine Arts in Bursa, he has
graduated from Graphic Design
in Izmir. After that he started his
professional career working for
famous brands at advertising
agencies. However, he always
felt that something was bothering
him and that his creativity would
dry up in closed offices. He
started looking for things that
would trigger his creativity by
enabling him to develop himself
by learning new things. He quit
his job with the support of his
friend whom he called to share
his troubles at that time and
locked himself in his house to
decide on what he was going to
49
yakın plan
close up
köreleceğini düşünüyordu.
Hem kendini geliştirecek hem
de öğrendiklerinin üzerine bir
şeyler ekleyerek yaratıcılığını
daha da tetikleyecek
etkenler aramaya başladı. Bu
sıkıntılarını paylaşmak için
aradığı yakın arkadaşının da
katkısıyla o dönem çalıştığı
işinden istifa etti ve ne
yapacağına karar vermek için
evine kapandı. Bu süre içinde
bir rota belirleyip, gerekli
kişilerle iletişime geçti; blog
hazırlayıp, yalnızca tasarım
yeteneğini kullanarak hayatta
kalabileceği bir dünya turu
planladı. Binlerce mail attı,
ona yardımcı olabilecek bir
sürü kişiyle irtibata geçti.
Nihayet 11 Temmuz 2011
tarihinde cebindeki ancak
yola yetecek miktarda para ve
en gerekeceğini düşündüğü
birkaç ufak tefek eşyasını
koyduğu sırt çantası ile yola
çıktı. İlk seferde altı ay boyunca
dolaştığı Mumbai, Pune, Goa,
Chiang Mai, Ho Chi Minh,
Seoul şehirlerinde farklı reklâm
şirketlerinde çalıştı. Altı ayın
sonunda bazı sağlık sorunları
yüzünden küçük bir ara vererek
ülkesine dönmek zorunda
kaldı. Ama Çağrı Çankaya için
yol henüz başlamıştı ve devam
etmeliydi. 2012 yılının Mart
ayında yeniden yollara düştü.
Ona göre ilk rotayı belirlemek,
bu işin en zor kısmıydı. İkinci
rotayı belirlemek bu yüzden
artık çok daha kolaydı.
“Yol, kendine bir yer
bulamamış kişinin
özlemidir. Kendi yerini
yerleşiklikte bulamayan
kişi onu yolculukta arar.
Özellikle çok büyük
yolculuklar, büyük
buhranlar sonucu
çıkmıştır hep.”
Yollardaki tasarımcı Çağrı
Çankaya, çıktığı yolda birçok
dost edindi; onu yolunda
umutlandıracak kadar iyi
niyetli destekler de gördü
ama yola çıkmadan önce
aldığı kararlar için yakınları
50
arasında onun “aklından zoru
olduğunu” düşünenler bile
oldu. Çünkü ortalama bir
hayatın standartlarının dışında
bir yaşam için kolları sıvamış
olmak, başkaları için hem
hayranlık uyandırıcı hem de
korkutucuydu. Hayatın yollarda
geçmesinin yanı sıra bir
yandan para kazanabilmek için
yaptığı işler farklı ülkeler, farklı
şehirlerdeydi ve mesleğinin
ayrıntıları her kültür için farklılık
gösteriyordu. Bunlara uyum
sağlamak, insanlarla sıcak
ilişkiler kurabilmek ve her şeye
rağmen hayatta kalabilmek
kolay değildi. Onu işe çağıran
bir ülkeye gittiğinde arayıp
ulaşamadığı şirketler de oldu,
ayakkabıları çalındığında eve
yalınayak yürüyerek gitmek
zorunda kaldığı günler de…
Bir gün havaalanında mahsur
kaldı; bir gün gıda zehirlenmesi
yüzünden mide kanaması
geçirerek neredeyse canından
oluyordu. Yine de hiçbir zaman
vazgeçmedi ve yolundan geri
dönmedi. Çünkü o en başından
çıktığı yolda bir şekilde hayatta
kalmayı hedeflemişti ve hala
hayattaydı. Ona göre o risk
almıyordu çünkü onun için asıl
risk, monoton bir hayatı kabul
etmekti. Tasarımla dünyayı
gezme fikri ve bunu hayata
geçirebilmiş olması güzeldi
ama Çağrı Çankaya için yeterli
değildi. Bu fikri başka fikirlerle
desteklemeliydi. Belki birlikte
çalıştığı şirketlerle birlikte bir
sosyal sorumluluk projesine
imza atabilir ve böylece
ilham vermenin ve onları
cesaretlendirmenin yanı sıra
insanlara başka şekillerde de
faydalı olabilirdi. Çankaya bu
yola çıkmadan önce hem özel
hayatını hem de mesleğini
sorgulayarak kendini ve
tasarımlarını geliştirebilmek için
en iyi yöntemin bu olduğuna
karar verdi. Onun için dünyanın
en iyi eğitimi yaşarak alınan
eğitimdi ve daha iyisi olamazdı.
Kendi deyimiyle dibe vurup boy
verdiğinde, hayatındaki tüm
eksiklikleri, tüm mutsuzlukları
do. During this time he drew a
route for himself and contacted
the relevant people; prepared
a blog and planned a world trip
during which he could earn his
living using his talents for design.
He sent thousands of e-mails,
contacted many people who
could help. Finally, in July 11,
2011 he got his bag with a few
things he thought he might need
along with money only enough for
the road and went out. During the
first six months of the first trip he
worked at various advertisement
agencies at Mumbai, Pune,
Goa, Chiang Mai, Ho Chi Minh,
and Seoul. At the end of the six
months he had to quit for a while
due to various health problems
and return to his country.
However, the road had only just
started for Çağrı Çankaya and he
had to go on. In March 2012 he
hit the roads again. According to
him, deciding on the first route
was the hardest part. That is why
planning the second route was
much easier.
“One longs for the road if
he/she has not been able
to find a place for one’s
self. Those who cannot
find themselves when they
settle down start seeking
on the road. Especially long
trips are almost always the
result of big crises.”
The designer on the road Çağrı
Çankaya met many new friends
on his travels; he also received
support that gave him hope but
there were people even among
his relatives who thought that he
was “out of his mind”. Because
setting out to live a life that falls
out of the normal standards of an
average life was both inspiring
and frightening for others. In
addition to living on the road, the
things he did to earn his living
varied from country to country
and city to city due to different
cultures. It was not easy to
adapt to all this, establish warm
relationships with others and stay
alive despite everything. There
were companies that he could
not reach when called in for work
as well as days when he had to
walk home bare footed when his
shoes were stolen… One day he
got stuck in an airport; one day
he almost passed away due to
gastric bleeding as a result of
food poisoning. Despite all these
he never gave up. Because his
goal was to stay alive on this road
and he was still alive. He did not
think that he was taking any risks,
because for him the real risk was
accepting a monotonous life. It
was nice that he had been able to
accomplish his original thought
of travelling around the world and
designing at the same time; but
this was not enough for Çağrı
Çankaya. He had to support this
with other thoughts. Maybe he
could start a social responsibility
project with the companies he
was working for and thus could
be beneficial to others in addition
to inspiring and encouraging
them. Çankaya decided that
this would be the best method
for improving both himself and
his designs by questioning his
career and occupation before
going on this road. For him the
best education in the world was
one where things were learned
by doing. In his own words, he
started renewing himself by
throwing aside all the things he
lacked and all his unhappiness
when he hit the bottom. He
realized that what he had seen
experienced and learned during
the 3 years on the road were
above everything else. The fact
that the job he enjoyed doing
required originality and freedom
depended on his feeling free. It
was this factor that enabled him
to follow the decisions he made.
He lived for doing the best that
he could in his job as “DOTR”
that is Designer On The Road
and to travel, be happy and he
succeeded in doing so. His plan
for the future is to continue doing
the same thing. Among his plans
for the future are exhibitions to
displaying what he saw during
his travels and publishing a
book. Even though he does not
enjoy uncertainties, he knows
that his whole life is built around
uncertainties and that many
surprises await him at every
turn. And the best part is that
he accepts everything as they
come either good or bad. Even
though he travelled to dozens
of countries and stayed long
enough to understand and learn
their culture in each one, he plans
to continue until there is nowhere
else that he has not seen on the
world. Even though this year he
seems to have somewhat settled
when he started giving lessons
at a university, he seems to
51
yakın plan
close up
bir kenara atarak yenilenmeye
başladı. Yollarda geçen
3 yılının, hayatı boyunca
gördüğü, öğrendiği, yaşadığı
her şeyin çok üzerinde
olduğunu fark etti. Severek
yaptığı işi özgünlük ve özgürlük
gerektiren bir iş olması; onun
da özgün olduğu kadar özgür
hissedebilmesine bağlıydı.
Aldığı kararların sonuna kadar
peşinden gidebilmesindeki
bir etken de bu düşünce oldu.
Dünya çapındaki ismiyle
“DOTR” yani Designer On The
Road, işini doya doya ve en
keyif alacağı şekilde yapmak,
seyahat etmek, mutlu olmak
için yaşadı ve bunu başardı.
Geleceği için plânı ise bunların
aynı şekilde devam etmesi.
Bundan sonraki eylemlerinin
arasında gezip gördüklerinden,
yaşadıklarından kesitler içeren
bir sergi ve bir kitap yayınlamak
var. Belirsizliklerden pek de
haz etmemesine rağmen
neredeyse tamamı belirsizlik
üzerine kurulu yaşamında onu
birçok sürprizin beklediğini
biliyor. En güzeli de iyi ve
kötü her şeyi kabul ediyor
olması. Onlarca ülkeye gittiği,
her birinde orayı yeterince
tanıyacak, anlayacak ve
oraya alışacak kadar kaldığı
halde, dünyada görmediği
yer kalmayana dek yoluna
devam etmeyi plânlıyor. Bu yıl
52
İstanbul’da bir üniversitede
eğitim vermeye başlayarak,
yalnızca bir süre dinlenmek
için sabit bir düzene geçmiş
olsa da; o, yollara çıkmaya,
dünyanın gözü de onun
üzerinde olmaya devam
edecek gibi görünüyor.
Aslında her insanın içindeki
dünyayı gezip görme arzusu,
içinde olduğumuz sistemin
içinde nasıl kurulduğunu
bile unuttuğumuz bir hayalin
içinde tutsak. Çağrı Çankaya
ise her şeye rağmen cesaret
edebilen ve insanın elini
kolunu bağlayan her türlü
engeli hiçe sayan maceracı
bir kahraman. Gittiği yerlerde
yaşadığı her süreci anlatan
videolar ve yazılarını blogunda
ve sosyal medya sayfalarında
paylaşarak, insanlara hem yol
gösteriyor hem de “sen de
yapabilirsin” mesajı veriyor.
Dünyaca ünlü konferanslara
konuşmacı olarak katılıyor,
konuk edildiği yurtiçi ve
yurtdışı yayınlarda, okulların
düzenlediği kariyer günlerinde
yaşadıklarını ve hissettiklerini
anlatıyor. Çünkü ona göre
insanın hayali ne olursa olsun,
onu yapmanın bir yolu mutlaka
vardır. İnsan yeter ki o yolu
bulsun ve vazgeçtiği tek şey
“ertelemek” olsun.
continuously be thinking about
going on the road again.
Actually the dream of travelling
around the world has been
captivated in a prison in the
system that we are a part
of. But Çağrı Çankaya is an
adventuresome hero who is brave
enough to face every obstacle
that one can face. He shares
videos and articles in his blog
describing what he experiences
at each location and shows
people the way via social media
giving them the message of
“you can also do it”. He attends
famous conferences all over
the world as guest speaker; he
talks about his experiences in
international publications as well
as career days of universities.
Because no matter what one
dreams of, there is always a
way to accomplish it. The only
thing that one should do is to
find a way and give up only on
“postponing”.
53
hayat hikayesi
the story of life
Yolların “en iyi”si
The “best” on the roads
İhsan Aknur
Yazı / Written by: Ferhan Petek
54
Fotoğraf / Photo: Engin Çakır
Belki birçok meslektaşı gibi o da hayatını yıllardır yollardan kazanıyor.
Ancak 1982’den beri; öğrendiği yabancı diller, 20’den fazla kitabı, katıldığı
uluslararası yayın yapan televizyonlardaki TV programları ve dikkat çekici
internet sitesiyle tüm dünyanın tanıdığı bir isim haline geldi. Binlerce turistin
sevgisini ve ilgisini kazanan İhsan Aknur, dünyanın “en iyi” taksi şoförü olarak
anılıyor. Kendi tanımıyla ise onun işi “hatıralar yaratmak…”
He may be earning his living on the road like many of his colleagues. However, he
has become famous since 1982 with the foreign languages he has learned, the
over 20 books he has written, the TV programs he has attended in international
channels and his interesting web site. İhsan Aknur has earned the love and
attention of thousands of tourists and is known as the “best” taxi driver in the
world. He calls his job “creating memories”…
İhsan Aknur; insanın
mesleğindeki başarısının,
onu ne kadar sevdiğine bağlı
olduğunun canlı bir kanıtı.
Yıllar önce bir yandan sevdiği
işi yaparken, diğer yandan
ülkesini dünyaya tanıtmak
için kolları sıvamış. İşini en iyi
şekilde yapmak belki de biraz
sınırlarını zorlamak için birkaç
dil öğrenmekle yetinmeyerek,
22 misafir kitabı da oluşturmuş.
Müşterilerinin daha doğrusu
arkadaşlarının önerisiyle,
2000 yılında müşterilerinin
onu tanımladığı isimle (the
best taxi driver) internet sitesi
açan Aknur, kısa süre içinde
tüm dünyanın tanıdığı, sevdiği
ve güvendiği bir taksi şoförü
haline gelmiş. Kendi deyimiyle
tek rakibi ise “Taxi Driver”
filmindeki rolüyle
Robert De Niro...
1953 yılında Ankara’da
doğan İhsan Aknur, 1978
yılında İstanbul’a gelmeden
önce doğduğu şehirde
taksicilik yapmaya başladı.
İstanbul’da bir süre minibüs
şoförlüğü de yaptıktan
sonra, ağabeyinin kullandığı
arabalara duyduğu hayranlık
onu taksi şoförlüğüne teşvik
etti. Babasının, eğitim alması
konusundaki tüm ısrarlarına
rağmen okula devam etmeyip,
bir taksi durağında iş buldu.
18 yaşında ehliyetini alıp, iki
yıl sonra askerlik görevini de
yerine getiren Aknur, askerden
döndükten sonra tamamen
İstanbul’a yerleşti. Hem araba
kullanmaktan hem de turistlere
şehrini, ülkesini tanıtmaktan
mutluluk duyuyordu ama
ona göre büyük bir sorun
vardı. Turistlerin gitmek
İhsan Aknur is living proof that
the success in one’s career
depends on their love of the job.
Years ago, while doing the job
he loves he has also decided
to introduce his country to
the world. He has pushed the
limits to perfect his job by not
only learning several foreign
languages but also generated 22
quest books. In 2000, Aknur has
launched his web site with the
suggestion of his customers or
in other words his friends giving
it the name that he is known by
(the best taxi driver) after which
he has become a taxi driver that
all the world knows, loves and
trusts. For him, Robert De Niro is
his only rival with his role in “Taxi
Driver”…
İhsan Aknur was born in Ankara
in 1953 and has started working
as a taxi driver in his hometown
before moving to Istanbul in 1978.
After working as a minibus driver
in Istanbul for a while, his love
of cars forced him to take up
taxi driving. Despite his father’s
insistence to make him continue
his education, he quit school and
got a job at a taxi stop. He got
his driver’s license when he was
18, completed his military service
two years later and settled down
in Istanbul afterwards. He was
happy to drive and introduce his
country to others, but for him
there was a problem. He could
not clearly understand where
the tourists wanted to go and
he was unable to tell what he
wanted to tell the tourists about
the historical locations. This
was something that needed to
be resolved immediately and
if Ihsan Aknur has decided on
something, it meant that he
would do it soon. He started an
English course while in the mean
time he practiced talking with
the tourists. He could never get
enough of learning and looking
for ways to do his job better. The
communication he established
55
hayat hikayesi
the story of life
istedikleri yerleri tam olarak
anlayamıyor ve gezdikleri
yerler hakkında sahip olduğu
bilgilerin hepsini onlara
istediği şekilde aktaramıyordu.
Bu hemen tamamlanması
gereken bir eksikti ve İhsan
Aknur bir şey yapmaya karar
verdiyse bu, o kararın en
kısa sürede gerçekleşeceği
anlamına geliyordu. Bir
yandan İngilizce kursuna
gidip bir yandan turistlerle
öğrendiklerini pekiştirmeye
başladı. Ne öğrenmeye
doyuyor ne de işini, daha iyi
nasıl yapabileceğinin yollarını
aramaktan vazgeçiyordu.
Taksisine binen misafirleriyle
kurduğu iletişim onu ve
misafirlerini mutlu ederken,
adı dilden dile dolaşmaya
başladı. Turistler ülkelerine
döndüklerinde arkadaşlarına
bu eğlenceli, bilgili, güvenilir
ve iyi insanı anlatıyor;
Türkiye’ye gittiklerinde mutlaka
onun taksisine binmelerini
öneriyorlardı. İhsan Aknur
ise müşterilerinin çok değer
verdiği görüşlerini duymakla
yetinmedi. Onlardan,
hazırladığı misafir defterlerine
duygu ve görüşlerini
yazmalarını istedi. Her ülke için
ayrı ayrı hazırladığı defterleri,
2000 yılında açtığı internet
sitesinde yayınlamaya başladı.
Müşterilerinin önerisiyle
yayına aldığı internet sitesi,
dünya çapındaki ününün
daha da artmasına sebep
oldu. Çıktığı ilk yabancı kanal
ABC Avusturalya TV’ydi. Bunu
National Geographic’teki
“Hunder Dolar Taxi Ride”
programı ve 2002 yılında
konuk olduğu Discover
Citycabs takip etti. 2007
ve 2009 yıllarında da çeşitli
yabancı kanallara konuk olan
İhsan Aknur, bir yandan farklı
diller öğrenmeye devam etti ve
özellikle Bizans dönemi olmak
üzere tarih çalışmaya başladı.
Mesleğine olan sevgisi ve
ilgisi onu sürekli öğrenmeye
ve kendini geliştirmeye teşvik
ediyordu. Tüm dünya onu,
56
with the customers made them
happy and his fame started to
spread around. Tourists told
of this joyful, knowledgeable,
trustworthy and fine man to their
friends when they got back; they
told them to get a ride on his
cab when they go to Turkey. But
Ihsan Aknur did not settle with
hearing the positive opinions of
his valued customers. He wanted
them to write their thoughts and
opinions in his guest book. He
prepared notebooks for each
country and started posting
them at his website that he
launched in 2000. The internet
site that he launched with the
suggestions of his customers
increased his worldwide fame.
The first international channel
that he appeared on was ABC
Australia TV. This was followed
by the “Hundred Dollar Taxi
Ride” program at on National
Geographic and the Discover
Citycabs that he appeared in
2002. Ihsan Aknur appeared in
various international channels
in 2007 and 2009 as well
and continued to learn other
languages in the mean time
while starting to work especially
on history and the Byzantine
era. His love for his work forced
him to learn and evolve himself
continuously. The entire world
followed him in awe in the TV
shows that he attended. He was
invited to many national and
international symposiums. We
listened to him most recently at
the 12th Success and Quality
Symposium in Bursa named
“Yolculuk Nereye?”(Wher
to?) organized by KalDer. He
participated in the world famous
Tedx conferences as a speaker.
He had local and foreign tourists
as his customers as well as
famous people such as Austria’s
most famous painter Hermann
Nich, the stuntman of Spiderman
movie and the producer of
the program No Reservations,
Anthony Bourdain. Now if a
tourist came to Turkey “Ihsan
Aknur” was the only name he/she
would call.
Despite the many praises he
has received until today, he
keeps on saying that he has
“only done what needs to be
hem internet sitesine eklediği
videolardan hem de katıldığı
televizyon programlarından
takip edip, hayranlık ve takdirle
izledi. Yurtiçi ve yurtdışında
birçok sempozyuma davet
edildi. Onu en son nisan
ayında KalDer’in Bursa’da
düzenlediği “Yolculuk Nereye?”
isimli 12. Başarı ve Kalite
Sempozyumu’nda konuşmacı
olarak izledik. Dünyaca ünlü
Tedx konferanslarına da
konuşmacı olarak katıldı.
Hem yerli hem de yabancı
turistleri gezdirdiği kadar, onun
ününü duyan Avusturya’nın
en ünlü ressamı Hermann
Nich, Örümcek Adam filminin
dublörü ve No Reservation
programının yapımcısı Anthony
Borden gibi tanınan isimler
de devamlı müşterileri haline
geldi. Artık, bir turist Türkiye’ye
gelecekse arayacağı tek isim
“İhsan Aknur”du.
Ona yapılan hayranlık dolu
övgülere karşılık o bugüne dek
yalnızca “yapması gerekeni
yaptığını” savunmaktan
vazgeçmiyor. Her fırsatta
en büyük isteğinin, bugüne
kadar gezdirdiği turistlerin
ülkelerini görmek olduğunu
söyleyen Aknur; 2005 yılında
28 günlüğüne Avusturya,
Almanya ve Danimarka’da
düzenlenen etkinliğe, 13 yıllık
emektarı 1994 model Tofaş
marka arabasıyla katılma
fırsatı buldu. Böylece Türk
bir otomobil markası, İhsan
Aknur sayesinde küçük çapta
bir dünya turuna çıkmış
oldu. Bu olayla birlikte hem
kendi hatıralarına hem de
ülkesinin tarihine unutulmaz
bir iz bırakan İhsan Aknur’un,
onları eğlendirdiğinden çok
onlarla birlikte eğlendiğini
söylediği misafirleriyle birlikte
oluşturduğu büyük bir fotoğraf
ve yazı arşivi var. Büyük bir
kısmı yayınlanmış olmasına
rağmen, daha birçok yazı
ve fotoğraf sırasını bekliyor.
İhsan Aknur ise her geçen
gün anılarına bir yenisini daha
done”. He continuously repeats
that his desire is to see the
countries of the tourists that he
has given a ride in his taxi and
he got the chance to attend an
organization in Austria, Germany
and Denmark for 28 days in 2005
with his 13 year old 1994 model
Tofaş brand car. Thus, a Turkish
car brand went on a small world
tour thanks to Ihsan Aknur. This
left many valuable memories
both for himself and the history
of his country and Ihsan Aknur
has a very large collection of
photos and articles from his
guests for whom he says that
he is actually the one having all
the fun, not the other way round.
Even though most of these have
been published, many articles
and photos still await to be
published. Meanwhile, Ihsan
Aknur continues to create new
memories every day. Aknur
is happy to live in his city and
introduce his country to others
and he has stopped making this
job only for money years ago. He
not only takes tourists around but
makes them experience Istanbul
and Turkish culture. In his private
life he has 4 children from a
marriage that ended in 2004.
He says that he has received
his education not from schools
but from life itself and in his own
words he is an alumni of the
“school of life”…
He strived to do the best during
his career of over 40 years. He
kept on looking for answers to
the question “How can this be
better?”. For years he did the
job he loved and took his guests
around while making sure they
“have fun”. He not only brought a
new dimension to the profession
but also set forth an example that
the only obstacle is one’s own
self. Aknur wishes to add new
photos and memories to those
he shares with his guests from
all over the world and maybe one
day have his own TV show. He
sets an example that there is no
limit to what one can do with his
dedication to his profession and
colorful personality. He is likely
to add many more memories
to those that he has “created”
thanks to his energy and his
perspective towards life.
57
hayat hikayesi
the story of life
eklemekten geri kalmıyor.
Kentini ve ülkesini yaşamak
kadar anlatmaktan da büyük
mutluluk duyan Aknur, yaptığı
işi yalnızca para kazanmak
için yapmayı uzun süre önce
bırakmış. Turistleri yalnızca
gezdirmekle kalmıyor onlara
her şeyiyle İstanbul’u ve Türk
kültürünü yaşatıyor. Özel
hayatında 2004 yılında biten
evliliğinden 4 çocuğu var.
Okullardan yeterince alamadığı
eğitimini hayatın içinden
aldığını savunuyor, kendi
deyimiyle o bir “hayat okulu”
mezunu…
Mesleğini icra ettiği 40
küsur yılda her zaman en
iyisini yapmak için çabaladı.
Hayatının her anında, yaptığı
her şey için “Daha iyi nasıl
olabilir?” sorusunun cevabını
arayarak yaşadı. O yıllarca,
58
sevdiği işi eğlenerek yaptı ve
misafirlerini “eğlendirerek”
gezdirdi. Taksi şoförlüğüne
bambaşka bir boyut getirdiği
gibi, insanın tek engelinin
kendisi olduğu konusunda
tüm dünyaya örnek oldu.
Aknur; dünyanın her yerinden
misafirleriyle paylaştığı anıları,
fotoğrafları içeren kitaplarına
yenilerini eklemek ve bir gün
kendi televizyon programını
da yapmak istiyor. Mesleğine
olan bağlılığı ve renkli kişiliği
ile insanlara öğrenmenin yaşı
ve insanın istediği sürece
yapabileceklerinin bir sınırı
olmadığını kanıtlarcasına
yaşıyor. Enerjisi ve hayata
olan bakış açısı sayesinde ise
yollarda “yarattığı” hatıralarına,
daha nicelerini ekleyecek gibi
görünüyor.
59
geçmiş zaman kipinde
the past tense
“Süper Türk Canavarı”
“Super Turkish Monster”
“Otomobil sektörünün ulusal kahramanı” ilân edilen, yolların efsane ismi, eski
bir yol arkadaşı Anadol… Peşinden gidilen bir hayalin 48 yıl önce başlattığı
macerasında adı için yarışmalar düzenlendi, hakkında çok şey konuşuldu. 1966
yılından bu yana kat ettiği yolda, varlığı hep “olay” oldu.
Travelling by himself is not alone for him; he also makes those who stay behind want
to hit the roads. While he gives inspiration to people with the life he enjoys, he also
travels around and designs at the same time. The travelling designer from Bursa Çağrı
Çankaya first got on the “road” that comes before everything for him in 2011 with the
last money he had and with the motto of, “Be a traveler, not a tourist”.
Yazı / Written by: Ferhan Petek
60
Araba tutkunları iyi bilirler;
yolun tadı en iyi iki şekilde
çıkar. Ya son model ya da
hem yaşı, hem işçiliği, kısaca
tam anlamıyla “klâsik” olmaya
hak kazanmış bir arabanın
yol arkadaşlığıyla. Otomobil
sektörüne bıraktığı izler ve
yaşı nedeniyle ayrı bir saygıyı
hak eden Anadol, hatırı
sayılır ve unutulmaz klâsikler
arasındaki yerini çoktan
aldı. Bugün hâlâ milyonlarca
tutkunu olan, filmlere, kitaplara
ilham veren Anadol, aslında
her şeyden önce Türkiye ve
otomobil sektörü için gerçek
bir “devrim”di. O yalnızca
bir otomobil değil, doğduğu
ülkede atılan birçok adımın
cesaret kaynağıydı.
“Bu memleketin
otomobili”
Anadol’un 1966 yılında
“bu memleketin otomobili”
sloganıyla başlayan macerası,
tam 48 yıl sonra devam
eden bir etkiye sebep oldu.
Bunun nedeni olan birçok
sebepten biri de Türkiye’de
seri olarak üretilen ilk Türk
otomobili olma özelliğine
sahip oluşuydu. Bu konu
Car lovers know well that one can
enjoy the road in two ways. When
your travel mate is either a top of
the line or a “classic” car that has
earned its reputation both with
its age and its craftsmanship.
Anadol took its place among
the classics thanks to the traces
it left in the automotive sector
and its age. Today, it still has
millions of fans, gives inspiration
to movies and books but first and
foremost it was a real “revolution”
for Turkey and the automotive
sector. It was not only a car but
the source of courage for many
of the steps taken in its country
of origin.
“The car of this country”
The adventure of Anadol started
in 1966 with the motto “the car
of this country” and caused an
effect that still ripples after 48
years. There are many reasons
for this, one of which was that it
was the first Turkish car that was
mass produced. This was always
open to discussion because
there were attempts prior to
Anadol. However, these could
not be successful. “Nobel” the
production of which was stopped
shortly after its launch and
“Devrim” which is still mentioned
due to its design and engineering
success took their place in
history as the first attempts of the
Turkish automotive sector before
61
geçmiş zaman kipinde
the past tense
her zaman tartışmaya açık
kaldı çünkü Anadol’dan önce
de girişimlerde bulunuldu.
Ancak büyük başarılarla
sonuçlanamadı. Piyasaya
çıktıktan kısa bir süre sonra
imalatı durdurulan “Nobel”
ile tasarım ve mühendislik
başarısıyla anılan “Devrim”
arabaları, tarihteki yerini,
Türk otomobil sektörünün
Anadol’dan önceki denemeleri
olarak aldı. 1966 yılında, Vehbi
Koç’un kurduğu Otosan A.Ş.
tarafından başlanan Anadol
arabalarının üretimi 1984 yılına
kadar devam etti. Anadol’un
varlığı Türk otomobil sektörü
için ilham verici olduğu kadar
teşvik edici bir anlam da
barındırıyordu. Çünkü Anadol,
kendinden önce yaşanmış bazı
aksiliklere, eksikliklere rağmen
Türkiye’de tamamen Türk olan
bir arabanın üretilebileceğinin
ispatı olmuştu.
Otomobil sektörünün en “Türk
usulü” otomobili Anadol,
saatte 180 kilometre hız yapan,
Türkiye otomobil tarihinin
“ilk spor otomobili” unvanını
kazanan Anadol STC–16
modeliyle de çok konuşuldu.
3 yıl içinde 176 adet üretilen
“STC–16” Anadol’un en dikkat
çeken modellerinden biri oldu.
Adı, modelin adı olan STC16’nın açılımıymış gibi görünse
de aslında bu kısaltmanın
orijinal hali “Sport Touring
62
Coupe”ydi. Ancak etkin
olduğu yıllar boyunca ona,
dönemin gençleri tarafından
yakıştırılan “Süper Türk
Canavarı” adıyla anıldı. 1973
– 1975 yılları arasında üretimi
yapılan Süper Türk Canavarı
genel olarak kullanılan ve
“Alanya Sarısı” olarak bilinen
rengi, spor olması nedeniyle
özellikle gençlerden gördüğü
ilgi, Türkiye ve dünya çapında
yapılan ralli yarışlarında elde
ettiği başarılarla otomobil
tarihine silinmez izler bıraktı.
Türkiye’de tasarlanıp yine
Türkiye’de üretilen, hem de
spor bir otomobil, Türkiye’nin
otomobil sektöründeki başarısı
açısından büyük değer
kazanmıştı. Bugün böyle bir
klasiğe sahip olmak, otomobil
tutkunları tarafından nasıl
büyük bir itibar anlamına
geliyorsa; üretildiği ve etkin
olduğu yıllarda da sahibine
hem zenginlik hem de saygın
bir sosyal statü kazandırıyordu.
Ancak 1973 yılında petrol
krizinin etkisine yenik düştü
ve yüksek üretim maliyetleri
olduğu kadar yüksek bir gelir
düzeyi gerektiriyor olması
nedeniyle üretimi durduruldu.
STC–16, aynı zamanda en
yüksek fiyata satılan Anadol
modellerinden biri, ralli
sürücülerinin tercihi ve spor
araba koleksiyoncularının
gözdesiydi.
Anadol. Otosan Inc. founded by
Vehbi Koç in 1966 continued to
manufacture Anadol cars until
1984. The existence of Anadol
was inspiring and encouraging
for the Turkish automotive sector.
Because Anadol was proof that
a completely Turkish car can be
manufactured in Turkey despite
the misfortunes experienced and
all the shortcomings.
The first “Turkish style” car of
the automotive sector, Anadol,
became a byword with the
Anadol STC-16 model which is
the “first sports car” of Turkish
automotive history with a top
speed of 180 kilometers per
hour. 176 “STC–16” models were
manufactured in 3 years and
it became the most attractive
model of Anadol. Even though
its name looked as if it was the
full form of the abbreviation,
the abbreviation actually stood
for “Sport Touring Coupe”.
However, the youth of the day
called it the “Super Turkish
Monster” throughout the years
that it was active. Its “Alanya
Yellow” color that was used
for the Super Turkish monster
during 1973 – 1975 left indelible
marks on automotive history
with the interest it received
from the young people and
its successes in national and
international rallies. A sports car
designed and manufactured in
Turkey had become valuable
for the success of Turkey in the
automotive sector. If owning
such a classic means prestige
for car lovers, it meant richness
and a respectable social status
during the years it was actively
manufactured. However, in 1973
it succumbed to the oil crisis and
its manufacturing was stopped
due to the high production
costs as well as the fact that it
required a high level of income.
STC–16 was also one of the most
expensive Anadol models, the
preference of rally drivers and
sports car collectors.
“The Turkish car that turned
a long standing dream into
reality”
Anadol was the realization of a
dream that was sought after with
stubbornness, decisiveness,
passion and permanence… It
was a revolution, the story of
which car lovers from all over
the world listen to in awe and
gives pride to those involved
in its production process. The
long time dream of Vehbi Koç
to manufacture an “all Turkish
car” demanded from him to fight
against export cars. According
to him, a car that is produced
in Turkey would be proof of the
success of the country in the
sector, would give the country
prestige and save it from loss of
foreign currency. A way had to
be found for carrying this out.
However, the result obtained after
calculating the production costs
was not very encouraging. As
a result of the search for a new,
practical and low cost means
of production, Rahmi Koç was
interested in a car manufactured
using a material known as
“fiberglass” instead of sheet
metal during the visit of a dealer
who had come to purchase
spare parts. This material was
examined more closely and it
“Yılların hayalini hakikat
yapan Türk otomobili”
İnat, kararlılık, tutku ve istikrar
ile peşinden gidilen bir hayalin
gerçeğe dönüşmesiydi
Anadol… Varoluş hikâyesini
yerli yabancı her otomobil
tutkununun bugün bile
hayranlıkla dinlediği,
üretiminde payı olan herkesin
gururla anlattığı gerçek bir
devrimdi o. Vehbi Koç’un
uzun yıllar boyunca, ilk yerli
otomobili üretme hayali, ithal
otomobillere karşı ciddi bir
savaş vermesini gerektiriyordu.
Ona göre Türkiye’de üretilen
bir otomobil, hem ülkenin
sektördeki başarısının ispatı
olacak, itibar kazandıracak
hem de ülkeyi döviz kaybından
kurtaracaktı. Bir yolu bulunmalı
ve bu üretim bir şekilde
gerçekleşmeliydi. Ancak üretim
maliyetlerini hesaplayınca
ortaya çıkan sonuçlar hiç
de teşvik edici değildi. Yeni,
pratik ve az maliyetli çare
arayışları sonucunda, Rahmi
Koç’un yanına yedek parça
almak için gelen bir bayinin,
sacdan değil “fiberglas”
isimli bir malzeme kullanılan
otomobili dikkatlerini çekti. Bu
malzeme incelemeye alınıp
belki de otomobil üretiminde
kullanılırsa, hayalini kurdukları
devrim gerçekleştirilebilirdi.
Fiberglas malzemesinin nasıl
kullanıldığını, tekniklerini
incelemek için yerine, İsrail’e
giden Rahmi Koç’u orada
küçük bir hayal kırıklığı
bekliyordu. Çünkü bu
malzemenin kullanıldığı fabrika
son derece basit tekniklerle,
özensizce çalışıyordu ve
birlikte iş yapmaları imkânsızdı.
Ancak çok geçmeden bir
İngiliz firması olan Reliant’tan
iyi haber geldi ve hem
teknolojisi hem de üretim
süreciyle son derece modern
olan bu firma, fiberglas
malzeme kullanıyordu. Uzun
süren uğraşlar, sürekli öne
çıkan engeller, hız düşüren
formaliteler aşılarak Koç
grubunu cesaretlendirecek
adımlar atılmaya başlandı.
1965 yılında, İngiltere’den
İstanbul’a 63 saatte getirtilen
ilk prototip, onu deneyen
Sanayi Bakanlığı yetkilileri
tarafından bazı şartlara bağlı
olarak onaylandı. Şartlara
göre üretim 10 ay içinde
gerçekleşecek ve satış fiyatı
otuz bin liranın altında olacaktı.
Şartlarda anlaşıldıktan sonra
10 Ocak 1966 tarihinde
yapılan resmi başvuru sonrası
heyecanlı ve umut dolu bir
yolculuk başladı. Her şey hazır
gibiydi. Belki de en önemli
detay hariç. Otomobile ne isim
verileceği hakkında kimsenin
bir fikri yoktu. Hemen bir anket
düzenlendi ve düzenlenen
ankete, otomobil için binlerce
was decided that their long time
dream could become a reality
if this material was used. Rahmi
Koç went to Israel to learn more
about fiberglass and its means
of usage but a disappointment
awaited him there. Because the
factory where this material was
produced worked using very a
simple and carelss method, so
there was no way that they could
work together. However, good
news came short time later from
Reliant which was a UK company
and the company that was very
modern with its technology and
its manufacturing process was
also using fiberglass material.
Efforts were made to overcome
the obstacles and formalities
that slowed them down after
which steps were taken that
encouraged the Koç group.
The prototype that was shipped
in 1965 from England and
reached Istanbul in 63 hours was
conditionally approved by the
Ministry of Industry. According
to the conditions, manufacturing
was to start in 10 months and its
sales price would be less than
thirty thousand liras. The exciting
and hopeful voyage started
on the 10th of January 1966
following the official application
that was made after a mutual
agreement on the conditions.
Everything seemed to be ready.
Except a very important detail.
No one knew what the name
of the car would be. A survey
was organized and thousands
of suggestions were received.
Meetings were made and the
best name as found after days of
hard work: Anadol. Manufacturing
was completed in December
1966 after the name was found.
The “Turkish car that turned an
age old dream into reality” was
thus born as expressed in the
newspaper ads and posters of
the time.
“Sell your old car, purchase
a brand new Anadol”
In compliance with the
conditions, Anadol was sold for
26.800 liras, it was manufactured
in 1966, however it could not
be delivered immediately
due to requirements such as
sales and traffic registration.
The time needed to complete
formalities such as Certificate
of Competence, Technical
Specifications Regulations
etc. resulted in prolonging the
first delivery to January 1967.
According to the newspaper
reports of the time, the first
delivery was made to the general
secretary of a pharmaceutical
company. 4 door models in
the 70s followed the first two
door Anadol cars that were
manufactured. In 1975, the
production of these two door
models was stopped. Work on
new model designs continued
throughout the 70s. However,
many models never went public
despite the fact that their designs
were completed and prototypes
were ready.
The production of Anadol went
on a 3 year hiatus following the
production of “16 SL” 1981. It
was thought that this model
would receive attraction due to
its authentic and classy design;
63
geçmiş zaman kipinde
the past tense
isim önerisi geldi. Toplantılar
yapıldı, defalarca bir araya
gelindi ve günler süren
çalışmalar arasında en uygun
isim bulundu: Anadol. İsminin
de bulunmasıyla birlikte 1966
yılının Aralık ayında üretimi de
tamamlandı. Döneminin gazete
ilanlarında, reklâm afişlerinde
kullanılan ifadedeki gibi “yılların
hayalini hakikat yapan Türk
otomobili” doğmuştu.
“Eski arabanızı satınız,
sıfır kilometrede bir
Anadol alınız”
Şartlara uygun olarak 26.800
liraya satışı yapılan Anadol,
1966 yılında üretilmişti
ancak satış ve trafik tescili
gibi gereklilikler nedeniyle
hemen teslim edilemiyordu.
Yeterlilik Belgesi, Teknik Şartlar
Yönetmeliği vb. formalitelerini
tamamlanması için harcanan
süre ilk teslimatın 1967 yılının
Ocak ayına sarkmasına sebep
oldu. O yıllardan kalma gazete
haberlerine göre ilk teslimat,
bir ilaç firmasının genel
sekreterine, küçük bir törenle
teslim edildi. İlk üretilen iki
kapılı Anadol’u, 70’li yıllardan
itibaren 4 kapılı modeller takip
etti. 1975 yılından itibaren ise
iki kapılı modellerin üretimi
tamamen sona erdi. 70’li
yıllarda da sürekli geliştirilmesi
için yeni modellerin tasarımı
üzerinde çalışmalar devam etti.
Ancak tasarımı tamamlandığı,
prototipi oluşturulduğu
halde çeşitli sebeplerle
64
üretilemeyen birçok model
halka açıklanmadan, sessizce
tarihteki yerini aldı.
Anadol’un üretimi, 1981 yılında
en son ürettiği model olan “16
SL”den 3 yıl sonra durduruldu.
Özgün ve şık tasarımına
olduğu kadar, işlevselliği
de göz önüne alınarak ilgi
göreceği düşünülmüştü ancak
4 yılda binden fazla üretilen
otomobil, satış yetersizliği
sorunu ile karşı karşıya kaldı.
Üretilmeye başladığı günden
itibaren 85 binden fazla satılan
Anadol, bugüne ulaşabilen
birkaç modeliyle özellikle
koleksiyoncular için büyük
bir önem taşıyor. Ortadan
kesilerek kamyonet haline
getirilmiş Anadollar, ülkenin
bazı yerlerinde hala etkin
olarak kullanılıyor. Anadol’un,
doğduğu ülkede hak ettiği
değeri görememiş olduğuna
inananları ise İngilizler’in
başka ülkelerde birebir
taklit ederek ürettiği Anadol
kopyası araçlar doğruluyor.
Anadol ayrıca üretiminin
başlangıç noktası olan, var
olmuşluğunu borçlandığı
fiberglas malzemesi nedeniyle
birçok söylentiye maruz kaldı.
Dünyanın belki de birçok
yerinde Anadol’un verdiği ilham
sayesinde büyük ilgi gören
ve birçok alanda kullanılan
fiberglas malzemesine sahip
olması yüzünden, Türkiye’de
Anadol’un keçiler ve eşekler
tarafından yenmesine sebep
olduğu konuşuldu. Oysa
bugüne dek bu durumu
kanıtlayan elle tutulur bir kanıt
öne sürülmedi. Ama yıllar sonra
bugün bile aynı konu gündeme
getiriliyor.
Söylentiler, engeller, yeni
markalar, modeller, değişen
zaman, modern ve teknolojik
dünyanın hızı, yurtdışından
ithal edilen otomobiller…
Birçok faktöre bağlı olarak,
Anadol’a olan ilgiyle birlikte,
satışlar da azalmış ve
üretiminin devam etmesi için
hiçbir sebep kalmamıştı.
Meseleye iyi tarafından
bakabilmek yine de mümkündü
çünkü geriye dönüldüğünde,
ciddi anlamda bir başarı söz
konusuydu. Devam etmemesi
için geçerli sebepler bulunsa
da, Türkiye’de tamamen
Türk tasarımı ve üretimi
bir otomobilin olabileceği
kanıtlanmış; gelecek nesillerin
ihtiyaç duyabileceği cesaret
sağlanmıştı. Belki de Anadol’un
bir görevi de buydu. Her
türlü engele, imkânsız gibi
görünen duruma karşılık,
yeterince kararlı olmanın ve
istemenin, yeterli olduğunun
ispatıydı Anadol. Onu anlamak
hatta onu yaşamak için etkin
olduğu yıllarda yaşamış olmak
gerekmedi. Geçmişini, onu iyi
tanıyanlardan dinlemek ya da
okumak ve geçtiği yolları takip
etmek her zaman yeterli oldu.
however the model that was
manufactured more than one
thousand in 4 years faced lack
of sales. Over 85 thousand
Anadol cars were sold since the
day it was first manufactured
and it continues to be important
for collectors with several of its
models that can still be found.
The Anadol pickup trucks that
are made by cutting the car in
half are still effectively used in
various parts of the country.
Those who believe that Anadol
did not receive the attention it
deserved in its home country are
verified by Anadol copy cars that
are manufactured by the English
in various other countries. Anadol
also was the subject of much
hearsay due to the fiberglass
material that it owed its existence
to. The fiberglass material that
probably gained attraction all
over the world after its use in
Anadol cars caused people of
Turkey to say that was eaten
by goats and cows. However,
there is not one single proof for
this. But the same thing is still
mentioned even today.
Gossips, obstacles, new brands,
models, changing times, speed
of the technological and modern
world, exported cars… The
interest in Anadol as well as the
sales numbers decreased due to
many factors and there was no
reason to continue production. It
is still possible to see the bright
side, because when we look
back we see a huge amount
of success. Even though there
were viable reasons to stop
production, it was proven that
a completely Turkish design
car can be manufactured in
Turkey thus maybe providing the
courage the future generations
might need. Maybe Anadol’s
task was to accomplish this.
Anadol was a proof that being
decisive and desiring enough
will overcome all obstacles and
accomplish things that seem
impossible. One did not have to
live in the times when Anadol was
effective in order to understand
and experience it. It was always
enough to listen to its past from
those who know it or to read
about it and follow its tracks.
65
efsane kareler
legendary shots
Bas gaza Nebahat Abla!
Speed on Nebahat Abla!
1960 yılında Metin Erksan’ın
çektiği “Şoför Nebahat” filminin
yıldızı, beyazperdenin ilk
Şoför Nebahat’i Sezin Sezer,
bu rolü ile öyle beğenildi ve
benimsendi ki devam filmleri
çekildi. Sezin Sezer’in ardından
Belgin Doruk ve Fatma Girik
de bu karaktere hayat verdi.
Oyunculuk kariyeri boyunca
her zaman güçlü kadınları
66
canlandıran Sezin Sezer ve
“Şoför Nebahat”, zamanla
büyük bir akımın öncüsü, özgür
kadının simgesi haline geldi.
Yakın zamanda gerçek hayatta
da karşımıza çıkan Şoför
Nebahat’lerin cesaret kaynağı
oldu. Deri ceketi, kasketi ve
dillere dolanan şarkısıyla
sinema tarihinde unutulmaz bir
yer edindi.
Sezin Sezer, the first Driver
Nebahat of the white screen who
starred in the 1960 production
of “Driver Nebahat” directed by
Metin Erksan became so famous
with this role that sequels were
shot. Belgin Doruk and Fatma
Girik also played this character
after Sezin Sezer. Sezin Sezer
had always played strong woman
characters during her career
and she became the pioneer of
a trend and the symbol of free
women. She gave courage to
the Driver Nebahats whom we
started seeing in real life as well.
She attained an unforgettable
place in this history of cinema
with her leather jacket, cap and
the famous musical score.
67
efsane kareler
legendary shots
“Aşk çekenin,
yol gidenin.”
“Love is for those
who feel the pain;
roads are for those
who travel on them.”
Bu unutulmaz kare, 80’li
yıllardan kalma bir yol hatırası
Çiçek Abbas filminden…
Çiçek Abbas rolü ile
özdeşleşen İlyas Salman ve
Şener Şen’in canlandırdığı
Şakir karakterinin atışmaları,
filmde geçip dilimize dolanan
replikler bugün, hafızalarda
olduğu kadar minibüs ve
kamyonların arkasında da
yaşıyor. Aynı zamanda Sinan
Çetin’in ilk yönetmenlik
deneyimi de olan film, Yavuz
Turgul’un kaleminden çıkan
biraz komik biraz romantik
hikâyesi ve müzikleriyle de
Türk sinemasının unutulmazları
arasında.
This unforgettable scene is from
the Çiçek Abbas movie which is a
road trip memory from the 80s…
The battle of words between
İlyas Salman who was identified
with the Çiçek Abbas role and
Şakir played by Şener Şen, the
lines that we still remember
and continue seeing behind
minibuses and trucks… The
movie was also the first directing
experience of Sinan Çetin and
this comical romantic tale that
was written by Yavuz Turgul is
also unforgettable thanks to its
musical score.
tarihli bu filmle hafızalara
kazındı. Asya ve İlyas’ın
yollarda başlayan aşk masalı,
Cengiz Aytmatov’un aynı adlı
romanından uyarlanan bu
filmde yarım kalmıştı ama
gerçek hayatta 70’li yıllardan
günümüze kadar uzanmayı
başardı.
The story of a truck driver
who finds the love of his life
on the roads where his whole
life passes… Selvi Boylum Al
Yazmalım was a milestone in the
history of Turkish cinema and it
was also the reason for the still
ongoing discussions about what
love is and is not. The great love
story acted out brilliantly by Kadir
İnanır and Türkan Şoray left its
mark in our minds with this 1977
dated movie directed by Atıf
Yılmaz. The love story of Asya
and İlyas that starts on the roads
as an adaptation of the novel
with the same name by Cengiz
Aytmatov was half finished but
in reality it succeeded in staying
alive since the 70s.
Yarı yolda
kalan bir aşk
öyküsü
A half finished
love story
Hayatının en büyük aşkını,
ömrünü geçirdiği yollarda
bulan bir kamyon şoförünün
hikâyesi… Sevginin ne olup
ne olmadığı hakkında bugün
bile devam eden tartışmaların
sebebi, Türk sinemasının
kilometre taşlarından biriydi
Selvi Boylum Al Yazmalım.
Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın
samimi oyunculuklarıyla
hayat verdikleri büyük aşk,
Atıf Yılmaz’ın yönettiği 1977
68
69
efsane kareler
legendary shots
80’lerin bitmeyen yol macerası
The unending road adventure of the 80’s
1982-1986 yılları arasında, 90
bölüm yayınlanan bir televizyon
dizisinin efsane ikilisiydi
onlar. David Hasselhoff’un
özdeşleştiği rolü Michael
Knight ve yapay zekâlı ama
çokbilmiş ve biraz da duygusal
yol arkadaşı Kara Şimşek...
O dönemin özellikle erkek
çocukları, büyüdüklerinde
70
“Michael Knight” gibi olup,
“Kara Şimşek”e bineceklerini
hayal ederlerdi. Bugün TRT’de
yayınlanan tekrar bölümleri
ve farklı oyuncularla çekilen
dizi ve film versiyonları,
Kara Şimşek’in kolay kolay
unutulmayacağını, daha uzun
yıllar yola devam edeceğini
kanıtlıyor.
They were the legendary duo
of the TV series that aired for
90 episodes during 1982-1986.
Michael Knight played by David
Hasselhoff and KITT, his know
it all but emotional road partner
with artificial intelligence…
Especially the boys of that period
dreamed of becoming “Michael
Knight” when they grew up and
driving KITT. The episodes that
are still aired by TRT as well as
the different versions shot by
various actors and actresses
prove that Knight Rider will not be
easily forgotten.
71
efsane kareler
legendary shots
En duygusal yol arkadaşı
The most emotional road mate
60’lı yıllarda başlayan film serisiyle hayatımıza sadık bir dost girmişti. Aslında o yalnızca bir arabaydı ama aklı, fikri, duyguları, kısaca
ruhu olan bir araba… Bu özellikleriyle hem sinema tarihinde hem de birçok insanın hayal gücünde derin izler bıraktı Herbie. Onun
sayesinde neredeyse bütün 1963 Model Volkswagen Beetle’ler “Herbie” olarak anılmaya başladı. Kiminin çocukluğunun en tatlı hatırası,
bir arabadan çok daha fazlası olan Herbie’nin, dünyayı saran ve bugün hala devam eden “vosvos sevdası”nda da büyük payı var.
A faithful friend entered our lives together with a film series that started in the 60s. This was actually a car, but one that has a mind of its own,
emotions and in short a soul… Herbie left deep traces in the imaginations of many people in the history of cinema with these properties. Thanks
to it, almost all 1963 Model Volkswagen Beetles were known by the name “Herbie”. Herbie was the sweetest memory of their childhood for some
and since it was much more than just a car, it played an important role in the “vosvos love” that continues all around the world even today.
72
73
efsane kareler
legendary shots
Yolların özlediği şampiyon
The champion missed by the roads
Bugünlerde yaşam mücadelesi
veren, “Formula 1’in gelmiş
geçmiş en iyi pilotu” Michael
Schumacher, mesleğinde
birçok ilke imza atmıştı. 1991
yılında başladığı Formula
1 yarışlarında, dünya
şampiyonluğuna ulaşan
ilk Alman pilotu seçilmişti.
Formula 1’in en popüler pilotu
olarak da anılan Schumacher,
90’lı ve 2000’li yıllarda üst
üste şampiyonluklar kazandı.
Geçmişinde “en çok yarış
74
kazanan”, en çok puan
alan”, “en çok rekor kıran”
gibi “en”lerle dolu unvanlara
layık görülen, dünya çapında
başarılara ve üne sahip bir
pilottu. 250 Formula 1 yarışının
ardından emekliliğini açıklayan
Schumacher, geçtiğimiz
yıl kaderin cilvesi ile kayak
yaparken düşüp kafasını
kayaya çarparak komaya girdi.
Bugün tüm sevenleri onun
iyileşmesi için dua ediyor.
Michael Schumacher, “the
best Formula 1 pilot of all time”
who is currently fighting for his
life had many firsts during his
career. He was the first German
pilot to reach Formula 1 world
championship in his career that
started in 1991. Schumacher is
also known as the most popular
Formula 1 pilot and won back
to back championships in the
90s and 2000s. He was a pilot
that had broken many records
such as “the most races won”,
“the highest points attained”.
Schumacher had announced his
retirement after 250 Formula 1
races but with a twist of fate went
into a coma when he fell down
and hit his head while skiing last
year. Today everyone who loves
him continues to pray for him.
75
köşe bucak
every nook and cranny
Varmak mı? Gitmek mi?
Arriving or Leaving?
Yol filmlerinin neredeyse hiçbirinde konu varılacak yer
olmamıştır. Yolda amaç gitmektir, varmak değil. Her
zaman bir hedef vardır ama yol filmlerinde tema hep
gitmek üzerinedir.
Bu bazen karşımıza sıkışmış
bireyin her şeyi geride
bırakıp sıfırdan başlaması
olarak çıkarken genelde ana
karakterin yaşadığı deneyimi
anlatan bir semboldür. Hiç bir
yol filminde ana karakter filmi
başladığı kişi olarak bitirmez.
Âşık Veysel’in “uzun ince bir
yoldayım...” dizesi nasıl hayatın
kendisini simgeliyorsa yol
filmleri de hayatı ve bu hayatta
yaşadığımız değişimleri
anlatan en popüler yoldur. Bir
asır önce at üstünde seyahat
eden insanoğlu, nice dağlar,
tepeler, nehirler aşarken,
her konakladığı yerde farklı
insanlarla tanışıp çok farklı
deneyimler edinirken ve tüm
bunlar bir bir eklenip onu
değiştirirken, hız çağındaki
insanoğlu şimdi bir uçağa
atlayıp tüm bu deneyimleri bir
çırpıda es geçebiliyor. Gerçek
hayatta yolculuğumuzdaki
amaç gitmek değil bir tatil
köyüne varmak. Sistemin ona
lütfettiği kadarıyla senede bir
haftasını değerlendirmek için.
Tarkovsky’nin “Stalker”
isimli filminde yine “Stalker”
takma adıyla tanıdığımız
ana karakterimiz işte bu
sistemin dışında kalmış biri.
Karısının uzun yakarışlarını
dinliyoruz filmin başında.
Annesinin bu adamla evlenme
uyarılarına zamanında kulak
asmamasından dert yanıyor.
Çünkü kocasının gerçek bir
işi bile yok. O devletin yıllar
önce uzaydan düşen gizemli
bir cismin sonucunda, etrafını
dikenli tellerler ördüğü ve
76
tüm girişleri yasakladığı
bir bölgeye, gönüllü
insanları gizlice sokuyor.
Çünkü bu gizemli cismin
etrafına sadece “Stalker”
diye tabir edilen, gerekli
mental güçleri olan insanlar
eşliğinde ulaşabiliyorsunuz.
Denilene göre bu gizemli
cisim insanlara hayatlarını
değiştirecek bir deneyim
yaşatıyor. İki gönüllü adamı
daha yanına alıp hayatlarını
değiştirecek bir yolculuğa
çıkıyor kahramanımız. Türlü
badireler atlatıyorlar ama
gariptir ki filmin sonlarına
doğru tam da gizemli cisme
ramak kala, yolcular Stalker’a
olan inançlarını yitirirler. Onlara
yalan söylediğine karar verirler.
Bir çeşit reddediş içine girerler.
Stalker ısrarla onlara sadece
bir kaç adım daha atmaları
için yalvarır. Her ne kadar ona
inanmıyorlar gibi gözükseler
de, aslında gerçeği görmekten
korkuyorlardır. Belki de
değişmekten... Geri dönerler.
Stalker bir başına kalır ve
seyircilere yıllar boyunca
hayatını bu amaca adadığını
ama tek bir kişiyi bile ikna
edemediğini anlatır. Herkes
bir şekilde birkaç adım kala
vazgeçmiştir.
Değişmek istemiyoruz. Çünkü
gerçeği gördüğümüzde
olacağımız yeni “ben” den
korkuyoruz. Onunla ne
yapacağımızı bilmiyoruz. Bu
yüzden artık günler geceler
süren yolculuklar yok; bir
haftalık bayram tatillerini
değerlendirmek var.
Utku Akyüz
The destination has never been a subject in road trip
movies. The aim is to be on the road, not to arrive at a
certain destination. There is always a final destination but
the main theme is always about being on the road.
While this sometimes comes
up as an individual starting
everything from scratch, it is
generally a symbol depicting the
experience of the main character.
The main characters of road trip
movies are never the same at
the end. Road trip movies are
the most popular way of showing
the life and the changes we
experience just like the verse of
Âşık Veysel, “I am on a long and
narrow road...” that symbolizes
life itself. Humankind was once
travelling on horseback a century
ago climbing over mountains,
passing rivers and valleys while
gaining new experiences and
meeting new people everywhere
they went changing themselves
along the way, but now they can
hop on a plane and skip all these
experiences. The goal in real life
is not to go but to reach a holiday
village. To benefit from the one
week that the system is so kind to
offer them.
The main character “Stalker”
in the movie by Tarkovsky is
someone who has stayed out
of this system. We listen to the
long appeals of his wife at the
beginning. She complains about
the fact that she has not listened
to the warnings of her mother
when she told her not to marry
this guy. Because her husband
does not even have a real job. He
secretly allows volunteers into a
forbidden zone surrounded by
wired fences where a mysterious
object had fallen years ago
from the sky. Because you can
reach this object only if you are
accompanied by the people
known as “Stalker” who have the
required mental powers. Rumors
have it that this mysterious
object makes people live a life
changing experience. Our hero
takes two volunteer men with
him and starts a journey that will
change his life. They overcome
many burdens along the way but
for some reason the volunteers
lose their trust in the Stalker as
they approach the mysterious
object. They decid that he is
lying to them. They start rejecting
him. Stalker begs them to take
a few more steps. Even though
they seem as if they do not
believe him, actually they are
afraid of seeing the truth. Maybe
of changing… Eventually they
return. Stalker is left alone and
tells the viewers that he has not
been able to convince even one
person to what he has devoted
his life to. Everyone has given up
at the last steps for some reason.
We do not want to change.
Because we are afraid of the new
“me” that we will turn into when
we see the truth. That is why there
are no journeys that last for days
and nights anymore; what is left
is to enjoy the one week Bayram
holidays.
77
armoni
harmony
Müziğin altın kızı
The Golden girl of Music
Benzerine çok nadir rastlanabilecek ses rengi, genç yaşında topladığı ödüller, kırdığı rekorlarla dillerden
düşmeyen bir isim Adele. Albüm satışlarıyla “Guinness Rekorlar Kitabı”ndaki yeri, kendi deyimiyle “tesadüfen”
keşfedilişi ve nasıl göründüğü neredeyse umurunda bile değil. Çünkü onun için hayatın en değerli detayı nefes
aldığı sürece iyi şarkı söyleyebilmek…
Adele is a very popular name with her unique tone of voice, the awards she received at a young age and the records
that she broke. She almost does not care about her “Guinness Book of Records” spot for the album sales, being
discovered “by chance” in her words or her looks. Because for her the most valuable detail in life is to be able to singe
well as long as she breathes…
Yazı / Written by: Ferhan Petek
78
Adele
79
armoni
harmony
Kendi tanımıyla “kalbi kırık
soul müziği” yapan Adele’nin
şarkılarında hep bir acı olduğu
kadar her notasında derin bir
sevgi var. Sesindeki o büyü de
müziğe olan tutkusuyla birlikte,
yaşadığı aşk acılarından ve
hayal kırıklıklarından geliyor.
Aniden hayatımıza girişi ve
kırık kalbini onarmak için
söylediği şarkılarla dinleyenleri
bambaşka âlemlere
sürükleyişinden kimse şikâyetçi
değil. O da ona “tombul”
denmesinden. Mesleğine olan
aşkını ve hayata bakış açısını
şu sözleriyle en iyi şekilde
özetliyor: “Ben de saçımı
başımı yaptırmayı seviyorum
ama sırf birileri istedi diye kilo
vermeyeceğim. Ben müzisyen
olmak için müzik yapıyorum,
Playboy kapağına çıkmak için
80
değil.” 18 yaşında evinden
kovulmuş bir anne ile alkolik
bir babanın kızı Adele Laurie
Blue Adkins. 1988 yılında
İngiltere’de doğdu. Müziğe
olan yeteneğini, annesi ve
babasının ayrılığından sonra
yanında yaşamaya başladığı
annesi keşfetmişti. Babası
ise onun bir alkolik olduğunu
öğrenen kızının yüzüne
bakamayacak hatta ileride
kazanacağı başarılara ortak
olamayacak kadar utanıyordu.
Tüm zorluklara rağmen hayata
verdiği değeri ve özgüvenini
kaybetmeyen Adele kendi
sesiyle ilk kez okulda tanıştı.
Yaşıtları okul gösterilerinde
ellerine mikrofon almaktan
çekinirken, Adele duyduğu
andan itibaren kendi sesine
hayran kalmıştı. 13 yaşında,
Adele defines her music as
“broken hearted soul music”;
almost all her songs have a bitter
side as well as a deep love in
every note. The magic in her
voice comes from her music
passion, the pains of love as well
as the disappointments she has
experienced. No one complains
about her sudden emergence in
our lives and the way she takes
us to different universes with her
songs that she sings to heal her
aching heart. And she does not
complain about being called
“chubby”. She summarizes her
love to her job with these words
every chance she gets: “I also
like getting my hair done and
stuff but I won’t lose weight just
because someone wants me to. I
make music to be a musician, not
to be a Playboy cover girl.”
Adele Laurie Blue Adkins is
the daughter of a mother who
has been thrown out of her
house when she was 18 and an
alcoholic father. She was born
in England in 1988. It was her
mother who discovered her talent
in music after she separated
from her husband. Whereas
her father was so ashamed
because her daughter learned
that he was an alcoholic that he
thought he could never look at
her daughter in the face or be
a part of her future successes.
Adele never lost the value she
gave life and or her self-esteem
and she first met her own voice
at school. Her peers shied away
from microphones during school
shows but Adele was in awe of
her own voice from the moment
she heard it. She was given the
right to attend the school that
Amy Winehouse went to, style
of whom Adele still likes. She
thinks that she owes her interest
in music and the milestone in
her musical career to her idols
Spice Girls and Pink for whom
she says that her life changed
when she watched her for
the first time on stage. Adele
proved her success in musical
instruments at school in a short
time and started writing lyrics at
about the same age. She never
thought that the song she made
when she was 16 years old would
reach all the world. One of her
friends who believed in her talent
had opened up a “Myspace”
page for her and had started
sharing her music from this page.
In 2006 she took the step that
would change her life forever and
Adele had now become a voice
that the world knew and loved.
The contract that she signed
after an offer from XL Recordings
became the door to a life full of
awards and music. This golden
voiced girl then got famous in
America and signed a contract
with Columbia Records. Her
mini albums entitled “Hometown
Glory” and “Chasing Pavements”
were released when she was
18. The album “19” which came
later was given many awards
in England as well as getting
positive reviews from critics. She
received the “Critics Choice”
award at Brit Awards. She also
won Grammy awards with this
album which is considered to be
one of the most valued awards
in the world. She reached a
worldwide sales amount of over
2 million. She had no idea that
81
armoni
harmony
she saved her country from the
economic crisis it was in until she
received the letter written by the
English President. Her material
and moral worth had increased
and she had become the “light
at the end of the tunnel” just like
the President said in his letter of
acknowledgement.
bugün hâlâ tarzının benzediği
söylenen Amy Winehouse’nın
mezun olduğu okula girmeye
hak kazandı. Müziğe olan
ilgisini ve müzik hayatındaki
dönüm noktasını ise hayranı
olduğu, idol olarak gördüğü
Spice Girls grubu ve sahnede
ilk kez izlediği anda hayatının
değiştiğini her fırsatta söylediği
Pink’e borçlu olduğunu
düşünüyor. Okulda müzik
aletlerindeki başarısını kısa
süre içinde kanıtlayan Adele,
şarkı sözleri yazmaya da bu
yıllarda başladı. 16 yaşında
yaptığı ilk bestesini tüm
dünyaya ulaşması aklında
bile yoktu. Onun yeteneğine
inanan bir arkadaşı, onun
adına bir “Myspace” sayfası
açmış ve kayıtlarını burada
yayınlamaya başlamıştı. 2006
yılında mezun olduktan sonra
hayatını tamamen değiştirecek
adım atılmış ve Adele artık
adı bilinen ve kısa süre içinde
tüm dünyanın duyduğu bir ses
haline gelmişti. XL Recordings
şirketinden aldığı teklif üzerine
imzalanan sözleşme, Adele’nin
ödül ve rekor dolu müzik
hayatına açılan kapı oldu.
Daha sonra Amerika’da da
ünlenen bu altın sesli genç kız,
Columbia Records ile anlaşma
imzaladı. 18 yaşındayken
“Hometown Glory” ve Chasing
Pavements” isimli mini
albümleri çıktı. Daha sonra
çıkan “19” isimli ilk albümü
eleştirmenlerin övgülerine
olduğu kadar İngiltere’de
birçok ödüle layık görüldü.
Brit Awards’ta “Eleştirmenlerin
Seçimi” ödülünü aldı. Dünyanın
82
en değerli ödülleri arasında
bulunan Grammy’ye de bu
albümüyle hak kazandı. Dünya
çapında 2 milyonu aşan satış
rakamlarına ulaştı. İngiltere
Başbakanı’nın ona gönderdiği
mektuba kadar, ülkesini,
içinde bulunduğu ekonomik
krizden kurtardığını farkında
bile değildi. Bir anda hem
maddi hem de manevi değeri
artmış, Başbakan’ın ülkesi
adına gönderdiği teşekkür
mektubunda belirttiği gibi
ülkesi için “tünelin ucundaki
ışık” olmuştu.
2011 yılında çıkardığı ikinci
albümü 21 çıkar çıkmaz,
Madonna’nın rekorunu kıracak
kadar uzun bir süre kalmak
üzere listelerin başında yerini
almıştı. Bu albüm Michael
Jackson’un 39 haftalık
rekorunu da yerle bir etti.
21, 39. hafta da listenin 5.
sırasından 3. sırasına kadar
yükseldi. Amerika dâhil 18
ülkede tüm listelerin başında
olması ve efsane grup The
Beatles’tan sonra aynı
zamanda hem albüm hem de
single listelerinde ilk beşte
yer alması ile de tarihe geçti.
Beatles ile bir ortak yanı da
ilerleyen yıllarda alacağı
“Kraliyet Nişanı” olacaktı.
2011 yılında Grammy’sine
kavuşan şarkı “Someone
Like You” American Music
Awards’tan 3 ödül aldı. Zaten,
21 albümünün aldığı ödüllerle
Guiness Rekorlar Kitabı’na
girmiş olmasının dışında
bir özelliği de bu şarkıydı.
Adele’nin kendisinden ayrılıp
The second album 21 released
in 2011 stayed at the top of the
charts breaking the record of
Madonna. This album smashed
the 39 week record of Michael
Jackson as well. 21 reached
number 3 from number 5 in the
39th week. She made history
when her album became number
one in 18 countries including
America and when she was
ranked in the top five in both
the album and the single lists
following the footsteps of The
Beatles. Another point that would
be common with The Beatles
would be the “Order of the British
Empire” that she would receive.
In 2011 the song “Someone Like
You” was given the Grammy
award as well as 3 awards in the
American Music Awards. Another
feature of the album 21 after
entering the Guinness Book of
World Records with the awards it
received was this particular song.
Adele made her listeners cry with
this song that she composed for
her lover who left her to marry
someone else and this song
quickly turned into a “requiem
of love” that everyone sang
together during the concerts.
Those who had never listened
to Adele before and those who
didn’t even know her name got
to know her thanks to the video
of this song that was clicked by
millions of people online. In a
website she was declared as the
“Voice of 2008” and she always
stayed at the summit with her
songs that were given dozens
of awards and that remained at
the top of the lists as soon as
they are released. In 2013 she
received “The Most Original
Song” awards at the Golden
Globe and the Academy Awards
with the song “Skyfall” she
composed for the James Bond
movie and during the ceremony
it was clear that she had not lost
the excitement of her youth when
she received her first award.
Despite her unhappiness in her
personal life, she was always
on the rise from the first days of
her career. Problematic parents,
love affairs that finished when
she was abandoned and dreams
that are shattered every time…
All were negativities that fed
her music while slowly pushing
her towards hopelessness. But
still she never gave up and tried
everything to straighten things
out. She believed that her career
that filled almost all her life that
was responsible from her love
affairs to end suddenly as well
as disappearance of the people
she loved. She took breaks from
music just to be able to spend
more time with the man she loved
and to give him her time as well
as her heart. But the result was
disappointment again and it was
always music that consoled her.
Actually Adele was also a hopeful
young girl who dreamed just
like her peers of a garden where
children played and a house
with the man she loved. Neither
the fame nor the millions she
earned were ever in her dreams.
She never lived a life filled with
material for the paparazzi. Her
heart started pounding once
again with love when she found
a man who respected her work
and loved her dearly. She had a
health problem about her vocal
chords after which she stated that
she overcame this difficult time
with the support of her boyfriend
Simon Konecki from whom she
had an extramarital child. She
didn’t care about her marital
status and what he thought about
her because she believed that
she would start a new life with the
birth of her son.
Maybe the only record that
Adele wanted to break was
that of happiness. A lifelong
of happiness, joy and love in
a loving home… Just like she
expresses and will continue
to express in her songs. Her
songs that reach the hearts of
her listeners through her voice
surpasses countless love songs
that have been composed until
today. The most awarded, the
most album sales, the most
listened, the most clicked videos,
and the most liked, the best
known… We can never be sure
the number of “mosts” that she
wishes to add to this list but it is
clear that she has left her mark
on the history of music that
cannot be erased easily even if
she does nothing else from now
83
armoni
harmony
başkasıyla evlenen sevgilisine,
son derece samimi ve içten
bir şekilde duygularını ifade
ettiği bu şarkı dinleyenleri
ağlatan, Adele’nin acısına
ortak eden ve konserlerinde
hep bir ağızdan söylenen bir
“aşk ağıtı”na dönüştü. Adele’yi
daha önce dinlememiş, hiç
tanımamış kişiler bile onu, bu
şarkının internette milyonlarca
kişi tarafından tıklanma
rekorları kıran videosuyla
tanıdılar. Bir internet sayfasıyla
bir anda tanınan “2008’in
sesi” olarak kabul edilen, her
şarkısında ve albümünde
onlarca ödüle layık görülen;
şarkıları dönmeye, albümleri
yayınlanmaya başladığı
anda listelerin başında yerini
alıp uzun süre boyunca hep
zirvede kaldı. 2013 yılında
James Bond filmi için yaptığı
“Skyfall” şarkısıyla Altın Küre
ve Akademi Ödülleri’nde
“En Orijinal Şarkı” ödüllerini
alırken de, genç yaşında ilk
ödülünü kucakladığı andaki
heyecanından hiçbir şey
kaybetmediği fark ediliyordu.
Mesleğinin ilk günlerinden
itibaren her zaman, özel
hayatındaki mutsuzluklarına
inat bir yükselme içinde
oldu. Sorunlu bir anne-baba,
terk edilmekle sonuçlanan
ilişkiler, her seferinde yerle
bir olan hayaller… Hepsi
müziğini beslediği kadar onu
yavaş yavaş umutsuzluğa
sürükleyen olumsuzluklardı.
Yine de hiçbir zaman pes
etmedi ve her şeyi yoluna
koyabilmek için elinden gelen
her yolu denedi. İlişkilerinin
sürekli yarım kalışını, aşk dolu
kalbini güvenerek teslim ettiği
insanların bir anda ortadan
kayboluşunu, işinin tüm
hayatını kapladığına inandı. Sırf
bu yüzden âşık olduğu adama
daha fazla vakit ayırabilmek,
ona tüm kalbini olduğu kadar
zamanını da verebilmek için
müziğe ara verdiği de oldu.
Ancak sonuç yine hüsrandı ve
onu teselli eden yine müziği
84
oldu. Aslında Adele de yaşıtları
gibi mutlu bir aile, bahçesinde
çocuklarının oynadığı bir ev,
onu seven bir adam hayali
kuran umut dolu bir genç kızdı.
Ne sahip olduğu şöhret ne de
kazandığı milyon dolarlar kendi
için kurduğu hayallerin içinde
yoktu. Hiçbir zaman magazin
malzemeleriyle dolu bir hayatı
olmadı. Kendine, işine saygı
duyan ve onu gerçekten
sevgiyle besleyen adamı
bulduğunda, kalbi yeniden
aşk için çarpmaya başladı.
Bir dönem geçirdiği ses
telleriyle ilgili rahatsızlığı, varlığı
sayesinde daha kolay atlattığını
söylediği erkek arkadaşı Simon
Konecki ile evlilik dışı bir çocuk
dünyaya getirdi. Medeni hali ya
da kendiyle ilgili hangi konuda
ne düşündüğü umurunda
bile olmayışı; oğlunun
doğumuyla birlikte yepyeni
bir hayata başlayacağına olan
inancındandı.
Başarıları, karşılıklarını
dünyanın en değerli ödülleriyle
alan Adele’nin aslında kırmak
istediği tek rekor belki de
mutluluk rekoruydu. Sevgi
dolu bir yuvada, ömür boyu
huzur, neşe ve aşk… Tıpkı
bestelerinde çekinmeden
dile getirdiği ve muhtemelen
son nefesine kadar getirmeye
devam edeceği gibi. Onun
sesiyle bütünleşen, duyguları
melodiler yoluyla dinleyenlerin
içine işleyen şarkıları; bugüne
kadar yapılmış sayısız aşk
şarkısını geride bırakmasına
sebep oluyor. En çok ödül
kazanan, albümleri en çok
satan, en çok dinlenen,
internet üzerinden yayınlanan
videoları en çok izlenen, en
beğenilen, en tanınan… Adele
bu “en”lerine daha kaç tane
eklemeyi planlıyor bilinmez
ama bundan sonra hiçbir şey
yapmasa bile bugüne kadar
yaptıklarıyla müzik tarihine
silinmez izler bıraktığı ve yeri
kolay kolay doldurulamayacak
bir değer kazandığı aşikâr.
85
estetik
estetic
Saç ekiminde etkili yöntem
An effective method in hair transplantation
Biraz daha canlı, biraz daha
dolgun olsun diye uğraştığınız,
en moda renkte ve kesimde
biçimlendirdiğiniz saçlarınız
bir gün dökülürse, kellik
sorunu ya da seyrekleşme
problemi yaşarsanız ne
yaparsınız? Estetik operasyonlar
saç problemlerinde de
imdadımıza koşuyor, saç
ekimi uygulamalarıyla tekrar
sağlıklı saçlara “merhaba”
diyoruz. Bugün saç ekiminde
pek çok farklı teknik ve
yöntem kullanılıyor. “Kendi
yağınızdan hazırlanmış kök
hücre enjeksiyonu” tekniğiyle,
eskisinden çok daha gür ve canlı
saçlara kavuşmanız mümkün.
Yüz estetiğinin
en önemli unsuru
Anatomik olarak baktığımızda
saçların başımızın üstünde,
baş tacı kavramıyla örtüşen
bir duruşu var. Yüz estetiğinin
en önemli noktası olan saçlar,
kadın ve erkek için çekiciliğin,
gençlik ve canlılığın en önemli
unsurlarından sayılıyor. Yüz
güzelliğinin başlangıç noktası
What would you do if one day you
lost your hair that you spend a
lot of time so that they look more
lively and shapely or if one day you
experience a baldness or thinning
problem? Aesthetic operations lend
a helping hand in hair problems
and we “welcome” healthy hair
once again with hair transplantation
applications. Today, many different
techniques and methods are used
in hair transplant. It is now possible
to have thicker and livelier hair with
hair transplant method of “injecting
stem cells prepared from your own
fat”.
The most important
factor of facial aesthetic
Anatomically, our hair is located
at the top of our head and has
a connection with the saying
of “placing one on a pedestal”.
Hair is also important for facial
86
olarak nitelendirebileceğimiz
saçlarımıza işte sırf bu sebepten
çok iyi bakmamız gerekiyor.
Peki, ya saçlar dökülürse, kellik
sorunu yaşanmaya başlarsa,
yılların idol kavramı, güzelliğin
başlangıç noktası, hem kadın
için hem de erkek için tam bir
sorun haline gelmez mi? Elbette
gelir, geliyor da. Hastalarımızın
büyük bir çoğunluğu “saç
ekimi” yaptırıyor ve bu sorunun
üstesinden geliyorlar.
Saç ekiminde 2 önemli
konu
Saç ekimi yaptırırken 2 ana
temel konuya son derece dikkat
etmek gerekir. Adı üstünde saç
ekimi, tıpkı toprak gibi, verimli
ve sağlıklı bir alana, kaliteli
tohumların ekilmesi suretiyle
yapılmalıdır. Burada toprak
kafa derisi, tohumlar ise, donör
alan dediğimiz yani sağlıklı
mevcut kıl kökleridir. Eğer her
iki temel unsurda da kaliteli
olanları ayrıştırır ve saç ekimini
yaparsanız, en mükemmel
sonuca ulaşırsınız. Kelleşmiş
alıcı alanı, tekrar verimli bir
aesthetics and it is considered to
be an important factor of youth and
liveliness for both men and women.
Hence, we should take good care
of our hair that can be considered
as the starting point of our facial
beauty. What if we lose our hair or
we start to have thinning problems;
wouldn’t the concept of many years
and the starting point of beauty
for both men and women be a
problem? Of course it would and
it does. Many of our patients have
a “hair transplants” and overcome
this problem.
Two significant issues
in hair transplant
There are 2 main issues that
should be considered when having
hair transplant. It literally means
planting hair and just like soil, it
should be planted on a fertile and
healthy area using quality seeds.
Kendi yağınızdan hazırlanmış kök hücre enjeksiyonu
ile saç ekimi / Hair transplant by injecting stem cells
prepared from your own fat
yapıya ulaştırmak için hastanın
kendi yağlarından aldığımız,
kök hücreden zenginleştirilmiş
Saç Ekimi tekniğini kullanıyoruz.
Alıcı alan bu sayede verimli bir
toprağa dönüşüyor, kanlanıyor
ve ekim sırasında tutma oranı
maksimum seviyeye ulaşıyor.
Bunun sonucunda ekilen saç,
daha iyi tutunduğu gibi daha gür
ve sağlıklı olarak çıkıyor. Mevcut
sağlıksız ve cansız saçlar da bu
teknikle güçleniyor, dökülme
oranı azalıyor. Saç ekiminde
kullandığımız tekniğinin bir
başka artısı ise ekilen alanda
iyileşme sürecini hızlandırması
ve hastaya çok kısa süre
içerisinde yeni çıkan saçlarıyla
buluşma imkânını vermesidir.
Saçlarınızı
güvenilir ellere teslim edin
Saçlar, genetik yatkınlık, bazı cilt
hastalıkları, kronik hastalıklar,
kanser tedavisinde kullanılan
çoğu ilaç, yanık ve travmalar
sebebiyle dökülebilirler.
Önlenemeyen bu seyrekleşme
ve kellik sorununu sadece
ve sadece saç ektirerek
Here the soil is our scalp and the
seeds are the healthy hair roots
known as the donor area. If both
basic elements are high quality
then you reach a perfect solution.
We use the Hair Transplant
method enriched with the stem
cell acquired from the fat of the
patient in order to ensure that the
bald spot attains a fertile position.
The planted area thus turns into a
fertile soil, blood flows there and
the graft ratio reaches a maximum
level. Consequently, the planted
hair grafts better and grows thicker
and more healthily. The current
unhealthy and lifeless hairs gain
strength with this method and the
hair loss ratio decreases. Another
positive side of the method we use
for hair transplant is that it speeds
up the healing process at the
plantation area and enables the
patient to see newly grown hair in a
Op. Dr. Bülent Cihantimur
Estetik International
çözümleyebilirsiniz. Saç
dökülmeleri farklı sebeplerden
dolayı karşımıza çıksa da, en
fazla stres ve psikolojik travmalar
bu sorunun hızlanmasına
neden oluyor. Altın oran olarak
tabir ettiğimiz, estetik normlara
çok da fazla uymayan bir
suratınız olabilir ama mutlaka
sizi ön plana çıkaracak,
güzelliğinizin altınızı çizecek
bir baş tacına ihtiyacınız vardır.
İşte bu yüzden kendinizi ve
saçlarınızı önemseyin. Saç ekimi
yaptırmadan evvel mutlaka
konusunda uzman ve yetkin
uzmanlara başvurun.
very short amount of time.
Leave your hair
in good hands
Hair can be lost due to various
reasons such as genetic affinity,
various skin diseases, chronic
diseases, cancer treatment,
burns or traumas. This hair loss
problem can be prevented by
hair transplant. Even though there
are various reasons for hair loss,
stress and psychological traumas
also speed up this process. You
may have a face that does not
fit the aesthetic norms known as
golden ratio but you certainly need
a pedestal that underlines your
beauty. That is why you should give
importance to yourself and your
hair. You should consult experts
and professionals in this field
before having a hair transplant.
87
semboller
symbols
Nereye gidiyorsunuz?
Where are you going?
İşte size çok zengin bir
kavram: yol. Süreç, zaman,
mekan, imkan, yolcu,
yolculuk, başlangıç, varış,
gidiş, duruş, kalış, çıkış, giriş,
doğru, açık, kapalı, zorlu,
engebeli, dar, geniş, kesilmiş,
açılmış, düşülmüş, saçılmış
gibi eklerle hem gerçek hem
mecazi anlamlarla kendimizi,
halimizi ifade ettiğimiz güçlü
bir kavram. Yol kavramını
incelediğimizde, içinden iki
kavram daha çıkıyor.
Birincisi yola başladığımız yer.
Neredeyiz? Nerde duruyoruz?
Yola çıkmaya hazır mıyız?
Çünkü yola öyle ha deyince
çıkmayız. Önceden hazırlanırız.
Yolda ihtiyacımız olan şeyleri
yanımıza alırız. Yazın abasız
kışın katıksız yola çıkmayız.
Donanırız çünkü yolda zorluklar
vardır, tehlikeler vardır,
yabancılar vardır. Tehlikeli
olabilir ama aynı zamanda her
yolculuk bir serüvendir. Her
yolcu da biraz maceraperest.
Macerayı sever misiniz?
Yola çıkacağız tamam, ama
nereye? İşte burada ikinci
kavram önümüze çıkıyor:
yön. Yani hedef. Rotası belli
olmayan gemiye hangi rüzgar
yol verebilir? Yönümüzü
tayin etmek her zaman
öyle kolay olmuyor. Bunun
88
için her şeyden önce bir
haritaya, sonra bir rehbere,
bir pusulaya ihtiyacımız
olabilir. Haritalarımızın açık,
rehberimizin tecrübeli,
pusulamızın da şaşmaması
bu yüzden çok önemli. Daha
da önemlisi yön yada hedef
seçimimiz. Hepimiz gemisini
yürüten kaptan değil miyiz?
Yollar her zaman düz, asfalt
ya da sakin olmuyor. Engeller,
engebeler, fırtınalar yolumuzu
kesiyor. Bütün bunlar için yeteri
kadar donanımlı mıyız?
Bazen yollar kapalı oluyor,
onları açmak için güçlü
müyüz? Bazen de hiç kimsenin
gitmediği, gitmeye cesaret
edemediği yollardan gitmek
gerekiyor. İşte bunun için Oruç
Arıoba, “Gerçek yürüme yol
açmadır” diyor.
Kur’an da Tanrı “Benim arzım
geniştir” ifadesini kullanıyor.
Acaba bu, insanın ihtiyaçları
için yollara düşmesini, o her
ne ise bulması için araması
gerektiğini mi ifade ediyor?
Evet, dünya büyük, seçtiğimiz
her yere yolculuk yapabiliriz.
Ama asıl önemli olan içsel
yolculuğumuz değil mi? Hayat
bir yolsa, ömrümüz bizim
hayattaki yolculuğumuz değil
mi?
Abdülkadir Kılınç
Here is a very rich concept: road.
It is a strong concept we use to
express ourselves with words
such as process, time, space,
possibility, traveler, travel, start,
destination, going, stopping,
staying, leaving, entering, right,
open, closed, difficult, rough,
narrow, wide, opened, set off.
Two more concepts come up
when we examine the concept
of road. The first is our starting
location. Where are we? Where
do we stand? Are we ready to hit
the road? Because one cannot
set off on a journey just like that.
We have to prepare first. We take
with us the things we will need
on the way. We do not set off
without a cloak in summer time
and without food in winter time.
Because there are difficulties
on the road, dangers as well as
strangers. It can be dangerous
but every journey is also an
adventure. Every traveler is
also an adventurer. Do you like
adventure?
We will hit the road, okay, but
where? Now we are faced with
the second concept: direction.
That is; the target. What winds
can guide the ships with no
route? It is not easy to orient
one’s self. First and foremost
you may need a map, a guide
and a compass. That is why it
is important that our maps are
open, our guides are experienced
and our compasses are working
properly. More important is our
direction or our target. Aren’t we
all captains of our own ships?
Roads are not always flat, asphalt
or calm. Obstacles, unevenness
and storms stop you. Are we
ready for all these? Are we ready
to pass over closed roads?
Sometimes one has to enter
roads that no one else has dared
to. That is why Oruç Arıoba says,
“Real walking is opening the
way.”
God says in the Qur’an, “My
earth is spacious”. Does this
mean that one has to hit the road
to find what they need and that
they have to seek whatever they
are looking for? Yes, the earth
is spacious and we can travel to
wherever we choose. But isn’t our
inner journey more important? If
life is a journey, isn’t our span of
life our own journey?
89
kitabi
literary
Şurada bir yol var gördün mü?
Did you see the road over there?
“Kalabalıkla beslenen baş
döndürücü bir kaosun
merkezinde yaşamayı
seviyordu Arif. Kalabalığı
sevmiyordu yine de. Aynı
sokağa her çıktığında etrafta
farklı insanlar, yabancı yüzler
olmasını tercih ediyordu.
Kendisini tanımayan, bir yerden
gözü ısırmayan, ne iş yaptığını
bilmeyen insanların arasında
olmak onu ferahlatıyordu.
Bütün sakinlerinin adını bildiği,
gülümseyerek kendisini
süzdüğü, yardımına koştuğu;
bakkalıyla, kasabıyla,
manavıyla ayrı ayrı selamlaştığı
bir sokakta olduğunu
düşündüğü zaman boğulacak
gibi oluyordu. Herkesin birbirini
avucunun içi gibi bildiği,
‘sıcacık’ bir mahalle ortamı,
müthiş bir korku filmi setiydi
onun için.”
Dün sabah çalar saatle rüya
âleminden lanetli biçimde
kovulup hayatın telaşını kendi
soluğu ile eşitlemeye çalışan
bir reklâmcıyken, bu sabah
ıssız ve sessiz bir kasabadaki
gara yanaşmak üzere hızını
insan adımına eşitlemiş bir
hızlı tren gibi hayatının yeni
dönemine yanaşmaya çalışan
bir işsiz reklâmcı olarak
başlasaydın güne? Ev de
çok soğuk olsaydı. İçindeki
saçaklı, kıpırtılı, macun
kıvamındaki tedirginlik sana
kendini Gregor Samsa’nın
kaderini yaşıyormuşsun gibi
hissettirseydi.
“Sesten uzaklaştıkça
hızlanıyordum, hızlandıkça
sesten uzaklaşıyordum.
90
Bacaklarımın üst kısımları
ateşe atılmış odunlar gibi
yanıyordu. …Dev bir uçak, iki
yana kıvılcımlar püskürterek
piste indim. Bir süre daha
istemsizce koştuktan sonra
nihayet yürümeye başladım. …
Bacaklarım titriyordu. Odunlar
kül olmak üzereyken ateşten
çıkmıştı.”
Arif’le birlikte rüya görecek,
marketten aldığınız 12’li
yumurta viyolündeki
yumurtaları birlikte ağır ağır
buzdolabına yerleştirecek,
DVD’cinin önden geçerken
yeni film var mı diye birlikte
bakacak, hamsileri gazete
kâğıdında birlikte unlayıp arada
unlu gazetenin ünlü haberlerine
doğru birlikte göz kaydıracak,
evin buz gibi havasına daha
bir iki sayfada alışacak,
arada birlikte beste yapmaya
çalışacak ve ya tutarsa diye
şarkı sözleri yazmaya meyil
edecesin, arka sokakta çakma
saatleri tezgaha dizmiş karanlık
suratlı satıcıya olmayacak bir
şaka yapıp geceyi ince bir
yerden azıcık aydınlatmaya
çalışacaksın, bazen eve girer
girmez ısıtıcıyı Arif’ten önce
yakacak ve hatta akşamları
kahverengi battaniyeyi üstüne
alıp sen de salondaki öbür
kanepeye uzanacaksın.
Hakan Bıçakçı, “başka bir
hayatım olmalı, bir şeyler
yapmalı, çevreyi değiştirip yeni
bir kanka ağı örmeli” diyen
ve fakat bunun olabilmesi
için makinenin düğmesine
basmaya bir türlü yeltenmeyen
o çok tanıdık insanı, “sen
nerden çıktın yaaa” dedirtecek
Emine Civanoğlu
“Arif enjoyed living at the center
of a mind-boggling chaos feeding
on crowds. But still he didn’t like
the crowds. He preferred to see
different people and faces of
strangers whenever he went out
to the same street. Being among
people who did not know him,
did not recognize him, did not
know what his job was made him
feel refreshed. He felt as if he
suffocated when he thought of
living on a street where everyone
knew his name, looked at him
in smiles; where he greeted the
butcher, the grocer or the fruit
seller one by one. The ‘cozy’ little
neighborhood environment where
everyone knew each other was
for him the set of a horror movie.”
What if you started your day
as an unemployed advertiser,
trying to approach the new
period of your life as a fast train
approaches a secluded, quiet
town, slowing down to a trot;
when only yesterday morning
you were the one who was trying
to sync your breathing to that
of life after being fired from the
world of dreams with the sound
of an alarm clock? And what if
the house was very cold. And the
gum like restlessness welling up
inside you made you feel as if
you were living the fate of Gregor
Samsa?
“I was speeding up as I moved
away from the sound, I was
moving away from the sound as
I sped up. The top parts of my
legs were burning like logs. … I
landed like a huge plane throwing
off sparks all over. At last I started
walking after running for a while
involuntarily. … My legs were
shaking. The logs were out of the
fire just as they were about to turn
to ash.”
You will dream with Arif, slowly
place the eggs from the 12
piece viol to the refrigerator, you
will check out if there is a new
movie while passing in front
of the DVD seller, you will flour
the anchovies together on a
newspaper and try to read the
articles on the newspaper every
once in a while, you will get used
to the cold atmosphere of the
house within a few pages, you
will try to compose a music with
him or write lyrics thinking what
if it becomes a success, you will
make an untimely joke to the dark
faced street vendor selling fake
watches in a back alley and try to
lighten up the night, sometimes
you will turn on the heater before
Arif when you get home and lay
on the opposite couch with the
brown blanket wrapped around
you. Hakan Bıçakçı takes those
who say “I should have another
life, do something, change the
environment and have new
friends” but fail to turn on the
machine to make things happen
and places them on an empty
chair with a reality that forces
them to say, “where did you come
from?”
After this it’s easy. If Arif asks,
“hey man get a hold of this will
you,” you can start cleaning the
new house he rented, carry all the
boxes and start opening them up.
Did you know that uneasiness is
contagious? Arif is uneasy, very
uneasy. He has deep holes in
his mind, life and heart and he
doesn’t know what to fill them
with and if he can even do it.
The emptiness inside people is
contagious as well. The fact that
uneasy and hollow people are as
bir gerçeklikle getirip yandaki
boş sandalyeye oturtuyor.
Bundan sonrası kolay. Daha
o anda Arif rica etse, “kanka
şu işin ucundan bi’ tut sana
zahmet” dese, yeni tuttuğu
evi temizlemeye gider, bütün
kolileri yeni eve taşıyıp
yerleştirmeye başlarsın.
Tedirginlik bulaşıcıdır,
biliyor muydun? Tedirgin
birisi Arif. Çok tedirgin.
Aklında, hayatında, kalbinde
neyle dolduracağını, nasıl
dolduracağını, doldurup
dolduramayacağını bilmediği
derin boşluklar var. İnsanın
içindeki boşluk da bulaşıcı.
Tedirgin ve içi boşlukla dolu
insanların ancak bilimkurgu
filmlerindeki dünyalarda
üretilebilen kadar güçlü birer
mıknatıs olması da durumu
daha karmaşık hale getirir ve
sen onlardan uzak duramazsın.
Arif’le Ceren’le ayrılırken sen
de pastanenin bir başka
köşesinden onlara bakıp “Ah
be Arif, tutaydın şu Ceren’i
elinde” diye içinizden olaya
karışırsın. Sonuçta Arif her
sabah apartman boşluğundan
aşağıya baktığında kafasını
kaldırıp seninle göz göze gelen
ve o boşluktan sana doğru
“Acele etme kanka, kapıda
sigara içiyorum” dercesine
birkaç mimik yollayan insan
olur. Arif’le sevdiği eski moda
bir pastanede buluşup bir
yandan onun rüyalarını dinleyip
bir yandan da kahve içerken
sokağı kesmek senin de rutinin
haline gelir.
“Pastanenin karşısındaki
büyük eczanenin vitrinindeki
erkek mankenle göz göze
geldik. Dizinde dizlik,
omzunda askı, boynunda
boyunluk, bileğinde bileklik,
belinde korse vardı. İçeride
sakatlık gidermeye yarayan
ne satılıyorsa üzerindeydi.
Aynı anda kolu kırılmış, omzu
çıkmış, dizi kaymış, bileği
dönmüş, boynu incinmiş, beli
tutulmuştu fakat o bütün bu
sakatlıklara meydan okuyan
bir tavırla dimdik ayaktaydı.
Aslen giyim mağazalarının
şık koleksiyonlarını en havalı
biçimde sergilemekle görevli
olduğundan, yüzünde
doğuştan gelen güven dolu
ama güven vermeyen plastik
bir gülümseme vardı.”
Gelgelelim sen de duvarda
duran o deliği, deliğin
arkasındaki boşluğu görmeye
başladığında, Arif’le aranızda
zamandan bağımsız bir bağ
kurulmuş olur sen anlamadan.
Büyük ihtimalle zaten
bu kitaptan sonra şöyle
hissedersin; Hakan Bıçakçı
Arif’le seni bir gün tesadüfen
tanıştırdı, sen Arif’le hayatı
yoluna koyma operasyonunu
bir stratejisi olmasa da o gün
bugündür sürdürüyorsun,
Hakan’la da artık pek
görüşemiyorsunuz.
Apartman Boşluğu, her
okurun kendi içindeki loşluğa
yolculuğu. Mesele, yolu
görmek. Giderken giderken ne
yapacağını bilemediğin yerde
bir sayfa bulur, orada Arif’le
oturur iki lafın derisini gerersin.
Hakan Bıçakçı/ Apartman Boşluğu
Hakan Bıçakçı / Apartman Boşluğu
strong as the magnets that can
only be conjured up in science
fiction movies makes this even
more complex and you can never
stay away from them. You will
soon start meddling when you
think, “Come on Arif, why didn’t
you hold Ceren’s hand?” when
Arif and Ceren leave a patisserie.
Arif then becomes the person
who says, “Don’t hurry man, I am
smoking outside,” with his mimics
when Arif looks down from the
apartment well every morning.
Soon, meeting with Arif in an old
fashioned patisserie, listening
to his dreams and staring at the
street while sipping your coffee
will become your routine as well.
“We made eye contact with the
male mannequin standing in
the shop window of the large
pharmacy across the patisserie. It
had a kneepad, a shoulder strap,
a neck brace, a wrist support and
a corset on. Whatever was being
sold inside against injuries was
on him. His arm was broken, his
shoulder was dislocated, his knee
was injured, his neck was hurt
and his back was sore but he was
still standing erect challenging all
these injuries. He had a confident
but untrustworthy plastic smile
on his face since his original task
was to display expensive clothes
of famous brands.”
But you will have established a
link independent of time with Arif
when you also start seeing the
emptiness behind the hole on
the wall. Most probably you will
feel like this after reading this
book; Hakan Bıçakçı came and
introduced Arif to you one day
by chance and you continue the
operation to try and set Arif’s
life straight since that day even
though there is no real strategy
to it and you don’t see Hakan
that often anymore. Apartman
Boşluğu is the voyage of every
reader to the emptiness inside
themselves. The important thing
is seeing the road. While on the
way you may find a page when
you don’t know what to do, sit
down and chat with Arif for a
while.
91
köşe
the corner
Fotoğraf / Photography: Selin Şanlan - Cumhuriyet Caddesi - 30.03.2012
Kaptan sensin
You are the captain
Dilek Şen
92
Ortalama 75 yıllık bir süreden
bahsediyoruz, kelebek
için muazzam uzunlukta,
kaplumbağa içinse genç gitti
denilecek bir ortalamadan.
Ki kendi ülkemizdeki ani
gelişmeleri, trafik kazaları, kaza
kurşunları ve her an başımıza
gelebilecek olan sebepsiz
ölümlerimizi bu ortalamaya
dahil etmek istemem. Malum
düşlediklerimizi yaşıyoruz,
felaket tellallığı yaparak durduk
yere yolumuzu kısaltmayalım.
Bize vaat edilen süre içerisinde
nasıl yaşamak istiyoruz? Mutlu,
huzurlu, tutkulu, dengeli,
özgüvenli, umutlu, hırslı,
başarılı ve değerli olarak mı;
kaygılı, gergin, her an baskı
altında, heyecansız, telaşlı
ve özgüvensiz, beklentisiz
ve karamsar olarak mı? Bu
saydıklarımdan listenin 2.
yarısına bakıp kesinlikle
bunları istiyorum diyorsanız,
ben daha fazla vaktinizi
almayayım. Malum ortalama
içerisinde sizi yeterince mutsuz
edemeyebiliriz. Yazımızın geri
kalan kısmı hayatını değerli ve
huzurlu bir yaşam yolculuğu
olarak sürdürmek isteyenlere
gelsin.
Evet sevgili devam etmeyi
göze almış iç huzuru olan ve
bunun henüz farkında ya da
arayışında olan güzel okuyucu,
yolculuğumuzu birlikte
sürdüreceğiz. Az önce yaşam
yolculuğundan bahsederken
bu süreci nasıl değerlendirmek
ve kendini nasıl hissetmek
istediğinden yola çıktığımızda;
mutlu, değerli, huzurlu olmayı
seçtiğin için devam ediyorsun
ya okumaya; sen aslında
kendin için önemlisin. Ve işin
aslı insan kendisine verdiği
değer kadar değerli, olmak
istediği kadar huzurlu ve
kendini mutlu edebildikçe
başarılıdır.
Herkesin birbirinden farklı
ve değerli olduğu bir dünya
içerisinde hiçbir hissin ve
davranışın ölçülebilir karşılığı
yoktur. Sizi mutlu eden bir kır
çiçeği, küçük bir gülümseme;
başka biri için değersizse onu
yargılamak yerine tanımaya,
anlamaya çalışın. Çünkü
içerisinde bulunduğumuz
koşullar, beklentiler ve hayatın
herkese sunduğu standartlar
sonsuz sayıda, hepimizin iç
dünyası farklı frekanslardayken
aynılaşmamız imkansız,
farklılaşmamız zenginliğimizdir.
Gözlerimizi dünyaya
açtığımızdan birbirimizden
farksızdık. Sıfatlarımız yok,
sadece nevzattık hepimiz.
Büyüdükçe değiştik,
beklentilerimiz değişti. Ve bu
beklentileri bizi biz olmaktan
uzaklaştırıp standartlaştırdığı
için kendimize yabancılaştık.
Oysa kendimiz olabildiğimiz
kadar mutlu, kendi
değerlerimizle yaşayabildiğimiz
sürece özgüvenli ve
başarılıyız. Sevdiğimiz işleri
yaparken hissettiğimiz tutku
ve hırsı hiçbir dayatmada
hissedemiyoruz. Olumlu
eleştirileri ve hakkımızda
söylenen güzel her sözü
duymayı seviyor, dilimizden
güzellikler döküldükçe iç
huzurumuzu buluyoruz.
İçimizdeki neyse dilimize onu
yansıtıp, karşımızda kim varsa
onda kendimizi görüyoruz.
Kimlerle vakit geçirmek size
iyi hissettiriyorsa onlara
vakit ayırın, ne yaparken
mutluysanız onu yapmaya
devam edin, kendinizi en
güzel hissettiğiniz elbiselerinizi
giyin, en sevdiğiniz sözcükleri
kullanıp kendi şarkınızı
söyleyin. Tekrarı olmayan bir
yolculuk bu yaşam; siz de
kendi kurallarınızla yol alın.
Zorunluluklarınızı keyifli hale
getirin, “mecburen”leriniz;
“iyi ki”lerinize dönüşsün. Siz
kendinizi nasıl tanımlıyorsanız
öyle tanınacak ve kaptanı
siz olduğunuz bu yolculukta
istediğiniz gibi anılacaksınız.
Yaşam yolculuğu denilen, başı belli, sonu muallak bir
süreç içerisinde nasıl vakit geçirmek ve geride nasıl
anımsanmak istersiniz? Daha doğrusu anımsanmak
ister misiniz?
How would you like to spend your time and be
remembered in this voyage known as life with its known
beginning and unknown end?
We are talking about a period
of about 75 years on average,
too long for a butterfly and yet
too short for a turtle. Of course I
would refrain from including the
sudden events that can occur
in our country, traffic accidents
and wayward bullets… As you
know, we live what we dream and
there is no point in shortening our
journey for no reason.
How do we want to live in the time
allocated to us? Happy, peaceful,
passionate, balanced, hopeful,
successful, valuable with high
self-esteem or anxious, stressful,
unexcited, worrisome and
optimistic with no expectations?
If you look at this list and say that
you absolutely want the 2nd half
then I should not waste your time
too much. We can fail to make
you unhappy enough during the
allocated average. The rest of
what we write is for those who
wish to live a happy and peaceful
life.
Yes, dear reader who continues
to read with an inner peace that
you are unaware of or that you
seek; we will continue our journey
together. You are continuing to
read because you selected to
be happy, valuable and peaceful
when we were talking about the
voyage of life; you are actually
important for yourself. And
actually one’s own value depends
on the value he/she gives to
one’s own self; similarly one is as
successful and happy as he/she
wants to be.
No feeling or behavior has a
measurable equivalent in this
world where everyone is different
and valuable. If a wild flower or
a smile that makes you happy
is worthless for someone else
try to understand them instead
of judging them. Because the
conditions, expectations and
standards in life are infinite in
this life and it is impossible to
be the same when all our inner
frequencies are different and
actually being different is our
richness.
We were not different from each
other when we first opened our
eyes. We had no adjectives
and we were all newborns. We
changed as we grew up and our
expectations changed. And we
became strangers to our own
selves as these expectations
made it hard for us to be who
we are and standardized us. But
actually we are happy only as
much as we can be ourselves
and confident and successful
only as far as we live by our
own values. We do not feel the
passion and ambition in anything
else as we do when we are
working on what we love. We like
receiving good comments and
hearing beautiful words about us;
we find inner peace as we use
good words. We reflect whatever
is inside us and we see ourselves
in whoever faces us.
Spend time with whoever
makes you feel good, continue
doing whatever makes you feel
happy, wear the clothes you feel
beautiful in, sing your own songs
using the words you like. This is a
voyage that cannot be repeated;
so move ahead with your own
rules. Enjoy your obligations, turn
your “musts” into “fortunately”.
You will be recognized however
you define yourself and you will
be remembered in this voyage
that you captain however you
wish to be remembered.
May you have a good
voyage!
Yolunuz açık olsun.
93
gezi - yorum
travel - ing
Kalkan
94
İngilizlerin gözdesi
“güzel yer”
“Favorite”
spot of the English
Yazı ve fotoğraflar / Text and photographs: Engin Çakır
Yüzyıllar önce Herodot’un “dünyada yıldızlara
en yakın yer” olarak tanımladığı, yakın bir döneme
kadar ise küçük bir sahil kasabası olarak hayatını
sürdüren Kalkan, artık tam bir odak noktası.
Gezi rotaları, şık butik otelleri, zengin nüfusu, farklı ve
ilgi çekici içeriklerde kafeleri ve restoranları ile Kalkan,
çok davetkar...
Kalkan, described centuries ago by Herodotus as
“where one is closest to the stars on earth” was a small
coastal town until recently when it become a real hot
spot. Kalkan is very tempting with its travel routes, stylish
boutique hotels, rich population, different and interesting
coffee houses and restaurants…
95
gezi - yorum
travel - ing
Cumhuriyet yıllarına kadar
“Kalamaki” yani “güzel yer”
anlamına gelen bir Rum
kasabasıymış Kalkan. Hatta
eski köyün kilisesi, bugün
Kalkan’ın iki camisinden
biri olarak kullanılıyor. Hep
balıkçılıkla uğraşmışlar.
Üzerinde şirin diye
nitelenebilecek bir de deniz
feneri bulunan, güzel bir
limanları var. Bu liman şu an
daha çok lüks yatları ağırlasa
da balıkçı teknelerinin sayısı da
hala azımsanmayacak kadar
çok.
Yılın en az 300 günü
güneşli olan bir kasabadan
bahsediyoruz. Ancak
Antalya’nın diğer tatil
yörelerinden farklı olarak düşük
nem oranı sayesinde “serin”
bir yer Kalkan. Yerleşim yerleri
arkasındaki yüksek tepelere
doğru ilerlemiş bir liman
kenti. Ancak yine Türkiye’deki
96
diğer turistik alanlara
göre kentleşmeyi daha iyi
başarabilmiş ve kent estetiğini
muhafaza edebilmiş bir yer.
Kaş ilçesine bağlı bu yerin
Kaş’a uzaklığı sadece 25 km.
Likya bölgesinin en güzel
yerleşim yerlerinden bir
tanesi olarak kolayca
adlandırılabilecek olan Kalkan,
koyu lacivertten turkuvaza
kadar her tonu barından
denizi ile kelimenin her
anlamıyla bir cennet köşesi
gibi. Beldenin içerisinden de
denize girilebiliyor. Çakıllı bir
denizi olsa da suyun berraklığı
karşısında bunu dert bile
etmiyorsunuz.
Önceleri sadece tekneyle
yolculuk yapanları ağırlayan
küçük bir beldeyken; 1984
yılında asfaltlanan Kaş
– Fethiye arasındaki yol
sayesinde, gezginlerin yolu
Until the republic period, Kalkan
was a Greek village with the
name of “Kalamaki” meaning
“beautiful place”. Indeed, the old
church of the village is now used
as one of the two mosques of the
village. They have always worked
in fishing. There is also a nice
port where one can see a pretty
lighthouse. Even though this port
currently hosts very luxurious
boats, the number of fishermen
boats is still very high.
We are talking about a village that
is sunny for at least 300 days of
the year. However, Kalkan is a
rather “cool” place due to its low
moisture ratio in comparison with
other holiday locations of Antalya.
It is a port town that has spread
out towards the high cliffs behind
it. But still, it has been successful
in urbanization in comparison
with other touristic spots while
preserving its urban esthetics.
The distance to Kaş is only 25
km.
Kalkan can be defined as one
of the most beautiful settlement
areas in the Lycia region and
is heaven on earth with its sea
of many colors from indigo to
turquoise. One can also swim in
the center of town. Even though
it has a rather stony sea, you will
forget all about it when you notice
the clarity of the water.
Whereas once it was a small
village hosting only those who
were traveling by boat, more
tourists started coming here
after the Kaş – Fethiye road was
asphalted. And recently, Kalkan
has started to be recognized
more and more as Fethiye and
Kaş became popular. Popularity
has developed Kalkan in an elite
process. The flimsy houses with
bay windows have now left their
place to luxurious hotels and
houses. More than half of these
properties are owned by the
English! The number of marriages
and business partnerships
between the Turks and the
English is quite high. The names
of the two daily newspapers are:
Kalkan Times and Kalkan Post!
daha çok buraya düşmeye
başlamış. Son yıllarda ise
özellikle Fethiye ve Kaş’ın
her geçen yıl daha da
popülerleşmesi ile birlikte,
kendi halinde yaşayan Kalkan
da tanınmaya başlamış.
Popülerlik elit bir süreçle
geliştirmiş Kalkan’ı. Cumbalı
derme çatma evler yerlerini
lüks oteller ve evlere bırakmış.
Bu mülklerin yarısından
fazlasının sahipleri ise
İngilizler! İngilizlerle Türkler
arasında evlilikler ya da iş
ortaklıkları bir hayli fazla. Çıkan
iki gazetesinin isimleri ise:
Kalkan Times ve Kalkan Post!
Kalkan öyle bir yer ki, tipik
Akdeniz hayatına kendinizi
kaptırabilirsiniz. İsterseniz
hiçbir şey yapmadan,
günde sadece bir saat
yüzüp, öğleden sonraları
uyuyabilirsiniz. Sakin bir tatil
isteyenler için biçilmiş kaftan.
Likya medeniyetinin kurulduğu
topraklarda hayal gücünüzün
sınırları da genişliyor. Felsefe
okumak, dünyayı ve hayatı
sorgulamak için uygun bir
yerde olabilirsiniz. Hele ki
mehtaplı bir gece oradaysanız
ve limanın üzerinden denizi
izliyorsanız, unutamayacağınız
hatıralarınız olmuş demektir.
Kalkan’ın avantajlarından
bir tanesi de etrafta yakın
yerler rotalarının oldukça çok
olması. Birçok antik kent ve
özellikli plaj çok yakınında. Sarı
tabelaları, hiç bilmiyorsanız
anayolu takip etmeniz yeterli.
Likya bölgesinin tam ortasında
olduğunuzu bilmeniz yeterli.
Ne yana yelken açsanız ya
da ne yana rota yapsanız
mutlaka yeni bir maceraya
sahip oluyorsunuz. Kalkan’ı
ve çevresini tekne ile turlamak
da hiç fena olmaz. Örneğin
iki km mesafedeki Güvercinlik
Kalkan is such a place that you
can become totally absorbed
in the Mediterranean life style.
If you want you can do nothing,
swim for an hour during the
day and spend your afternoons
sleeping. It is a perfect location
for those who wish to spend
a peaceful holiday. The limits
of your imagination expand
at these locations where the
Lycia civilization was built. You
may be at the right spot to read
philosophy and question life. And
if you are there when the moon is
full and you are watching the sea
from over the port, it means you
will have acquired unforgettable
memories.
Another advantage of Kalkan is
that there are many routes that
are close by. It is near many
antique cities and beaches. You
can follow the yellow signs or the
main road. It is enough for you
to know that you are at the heart
of the Lycian region. No matter
which way you go, you will have
started a new adventure. It would
be wonderful to tour around
Kalkan and its surroundings by
boat. For example the Güvercinlik
Sea Cave, İnbaş cave near the
village of Bezirgan or the Kaputaş
Beach and the Blue Cave around
that location are all among the
routes that one can reach by
boat.
In addition to all these close
by locations, the antique cities
around Kaş – Fethiye are also
awaiting… The Antiphellos
Antique City in the center of Kaş,
Myra Antique City at Demre,
Simena Antique City at Kekova,
Limanağzı, Üçağız or Çukurbağ
Peninsula are all historical
spots you can visit during your
holiday. You can reach “Pirha”
after a 15 minute walk from
Bezirgan Village. The name of
this antique city is also the old
name of Bezirgan. It is one of the
largest cities of Central Lycia.
The “Statue of Three Women”
is a must see. İslamlar Village
is very close to Bezirgan. It is a
very green and pretty village. The
Xanthos Antique City at the Kınık
Village on the Kalkan-Fethiye
97
gezi - yorum
travel - ing
98
Deniz Mağarası’na, Bezirgan
Köyü yakınındaki İnbaş
Mağarası’na ya da Kaputaj Plajı
ve yakınındaki Mavi Mağara
tekneyle ulaşılabilen rotalar
içerisinde.
Sadece çok yakın yerler değil,
Kaş – Fethiye ile yakın çevresi
ve buralardaki antik kentler
de emrinize amade... Kaş
merkezde bulunan Antiphellos
Antik Kenti, Demre'de yer alan
Myra Antik Kenti, Kekova'da
bulunan Simena Antik Kenti,
Limanağzı, Üçağız veya
Çukurbağ Yarımadası tatiliniz
boyunca gezebileceğiniz
tarih duraklarından. Bezirgan
Köyü’nden 15 dakikalık
bir yürüyüşle, “Pirha”ya
ulaşabilirsiniz. Bu antik şehir,
Bezirgan’ın antik adı aynı
zamanda. Orta Likya’nın
en büyük kentlerinden biri.
Denizden 850 metre yüksekte.
“Üç Kadın Heykeli”ni mutlaka
görün. İslamlar Köyü,
Bezirgan’a yakın. Çok yeşil,
çok sevimli bir köy. KalkanFethiye yolu üzerindeki Kınık
Köyü'nde bulunan Xanthos
Antik Kenti, Tlos ve Arsada
çok yakınlarınızda. Hatta
oralara kadar gitmişken, yöre
halkının “Gavur Ağılı” dediği
Pydnai’yi de görün. Gönbe
Yaylası’ndan ya da Saklıkent
Kanyonu’ndan da söz etmeden
olmaz elbette ki. Bunların her
birisi ayrı bir rota ve ayrı birer
yazı konusu. Özetle Kalkan,
tarihi ve doğal güzelliklerin
yoğun olarak bulunduğu bir
havzada yer alıyor ve hem
kendisinin güzelliği hem de
yakın yerler rotalarının çokluğu
ile seçeneklerden hoşlanan
tatilcilere geniş bir yelpaze
sunuyor. Seçmek size kalmış...
Biz sizin için Fethiye- Kalkan
yolu üzerindeki Patara Antik
Kenti’ni seçtik. Okumak için
sayfayı çevirin lütfen.
road, Tlos and Arsada are close
by. Indeed, you should see
Pydnai while you are there which
is known by the locals as “Gavur
Ağılı”. Of course one should
not miss Gönbe Plateau or the
Saklıkent Canyon. All of these
are separate routes and should
be introduced in another article.
In short, Kalkan is located on a
basin rich in historical and natural
beauties and provides a wide
range of options to tourists with
close by routes and the large
number of options to choose
from. It’s up to you to choose…
We chose the Patara Antique City
for you which is located on the
Fethiye- Kalkan road. Please turn
the page to read.
99
gezi - yorum
travel - ing
Işık ülkesinin başkenti
Capital of the light country
Yazı ve fotoğraflar / Text and photographs: Engin Çakır
Likya, plaj, Mettius Modestus Zafer Kapısı, St.Nicholas, Xanthos, Caretta Caretta, Apollon, Korint Tapınağı,
Liman Hamamı, Hadrianus Ambarı, dünyanın ilk parlamentosu, seramik fırınlar, sütunlu cadde, tiyatro, su sarnıcı
ve deniz feneri... Tarihin bu kadar eskilere gittiği, yoğun yaşandığı, sapasağlam ayakta durduğu, nefes aldığı;
denizin ve plajın bu denli büyülediği nadir yerlerden birisi Patara. Biraz vakit ayırın, birlikte göz atalım. Sonra
zaten valizinizi toplarsınız.
Lycia, beach, Mettius Modestus Gate of Triumph, St.Nicholas, Xanthos, Caretta Caretta, Apollon, Korint Temple, Liman
Turkish Bath, Hadrianus Warehouse, the first parliament of the world, ceramic kilns, columned streets, water cistern
and lighthouse… Patara is one of those rare locations which dates back in time to these historical moments and where
it is possible to enjoy the sea and the beaches. Spare some time, let’s look around together. We are sure that you will
start packing afterwards.
100
Patara
101
gezi - yorum
travel - ing
Tatilden ince kumlu güzel
bir kumsal ve sıcak bir
deniz arıyorum diyenler size
sesleniyorum. İlk 20 metresi
sığ, açığa doğru da hemen
derinleşmeyen bir denize
sanıyorum itirazınız olmaz.
Çevredeki kumsalların en
uzunu ve en görkemlisi, tam
18 km. Genişliği yer yer 200300 metreyi buluyor. Kumdan
kaleler yapmak için harika.
Dileyen rüzgar sörfü için uygun
şartları da bulabilir üstelik.
Tamam artık çok sakin bir
kumsal değil bahsettiğimiz,
oldukça kalabalık. Ama sahilin
kendisi de öyle ele avuca
sığmaz cinsten. Dünyanın en
uzun plajlarından bir tanesi.
Böylelikle bu kadar kalabalığa
rağmen sakin bir sahil
demek hiç de yanlış olmaz.
Kumsalın bu kadar büyük
102
olması; naturist ve nudistlerin
rahatlıkla çıplak olarak yüzüp
güneşlenebildikleri bir sahil
olmasını dahi sağlıyor.
Patara plajı, Antalya-Muğla
sınırını çizen Eşen Çayı’nın
doğusunda bulunuyor.
Eşen Çay’ının ikiye böldüğü
kumsal, Özlen Adası önüne
kadar uzanıyor. Kumsal o
kadar geniş ve büyük ki; bir
zamanlar, Yeşilçam filmlerinin
çöl sahneleri burada çekilmiş.
Sahilden esen rüzgarlar, kumu
ovaya doğru ilerletiyor. Antalya
Orman Bölge Müdürlüğü
tarafından 1986 yılından bu
yana, ağaçlandırma çalışmaları
sürdürülüyor. Okaliptus ve
Kıbrıs akasyaları dikilmiş.
Kumuldaki bu dikim, o kadar
yoğun olmuş ki; yapılan
iş erozyon kontrolünden
I call out to those whose idea of
holiday is a sandy beach and
warm sea. I believe no one would
object to a sea that is shallow for
the first 20 meters and one that
does not get deep immediately.
It is the longest and most
glamorous beach around with a
length of 18 km. Its width reaches
up to 200-300 meters at places.
Perfect for building sand castles.
One can also try wind surfing
here as well. Okay, it is not the
most peaceful beach around
since it is quite crowded. But
the beach itself can handle such
crowds. It is one of the longest
beaches in the world. Thus, it
would not be wrong to say that
it is actually a peaceful beach
despite the crowds. This vast
square meter enables naturists
and nudists to swim naked very
comfortably.
Patara beach is located to the
east of the Eşen Creek drawing
the border between Antalya-
Muğla. The beach divided in two
by the Eşen Creek stretches all
the way to the Özlen Island. The
beach is so wide and large that
back in time desert scenes were
shot here for Yeşilçam movies.
The harsh winds from the sea
push the sand towards the plains.
Antalya Regional Directorate
of Forestry has been planting
trees since 1986. Ocalyptus and
Cyprus locust trees have been
planted. This plan of planting
trees on the dunes was so
much that the result was almost
creating a forest instead of
erosion control. The sensitive
sand-water balance has been
disrupted since the planted
trees were not suited to the
environment. The natural habitat
of the environment was also
damaged because of this.
The back garden of the beach
is one of the most beautiful
historical locations you can see.
Patara will make you feel that
çıkıp, orman oluşturmaya
dönüşmüş. Sonuç olarak
kumullar topraklaşmış. Yeni
dikilen ağaçlar, ortama yabancı
olduklarından, son derece
hassas olan kumul-su dengesi
bozulmuş. Ortamın doğal bitki
toplulukları ise, bundan zarar
görmüş.
Kumsalın arka bahçesi görüp
görebileceğiniz en güzel tarihi
alanlardan bir tanesi. Tarihi
topraklarda geziyorsunuz
derler ya, işte Patara bu
hissin en yüksek seviyede
yaşandığı yerlerden birisi.
Likya medeniyetinin izlerine
ulaşmak, o insanlarla aynı
toprağa basıp aynı havayı
solumak büyüleyici bir deneyim
oluyor. Ancak yanınızda
mutlaka su bulundurun. Çünkü
antik dönemde, binlerce yıl
susuzluk sıkıntısı yaşanan bu
bölgede, halen tek damla su
bulmak mümkün değil. Diğer
bir deyişle güneyin sıcaklarını
hesaba katın.
Burası aynı zamanda caretta
carettaların üreme bölgesi.
Yani akşam saatleri ile sabah
saatleri arasında plaja ve
denize girmek yasak. Patara,
1990 yılında, Çevre Bakanlığı
tarafından “Doğal Çevre
Koruma Bölgesi” ilan edilmiş
ve koruma altında. Konaklama
tesislerinin büyük çoğunluğu
pansiyon ve apartlardan
oluşuyor. Diğer bir deyişle
konaklama için herhangi bir
sıkıntı bulunmuyor. Yalnızca
konaklama tesisleri, plaj
alanının dışında.
you are walking around amidst
historical spots. It is a magical
experience to find traces of the
Lycian civilization, step on the
same soil and breathe in the
same air as those people did.
However, you should bring water
with you. Because it is still not
possible to find a drop of water at
this location which has suffered
from aridity since the ancient
times. In other words, heed the
high temperatures of the south.
This is also the reproduction
area of the caretta caretta turtles.
It is forbidden to swim from
sundown to early morning. Patara
has been declared a “Natural
Environmental Preservation Site”
by the Ministry of Environment
in 1990 and is currently
under protection. Most of the
accommodation facilities are
either pensions or apart hotels. In
other words, accommodation is
not an issue. But these facilities
are outside the beach area.
You can enter the 10 km. Patara
Road after turning south on the
Kalkan-Fethiye road once you
pass Kalkan. When you enter
the Gelemiş Road from the main
road, the 5 km road takes you
to Patara. Patara Antique City is
located on the southwestern tip
of the Xanthos Valley. It has not
lost its importance throughout
history since it was the only
port that opened out to the
sea. This city dates back to 7th
century B.C. and it is where the
God Apollon, son of Zeus and
Letoon was born. It is known
from antique sources that Patara
known also as the Apollon Oracle
Center operated during the six
winter nights and that Delphi
operated during the six summer
months. Apollon is a god of
Anatolia. Homeros mentions it in
his Iliad as “Pholbos” meaning
“Enlightened” and also as
“Renowned archer, Apollon of
Lycia”. Lycia has been used in
ancient times to mean the city
103
gezi - yorum
travel - ing
Kalkan-Fethiye karayolunda;
Kalkan’dan yaklaşık 10 km
sonra güneye dönüp 10
km’lik Patara Yolu’na giriliyor.
Ana yoldan Gelemiş Yolu’na
sapıldığında, 5 km’lik yol sizi
Patara’ya kadar götürüyor.
Patara Antik Kenti Xanthos
Vadisi’nin güneybatı ucunda
yer alıyor. Denize açılan
tek liman olması sebebiyle
tarih boyunca önemini
kaybetmemiş. Tarihi MÖ. 7.
yüzyıla kadar uzanan bu şehir,
Zeus ile Letoon’un çocuğu olan
Tanrı Apollon’un da doğduğu
yer. Apollon Kehanet Merkezi
olarak bilinen Patara’nın altı
kış ayı, Delphi’nin de altı
yaz ayında hizmet verdiğini
antik kaynaklardan biliniyor.
Apollon, bir Anadolu tanrısı.
Homeros, İlyada Destanı’nda;
ondan, “Işıklı” anlamına
gelen “Pholbos” ve “Ün
salmış okçu, Lykia’lı Apollon”
diye söz ediyor. Lykia, antik
çağlarda ışık ülkesi anlamında
kullanılmış ve onun baş tanrısı
Apollon da, ışık soylu olarak
algılanmış.
104
Xanthos, dağlık Likya eyaletinin
en eski ve en büyük kenti.
Ancak tam bir felaketler şehri.
Pers istilasına değin bağımsız
kalmış. Pers istilasında
kentlerini kahramanca
savunmuşlar. Ancak istilayı
önleyemeyeceklerini anlayınca
önce tüm kadın ve çocuklarını
öldürmüşler, sonra da kenti
ateşe vererek ve bu alevlerin
içine kendilerini atarak topluca
intihar etmişler. Bu kıyımdan
kurtulan 80 aile ve başka
yerlerden gelen göçmenlerce
kent yeniden kurulmuş. Fakat
100 yıl kadar sonra çıkan bir
yangınla Xanthos tekrar harap
olmuş. Daha sonra Atinalıların
vergi istemelerine karşı çıkan
Xanthos’lular kentlerinin
tamamen harap olmasına
neden olacak bir savaşın içine
sürüklenmişler... O dönemden
kalan önemli eserler ise şu
şekilde:
* Kent esas olarak Likya
Akropolü, Roma Akropolü
ve bunların dışında kalan
kısımlardan oluşuyor. En
of light and its chief god Apollon
was known as a descendant of
light.
Xanthos is the oldest and largest
city of the mountainous Lycia
district. However, it is a city
of disasters. They have been
independent until the Persian
invasion. They have defended
their city heroically during the
Persian invasion. However, when
they realized that they will not be
able to stop the Persians they
committed mass suicide first
killing the women and children,
after burning the city down. 80
families who were able to save
themselves from this massacre
have established a new city
together with immigrants from
other places. However, Xanthos
has been ruined once again
during a fire that started about
100 years later. Afterwards, the
residents of Xanthos have been
drawn into a war following their
rejection against the tax demand
of the Athenians and this war
has caused their city to be razed
to the ground… The important
pieces that remain from that
period are as follows:
* The city actually consists of
Lycia Acropol, Roman Acropol
and the remainder. The most
interesting structure is the Roman
Theater. “Harpy Monument” is
actually a family graveyard but it
has interesting reliefs. However,
the real graveyard is at the British
Museum. What remains in its
original location is actually a
replica.
* Lycia Union meetings
have been organized at this
parliament building. The building
is the “first known parliament
building” in the world which
increases the importance of this
location. In addition, the Patara
Harbor is important in terms of
being a granary as well as for
transportation. That is why one of
the 3 most important granaries
in Eastern Mediterranean is in
Patara. However, the Patara
Harbor that is 400 meter wide and
1600 meter long has started to fill
up with sand over time due to the
Eşen Creek alluvium. Ships have
started experiencing difficulties
to enter the harbor when it was
filled with sand. Commerce has
decreased, marshes have sprang
up, mosquitoes and malaria have
increased.
105
gezi - yorum
travel - ing
106
ilginç yapı Roma Tiyatrosu.
Bir aile mezarı olan “Harpy
Monument”un ilginç
kabartmaları bulunuyor.
Ancak bu mezarın aslı British
Museum’da. Orijinal yerindeki
ise aslına uygun bir taklit.
Çayı alüvyonları nedeniyle
kumla dolmaya başlamış.
Liman dolunca gemiler
limana girememiş. Ticaret
zayıflamış, bataklıklar oluşmuş,
sivrisinekler artmış, sıtma
çoğalmış.
* Likya Birliği toplantıları;
buradaki meclis binasında
yapılıyormuş. Meclis binası
dünya üzerindeki bilinen
“ilk parlamento” olması
açısından, buranın önemini
arttırıyor. Ayrıca Patara
Limanı, hububat deposu ve
sevki açısından, büyük önem
taşıyor. Bu nedenle Doğu
Akdeniz’de bulunan 3 hububat
deposundan biri, Patara’dadır.
Ancak 400 metre genişliğinde
ve 1600 metre uzunluğundaki
Patara Limanı; zamanla, Eşen
* Roma Zafer Takı (Metius
Modestus) kentteki Roma
kalıntılarının en görkemlisi.
Birinci yüzyılda yapılmış.
Kente girişin simgesi, Roma
tarzında ve üç gözlü. Kapının
her iki yanında ve kemerlerin
arasında yazıtlar var. Bu
bölgede uzun zamandır kayıp
olan Apollon Tapınağı’nın da
bulunduğu sanılıyor. Çünkü
burada yapılan kazılarda,
büyük bir Apollon başı ele
geçirilmiş. Tapınak ile kaya
mezarları arasından, sahile
* Roman Arch of Victory
(Metius Modestus) is the most
magnificent Roman remains in
the city. It has been built in the
first century. It is the symbol
of the entrance into town; it
has been built in Roman style
and has three eyes. There are
inscriptions on both sides of
the gate as well as between the
arches. Because the head of
Apollon has been unearthed
during recent excavations, it is
thought that the long-sought
Apollon Temple is also here in
this region. There are ceramic
kilns right near the eastern side of
the asphalt road that climbs down
towards the beach from amidst
the temple and the rock graves.
The lip of the oven and kiln have
been inlaid with brick plaques.
The Corinth Temple is interesting
because it is the only temple
that has been unearthed in the
antique city until today. It has been
built using magnificent stones.
* According to the inscription on
the Liman-Hurmalık Turkish Bath:
“The Turkish Bath, its swimming
pools and additional decorations
have been ordered to be built
by the Emperor Vespasianus
(MS.69-79) using the money
donated by the Lycian Union for
this purpose. It has an attractive
architecture. It is one of the most
graceful structures of the city.
* Columned Street (Hadrian
Granarium) connects the Harbor
in the northwest with the city
agora in the south. However, only
100 meters of it has been opened
to public since the rest is filled
with marshes.
* The theater has laid its back
to the northern foothills of
Kurşunlu Hill. It has a spectacular
appearance. Those who enter
the city center can see the
theater from afar. It is one of the
largest theaters in Anatolia. It
kadar inen asfalt yolun hemen
doğu kenarında seramik
fırınlar bulunuyor. Ocak ve
fırın ağızlarının tabanı: tuğla
plakalar ile döşenmiş. Korint
Tapınağı antik kentte, bugüne
dek bulunabilmiş tek tapınak
olması açısından ilginç.
Muhteşem taşlardan yapılmış.
* Liman-Hurmalık Hamamı’nda
bulunan yazıtta yazılı olduğuna
göre: “Hamam, yüzme
havuzları ve ek dekorasyonları
ile birlikte, İmparator
Vespasianus (MS.69-79)
tarafından, bu amaç için
ayrılmış kaynak ve Lykia Birliği
tarafından bağışlanmış para
kullanılarak inşa ettirilmiş”.
Bizans döneminde kullanılmış.
Etkileyici mimarisi var. Kentin
en alımlı yapılarından biri.
* Sütunlu Cadde (Hadrian
Granariumu) kuzeybatıdaki
Limanı, güneydeki devlet
agorasına bağlıyor. Ancak
günümüzde, bataklık suyu
içinde kalmış olması nedeniyle,
yalnızca 100 metrelik bölümü
açılabilmiş.
* Tiyatro Kurşunlu Tepe’nin
kuzey eteğine yaslanmış.
Görkemli bir görüntüsü
var. Kent merkezine
girenler uzaktan tiyatroyu
görebiliyorlar. Anadolu’nun
en büyük tiyatroları arasında
sayılabilir. MÖ.3’ncü yüzyılda
yapıldığı tahmin ediliyor. Son
düzenleme ise; MS.4’ncü
yüzyılda yapılmış. Gladyatör
oyunları için, orkestrası
yeniden şekillendirilmiş.
Seyirci kapasitesi sayısı: 5000
is estimated to have been built
around 3rd century B.C. The final
arrangement has been made
during the 4th century A.C. The
orchestra has been reshaped
for the gladiator games. The
viewer capacity is around 5000.
The top sections have been
well-preserved until today due to
the sand layer that has filled the
theater.
* The Parliament (Blouleuterion)
building is for 1400 people. It is
the oldest government building in
Anatolia. Lycian union sets an example
to western governments with its
structure and constitution. It is unique
in the world in this aspect. The Union
Constitution is the best of the ancient
world. The interior of the Parliament
building has been cleaned completely
during the excavations carried out in
2001-2006.
* The diameter and depth of the
water cistern is 9 meters. It is a
well with a circular form. There is
a stone foot right in the middle
of the well. This foot is about 1,8
meters above the surface.
* The lighthouse that was
unearthed from below sand
dunes, filling thousands of trucks
as its state after the earthquake
damaged it. Previously, it
resembled a rectangular
pedestal with steps when it was
first built. However, currently
it has a circular structure that
rises up on steps. Whereas the
Hadrianus (Granarium) granary
has been used especially for
the transportation of Anatolian
wheat to Rome. It is one of the
3 granaries built in Eastern
Mediterranean for this purpose.
107
gezi - yorum
travel - ing
civarında. Oturma yerlerini,
üst sıralara dek dolduran kum
örtüsü nedeniyle, üst bölümler
iyi korunarak günümüze
gelebilmiş.
* Meclis (Blouleuterıon) binası
1400 kişilik. Anadolu’da
bilinen en eski yönetim
binası. Likya birliği yapısı ve
anayasası ile batı yönetimlerine
108
örnek gösterilir. Bu özelliği
ile dünyada tektir. Birlik
Anayasası antik dünyanın en
mükemmelidir.
Meclis binasının iç kısmı;
2001-2006 yılları arasındaki
kazılarda, tamamen
temizlenmiş.
* Su sarnıcının çapı ve derinliği
9 metre. Dairesel formlu bir
kuyu. Kuyunun tam ortasında:
taştan yapılmış bir ayak
yükseliyor. Bu ayak: zeminden
itibaren 1.8 metre yükseklikte.
* Binlerce kamyon dolusu
kumun altından gün ışığına
çıkarılan deniz feneri, deprem
sonucu yıkıldığı şekilde
ele geçmiş. Daha önce,
yapıldığında, dikdörtgen
şeklinde, basamaklı bir
kaide görüntüsünde imiş.
Ancak bugün basamaklar
üzerinde yükselen, dairesel
bir bina yapısı var. Hadrianus
(Granarium) Ambarı ise
Anadolu buğdayının özellikle
Roma’ya sevk edilmesinde
kullanılmış. Doğu Akdeniz’de,
bu amaçla yapılmış 3
ambardan biri.
Devam etmek içincınız var!
a
doğru renge ihtiy
KALİTELİ
www.furkanofset.com.tr
K MATBAAS
I
N İL
NA
IZ KALIP KULL
ALS
A
AS
KİYE’NİN KİM
TÜR
Y
HIZLI
YENİLİKÇİ
PROFESYONEL
uzaktaki yakın
so far so close
Atina
Athens
110
Akropolis’in kanatları altında
Under the wings of the Acropolis
Dergi Bursa’nın “Yol” ana
temalı bu sayısında yollara
düşeceğimiz sıradaki durak
komşumuz Yunanistan’ın
başkenti, ismini baş tanrıçası
ve koruyucusu Athena’dan
alan Atina. Tabi sadece bu
yüzden değil, şehrin ruhunu ve
kimliğini anlayabilmek, Atina
gezinizi daha anlamlı hâle
getirmek için gitmeden önce,
Yunan mitolojisi hakkında
biraz bilgi toplamakta ve Antik
Yunan’ın tanrı ve tanrıçalarıyla
tanışmakta fayda var. İlk
hikaye benden olsun: “Atina
şehri yeni kurulmaktadır ve
şehrin tanrısının kim olacağına
karar vermek için bir yarışma
düzenlenir. Bütün Olimpos
tanrıları bir araya gelirler.
Finale iki tanrı kalır: denizler,
atlar ve depremler tanrısı
Poseidon ile zeka, sanat,
strateji, ilham ve barış tanrıçası
Athena. Şehre en büyük
hediyeyi verecek olanın şehrin
tanrısı olmasına karar verilir.
İlk olarak kendinden emin
Poseidon öne çıkar. Meşhur
üç dişli yabasını yere vurur
ve yer yarılarak bir at ortaya
çıkar. Poseidon atı herkese
göstererek “Bu evcil bir attır,
sizi istediğiniz yere götürür
ve yüklerinizi de taşır” der.
Bütün tanrılar büyülenmiştir
bu hayvan karşısında
(Bir diğer versiyonunda
yerden su fışkırdığı ancak
bunun Ege’nin tuzlu suyu
olmasının hoş karşılanmadığı
anlatılagelmekte). Athena ise
küçük bir gülücük atar ve ünlü
mızrağını yere saplar. Mızrağın
saplandığı yerden bir filiz çıkar
ve çok güzel bir zeytin ağacı
olur. “Bu ağaç yüzyıllarca
yaşar, meyveleri yeşilken yenir,
olmadı saklarsınız kararır
yine yenir, ezip yağını çıkarır
yemek yaparsınız, aynı yağı
yakar karanlığı aydınlatırsınız.
Aynı zamanda bozulmaz ve
bozulmasını istemediğiniz
yiyecekleri yağında saklarsınız.
Çekirdeğinden elyaf yaparsınız,
ağacın dallarından odun
Yazı ve fotoğraflar
Text and photos:
Our next stop in this “Road”
themed issue of Dergi Bursa is
the capital city of our neighbor
Greece, named after Athena, her
main goddess and protector:
Athens. Of course it will be useful
to gain some information about
Greek mythology and to learn
about the Ancient Greek gods
and goddesses before going
there not only because of this
but also to ensure that your trip
has more meaning and that you
understand the spirit and identity
of the city much better. Listen to
the first story from me: “City of
Athens has just been founded
and a contest is organized to
decide on the god of the city. All
gods of Olympus come together.
Two gods make it to the finals:
Poseidon, the god of seas,
horses and earthquakes and
Athena, the goddess of wisdom,
art, strategy, inspiration and
peace. First Poseidon comes out
with a full self-esteem. He hits
his famous trident to the ground
and the ground opens up after
which a horse appears. Poseidon
shows the horse to everyone and
says, “This is a tamed horse, it
can take you anywhere you want
Özgür Çakır
and also carry your loads.” All
gods are at awe when faced with
this animal (In another version,
water springs out from where
the ground has opened up and
the fact that it is the salty water
of the Aegean was not very
well received). Whereas Athena
flashes a smile and stabs her
famous spear to the ground. A
young branch comes out from
where the spear struck the
ground and a wonderful olive
tree appears. “This tree lives
for centuries, you can eat its
fruits when they are green and
you can also stash them away
and eat later, you can squeeze
the oil out of them and use for
cooking or you can also burn
the same oil and illuminate the
darkness. It does not go bad and
you can store the food that you
don’t want to go bad in this oil.
And this is my gift to you,” says
the goddess of intelligence and
strategy. All gods admire this
tree. All congratulate Athena,
the city now belongs to her.
From then on, it will be named
after her. Poseidon, perhaps
enraged by losing to a goddess,
throws his trident towards the
111
uzaktaki yakın
so far so close
elde edersiniz. Bu da benim
size hediyem” der zeka ve
strateji tanrıçası. Bütün tanrılar
bakakalmıştır bu ağaca. Hepsi
tebrik eder Athena’yı, artık
şehir ona aittir. Şehrin ismine
de Atina denecektir bundan
sonra. Poseidon ise, belki
de bir tanrıçaya yenilmekten,
tüm siniriyle üç başlı mızrağını
dağa fırlatır.” Hala mızrağın
izinin o dağda, Athena’nın
o meşhur ağacının da
Akropolis’te olduğuna inanılır
bu topraklarda...
Avrupalılara göre doğu sınır,
Doğululara göre batının giriş
kapısı. Dünya medeniyeti ve
insanlık tarihinde iz bırakmış
bir şehire yolculuğumuz. Antik
Yunan medeniyetinin kalbi
yüzyıllar boyunca Atina’da
atmış. Demokrasi kültürünün ilk
örnekleri malumunuz burada
hayat bulmuş. Atina halkının
eğlenceye düşkünlüğü,
insanoğluna tiyatro gibi
vazgeçilmez bir uğraşı
112
edindirmiş. Maraton başta
olmak üzere birçok atletizm
branşı ve dolayısıyla Olimpiyat
Oyunları da Atinalıların
insanlığa bir armağanı.
Atina; başta Akropolis olmak
üzere somutlaşan antik
tarihiyle, müzeleriyle, zengin
Yunan mutfağı eşliğinde
sabahlara kadar süren
taverna eğlenceleriyle, zengin
spor aktiviteleriyle ve bütün
yıla yayılmış festivalleriyle
ziyaretçilerine tek bir gezide
çok çeşitli tatlar sunan;
dostluk, kavga, karmaşa,
gürültü, medeniyet, pislik,
dağınıklık, Egelilik, Akdenizlilik,
fakirlik ve zenginlik hep
bir arada aslında tanışık
olduğumuz bir kaosu
barındıran, ruhu olan ve
enerjisiyle sizi mutlu etmeyi
başaracak türden özel bir şehir.
Hazır mitolojiye girmişken biraz
da ortak yakın tarihimizin izleri
halen taze olayı mübadeleyi
mountain. It is believed that the
mark of that trident still remains
on the mountain and that the
famous tree of Athena is still at
Acropolis…”
For the Europeans it is eastern
border, for Easterners the gate
to the west. We are travelling
to a city that has left a mark
in the history of humanity and
civilization. The heart of Ancient
Greece has been Athens for
centuries. Evidently, the first
examples of a democratic
culture have found life here.
The indulgence of the public of
Athens in having fun has resulted
in providing humanity with an
indispensable occupation:
theater. Many branches of
athletics first and foremost
the marathon are gifts of the
Athenians to humanity along with
the Olympic Games.
Athens is a special city with spirit
that provides many different
tastes to its visitors from its
ancient history dating back to
the Acropolis, its museums,
rich Greek cuisine, tavern
entertainments that last until
the first lights of day, rich sports
activities and festivals that take
place all year around; where
you can find the chaos that is
actually familiar to us combining
friendship, quarrels, confusion,
noise, civilization, dirt, the spirit
of the Aegean as well as the
Mediterranean, poverty and
richness all in one place.
Since we just mentioned
mythology, one should also
watch movies such as “Dedemin
İnsanları” or “Evdeki Yabancılar”
that are about the population
exchange which remains a
current topic under discussion
or read books such as “Emanet
Çeyiz” or “Benden Selam Söyle
Anadolu”. Because we are
actually going to the heart of
our neighbor and that heart has
also been broken in places just
like ours. And of course some
music would be nice. We have
Sezen, Lebanon has Fairuz and
Greek has their Haris Alexiou. If
possible you should listen to one
of her albums when preparing for
the trip. You will actually see that
there are many similar songs and
melodies; so enjoy.
anlatan bir film, örneğin
“Dedemin İnsanları”nı ya da
“Evdeki Yabancıları” izlemek ya
da “Emanet Çeyiz”, “Benden
Selam Söyle Anadolu’ya”
gibi bir kitabı okumak gerek.
Çünkü aslında en yakın
komşumuzun kalbine gidiyoruz
ve o kalbin de kırıkları var
bizdeki gibi. Ve elbette biraz
da müzik fena olmaz. Bizim
Sezen’imiz, Lübnan’ın Fairuz’u
neyse Yunanistan’ın da Haris
Alexiou’su var. Seyahat
hazırlıklarına mümkünse bir
albümünü eklemeli. Biraz
araştırınca aslında kulağınıza
aşina ne çok ortak şarkı
ve melodinin olduğunu
farkedeceksiniz, keyfini çıkarın.
Neolitik Çağ’dan, İlk Yunan
medeniyetine, Roma’dan
Bizans’a, İstilacı Latin
Döneminden Osmanlı’ya
ve günümüz Yunanistan’ına
ulaşan bu toprakların başkenti
onlarca kez kuşatma, işgal ve
iç savaş gören, yıkılıp yıkılıp
yeniden yapılan, yorgun ve
derin geçmişi olan bir şehir.
Yunan Bağımsızlık Savaşı
sırasında tümüyle boşaltılan
ve 1833’te Akropolis’in
kuzeyindeki küçük, dağınık
evlerde 4 bine kadar gerileyen
nüfus bugün toplamda 4
milyon civarında. Bunun
azımsanmayacak bir
bölümü de Türkiye kökenli
olanlar. 1924 öncesi Yunan
Krallığı’nın toplam nüfusu 2
milyon civarında iken buna
Lozan Barış Antlaşması
sonrası Nüfus Mübadelesi ile
1.200.000 Türkiyeli Ortodoks
Hıristiyan Rum eklendiğini
söylersem Anadolu etkisinin
ne denli fazla olduğunu tahmin
edebilirsiniz. İşte bu yüzden
herhangi bir turistten farklı
olacaksınız gittiğiniz her yerde.
Ve tepkiler çoğunlukla eski
bir dostla karşılaşmışcasına
içten olacak. Türk olduğunuzu
söylediğinizde hiç sıkıntı
The capital of these lands is
actually a weary city with an
ancient past dating back to
many invasions and wars from
the Neolithic Age, to the first
Greek civilization, to Rome and
Byzantine and from there to
the Invader Roman Period, the
Ottoman period until the Greece
of today. It had been completely
deserted during the Greek
War of Independence and the
population has dwindled down
to about 4 thousand people
living in small houses scattered
around the north of Acropolis
in 1833; today it has reached a
total of about 4 million people. A
large portion of this population
consists of those with origins
that go back to Turkey. The total
population of the Kingdom of
Greece prior to 1924 was about
2 million and you can estimate
the effect of Anatolia when I tell
you that about 1.200.000 Turkish
Orthodox Christian Greeks
were added to this during the
Population Exchange following
the Lausanne Agreement. That
is why you will not be an ordinary
tourist there. And the reactions
will mostly be as if you have
met an old friend. You will not
experience any difficulties when
you mention that you are Turkish.
Indeed, they will act in a friendlier
manner. They will keep on saying
“Bacanaki” and “Kardaşi” to
you. Each contact you make will
prove that the peoples have no
problem among each other. That
is why it is better to try Turkish for
communication before English.
Even though the exchanged
population is quite old now, it
is highly probable that you will
meet a new generation with
roots in Anatolia that is curious
about Turkish and actually can
speak it. Do not feel awkward,
we are visiting an old friend to
have a cup of coffee, so they will
understand when you say “with
mild sugar” as you do for Turkish
coffee. Start conversations,
make new friends. The people
are really great despite a few
exceptions. Everyone acts nice
until you say you are Turkish and
after you announce your identity
your relationship becomes much
better especially with the young
generation and the more prudent
113
uzaktaki yakın
so far so close
çekmeyeceksiniz. Aksine,
daha da sıcak davranacaklar.
“Bacanaki”ler, “Kardaşi”ler
havada uçuşacak. Halkların bir
sorunu olmadığını ispatlayacak
her temasınız. Bu yüzden
İngilizceden önce Türkçe’ye
şans vermekte fayda var.
Mübadiller artık yaşlanmış
olsa da kökü Anadolu’da olan
yeni kuşaklar da Türkçe’ye
meraklı ve dilimizi bilen biriyle
karşılaşma olasılığınız çok
yüksek. Çekinmeyin eski bir
dosta kahve içmeye gidiyoruz,
“az şekerli” deyince sizi
anlayacaklar. Sohbet edin,
dostluklar kurun. İstisnalarla
karşılaşabilecek olsanız da
muhteşem insanları var. Türk
olduğunuzu söyleyene kadar
herkes çok iyi, kimliğiniz
açıklandıktan sonra da özellikle
gençler ve sağduyulu orta yaş
insanları çok daha iyi. Ailenin
kayıp, uzaktaki bir bireyiyle
karşılaşmış gibi ağırlayacaklar
sizi. Dostluklar kurmak,
öğrenmek ve öğretmek için
bulunmaz bir şehir burası bizim
için. Kahve kesmezse kaldırın
uzo kadehlerini.
114
Türkiye’den deniz ve kara
komşumuz Yunanistan’ın
başkentine gitmek için
bolca ulaşım alternatifi var.
İstanbul’dan uçakla Atina’ya
ulaşım Türk Hava Yolları,
Pegasus, Aegean, Olympic
ve Norwegian Airlines ile
sağlanıyor. İzmir’den Atina’ya
uçak bileti almak isterseniz
THY ve Pegasus sürekli,
Aegean ve Olympic Airlines
de ara ara uçuyor. Atina’ya
İstanbul’dan otobüs ile
de gidilebilir. Ve tabi özel
otomobilinizle de gezerek
gitmek mümkün. Yolda Selanik,
Kavala gibi birçok güzel şehri
de görebilir, seyahatinize
ara duraklar ekleyebilirsiniz.
Selanik’te ara vererek tren
yolculuğu da keyifli bir başka
seçenek. Ayrıca, İstanbul ve
İzmir’den Atina Pire Limanı’na
gemi ile gitmek de mümkün.
Eleftherios Venizelos
Uluslararası Havaalanı
şehir merkezinden 27 km
uzaklıkta. Şehir merkezine
gitmenin birkaç yolu var.
En pratiği metro. Tek yön
8 Avro, gidiş dönüş 14
middle aged people. They will
greet you as if you were a long
lost member of the family. This
city is the place to make new
friends, learn as well as teach. If
coffee is not enough then raise
your uzo glasses.
There are many transportation
alternatives to get to the capital
of Greece with whom we share
both a land and a sea border.
Turkish Airlines, Pegasus,
Aegean Airlines, Olympic
Airlines and Norwegian have
direct flights from Istanbul to
Athens. If you want direct flights
from Izmir to Athens THY and
Pegasus fly all the time whereas
Aegean and Olympic Airlines
also have frequent flights. You
can go to Athens from Istanbul
by bus as well. You can stop by
many beautiful cities such as
Thessaloniki and Kavala along
the way adding more stops to
your trip. Hopping on a train that
stops at Thessaloniki is also a
fun way to reach your destination.
You can also go by sea to the
Athens Pire Harbor from Istanbul
and Izmir.
The Eleftherios Venizelos
International Airport is 27 km
from the city center. There
are several ways to get to the
city center. The most practical
being the subway. One way is
8 Euros, round trip is 14 Euros.
You have to activate the ticket
after you purchase it from the
machine. If you do not activate
you might have to pay a fine.
There is a subway to the airport
every half hour. And the trip
takes about 50 minutes. There
is also a nonstop bus service for
24 hours for those whose flights
are between midnight and 05.30
in the morning. The trip by bus
from the airport to the city center
takes about 45 minutes to 1.5
hours depending on the traffic.
The day and night tariffs of taxis
change. It costs 35 Euros to go
to the city center during the day
and reaches 50 Euros during the
night. It is better to agree on the
price before getting on the taxi.
Otherwise the reputation of the
Greek cab drivers has surpassed
that of the Sultanahmet drivers.
Athens Subway is one of the
oldest subway networks of
Europe. It has been built in the
beginning of the 1900s, back
then there was only one line.
However with the European
Union membership and Olympics
investments, they have built a
subway network with many lines
and frequent services. Athens
Subway is also a museum of
ancient ages. The pieces that
Avro. Bileti makineden
aldıktan sonra, aktive etmek
gerekiyor. Edilmezse yirmi
kata kadar kadar bir cezası
var. Havaalanına giden
tüm metrolar yarım saatlik
aralıklarla geçiyor. Yolculuk
da yaklaşık 50 dakika sürüyor.
Gece yarısı ile sabah 05.30
arasına denk gelenler için
alternatif olarak 24 saat
kesintisiz olan otobüs servisi
de var. Havaalanından şehir
merkezine trafiğe bağlı
olarak 45 dakika ile 1.5 saat
arasında sürüyor. Takside
gündüz ve gece iki ayrı tarife
uygulanmakta. Kent merkezine
gündüz gitmek 35 Avro, gece
bu fiyat 50 Avro’ya kadar
çıkıyor. Yola çıkmadan fiyatı
konuşmakta fayda var. Aksi
halde Yunan taksicilerin namı
Sultanahmet’tekileri sollamış
durumda.
Avrupa Birliği üyeliği ve
Olimpiyat yatırımları ile çok
hatlı ve sık sefer yapan bir
metro ağına sahip olmuşlar.
Atina Metrosu aynı zamanda
bir antik çağ müzesi. Metro
yapımı sırasında çıkarılan
eserler Syntagma ve Acropolis
duraklarında sergileniyor. 3 ana
hatta çalışan metro ile şehrin
önemli noktalarına rahatça
ulaşmak mümkün. Atina’nın
güneyinde yer alan sahillere
giden tramvaylar da Atina’nın
güneyindeki Yeni İzmir ve
Glyfada gibi yerleşimlere
gidiyor. Bilet fiyatları çok da
pahalı değil. Kombine bilet
1.40 Avro. Kombine bilet ile
90 dk içinde metro, otobüs ve
tramvayı kullanmak mümkün.
Turistler için kalış sürelerine
göre 24, 72, 96 saatlik tüm
ulaşım araçlarında geçerli
kombine biletler de mevcut.
Atina Metrosu aslında dünyanın
en eski metrolarından biri.
1900’lerin başında kurulmuş
sistem tek hatlıymış. Ancak
Atina jeopolitik ve sosyolojik
olarak biraz Ankara’yı, denizle
teması aynı yoğunlukta
olmasa da balkon kültürü
were unearthed during subway
construction are on exhibit at
the Syntagma and Acropolis
stops. It is possible to reach
the important locations of the
city using the subway network
that has 3 main lines. The trams
that go to the coastal areas to
the south of Athens also stop at
locations such as New Izmir and
Glyfada. The tickets are not that
expensive. Combined ticket is
1.40 Euros. You can use subways,
buses and trams within a 90
minute period with the combined
ticket. There are also combined
tickets for tourists that can be
used in all public transportation
services for period of 24, 72, 96
hours according to their duration
of stay.
Athens resembles Ankara
in terms of geopolitics and
sociology but also reminds one of
Izmir with its culture of balconies
and general architecture even
though it does not have a
contact with the sea. I think
one can mention an unplanned
urbanization in general as a
problem. The Acropolis winks
at you from high above the city
wherever you go acting as a
benchmark. Our city tour will
also be around the Acropolis. It
is better to select your point of
accommodation near the city
center so that you can rest for a
while when the whole city is at
siesta during the noon hours.
Even though the harsh economic
crises they have experienced has
resulted in somewhat relaxing
this attitude, all shops and even
some pharmacies and groceries
are closed at noon and can stay
closed for up to 3:30 pm. The
banks are open from 8 am to 2:30
pm from Monday to Thursdays
and until 2 pm on Fridays.
Almost all places to see in Athens
can be reached on foot. That
is why my suggestion will be to
discover the city by walking. The
best location to start is the main
square of the city Syntagma,
known also as the Constitution
Square. The dominant structure
in the square is the Parliament
Building. Unknown Soldier
Monument is located right across
the front façade of the building
overlooking the square. The
most famous activity here is the
change of guards ceremony
of the soldiers that protect the
115
uzaktaki yakın
so far so close
ve genel mimari yapısıyla
biraz da İzmir’i çağrıştıran
bir şehir. Genel olarak
çarpık bir kentleşmeden
bahsedilebilir sanırım. Şehrin
merkez noktasında bir tepede
yükselen Akropolis gittiğiniz
yerlerde size göz kırparak
mihenk taşı görevini üstleniyor.
Zaten şehir turumuz da
Akropolis ve civarında olacak.
Öğlen sıcağında şehir siesta
vaktindeyken kaçıp biraz
dinlenmek için kalacak yer
tercihini merkeze yakın bir
noktadan yana kullanmakta
fayda var. Yaşadıkları derin
ekonomik kriz bu konudaki
tutumu biraz gevşetmiş olsa
da öğlen saatlerinde, ki bu
bazen 15:30’a kadar bile
sürebiliyor, her türlü dükkan,
zaman zaman eczane,
bakkal gibi acil ihtiyaçlarınızı
karşılamak isteyeceğiniz
yerler bile kapalı. Bankalar
da pazartesiden perşembeye
kadar 8’den 14:30’a, cuma
günleri 14:00’e kadar açık.
116
Atina’da gezilip görülecek
yelerin neredeyse tamamı
yürüme mesafesinde. Bu
yüzden her zaman olduğu
gibi önerim şehri tabanvay
marifetiyle keşfetmek olacak.
Başlangıç için en doğru
nokta ise şehrin ana meydanı
olan Syntagma, nam-ı diğer
Anayasa meydanı. Meydanın
hâkim yapısı Parlamento
Binası. Binanın meydana
bakan ön cephesinde
Meçhul Asker Anıtı yer alıyor.
Buradaki en meşhur etkinlik
de Parlamento’yu koruyan
askerlerin (evzoneler) saat
başlarındaki nöbet değişimi
töreni. Ponponlu ahşap
ayakkabılar ve pileli etekler
askerlerin geleneksel kıyafeti.
Bir söylenceye göre, askerlerin
eteklerindeki 400 adet pile,
ülkenin Osmanlı yönetiminde
geçirdiği 400 yılı sembolize
etmekteymiş. Saat başları
dışındaki büyük nöbet
değişimi ise pazar günleri
10:30 gibi başlıyor. Tören
öncesi askerlerle fotoğraf
çektirmenize izin veriliyor,
sonra askerler küçük bir
gösteri yapıyor. Yarım saat
kadar sonra, cadde trafiğe
kapanıyor, bando eşliğinde
büyük bir asker topluluğu
geliyor ve iki askerin nöbet
değişimi tamamlanıyor.
Eğer pazar günü Atina’da
olacaksanız, bu gösteriyi
kaçırmayın. Parlamento
binasının arkasındaki büyük
şehir parkı ise Ulusal Bahçeler
yani National Gardens.
Yorulduğunuz ve yeşile
hasret kaldığınızda geri
dönüp tadını çıkarmak üzere
parkı arkamızda bırakarak
Akropolis’e doğru yola
koyulabiliriz. Sizi gün ortasında
şehrin en gölgesiz tepesine
çıkarmak niyetinde değilim
elbette. İlk hedefimiz Akropolis
yönündeki Plaka bölgesi.
Daracık, hiç bozulmamış
sokaklar, sağlı sollu hediyelik
eşya satan küçücük dükkanlar,
sardunyalı cumbalı evler,
antikacılar, sıralanmış birçok
taverna ve restoran oldukça
davetkar. İnsanın bir Ege
kasabasında geziyormuş
hissine kapılmasını sağlıyor.
Amaçsızca bir sokaktan
diğerine yürüseniz bile içinize
mutluluk doluyor. Öğle yemeği
için uygun bir yerdeyiz. Tabi
bu akşam yemeği için uygun
olmadığı anlamına gelmiyor.
Rahatlıkla bizimkiyle yakın
akraba sayılabilecek Yunan
mutfağına bir merhaba
denilebilir pekala Plaka’da.
Damak tadınıza uygunsa deniz
mahsulleri, belki musakka,
salata veya mezelerle
kurulmuş sofra günün
kalanına enerji toplamak için
önerim. Hatta musakka en
öncelikli önerim. Beşamel
sos ve patatesle birlikte
fırınlanarak servis edilen ve
lazanya dilimini andıran Yunan
usulü Musakka’yı tatmadan
dönmeyin. Plaka’nın en yoğun
olduğu zaman ise tahmin
Parliament that takes place every
hour. Their traditional clothes are
wooden shoes with pompoms
and pleated skirts. Rumor has it
that the 400 pleats on the skirts
of the soldiers symbolize the 400
years that the country has spent
under the rule of the Ottoman
Empire. The grand change
ceremony, other than the hourly
ones, starts on Sundays at about
10:30. You are allowed to take
photos with the soldiers prior to
the ceremony after which they
put on a small show. Half an hour
later the road is closed to traffic
and a large group of soldiers
arrive, accompanied by a band
thus concluding the ceremony. If
you are in Athens on a Sunday,
do not miss the show. The large
city park behind the Parliament
building is the National Gardens.
We can set off for Acropolis,
leaving the park behind, only
to come back and enjoy when
we get tired or long for some
peace and quiet on the green.
Of course I do not intend to take
you on the most un-shadowy hill
of the city in midday. Our first
destination is the Plaka region
towards Acropolis. The narrow,
undamaged streets, small shops
scattered to left and right selling
souvenirs, houses with geraniums
and bay windows, antique shops
as well as the many taverns and
restaurants are very enticing.
One feels as if walking around
an Aegean town. You feel happy
even when you wander from one
street to the next. We are at the
right place for lunch. Of course
this does not mean that it is not
suitable for dinner. One can greet
the very familiar Greek cuisine
at Plaka. If it suits your palate,
I would suggest a table of sea
food, moussaka, salads or side
dishes to refresh yourselves. I
especially suggest the moussaka.
Make sure you taste the Greek
style moussaka that resembles
lasagna slices and is prepared
by roasting béchamel sauce and
potatoes. Plaka is most crowded
after sunset as you can imagine.
One can see the traditional
lively night life of Athens at the
Monastraki region and here. The
taverns come to life when the
sun sets and the streets are filled
with Greek melodies. So, you
need to spend a night at Plaka to
enjoy Rembetiko, uzo and tasty
Greek food. You are at the right
place to observe the similarities
of our cultures. We should
save the fun for the night and
start moving after a quick bite.
Anafiotika, located at the foothills
of Acropolis overlooking the
Plaka is a special region at the
heart of the capital carrying fresh
breezes from the Greek islands
with white painted houses and
geraniums that decorate the front
doors. You are free to get lost on
the condition that the hill stays to
your right. No need to worry. The
streets are yours. Mingle with the
geraniums.
You will face a large boulevard
to the south when you finish the
Plaka region. The three columned
remains that you will see right
across Syngrou Boulevard is the
Hadrian’s Arch that is one of the
ancient and symbolic structures
of Athens. Right next to it is the
largest temple that has been
built on Greek grounds: Temple
of the Olympian Zeus. Today,
only 15 columns remain of this
large temple which was devoted
to Zeus, the mightiest god of the
Ancient Greek Civilization. The
original columns of the structure
were 250 m long, 130 m wide and
17 m high and its construction
has been started during the
6th century B.C. which was
completed during the Hadrianus
period. The temple protects a
large Zeus statue made of gold
and ivory and it was surrounded
with 108 columns when it was
first built. Even though the temple
has lost many of its properties
today, it still greets visitors as an
ancient Greek structure that is still
majestic and worth seeing.
Panathenaic Olympic Stadium is
located nearby the temple which
housed the first modern Olympic
Games in 1896 in addition to
the archery competitions during
the 2004 Olympic Games. The
Olympic torch that starts off from
the 2500 year old Hera Temple
on Mount Olympia is passed
over to the Olympic committee
at this historical stadium before
it hits the road to go to the host
117
uzaktaki yakın
so far so close
edebileceğiniz üzere güneş
battıktan sonra başlamakta.
Monastraki bölgesi ile birlikte
Atina’nın geleneksel gece
hayatının canlılığını burada
görmek mümkün. Gün batınca
tavernalar canlanıyor ve
sokakları Yunan melodileri
doldurmaya başlıyor. Bu
da demek oluyor ki Atina
akşamlarından en az birini
Rembetiko, uzo ve lezzetli
Yunan yemekleri eşliğinde
Plaka’ya ayırmak lazım.
Kültürlerimiz arasındaki
benzerliği gözlemlemek için
doğru yerdesiniz. Eğlenceyi
akşama saklayıp öğle
yemeğini fazla uzatmadan
yola koyulmalı. Akropolis’in
Plaka’ya bakan yamacındaki
Anafiotika ise başkentin
göbeğindeki beyaz boyalı
evler ve pencerelerin, kapıların
önlerini süsleyen sardunyalar
ile Yunan adalarından esintiler
taşıyan özel bir bölge. Yamacı
sağınıza almak koşuluğuyla
kaybolmak serbest. Telaşa
gerek yok. Sokaklar sizin.
Karışın sardunyalara.
Plaka bölgesini bitirdiğinizde
güney yönünde karşınıza
büyük bir bulvar çıkacak.
Syngrou Bulvarı’nda yolun
hemen karşısında göreceğiniz
üç sütunlu yapı kalıntısı
Atina’nın simgesel antik
yapılarından Hadrian’ın arkı.
Bunun hemen arkasındaki
alanda ise Yunan topraklarında
inşa edilmiş en büyük tapınak
bulunuyor: Olimpiyalı Zeus
Tapınağı. Bugün geriye
sadece 15 sütunu kalan bu
devasa tapınak Antik Yunan
Medeniyeti’nin en baba
tanrısı Zeus’a adanmış.
Orjinali 250 m uzunluğunda,
130 m genişliğinde ve 17 m
yüksekliğinde sütunları olan
bu tapınağın yapımına M.Ö.
6. yüzyılda başlanmış ve
yapı, Hadrianus döneminde
bitirilebilmiş. Altın ve
fildişinden yapılmış dev
bir Zeus heykelini koruyan
tapınak, yapıldığında 108
118
country. It is worth seeing but it
is debatable whether buying a
ticket for it makes sense or not.
If you think that you have
spent enough time in open air,
Acropolis Museum awaits within
walking distance. The Acropolis
Museum is located right at the
exit of the subway station on
the hill that climbs up to the
main entrance of the Acropolis
with its grandiose and modern
structure and should be among
the to-do list of everyone visiting
Athens. Even though the New
Acropolis Museum at world
standards that was opened in
2007 received negative reactions
due to its high cost and modern
architecture that does not suit
the ancient architecture of the
Acropolis, I think the museum
building itself is even worth
seeing. The museum has been
built on the ruins site. Of course
it is preserved. It is possible to
see the remains down below
because the entrance of the
building and the ground floor are
transparent. The archeological
excavations are still going on
underneath the building. The
pieces are displayed in three
floors. The pieces unearthed
from the foothills of the Acropolis
are on display at the first
floor. The replicas and video
presentations are important
for seeing the change that
Acropolis has went through over
time as well as to observe the
adaptation. When you climb a
long and steep corridor as if
you are really climbing to the
Acropolis, you are greeted with
statues, frescoes from the Nike
and Erectheion temples as well
as the original caryatid statues
of Erekhtheion along with the
mockups of these temples.
The statues and busts in the
large hall are really striking. The
mingling of the statues scattered
on the top balcony with the
visitors is a scene that reminds
one of how short the thousands
of years that have passed are
as well as the relativity of time.
The top floor devoted to the
Parthenon is where statues and
reliefs from the ornamented
pediments located at the roof
of Parthenon are displayed.
Even though the incomplete
statues that await their remaining
parts from the British Museum
and Berlin are somewhat
adet sütunla çevriliymiş.
Tapınak, günümüzde ilk
yapım özelliklerinin çoğunu
kaybetmiş olsa da hâlâ
görkemli ve görülmeye değer
bir Antik Yunan yapısı olarak
ziyaretçilerini ağırlıyor.
Tapınağın hemen yakınlarında
biraz ileride ise 1896’daki
ilk modern Olimpiyat
Oyunları’nın yanı sıra 2004
Olimpiyat Oyunları’nda da
okçuluk müsabakalarına
ev sahipliği yapmış olan
Panathenaikon Olimpik
Stadyumu bulunmakta. Her
olimpiyat zamanı Olympia
Dağı’ndaki bulunan 2500
yıllık Hera Tapınağı’ndan
getirilen olimpiyat meşalesi
o senenin ev sahibi ülkesine
yola çıkmadan önce,
olimpiyat komitesine bu tarihi
stadyumda devrediliyor.
Görmekte fayda var ama bilet
alıp gezmek ne kadar akıllıca
tartışılır.
Açıkhavada yeteri kadar
vakit geçirdik diyorsanız
yürüme mesafesinde olan
Akropolis Müzesi sizi bekliyor.
İhtişamlı, iddialı ve modern
yapısıyla Akropolis ana giriş
kapısına çıkan yamaçta, metro
istasyonu çıkışının hemen
yanında bulunan Akropolis
Müzesi ziyareti, Atina’da
yapılacaklar listesinde mutlaka
yer almalı. 2007 yılında açılan
dünya standartlarındaki Yeni
Akropolis Müzesi yüksek
maliyeti ve Akropolis’in antik
mimarisi ile bağdaşmayan
çağdaş mimari çizgisiyle ilk
yıllarında tepki görmüş olsa
da bence yalnızca müze
binası bile başlı başına
görülmeye değer bir yapı.
Müze bu bölgedeki ören yeri
üzerine inşa edilmiş. Elbette
korunarak. Binanın girişi ve
zemin katının şeffaf zemini
sayesinde aşağıda bulunan
kalıntıları da görebilmek
mümkün hale gelmiş.
Binanın altında arkeolojik
kazı çalışmaları halen devam
soul-shattering, they are still
impressive. Also the end to end
glass windows that make you
feel as if you are walking around
Parthenon enables you to have
a great view of both Athens and
Acropolis. There is a museum
store and a restaurant at the
mezzanine located between the
2nd and 3rd floors. The scenery
of the restaurant is fabulous. It
is generally forbidden to take
pictures in the museum except
at certain places but we had to
follow the “every rule is to be
broken” philosophy for you and
took some pictures without flash.
Affola Acropolis Museum.
If you’ve really done justice to the
museum than it should be late
afternoon when you leave. Ideal
for visiting the Acropolis. Those
who are older will remember the
single channel years of TRT when
Reha Muhtar was reporting from
Athens. Now, the world famous
iconic structure that winked at us
at the background in those years
is our next stop.
The basic goal of city planning
in Ancient Greece was to build
the settlements (polis) that the
gods would reside in at the
highest location of the city (acro);
that is the acropols. Temples,
structures where treasures were
kept hidden as well as various
institutions would all be here.
Acropolis would be defended
until the end in case of a siege.
Now, the best known among
these acropolises is as you know
the Acropolis in Athens. The story
of the Athens Acropolis, located
on a rock with dimensions of
270x150m, 152 m above sea
level at the Attica Plain dates
back to the Neolithic period.
Houses and a king’s palace have
been built during the Bronze Age.
The majestic structures that have
remained intact until today are
those that have been built during
a large construction program
that was started during the 5th
century B.C. Ancient Greek
civilization was on display here
during the golden age of arts and
many monumental structures
have been built on the Acropolis.
You have to climb a steep road to
reach here. The region is full of
eroded and slippery rocks. That
is why it would be best if you put
on slip-proof shoes and be ready
to stay under the sun for a long
time.
119
uzaktaki yakın
so far so close
ediyor. Eserler üç katta
sergileniyor. Birinci katta
Akropolis’in yamaçlarından
çıkarılan tarihi eserler var.
Akropolis’in zaman içerisinde
uğradığı değişimi gösteren
maketler ve video sunumları
adaptasyon açısından
önemli. Sanki Akropolis’e
tırmanıyormuş hissi ile uzun
ve eğimli bir koridordan yukarı
çıktığınızda Nike ve Erectheion
tapınaklarına ait heykeller,
frizler ve Erekhtheion’un
orjinal karyatid heykelleri
ile bu tapınakların maketleri
karşılıyor sizi. Büyük salondaki
heykel ve büstler bir arada
gerçekten etkileyici. Üstteki
balkondan araya serpiştirilmiş
ziyaretçiler ve heykellerin
birlikteliği aradan geçen
bin yılların azlığını, zamanın
izafiyetini hatırlatır türden
bir manzara. Parthenon’a
ayrılan en üst katta çepeçevre
Parthenon’un çatısında yer
120
alan süslemeli alınlıklarına ait
heykel ve rölyeflerden kalanlar
sergileniyor. British Museum
ve Berlin’de sergilenen
diğer parçalarını bekleyen
heykellerin yarım halleri biraz
iç burkan bir görüntü olsa
da yine de etkileyici. Ayrıca
koridoru dolaştığınızda da
sanki Parthenon’un etrafında
dolaşıyormuş hissi veren
alanda boydan boya cam
olan pencerelerden çok güzel
Atina ve Akropolis görüntüleri
almak da mümkün. Müzenin
2 ile 3.katı arasında bulunan
ara katında hediyelik eşya
mağazası ve restoranı var.
Restoranın manzarası müthiş.
Müzede bazı istina alanlar
dışında fotoğraf çekmek yasak
ama “her yasak delinmek
içindir” felsefesini işlerliğe
koymak ve sizler için flaşsız
birkaç görüntü almak gerekti.
Affola Acropolis Museum.
You will see two amphitheaters
as you climb towards the
Acropolis from the south side:
Dionysus and the Odeon of
Herodes Atticus. Spring festivals
were organized at the Dionysus
Theater that was built during the
5th century B.C. for Dionysus
which was the god of Wine
and Religious Ecstasy. This
theater that seats 13 thousand
people has reached its current
appearance after restorations
during the Roman period and
many viewers have come here
from all around Greece and even
Italy and Anatolia. A monument
was erected in the name of the
chorus that won the contests
organized here. The Lysicrates
Monument is among those that
have remained until today and
it dates back to 334 B.C. The
other theater, Odeon of Herodos
Atticus is the largest theater of
Acropolis. The theater that has
succeeded in staying intact until
today at the Southern side of the
hill is also the ancestor of the
term “Odeon”. This structure still
hosts classical music concerts
and theater festivals.
You will see a large gateway when
you pass the theaters: Propylaea
is a 20 m high city gateway that
was built in the 5th century B.C.
The large arches of the structure
have been made using Pentelic
marble. When you turn left from
the south side of Propylaea
you will see the Athena Nike
Temple. This temple is devoted
to Nike, Goddess of Victory
and was built after a victory of
Athenians over the Persians. It
is said to be consisting of an
ornamented pediment covered
with frescoes depicting the
victory of Greek soldiers and
six columns supporting it but
during the Ottoman period it
has been removed to make
way for a water battery. This
has also been removed during
the beginning of 19th century
and the temple has been rebuilt
using the remains of the original
structure. You will reach the
Acropolis plateau if you follow the
holy path and walk among the
columns. All Athens is below you
Müzenin hakkını vererek
gezdiyseniz akşamüstü saatleri
gelmiş olmalı. Akropolis’i
ziyaret için en ideal saatler.
Tevellütü biraz daha eski
olanlar hatırlayacaktır Reha
Muhtar’ın Atina’dan bildirdiği
TRT’nin tek kanal yıllarını. İşte
o ekranda yıllarca arka fonda
gece ışıklandırması ile bizlere
göz kırpan dünyaca meşhur
ikonik yapı kompleksi sıradaki
durağımız.
Antik Yunan’daki şehir
planlamasının en temel amacı,
tanrıların şehrin uç noktası
olan (acro) yüksek bir tepede
oturacağı yerleşim yerleri
(polis) yani akropolleri inşa
etmekti. Tapınaklar, hazinelerin
saklandığı yapılar ve çeşitli
kurumlar burada yer alırdı.
Saldırı durumunda akropolis
sonuna kadar savunulurdu.
İşte bu akropoller arasında
en çok bilineni malumunuz
Atina’daki Akropolis. Attike
Ovası’nda, deniz seviyesinden
152 m yükseklikte 270x150m
boyutlarında bir kayalık olan
Atina Akropolis’inin hikayesi
aslında çok eskilere Cilalıtaş
Devri’ne kadar uzanıyor. Tunç
Devri’nde de evler ve bir kral
sarayı yapılmış. Günümüze
kalan görkemli yapılar ise, M.Ö.
5. yüzyılda başlatılan geniş
bir yapı programı sonucunda
inşa edilmiş. Sanatın altın
çağında Antik Yunan uygarlığı
burada sergilenmiş ve birçok
and you will feel the refreshing
wind of the gods behind you.
Parthenon greets the visitors at
the plateau with all its glory and
is the most important temple at
the Acropolis. Parthenon Temple
has been built when the city of
Athens was at its peak and it has
been built in ten years which is
actually a short period of time
considering the conditions of the
day. Comprehensive restoration
program has been ongoing
since the 1980s. So this means
that repairing takes longer than
building. The scaffolds and
cranes that appear in each
photo are the fate of the region.
In its original form, there was a
large statue of Athens amidst its
majestic columns, other statues
depicting the birth of Athena
as well as the contest between
Athena and Poseidon and the
stories of various wars. It has
been damaged severely during a
fire after which it was transformed
into a church during the
Byzantine period and a mosque
during the Ottoman period. It
received the largest blow in the
17th century when it was used as
an armory during the Ottoman
War of Venice. In the 1800s its
evacuation was ordered by British
Ambassador Lord Elgin with the
special permit of Sultan Selim
the 3rd and thus, succeeded in
reaching our day. This invaluable
collection that contains the
most significant items known as
Elgin Marbles is on display at
the British Museum in London
after significant debates over
their removal from their original
locations.
121
uzaktaki yakın
so far so close
anıtsal yapı Akropolis’e
dikilmiş. Ullaşmak için dik bir
yolu tırmanmanız gerekiyor.
Bölgenin içi de yüzyıllar boyu
aşınmış ve kayganlaşmış
taşlarla dolu. Bu yüzden
ayağınıza kaymayacak rahat
ayakkabıları geçirmekte ve
güneş için de hazırlıklı olmakta
fayda var.
Akropolise doğru güney
yamaçtan tırmanırken iki tane
amfi tiyatro göreceksiniz:
Dionysos ve Herodes
Atticus’un Odeumu. M.Ö.
5. yüzyılda yapılmış olan
Dionysos Tiyatrosu’nda
Şarap ve eğlence tanrısı
Dionysos için bahar şenlikleri
düzenlenirmiş. Roma
dönemindeki onarımlardan
sonra bugünkü görünümünü
alan 13 bin kişilik bu
tiyatroya Yunanistan’ın birçok
yöresinden, hatta İtalya ve
Anadolu’dan izleyiciler gelirmiş.
Düzenlenen yarışmalarda
birinci gelen koronun onuruna
bir anıt dikilirmiş. Bunlardan
günümüze kadar kalabilen
Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihli.
Diğer tiyatro Odeon of Herodos
Atticus ise Akropolis’in en
büyük tiyatrosu. Günümüze
kadar ulaşmayı başarmış
Güney Yamaçta yer alan bu
tiyatro “Odeon” teriminin de
atası. Bu yapı günümüzde
halen klasik müzik konserleri
ve tiyatro festivallerine ev
sahipliği yapıyor.
Tiyatroları geçince
devasa bir giriş kapısı ile
karşılaşacaksınız: Propylaea,
M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilen
20 metre yüksekliğindeki
şehir kapısı. Yapının çok
büyük boyutlardaki kemerleri
pentelik mermerinden
yapılmış. Propylaea’nın
güney kanadından sola
döndüğünüzde ise Athena
Nike Tapınağı’nı göreceksiniz.
Zafer Tanrısı Nike’ye adanan
bu tapınak Atinalıların
Perslere karşı kazandıkları
bir savaştan sonra yapılmış.
122
Yunan askerlerinin zaferlerini
betimleyen frizlerle süslü bir
alınlık ve onu destekleyen
altı sütundan oluşmaktaymış
ama Osmanlı döneminde
yıkılmış ve yerine bir su
bataryası kurulmuş. 19.
yüzyılın başlarında bu
batarya kaldırılmış ve
altında kalan orjinal yapının
kalıntılarıyla tapınak yeniden
inşa edilmiş. Giriş kapısını
takiben izleyeceğiniz kutsal
yolda sütunların arasından
yürüyerek Akropolis
platosuna ulaşacaksınız. Tüm
Atina ayaklarınızın altında,
ensenizde tanrıları serinleten
bir rüzgar tarihi iliklerinize
kadar hissedeceksiniz.
Platoda bütün ihtişamıyla
ziyaretçilerini karşılayan
Parthenon Akropolis’teki en
önemli tapınak. Parthenon
Tapınağı Atina şehrinin zirvede
olduğu bir zamanda ve
dönemin şartlarına göre çok
kısa sayılabilecek on yıllık bir
sürede inşa edilmiş. Kapsamlı
bir restorasyon programı,
1980’li yıllarından bu yana
sürdürülmekte. Onarmak
yapmaktan uzun sürüyor
anlaşılan. Bütün fotoğraflarına
giren iskele ve vinçler ise
artık bölgenin kaderi olmuş
gibi. Orjinalinde görkemli
sütunlarının içinde Athena’nın
dev bir heykeli ve çatısının
ön ve arka cephelerinde
Athena’nın doğumu, Athena
ile Poseidon’un yarışmasını
anlatan heykeller ile çevreleyen
şeritte ise çeşitli savaşların
hikayesi anlatılırmış. İlk
olarak bir yangında büyük
hasar almış, daha sonra
Bizans döneminde kiliseye,
Osmanlı döneminde camiye
çevrilmiş. 17. yy.da Osmanlı
Venedik Savaşı sırasında
cephanelik olarak kullanılırken
bombalanarak en büyük
yarayı almış. 1800’lerde ise
Britanya Büyükelçisi Lord Elgin
tarafından Padişah III. Selim’in
özel izniyle içi boşaltılarak
bugüne kadar eksilerek
de olsa gelmeyi başarmış.
Erechtheion is a temple devoted
to Poseidon and Athena and
is located at the holiest area of
the region. It is thought that the
contest that I mentioned at the
beginning of this article was held
here. There is an olive tree right
by the temple representing the
olive tree created by Athena.
The eastern columns of this
temple located to the north of
the Parthenon have been built in
ionic style, whereas the women
figured caryatids (statues) have
been used instead of columns in
the south side. The statues at the
temple are replicas. The originals
of these 6 caryatids each with a
different facial expression are on
display at the Acropolis Museum.
Everyone who goes to Athens
visits Acropolis. You will also
do that. It is also an alternative
to go by yourself and to visit
the temples, enjoy the beautiful
scenery of Athens and come
back but this is not the ideal
case. It is very different when you
go on a guided walking tour and
listen to the myths and legends
of these structures. I highly
recommend it.
If you walk west opposite the
direction you came from at the
exit of the Acropolis, you will
reach Arios Pagos, that is the
Mars Hill from where you can
enjoy the finest sunset in Athens.
You are at the right place to
mingle with the crowds of tourists
and take a selfie with the crimson
Acropolis. Please watch where
you going,the rocks on this
hill are especially slippery. Be
careful!
The region that goes down from
the foothills of Mars Hill is the
Ancient Agora that is now an
open air museum. The daily life
of Athens was here starting from
600 B.C. This was where the
city council made its democratic
decisions, where citizens got
together for commercial, politic
and artistic activities and
where educational and sports
activities were also organized.
It is an interesting experience
to walk on ancient paths over
which Socrates and Plato have
also walked. The most striking
structures here apart from the
findings which are mostly just
remains are the best preserved
ancient temple of Athens which is
the two-story Stoa of Hephaestus
and Attalus King of Pergamon.
Another interesting detail is
the public toilet which was an
important point for socializing
– you can remember a similar
example from Ephesus. This site
is an important location that will
excite those interested in history
and archeology and another
thing to mention is; it is right next
to the Thessesion Region where
coffee houses are located at
and the Adrianou Street where
you can find the best taverns of
Monastraki.
Monastiraki is located to the north
of the Ancient Greek Agora and is
one of the most colorful regions
of Athens. Its streets are filled
with souvenir shops, small bars,
coffee houses, restaurants and of
course taverns. The flea market
where you can find everything
that you are looking for comes to
mind when one says Monastiraki.
There is also a permanent market
but you can find affordable
pieces, different souvenirs,
antiques, second hand clothes,
and photos, silver, copper and
bronze objects at the flea market
that is set up on Sundays. You
can go there to see the daily
life of Athens even if you are not
going to shop. The first structure
that will attract your attention at
the Monastiraki Square will be the
Mustafa Ağa Tsisdarakis Mosque
that is now used as the Greek
Folk Arts and Ceramic Museum.
It has been ordered to be built in
1759 by the Governor of Athens
Tsisdarakis. The minaret has
been destroyed after the Greek
uprising in 1821. Unfortunately
there is no active mosque in
Athens now. Another site is
located right behind the mosque,
the Roman Market. We should
add as a footnote that you can
enter all the historical structures
and areas around here for 4 days
– except the museum – with a
ticket that you will purchase for 12
Euros for the Acropolis.
Since we enjoyed a tiring day, we
are at the right spot to eat and
have fun.
Athens is very similar to our
country in terms of taste, menu
and prices. Even the most
expensive location is affordable.
You will understand the menu
without feeling like a tourist.
Everything is familiar. The
fertileness of the Mediterranean,
Bugün kayda değer en önemli
parçalarını barındıran, Elgin
Mermerleri olarak bilinen ve
sökülüp götürülmesi büyük
eleştirilere konu olan bu paha
biçilmez koleksiyon, halen
Londra’da British Museum’da
sergilenmekte.
Erechtheion ise bölgenin
en kutsal yerinde Poseidon
ve Athena’ya ithaf edilen bir
tapınak. Yazının girişinde
bahsettiğim yarışmanın
burada olduğu rivayet ediliyor.
Athena’nın yarattığı zeytin
ağacını temsilen aynı yerde
tapınağın hemen yanında
bir zeytin ağacı mevcut.
Parthenon’un kuzeyindeki bu
tapınağın doğudaki kolonları
iyonik tarzda inşa edilmişken,
güneydeki kolonlar yerine
kadın figürlü karyatidler
(heykeller) kullanılmış.
Tapınakta bulunan heykeller
kopya. Her biri farklı surat
ifadelerine sahip bu 6
karyatidin orijinalleri Akropolis
Müzesi’nde sergilenmekte.
Sonuçta Atina’ya giden
herkes bir şekilde mutlaka
Akropolis’i ziyaret ediyor. Siz
de gideceksiniz. Tek başınıza
gidip sadece tapınakları
ve güzel Atina manzarasını
seyredip dönmek de bir
alternatif belki ama ideali
bu değil. Rehberli yürüyüş
turlarında yapıları tarihi ve
mitolojik öyküleri eşliğinde
dinlemek çok farklı. Şiddetle
öneririm.
Akropolis çıkışında geldiğiniz
yöne değil de batıya doğru
yönelirseniz Atina’da
gün batımının en güzel
izlendiği noktalardan birini
Arios Pagos’u yani Mars
Tepesi’ni bulacaksınız. Turist
kalabalığına karışıp kızıla
bürünmüş Akropolis ile “selfie”
çektirmek için en doğru
noktadasınız. Manzaraya dalıp
adım attığınız yerleri ihmal
etmeyin, özellikle bu tepedeki
kayalar son derece kaygan.
Aman dikkat.
Mars Tepesi’nin eteklerinden
aşağı doğru uzanan bölge ise
günümüzde bir tür açıkhava
müzesine dönüşmüş olan Antik
Agora. M.Ö. 600 yıllarından
itibaren Atina’nın günlük
hayatının kalbi Agora’da
atarmış. Şehir konseyinin
demokratik kararlarını aldığı,
yurttaşların toplanıp ticari,
politik ve sanatsal aktivitelerini,
eğitim ve spor müsabakalarını
gerçekleştirdiği merkez
burasıymış. Sokrates’in ve
Pluton’un yürüdüğü antik
yollarda yürümek ilginç bir
deneyim. Burada çoğunluğu
kalıntıdan öteye gitmeyen
the Balkans and Anatolia is
reflected on the plates. Greens,
salads, side dishes, sea foods
are wonderful and still natural.
Artichokes, okra, mashed broad
beans and stuffed vine leaves
are common tastes. Of course
this is not all. For example caciki:
cacık as we know it. It is always
prepared with garlic. Tzatziki
is dry cacık. Feta Cheese: the
traditional white cheese that we
know. Greek Salad: neighbor
version of the shepherd salad.
Other familiar tastes: keftedes
(köfte/meatball), dolmades
(dolma/stuffed vine leaves),
moussaka (musakka/mousaka),
homus (humus), fasolada (dried
beans), boureki (börek/pastry).
İmambayıldı has the same name
but whereas we add tomato and
tomato sauce over eggplant
and onions, in Greece grated
cheese is added over it. They
cook mücver (vegetable patty)
really well with pumpkin and other
vegetables. It is known by the
name of “kreminidokeftedes”.
As usual my favorite is dried
tomatoes. This tasty gift of nature
has been used very successfully
by Greek chefs. I think it is smoke
dried and it gives a great taste
and color to every salad it is
placed in when used together
with olive oil. You might say it is
culinary bliss. Of course there
is Souvlaki (Souflaki). One of
the most famous meat dishes.
We can say grilled pig meat on
skewers. You can also find it
made with lamb meat. Sikotakia:
chicken liver. Gyros: Döner.
Chicken and pig meat are most
common ones. Fish: now here
is another menu that can make
every Turk happy even if they do
not know any foreign language.
Barbounia tiganita, garides,
kalamarika, kefali, barbuni are
dishes that we can understand
at the first read. We can also find
lots of different types of octopus
and shrimp. Of course we should
not miss the desserts. Kavala
Cookie and the traditional basic
cookie are very famous. The gum
mastic flavored one is a plus.
Gum mastic is liked throughout
Greece and is especially
common in Thessaloniki. Of
course we can find gum mastic
only in the Aegean region in
the whole world. Even though
pastries are not too common, one
can always find dry baklava.
And of course taverns and
rembetiko, Aegean songs and
cuisine go hand in hand with
uzo. The close friend of Rakı
together with the Mediterranean
Arak. There are similar drinks
at 40 different nations with forty
different names but the rakı table
is ours. Now when we say ours
we mean both coasts of the
Aegean. We can safely state that
saving the world or being part of
a ground-shaking fun after the
first glass happens only in Turkey
and Greece. In conclusion, let the
winds of the Aegean hit your face
and the sounds of bouzouki ring
your ear. Have fun, make new
friends and enjoy a Turkish coffee
with its Greek name afterwards.
Bon appetite.
123
buluntular dışında en dikkat
çekici yapılar Atina’nın en iyi
korunmuş antik tapınağı olan
Hephaestus and Bergama
Kralı Attalos’un iki katlı
Stoa’sı. Bir de tabi ilginç
bir ayrıntı olarak zamanın
önemli bir sosyalleşme
mekanı olan -bir benzerini
Efes’ten hatırlayacağınıztoplu umumi tuvalet. Tarih ve
arkeolojiye derin ilgisi olanları
heyecanlandıracak olan bu
önemli ören yerinin bir diğer
önemli özelliği ise kafelerin
yoğunlaştığı Thessesion
Bölgesi ve Monastraki’nin en
güzel tavernalarının sıralandığı
Adrianou Caddesi’nin hemen
yanı başında olması.
Antik Yunan Agorası’nın
kuzeyindeki Monastiraki
Atina’nın en renkli
bölgelerinden biri. Sokakları
hediyelik eşyalar, biblolar
satan dükkânlar, küçük barlar,
kahveciler, restoranlar ve
elbette tavernalarla dolu.
Monastiraki denildiğinde
ilk akla gelen ise aradığınız
her şeyi bulabileceğiniz bit
pazarı. Kalıcı olan dışında
pazar günü kurulan bit
pazarında uygun fiyatlı,
çeşit çeşit hediyelik eşyalar,
antikalar, ikinci el kıyafetler,
fotoğraflar, gümüş, bakır,
bronz eşyalar bulabilirsiniz.
Alışveriş yapmayacak
olsanız da Atina’nın günlük
hayatından kesitler görmek için
gidilebilir pekala. Monastiraki
Meydanı’nda dikkatinizi ilk
çekecek olan yapı, bugün
Yunan Halk Sanatı ve Seramik
Müzesi olarak kullanılan
Mustafa Ağa Tsisdarakis Camii
olacak. 1759’da dönemin Atina
Valisi Tsisdarakis tarafından
yaptırılmış. 1821’deki Yunan
isyanında sonra minaresi
yıkılmış. Maalesef şu anda
Atina’da hizmet veren hiçbir
cami bulunmuyor. Caminin
hemen arkasında ise bir
diğer ören yeri Roman Market
bulunuyor. Bu arada bir dipnot
olarak Akropolis için 12 Euro
124
karşılığında alacağınız biletle
4 gün boyunca -müze dışındabu bölgedeki tüm tarihi yapılar
ve alanlara giriş hakkınız
oluyor.
Yoğun ve yorucu bir gün
geçirdiğimize göre güzel bir
yemek ve eğlence için de
doğru yerdeyiz. Hem lezzet
hem menü içerikleri hem de
bütçe rahatlığı açısından bize
çok yakın Atina. En pahalı
yerinde bile makul fiyatlarla
masadan kalkılabilir. Kendinizi
yurt dışında hissetmeden tüm
menüye hakim olacaksınız.
Her şey tanıdık. Akdeniz’in,
Balkanlar’ın, Anadolu’nun tüm
nimetleri ve verimliliği yansıyor
tabaklara. Yeşillikler, salatalar,
mezeler, deniz mahsulleri
şahane ve hâlâ doğal. Enginar,
bamya, fava, sarma ortak
isimli, ortak tatlarımız. Bu kadar
değil elbette. Mesela caciki:
malumunuz cacık. Her zaman
sarımsaklı oluyor. Tzatziki
de kuru cacık. Feta Cheese:
bildiğimiz geleneksel beyaz
peynir. Greek Salad: Çoban
salatasının komşu versiyonu.
Diğer küçük isim değişikliği
olan ortak tatlarımız keftedes
(köfte), dolmades (dolma),
moussaka (musakka), homus
(humus), fasolada (kuru
fasulye), boureki (börek).
İmambayıldı aynı isimle
anılıyor ancak bizde patlıcan
ve soğan karışımı üzerine
domates ve salça eklenirken
Yunanistan’da farklı olarak
peynir rendeleniyor. Mücveri
de kabak ve başka sebzelerle
çok güzel yapıyorlar. Adı
“kreminidokeftedes” olarak
geçiyor. Her zamanki favorim
kuru domates. Doğanın bu
leziz hediyesini çok başarılı
şekilde kullanmış Yunan
aşçıları. Tütsülenmiş gibi bir
kurutma metodu var galiba
ve zeytinyağı ile birleştiğinde
içine girdiği her salataya
renk ve lezzet katıyor. Damak
çatlatan tatlardan diyebiliriz.
Souvlaki (Souflaki) var tabi.
En meşhur et yemeklerinden.
Gazi is the neighborhood where
the night life of Athens lives on
for those who are looking for
alternatives to the traditional
taverns. Technopolis is an old
gas factory and the venues
around it are at world standards.
This region is packed with people
in the weekends and you can
find all sorts of night clubs,
restaurants and bars. The bars
are the top of the line and they
can be the sole reason for our
readers who are interested in
night life for travelling to Athens.
If you are anxious about
neighborhoods that are
dangerous after certain hours,
then you should stay away
from Omonoia, Tositsa and
Koumoundourou squares and
especially the streets of Evripidou
& Sofokleous. Omonia Square
is located rather outside the city
and was once an important and
crowded square. It is not our
priority but travelers with lots
of time on their hands can visit
and see the Athens Town Hall.
This square with the National
Archeological Museum along the
way has a rather cosmopolitan
structure. The city of Athens
receives large numbers of illegal
immigrants. Athens has become
the hope for millions of Africans
and Middle Easterners since
it is the gateway to Europe, is
a member of EU and has lots
of coasts. The streets around
Omonia where immigrants are
mostly located are not very safe.
Especially at nights.
Exarcheia located right past
Omonia is where students,
artists and anarchists reside.
There is a great deal of reaction
against banks, companies, police
stations and in short everything
that symbolizes authority and
capitalism. Even though this
region where the uprisings in
2008 started has a rather harsh
image, it is worth seeing with
organic food stores, bookshops,
comic shops and graffiti. Also the
National Archaeological Museum
is located here. If you have time
for only one museum in this city
of museums then you should
see the National Archaeological
Museum which was originally
built in 1866. All kinds of artworks
that have formed the Greek art
until today can be found here.
The museum has 48 rooms
and two floors. Here you can
see the most important Greek
statue collection and the fourth
most important Egypt exhibition
in Europe. The museum has
generally focused on the art of
sculpture. It is very enjoyable
to follow the chronological
development of the art of
sculpture starting from 700 B.C.
until the Byzantine period and
to observe the grand statues in
every room. The Agamemnon
Mask that is estimated to date
back to 1500 B.C. is a must see.
The rich sarcophagus collection
with its different stories and the
underwater archeology section
are also interesting. You should
be ready to spend three hours
in this comprehensive museum
where time flows very fast. The
Hellenic Motor Museum located
right past the Archeology
Museum which is easy to spot
with its modern industrially
designed building is another
rich museum that will satisfy car
aficionados.
Another museum that should be
visited in Athens is the Benaki
Museum where the private
collection of Antonis Benakis is
on display at the Kolonaki region.
The pieces on display at the
museum date back to 7000 B.C.
The pieces dating back to the
Hellenistic and Roman periods,
Christianity Period and Ankara,
Cappadocia, Western Aegean
Greek are very interesting. We
can say that Kolonaki where
History Museum and Athens
City Museum are also located in
addition to this museum is the
Nişantaşı of Athens. The most
elegant and flashy neighborhood
of the city. There are designer
boutiques, restaurants and open
air coffeehouses everywhere.
You can walk along the most
famous streets of Voukourestiou
and Panepistimou. And from
Monastiraki to Kolonaki in half an
hour. Consulates are located on
the boulevard that connects the
Syntagma Square to Kolonaki.
You will see the triangular steep
hill located right in the city center
next to Kolonaki district. This
is the Lykavittos Hill. It has the
best scenery of the city, since
when you are at the Acropolis
you cannot see it because you
are already there. A wonderful
panoramic scenery awaits you
Domuz çöp şiş diyebiliriz.
Koyun etiyle de bulunabilir.
Sikotakia: tavuk ciğeri. Gyros:
Döner. Tavuk ve domuz eti
yaygın olanları. Balıklar: İşte
yabancı dilbilgisi kısıtlı olan bir
Türk’ü en mutlu edecek balık
menüsü. Barbounia tiganita,
garides, kalamarika, kefali,
barbuni iki kez okunduğunda
ne olduğu anlaşılır balık
çeşitleri. Ayrıca ahtapot ve
karidesin de envai çeşidi
bulunabilir. E tabi tatlılardan da
bahsetmeli. Özellikle Kavala
Kurabiyesi ve geleneksel un
kurabiyesi pek meşhur. Damla
sakızlı olanı bonus. Özellikle
Selanik’te bolca bulunan damla
sakızı Yunanistan’ın genelinde
de çok seviliyor. Malum damla
sakızı tüm dünyada sadece
Ege’de. Hamur işleri çok
yaygın olmasa da kuru baklava
bulmak her daim mümkün.
Ve tabi taverna, rembetiko,
Ege şarkıları ve mutfağı
demişken yanına eşlik edecek
olan uzodan başkası olamaz.
Rakının Akdenizli Arak’la
birlikte yakın arkadaşı. 40
millette, kırk isimle benzer
içkiler var ama rakı sofrası
bizim. Bizim derken Ege’nin
iki kıyısının. Bir kadehin
arkasından kimi zaman
dünyayı kurtarma, kimi
zamansa yeri yerinden
oynatan bir eğlencenin parçası
olma sadece Türkiye’de ve
Yunanistan’da var desek
yeridir. Sonuçta, Egenin rüzgarı
yüzünüze vururken dalgalar ve
buzukiler tırmalasın kulağınızı.
Tadını çıkarın, dostluklar kurun,
sonuna da ama Türk ama
Yunan adıyla bir acı kahve
ekleyin. Afiyet olsun.
Tavernalardakii geleneksel
Yunan gecelerine alternatif
arayanların hedefi popüler
mekanların bulunduğu ve
yerlilerin de severek takıldıkları
bir semt olan, Atina gece
with the Acropolis and Sarokinos
Bay. There is a quite expensive
but classy coffee restaurant
located on the hill near St.George
Chapel. You can climb to a point
a little below the chapel from
Ploutarchou Streeet via cable car
for 7 Euro. Alternatively you can
prefer a taxi but either way you
will have to walk. But it will be
worth every step.
Those who wish to get out of the
city for a while can get on a 30
minute subway ride to see Pire
(Xenopsylla). It still continues to
be an industrial district and an
important port location. It is not
on our priority list but we can
visit there to stroll by the sea. If
you wish to make an island tour
for a day from Athens, Saronikos
Islands are the closest. If you
cannot get enough of the temples
but also want to see the beach
for a while then you can go to
the Sounio District located on
the southeast tip of Attica. It is
possible to enjoy the sea view
at the region where Poseidon
Temple is located on a hill
near the coast and to enjoy the
beaches and the Aegean Sea.
The neighbor capital of Athens is
a city that should be on the top
of your list of places to see with
its closeness, the wide range
of transportation alternatives,
common culture, the life energy it
gives with its history and culture.
We will get to know each other
more and shatter all prejudices
as new generations visit each
other. The waves of the Aegean
coasts will carry more peace and
zeibek and sirtos will combine
with the crashing sound of the
waves. If you go there with
minimum prejudice you will see
that what we have been taught is
very far away from what it actually
is when our coasts are much
closer.
125
uzaktaki yakın
so far so close
geceleri.
hayatının kalbinin attığı Gazi.
Technopolis isimli eski bir
gaz fabrikası ve çevresindeki
mekanlar dünya standartında.
Haftasonları tıklım tıklım
olan bu bölgede her türden
gece kulübü, restoran ve bar
bulmanız mümkün. Alanlarında
dünyanın en iyileri arasında
sayılan barlar eğlenceye
düşkün, gece hayatına meraklı
okurlar için tek başına Atina
seyahatinin sebebi olabilir.
Eğer geç saatlerde tehlikeli
olacak mahalleler konusunda
bir kaygıya sahipseniz
Omonia, Tositsa ve
Koumoundourou meydanları
ile özellikle Evripidou &
Sofokleous sokaklarından
uzak durmalı. Omonia
Meydanı şehrin eskiden
daha önemli olan, kalabalık,
ancak nispeten dışında
bulunan meydanlarından
biri. Önceliğimiz değil ama
fazla vakti olan gezginlerin
ziyaret etmesi, geçerken Atina
Belediye Binası’nı da görmesi
mümkün. Ulusal Arkeoloji
Müzesi yolumuzun üstünde
bulunan bu meydan ve çevresi
biraz fazla kozmopolit bir
yapıda. Atina şehri olağanüstü
kaçak göç alıyor. Hem
Avrupa’nın giriş kapısı oluşu,
hem AB üyeliği hem de çoklu
deniz kıyıları Yunanistan’ı ve
elbette Atina’yı milyonlarca
Afrikalı ve Orta Doğulu
için umut kapısı yapmış.
Göçmenlerin yoğunlaştığı
Omonia civarındaki sokaklar
pek tekin değil. Özellikle
126
Omonia’nın
biraz ilerisindeki
Exarcheia ise
öğrencilerin,
sanatçıların,
anarşistlerin
bölgesi. Bu
bölgede
bankalara,
şirketlere,
karakollara,
kısaca otorite
ve kapitalizmi sembolize eden
her şeye aşırı bir tepki var.
2008 yılında ayaklanmaların
başladığı bu bölgenin sert bir
imajı olsa da, organik gıda
satan yerler, kitapçılar, çizgi
roman dükkanları ve elbette
her yanı sarmış graffitiler ile
görülmeye değer bir bölge.
National Archeaological
Museum yani Ulusal Arkeoloji
Müzesi de burada. Onlarca
müze olan bu şehirde, sadece
bir müzeye ayıracak vaktiniz
varsa mutlaka orjinal yapısı
1866’da inşa edilmiş olan
National Archaeological
Museum’u gezmelisiniz.
Günümüze dek Yunan sanatını
besleyen kültürlerden bugüne
ulaşabilmiş her tür sanat
eseri bu müzede yerini almış.
48 odadan oluşan müze iki
katlı. Yunan heykel sanatının
en önemli koleksiyonunu
ve Avrupa’daki dördüncü
en önemli Mısır sergisini
burada görebilirsiniz. Müze
genel olarak heykel sanatı
üzerine yoğunlaşmış. M.Ö.
700’lü yıllardan Bizans
dönemine dek heykel sanatının
kronolojik olarak gelişimini
izlemek ve her odada bir
öncekinden daha ihtişamlı
heykelleri merakla takip
etmek çok keyifli. Tarih öncesi
koleksiyonda özellikle M.Ö.
1500’lerden kaldığı tahmin
edilen altın Agamemnon
Maskesi görülmeli. Enteresan
figür ve öyküleriyle zengin
lahit koleksiyonu ve sualtı
arkeolojisine ayrılan bölüm de
çok ilginç. Vaktin su gibi geçtiği
bu kapsamlı müze için en az üç
saatinizi gözden çıkarmalısınız.
Arkeoloji Müzesi’nin biraz
ilerisinde kolaylıkla bulacağınız
endüstriyel tasarımlı modern
binada yer alan Hellenic
Motor Museum ise otomobil
meraklılarını fazlasıyla memnun
edecek türden çok zengin bir
başka müze.
Atina’da görülmesi gereken
bir diğer ünlü müze ise
Kolonaki bölgesinde işadamı
Antonis Benakis’in özel
koleksiyonun sergilendiği
Benaki Museum. Müzede
sergilenen eserlerin tarihi M.Ö.
7000 yıllarına kadar uzanıyor.
Helenistik ve Roma dönemine,
Hristiyanlık dönemine ve
Ankara, Kapadokya, Batı
Ege Yunanlılarına ait eserler
oldukça ilgi çekici. Bu müzenin
dışında Ulusal Tarih Müzesi
ve Atina Şehir Müzesi’nin
de bulunduğu şehrin en
gözde semtlerinden biri
olan Kolonaki için Atina’nın
Nişantaşı’sı diyebiliriz.
Şehrin en şık ve havalı
semti. Her yerde tasarımcı
butikleri, restoran ve açık
hava kafeleri var. En popüler
caddeleri Voukourestiou ile
Panepistimou. Monastiraki’den
Kolonaki’ye yürüyerek yarım
saatte gitmek mümkün.
Syntagma Meydanı’nı
Kolonaki’ye bağlayan bulvar
boyunca konsolosluklar
sıralanıyor.
Kolonaki semtinin hemen
yanında, şehrin ortasında
yükselen üçgen şeklinde
dik bir tepeyi mutlaka
göreceksiniz. Burası
Lykavittos Tepesi. Şehrin
en iyi manzarası bu tepede.
Çünkü Akropolis’teyken
manzaranızda bizzat kendisi
eksik. Burada tamamlanıyor.
Akropolis ve arkasında
Sarokinos Körfezi ile harika
bir panoramik manzara sizi
bekliyor. Tepedeki St.George
Şapeli’nin yanında fiyatları
biraz yüksek olan güzel bir cafe
restoran mevcut. Şapelin biraz
altında bir noktaya Ploutarchou
Caddesi’nden teleferikle çıkış
7 Avro. Alternatif olarak taksi
tercih edilebilir ama her şekilde
yürümeniz gerekecek. Ancak
her adımınıza da değecek.
Şehirden biraz uzaklaşmak
isteyenler Pire’yi görmek
üzere 30 dakikalık bir
metro yolculuğuna çıkabilir.
Şimdilerde endüstriyel ağırlıklı
bir semt ve halen önemli bir
liman bölgesi olmaya devam
ediyor. Öncelikli listemizde
değil ancak vaktiniz varsa
deniz kenarında yürüyüş için
değerlendirilebilir. Atina’dan
bir günlüğüne adalar turu
yapmak isterseniz, en
yakında Saronikos Adaları
var. Tapınaklara doyamadım,
biraz da kumsal görsem fena
olmaz diyenler ise bir günlerini
Attica’nın güneydoğu ucunda
yer alan Sounio Bölgesi’ne
ayırabilirler. Adına yakışır
şekilde deniz kıyısında yüksek
bir yamaçta yer alan Poseidon
Tapınağı’nın bulunduğu
bölgede denizler tanrısının
gözetminde plaj keyfi yapmak,
Ege Denizi’nin tadını çıkarmak
mümkün.
Komşu başkent Atina hemen
yanı başımızda olması, ulaşım
alternatiflerinin bolluğu,
ortak kültürümüz, tarihi ve
şehrin insana verdiği yaşam
enerjisi ile gezilecek yerler
listenizin içinde hatta listenin
en başlarında yer alması
gereken şehirlerden biri.
Yeni kuşaklar karşılıklı ziyaret
ettikçe birbirimizi tanıyacak
ve ön yargılarımızı yıkacağız.
Ege kıyılarındaki dalgalar çok
daha fazla barış taşıyacak
ve dalgaların hışırtılarına
ancak zeybek ile sirtaki eşlik
edecek. Minimum ön yargı ile
giderseniz, göreceksiniz ki
öğretilenle yaşanan çok ama
çok uzak, oysa ki kıyılarımız
çok yakın.
127
uzaktaki yakın
so far so close
Atina’dan 16 instagram karesi / 16 instagram shots from Athens
128

Similar documents

KOLEKSİYON - Collectorspace

KOLEKSİYON - Collectorspace deneysel sanat projelerini desteklemesi bana

More information

Gülen`in okullarında CIA ajanları saklanıyordu

Gülen`in okullarında CIA ajanları saklanıyordu şaşırırız: Bunların tümünü bir araya getirsek ne olur? Çağdaş Türkiye’nin eksiksiz tarifi çıkar: Bunca tanınmış romancının katmerli imgelerini aşıp gelmiş geçmiş en görkemli distopik düzeni oluştur...

More information

Sağlıklı Şehir Planlaması ve Kentsel Tasarım

Sağlıklı Şehir Planlaması ve Kentsel Tasarım Türkiye Sağlıklı Kentler Birliği resmi yayın organı olan Kentli Dergisi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder. Dergimizde yer alan yazı ve makaleler kaynak gösterilerek yayınlanabilir. Makale...

More information

05 - Dergi Bursa

05 - Dergi Bursa gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.

More information