kitap eki 31. sayı - Aydınlık Gazetesi

Transcription

kitap eki 31. sayı - Aydınlık Gazetesi
.
KITA P
Aydınlık
BU SAYIDA
41
KİTAP
TANITILIYOR
Toplam: 1073
28 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 31
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Tesadüfen gelen
intikam
Japon asıllı İngiliz yazar
Kazuo Ishiguro’nun
dilimize çevrilen son kitabı
‘Uzak Tepeler’
Arafta
r
a
l
n
a
yaşay
Bir duayenin
kaleminden direngen
bir aydınlanma
savaşçısı
Köpekler ve Efendiler
Anlamsız bir
dünyanın anlamını
arayan adam: Camus
Çözümsüzlükte
boğulan Kıbrıs
Aydınlık KİTAP
28 EYLÜL 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER
Haftanın Portresi: Émile François Zola
s. 4
Tesadüfen gelen intikam
s. 5
Bir duayenin kaleminden
direngen bir aydınlanma savaşçısı
s. 6
Kabuğu sert, içi yumuşak meyve
s. 7
Öyküleriyle farklılığı yakalayanlar
s. 8
Köpekler ve Efendiler
s. 9
Hayatı yakalayan demokrasi: Komünizm
s. 10
Anlamsız bir dünyanın anlamını
arayan adam: Camus
s. 11
Kapak: Japon asıllı İngiliz yazar:
Kazuo Ishiguro Arafta yaşayanlar...
s. 12
Kaosun sesi ve hayatın hikâyesi
s. 14
Rousseau: “Onu sadece kuvvet yerinde
tutuyordu; şimdi sadece kuvvet deviriyor.”
s. 15
“Müslüman Roma” masalları
s. 16
Madonna’ya gönderilen lokum
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk: Çirkinsen kaybettin!
s. 20
Sahaf: Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
Festival zamanı
İTEF – İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali , 1–4 Ekim’de İstanbul’da, 3–5
Ekim’de Ankara’da, 5–6 Ekim’de İzmir ve 5–6 Ekim’de Hatay’da okurlarla buluşacak. Dördüncüsü gerçekleşecek festivalin 2012 teması “Şehir ve Korku” olacak. Okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve Dünya edebiyatının en iyi
örnekleri İTEF kapsamında sunulacak. “Şehir ve Korku” başlığı festival tanıtımında şöyle açıklanmış: “Söyleşilerde korku, edebi bir tür, bir kip, bir roman
kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alınacak; yazarlar ‘korku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara
da değinecek.” İTEF Festival Kitabı, festival sonrasında İstanbul Kitap Fuarı
zamanında okurlarla buluşacak. Edebiyatseverlere duyurulur.
***
“Büyük ozan Neşet Ertaş’ı kaybettik.” Günlerdir üzüntümüzü yaşarken bu
sözü duyuyoruz çevremizde. Neşet Ertaş’ın ölüm haberini kabullendikten sonra dönüp tekrar bakıyoruz bu cümleye. En etkileyici kelimeyi buluyoruz: “Ozan”.
Sözlüğe baktığımızda kısacık bir açıklamasını buluyoruz bu sözcüğün; şair. Düşünüyoruz sonra. Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği
noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kullanıldığı türküler gelecek kuşaklara bırakacağımız en büyük miras. Miras dediysek yanlış anlaşılmasın. Parada pulda gözümüz yok. Ozanın dediği gibi “Neyleyim yalan dünya malı ziyneti...” Her güzel şeyin yitip gittiği duygusuna kapıldığımız bugünlerde geride bırakılan miras sayesinde yeni ozanların yetişeceğinden eminiz. Ustayı saygı ve rahmetle anıyoruz...
Haftaya görüşmek dileğiyle...
ÖneriYorum
1)
AHU
TÜRKPENÇE
2)
.
KITA P
Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Yekta Kopan, Kediler Güzel Uyanır
Kopan’ın bu öykü kitabında her biri birbirinden farklı hikâyeler anlatılmış. Her biri okurda farklı hisler
uyandıran, kendisini özdeşleştirip yoğun duygulara
kapılmasına sebep olan hikayeler... Okurken hiddetlenip gaza geliyorsunuz kimi zaman. Bir yandan
da bir o kadar yumuşak bir ton hissediliyor. İnsanda aşık olma isteği uyandırıyor...
Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor
Normal olmak nedir? “Akıllı” olduğumuzu zanneden bizler miyiz doğruyu gören, “deliler” mi? Okuru gerçeğin peşine düşüren bir kitap. Gördüklerimizin,
bildiklerimizin gerçek olmama ihtimalini, bunların
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:
Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:
Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:
Mehmet Bozkurt
bir kurgudan ibaret olma ihtimalini akıllara kazıyor.
3)
Dennis Kelly, Sondan Sonra
Şu anda sahneye koyduğumuz oyunun ismi. Okuyucularımız oyunun tam metnini bulabilirler mi bilemiyorum, bulamazlarsa da oyunumuza bekleriz.
Kelly’nin bu eseri güç dengeleriyle alakalı... Oyun karşısındakine istediğini yaptırmak isteyen, onlara sahip olabileceğini düşünen kişileri anlatıyor. Bu kişiler
üzerinden toplumsal bir düzene atıf yapılıyor aslında. Bahsi geçen düzen faşizm. Faşizm sadece yukarıdan aşağıya doğru toplumsal bir düzlemde şekillenmiyor, bireyler üzerinden de gözlemlenebiliyor.
Bu açıdan metin kayda değer bir yaklaşımı içeriyor.
Yönetim Yeri
İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul
Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
www.AydinlikGazete.com
kitap@aydinlikgazete.com
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16
Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
28 EYLÜL 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
Émile François Zola
(2 NİSAN 1840 – 29 EYLÜL 1902)
Zola’nn edebiyat açsndan önemi kukusuz
Natüralizm akmn edebiyata kazandrmasndan
ve deneysel roman geleneini balatmasndan
ileri gelmektedir. Natüralizm akm hayat gözlemleyip tüm çplaklyla edebiyata aktarmay öngörmektedir.
Tasvirlerin gerçeklilii ve karakterlerin
ruhsal yönleri eserlerde önem kazanmtr.
Zola’nn eserlerinde toplumunun
hemen hemen
her kesiminden insanla
karlamak
mümkündür
Natüralizm akımının öncüsü ünlü Fransız yazar Émile F. Zola, 1840 yılında Paris’te doğdu. Babası İtalyan asıllıydı ve
mühendisti. Ancak küçük yaşta babasını kaybetti. Zola’nın bundan sonra yaşamı zorluklarla geçti ve lise eğitimini yarıda bırakarak çalışmak zorunda kaldı.
1862’de bir yayınevinde çalışmaya başladı ve hayatı değişti. 1864’te ilk öyküleri
basıldı. Figaro Gazetesi’ne makale vermeye başladı. Yazarlığına duyduğu güven sayesinde kendini tamamen edebiyata adamak için yayınevindeki işinden
ayrıldı ve 1867’de meşhur romanı “Therese Raquin”ı yayımladı. En az bu roman
kadar değerli olan eserlerinden birkaçı
“Nana”, “Germinal” ve “Meyhane”dir.
Zola’nın edebiyat açısından önemi
kuşkusuz Natüralizm akımını edebiyata
kazandırmasından ve deneysel roman geleneğini başlatmasından ileri gelmektedir. Natüralizm akımı hayatı gözlemleyip tüm çıplaklığıyla edebiyata aktarmayı
öngörmektedir. Tasvirlerin gerçekliliği ve
karakterlerin ruhsal yönleri eserlerde
önem kazanmıştır. Zola’nın eserlerinde
toplumunun hemen hemen her kesiminden insanla karşılaşmak mümkündür.
Eserlerini oluştururken araştırmalar
yapmış ve eserlerini oldukça sağlam temeller üzerine şekillendirmiştir. Doğal
ve gerçekçi üslubuyla döneminde kim-
senin yapmadığı şeyi yapmış ve eserlerinde açık ve cesur bir şekilde toplumsal
gerçekleri yansıtmayı başarmıştır.
Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti
ise, Dreyfus Davası’nda takındığı aydın
tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olmasından dolayı askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben “İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, hapis cezasına çarptırılmış
ve baskılardan dolayı Fransa’yı terkedip
bir süre Londra’da yaşamak zorunda kalmıştır. Çabaları sonucunda Dreyfus Davası’nın yeniden görülüp adaletin yerini
bulması ile bir yıllık sürgün hayatından
sonra yurduna dönmüş ve Paris’te mütevazi bir hayat sürmüştür. Hatta son romanı Dreyfus Olayı’nın bir öğretim kurumuna uyarlanmasıdır. 1902’de baca zehirlenmesinden ölmüştür, ancak ölümünün şaibeli olduğunu düşünenler de
vardır.
Haksızlıklara karşı mücadele etmiş
usta edebiyatçıyı, ölüm yıldönümünde şu
cümlesiyle anıyoruz:
“Gerçek toprağın altına kapatıldığı
zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir
patlama gücü kazanır ki patladığı gün her
şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur.”
Rastlantının
kurgusu
“Alg Kalesi”nin, okuru hemen avcunun içine alabilmesinin
en büyük sebebinin, çou zaman kendi kendimize
sorduumuz, yüksek sesle dillendirmekte zorlandmz
sorular, cesaretle sormas ve bunlara samimi bir ekilde
cevap aramas olduunu düünüyorum
SİBEL ÖNAL
“Algı Kalesi”nin kapağını ilk gördüğümde
beğenmiştim ama biraz karanlık gelmişti. Kitabı okuyup bitirdikten sonra kapak benim
için daha anlamlı bir hale geldi, hatta karanlığın bile bir anlamı vardı artık. Kitabın
kapağını açtığınızda bir başka kapakla benim
“yardımcı kapak” diye adlandırdığım, yayınevi h2o Kitap’ın tüm kitaplarında da
yer alan eski tarzda (vintage) bir kapakla karşılaşıyorsunuz. Bir uçurumun kenarında
yalnız ve üzgün bir kadının üzerine harfler
yağıyor illüstrasyonda. İki kapağa bir kez
daha bakıp roman ile ilgili bir ipucu yakalamaya çalışıyor, içinizden öngörüler oluşturuyorsunuz hepsinin az sonra yazar tarafından birer birer yıkılacağını
bile bile.
Sonra bir sayfa daha çeviriyorsunuz ve okurun aklına ilk
merak tohumu atılıyor: “Bu kitap belli bazı nedenlerle yazarın da izni alınarak ilk bölümü
çıkartılarak yayımlanmıştır.”
Okur olarak bu oyuna katılıyor,
inanmış görünerek ilk bölümü
yani aslında rivayete göre ikinci bölümü okumaya başlıyoruz.
Ama bölümü bitirdiğimizde o
kulak ardı ettiğimiz bilgi içimizi kemirmeye başlıyor. Okur
her yeni bölümde o boşluğun gittikçe büyüdüğünü duyumsuyor ve bu duygu kitabın
sonuna kadar onu hiç bırakmıyor.
CESUR VE SAMM
Kitap az ama önemli karakterlerden oluşmuş
bir hikâyeye sahip ve biz ilk bölümde neredeyse tüm karakterleri tanıyoruz. “Algı Kalesi” ilk bölüme aslında finallere yakışır bir
sahneyle başlıyor, şaşırıyor ama aynı zamanda meraklanıyoruz. Yazarın bence en
büyük başarılarından biri bu merak duygusunu kitabın sonuna kadar koruyabilmesi,
okuru hep uyanık tutabilmesi.
“Algı Kalesi”nin, okuru hemen avcunun
içine alabilmesinin en büyük sebebinin, çoğu
zaman kendi kendimize sorduğumuz, yüksek
sesle dillendirmekte zorlandığımız soruları cesaretle sorması ve bunlara samimi bir şekilde cevap araması olduğunu düşünüyorum. Yazar her sorusuyla aslında okurun aklına bir
çentik atıyor, kitabı okumaya devam eden
okur, bu çentik attığı yerlere defalarca gidip
gelmeye başladığını fark ediyor. Cevabı aranan her soru yeni sorular doğuruyor ve sonunda hiç bitmeyen bölünerek çoğalan bir
döngüye evriliyor.
Hikâye, İstanbul’da 1873 yılında geçiyor.
Yazar okurun bu zamanı soluması için; keli-
melerini özenle seçmiş, karakterlerinin hal ve
tavırlarını adeta çizmiş ve eski İstanbul tasvirleriyle hikâyesini desteklemiş. Yazarın kelime bilgisi, Türkçeye hâkim olması ve bu kadar naftalinli kelimeye rağmen metnin akıcılığını koruyabilmesi beni etkiledi.
Kitabın ilk bölümünde Tahir Usta ve
onun bir nevi öğrencisi sayılabilecek Levend
ile tanışıyoruz ve elbette bir de Akil Hoca var.
Kitap bu üç karakter üzerinden yürüyor. Baskın karakter Levend olsa da ben Akil’le eşit
rol paylaştıklarını düşünüyorum ve bu benim
kitapta çok hoşuma giden bir durum. Çünkü iki ayrı hikâyeyi sanki bir saçı örer gibi
örüyor yazar. Okur da bu örgüyü takip
ederken Tahir Usta’yı da kitabın sonuna kadar hiç unutmuyor, bir yerlerde bırakmıyor ve
sayfalar boyu onu da yanında
taşıyor. Yazar bunun ödülünü
ise okura son bölümde veriyor.
Bir bohçayı bağlar gibi ilk
önce Akil ve Levend’in hikâyelerini bağlıyor sonra üzerlerine son düğümü Tahir Usta
ile atıyor. Okur bohçayı biraz
daha karıştırmak isterken yazar onu sırtlanıp hızlıca uzaklaşıyor.
YOUN BLG AKTARIMI
Levend’in bilgiye olan tutkusu, öğrenmeye olan açlığı meraklı okur için de aslında bir okuma izleği çıkarmasını sağlayabilir.
Ama aynı zamanda hızlı temposu ve aşırı bilgi yüklemesi zaman zaman sabırsız okura
ipin ucunu kaçırma endişesi yaşatabilir.
Yazarın bilinçli bir tercihi miydi bilmiyorum ama kadın karakterler ve aşkları, sanki baş erkek karakterlerin etkileyiciliğine gölge düşürmesin diye geri planda bırakılmış
gibi geldi bana. Oysa ben Neva ve Tahir Usta’nın aşkını biraz daha okumak, Neva’yı
daha yakından tanımak isterdim. Ayrıca Akil
başına gelen felaketten kurtulduktan sonra
sanki bir süre kendi derdine düşüp Melike’yi
unuttu. Oysa ona ulaşamasa da aklında olduğunu okur olarak bilmek istedim ve bunun eksikliğini hissettim.
Kitabın arka kapak yazısındaki söze katılıyorum: “Bir solukta okuyacak ama bir lokmada yutamayacaksınız.” Çünkü yazar sorularını Levend, Akil ve Tahir Usta aracılığıyla sizin zihninize bırakıp gidecek. Her bir
soru kozalakların tutuşması gibi patlayarak
parçalara ayrılacak ve içinizdeki yangın git
gide büyüyecek…
(Algı Kalesi- Rastlantı ve Devinim,
Gültekin Karakuş, h2o Kitap, 190 s.)
Aydınlık KİTAP
Gonçalo M. Tavares
5
Tesadüfen
gelen
intikam
Vahetin tarihçesini aratran bir doktorun,
deliliin pençesinde aklarn yaamaya çalan
iki sevgilinin ve savaa katlm ama insanln
sava alannda brakm bir adamn, bir
cinayetle kesien hayatlarnn öyküsü “Kudüs”
DENİZ ANTEPOĞLU
denizantepoglu@hotmail.com
Portekizli yazar Gonçalo M. Tavares’in son
romanı “Kudüs”, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı. Vahşetin tarihçesini araştıran bir doktorun, deliliğin pençesinde aşklarını yaşamaya çalışan iki sevgilinin ve savaşa katılmış ama insanlığını savaş alanında bırakmış bir adamın, bir cinayetle kesişen hayatlarının öyküsü “Kudüs”. Arka kapakta da belirttiği gibi “insanın karanlık yüzüne korkusuzca bakmaya çalışan” bir anlatı. Özellikle kitabı elinize aldığınızda Saramago’nun da tavsiye cümlesiyle karşılaşınca iyice meraklandıran bir kitap.
Roman, karakterlerin hayatlarının kesişeceği ve tamamen değişeceği geceyle
başlıyor. Karakterlerden biri bir doktor ve
vahşetin tarihçesiyle ilgileniyor.
İnsanları şiddete iten etmenleri inceleyerek şiddetin
yüzyıllara göre değişimini
bir grafikle açıklamaya çalışıyor. Bu şekilde vahşetin
zamanla azalıp azalmayacağını veya yok olup olmayacağını anlamaya çalışıyor.
Doktorun eski karısı ise bir
şizofren ve yatırıldığı hastanede kocasını aldatarak başka bir şizofrenle beraber oluyor ve çocukları oluyor. Doktor çocuğu oğlu olarak kabul
ediyor ve diğerlerine göstermiyor. Savaşa katılmış adam
ise bir fahişenin dostu ve geçimini onun kazancıyla sağlıyor. Sıradan bir gecede doktorun fahişeyle tanışması, şizofren kadının
rahatsızlanıp kendini sokağa atması ve eski
sevgilisini yanına çağırması, savaşa katılmış adamın adam öldürme dürtüsüyle
sokaklarda ava çıkması ve doktorun oğlunun babasını bulmak üzere dışarı çıkmasıyla karakterlerin hepsinin hayatı kesişmiş oluyor. Ve gece cinayetle son buluyor. İşin ilginç tarafı katilin de cinayete kurban giderek, maktulün kanının yerde kalmaması. Ancak bu durum sadece tesadüfler sonucunda oluşuyor.
SALAM KARAKTERLERLE
TÖKEZLEMEK
Kitaba başlayınca olay örgüsü, karakterlerin ilginçliği hemen insanı sarıyor ve say-
faları nasıl hızla geçtiğinizi anlayamıyorsunuz bile. Olay gecesi, karakterlerin o esnada yaptıklarıyla başlayan anlatı, geriye
dönüşlerle karakterleri şekillendiriyor ve
yazar, her birinin öyküsünü yaratmaya
başlıyor. Romanın karakterleri iyi kurgulanmış ve özellikle doktorun araştırmasıyla
ilgili kısımlar insanı vahşet üzerine düşünmeye teşvik ediyor. Yani sadece karakterin bir özelliği olmaktan çıkıp yazarın vahşet üzerine düşüncelerini de öğrenme fırsatı veriyor, romana derinlik katıyor. Ancak belli bir noktada vahşet konusunda da yazarın tıkanma yaşadığı, karakterine ciltlerce kitap yazdırıp başarısızlığa sürüklemesinden belli oluyor. Yazar karakterleri oluşturma
esnasında çok başarılı, ancak bu kadar detaylı ve ilginç karakterler dahi romanın sonunun iyi bağlanamamasına engel olamıyor.
TESADÜF SON
Karakterlerini bu kadar
renkli ve olay örgüsü sonuca kadar gayet iyi gelen
kitap, sonuyla şaşırtıyor.
Son, sadece hayatın tesadüflerle ilerlediğine dair
bir göndermeden ibaret.
Karakterler, olay, vahşet, insanın karanlık
yüzü bir çırpıda kenara itilmiş oluyor. Tesadüf tüm olaya yön veriyor ve diğerleri bunun için feda edilmiş oluyor. Roman için
gerçekten üzülüyorsunuz. Ama yazar yine
de aklınızda kalıyor. Sonu hariç geri kalanı
mükemmel yaratan yazarın bir dahaki kitabının daha iyi olabileceği umuduyla diğer kitabı beklemeye karar veriyorsunuz.
Sonuç olarak kitaptaki tek kusur yazarın sonu iyi bağlayamayarak o kadar
emekle yarattığı karakterlerini heba etmesi. Ve vahşetle ilgili derinlemesine düşünürken, düşündürtürken bir anda sonuca
ulaşamayarak konuyu kenara atıp tesadüflere odaklanması hayal kırıklığı yaratıyor.
( Kudüs, Gonçalo M. Tavares,
Kırmızı Kedi Yayınevi,
Çev: Pınar Savaş, 191 s.)
6
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Bir duayenin kaleminden
direngen bir aydınlanma savaşçısı
Birçok önemli ismin biyografilerine imza atan Karaveli, bu kitabnda da anlarn ve mektuplarn
nda ülkemizin en önemli aydnlarndan, bir Cumhuriyet neferi, babadan Kuvvac, Cumhuriyet
gazetesinin bayazar lhan Selçuk’un aydnlanmac kiiliine tanklk ediyor
ŞENOL ÇARIK
senolcarik@gmail.com
“İnsan, ömrünü bir taşı yontmakla geçirir ve sonunda kendi
heykeli çıkar ortaya…”
İlhan Selçuk
Tahsin Yücel O’nun için; “Bakmayın görünüşüne, bakmayın arada
bir tekleyen yüreğine, hep güçlüdür,
güçlü olmuştur İlhan Selçuk…” diyor. O’nun yaşam öyküsünü ne de
güzel anlatıyor bu cümle.
Gazetecilik mesleğinin duayenlerinden Orhan Karaveli, bir başka
duayeni, altmış yıllık dostu İlhan Selçuk’u anlatıyor…
Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Sakallı Celal ve Ziya Gökalp gibi birçok önemli ismin biyografilerine
imza atan Karaveli, “Kendi Heykelini Yapan Adam” kitabında da anıların ve mektupların ışığında ülkemizin en önemli
aydınlarından, bir
Cumhuriyet neferi,
babadan Kuvvacı,
Cumhuriyet gazetesinin başyazarı İlhan Selçuk’un aydınlanmacı kişiliğine tanıklık ediyor.
Önsözünü usta
romancımız Adnan
Binyazar’ın kaleme
aldığı ve Orhan Karaveli’nin onuncu kitabı olma özelliğine
sahip bu eser üç bölümden oluşuyor.
İlk bölümde Selçuk’un ailesi, çevresi
ve kendisinden; kısacası yaşam serüveninden söz ediliyor. İkinci bölümde dostlarının aktardığı anılara
yer verilirken, üçüncü ve son bölümde ise son günleri aktarılıyor.
Kitabın hazırlanmasında Selçuk
ailesinin yüz yıllık arşivinden yararlanmış Karaveli, özellikle İlhan Selçuk’un kız kardeşi Ülfet Ertel’in
desteği büyük olmuş. Mengü’nün
anıları, bu efsane düşün adamının
yaşam çizgisini ve felsefesini yansıtmakta oldukça önemli bir rol üstleniyor.
Ayrıntılı bir biyografi olmanın yanında, bir anı ve saygı kitabı da
olan “Kendi Heykelini Yapan
Adam”, İlhan Selçuk’un yaşamının
yanında, ülkemizin bir dönemini
de gözler önüne seriyor. Yine Selçuk’un yakınındaki diğer önemli
isimler de, en başta büyük çizer
Turhan Selçuk olmak üzere, ayrıntılı portreleriyle eserde yer alıyor.
Cumhuriyet yazarı ve doktoru
Dr. Erdal Atabek, Prof. Dr. Emre
Kongar, Prof. Dr. Gürbüz Barlas,
Alev Coşkun, Ali Sirmen, Gufran
Kurtböke, Prof. Dr. Tahsin Yücel,
Turhan Selçuk ve Mehmet Benli anlatımlarıyla kitaba büyük katkı sağlıyor.
“VATAN SEVDALISI,
CUMHURYET AII”
1925’te İzmir’de dünyaya gelmiştir
İlhan Selçuk...
Kuvvacı bir yüzbaşı Kasım Efendi’nin oğludur. Çocukluk yıllarından
itibaren şiire düşkün, şiirle
yatıp kalkan, kardeşleriyle şiir atışmaları yapan
bir insandır.
Yunus Emre ve Hacı
Bektaş-ı Veli okur:
“Hararet nardadır
sacda değildir
Keramet baştadır,
tacda değildir”
Ve bir Tevfik Fikret
sevdalısıdır, yani vatan
sevdalısıdır, aydınlanma
sevdalısıdır.
Yazarlığı Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş
felsefesi ve Cumhuriyet gazetesiyle
bütünleşmiştir İlhan Selçuk’un ve Dr.
Erdal Atabek’in de belirttiği gibi
“Hayatta en çok kimi sevdin?” diye
sorsalardı, sanırız hiç tereddüt etmeden “Atatürk” derdi.
“ELBET SABAH
OLACAKTIR, SABAH OLUR
GECELER”
Tevfik Fikret gibi “Elbet sabah olacaktır. Sabah olur geceler” diye düşünür İlhan Selçuk, 21 Mart 2008
günü sabah saat 4’te kapısı çalınıp
gözaltına alındığında da böyle düşünür.
Kardeşi Turhan Selçuk’la birlikte
adeta bir ruh ikizi gibi yaşamış, aynı
yola baş koymuştur. 12 Mart’ı yaşamış, Ziverbey işkencehanelerinden
geçmiştir:“Kontrgerillaya götürü-
lürken içimden demiştim ki, ‘Ulan İlhan… Önünde bir süre var. Bugüne
kadar oluşturduğun kişiliğe ya da
kendi ellerinle yaptığın yontuya ters
düşecek bir şey yaptın mı, yaşarken
öldün!..’ ”
“İleri demokrasi” diyerek iktidara gelenlerin cumhuriyet devrimini ve onun aydınlarını hedef alan
saldırısından o da nasibini almıştır.
Elli saat boyunca gözaltında, sandalye üzerinde ve uykusuz... Ergenekon dalgası onun da kapısını çalmıştır. Ama o İlhan Selçuk’tur, onun
rahle-i tedrisatından geçenlerin ifadesiyle “İlhan Abi”dir, yine dimdik
çıkacaktır.
Bu gözaltı sürecinden sonra iki
yıl daha ülkenin karanlığa götürülüş
sürecine tanıklık edecek, 21 Haziran
2010’da, yakınlarına, dostlarına,
meslektaşlarına ve okuyucularına
veda edecektir. “Pencere” kapanacak ve O’nun doğduğu bir 11 Mart’ta
aramızdan ayrılan ruh ikizinin, Turhan Selçuk’un yanına gidecektir.
Ancak bu kadar dayanabilmişti
O’ndan ayrı kalmaya…
Yaşam felsefesini benimsediği
Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda birbirinden ayrılmaz iki parça buluşmuştur. Turhan ve İlhan Selçuk;
iki Cumhuriyet neferi, iki yılmaz aydınlanma savaşçısı artık sonsuza
kadar beraberdirler.
BR “MERHABA” KTABI
Orhan Karaveli’nin büyük bir boşluğu dolduran bu kitabı, Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” benzeri bir Cumhuriyet gazetesi kitabı değil, O’nu yakından tanımak isteyenler için adeta bir “merhaba” kitabı özelliğinde.
Neler yok ki bu kitapta;
Ailesi, kardeşleri, okul yaşamı,
1950’li yılların Mevhibe Beyat’ı
nam-ı diğer gönüller fatihi Lavinia’yla evlilik, ikinci eşi Handan
Hanım’la kırk bir yıl…
Baba Albay Kasım Bey’in emeklilik yıllarında yaşanan 6-7 Eylül
olayları sırasında Kurtuluş’taki yerinde refleksi,
Adana Mensucat Spor’un rakiplerine kök söktüren kadrosunda
yer alan İlhan Selçuk,
Orhan Karaveli
Vatan’da yazarlığa başlayışı,
Cumhuriyet gazetesine geçişi,
Turhan ve İlhan Selçuk’un 12
Mart günleri,
Annesine yazdığı mektuplarda İlhan Selçuk,
Dostlarına yazdığı mektuplarda İlhan Selçuk,
Turhan Selçuk’un kaleminden İlhan Selçuk,
Tanıyanların kaleminden İlhan
Selçuk,
Çetin Altan, Hasan Cemal ve İlhan Selçuk…
Doğan Avcıoğlu’yla neden ayrıldılar?
Siyasete neden girmedi?
Cumhuriyet gazetesinin inişliçıkışlı günleri…
Bu ve benzeri birçok olaya tanıklık edeceğiniz, Orhan Karaveli
gibi gazeteciliğin duayenlerinden
bir ismin kaleme aldığı bu eseri
mutlaka okumalısınız…
(Kendi Heykelini Yapan
Adam: İlhan Selçuk, Orhan Karaveli, Doğan Kitap, 224 s.)
Ayrıntılı bir
biyografi olmanın
yanında, bir anı
ve saygı kitabı da
olan “Kendi
Heykelini Yapan
Adam”, İlhan
Selçuk’un
yaşamının
yanında,
ülkemizin bir
dönemini de
gözler önüne
seriyor
KTAPTAN
Futbolcu olmak isterdim; ünlü bir futbolcu!.. Yeşil sahalarda gol attıkça alkışlanan. “İnce hastalık” etkiledi kişiliğimi, önce duyarlı bir genç sonra da yazar oldum.
Çeyrek yüzyıl geçmişti ki enfarktüs gelip vurdu. Beklemiyordum desem yalan olur. Böyle ince ve hasta bir yürek nasıl dayanabilirdi olup bitenlere (gözyaşları)? Ama her
hastalığın kendine göre özgül nitelikleri var. Enfarktüs, ince
hastalığın tersine insanı başka biçimde etkiliyor. Bundan
böyle streslere dayanmak için egoist, duyarsız, vurdumduymaz, kaba, terbiyesiz bir adam olmak gerekiyormuş. Eh,
mademki öyle; niçin olmamayım? İşte sana bir ay sonra yanıt verişimi de umursamıyorum. Af da dilemiyorum; ne istersen düşün, ben böyleyim işte… mi?
Aydınlık KİTAP
7
Kabuğu sert,
içi yumuşak meyve
imdi “Kadnlar” romannn çlgn kzl Tammie’nin
ilham kayna Cupcakes, aslnda o kadar da çlgn, o
kadar da kevae deildim diyor; kendi gerçekliinde
neler olduunu anlatyor bize
DİLAN ÖZTÜRK
dilanozturk@gmail.com
“Ona dahi diyenler var, buna ben de katılırım.
Eşsiz bir biçimde karmaşık, harikulade bir eksantirikti. Sözü berraklık ve kolaylıkla dizme
yeteneğiyle hayatı kor halinde bir tutkuyla yaşadı- gücünü genellikle aşktan ve öfkeden alarak.Ruhunu açmaktan korkmadan, çoklarının ele alınmayacak kadar mahrem ve tabu
buldukları konularda çiğ bir dürüstlükle yazdı. Onu farklı kılan hayatın müstehcen yanına dair mizah, vakar ve zarafetle yazarak milyonlarca insanı etkilemesiydi- ben de bunlardan biriydim.”
Bukowski’yle yirmi üç yaşımda tanıştım.
Yaşadığım şehirden başka birine taşınmıştım,
yıllar sonra “birbirimize karşı çok gaddarız galiba” diyecek olan sevgilimden ve onu çağrıştıran her şeyden uzaklaşmaya çalışıyordum,
bir şehirden gitmek kadar kolay olduğunu sanıyordum bir aşktan gitmeyi.. Çoğunluğun aksine önce Fante vardı benim için sonra onu
okuduğu, ona tanrım dediği için Bukowski.
Şaşkındım, yazar olma hayallerim, gerçekçiliğini yitirmeye başlamıştı, yazdıklarım kişiseldi, güzel cümlelerdi ama bir günlükten öteye gidemiyorlardı gözümde, kızgındım, iyi bir
okur olduğum için bir araya getirebiliyorum
böyle cümleleri diyordum, kimbilir belki de
okuduğum şeylerdi yazıyorum sandıklarım,
başkalarının cümleleriydi. Sonra Hank geldi yeraltından;
gerçeğe tutunarak yazdığım
hayali diyalogların, Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, pejmürde odada geçen
gaddarlığın/aşkın sevgilimle
benim aramda değil benimle
benim aramda geçtiğini, tüm o
cümlelerin gerçekte değil, benim kafamda geçtiğini anlattı
bana, günlük yazmaya devam
ettim böylece, yaşanmamış günlükler…
Şimdi “Kadınlar” romanının çılgın kızılı Tammie’nin ilham kaynağı
Cupcakes, aslında o kadar da çılgın, o kadar
da kevaşe değildim diyor; kendi gerçekliğinde neler olduğunu anlatıyor bize. “Gerçek susuz yenen bir portakaldır” diyen Bukowski’nin yazdıklarının da bir günlük olmaktan çok öte olduğunu ispatlarcasına.
Bukowski Tammie için;
“Yatağa girip saçlarını düşündüm. Gerçek bir
kızılla birlikte olmamıştım o güne kadar.
Yangın gibiydi. Cennette çakan bir yıldırım gibi.
Yüzünü o kadar da sert bulmuyordum artık nedense.”
Pamela “Cupcakes” Wood, Charles Bukowski ile 23 yaşında tanışmış kendi cümleleri ile o zamanki kendini şöyle anlatıyor:
Charles Bukowski
“Beş yıllık planın canı cehenneme, anın
içinde yaşamak beni yeterince meşgul ediyordu. Kendimi ya da hayatı fazla ciddiye almıyor, genellikle kolay hoşnut oluyordum. Gençlik ve güzellik benden yanaydı- bir paket sigaram, dinleyecek güzel bir müziğim ve ucuz
bir şişe şampanyam varsa, iyi bir gündü.”
Böylece başlayıp, iki yıl süren ilişkilerinin
anlatıldığı kitapla “Kadınlar” romanının kahramanlarından biri dile geliyor ve adeta Chinaski ile Bukowski’nin aynı adam olmadığını söylüyor, bu kez nasıl anlatıldığı değil kimin
anlatıldığı önemli benim için. Bu sebeple ona
aslında hiç aşık olmadığını söyleyen Kızıl’ın vücudunun hatlarını
vurgulayan spagetti çizgili dekolte elbisesi ile Hank’ten son kez
borç isteyişinden öte göremedim, bu kitabın yazılış sebebini,
belki de biraz kıskanarak...
Kitabı bitirdikten sonra tabiki “Born İnto This” belgeselini tekrar izlemek, Bukowski’nin arabasının ön camının sağındaki çatlağın Cupcakes’in
sivri topuklarının eseri olduğunu bilerek ve sanki ordaymışçasına kikirdemek, “Kadınlar”daki Tammie’yi hatırlamak farz oldu,
ilk defa öznesi ben olan bir kitap tanıtım yazısı yazmak cesareti geldi; tüm Bukowski kitapları raftan indirildi, bol bol iç çekildi Bukowskivari.. Bu noktada bu kitabı takdir
etme sebebim yayın yönetmenlerinden Şenol Erdoğan’ın bahsettiği gibi sadece okuru değil bir Bukowski düşkünü olmamdan
ileri gelebilir. Pis moruk; bütün bu sertliğinin altında eski kafalı, romantik bir orospu
çocuğunun olduğunu hissetmiştim kuşkusuz,
bir otel odasının harikalar diyarı olduğunu
hissetmem gibi.
(Charles Bukowski’nin Kızılı,
Pamela Wood, Altıkırkbeş Yayınları,
Çev. : Avi Pardo, 312 s.)
8
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Öyküleriyle farklılığı
yakalayanlar
Anlayamadmz, bizi bir karmaann içinde yayor hissetmemize sebep olan izleklerin, boucu
eyalarn ve olaylarn, tuhaf bir biçimde yolumuza çkan ve kendi irademizle yön veremediimiz
bir sürü eyin, ilikinin, tüketilmenin, yaplp yaplp yok edilmelerin, varlklarn yaammzn
merkezine sokan insanlar yazmak istedim
DENİZ ANTEPOĞLU
denizantepoglu@hotmail.com
Öykü dergilerinden tanıdığımız Bora
Abdo, “Öteki Kışın Kitabı” adlı öykü
kitabıyla okuyucuyla buluştu. Kitap, yayımcılığa yeni adım atan ve özellikle
öykücülüğe verdikleri önemle göz
dolduran Alakarga Sanat Yayınları’ndan çıktı. “Öteki Kışın Kitabı”,
Bora Abdo’nun “Karakış Üçlemesi”
adlı üçlemesinin ilk kitabı. Gerek dili,
gerek öykülerindeki renkli karakterleriyle şimdiden farklılığı yakalamış ve
dikkate değer bir yazar Bora Abdo. Bu
hafta kendisiyle kitabı ve Türkiye’deki öykücülük üzerine bir röportaj yaptık. Keyifli okumalar.
Alakarga Yayınları’ndan çıkan ilk
öykü kitabınız “Öteki Kışın Kitabı” ile
okuyucuyla buluştunuz. Neden öykü
yazmayı seçtiniz?
“Öteki Kışın Kitabı” yazın dünyamda,
“Karakış Üçlemesi” adını verdiğim üçlemenin ilki. Öbür ikisi ise roman olarak sürüp, bitecek. Bu yüzden salt öykü
ve roman ayrımından çok yazma eylemine girişme sebebimden bahsedebilirim. Anlayamadığımız, bizi bir
karmaşanın içinde yaşıyor hissetmemize sebep olan izleklerin, boğucu eşyaların ve olayların, tuhaf bir biçimde
yolumuza çıkan ve kendi irademizle
yön veremediğimiz bir sürü şeyin,
ilişkinin, tüketilmenin, yapılıp yapılıp
yok edilmelerin, varlıklarını yaşamımızın merkezine sokan insanları yazmak istedim. O insanların hayatlarındaki küçük renk tüplerini, ayrıntılarını. Öyküyle başlama tercihim ise sanırım onun bu başkaldıran yapısına bilinçli tanıklığımdan ve genelde sözcüklerin de sağaltıcı ve büyülü etkisindendir. Bir de öyküde okura, onu
ayrıntılara boğmadan, çok açık, bambaşka bir göz önerebilirsin.
Türkiye’de öykücülük size göre ne durumda? Öykücülük derinleşti mi sığlaştı mı?
2000’lerin ortalarından sonra öykünün
dil ve anlatım olanaklarını zorlama ve
biçimsel gelişme göstermediğini düşünüyorum. Son zamanlarda yazılan
öykülerde 1950’lerin öncesindeki gibi
sadece olay anlatmak ve bunu yaparken güdümlü, gerçekçi bir dil kullanma kolaycılığına kaçılması öykücülüğümüz açısından tehlikeli. Öykünün
gündelik dille yazılması gerektiğine
dair tutucu bir görüş var çünkü çoğu
yazarda. Çoğu öykü birbirine benziyor,
çünkü aynı kısır dille yazılıyor. 1990’lı
yıllarda yazılan öyküler şimdi yazılan
çoğu öyküden daha heyecan verici. Şu
anki öykü damarı izleyebildiğim kadarıyla sıradan ve demode. Fakat çok
iyi öyküler yazan az sayıda genç öykücünün de hakkını vermek gerekli.
90’ların ustaları bence çıtayı bir hayli
fazla yükseltip, öyküyü basit bir olayı
anlatır gibi yazmaktan uzaklaştırıp, sanatın ve edebiyatın yenilikçi yollarına
çıkardılar. Dünya ölçeğinde de iyi
eserler verdiler ancak romancılarımız kadar bilinemediler. Öykü, ülkemizde biraz daha az üzerinde durulmuş bir yazın türü ne yazık ki. Her ne
kadar son zamanlarda roman yazıyor
olsam da öykü kitaplarının daha çok
çıkmasını, çok sayıda öykü dergisi yayımlanmasını umuyorum.
Kitabınızın isminin de
belirttiği gibi, her öyküde kış, fırtına hissediliyor. Kışın sizin için anlamı ne, neden kış?
Kış her insan gibi bende
de karanlık ve kasvetli
çağrışımlarla ilerlememe
neden oluyor yazdıklarımda. Kış, kar, çocukluğumuzda, gençliğimizde
hiçbir zaman varsıllığa
denk gelmemiş, hep bir
şeylerin eksikliğini duyurmuştur bize, gizliden gizliye. Yazmaya ve anlatmaya çalıştığım, kıştan çok,
“Öteki Kış”.
Öykülerinizin dili alışılmışın dışında.
Genelde cümleler yarım veya oldukça kısa. Cümlenin kelimelerinin her
biri bölünmüş. Bu tarz bir dili neden
seçtiniz?
1995 yılında, ilk yazmaya başladığım
zamanlar ben de alışılmış cümleler kuruyordum. Sonrasında uzun bir süre
ara verip yeniden döndüğümde “nasıl anlatsam?” kaygısını yaşamaya
başladım. İçimde yazmak istediğim her
şeyi nasıl damıtabilirdim. Biçimsel ve
dil olarak sahte bir gerçekçiliğe hiçbir
şekilde yanaşmadan şiirsel ve imgesel
bir yazı anlayışı yakalamaya çalıştım.
Kitapta uzun cümlelerim de var. O fikir ya da duygu beni uzun uzun an-
latmaya sürüklüyorsa bazen uzun da
yazıyorum.
Her öykünüzde karakterler oldukça
farklı ve öyküleriniz bu açıdan oldukça zengin. Karakterler ilginç, her
seferinde bambaşka bir hayata dâhil
olduğunuzu hissediyorsunuz. Karakterlerinizin oluşumunda nelerden besleniyorsunuz?
Hayal gücümden. Kurgu ve deneysel
yazma özgürlüğümden. Ayrıca iyi bir
yazarın sadece kendi içine bakarak
yazması kısa bir süre sonra köreltiyor
onu. Artık yazamıyor ya da tekrara düşüyor. Benim de yeni yeni anladığım
bir algı bu. Kendi karakterlerimi yaratırken artık eskisi kadar içime bakmıyorum. Başka hayatları, varoluşları, insanları da “görmek” gerekiyor.
Okuma kültürümü de dünyası farklı,
başka yazarları keşfederek genişletmeye çabalarım hep.
Böylelikle kendi dünyamın uzağında kalanların zengin ayrıntılarını da gözlemlerim. Kurmacayla paralel yazmak zaten özelliksiz
karakterleri dışlar.
Öyküleriniz pek çok
edebiyat dergisinde yayımlandı. Hatta en
son, ilk sayısıyla okuyucuya ulaşan “Sarnıç
Öykü” dergisinde öykünüz yayımlandı. Öykücülüğün gelişiminde dergilerin rolü nedir sizce?
Yeni yeni yazmaya başlamış ve sesini
duyurmaya çabalayan bir yazar adayı
için büyük ölçüde çok önemli bir rolü
var tabii ki. Öykücü, dergilerde yayımlanan çağdaşlarının ya da ustalarının neler yazdığını gözlemleyip kendi yazın dünyasını da geliştirmek zorunda hisseder kendini. Daha farklı ve
daha yeni yazmaya çalışır. En azından
çalışmalıdır. Dergiler her şeyden önce
daha nitelikli öyküler, öykücülüğümüz
hakkında kuramsal metinler yayımlayarak öykücülüğümüzün çıtasını yükseltebilir.
Bugün Türkiye'deki edebiyat dünyasında (yayınevleri, editör kadroları,
yazarlar, edebiyat dergileri vb.) genç
yazarların önceliği ve öncülüğü ne du-
Bora Abdo
rumda? Tatmin ediciliği konusunda
ne düşünüyorsunuz?
Bu biraz ülkemizdeki okur sayısıyla da
ilintili aslında. Okumuyoruz. Düzenli dergi takip edenlerimizin sayısı az.
Çoğu yayınevi öykü kitabı basmaktan
yana satmaz endişesiyle olumsuz görüş bildiriyor yeni ve genç yazarlara.
Ülkemizin toplumsal ve sanatsal durumu da tetikliyor bunu. İthal fikirleri beğeniyor. Çoğu taklit. Düşünmüyor. Yaratıcı değiliz. Yayınevleri tarihi ya da cinselliğin sulandırıldığı, şiddet ve silah içeren romanlar, kitaplar
bekliyor yazardan. “Alakarga Yayınları”nı kitabımı yayımladıkları için
değil gerçek anlamda yeni yazarlara
destek olma ve en ufak bir kâr gütmeden yalnızca nitelikli ve iyi edebiyatın peşinde koştukları için tebrik ve
teşekkür etmek gerekir. Bu, sadece bir
yazarın değil, yazmak isteyenlerin de
inancını tazeliyor. Yayınevlerinde öykücüler için kitap yayımlatmak zor bir
olasılıkken, dergiler genç yazarlar için
inanılmaz objektif davranabiliyorlar.
Sarnıç Öykü, “sadece iyi öykü” sloganıyla yola çıkıp sonraki sayılarında
genç yazarlara çok yeni kapılar açıp
kendilerini gösterme imkânı sunacak. Notos, Kitap-lık, Sözcükler ve diğer dergiler de edebiyatımıza yıllardır
yeni öykücüler kazandırma konusunda çok tarafsız ve nitelikli öykü yayımlamada yeterince titizler. Hem
okuyanların hem yazanların öncelikle dergileri sahiplenmeleri gerekiyor.
Bir dönem peş peşe dergiler kapanırken şimdi birilerinin cesaretle bunun
üzerine gidip yeniden yeniden denemeleri de mutluluk verici.
(Öteki Kışın Kitabı, Bora Abdo,
Alakarga Sanat Yayınları, 128 s.)
2000’lerin
ortalarından
sonra öykünün dil
ve anlatım
olanaklarını
zorlama ve
biçimsel gelişme
göstermediğini
düşünüyorum.
Son zamanlarda
yazılan öykülerde
1950’lerin
öncesindeki gibi
sadece olay
anlatmak ve bunu
yaparken
güdümlü, gerçekçi
bir dil kullanma
kolaycılığına
kaçılması
öykücülüğümüz
açısından tehlikeli
Aydınlık KİTAP
BABİL BALIĞI
28 EYLÜL 2012 CUMA
9
Köpekler ve Efendiler
M. SALİH KURT
mustafa.salih.kurt@gmail.com
Bu hafta okuduğum kitaplar arasında
Andrew O’Hagan’ın “Maf” kitabı diğerlerinden biraz öne çıktı. Bu öne çıkışta kitabın edebi değerinin fazlalığı, yazımındaki kalite vb. den ziyade, edebi açıdan bu
köşede işlenebilecek ve biraz da başka yerde rastlanabileceğinden daha farklı bir konuyu ele alma fırsatı sunduğu için beni
daha fazla heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Andrew O’Hagan’ın 1968 İskoçya doğumlu olduğunu, henüz genç bir yazar olmasına karşın kurgusal anlamda Our
Fathers (1999), Personality (2003), Be
Near Me (2006, O’Hagan’ın kitapları
arasında kişisel favorimdir, kültür şoku yaşamak için bire birdir) ve nihayetinde Maf
(2010, Tembel Hayvan Yayınları bu yıl dilimize kazandırdı), kurgu dışı
olarak da The Missing (1995,
kayıp insanlar hakkında derin ve etkileyici bir kitaptır)
ve The Atlantic Ocean
(2008) kitaplarını yazdığını
hatırlayalım. “Maf” temel
olarak Marilyn Monroe’nun
köpeğinin gözünden Monroe’yu, dönemi ve dolayısıyla hayatı anlatmak üzere
kurgulanmış bir roman.
Monroe, Sinatra, mevzubahis dönem (60’lar) ve bir
köpeğin gözünden her şeyin anlatımı gibi
ilk çırpıda orijinal görünen bir kurgu
(yazının devamına bakınız) bir araya gelince, oldukça kazanan bir formül ortaya
çıkmış görünüyor. “Maf”ın Hollywood tarafından da keşfedilmesi aslında sürpriz sayılmaz ve
açıkçası kendi adıma, filminin, kitabından daha başarılı
olacağını düşünüyorum, nedenlerine ve incelemeye birazdan geliyoruz.
ANLATICI
KÖPEKLER
İlk evcilleştirilen hayvan
olmasıyla birlikte köpekler,
insanlar ile tarih sahnelerinde hep yan yana bulunmuşlardır. Kendilerine biçilen eşlik
etme görevi zaman zaman insani kendi
özümüzü açıklamakta da bizlere yardımcı
olduğundan ve yadsınamaz gerçekliklerini göz ardı edemeyeceğimizden dolayı
da edebiyat tarihi boyunca da kitapların
içerisinde en az efendileri kadar unutulmaz karakterlere dönüşmüşlerdir. Örneklemek gerekirse “Odyssey”den Argos,
“Oz Büyücüsü”nden Toto, “David Cop-
perfield”den Jip, Stephen King’den
“Cujo”, “Peter Pan”den Nana, Jack London’dan “Beyaz Diş” ve niceleri sayılabilir. Öykünün yan karakterleri ve ana temalarını oluşturmanın yanında, “Maf”ı
okuyan belirli kişilerin de fark edebileceği üzere edebiyatta köpekler zaman zaman kurgunun içinde anlatıcı koltuğuna
da oturabilirler. Nasıl oturmasınlar ki bütün dünyaları kokularla renklenen, normal koşullarda sahiplerinin bacaklarının
veya ayaklarının hizasında dünyayı seyreyleyen ve bağlılığın ne demek olduğunu varlıklarıyla kanıtlayan insanlığa lütuf bu canlıları bazı şeyleri anlatmak için
koltuğa oturtmayıp da kim oturtulacaktır ki? Aklıma belli belirsiz köpek eğitimi görüntüleri geliyor. Asıl olan köpeklerin de sahiplerini hem de bu işi şova
dökmeden adım adım bazı konularda
eğitmeleridir. Köpekleri olan okuyucularımız ne demek istediğimi hemen anlayacaktır.
“Maf”ın orijinal bulunan
yanlarından biri olarak görülen Marlyn Monroe’nun
ve döneminin öyküsünün
bir köpeğin gözünden anlatımı aslında zannedildiği kadar da dahiyane bir fikir
veya bir yenilik değildir. Öncesine gidersek orada Paul
Auster’ı ve “Timbuktu” (Can
Yayınları, 1999) romanını
görürüz. Paul Asuter’ın
ölümsüzleştirdiği Mr. Bones’da (Kemik Bey) öykünün ana anlatıcısıdır. Brooklyn’i ve şair sahibi Willy’nin
öyküsünü bizlere anlatır. Ama durun bir
dakika! Aynı yıla gidelim ve benim de favori yazarlarımdan biri olan John Berger’in “King: A Street Story” (1999,
Kral: Bir Sokak Hikayesi,
Metis Yayınları 2001) kitabını da hatırlayalım. Şüphesiz “Kral” bir köpeğin gözünden gerçek dünyanın nasıl anlatılması gerektiğinin
en güzel örneğidir. Bir kişi
durumuna sokularak canlandırılan köpeği dünya, gerçeklik ve efendileri hakkında
konuştururken düşülecek tuzaklardan biri şüphesiz köpeği
tamamen gerçekliğin dışına itmektir. Bu bakımdan köpeği anlatıcı
konumuna koyarak pek çok öyküde olduğu gibi can yoldaşı olmak vb. gibi konularla beraber tamamen her şeyi karikatürize edip bir mizah öyküsü yazmak
ne kadar kolay ise “Maf”, “Timbuktu” ve
“Kral”daki gibi gerçek bir drama, gerçek
bir anlatıyı sunmak ise o kadar zordur.
Yazıp yazmamak konusunda yazarının eli
bağlanacağından, yazıyı çelişkilere sokPaul Asuter
“Cennette torpil geçilir. Eğer hakkıyla değerlendirilseydi, siz dışarıda kalırdınız ve köpeğiniz içeri girerdi.”
Mark Twain
Andrew O’Hagan
mak, hatta tamamen sahte görünümlere büründürme riskini de taşımaktadır.
Bu açıdan John Berher’in şu ana kadar
edebiyat tarihinde bunu hakkıyla tek
başaran yazar olduğunu söylememiz kaçınılmaz. Nedenlerine gelirsek, gerek
“Timbuktu”da gerek “Maf”da çok fazla
sonradan eklenildiği belli olan faktörle
karşılaşırız. Söz gelimi “Maf”ta köpeğin
felsefi düşüncelere gönderimleri sıklıkla oldukça eğlenceli bir okuma
serüveni sunarken bu
öğretilmiş düşünce tarzının roman boyunca
fazla zorlandığını ve yazarının sıklıkla karakterine müdahale edip
durum veya durumlar
için yorumda bulunma
zorunluluğu ortaya koyduğunu görürüz. Yine
“Timbuktu”da Bay Ke- John Berger
mik’in eylemleri ve hareketleri örtüştürülmeye çalışılırken, gerçek dünyanın bir
nebze de olsa ona ayak veya dayanak sağlamak amacıyla eğildiğini ve önüne kemirmesi için atılan bir kemik durumuna
indirgendiğini görürüz. Bay Kemik, sadece kendi inandırıcılığını
tıpkı “Maf” gibi örselemekle kalmaz aynı zamanda Şair Willy, Monroe ve dönemi de birer sis
perdesinin arkasına iter.
EFENDY GÖZ
ARDI ETMEK
“Maf”ta en çok dikkat
çeken kusurlardan biri
her ne kadar yazar gönderimde bulunduğu gerek edebiyat gerekse felsefi eserlerde inanılmaz bir başarı yakaladıysa da Monroe’yu, terapi seansları haricinde gerçek bir karakter olmaktan
sıklıkla uzaklaştırır. Hâlbuki bu tip anlatımın en vurucu yanı olan “efendileri
hakkında olma” etkisini tamamen yitirir.
Böylelikle de kurguyu da bir anlamsızlık
silsilesi içine itmiş, daha çok yazarın
kendi vızıltılarını (rant) söylevlere yaymak
adına kullandığı paravanı kaldırmış olursunuz. Gerek “Maf”, gerek “Timbuktu”nun yaşadığı temel sorunlar bunlardır.
Yanlış anlaşılmasını istemem, eğer John
Berger’in “Kral”ı –ki muazzam bir eser
olmasını tamamen her şeyi doğal bırakıp,
gerçekleri ve karakterleri manipüle etmeden, dolaylı anlatıma kalkışmadan
ve sabit, süreğen drama faktörü ile okuyucuyu baş başa bırakan yazınına borçludur- yazılmamış olsaydı ve en azından
ben okumamış olsaydım her iki kitaptan
da (“Maf” ve “Timbuktu”) etkilenmiş olabilirdim. Ancak sonuçta aynı eksiklik hislerini taşıyacaktım. Bir
bakıma bu nedenle
“Maf”ın kurgusunun
kurbanı olduğunu söylemek mümkün. Aksi halde kitap için devasa boyutta bir araştırma ve olgunlaşma
sürecinin geçtiği açıkça görülüyor. Pek
çok edebiyat eserine, felsefeye (özellikle de içinde hayvanları da barındıran felsefi görüşlere) ve döneminin
olaylarına –ki yazar 60’lı yılları
gözlemleyebilecek kadar yaşayamamış olmasına karşın,
bu eksikliğini hiç sezdirmiyordönük kullanılan referanslar
oldukça zengin ve kitabı başından sonuna kadar götürmenize yardımcı oluyor. Kısaca özetlemek gerekirse, kurgusundaki kusurları göz ardı
edebilirseniz okuyunca pişmanlık uyandıracak cinsten bir
kitap kesinlikle değil.
Her şeye rağmen “Maf”ın kurgusuna
derin bir iç çekişle beraber, bu hafta da
John Berger’den bir alıntıyla vedalaşalım:
“Bir daha hiçbir hikâye, bir tek o varmış
gibi anlatılamayacak.”
(Maf, Andrew O’Hagan,
Tembel Hayvan Yay.,
Çev: Cihat Taşçıoğlu, 307 s.)
10
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Hayatı yakalayan demokrasi:
Komünizm
“Demokrasi, bir biçimde ‘komünist’ de olmas gerektiini, aksi takdirde, arzudan, yani
ruhtan, solukyan anlamdan yoksun, sadece zorunluluklar ve çkar yollar ileyen bir vekil
olacan yeterince belleinde tutamad”
CENK ÖZDAĞ
ozdagcenk@hotmail.com
TANRILAMA ZORUNLULUU
YA DA NSANIN YETERSZL
“Eğer Tanrılardan oluşan bir halk olsaydı, demokratik olarak yönetilirdi” (Rousseau,
Toplum Sözleşmesi, III. Kitap, Bölüm IV).
Jean-Luc Nancy’nin Murat Erşen tarafından
çevrilerek Monokl Yayınları tarafından 2010
Ekimi’nde basılan “Demokrasinin Hakikati” adlı kitabı bu alıntıyla başlıyor. Kitabın sonuna eklenen, Nancy’nin 28 Ekim 2010’da İstanbul’da Demokrasi Fikri adlı konferansa
sunduğu metnin çevirisini de Atakan Karakış üstlenmiş. Bu metnin adı ise “İle-olmak
ve Demokrasi”. Dolayısıyla, bu kitapta iki ayrı
metin bulunmaktadır.
Alıntıya dönersek, Rousseau’nun bu sözünde halkın bireylerinin demokratik olarak
yönetilebilmesi için insanlıklarından kurtulmuş olması gerektiği imleniyor. Dolayısıyla,
ima açıktır: İnsan kendi kendini yönetmeye
hali hazırda muktedir değildir, ya da böyle bir
yönetim demokratik olamayacaktır. İnsan
kendini aşabilmeli, Tanrılaşmalıdır. Burada,
Nancy’ye göre örtük bir teolojik tutum vardır. Dinin aşılması olarak yeni bir insan doğası, yeni bir insan gereklidir. Yeni insan, Tanrı’yı gereksizleştiren yeni bir Tanrı’dır, bu tahayyüle göre. Rousseau’nun insanın yetersizliğinin çözülemez olduğunu, yani insanın
kendisini aşamayacağını düşünmemiş olsa da
alıntının anlamı insanın insan olarak demokrasi hayalinin ulaşılamaz olduğudur.
68’N GERÇEK ANLAMI
İnsanın çobanını aradığı, ya da başına dikilen çobanın oluşturduğu siyasi biçimler serisinin serimlendiği tarih boyunca bireyin verili koşullar tarafından biçimlendirildiği bir
ortamda Rousseau’nun bunun aksini düşünmesi olanaksızdır. Ancak, Nancy’nin dikkat çektiği tarih bu olanaksızlığın düşünüldüğü 1968 yılının Paris’idir. Sarkozy’nin 29
Nisan 2007’de 68 ruhuna yönelik saldırısına
cevaben Nancy’nin söyledikleri bu olanaksıza
işaret eder: “68’in derin hareketi, kendinde
siyaseti ve kendinde kapitalizmi muhatap alıyordu. Ateşliliği, işletmeye dayalı demokrasiye çatıyordu ve daha da önce, teşebbüs edilen şey, demokrasinin hakikati üzerine bir sorgulamaydı” (s. 9). 68 bu anlamıyla bitmeyen
ve bu nedenle ölmemiş ve mirası olmayan bir
süreçtir (s. 11). Ancak, 11. sayfada yer alan
çevirmen notuna katılmıyoruz. Notta 68’in
“Türkiye’yi de kapsayacak şekilde” tasarımlandığı bir ifade yer almaktadır. Türkiye’nin 68’i bambaşka koşulların ürünü ve
bambaşka ürünleri veren bir olaydır. Bunun
tartışmasına burada girmek kitaptan kopmak
olacaktır. Kısaca değinmek yerindeyse Paris
68’i yaratan Türkiye gibi ülkelerin 68’i, yani
milli kurtuluş hareketidir. Bu nedenle Paris
68, Che Guevera, Castro, Ho Şih Minh, Charu Mazumdar ve Mao gibi komünist ve
milli kurtuluşçu liderleri bayrak edinmiştir.
Onlarda yakaladığı damar, yeni bir sosyalist
seçenek olduğu kadar yepyeni bir teori ortaya çıkarmalarıdır: Marksizmin kara kaplı
defterindense, ezberleri bozan yepyeni bir
kurtuluş teorisi.
ÖVÜLEN 68’N BAARISIZLIIDIR.
Bu kurtuluş teorisi tam da Nancy’nin değindiği şeyin demokrasinin yeniden, halkın savaşımı içerisinde keşfidir. Nancy’nin sorgulama
dediği şeyin tarihteki temsili Mao’nun Kültür
Devrimi’dir. Kültür Devrimi’nin nesnelliğinden çok Avrupa’nın devrimci kuşağının üzerindeki etkisi burada belirleyici olmuştur.
Avrupalı’nın Avrupalılığını sorguladığı bir
ortamda bundan başkası da beklenmezdi:
“Avrupa, hangi ölçüde artık
olmuş olduğunu sandığı şey olmadığını ya da, belki, hangi ölçüde yine de doğurmaya çabaladığı şey; yani ruhani kendilik ve jeopolitik birlik olarak
‘Avrupa’ haline gelemediğini
görmüyordu” (s. 15). Avrupa’nın bu körlüğüne karşın,
devrimci kuşak, bu körlüğün ardındaki gerçeği, Vietnam’ın,
Küba’nın direnişini yakalamaya çalışıyor ve kendisi için yeni
bir kurtuluş tasarlıyordu. Bu
kurtuluş varoluşsal bir mücadeleydi ve varolmak yerine
uyumlu olmayı seçti. Varolanı sorgulama
hali olarak, Nancy’nin övdüğü politik belirsizlik, esasında 68 hareketinin başarısızlığının
öznel nedenini ortaya koyuyordu: Önderlik
veya liderlik eksikliği. Bu eksiklik tarihin öznesi olacak bir tözün yokluğu anlamına geliyordu. Bunun varlığında ise tabu sözcük olan
“totalitarizm” hortlayacak ve Stalin’in belirişinden korkanlar dağılacaklardı. Avrupa’nın
nesnelliği buydu. Bu bahsi kapatıyoruz.
DEMOKRASNN Ç ÇELKSNN
KEF OLARAK PARS 68
“Yüzeysel bir şekilde: saldırıya uğrayan demokrasiyi gördük, ama onun da kendisini saldırılara açtığını ve eskiden olduğu gibi savunulmaya olduğu kadar yeniden icat edilmeye de ihtiyaç duyduğunu anlamadık. 68, böyle bir icada olan ihtiyacın ilk ortaya çıkışıdır.”
(s. 20). Nancy’nin de dediği gibi hastalığın
semptomunu belirtmesi açısından Paris 68’in
olumlu bir işlevi oldu. Demokrasinin sürekli kılınması gerekliliği aksi halde sekteye uğrayan kesikli demokrasinin oligarşik bir tiranlığa dönüştüğü Paris 68’in hazin sonucudur. Böyle bir ortamda yeniden olumsuz bir
varoluşçuluk, Nietzschecilik hortlamıştır.
Nancy’nin de dediği gibi “Nietzsche’nin ‘tüm
değerlerin yeniden değerlendirilmesi çağrısı’ edimsel hale geliyordu” (s. 21). Tüm değerlerin yeniden ele alınışı, değersizleşme sonucunu ürettirmişti Avrupalı aydına. Bu değersizleşmenin sonucunda değer salt bir mübadele ortamı sağlamış, kapitalist değiş-tokuş
üretim olmaksızın hayatı mübadele etmiştir.
Bu yanıyla artık herşey politiktir.
Her şeyin politik oluşuna karşı bir başkaldırı olarak 68, “artık gerçeğin ters yüz edilmiş yansısı değil, düşünce gövdeleri, fikirlerin biçimlendirilmesi”ni arzuluyordu. (s.
25). Ters yüz edilmiş gerçeklik olarak Marx’ın
ideoloji tanımına örtük olarak yer veren
Nancy, ideolojisizleştirilmiş gerçeklik olarak
hakikatin izini sürdüğü 68
okumasında, genel olarak
tarihi, genel olarak halkı,
genel olarak insanlığı değil,
tekil insanı, somut insanı, demokratik yönetimin öznesi
ve nesnesi olarak halkı aramaktadır. Varolan çokkültürcülüğe karşı özgürlük
arayışının bir temsili olarak ararken günümüzün
kandırmacalarını betimliyor: “Bugün demokrasiye
dair gerçek ya da sözde öz
eleştiriler etrafında pek çok
muğlaklık baş gösterebilir.
Aslında demokratik ilkeler kendilerine karşı döndürülebilir ve ‘insan hakları’nı saptırmak için fazla aşikar bir zayıflıktan yararlanılabilir, tıpkı dini tutumlara karşı yürütülen
eleştiriler ‘ırkçılık’ olarak nitelendiğinde ya
da, siyasi olarak ‘doğru’ ile ‘çokkültürcülük’adına kadınların bağımlı kılınmasını aklamak için çözümler üretildiğinde yapıldığı
gibi.” (s. 29). Bu sahte demokrasinin karşısında gerçek demokrasinin belirmesi bir
anlamda “çokkültürcülük”ün kabul edemeyeceği bir hakikat arayışını zorunlu kılar. Ancak, aranan hakikatin bulunmasıyla, ya da bu
yolda yürünmesiyle çokkültürcülüğün değersizliğinin örttüğü değer ortaya çıkabilir ve
değeri örten örtü kaldırılabilir.
HERKESN HERHANG BR
KMSE OLABLD
DEMOKRAS: KOMÜNZM
Bu örtü kaldırıldığında somut insan belire-
bilir. Somut insanın herhangi bir insan olabildiği düşünülürse (aksi takdirde belirli insanlar kimi nitelikleri dolayısıyla somut olacaktır ve bu somutluk diğer bazılarını soyut
kılacaktır yahut bu nitelikler soyutlukları nedeniyle insanı insan olmayan yoluyla insanlaştırmış olacaktır. Her şekilde somut insan
elde edilemeyecektir) Nancy’nin radikalleştirilmiş demokrasi olarak komünizmi
açıklık kazanacaktır: “Eğer demokrasinin bir
anlamı varsa, bu; içinde, hep birlikte, herkes
ve herkesten biri olma biçimindeki gerçek bir
olanağın ifade edildiği ve tanındığı bir arzuya
– bir istence, bir beklentiye, bir düşünceye –
ait olandan başka bir yerden ve başka bir saikten hareketle saptanabilir olan bir otoriteye
sahip olmama anlamı olsa gerektir.” (s. 31).
Bu sahip olmama bir bakıma hayatın kucaklanması demek olacaktır. Zira, politika,
hayatın geri kalanını dışarıda bıraktığı halde içine almış gibi yapar. Bu nedenle demokrasi, politikanın olanağını ortadan kaldırmakla yükümlüdür (sınıf çatışması). Hayatın kucaklanması politikanın gerçek anlamda aşılması olacaktır. “Egemenlik hiç kimsede konumlandırılamaz, hiçbir çerçevede betimlenemez, hiçbir anıtta yükseltilemez...
Bu anlamda demokrasi anarşiyle eşdeğerlidir... Demokratik kratein (yönetme), halkın
iktidarı; en önce archie’yi (erki) mat etme ve
sonra da, böylece aydınlığa kavuşturulmuş
sonsuz açıklığın, herkes ve her bir (birey) tarafından üstlenilmesi iktidarıdır.” (s. 64 – 65).
Bu açıdan bakıldığında “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz” şiarı demokrasinin, demokratik siyasetin en özlü ifadesidir.
Hayatın gerçekliğinde herkesin bir olduğu
bir hakikat vardır. Bu anlamın ortaya koyduğu şey dünyaya yaklaşıldıkça, uzaklaşıldığında elde edilen ayrımların gerçek ayrımları örttüğünün ve gerçek birliği bulandırdığının görünmesidir. “Demokrasi anlamın içkinliğinin bir yönetim biçimine ad verir – halka içkinlik, olanlar bütününe içkinlik, dünyaya içkinlik.” (s. 91). Dünyaya içkinliğin sonucu bellidir: laiklik, hayatın sonsuzluğu
nedeniyle sürekli olarak gerçeğe ulaşma ve
gerçekliği biçimlendirme olarak praksis ve sürekli olarak erki ortadan kaldırma olarak devrim. İşte bu süreklilik demokratik olanın ifadesidir. Bu yönüyle demokrasi politika ya da
politik bir biçim değildir (s. 67), aksine politik mücadele sonucu ortaya çıkabilen ancak
ortaya çıkışı ile politikayı aşan ve onu ortadan kaldıran bir hakikattir. Bu hakikatin nazarında herkes eşittir. İşte bu hakikat demokrasinin hakikatidir, komünizmdir.
(Demokrasinin Hakikati, Jean-Luc
Nancy, MonoKL, Çev: Murat Erşen, 96 s.)
Aydınlık KİTAP
28 EYLÜL 2012 CUMA
11
Anlamsız bir dünyanın
anlamını arayan adam: Camus
Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakçnn Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini, bir
biyografiden çok farkl olarak kritik ederek ortaya koyuyor; farkl bir okuma biçimiyle yapyor
bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in ifadesiyle “politik bir amac olan, entelektüel bir tarih
çalmas” çkaryor ortaya
UTKU ÖZBAY
utku.ozbay@gmail.com
Jean-Paul Sartre’ın ifadesiyle “ahlakçılar geleneğinin günümüzdeki mirasını sahiplenen”,
iflah olmaz hümanist Albert Camus önemli
bir noktada durur. Kanımca gençleri ya da çok
geniş bir kitleyi etkilemesinden gelmez bu
önem. Yahut daha geniş bir kitlenin onu sahiplenmeye çalışmasıyla alakası yoktur bunun.
Camus’nün önemini anlamamızı sağlayan
İletişim Yayınlarından çıkan Stephan Eric
Bronner’in, “Camus: Bir Ahlakçının Portresi” adlı kitabı okuyucuyla buluştu.
7 Kasım 1913’te doğan Albert Camus’nün
çocukluğu bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’de geçmiştir ve Bronner’in ifadesiyle bu çocukluk, ona sefaletin ne demek olduğunu öğretmiştir. Camus, o yüzden, çokça ifade ettiği gibi “güçsüzlerle içten bir şekilde empati”
kurabilmiştir. Bu yüzden “Başkaldırıyı sefaletten değil, Marx’tan öğrendim.” diyecektir
sonraları.
Camus’nün empati kurabilmesinin özünde yalnızca sefaleti yaşayarak öğrenmesi yatmaz. Doğduğu ve ergenliğine kadar yaşadığı
Cezayir’in Belcourt kentinin demografik yapısının etnik dağılımıyla da
alakalıdır bu. Biraz da Tanrı’ya
ulaşma biçimleri farklı olan
inanç sistemlerine tapınan insanların aynı uzamı paylaşmalarıyla alakalıdır. Belcourt;
Müslümanlar, Avrupalılar ve
Museviler’in bir arada yaşadığı kozmopolit bir uzamdır.
Kopkuyu karanlıkların içinde geçer Camus’nün çocukluğu: Yoksulluk, kitapsızlık, sevgisizlik... Henüz bir yaşındayken
kaybettiği babasından belleğinde hemen hiçbir şey kalmaz. Baba Lucien, Lucien Camus’nün doğmasından kısa bir
süre sonra, mutsuz kitleyle birlikte, mutlu ve
onurlu bir şekilde ölmek için Marne Savaşı’na
çağırılır; kısa bir süre sonra geriye dönen kendisi değil, ölüm haberidir.
Mondavi Köyü’ndeki evi bir yas bürümüştür artık. Bir şarap fabrikasında çalışan
baba Lucien öldükten sonra Camus ailesi (İspanyol kökenli, okuma yazması olmayan,
kulakları sağır olan ve güçlükle konuşabilen
anne Catherine, abi Lucien Camus, Albert Camus, Katherine’nin annesi ve abileri Joseph
ile Ettienne) Belcourt’taki Proletarya semtinde
oturan Katherine’nin annesinin yanına taşınırlar. Üç odalı küçücük bir dairede yaşayacaklardır artık. Camus, sonraları, hem maddî hem manevî sefaletin yaşandığı bu kapka-
ra uzamı “Defterler”inde anlatacaktır.
Gariptir: Yaşanan bunca acının, yokluğun
ve sıkıntının ardından hiçbir yakınma belirtisi görmeyiz Camus’de. Aksine, mutluluğun minicik bir yerine tutunarak yaşayan bir Camus
görürüz: Çocuk Camus’dür bu. Minik yüreği heyecanla atan ufak bedenli Camus’dür.
1930’da, ilk tüberküloz atağını geçirecek ve
“hasta olacak olan” Camus’dür.
1918’de bir devlet okulunda ilkokula başlar. Orada, “ikinci babam” dediği öğretmeni
Louis Germain ile tanışır. 1957 yılında yaptığı Nobel konuşmasını ona ithaf edecektir Camus. Hayatında hep önemli bir yeri işgâl edecektir Germain.
1924’te, Cezayir Lisesi’ne bursla girer. Amcası ile birlikte yaşar. Göz alıcı ve aynı zamanda
bir uyuşturucu bağımlısı olan aktrist Simone
Hie ile bu yıllarda tanışacaktır. Evlenirler.
Uzun sürmez. Bunda, Simone’nin madde bağımlılığını yenememesi en önemli sebebi
oluşturur. Camus, Simone ile birlikte olduğu
ve ayrıldığı zamanlarda yanında olan ve hayatının sonuna kadar yakın arkadaş olacağı iki
öğrencisi Jeanne- Paul Sicard ve Marguerite Dobrenn’le tanışır bu süreçte.
Onları birbirlerine bağlayan
tiyatro sevgisidir, sanat sevgisidir, bohem yaşama tarzlarıdır ve Komünist Parti’ye
üye olmalarıdır. - Fakat Camus artık Komünist Parti’ye
üye değildir- Üçlü, Cezayir’in tepelerinde birlikte
yaşayacakları aynı eve taşınırlar: “Dünyanın Ucundaki Ev”e.
“Dünyanın Ucundaki
Ev” önemlidir. Bir kaçış uzamı olarak çıkar karşımıza.
ANLAMSIZ BR DÜNYADA
ANLAMLAR OLUTURMAK
Stephan Eric Bronner, Camus’nün eserlerini keskin çizgilerle olmasa da zaman bağlamında birkaç bölüme ayırır. İlk dönemi oluşturan eserleri “absürd” üzerine kuruludur. Anlamsız bir dünyaya sıkışan bireylerin sıkıntısı ve varoluş problemlerini ortaya koyar Camus bu dönemde. 1937 yılında yayımlanan denemesi ve aynı zamanda ilk çalışması “Mutlu Ölüm”, Aziz Augistine’in ilk çalışması
olan “Mutlu Yaşam”a ironik göndermelerde
bulunur. “Varoluşuna karşı bir yorgunluk” hisseden ve “doğal ölüm” beklemeye zorlanmaktan şikâyet eden kötürüm öğretmen
Zagreus, öğrencisi başkahraman Mersault tarafından öldürülür. “İşyerinde onu bekleyen
kaderden” nefret eden ve eski öğretmeninin
parasının çekimine kapılan Mersault, cinayete
bir intihar süsü vermeye çalışır ve “mutlu bir
yaşam sağlama umudu” ile
Zagreus’un paralarını çalar.
Avrupa’ya gider. Avrupa’nın
kasvetli ortamı, onun buradan sıkılmasına neden olur.
Güneşi özlemiştir. Cezayir’e döner. Bir kadınla evlenir. “Dünyanın Ucundaki
Ev”e benzer bir şekilde,
aynı evi paylaşırlar. Camus,
burada, “pagan şehveti”ni,
düşmüş ve çökmüş olan Hıristiyan dünyasına yanıt olarak” sunar. Bunu yeğler.
Sonra “Tersi ve Yüzü” isimli eserini yayımlayacaktır.
“Mutlu Ölüm”, Bronner’in
ifadesiyle “Yabancı’nın bir
provası”dır.
DNSEL ATEZM
1930’lar Churchill, Hitler, Mussolini, Roosevelt, Stalin gibi “güçlü kişilerin” olduğu bir dönemdi. Dönemin gençliği gibi Camus de bu
yıllarda Halk Cephesi’ne katılarak aktivizmi
seçti ve savaşa sürüklenen kasvetli Avrupa’da, kendini siyasi kamplaşmaların içinde
buldu. Cezayir Komünist Partisi’ne girdi. Faşizme ve haksızlığa karşı hayatının sonuna kadar savaştı. Yanlış bulduklarını eleştirdi. Dogmatizmle sürekli savaşım içindeydi. Bu yüzden dine mesafeliydi. Camus, Voltaire gibi dinden bağımsız bir düşünür olmadı mesela; karşı çıktığımız şeylerin bakış açısı, karşı çıktığımız şeye göre belirleniyordu ne de olsa. Şöyle yazar Bronner: “Camus, ne bir Katolik ne
de dini batıl inançla çok benzer gören Voltaire
gibi dinden bağımsız bir düşünürdü. Dinden
bağımsız bakış açısı, karşı çıktığı din inancıyla belirleniyordu ve bu açıdan çoğunlukla ‘dinsel ateizm’ olarak tanınan genel bir felsefi akımı tarif ediyordu. Bu akımın Friedrich Nietzsche, Martin Heiddeger, Karl Jaspers gibi
felsefi savunucularının her biri radikal bireyler ve sofistike entelektüellerdi . Gençlik endişeleri ya da politik tutkuları ne olursa olsun,
olgun düşünürler olarak onlar herhangi bir kiliseye mensup değillerdi, herhangi bir dini dogmayı benimsemiyorlardı ve herhangi bir kitle hareketine temel oluşturmuyorlardı.”
İkinci Dünya Savaşı ve Sovyet Rusya’nın
-Camus’ye göre- yanlış tutumları, onu sosya-
lizmden uzaklaştırdı. Partiden ayrıldı.
Camus’nün 21 Şubat 1941’de günlüğüne
düştüğü notta da belirttiği üzere üç absürd,
“Yabancı”, “Sisyphus Söyleni” ve “Caligula”yla
birlikte tamamlanmıştı.
Bu bağlamda, en çok
bilinen eserlerinden olan
“Yabancı”yı açınlamanın
gerektiği kanaatindeyim
“Absürd”ün başarılı bir
şekilde işlendiği eserde, başkahraman Mersault, Bronner’in ifadesiyle “yaşamın
absürdlüğü”nden çok, bu
absürdlüğe verilen bir tepkiyi ortaya koyuyordu. Başkahraman Mersault, keyfî
ve nedensiz bir biçimde
Arap’ı neden öldürmüştü?
Mersault’un Arap’ı neden
öldürdüğü sorusuna yazarın
nesnel bir yanıtı yoktu. Olmamalıydı. Camus, Mersault’un bu “öldürme eylemi”nin sebebinin ve
yanıtının olmadığını göstermek için çok uğraşmıştı çünkü. “Malraux, Gide, Dostoyevski,
sürrealistler ve başka yazarların içinde olduğu
bir edebî gelenekle” yanıt bulabilir bu: “Amaçsız bir hareket, aslında anlamsız bir dünyanın
yansımasıdır.” ne de olsa.
İkinci Dünya Savaşı, Camus ile birlikte
eserlerinin yörüngesini de değiştirecektir.
“Absürd”ün yerini “direniş meşruiyeti” ve “dayanışma” alacaktır. “Tek başına isyan” artık
yerini “dayanışma”, “ortaklık” gibi kavramlara bırakır. “Yabancı”dan “Veba”ya yaşanan
değişimin başat noktasını da bu oluşturur.
İkinci Dünya Savaşı’nın o kasvetli ortamını
yansıtan; acıyı, hüznü en iyi anlatan romanlardandır sonuçta “Veba”. Şöyle yazacaktır
Bronner: “Devrim, ‘varoluşu düzeltme girişimi’ ve Camus’nün ‘din dışındaki yaşamda bir
yönetim kuralı’ olarak adlandırdığı şeyi açıkça ifade etme arzusu karşısında boyun eğer.
İşte ‘Veba’nın 1947 yılında yayımlandığında
vermek istediği mesaj buydu.”
Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakçının Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini,
bir biyografiden çok farklı olarak kritik ederek ortaya koyuyor; farklı bir okuma biçimiyle
yapıyor bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in
ifadesiyle “politik bir amacı olan, entelektüel bir tarih çalışması” çıkarıyor ortaya. Bize de
keyifle okumak kalıyor.
(Camus: Bir Ahlakçının Portresi, Stephan Eric Bronner, Çev: Tuğba Sağlam,
İletişim Yayınları, 189 s.)
12
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
KAZUO ISHİGURO’DAN DİLİMİZE KAZANDIRILAN YENİ BİR KİTAP: “UZAK TEPELER”
Japon asıllı İngiliz yazar: Kazuo Ishiguro
Arafta yaşayanlar...
“Uzak Tepeler” nesiller aras çatma, gelenekçilik ve yenilikçilik çatmas, özgürlükler ve
sorumluluklar çatmas, kültür çatmas gibi pek çok arada kalmln bireyler üzerindeki
psikolojik ve travmatik yansmasn salam bir ekilde bize sunuyor
DAMLA YAZICI
damla.yazici@msn.com
Yazma serüveninin çağlar boyu sürekliliği devam ederken pek çok
“yazan kişi” de bu edebiyat denizine kitaplar üretir. Fakat bunların bir
kısmı “yazar” olabilme yeterliliğinde eserler vermişlerdir ve hem
okuyucunun hem de edebiyat çevrelerinin kabullendiği isimler olmuşlardır. Kimi yazarlar çağından
sonra keşfedilmiştir, kimileri çağında kavuşması gereken değere
ulaşmıştır. Kimileri vardır ki çağından çok sonraya hitap etmiş ve
harcanmış, kimileri bundan kazançlı çıkmıştır. Edebiyatın duygu ve
düşüncelerden çıkıp teorilere dönüştüğü günümüzde eserler üzerine
tezler yazılmaya başlanmış ve sosyoloji tasniflerinin temel kaynakları
haline getirilmişlerdir. Yazarlık
kursları dünya edebiyatına da yerel
edebiyata “yazar”lar kazandırmaya
başlamıştır. “Keşfedilmek” geçmişe göre daha mı kolaylaşmıştır ya da
daha mı zordur, tartışılır, fakat artık parlayanı veya parlatılanı görmemek zor.
Japon asıllı İngiliz yazar
Kazuo Ishiguro
da dönemimizde
verdiği eserleri,
dili, kurgusu ile
parlayan isimlerden oldu. Günümüz Batı Edebiyatı’nda “bestseller”
kapsamında daha
yenilir yutulur eserlerin arttığı dönemde edebiyat
dili, kurgusu ve içeriği bakımından
daha düşündürücü
ve zaman zaman
zorlayan eserler veren yazarların azalması Kazuo İshiguro adını daha değerli kılıyor. Japon
kökenli bir yazar olarak İngiltere’ye
göçü yaşamak ve bu nedenle içsel
olarak çok farklı iki kültürün yansımalarını taşıyor olmak üretilen esere de taşındığı zaman elbette zenginlik doğuruyor. İshiguro’nun geçmişinin yansıması bir çok eserinde
rastlayabileceğimiz bir şey.
UZUN BR YOLCULUK
1954’te Japonya’nın Nagazaki kentinde dünyaya gelen yazar, altı yaşına kadar burada yaşadı. Okyanusbilimci olan babasının petrol
araştırmaları görevi nedeniyle İngiltere’nin Surrey kentine taşındılar.
Babasının kendilerini bir göçmen
olarak görmediğini ve bir gün mutlaka geri döneceklerine inandığını
söyleyen yazar bunun tam bir göç
olduğunu 15 yaşında anladı. İlkokula başlayan Ishiguro, onu matematikten daha başka bir alana
yazmaya yönlendiren açıkfikirli bir
hocaya sahip oldu. Müziğe oldukça ilgiliydi ve sıkı bir Leonard Cohen, Bob Dylan ve Joni Mitchell
hayranıydı. Sağlam bir gitar koleksiyonuna hâlâ sahip olduğunu biliyoruz. Liseyi bitirdikten sonra yazarın otostopçuluk yılları başladı ve
ABD’de uzun süre yolculuk yaptı.
University of Kent’te İngiliz Edebiyatı ve felsefe okumaya başlayan
yazar daha sonra University of East
Anglia’da yaratıcı yazarlık yüksek lisansı yaptı. Arkadaşlarının ona bakışı onu
sessiz ve kendi halinde biri olduğu yönündeydi fakat yazdığı ilk
metinler bu gözlemin
tersine bir tablo sergiliyordu. Sağlam
metinler çıkarıyordu
yazar. Bu yazımızın
da çıkış noktası olan
“Uzak Tepeler”(A
Pale View of Hills)
kitabı da yüksek lisans tezi olarak kaleme alındı.
“Uzak Tepeler”
geçtiğimiz haftalarda Yapı Kredi
Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Yayınevi daha önce yazarın önemli iki eseri olan “Avunamayanlar” (The Unconsoled) ve
“Beni Asla Bırakma” (Never Let
Me Go ) kitaplarını da dilimize kazandırmıştı. “Uzak Tepeler” yazarın ilk romanı olması açısından oldukça önemli iken ayrıca konu-
Kazuo Ishiguro
sunda barındırdığı ve karakterlerle sembolize edilen oldukça önemli sosyolojik ve psikolojik olguları
bize aktarması açısından da değer
kazanıyor. Bir Japon olarak hayatının uzun yıllarını Nagazaki’de geçirdikten sonra İngiltere’ye gitmiş
bir kadının; Etsuko’nun ağzından
anlatılıyor kitap. (Yazarın hayatın-
dan izlerin kitaba yansıdığını görebiliyoruz bu noktada.) Etsuko’nun
büyük kızı Keiko’nun yalnız yaşadığı
İngiltere’deki evinde intihar ettiğini öğreniyor okuyucu ilk olarak. Etsuko’nun diğer kızı Niki bu olay
sonrası annesini ziyarete geliyor
ve tam anlamıyla Batı eğitimi almış
olan Niki ile Doğu kültüründen bes-
“Uzak Tepeler”
kitabı yazarın
yüksek lisans tezi
olarak kaleme
alındı
KAPAK
lenen annesi Etsuko arasındaki diyaloglar
iki kültürün şekillendirdiği insanlar arasındaki çatışmayı yansıtıyor. Etsuko karakterinin geçmişe dönüşleri ile toplumsal dönüşümün bireyler üzerindeki etkisi,
sorumluluklarla özgürlükler arasındaki
çatışma, kültür çatışması okura aktarılıyor.
NOSTALJ DEALZMN
KARDEDR
Kazuo Ishiguro’nun nostaljiyi kullanması ve geri dönüşlerle hikâyeyi daha merak
uyandırıcı hale getirmesi eleştirmenlerce
de kitabın dikkat çekici özelliklerinden.
Şunu söylemeliyim ki bu, kitaba saplanmayı sağlayan önemli bir teknik. Başarısız bir şekilde kurgulandığında bütün eseri mahvedebilecek olan bu dönüşler Ishiguro’da doğru şekilde yol alıyor. Yazar nostaljiye verdiği önemi bir röportajında şöyle dile getirmiş: “Bazı durumlarda nostalji
son derece iyi duygular hissettirebilir.
Daha iyi bir dünyayı resmetmemize izin verir. İdealizmle bir tür kardeştirler.”
Yazarın “Uzak Tepeler”de anlatıcı
karakterin anlatımından geri dönüş ve nostaljiyi kullanması bir pişmanlık ve özlem
fikrini mi sembolize ediyor hissiyatı uyandırabiliyor. Tarihsellikten yararlanma ve
hatıraların okura anlatanın gerçek zamanda neler yaşadığına dair tahminler yaratmamızı sağlarken birçok soru işareti de
yanıtsızlık ihtimaliyle karşılaşıyor. Kitaba
bu noktada bir okur olarak sunabileceğim
eleştiri -ki pek çok yabancı eleştirmen de
aynı eleştiriyi sunuyor- kitabın sonunda cevapsız kalmış sorular bırakması olabilir.
SONUÇSUZ
SORGULAMALAR
Kitap içinde pek çok soruyu barındırıyor ve
pek çok temayı işliyor demiştik. Etsuko’nun geçmişe dönerek Nagazaki’de hatırladığı komşusu Sachiko ve onun küçük
kızı Mariko ile yaşadıkları da bize çok soru
doğuruyor. Sachiko kocası öldükten sonra
kızı Mariko ile hayatta kalmaya çalışır ve
taşradaki amcasının yanından ayrılıp şehirde bir kulübeye yerleşir. Bir gün Amerika’ya gitme hayalleriyle birikim yapmaya
çalışır, oraya gittiği takdirde herşeyin düzeleceğine, kızı için güzel bir geleceğin orada onu beklediğine inanıyordu. Hovarda
sevgilisinin temizlikçilik yaparak biriktirdiği
bütün parayı üç günde içkiye yatırmasına
rağmen ne hayalinden vazgeçmişti ne de hovarda sevgilisinden. Sachiko’ya göre hayat
bir kadın için Amerika’da daha kolaydı.
Gerçekten de öyle miydi? Sachiko Amerika’da umduğunu bulabilmiş miydi? Cevapsız kalan sorulardı. Etsuko ise köklerinin ateşli bir savunucusu olmasa da daha
yerel bir karakter olarak karşımıza çıkıyordu
fakat kitabın başında da anladığımız gibi zamanın 2. Dünya Savaşı sonrası Batı yönüne akması onu da sürüklemişti İngiltere’ye.
Büyük kızı Keiko’nun intiharı ise modern
çağda kültürel arayışının ve toplumsal dönüşümlerin yansıyan en ağır bedelini ödemişti. Kazuo İshiguro bu karakterde kendini işledi yorumlarına karşılık benim görüşüm hikâyenin bütün karakterlerine yazarın kendinden bir parça bıraktığı yönünde. Cevapsız sorular belki yazar için de
hâlâ cevapsız.
Etsuko’nun diğer kızı Niki kitapta son
nesil Batı’nın sembolü durumunda. Ni-
Aydınlık KİTAP
ki’nin adının konma hikâyesi aslında kitabın temasını bize sunmakta;
“Küçük kızıma sonunda verdiğimiz
Niki adı bir kısaltma değil, babasıyla bizi
buluşturan bir ortak noktaydı. Ne tuhaftır ki ona Japon ismi vermeyi isteyen kocamdı, bense belki de bencilce davranıp
bana geçmişi anımsatmasını istemediğimden, bir İngiliz adı olmasında diretmiştim. Sonunda Doğu’yla ilgili belli belirsiz bir çağrışımı da bulunduğundan,
Niki’de karar kıldı.”
ÇATIMALAR SLSLES
“Uzak Tepeler” nesiller arası çatışma,
gelenekçilik ve yenilikçilik çatışması, özgürlükler ve sorumluluklar çatışması, kültür çatışması gibi pek çok arada kalmışlığın bireyler üzerindeki psikolojik ve travmatik yansımasını sağlam bir şekilde bize
sunuyor.
Yazarın diğer eserlerine baktığımızda “Beni
Asla Bırakma” farklı konusu ile ötekilerden ayrılıyor. Ishiguro’nun bir bilim-kurgu yazarı olarak
anılmasına sebep olan eser
aslına bakılırsa yazarın istisnai eserlerlerinden. Eserin bilim- kurgu olduğuna
dair dahi tartışmalar var
iken böyle bir sınıflandırma
yapmak oldukça gereksiz
olur. Fakat eser Hailsham
Yatılı Okulu’nda büyütülen,
dışarısıyla ve aileleriyle hiçbir bağ kuramayan ve bedenlerine iyi bakmakla yükümlü, organ ihtiyacı olan insanlara organlarını bağışlamak
için klonlanmış öğrencilerin hayatı üzerine kurgulanmış. İçinde klonlanma tekniğini ve gerçek dışı faktörleri kullandığı için
bilim- kurgu olarak adlandırılan eser bunun yanında bazı distopya özellikleri de barındırmakta. 2010 yılında yönetmen Mark
Romanek tarafından filme uyarlanan kitap yabancı okur tarafından beğenildiği ka-
28 EYLÜL 2012 CUMA
13
dar Türk okuru tarafından da ilgiye değer
görüldü. Film aktarımının da oldukça iyi
olduğunu söyleyebiliriz.
ISHGURO VE SNEMA
Yazar Kazuo Ishiguro’nun diğer değinmemiz gereken yönü sinema ile olan ilişkisi. İki televizyon dizisi iki de sinema filmi senaryosu hayata geçirilen yazarın
“Beni Asla Bırakma” dan önce başrollerini Anthony Hopkins ve Emma Thompson’ın oynadığı The Remains of the Day
filmi Booker ödüllü “Günden Kalanlar”(Can Yayınları 1993, Turkuvaz Yayınları 2009) romanından uyarlanmıştı. Hayatı boyunca soylu bir adam olan Lord
Darlington’a hizmet eden bir uşağı anlatan roman yazarın en büyük başarısı olarak kabul ediliyor.
1982 yılında İngiliz vatandaşlığına geçen yazar 1983’te İngiltere’nin önemli edebiyat dergisi Granta’nın “En İyi
Genç İngiliz Yazarlar” dosyasına girdi. Yazar günümüzde Martin Amis, Julian Barnes ve Ian McEwan’la birlikte İngiliz Edebiyatı’nın dört büyüğünden biri olarak gösteriliyor.
Kültürel açıdan farklı temellere sahip olması onu
ayrı ve ilgi çekici kılıyor
haliyle.
Kazuo Ishiguro gibi
son dönemde sürrealist
yazar olarak ülkemizde
de oldukça ilgiyle karşılanan Japon yazar
Haruki Murakami, Ishiguro hakkında
“Yazdıkları bize ait gibi geliyor, çok tanıdık" diyor. Farklı bir temelin yazara kattığı
zenginlik ürettiği eserlerin içeriğini de o
derecede zenginleştiriyor. Geleceğe taşınacak yazarlardan biri olacağı tartışmasız
olan Kazuo Ishiguro’nun daha pek çok eserini daha dilimizde göreceğiz gibi duruyor.
(Uzak Tepeler, Kazuo Ishiguro, Yapı
Kredi Yay., Çev:Pınar Besen, 161 s.)
(Beni Asla Bırakma, Kazuo
Ishiguro, YKY, Çev: Müne
Haydaroğlu, 272s.)
(Avunamayanlar,
Kazuo Ishiguro, YKY,
Çev: Roza Hakmen, 544s.)
(Günden Kalanlar, Kazuo
Ishiguro, Turkuvaz Yayınları,
Çev: Şebnem Susum, 248s.)
Anthony Hopkins ve Emma Thompson'n oynad The Remains of the Day filminden bir kare
14
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Kaosun sesi ve Çözümsüzlükte
hayatın hikâyesi boğulan Kıbrıs
Kitabn kahraman Bilal Kaya’nn, sanki bizi hissediyormu
gibi benzer sorularla kendini sorgulamas, ak, kadnlar,
çkmaz sokaklar ve insana dair ne varsa her eyi, yaad
olaylarla ve rol modeli olarak gördüü amcasnn
hayatndan görüp kendine pay biçtii parçalarla resmi
tamamlamaya çalyorsunuz
Ada’da görülebilir bir
gelecekte, tek bir devletin
yaratlmasn olas
göremediini ifade eden
Tuncer, gerek Kbrsl Türkler
gerek Kbrsl Rumlar, kendi
kimliklerini brakmaya ve ortak
bir kimlikte bir araya gelmeye
niyetli gözükmediklerine
dikkat çekiyor
ECE ATAYURT
eceatayurt@gmail.com
“Her hikâye içinde bir hayatı barındırır.
Ama her hayattan bir hikâye çıkmaz. Hayat, içinde kısa düzen dönemlerinin olduğu bir kaostur. Yarın ne olacağını kimse bilemez. Yine de her şeye rağmen, planlar yapar, hayaller kurar, âşık oluruz. Ama hayat
tüm bunları sekteye uğratabilir. Çoğunlukla
da uğratır. Sonuçta geriye sıkıcı mı sıkıcı bir
yaşam kalır. Ama hikâyeler böyle kurulamaz. Biri size hikâyesini anlatıyorsa, mutlaka planını sonuca ulaştırmış, hayallerini
gerçeğe çevirmiş ya da âşık olduğu kızla veya
erkekle evlenmiştir. Gerçekte olmasa bile
zihninde bunu başarmıştır. Aksi halde onu
kimse dinlemez. Bu yüzdendir ki her hayatın
bir hikâyesi vardır ama bu hikâyeler çoğunlukla anlatılamaz. Anlatıldığında emin
olun ki, orada hayat yoktur. Anlatacak bol
bol hikâyeleri olduğunu söyleyenler, aslında yaşamayanlardır. O yüzden en güzel hikâyeleri, daima ölüler anlatır.”
BLAL KAYA’NIN BR GÜNÜ
Yazarın hayata ve kitaba dair kısa bir özeti, bu kısacık paragrafta mevcut. Kitabı okurken; Bilal Kaya’nın bir
gününden yola çıkarak,
zaman tüneli içerisinde,
hayata, insana ve ilişkilere
dair bir gezintiye çıktığımız
sürükleyici macerada buluyorsunuz kendinizi.
Dede Resul Kaya’nın radikal bir karar vererek Konak Otel’i inşa projesi ve
açılışını bizzat Atatürk’ün
yapmasını istemesi hayaliyle başlayan bu serüven,
okuduğunuz her sayfada biraz daha kendinizi sorgulamanızı sağlayan, ironik sorularla içine çeken bir hikâyeye dönüşüyor.
Dede Resul Kaya’nın defterlerinden yola
çıkarak, torunun da aynı yollardan aynı duygularla geçişine tanık oluyorsunuz. Geçmişi
ve bugünü aynı anda görmenizi sağlayan
olaylar örgüsüyle kendinizi bir filmin içerisinde buluyorsunuz. Kitabın ritmi apansız sorulan sorularla hiç düşmüyor, aksine
biraz daha merakla okumaya devam ediyorsunuz. Kitabın kahramanı Bilal Kaya’nın, sanki bizi hissediyormuş gibi benzer
sorularla kendini sorgulaması, aşkı, kadınları, çıkmaz sokakları ve insana dair ne
varsa her şeyi, yaşadığı olaylarla ve rol modeli olarak gördüğü amcasının hayatından görüp kendine pay biçtiği parçalarla res-
mi tamamlamaya çalışıyorsunuz.
“HER EY HAVVA’NIN ADEM’E
GÜLÜMSEMESYLE BALADI.”
İnsanlığa dair ne varsa, en başkahramanlardan yola çıkarak sorgulayan yazar, kitap
içerisindeki olay örgüsüyle geçmişi ve bugünü rahat üslubu ve esprili anlatımıyla okuyucuya iyi bir şekilde yansıtıyor. Yazım dilindeki sadelik ve olaylar arasındaki kurduğu
bağ sayesinde, okurken her karakteri biraz
daha tanımaya ve kendi içinizde sorgulamaya devam ediyorsunuz.
“Aşk, kalandan çok gidendir. Bunu ancak onun arkasından el sallarken anlarız.”
“İlişkide bir yatak ne zaman sadece bir
yatak olur?”
Kitabın içerisinde yazara ait küçük notlar sayesinde siz de kahramanla birlikte bu
sorulara cevap bulmaya çalışıyorsunuz.
Yazarın özgeçmişine baktığımızda yazmayı hayatının merkezi yapmış bir kişi görüyoruz. Yazar Umut Dağıstan 2002 yılında
Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Bir bankada çalıştı. Ardından yazı çalışmalarına ağırlık vermek için
işinden ayrılıp Antalya’ya yerleşti. Yerel dergilerde ve ulusal gazetelerde yazıları yayımlandı. Evli
ve hayatını okuyup yazarak geçiriyor. Yazmanın bir hobiden çok
daha öte bir şey olduğunu gösteren cesur bir seçim onunkisi.
Yirmi yılı aşkın bir süredir,
düşünce ve sanat dünyasının
usta kalemleri Ayrıntı Yayınları'nın listesini zenginleştirdi ve
zenginleştiriyor. 22 yılda çeşitli diziler halinde 560'dan fazla
kitap yayımladı ama sevinerek söyleyebiliyoruz ki, bu öykü henüz bitmedi; tersine yeni alanlara da açılarak
tüm heyecanıyla sürdürmeye devam ediyor.
Bu yola Umut Dağıstan’ın “Boşluğun Sesi”
kitabı da katılmış durumda.Yazarın Ayrıntı
Yayınları’ndan çıkan ve ikinci kitabı olan
“Boşluğun Sesi”, eğlenceli, hüzünlü ve ritim duygusunu hiç kaybetmeyen bu bir günlük hikâyenin arka planında ise Cumhuriyet tarihinin ve bu tarihsel süreçte taşralı bir
ailenin çok canlı bir tablosu çiziliyor.
Türk Edebiyatına gönül vermiş, yeni yazarları ve farklı dünyaları keşfetmek isteyen
herkesin “Boşluğun Sesi”ni severek okuyacağına eminim.
(Boşluğun Sesi, Umut Dağıstan,
Ayrıntı Yayınları, 176 s.)
CÜNEYT AKALIN
Doç. Dr. Hüner Tuncer, Kaynak Yayınları’ndan yeni çıkan “Kıbrıs Sarmalı, Nasıl Bir
Çözüm?” başlıklı kitabında, yıllardan beri çözümsüzlükle iç içe yaşayan Kıbrıs sorununun
tarihine ve gelişimine göz attıktan sonra, ortaya atılan çözüm önerilerini değerlendiriyor.
Ada’da yaşayan Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların, dilleri, dinleri, kültürleri,
gelenek ve görenekleri açısından birbirinden
farklı iki toplum olduğu görüşünden hareketle, Tuncer, bu iki toplumun barış ve istikrar içinde bir arada yaşayabilmesinin
güç olduğunun, yıllar içerisinde meydana gelen olayların bunu gözler önüne serdiğinin
altını çiziyor.
arıyor: Büyük Atatürk’ün ta 1920’lerde
önemine dikkat çektiği Kıbrıs konusunda, acaba Türk hükümetleri yeterince bilinçli davranabilmiş, bu soruna gerektiği ölçüde sahip
çıkabilmiş midir? Kıbrıs sorununa bugüne değin bir çözüm bulunamamasında, Türk hükümetlerinin rolü ve payı ne olmuştur? Türk
hükümetleri, genellikle, Kıbrıs konusunda neden ürkek ve çekingen davranmıştır? Türkiye, neden Yunanistan’a kıyasla, Kıbrıs sorununda daha “boynu bükük” bir tutum sergilemiştir? Türkiye neden Yunanistan gibi
yumruğunu masaya vuramamış ve Kıbrıs
görüşmelerinde daha çok ödün veren taraf
durumuna düşmüştür?
KIBRIS VE EGEMENLK
ADADAK ÇÖZÜMSÜZLÜK
Tuncer “Kıbrıs Sarmalı” kitabında, Kıbrıs Sorununun, öncelikle bir “egemenlik” sorunu
olduğunu anlatıyor. Kıbrıslı Türkler ile Rumların, dün ve bugün ortak bir “egemenlik” kavramı üzerinde uzlaşmaya varamadıkları ve
kısa bir süre içerisinde böyle bir uzlaşmaya varabilmelerinin de pek mümkün olamayacağı kitapta vurgulanıyor.
Kıbrıs Türk toplumunun “egemenlik”
kavramından anladığı, “azınlık” statüsünde
bulundurulmamak, mutlak Rum egemenliği
altında yönetilmemek, Ada’da iki kesimliliğin kabul edilmesi ve Türk halkının can ve
mal güvenliğini koruyabilmek amacıyla,
Türkiye’nin etkin güvencesinin sürdürülmesidir. Kıbrıs Rum toplumu ise, Ada’da
kendi hegemonyaları altında bir yönetimin
kurulmasını, Türk toplumunun azınlık statüsünde bulundurulmasını, Rum ve Türk
halklarına dolaşım ve mülk edinme özgürlüğünün tanınmasıyla, iki kesimliliğin sulandırılmasını ve Kıbrıs’tan Türk askerinin
çıkartılmasını murad ediyor.
Kıbrıs Türk ile Rum taraflarının, Kıbrıs Sorununun ne anlama geldiği konusundaki görüşleri birbirleriyle bağdaştırılamayacak niteliktedir. Bu durum, Kıbrıs Sorununun çözümsüzlüğünü de beraberinde
getiriyor. Kıbrıs Sorununun tarafları olan
Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar, çözümsüzlüğün nedenini karşı tarafta buluyor,
birbirini kıyasıya suçluyor; bu da, çözümsüzlüğü büsbütün perçinliyor.
Tuncer, kitabında, şu soruların yanıtlarını
Doç. Dr. Hüner Tuncer Ada’nın bugünü ve
geleceği hakkında şu vurguyu yapıyor:
“Uluslararası toplumun şu gerçeği göz ardı
etmemesi gerekir ki, Ada’nın kuzeyinde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin kuruluşundan bu yana, yani Kıbrıs’ta kendi sınırları içerisinde varlıklarını sürdüren iki bağımsız yönetimin oluşturulmasından bugüne değin, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında kayda değer hiçbir fiili çatışma
yer almamış ve Ada’da göreceli bir barış dönemi hüküm sürmüştür. Özellikle Kıbrıslı
Türkler, Ada’daki Türk askerinin güvencesi altında, can ve mal korkusu olmadan güvenlikli bir yaşam sürdürebilmektedir. Kıbrıslı Türklerin amacı, “Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti”nin uluslararası toplum tarafından tanınması ve devletlerinin uluslararası
düzeyde yasallık kazanmasıdır.”
Ada’da görülebilir bir gelecekte, tek bir
devletin yaratılmasını olası göremediğini ifade eden Tuncer, gerek Kıbrıslı Türkler gerek Kıbrıslı Rumlar, kendi kimliklerini bırakmaya ve ortak bir kimlikte bir araya gelmeye niyetli gözükmediklerine dikkat çekiyor. Doç. Dr. Hüner Tuncer, Rauf Denktaş’ın, “şu anda ve geçmişte hiçbir zaman bir
Kıbrıs ulusu olmamıştır” sözlerine gönderme yaparak, Kıbrıs sorununa çözüm arayışlarında, Ada’da mevcut iki farklı ulus ile
iki ayrı devlet olgularının mutlaka dikkate
alınması gerektiğine işaret ediyor.
(Kıbrıs Sarmalı, Doç. Dr. Hüner
Tuncer, Kaynak Yayınları, 264 s.)
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYYT NEZR
28 EYLÜL 2012 CUMA
15
Rousseau: “Onu sadece kuvvet
yerinde tutuyordu; şimdi sadece
kuvvet deviriyor.”
“Vahet halindeki insan ile uygar insan birbirinden ruhlarnn temeli ve
eilimleri bakmndan öylesine ayrlr ki, birini en yüce mutlulua götüren,
ötekini mutsuzlua sürükleyecektir”
seyyitnezir@yahoo.com
Say Yayınevi, Jean Jacques Rousseau’nun (1712-1778) Bütün Yapıtları dizisini sürdürüyor. Temmuz başlarında uğradığımda, 300. doğum yıldönümü olduğu halde yapıtlarının hiç tartışılmadığı
konuşuluyordu. Arkadaşlardan biri,
“Diderot’nun 200. ölüm yıldönümünde
Düşün Dergisi’ndeki tartışma ne güzel
olmuştu” dedi. Gerçekten de İlhan Selçuk, Adnan Cemgil, Uluğ Nutku, Selâhattin Bağdatlı, Afşar Timuçin’in katıldıkları ve benim yönettiğim toplu söyleşi
(Temmuz 1984), Düşün Dergisi’ni bir
anda bütün cezaevlerine taşımakla kalmamış, 12 Eylül karanlığına karşı aydınlanmanın ateşini üflemişti. “Böyle bir
tartışmaya yine gereksinme var ama insanlar güncel ve yerel politik değerlendirmeye öylesine sıkıştı ki, başını kaldırıp da Rousseau’nun derin, upuzun bakışlarını görecek hal kimsede yok.”
Olmaz olur mu? Daha yaz bitmeden,
hem de A. M. Celâl Şengör, CBT’de
(Cumhuriyet Bilim ve Teknik) cepheden
bir saldırı başlattı: “Jean Jacques Rousseau: Erdemsiz bir bilim ve akıl düşmanı” (24.08.12, S: 1327). Şengör, Rousseau’nun “yıkıcı etkisi”ni işlediği yazısında, “ciddi felsefeciler, felsefe tarihçileri ve bilim tarihçileri arasında onu metheden tek bir tane yoktur.” dedikten sonra, eleştiri adına düşünce tarihinde Rousseau üstüne söylenmiş ne kadar kem
söz varsa hepsini yazıya boca ediyor. 12
bin vuruşun üstünde olduğunu tahmin
ettiğim yazıda kırdığı ceviz kırkı aştığı için
bunları tek tek göstermekle başa çıkmak
birkaç yazı gerektiriyor, ama biri var ki,
Sayın Şengör’ün meramını da açık ediyor: “Özel mülkiyetin her türlü fenalığın
babası olduğu fikrindeydi (onun için solcular Rousseau’yu yere göğe koyamaz).”
CBT’nin aynı sayısında Osman Bahadır, Dijon Akademisi’nin açtığı yarışmaya “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev” (1949) yapıtıyla katılan Rousseau’nun bu çalışmasını, günümüz insanlığına bilimsel ve teknolojik gelişmelerin
kimi olumsuz sonuçları konusunda erkenden gönderilmiş bir uyarı olarak almanın önemini vurgulayarak okurları düşünsel yönden son derece gerilimli bir
tartışmaya hazırladı.
ROUSSEAU AYDINLANMAYI
KARARTTI MI?
Ertesi hafta Bozkurt Güvenç, Rousseau’nun “hafife alınacak bir düşünür olmadığını” ima ederek, “yalnız Proudhon
ve Nietzsche gibi solcular ve anarşist fi-
lozoflarca değil, akıllı uslu bilim ve düşün insanları arasında Rousseau’yu destekleyen yazarlar da var” dedikten sonra, Spengler, Huxley, Polanyi, Orwel,
Snow, Habermas, Hoebel, Galbraith,
Durning, Zerzan, Stiglitz, Rees’in yanı
sıra kimi kurumsal girişimleri de anarak,
düşünürün “bilimsel ve teknolojik gelişmelerin olumsuz sonuçları” üstüne
uyarısının akıldışı bir hayal olmadığı
yönünde Bahadır’a katıldığını anlattı
(CBT, 1328). Aynı sayfada Yiğit Akçalı, onun Kant ve Fichte’yi derinden etkilemiş bir düşünür olduğuna değinerek
tartışmaya katıldı. Osman Bahadır, tartışmayı kendi köşesinden sürdürerek,
onun yapıtlarındaki başlıca temaları belirtti; “Rousseau bütün kötülüklerin
gerçek kaynağı olarak bilimleri ve sanatları değil, mülkiyetin ortaya çıkışını
görmektedir” saptamasını bir genel
doğruyla birlikte anımsattı: “Bir düşünürü değerlendirmenin en doğru ve erdemli yolu, o düşünürün fikirlerini ve
eserlerini incelemekten geçer.”
A. M. Celâl Şengör, “Rousseau ve
Aydınlanmanın Kararması” adlı ikinci yazısında (CBT, 1329), daha önce Rousseau düşmanlığı için yandaşlığına başvurduğu Russel’dan sonra, bu kez de İngiliz eleştirmen Samuel Johnson’ın saldırısına yer verdi: “... o en kötü insanlardan
biridir. Toplumun dışına itilmesi gereken
bir alçaktır ki zaten itilmiştir. Dört ülkeden üçü onu kovmuştur ve bu ülkede korunuyor olması bir utanç vesilesidir.”
Şengör, hızını alamayıp Hitler’in katliamıyla bir tuttuğu, “insanlığın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olarak
gördüğü Fransız İhtilali”ni aydınlanma
idealine ihanet ve en büyük hakaret olarak nitelendirdikten sonra, “Robert Academy”deki İngilizce hocası Mr. Lowett’in
varsayımını okurlarıyla paylaştı: “Voltaire hayatta olsaydı, Fransız İhtilali yapılamazdı”. Bu arada, zaten Avrupa’nın
dört ülkesinin üçünden kovulan Rousseau’nun da Voltaire’den iki ay sonra öldüğünü ve onun yokluğundan pek de yararlanamadığını, olanca titizliğine karşın,
nedense atlayan Şengör, ardından, Nazi
Almanya’sının yanı sıra Komünist Rusya ve Çin’de, “Rousseau’nun ‘kurtardığı’
iddia edilen milyonlarca çocuğun neler
çektiğini gözleriyle gördüğünü” de ifşa
edince, tartışmanın endazesinden çıktığına karar vermiş olmalı ki, Bozkurt
Güvenç, Şengör’ün “bilim adına açtığı cihat” karşısında havlu attı (CBT, 1330):
“Osmanlılar, ‘Üslûb-ı beyan aynıyla
insan!’ (Konuşma tarzı kişinin aynasıdır)
demişler. Ciddi fikir ve kaygıları ‘komik’
bulup küçümseyen, eleştirmenlerine ‘at
gözlüklerinden arınmayı’ öneren bir bilim mücahidi ile tartışmaya burada son
veriyorum.”
ROUSSEAU’YU ÇÖPE M ATALIM?
Güvenç’in yazısının altında Şengör, bir önceki hafta Sinclair’in “Rousseau’ya neden
kızıyorsun?” sorusunu anımsatan Bahattin Baysal’ı da yanıtlar: “Cevabım
basit: Rousseau, Upton Sinclair gibi
adamlara sempatik göründüğü için bana
antipatik, fikirleri de zırva geliyor.” Rousseau üstüne didişmeyi futbol çekişmesi keyif ve adabıyla sürdürmekten kendini
kurtarıp Rousseau’nun “zırva fikir”lerini tartışmaya bir türlü gelemeyen Şengör’e, C. Akça Ataç da iyi bir pas çıkarır:
“...biliyorsunuz, Emille diye pedagoji kitabı yazıyor ama öz çocuklarını elleriyle
yetimhaneye gönderiyor. Yine de politik
teorisini olduğu gibi çöpe atmaya imkân
yok. Her şeyden önce, Aristotelyan bir
teori, sıfır olamaz o yüzden. Ama ‘Aristo varken JJR niye okuyayım’ diyen biri
varsa da ona hak vermek gerekir.”
Bekir Onur, bu beklenmedik atağı
ustaca karşılıyor: “Locke’un tersine,
Rousseau, çocuğu kendi yazgısının belirleyicisi olarak görür, tıpkı Rousseau’ya
dayanan Piaget’in çocuğu kendi gelişiminin mimarı olarak görmesi gibi.”
ROUSSEAU’NUN GÜNCELL
VE EVRENSELL
Tartışmayı Rousseau’ya kendi yapıtlarından yönelme çizgisine taşıyan Osman
Bahadır, köşesinde, düşünürün Narcisse adlı komedisinin önsözüne de yer verir (CBT, 1331): “Karşıtlarım ... okuyucunun dikkatini temel konudan ustaca
saptıracaklar. Bir hayaletle savaşacaklar
ve benim yenik düştüğümü ileri sürecekler.” Aslında mülk sahiplerinin çok
eski çağlardan beri korkuyla anımsadıkları ve Rousseau’nun “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” (İAEK) adlı
başyapıtında (çev.: Erdoğan Başar, Anadolu Y., ocak 1968) muhteşem bir sezgiyle apaçık sergilediği bu hayaleti yakından tanıyoruz. Rousseau, kitabının
ikinci bölümüne, bizde kentlerin halâ
yağmalanma yöntemini andıran şu cümleyle başlıyordu (s. 131):
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip
‘Bu, bana aittir.’ diyebilen, buna inanacak
kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.”
Ardından, bu çiti söküp atarak, uygar insanın bir gün karşısına çıkacağı korkusuyla binyıllardır uykusunu kaçıran hayaleti tanımlıyor: “Bu sahtekâra kulak
vermekten sakınınız! Meyvaların herkese
ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız mahvolursunuz.”
Ünlü felsefecimiz Macit Gökberk, onun
için, “Kant, Fichte, Hegel ve romantizm
üzerinde derin etkileri vardır” dediği Felsefe Tarihi’nde (Remzi K. Y., aralık 1966,
s. 382-386), Rousseau’nun konumunu
şöyle belirler: “... o büsbütün aydınlanmanın dışında değildir; bir yandan içindedir, öbür yandan da Aydınlanma’yı
sona erdirecek anlayışların başlıca kaynaklarından biridir.”
Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği
ve Mirası”nda (IV. cilt, Cem Y., ocak
1989, s. 89-93), “halkın yeni Tanrı’sı olup
çıkan” Rousseau’yu şöyle sunar: “Yığınla
bireyci, romanesk ve duygusal yazar
arasında; duyarlığını dinleyen, ama aynı
zamanda akla da tutkun ve ortaya sarsılmaz bir mantıkla bir sistem koymuş bütün romantikler içinde en büyüğü ve kendisinden sonra gelenlerin ustası...” Kant’a
ise şöyle başlar: “Rousseau’nun en
önemli çömezi Kant’tır.” (s. 94)
Şengör; Pozantı’da tecavüze uğrayan ve intihar eden, Kuran kursları yetmedi şimdi ülkenin bütün okullarında
4+4+4’lerle kafaları ve ruhları ütülenen
çocukları da aklımıza düşürerek, Rousseau’nun 250 yıldır eğitim açısından olduğu kadar, toplumbilim ve siyaset felsefesi açısından güncelliğini ve evrenselliğini
yapıtları üzerinde tartışma zorunluğunu
gündeme taşıdı. Gelecek haftalarda sürdürmek üzere, yazıyı İAEK kitabından bir
alıntıyla kapatıyoruz (s. 170):
“... sözleşmesi zorba istibdat yönetimi
tarafından öylesine bozulmuştur ki,
müstebit, ancak en kuvvetli olduğu sürece efendidir, hükmeder. Yerinden atılır atılmaz da, kendisine zor kullanılmış
olmasına karşı hiçbir şikâyet sebebi olmaz. Bir sultanı tahttan indirmek ya da
boğmakla sonuçlanan ayaklanma, o sultanın bir önceki gün uyruklarının hayatları ve malları üzerinde tasarruf ettiği eylemleri kadar hukuki bir eylemdir.
Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu;
onu sadece kuvvet deviriyor.”
Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi (Remzi K. Y., 1970, s. 269-275) ile Afşar Timuçin’in Düşünce Tarihi kitaplarında (Bulut Y., şubat 2008, s. 444-450)
Rousseau’nun nasıl yer aldığını da yine
gelecek yazımızda göstereceğiz...
16
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
“Müslüman Roma” masalları
Hatrlanaca üzere ABD “Yeil Kuak ”projesini revize ederek yerine “Ilml slam”, AKP
eliyle uygulamaya koymutu. Aslnda Müslümanln asimilasyonu ve Türklerin
Hristiyanlatrlmas demek olan “Ilml slam” ile Atlgan Bayar’n “Müslüman Roma”s, ABD
düünce kurulularnda gelitirilen modernist, protestan slam’n yorumudur
VEYSEL BOĞATEPE
Akşam gazetesindeki köşesinde
büyüklere masallar anlatan Atılgan
Bayar, bu masalları daha da genişleterek “Müslüman Roma / Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Yakın
Geleceği ve Değişim Diyalektiği”
adıyla kitaplaştırdı. Kitap, sipariş
üzerine mi yazıldı bilinmez fakat cemaat rüzgarıyla kendini Türkiye’nin
tink tenk kuruluşu zannedecek kadar uçmuş. Bununla da yetinmemiş,
Türkiye’nin yeni iddiasının “Müslüman Roma” olduğunu savlamış,
yeni Osmanlı veya kendi deyimiyle
“Neo Osmanlı” kavramının kendi
buluşu olduğunu da ilan etmiş.
“Kavram Avcısı” Bayar, verdiği röportajların birinde aynen şöyle diyor: “…. Neo Osmanlı” kavramını ilk kez kullanan biri olarak bunu
kayda geçirmek zorundayım.” Buluşu adına kendisini kutluyoruz ancak yunanca “neos” sözcüğünden
türeyen, en basitinden Türkçe karşılığı “yeni” olan
bu sözcük, asırlar
öncesi keşfedilmiş
ve dolaşıma sokulmuştu. Kendisinin
kötü bir vakanüvis
bile olamayacağını
buradan tüm okurlara duyuruyor ve
iki olmazsa olmaz
seçeneği önüne koyuyoruz. Ya Türkiye’nin gerçeklerinden fersah fersah
uzaktasınız veya üstlenmiş olduğunuz rol gereği “Ilımlı İslam” projesi için toplum tasarımcılığı yapıyorsunuz. Doğru seçeneğin ikincisi olduğunun altını da
çiziyoruz.
öngörmüşlerdir. Biraz daha yakın
tarihe gelecek olursak bu kavram
tam 38 yıl önce yani 1974 Kıbrıs hareketinde, Yunanlılar tarafından
yeniden bir teori olarak gündeme
getirilmiştir. Atılgan Bayar ise 16 yıl
önce “Yeni Osmanlı”yı keşfetmiş,
bu çok önemli buluşu da sahiplenmiş. Bayar’ın kavram icatları göz
önünde bulundurulduğunda, daha
evvel Küçük Amerika, şimdilerde
ise “Yeni Osmanlı” hayalleriyle
avutulan Türkiye Hükümet’in,
ABD’nin Think Thank kuruluşuna
karşıt, tez elden bir “Kavram Enstitüsü” kurması ve tepesine Atılgan
Bayar’ı oturtması zaruri ihtiyaç gibi
görülmektedir.
Hatırlanacağı üzere ABD’ “Yeşil Kuşak ”projesini revize ederek
yerine “Ilımlı İslam”ı, AKP eliyle
uygulamaya koymuştu. Aslında
Müslümanlığın asimilasyonu ve
Türklerin Hıristiyanlaştırılması demek
olan “Ilımlı İslam”
ile Atılgan Bayar’ın
“ M ü s l ü m a n
Roma”sı, ABD düşünce kuruluşlarında geliştirilen modernist, protestan İslam’ın yorumudur.
“Yeni Osmanlı”nın
üzerine “Müslüman
Roma”yı inşa etme
fikrini, Türkiye’nin
iddiası olarak ortaya sürmesi ise toplumla üç boyutlu
kafa bulmaktan öteye gidemiyor.
Sözüm ona, icat edilmiş kavramları bile doğru cümle içinde kullanma
becerisini gösterememiş, kavramlar
içinde bocalamış.
“MÜSLÜMAN ROMA”
DÜ KURMACASIDIR
DÖRDÜNCÜ ROMA
OLMAYACAKTIR
“Yeni Osmanlı” kavramını ortaya
ilk atanlar, Sultan Abdülaziz rejimine karşı olan bir grup genç elitlerdir. 1865 yılında İstanbul’da gizlice “Yeni Osmanlı Cemiyeti” adı
altında toplanmışlardır fakat örgütsel, tutarlı ve belli hedefleri olmadığından, 1889 yılında kurulan
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
içinde eriyip kaybolmuşlardır. 1839
yılında başlayan Tanzimat reformlarını yeterli bulmayan bu genç
elitler, Osmanlının modernleşmesi için Fransız Devriminin kavramlarını benimsemiş, bürokratik
milliyetçi ve demokratik çözümü
Ütopik kurmacadan öteye gidemeyen, yabancı kavramları satır
aralarına yerleştirerek akademik
bir nitelik kazandırmaya çalıştığı kitapta ,tutarsız fikirleri öne sürerek,
cevabı bilinen sorular sorarak analizler yapmaya çabalıyor. Ona göre
Cumhuriyet, fetihçi / irrendentist
değilmiş ama kültür ve ekonomisiyle dünyaya tesir ediyormuş. İrrendentist; kelime anlamıyla kendi
memleketinde kaybettiği toprakları geri isteyen demek. Burada parantez açarak sormak gerekiyor: Tarihi 1919’la başlayan, sadece vatan
savunması yapan ve bugün bölün-
me tehlikesi yaşayan Türkiye Cumhuriyeti, şu güne
kadar kimden toprak talebinde bulunmuştur?
Devrimle kurulmuş olan
Cumhuriyetin, kuruluş
ruhunda bile böyle bir
şey söz konusu değilken
neyi keşfetmenin derdindesin? Bu sorunun cevabı da basit aslında. Gerçek fikrini ortaya direkt
koymak yerine, Cumhuriyet’i perde olarak kullanmaktadır.
Atılgan Bayar’a göre;
Saidi Kürdi cumhuriyetçiymiş sonradan saltanatçı olmuş. En soldaki sivil
toplum örgütü gülen cemaatiymiş ve fırsat eşitliği için kurulmuş. TürkKürt kardeşliği mümkün
değilmiş, illaki “Müslüman Roma” olmalıymış.
Açıkça şunu demeye geAtlgan Bayar
tiriyor; Modern bilim dahil her şey dine refere
edilerek ümmetçi / köle toplumuna sinkes ifade ederken, İtalyan tarihçi
geri dönülmelidir. AKP’nin ulus- Pierangelo Catalano, Prof. Dr. Hadevlet anlayışını sürdürdüğünü or- lil İnalcık’ da aynı görüşü destektaya atması ise komiklik ile gülünç leyen makaleler yazmış, söylemduruma düşmenin saf değiştirme- lerde bulunmuşlardır. Yine yakın
sine sebep oluyor. ABD’nin ulus- zamanda “Mahalle baskısı” kavradevletleri Ortadoğu’daki çıkarları mını ortaya atan Prof.Dr. Şerif
Mardin, din ve ideoloji temeliçin tehdit olarak görmesi
li birçok kitap yayınlamış
ve bu bağlamda Orve son olarak “Yeni
tadoğu’da “Böl-yöÜtopik
Osmanlı’nın Doğunet” politikasıykurmacadan
su” adlı kitabıyla
la kanlı savaş
öteye gidemeyen,
“Müslüman
ve çatışmalar
r
yabanc kavramlar sat
Roma”nın hülçıkarması
k
aralarna yerletirere
yadan ibaret olgüncelliğini
akademik bir nitelik
duğunun altını
koruyorken,
andrmaya çalt kitapta
kaz
çizmiştir.
Evin
ABD’nin bersz fikirleri öne sürerek,
,tuta
Esmen
Kısakülirlediği policevab bilinen sorular
rek ve Arda Kıtikaları oldusorarak analizler
sakürek’in birlikte
ğu gibi uygulayapmaya
hazırladığı ve ilki
yan AKP’nin,
çabalyor
“Bizimkiler-İlk” ile
ulus-devlet anlayıbaşlayan ve tamamı 27
şını sürdürdüğü sonukitaptan
oluşan külliyat’ın on
cunu çıkarmak, akıl tutuldördüncü
kitabı,
“Bizimkiler-Müsmasının en ağır tezahürü olsa gerek.
lüman
Roma
İmparatorluğu”dur.
Bu savlara baktığınızda sanırsınız ki
Osmanlı’dan önce cumhuriyet var- “Bizimkiler-Evrim” yirmi yedinci ve
mış veya Osmanlı İmparatorluk son kitaptır. Öyleyse tarihçilerin bu
değil, cumhuriyet ile yönetiliyormuş. konudaki kesin görüşünü bir kez
Sonucu; yukarıda da belirttiğim daha tekrarlayalım; İlk ikisi Hırisgibi tarihçilerin bu konuda ki gö- tiyan olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu tarihte ki üçüncü “Müsrüşleriyle bitirelim.
Tarihte üçüncü Roma’nın Os- lüman” Roma’dır ve dördüncüsü olmanlı imparatorluğu olduğunu söy- mayacaktır.
(Atılgan Bayar, Müslüman
leyen Prof. İlber Ortaylı dördüncü
Roma, Meydan Yayınevi, 456 s.)
bir Roma’nın olamayacağını ke-
ABD’nin ulusdevletleri
Ortadoğu’daki
çıkarları için tehdit
olarak görmesi ve
bu bağlamda
Ortadoğu’da “Bölyönet” politikasıyla
kanlı savaş ve
çatışmalar
çıkarması
güncelliğini
koruyorken,
ABD’nin belirlediği
politikaları olduğu
gibi uygulayan
AKP’nin, ulusdevlet anlayışını
sürdürdüğü
sonucunu
çıkarmak, akıl
tutulmasının en
ağır tezahürü olsa
gerek
Aydınlık KİTAP
28 EYLÜL 2012 CUMA
17
Madonna’ya gönderilen lokum
Türk’ten baka dostumuz olmadn iar edinmi, gelen giden vururken baklavadan sonra bir
de Türk lokumuna el atan Rumlara kar clz kalmt tepkimiz. Oysa dünya devi Madonna,
Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar yanklanacak albümünde bize omuz veriyordu “Turkish
delight” diye haykrarak
EMEL TELCİ
Madonna: Like a Virgin’dan
MDNA’ya kadar her albümü tüm
dünyada ses getirmeyi başardı.
“Tanrı kadar ünlü olmadıkça mutlu olmayacağım” diyecek kadar
sıra dışı davranışlarıyla da diğer starlardan farklılaştı.
Madonna Louise Ciccone veya
bilinen adıyla Madonna… Şarkıcı,
müzisyen, dansçı, aktris, film yapımcısı, yazar ve moda ikonu. Yani
on parmağında on marifet var.
“Pop Müziğin Kraliçesi” yüksek
tempolu sahne performanslarında
erotik, politik ve dini temalar kullanmasıyla öne çıkıyor, her albümünde şaşırtıcı bir şekilde kendini
güncelliyor. Müzik akımlarını çok iyi
sindirdiği gibi, öne çıkan şarkıcılarla
yaptığı birbirinden güzel düetlerle,
milyonları peşinden sürüklemeyi
de başarıyor.
Madonna, 2000 yılında, 130 milyonluk albüm satışıyla “tüm zamanların en başarılı solo kadın sanatçısı” sıfatıyla Guinness Rekorlar
Kitabı’na girdi. Guinness Rekorları, Eylül 2007’de Madonna’yı “tüm zamanların en başarılı kadın
müzisyeni” ilan etti.
Temmuz 2010’da yapılan resmi bir açıklamayla Madonna’yı 275
milyonluk albüm satışıyla resmi olarak “tüm
zamanların en çok satan
kadın sanatçısı” unvanıyla tarihe geçirdi. En
son verilere göre, Madonna’nın 300 milyondan fazla albüm ve 150
milyondan fazla single sattığı hesaplandı. Bu becerileri ve başarılarının yanı sıra kendine özgü başarılı PR’ıyla da gündemden hiç düşmeyen Madonna’nın milyonlarca
hayranından biri de benim. Onun
şarkıları eşliğinde yolculuk etmenin
yolları kısalttığına inanırım. Bu nedenle diskografisi arabamın başköşesindedir.
Lokumcu Adnan: Adana’nın
eski mahallelerinden birindeki yarım asırdan eski imalathanesinde
yaptığı birbirinden leziz lokumlarla parmakları yalatan Lokumcu
Adnan da işteki başarısıyla öne
çıktı. Kendi ölçeğinde markalaşan
Adnan Özdoğru öyle bir lokum
yapar ki, yiyen tadına doyamaz,
bir daha bir daha yemek ister.
O da herkesten farklıdır. Tatlı
dili, il protokolü, kentin öne çıkanlarıyla kurduğu diyalog kendi
PR’ını kendi yapanlara güzel bir örnektir. Basının gücünü çok iyi bilir.
Toplumun her kesimiyle olduğu
gibi gazetecilerle de çok samimi görünüm sergiler. Bende en fazla etkiyi bir bayram arifesinde dükkânına gittiğimde yaşattı. Müşterilerle hıncahınç dolu dükkânında
adım atacak yer yokken hemen
karşı köşedeki, berisindeki daha
modern görünümlü dükkânlar neredeyse sinek avlıyordu.
Yeni Uğur Lokumları’nın sahibi Adnan Özdoğru yakın çevresinde meşhurdu. Rumların Türk lokumuna sahip çıkmalarının ardından yaptığı sert çıkışla Adana halkı tarafından alkışlanmayı başardı.
The Times: The Times, İngiltere’de 1785 yılında yayın hayatına geçen ilk halk gazetesi. Etkinliğini,
gündemi belirleme görevini halen
devam ettiriyor. Kardeş gazetesi
The Sunday Times ile birlikte Rupert Murdoch’un başkanlığını yürüttüğü News Corporation Group’un sahip olduğu “News International” şirketinin alt şirketi olan
“Times Newspapers
Limited” tarafından
basılmakta. Gazetenin yayın politikasında geleneksel olarak “merkez sağ”
görüş hâkim ve muhafazakâr Cumhuriyetçi Parti tarafından destekleniyor. Ülkemizde başbakan, bakanlar
ya da ünlü işadamları bu gazetede
yer alınca yüksek tirajlı gazeteler
bunu haber yapıyor, yani o derece
büyük bir medya devi.
Ercan Halıcı, bu üç markayı
bir araya getiren gelişmeyi de şöyle kaleme aldı:
“Her şey bir ilkbahar sabahı
başladı
Anadolu Ajansı Adana bölge
müdürüyken mis gibi turunç çiçeklerinin koktuğu bir pazartesi
sabahı Madonna’nın piyasaya yeni
çıkan Hard Candy albümünü özenle arabamın müzik sistemine yerleştirdim. Madonna yine yapmıştı
yapacağını. Bir sanatçı kendini bu
kadar mı yenilerdi? Pazartesi stresiymiş, sabah iş telaşıymış aklıma
bile gelmeden, parmaklarımın ucu-
nu direksiyona hafif ritimlerle dokundurarak yol alıyordum ki birden
şarkı sözleri içinde “Turkish delight” sözleri kulağımda yankılandı:
See which flavor you like and I’ll
have it for you
Come on in to my store, I’ve got
candy galore
Don’t pretend you’re not
hungry, I’ve seen it before
I’ve got TURKISH DELIGHT
baby and so much more.
(Hoşlandığın tada bak ve senin
için bende olacak
Mağazama gel, şeker şölenim
var
Aç değilmiş gibi yapma, daha
önce görmüştüm
Bende Türk lokumu ve daha
fazlası var.)
Türk’ten başka dostumuz olmadığını şiar edinmiş, gelen giden vururken baklavadan sonra bir de Türk
lokumuna el atan Rumlara karşı cılız kalmıştı tepkimiz. Oysa dünya
devi Madonna, Kanada’dan Yeni
Zelanda’ya kadar yankılanacak albümünde bize omuz veriyordu “Turkish delight” diye haykırarak. O an
aklıma Lokumcu Adnan Ağabey
geldi. Bunu dinlese kim bilir ne kadar keyiflenecekti.
Ajansa geldiğimde iş yoğunluğunu aştıktan sonra ilk işim Adnan
Ağabey’i aramak oldu.Yanılmamıştım, çok çok heyecanlandı.
Guinness Rekorlar Kitabı tarafından “dünyanın en başarılı kadın
şarkıcısı” olarak ilan edilen Madonna, ona göre Hard Candy’nin ilk
parçası “Candy Shop”un sözleri
arasında “Turkish delight” ifadesini duyduğunda lokumun Türkiye’ye ait olduğunu tescilliyordu.
Özdoğru, ardından yaptı yapacağını ve teşekkür etmek amacıyla,
Madonna’nın Amerika’da “Maverick Films, 9348 Civic Center Dr.
3rd Floor Beverly Hills, CA 90210
USA” adresindeki fan kulübüne
kendi üretimi olan özel “Oskar lokumu”ndan kargoyla bir kutu gönderdi.
Lokum kutusuna, “Türk lokumu üreticilerine desteğiniz için teşekkür ederim” şeklinde İngilizce
bir not da iliştirerek. (Bu bizim cin
fikirliliğimizdi.)
Adnan Ağabey’e göre şarkısını
dinleyen, Nijerya’daki, Hindistan’daki, dünyanın her ucundaki
hayranları, Türk lokumunu merak
Madonna
edecekler, hemen internetten arayacaklar ve tatmak isteyeceklerdi.
Türkiye’yi de tanıyacaklardı. Bundan da önemlisi, Yunanlı lokum
üreticilerinin iddiaları, evrensel bir
isim tarafından çürütülmüş olacaktı. Bu şarkı tüm dünyanın lokumu “Türk lokumu” olarak bildiğinin de bir kanıtıydı.
Adnan Özdoğru bu girişimiyle
o kadar çok gazete ve TV kanalında çıktı ki sayısını o bile bilmiyor.
Bir anda herkes bu lokumcuyu konuşmaya başladı. Hürriyet’inden
Zaman’a kadar tüm gazeteler boy
boy Madonna ile kendi fotoğrafına
yan yana yer verdiler.
Özdoğru, aynı zamanda evrenselleşti, basınla kurduğu güzel diyalog, önerilere kulak vermesi, dost
canlısı olması, akıllılığı ve 100 yılı aşkın süren esnaf kültürüyle The Times’ta yer alabilen sayılı Türkler
arasına da girdi, “Adana Büyük
Saat nire? Londra nire?” diye diye.
(Lokumcu Adnan, Madonna
ve The Times, Ercan Halıcı,
Destek Yayınları, 254 s.)
Özdoğru, aynı
zamanda
evrenselleşti,
basınla kurduğu
güzel diyalog,
önerilere kulak
vermesi, dost
canlısı olması,
akıllılığı ve 100
yılı aşkın süren
esnaf kültürüyle
The Times’ta yer
alabilen sayılı
Türkler arasına
da girdi, “Adana
Büyük Saat nire?
Londra nire?”
diye diye
18
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Karga Zarif
Unutuu Arayanlar
Aykr Kadnlar
Murat Yalçn,
Can Yaynlar, 144 s.
Isabelle Eberhardt, Alakarga Sanat
Yaynlar, Çev: Ayegül Demir, 80 s.
Hüseyin Akyol, mge Kitabevi
Yaynlar, 231 s.
Pulat Tacar, Türkiye’nin deneyimli ve
seçkin diplomatlarından biridir. Mesleki kariyerinin büyük bir bölümünü,
Türkiye’nin Avrupa ülkelerindeki Konsolosluk ve Büyükelçilik düzeyindeki
temsilcilik görevleri oluşturmuştur.
Tacar bu kitapta, Batı merkezli “Ermeni soykırımı” iddiasını ve İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in,
bu iddiayı kabul etmemenin suç sayıldığı İsviçre’deki “yalan çiğneme eylemi” nedeniyle yargılanıp cezaya çarptırılması davasını incelemektedir.
• Perinçek, 1915’in acı olaylarını değil, bunların hukuksal anlamda soykırım olduğu iddiasını reddetmiştir.
• Soykırım suçunun varlığını saptamada, bu konuda herhangi bir toplumda oydaşma bulunduğu savını yeterli saymak, uluslararası kaos yaratır.
90’larla birlikte canlanan genç öykücülüğümüzün en önemli yazarlarından Murat Yalçın, yeniden
okurunun karşısında. “Karga Zarif”te yer alan öykülerin ortak
yanı, insanın sonsuz neşeye de,
sınırsız hüzne de açık yüzüne ayna
tutması.
Murat Yalçın’a göre ne insanın
ne de edebiyatın sınırlarla ve katılaşmış tanımlamalarla işi var; göz
açıp kapayıncaya kadar geçiyor yaşam. Anlaşılır kılmaya kalkışmak,
boşuna bir çaba.
Yalçın, modern öykünün de,
Anadolu anlatılarının da el verdiği,
bilgelikle ironinin iç içe geçtiği öykülerinde, zengin ve derin bir dille
yaşadığımız çağın (ya da çırpınışın)
etkileyici bir manzarasını çiziyor.
Aramak, bulamamak mıdır? Yirmi
yedi yaşında hayatını kaybetmiş kâşif,
gezgin ve yetenekli bir yazar olan Isabelle Eberhardt, Cezayir’e yerleşerek, kendisine “Si Mahmoud Essadi”
takma adını almış, erkek kılığına bürünerek Afrika çöllerinde dolaşıp araştırmalar ve keşif gezileri yapmıştır.
Yaşamı âdeta başkaldırı ve direnişin
simgesi olan yazar, genç yaşına rağmen
ardında birçok kitap ve günlükler bırakmıştır. “Unutuşu Arayanlar” yazarın tek öykü kitabı. İlk kez Türkçe'ye
çevrilen öyküleri okurken, önünüzde
bambaşka bir dünya açılacak. Yalnızlığın, kederin ve çaresizliğin insafsız yüzünü daha da çıplak bir biçimde göreceksiniz. Yazarın, “Göçebe” adı altında toplanan günlüklerini de önümüzdeki aylarda yayımlanacak.
Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol örgütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları
sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı.
Yazar, araştırmaları sonucu Türkiye’de
verilen toplumsal mücadele tarihinin aslında kadınlarla dolu olduğunu, fakat
“erkek tarih”in onları ya görmezden geldiğini ya da öykülerini kısaltıp önemsizleştirdiğini fark etti. Yoksa solun yaşadığı başarısızlıkların temel nedeni
kadınların hep geri planda kalmaları
mıydı? Bu sorudan hareket eden Hüseyin Aykol, bir kez daha ismi tarih kitaplarında geçen kadınların peşine düştü. Lider olarak öne çıkan kadınların
yanı sıra, eşini yaratan, ama onun gölgesinde kalan kadınların da mücadele
ve katkılarıyla anlatıldığı “Aykırı Kadınlar”, bütün bu düşünce ve çabaların
ürünü olarak ortaya çıktı.
arap Rengi Deniz
Andre Malraux
Karain
Levinas
Leonardo Sciascia, Yap Kredi
Yaynlar, Çev: Neyyire Gül Ik, 144 s.
Perrine Simon-Nahum, letiim
Yaynevi, Çev: Canan Özatalay, 280 s.
Joseph Conrad, Altn Bilek
Yaynlar, Çev: Çala Ba, 100 s.
Özkan Gözel,
Say Yaynlar, 528 s.
İtalyan edebiyatının en çarpıcı kalemlerinden Leonardo Sciascia gününün Sicilya’sını toprak ağası zenginlerinin umursamazlığı, yoksullarının çaresizliği, mafyanın amansızlığıyla, insanları ve toplumuyla görüntüleyerek, bilgece buruk bir gülümsemeyle irdelerken tarihsel boyutu hiç gözden kaçırmıyor. Sicilya’yı
Sciascia’dan dinlemek, bu eski uygarlık adasını, açıkça dile getirilmediği anlarda bile, tarihsel derinliğiyle izlemek, hatta duyumsamak anlamına geliyor.
“Şarap Rengi Deniz”, Leonardo
Sciascia’nın kıvrak, şaşırtıcı anlatımından aşk, inanç, kurnazlık, şüphe,
kıskançlık, umursamazlık, masumiyet
ve öç alma duygusuyla örülü trajikomik hikâyeler içeriyor.
Malraux, bizi büyüleyen ve aynı zamanda çok sıkı eleştirdiğimiz 20. yüzyılın
artı ve eksilerini birçok özelliğiyle ortaya
koymaktadır. 20. yüzyılın son ahlakçısı,
21. yüzyılın ilk filozofu Malraux, bugün
hâlâ bu denli ilgimizi çekiyorsa, bunun
nedeni yalnızca büyük tarihsel olayların
birçoğuna aktif olarak katılmış ya da yakından tanık olmuş olması, dönemin siyasi kahramanlarının, edebiyat yelpazesinde Victor Hugo’yla Sartre’ın yanında bulunmuş olması değil, aynı zamanda, bizi yaratan asrın yüzüne ve belirsizliklerine bürünmesidir. Edebiyatından felsefesine, kişisel hayatından politik angajmanına, derinlikli bir Malraux biyografisini entelektüel tarih uzmanlığıyla kendine has bir tarzı olan
Perrine Simon-Nahum’un kaleminden
okuyacaksınız.
“Karain”, Conrad’ın en büyük, en
görkemli ve en içsel öyküsü olmayabilir ama yine de Conrad’ın yazını
içinde tartışılmaz bir önemi vardır.
Conrad, yazdığı deniz, denizcilik ve
donanma temalı öykü ve romanları ile
tanınmış ve hayal gücü ile ünlenmiş
büyük bir yazardır. “Karain”, on dokuzuncu yüzyılın son dönemlerinde
bir gemi reisidir. Kendisine adeta
tapılan ve adamlarının gönüllüce kölelik ettikleri bir gemi kaptanın ilişkilerini yönetişi, anlaşılabilir tavırları ve özellikle de yazarın döneme ait
yorumlarıyla “Karain”, Conrad’ın
kaleminden çıkma müthiş bir macera olduğu gibi, aynı zamanda o döneme ait önemli bir kayıttır da. Evden
uzak kalmayı, kimse Conrad’dan
daha iyi anlatamamıştır.
Emmanuel Levinas çağdaş Fransız felsefesinin en önde gelen simalarından biridir. “Etiğin filozofu” olarak anılan
Levinas, “Aynı’nın hükümranlığı” olarak gördüğü tüm Batı felsefesi geleneğini eleştirir. “Fikir Mimarları” dizisinden çıkan elinizdeki kitap, Emmanuel
Levinas’ın metinlerinden oluşan bir seçki mahiyetinde. Bununla birlikte, mevcut derlemede filozofun kendi metinleri dışında onun düşüncesi üzerine kaleme alınmış bazı makalelere de yer verildi.
Seçkide, filozofun politik ve dini görüşlerini ihtiva eden metinler de bulunuyor
ki bu yolla onun felsefi düşünüşünü
belirleyen kültürel ve dini kaynaklara kısmen de olsa dikkat çekme amacı gözetildi. Sonuç olarak, Levinas’ta her şey temelini ve nihai anlamını etikte ve etikten itibaren kazanır; Levinas’ın felsefesi işte bu anlamda bir ilk felsefedir.
Dou Perinçeksviçre Davas
Pulat Tacar,
Kaynak Yaynlar, 264 s.
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
Hayaller çinde Bir Dü
Dünyann En Harika Fikri
Umut Can Çeppiolu, Potkal
Kitap Yaynlar, 90 s.
John Farndon, NTV Yaynlar,
Çev: Duygu Akn, 296 s.
Umut Can Çeppioğlu sürükleyici öyküleriyle okurunu şiirsel bir atmosferin
içine sürüklüyor. “Hayaller İçinde Bir
Düş” adını verdiği ilk öykü kitabında 5
uzun öyküye yer veriyor genç yazar. Ayrıntıların titizlikle işlendiği, yaşam tanıklıklarının ustalıkla öykülere sindiği
bu özel kitap, öyküseverler için oldukça iyi bir okuma önerisi. Gerçekle düş,
aşkla yalnızlık, uyku ile ölüm kadar size
yakın öyküler var bu kitapta, sıkı bir
edebiyat yolculuğuna davetlisiniz. Her
taraf siyaha bürünüyordu. Hızlı bir şekilde, bir örtü gibi her yeri kaplayarak
çöktü üzerine karanlık. Karaltının içindeki beyaz bir tondu artık Derya. Yanlış ve doğrunun, gerçek ve hayalin ötesindeydi. Soruların cevaplarının bittiği
yerde, nedenlerin sorgu odasında, yokluk ile varlık arasında.
28 EYLÜL 2012 CUMA
19
Ülkem, Topram ve
Halkm
Öteki Ya Da Deil Ne
Fark Eder? - zzet Keribar
Pablo Miranda, Evrensel Basm
Yayn, Çev: Tonguç Ok, 232 s.
Rahime Sezgin,
Doan Kitap, 180 s.
“Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?” kitabıyla bilinen John Farndon,
bu sefer insanlık tarihinde çığır açan
en harika fikirleri, bu fikirlerin diğerleri arasından nasıl sıyrıldığını
anlatıyor. İnsanoğlu ateş, çiftçilik
hatta şarap olmasa ne yapardı? Harika fikirlerin tarihin gidişatını değiştirdiği bir gerçek, ama bir fikrin harika olduğuna kim, nasıl karar verebilir? 50 fikrin bulunduğu bu liste bir
internet sitesinde insanların verdiği
oylara göre hazırlandı. Peki, ama siz
oy verenlerle hemfikir misiniz? Hangisi sizin için daha önemli: Kapitalizm
mi yoksa Marksizm mi, bankacılık mı
yoksa çay içmek mi, ekmek pişirmek
mi yoksa internette dilediğiniz gibi gezinmek mi, kuantum teorisi mi yoksa çömlekçilik mi?
Pablo Miranda’nın “Ülkem, Toprağım
ve Halkım” adıyla yayınlanan bu çalışması, “bize anlatılan tarih” diye başlıyor ve egemenlerin yapıp ettikleriyle
başlayıp biten bir tarih anlayışını eleştiriyor. Ardından, okul sıralarında okutulan resmî tarih yerine Ekvador halklarının tarihini yazmaya koyuluyor; Ekvador’un doğal güzelliklerinin, verimli topraklarının içinde yoksul bırakılan,
sömürülen halkların tarihini. Ve bu
tarihi, bütün bir insanlık tarihinin bir
parçası olarak kurguluyor. İnsanlığın
daha güzel bir yaşam için verdiği mücadele, yarattığı değerler Ekvador halklarının mücadelesinin bir parçasına
dönüşüyor. Çünkü bu tarih, insanlığın
ortak mücadelesinin tarihidir. Bu bizim
tarihimizdir.
Fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar, çocukluğundan başlayarak tüm yaşamını
anlatıyor. Keribar’ın kamerası, 75 yılın
panoramasını sunuyor, “Öteki yoksa, aslında biz de yokuz!” gerçeğini akıcı bir
dille bir kez daha kanıtlıyor. Ailesi, İstanbul, Büyükada, Musevi olmanın getirdiği “öteki” olma duygusu, Varlık
Dergisi, 6-7 Eylül Olayları, “Vatandaş
Türkçe Konuş” kampanyası, Kore Savaşı, Japonya, fotoğraf tutkusu, fotoğrafçılığı profesyonel bir yaşam tarzı
olarak benimsemesi, yakın tarihimize ve
insan olmaya dair her türlü ayrıntı var
bu anılar denizinde. Keribar, “Öteki Ya
Da Değil Ne Fark Eder”de kendisiyle
yüzleşiyor, bizi kendimizle, “öteki”yle ve
Türkiye’yle yüzleştirerek gerçeği akıcı bir
dille bir kez daha kanıtlıyor.
Türk’ün Türk’ten Baka
Dostu Yoktur
Robert Ludlum’un
Bourne Aldatmacas
Amida, Eer Sana
Gelemezsem
Yabanclar, Tanrlar ve
Canavarlar
Metin Gülbay, thaki Yaynlar,
328 s.
Eric van Lustbader, Altn Kitaplar,
Çev: Taner Yenidoan, 480 s.
Özcan Karabulut, Krmz Kedi
Yaynevi, 302 s.
Richard Kearney, Metis Yaynlar,
Çev: Bar Özkul, 352 s.
Cumhuriyet nesilleri “Türk’ün Türk’ten
başka dostu yoktur” anlayışıyla yetişti.
Oysa yüzlerce uluslararası örgüte üye
olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin,
çok dinli bir yapıyı bu kadar budamaya rağmen yine de sona erdiremeyen bir
ülkenin halkı olarak, kime dost kime
düşman diyebiliriz ki? Metin Gülbay,
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yok
mu?” sorusunu, Türkiye’nin önde gelen
isimlerinden bazılarına yöneltti: Yrd.
Doç. Dr. Rula Baysan, Ahmet Ümit,
Prof. Dr. Arus Yumul, Em. Koramiral
Atilla Kıyat, Prof. Dr. Aydın Uğur,
Doç. Ferhat Kentel, Gündüz Vassaf,
Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Murat Belge, Murat Kapkıner, Oral Çalışlar, Osman Arolat, Serdar Kaya,
Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu.
Jason Bourne için kovalamaca devam
ediyordu. Jason Bourne kendisini bir
anda, her adımını takip eden tehlikeli
bir kiralık katille, ölümcül bir kedi fare
oyunu içinde bulur. Savunmasız bir
halde kaçarken, kim olduğunu ve
kimliğinin ne kadarının Bourne kimliğiyle bağlantılı olduğunu sorgulamaya başlar. Tüm bunlar olurken, bir
uçağa yapılan füze saldırısı sonrası
başlayan soruşturma, Bourne’un kendisine saldıran kişiyi bulma çabalarıyla
kesişir ve Bourne bir anda, o güne kadar karşısına çıkan en ölümcül ve zorlu durumla yüz yüze gelir. Yeni bir
dünya savaşı tehdidinin ufukta gözüktüğü bir sırada, can düşmanı tarafından takip edilen Bourne, gerçeği ortaya çıkarmak zorundadır.
Usta öykücü Özcan Karabulut’un ilk
romanı. “Amida, Eğer Sana Gelemezsem”, Türkiye’nin son yıllarına, siyasal ve toplumsal değişikliklere derinden bir pencere açıyor.
Romanın kahramanı Arat, çocuk
işçilerle ilgili bir çalışma için Diyarbakır’a gider. Orada tanıştığı ve etkilediği bir kadına bir zamanlar kente
hükümdarlık etmiş Amida’nın adıyla seslenir. Yasak aşk, kimlik ve aidiyet sorunu, kent yaşamının gizemi, siyasal çatışmalar arasında Arat’ı zor
günler beklenmektedir.
Bugün Türkiye’de çatışan her kesime seslenen ve hiçbirini memnun etmeyeceği daha ilk satırlarında ortaya
çıkan can yakıcı bir roman bu; tartışma yaratacak bir yapıt.
Yabancılar, tanrılar ve canavarlar gibi
büyük muammalar insanın dünyaya
bakışını nasıl şekillendiriyor? Richard Kearney yabancıların, tanrıların ve canavarların mit veya fantaziden ibaret olmadığını, bilakis kültürel bilinçdışımızın önemli bir bölümünü oluşturduğunu ortaya koyuyor. Canavar imgesini derinlemesine inceleyen Kearney, antik
minotauruslardan ortaçağ demonlarına, oradan günümüzün postmodern düşmanlarına kadar uzanan
güçlü örneklerin de yardımıyla, insan benliğinin canavarca bir tarafı olduğunu ortaya koyuyor. En basit korku ve arzularının dış dünyada nasıl
tezahür ettiğini görmek ve bunlarla
yaşamayı öğrenmek isteyenlere.
20
28 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Çirkinsen
kaybettin!
Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin ve yeteneksiz
bir gencin kalabalk ailesinin içinde kayboluunu,
yaam ve ilikileri sorgulayn ve bu umutsuz
günlerde kendi gibi “standart”lara aykr insanlarla
tanmasn anlatyor
İREM HALIÇ
irem.halic@hotmail.com
Üç beş kitap çevirip çocuk edebiyatını ticarete dönüştüren yayınevleri arasında, fikirleri ve projeleriyle farkını belli eden Günışığı Kitaplığı, güvenilirlik açısından sayıları
bir elin parmağını geçmeyen yayınevlerinden
biri. Çocuklarınızı bir şekilde kitaplara emanet ediyorsunuz, iş güç arasında belki bu kitapları inceleyemiyorsunuz bile. Onların
dünyaya açılmalarını, ama bir o kadar da özlerine bağlı kalmalarını istiyorsunuz. Hem
kültürlü olsunlar, hem kötü alışkanlıklardan uzak dursunlar,
hedefleri olsun ama hayatın
acımasızlıklarını da öğrensinler,
yine de çok üzülmesinler diyorsunuz. Ama okudukları kitapların onlara ne kadarını verdiğinden emin olamıyorsunuz.
Bu bakımdan çocuğu kitaba
emanet etmek, bakıma muhtaç
bir bebeği bakıcıya emanet etmek kadar zor. Çocuk ve gençlik edebiyatına gönül veren, uzmanlarla işbirliği içinde bu
alandaki gediklerimizi kapamak için dünya edebiyatını özenle takip
eden, genç ve dinamik yazarlarla usta yazarları bir arada tutabilen ve bu işi meslekten öte yaşam biçimine dönüştüren Mine
Soysal ve tüm yayıncı ekibine, bu vasıtayla bir
kez daha teşekkür ediyoruz.
DÜPEDÜZ ÇRKNM!
Çirkin bir genç için hayat daha mı zordur?
Elbette daha zordur, hele de yeni bir
okul dönemi başlangıcında ise. İlk intiba
önemlidir ya, kısa boylu, yelken kulaklı, etli
burunlu, iri dişli, pörtlek gözlü ve bol
kaşlıysanız, kabul edin baştan kaybettiniz.
Neden mi? Çünkü siz “toplum” için “çirkin”siniz.
Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin
ve yeteneksiz bir gencin kalabalık ailesinin
içinde kayboluşunu, yaşamı ve ilişkileri sorgulayışını ve bu umutsuz günlerde kendi
gibi “standart”lara aykırı insanlarla tanışmasını anlatıyor. Karanlıktan aydınlığa kavuşan, eğitici
öğretici bir kitap değil, sadece bir gencin kendi hayatı hakkındaki samimi itirafları.
Suzan Geridönmez 1966
yılında Almanya’nın Kaiserslautern kentinde doğmuş. İstanbul Üniversitesi Alman
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
bitirdikten sonra Avrupa'da
çağdaş kütüphanecilik eğitimi almış. Uzun süre kütüphaneci olarak çalışan ve çeviriler
yapan yazar, bir yandan da kağıt hamuru sanatı ve kukla yapımıyla da ilgileniyormuş.
“Kolaysa Ağlama”, “Ötesi Yok” ve “Uzayda Bir Yatılı Okul” isimli üç kitabı daha olan
yazar, genç okurları yaşam, ölüm, çirkinlik,
dostluk gibi kavramlar üzerinde düşünmeye davet ediyor.
İyi okumalar diliyoruz.
(Hiç Adil Değil,
Suzan Geridönmez,
Günışığı Kitaplığı, 176 s.
ÇOCUKLAR İÇİN
Snftan Yükselen Sesler
Yedi çocuk. Bir sınıf. Olağanüstü bir öğretmen. Ve hayatlarını değiştiren bir okul yılı.
Snow Hill Okulu’nun yedi öğrencisi için 5.
sınıf hiç de kolay başlamamıştır. Okulun yenisi, uyum sorunu yaşayan akıllı ve hoşgörülü
Jessica... Dostunuz gibi görünüp arkanızdan
iş çevirebilen baş belası Alexia... Sürekli hınzırlık peşinde koşan sınıfın en yaramazı
Peter... Gözlerinden zekâ fışkıran Luke... Çekingen yapılı, en ufak şeyden kırılabilen Danielle... Ailesi nedeniyle arkadaşlarınca dışlanan utangaç Anna... Ve okuldan ölesiye
nefret eden aksi yaradılışlı Jeffrey. Fakat yeni
öğretmenleri Bay Terupt, “yaşa ve öğren”
adını verdiği alışılmadık eğitim metoduyla,
azarlamak yerine davranışlarının sonuçlarıyla
Rob Buyea,
yüzleşmelerini sağlayarak onlarla nasıl başa
Altn Kitaplar, Çev:
çıkacağını biliyor gibidir. Ancak belki de bu
Eda Aksan, 272 s.
metodun da bir sınırı olmak zorundadır.
Çünkü karlı bir günde yaşanan korkunç bir
kaza herkesi ve her şeyi değiştirecektir.
Rob Buyea’nın bu sıra dışı romanı yedi çocuğun dilinden ayrı ayrı aktarılıyor.
Her birinin değişik bir hikâyesi ve öğretmenlerini eşsiz kılan niteliklere farklı bir bakış açısı var. “Sınıftan Yükselen Sesler”, olumlu düşünmeyi öğreten,
öğrenmek için çaba göstermek gerektiğini anlatan, bizi biz yapan en büyük değerler olan yardımlaşmayı ve dostluğu yücelten muhteşem bir roman.
Ruhlar Gölü
Korku ve vampir edebiyatının çağdaş ustası
Darren Shan’ın, “Saga” olarak adlandırdığı on
iki kitaplık vampir serisinin sabırsızlıkla beklenen onucu kitabı “Ruhlar Gölü” raflardaki
yerini aldı. Tüm dünyada milyonlarca hayranı bulunan, onlarca farklı dile çevrilen ve 2009
yılında beyazperdeye de uyarlanarak tüm
dikkatleri üzerine çeken “Ucubeler Sirki”
serisinin onuncu kitabıyla büyük finale adım
adım yaklaşırken, tüyler ürpertici yepyeni
bir serüvenle serinin ritmi yeniden yükseliyor.
Darren, gecenin çocuğu olarak yeniden doğdu. Darren ve Harkat, Ruhlar Gölü’ne doğru
yaptıkları zorlu yolculukta karşılarına çıkan inanılmaz engelleri aşmak zorunda kalırlar. Ölülerin gezdiği karanlık sularda onları ne bekliyor olabilir? Kahramanlarımız bu maceradan
sağ çıkabilecekler mi dersiniz?
Darren Shan,
Tudem Yaynlar, Çev:
Arif Cem Ünver, 224 s.
Zeynep Cemali Edebiyat Günü
Edebiyatçılar, yayıncılar ve çocuklar bu konferansta!
Günışığı Kitaplığı tarafından bu yıl ikinci kez düzenlenen çocuk ve
gençlik edebiyatı konferansı Zeynep Cemali Edebiyat Günü, 6
Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Çocuk ve gençlik edebiyatına emek veren yazarlar, editörler, akademisyenler, yayıncılar, illüstratörler, çevirmenler, grafik tasarımcılar, kütüphaneciler
ve eğitimcilerin katılacağı tamgünlük konferansta çocuk ve gençlik edebiyatı, yayıncılığın önemli konuları ve 4+4+4’le biçimlenen
yeni eğitim döneminde edebiyat kitaplarının yeri tartışılacak.
Adını, 2009’da yaşama veda eden usta öykücü Zeynep Cemali’den alan konferansın konuşmacıları arasında Selim İleri, Yal-
vaç Ural, Müge İplikçi, Behçet Çelik, Aslı Tohumcu ve Semih Gümüş gibi edebiyatçıların yanı sıra Prof. Dr. Üstün Ergüder, Zekeriya Kaya, Dr. Müren Beykan gibi eğitim ve yayıncılığımızın önde
gelen isimleri bulunuyor.
Konferans, ülke genelinde büyük bir katılımla sonuçlanan Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2012 Ödül Töreni’ne de ev sahipliği
yapacak. İlköğretim 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerinin katıldığı öykü yarışmasında 2012’de dereceye giren ilk üç öğrenci ödüllerini usta edebiyatçılarımızın elinden alacaklar. Çocuklar, severek okudukları pek
çok yazarla tanışma fırsatı bulacaklar.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
28 EYLÜL 2012 CUMA
21
Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı
ERCAN DOLAPÇI
Celâl Bayar! Orta yaş ve üzeri kuşak onu
genellikle Demokrat Parti dönemindeki Cumhurbaşkanlığı’yla hatırlar. O dönem de 27 Mayıs ihtilaliyle sonlanmış ve
ortaya trajik bir son çıkmıştır. Oysa Celâl Bayar’ı DP döneminin ötesinde;
Atatürk dönemindeki İktisat Bakanlığı,
Başbakanlığı ve ondan da önce İttihatçı bir kimliğiyle tanımak ve değerlendirmek gerekir. Hatta o dönemleri, onu
daha iyi tarif eder. Ben İttihatçı Celâl Bayar’ı daha çok seviyorum. O dönemi için
“Partizan Celâl Bayar” diyorum. Bankacı
ama gizli komitacı aynı zamanda. 1908
Meşruti Devrimi'ni hazırlayanlardan ve
onu yaşatmaya ve geliştirmeye çalışan
kadrodan... 1918 sonunda herşeyin bitti denildiği bir sırada ise yılmayan ve eline silah alıp dağa çıkan bir ihtilalci! Kemalistlerle buluşan kahraman...
tekrar yayımlanır. Kitap tarih meraklıları için tam bir
şölendir. Bir solukta okunan ve elden düşürülmeyen
başucu kitabı gibi. Harika
da tarih dersi vardır içinde.
Bayar, kitaba “1918 yılı İttihat ve Terakki Kongresi
hazırlıkları ve genel durum”
başlığıyla başlıyor. Kurtuluş
Savaşı başında Ankara’ya
vekil olarak gidişiyle bitiyor
eser. İçinde neler yok ki; haliyle ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki dönemi, Balkan Harbi, Balkanlar, Osmanlı’nın dağılması süreci ve olayları, Cihan Harbi ve sonuçları, çöküş ve kurtuluş
için dağa çıkma... Bolca dipnot ve belgeyle desteklenmiş...
HARKA TARH DERS
Celâl Bayar Bursa’da yabancı bir bankada memurken devrimci fikirlerle tanışır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer. Tam bir militandır. Talat ve Enver
Paşa’larla meşhur Bab-ı Ali Baskını’na
bile katılır. Peşlerinde hafiyeler kol ge-
Celâl Bayar’ın en meşhur eseri 8 ciltlik
“Ben de Yazdım” isimli kitabıdır. Eser
ilk olarak 1965-1972 yılları arasında yayımlanır. Büyük ilgi görür. 30 yıl sonra
Sabah Kitapları tarafından 1997 yılında
DAA ÇIKAN PARTZAN!
BİZİM KİTAP KAFE / İSTANBUL
zer. Onlar ise buna aldırmadan hedefine doğru
emin adımlarla yürür. 31
Mart 1909 gerici ayaklanmasında ise yine iş başında.
Olayın ilginç yanlarına şahit olur. Bunları genişçe kitapta yazar... Cihan Harbi
içinde İzmir’de Parti sekreteridir. Savaş öncesi
dağdaki efelerle görüşür ve
onları düze indirir. Onlara
“Artık büyük devletlerle
savaş halindeyiz. Silahınızı onlara çevirin” der. Öyle de olur. Gökçen Efe’yle
dağda görüşmüştür. Cihan Harbi sonrası
ise yine dağa çıkar bu sefer roller değişmiştir. Artık o da silahlanmış ve efelerle birlikte düşmana karşı savaşacaktır. Gökçen Efe’yle görüşür ve onu iknâ
ederek silah başı yapar. Akhisar’dan sonra Aydın’a geçer. Demirci Mehmet
Efe’yi mücadeleye katar. Onun kurmay
başkanıdır. Ankara’yla temas kurar.
Sonrası malum. Bakanlık, Başbakanlık,
Reisicumhurluk! Hepsini de bileğinin
hakkıyla kazanmıştır. Ölene kadar da İt-
tihatçı/komitacıdır. Başı dik ve gururlu...
ATATÜRK STED BEN DE
YAZDIM
103 yaşında kaybettiğimiz Bayar, Türk
devriminin önemli isimlerinden birisi.
Saygıyla anarken kitabın yazılma öyküsünü de kitabında şöyle anlatır: Çankaya toplantılarında eski günlerden bahsedilince bir gün Bayar “Adam sen de,
bunlar da mesele mi?” der ve çekilen sıkıntılardan ve onların nasıl halledildiğini
anlatır. Bunu duyan Atatürk de “Bunları
yazdınız mı?” diye sorar. “Hayır” cevabını alır. Atatürk “Rica ederim, yazınız”
der. O da bunu vasiyet bilir: “O zaman
bu benim için bir emirdi. Nur içinde yatsın, irtihalinden sonra bir vasiyet olmuştu. Bunun içindir ki bu kitabı yazmaya başladım ve ‘Ben de Yazdım’ adını verdim.”
Not: Geçen haftaki yazımda İbrahim
Olcaytu’yu yanlışlıkla “Doğu Perinçek’in de kayınpederidir” yapmışım.
Baba Sadık Perinçek’le karıştırdım.
Doğrusu “dedesi” olacak. Özür dilerim.
MARTI SAHAF / İSTANBUL
Onlarca Dilde
Kitap Elden Ele
On Binlerce Kitap
DENİZ TOPRAK
Son dönemde internetin yaygınlaşmasıyla insanlar artık bilgisayar başında kitap arar oldu. Oysa sahaflara gide gele birbirinizi daha iyi tanır, dost olursunuz. Kimi
zaman kitap aramaya değil, sadece sohbet için bile gittiğiniz olur. Bu sırada sahaf da “Tam senlik bir kitap var” deyip,
önünüze koyar. Ya da siz merak ettiğiniz
konuyu söylerken hemen uygun bir kitabı getirir. Bizim Kitap Kafe de işte tam
böyle bir yer. Sadece eski kitap almaya gitmezsiniz, içeride hoş bir şekilde döşenmiş
koltuklarda çay-kahve içebilir, aperatif bir
şeyler de yiyebilirsiniz.
Bizim Kitap Kafe’de altı yüze yakın
Osmanlıca eser, onlarca dilde on binlerce kitap bulmak mümkün. Sadece kitap
da değil eski radyo, daktilo, saat gibi antika eşyaları da bulabileceğiniz bir yer.
Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi Karakolhane Caddesi (Yeldeğirmeni)’ndeki
yüz elli yıllık Tevfik Tura Apartmanı’nın
giriş katında hizmet veriyor Bizim Kitap
Kafe.
Sahaflık mesleğinin elbette
birçok anlamı vardır. Ama
bunlardan birisi kısaca “kitap elden ele” diyerek özetlenebilir. Kimi zaman bir
okurdan başka bir okura,
bir kitaplıktan başka bir
kitaplığa kimi zaman ise
depolara, çatı katlarına kaldırılmış, okursuz bırakılmış kitapları okurlarına kavuşturur, zevklerin ve mutlulukların yüzeyselleştiği ve
maddileştiği bir çağda daha
derin bir mutluluğun yayılmasını özendirir.
Kitaplara, ilk baskı eserlere, imzalı kitaplara ilgi toplumun bilgiye, edebiyatçıya,
tarihçiye özünde insana verdiği değeri gösterir. Örneğin
bir kitaptaki imzaya verilen
değer aslında yazar ile kurulan bağdır. Yazar ile okur
arasında kurulan çıkarsız bağdır. İşte Beyoğlu İstiklal Caddesi Abdullah Sokak’ta bulunan Martı Sahaf da bir imzaya verilen değerin hatıralara verilen değer olduğundan
hareketle “her eve bir kütüphane” sloganıyla kitapseverlerin hizmetinde olmaya
devam ediyor.
22
Aydınlık KİTAP
28 EYLÜL 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyacanz bölümler hangi yazarn hangi kitabndan alntlanmtr?
Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna
göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu. Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatın
ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her
şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim
hüznüm hepsinden eski.
2
Burayı inşa ederken kimse bizim ne istediğimizi
düşünmedi. Evlerimizi yerle bir edip bizi buraya,
dostlarımızı başka yerlere tıktılar. Bir fincan
kahve içip gazete okuyacak, ya da üç-beş kuruş
borç alacak bir yerimiz yok. Kimse neye ihtiyacımız olduğunu düşünmedi. Buraya gelen büyük
adamlar çimenlere bakıp şöyle diyorlar: “Ne
kadar şahane! Artık yoksulların her şeyi var!”
a) Huzursuzluğun Kitabı - Fernando Pessoa
b) Uygarlığın Huzursuzluğu - Sigmund Freud
c) Huzursuz Gölge - Ali Cabbar
d) Huzursuz Ölüler - Paco Ignacio Taibo II,
a) Şehir Büyüyor - Yeton Neziray
b) Şehirler - John Reader
c) Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve
Subcomandante Marcos
e) Artık Huzur Yok - Chinua Achebe
d) Şehir ve Şehir - China Mieville
e) Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar
Yaşamı - Jane Jacobs
3
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir
köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi
zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi
işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır.
Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek
olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.
a) Tutunamayanlar - Oğuz Atay
b) Aylak Adam - Yusuf Atılgan
c) Piç - Hakan Günday
d) Beyoğlunda Garibanın Otopsisi Yapılmaz Oktay Güzeloğlu
e) Kusma Kulübü - Mehmet Eroğlu
Bu haftann doru yantlar:
1-(a) 2-(c) 3-(b)
1
BULMACA
SOLDAN SAA
1. Resimdeki yazar - Milattan Sonra (ksa)
2. Yass demir ürünü - Kuyruk sokumu kemii Sodyum’un simgesi - Sözleme, mukavele, kontrat
3. Dikite kullanlan pamuk iplii - skambil kadnda
“sinek” - Ya küçük olduu halde sözleri ve davranlar
büyükmü gibi olan çocuk
4. Sar humma virüsü - Gezegenimizin uydusu - “Tavan”
kart
5. sviçre’de bir nehir - Akllca
6. Ödeme - Ten, deri - “... Güler” (fotorafç) - Cva’nn
simgesi
7. e yatkn, becerikli - Çölde esen rüzgar - Bizans
Devletinde vali ve derebeylerin unvan
8. Hrvatistan’da bir liman kenti - Sanca, yelkeni ya da
sereni aa alma
9. Snr nian - Yabanc - Mesafe
10. Bir papaan türü - Eski bir Hindu tapna tipi
11. Din ile devlet ve yönetim ilerini birbirinden ayr tutan,
dini kurulularn yetkisi dnda kalan - Japonya’nn eski
ad - Gürete bir oyun
12. Bir binek hayvan - Stanislaw Lem’in bir eseri Bahçelerde çiçek dikmek için ayrlan yer - Lümen (ksa)
13. Tahl tanesi, evin - Bir tembih sözü - “Ülkü ...” (yazar)
14. “... Derek” (aktris) - stanbul’da bir semt - Cam, kristal
15. (… KARANFL) Resimdeki yazarn bir eseri - Alev, yalaz
YUKARIDAN AAIYA
1. Teekkür edilen veya övülen, bir kimsenin söyledii bir
incelik ve alçakgönüllülük sözü
2. Sürekli, sonsuz - Yanak - Osmanl devletinde taht yeri,
saltanat makam anlamnda kullanlan bir sözcük
3. Yaplan iler, uygulamalar - Dul kalan kadnn sadakatini
göstermek üzere kendini kurban etmesi eklinde bir
Hindu gelenei - Nide’nin bir ilçesi
4. Otlar - Bir dilek art eki - Kartal takmyldznn eski
dildeki ad
5. Bakr’n simgesi - Eski haline getirme - Msr’n plakas Genellikle yazn kuruyan küçük akarsu
6. vedi - Bir iin yaplmas için ödenen ücret, yaplan bir
iin bedeli - Beyaz
7. Dogma, inak - Arnavutluk'un plakas - Kanszlk
8. Antlama - Sadece jest ve mimikler kullanlarak
gerçekletirilen bir gösteri sanat
9. Bön, avanak, budala - Gelecek
10. Motor güç birimi - Dar ve kalnca kesilmi tahta - Cet Bir nota
11. Çabucak gönderme, acele yollama - Birbirine uygun
renk ve yapda olan
12. Radyum’un simgesi - Yeryüzündeki yedi büyük kara
parçasnn her biri, kta - Hal, kilim ya da bez dokuma
tezgah
13. Ksa kepenek - Fransa’nn para birimi - Ticaret eyas
14. Evren pulu - Mizaç, itiyat, tabiat - ki yan aaçl,
dorusal, geni yaya caddesi
15. Stenografi iaretleriyle herhangi bir metni konuma
hzyla yazan kimse - Hastalklar
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Similar documents

kalpak ve kartal - Kuşadası Ticaret Odası

kalpak ve kartal - Kuşadası Ticaret Odası içinde özel bir dosya var, daha sonra aldırırım dedi. Sonra da ne aradı ne sordu. O dosya da orda kaldı gitti. El ile yazılmış bir tomar evrak, bir de levhası vardı onu da sarıp sarmalamış koymuş ...

More information

İndir - Box In a Box Idea

İndir - Box In a Box Idea bastırırız. Aklı ve fikri, farklı olmaktan mahrum bırakmanın kısırlığında yaşamanın ahengiyle doldururuz hayatı. Neydi farklı olmak? Bir duruş, bir gülümseme ya da bir fikir.. “Farklı” kavramındaki...

More information

Konya Ekonomisinin Genel Görünümü 2010-12-27

Konya Ekonomisinin Genel Görünümü 2010-12-27 Konya, eski çağlardan beri yerleşim yeri olması, aynı zamanda Türk uygarlıklarının ekonomik kaynağını oluşturan ve Anadolu’yu baştan başa geçen dünyaca ünlü tarihi ipek yolu üzerindeki önemli durak...

More information

Müzik sektörü yeni pazarlara yayılmaya devam ediyor - Mü-Yap

Müzik sektörü yeni pazarlara yayılmaya devam ediyor - Mü-Yap kolaylıkla tanımlanabilen yeni bir aşamaya geçiyor. 2013 yılında, sektörümüz için birçok iyi haber vardı - daha az iyi olan bazı haberlerin yanı sıra. ABD müzik pazarı istikrara kavuşmaya devam ett...

More information

Pdf formatında - Umran Dergisi

Pdf formatında - Umran Dergisi kamu kurumları tahrip edilmiş, yüzlerce araç yakılmış, yağmalama hadiseleri gerçekleşmiştir. Kürt siyasî hareketinin bundan sonra Türkiye’yle işbirliği içerisinde soğukkanlı ve çok akıllı davranmak...

More information

Stres ve endişe

Stres ve endişe stresin sizi nasıl etkilediğini ve bunu nasıl daha iyi yöneteceğinizi öğrenmenize yardımcı olacaktır. Buna benzer olarak ne kadar endişelendiğimiz de kişiden kişiye farklılık gösterir. Endişe her y...

More information