140. Sayıyı Pdf Formatında indirmek için tıklamanız

Transcription

140. Sayıyı Pdf Formatında indirmek için tıklamanız
140
A Y L I K İ L İ M K Ü L T Ü R V E ED EBİ YAT DE RGİSİ Fiyatı: 8
AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
HAZİRAN 2012
140
Dergisi Hediyesi...
06
Âb-ı Hayat
Yurdu Darende
34
Zikreyleyen
Gönüller
HAZİRAN 2012
Başyazı
Sebahaddin ATEŞ
DARENDE’DEN DÜNYAYA
Gül gönüllü bir yolun takipçileri olarak, gönüllere hizmet eden büyüklerimizin tavsiyeleriyle hep
iyiyi ve güzeli yapmaya çalışıyoruz. Çünkü gönül nazargâhı ilahi ve sırlar aynasıdır. Gül ve gönül medeniyetini günümüzde inşâ eden vakfımız, Anadolu’nun manevî mimarlarından Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Hazretlerinin ideasını bütün dünyaya tanıtmak maksadıyla yıllardır yapmış olduğu kültürel faaliyetleri bu yıl Uluslararası boyuta taşıyarak, Uluslararası bir Sempozyum tertip etmiştir. Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi, Vakıf kurucumuzun gönül iklimini şöyle tavsif ediyor:
“Hulûsi Efendi Hazretlerinin gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi inci mercan misali şiir yüklüdür. İlahî hazineden onun gönlüne ilham olan şiirler, sohbet ortamlarında, seher vaktinde veya hiç
belli olmayan bir gecede, bir zaman diliminde aniden doğardı.”
Hizmetlerimiz halka halka genişledikçe, vakfımız eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel sahalarda her
türlü toplumsal meselenin halli için gece gündüz çalışmaktadır. Toplumun bütünleşmesine, toplum
barışına ve vakıf hizmetlerine adanmış ömürler, artık meyveye duran ağaçlar olarak etrafına gül kokuları yayan, çiçekler açan güzellikler saçan bir görünüme kavuşmaktadır.
Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretleri adına sevgi ve gönül medeniyeti olarak inşa edilen muhkem hizmet âbidelerinin kapılarında isimleri ser levha olarak yazılmakta, hatıraları dillerde dolaşmakta ve insanların sevgilisi olmakta, muhabbeti gönüllerde yaşamaktadır.
Eserleri ve hizmetleriyle o yüce şahsiyetlerin nâmı gökkubbede bir hoş sadâ olarak yankılanmaktadır.
Bir yazarımızın şahit olduğu şu hadiseyi de burada nakletmek istiyorum:
“19.05.1975 tarihinde ziyaret ettiğim Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bana, Somuncu Baba kitapçığı hediye etmişti. O günkü sohbetinde, o zat-ı muhterem hatırladığım kadarıyla şöyle buyurmuştu:
‘Eğer hiçbir şey yapmak istemezseniz yerinizde sayar, tembel olursunuz. Biz Darende’yi aşan bir çalışma içine girdik. İnşallah bizden sonra, Türkiye’yi aşanlar da çıkacaktır.’
O sohbette Hulûsi Efendi’nin yüzünde Türkistan’dan Anadolu’ya gelen yol izlerini, Buhara’dan
Darende’ye yansıyan hâl izlerini görmüştüm. Hazretin yüzünde gördüğüm izleri bugün, evlatlarının
sîmasında, aynı çizgide o mânayı taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkan, Somuncu Baba Dergisinde görüyorum. Zamanın şahitliğinde, Hulûsi Efendi’nin kelâmının ortaya çıktığını gördükçe “zamanın sahibi” diye tavsif edilen kâmil insanların neler yaptığını, neler yapacağını daha iyi anlıyorum. O gün duyduklarım, semâda yankılanmaktadır. Bu dergi, bu heyet, bu vakıf, bu paylaşım duygusu, elbette hızla
devam edecektir. Çünkü kaynağı çok temiz ve asildir. Sevinçle geldim, sevince erdim.”
Kıymetli okuyucular; büyüklerimizin himmeti, dergimize gönül veren yayın kadromuzun ve yazarlarımızın gayreti ve siz değerli okuyucularımızın alâkası ile 19. yayın yılında 140. sayımızı neşretmiş bulunuyoruz. Hep birlikte en iyiye en güzele el ele…
FROM DARENDE TO THE WORLD
As the followers of a rose hearted path, we always try to do our best with the advice of the mighty
people around who serve the hearts. We know that the heart is the mirror of divinely mysteries. This
year, our foundation, which builds the rose and heart civilization today, has organized an International
Symposium, which was done as hitherto national as Somuncu Baba and Hulusi Efendi Cultural
Festivals, in order to introduce the idea of Hulusi Efendi and Somuncu Baba to the world.
Our Precious Readers! With the blessings of mighty and wise people, with the effort of the broadcast
and authors staff, and your interest, of course, in the 19th year of publication, we have published the
140th issue of our periodical. Hand in hand together ! To the best and beautiful...
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın
Yayın Organıdır
Kurucusu
A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 140 Haziran 2012
Basım Tarihi: 01 Haziran 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü
Hulûsi YAYLA
Reklam Müdürü
Yusuf YILMAZ
Yayın Editörleri
Yrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
ÂB-I HAYAT
YURDU
DARENDE
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Prof. Dr. Sebahat DENİZ
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Prof. Dr. Ali AKPINAR
06
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ
Prof. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Doç. Dr. Mahmut YEŞİL
Yapım
ARTWORKS
www.artworks-tr.com
HÂL EHLİ
BİR VAKIF
14
M. Nihat MALKOÇ
Vakfın dikkate değer bir
başka yönü de her konuda
işi erbâbına bırakmasıdır.
Somuncu Baba Dergisi
başta olmak üzere, yayınları,
sempozyum ve panelleri....
Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan
Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer
Somuncu Baba bu toprakların manevî
bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda
sonsuzluk uykularını uyumaktadır.
Genel Sanat Yönetmeni
İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni
Ali GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama
VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71
44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net
KUR’ÂN
EĞİTİMİ
Abdullah KAHRAMAN
Dağıtım
Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim
Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4
Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):
TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra
lütfen (0422) 615 15 00 / 137 dahiliyi arayınız.
ADANA ALANYA
AMASYA
ANKARA
ANTALYA
BARTIN
BOLU
BURSA
ÇAYCUMA
ELBİSTAN
G.ANTEP
GEREDE
GÖLCÜK
İSKENDERUN
İSTANBUL
0 322 457 66 54
0 242 518 26 18
0 533 681 33 82
0 312 324 40 75
0 530 328 82 86
0 378 227 30 64
0 374 217 42 02
0 532 766 92 56
0 372 615 19 21
0 344 415 01 88
0 342 321 43 34
0 532 704 15 44
0 532 561 61 65
0 326 615 73 56
0 216 472 08 92
İZMİR
K.MARAŞ
KARABÜK
KAYSERİ
KONYA
MALATYA
MERSİN
OSMANİYE
SAKARYA
SAMSUN SİVAS TOKAT
TURHAL
TÜRKELİ
ZONGULDAK
0 232 435 90 91
0 544 690 45 67
0 542 240 67 63
0 352 336 03 29
0 332 233 38 74
0 533 331 88 13
0 324 336 31 09
0 328 846 21 39
0 264 339 23 65
0 362 238 79 79
0 346 222 08 46
0 356 212 24 63
0 356 275 86 00
0 368 671 24 50
0 372 253 24 74
Kur’ân, okunmak, anlaşılmak ve uygulanmak
için gönderilmiş bir kitaptır. Onu anlamaya
geçmeden önce doğru okumak şarttır.
İRFÂNÎ ŞİİRİMİZ VE HULÛSİ EFENDİ DÎVÂNI - Bilal KEMİKLİ (10)
EL-KAVÎ - Ramazan ALTINTAŞ (18)
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE TASAVVUFÎ EDEB - Kadir ÖZKÖSE (22)
GÖZLERİN - Bekir OĞUZBAŞARAN (27)
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’NİN DÎVÂNI’NDA NEFS - Kadir DEMİRCİ (30)
ZİKREYLEYEN GÖNÜLLER - Musa TEKTAŞ (34)
ATTÂB B. ESÎD (R.A) - Bünyamin ERUL (39)
HUZURSUZ HAYATLAR - Enbiya YILDIRIM (46)
VEDA TEPESİ - Bilal YAVUZ (49)
OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE AİLE EĞİTİMİ - M. Aybike SİNAN (50)
İsmail ÇOLAK
Resul KESENCELİ
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi’nin Kayseri, Mersin,
Sivas ve Malatya’da Vakfımız
tarafından ‘Somuncu Baba
ve Hulûsi Efendi Panelleri’
düzenlendi.
HULÛSİ
EFENDİ (K.S.)
VE İNSAN
MİMAR
SİNAN
60
40
Ali AKPINAR
SOMUNCU
BABA VE
HULÛSİ EFENDİ
PANELLERİ
64
Osmanlı kültür ve medeniyetinin
inşasında oynadığı devasa rolden ötürü
tarihimizin bize armağan ettiği örnek
şahsiyetlerden birisi de kuşkusuz
Mimar Sinan’dır.
Ahmet ŞİMŞİRGİL
72
Bir İslâm büyüğüne,
mutasavvıf şairine, insanı böyle
açıklatan, onu kâinatın süzülmüş
özü, varlık ve oluşların gözbebeği
olarak tarif ettiren İslâm’ın bizatihi
kendisidir. Kur’an-ı Kerim ve
hadis-i şeriflerdir.
AFFETMEK - Mehmet SOYSALDI (54)
LEYLÂ DEDİM YÂR İSTEDİM!.. - Rıfat ARAZ (59)
SAMSUN VELÎLERİ - Yusuf HALICI (70)
HUZUR DEFTERİ - Ayşe SEVİM (76)
ÇOCUKLARDA GÜVEN - M. Emin KARABACAK (78)
ZAAFLAR - Sefa SAYGILI (80)
DARENDE GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (83)
ALERJİ - Akın DİNDAR (84)
GİNGSENG - Şifalı Bitkiler (86)
SARIMSAKLI KÖFTE - Mesude SARI (87)
3
Kadr-i zer zerdâr şinâset kadr-i gevher gevherî
Kadr-i gül bülbül şinâset kadr-i Kanber ya Ali
(Altının değerini sarraf, mücevherin değerini de kuyumcu bilir. Gülün
kadrini bülbül, Kanber’in değerini de Ali (r.a.) bilir.)
Yukarıdaki beytin belirttiği manadan hareketle; demlikten ve kemlikten- aldatmaktan ve kötülükten- arınmış gönülleriniz, bu geçici dünyanın
rengârenkliğini – güzelliğini – dostunun bir kılına değişmez.
Ömer Efendi hakkında , “Kötüsünü iyisiyle değişip aldattı.” sözünü uygun görmez. Belki nazarında sizin ve Emin Efendi kardeşimizin hatırlanmasına sebep olacağını ümit ediyorum. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huzuruna geç gelmiş olan Hz. Ali (r.a.), saadet mescidinin ağzına kadar sahabelerle
dolu olduğunu ve bir kişinin oturacağı kadar bile yer olmadığını görünce kapıda ayakta durur. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sağ tarafında oturmakta olan Hz.
Ebu Bekir (r.a.) bu durumu görür ve ayağa kalkarak (Hz. Ali’ye) kendisiyle Hz.
Muhammed (s.a.v.) arasında yer gösterir. Bu durumu gören Peygamberimiz
(s.a.v.)’in mübarek yüzünde bir gülümseme belirir ve şöyle buyurur: “Fazilet,
sahibinin değerini bilmez; fazilet sahibinin değerini yine fazilet sahibi bilir.”
Onun içindir ki ölçülü ve tartılı mücevherin değerini takdir eden yine kuyumcudur. Mücevherin değerini boncuk satanların bilmesi beklenemez.
Mektûbât-ı
Hulûsî-i Dârendevî
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Kırkdokuzuncu Mektup
4
Haziran 2012
Ömer Efendi kardeşimizin gönlünde bir hediye sebebiyle, sağlam demliği
kırıkla değişmesi bazı olgun muhabbetlere ilgisiz arkadaşların dedikodularına sebep olmuş, ruhlar âlemi kadar eskiden gelen sevginin değerini yok etmiş.
Düşüncemiz ( iyi niyetli düşünce) odur ki; (onlar) gül bahçesi gibi güzel muhabbetten pişmanlık dikeni toplamışlardır. Düzeltmeye uygun olan-tamiri, tedavisi olası olan- demliği evvelki gün tamir ettim ve bugün de size gönderiyorum.
Artık kararı size bırakarak aşağıdaki beyitlerimi arz ederim.
Ömerin gönlü dünyaya değer ey sevgili can
Mücevherin kıymetin sarraf bilir el ne bilir
Hak için sevdiği o demliği gönlü kötü olan bilmez
Dedikodu gelince söyler onu dil ne bilir.
*Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren
5
Orhan TURGUT
Şehir Güzellemesi
M. Nihat MALKOÇ
âB-IHAYAT
HAYATYURDU
YURDU
ÂB-I
DARENDE
“Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer
Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda
sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle mü’minlerin gönüllerini
fetheden Şeyh Hamid-i Veli (k.s) ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin
mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır.”
6
Haziran 2012
M
alatya’nın
uzağına düşer Darende… Dağlar, tepeler aşmadan
görünmez o masum yüzü. Esrarını öyle kolay kolay aşikâr
etmez. Fakat buraya varmaya
bir niyetlenmişsen hiçbir engel
önünde duramaz. Yüreğinin götürdüğü yere gitmekten başka
yapacak bir şeyin kalmaz. Çünkü Darende’nin manevî atmosferi bir mıknatıs gibi gönül ehli
insanları kendine çeker. Oraya
gidince farklı bir havaya girdiği-
ni hissedersin. Manevî güllerin
en irileri ve en dirileri karşılar
sizi bu güzel ve özel ilçede… “İyi
ettim de geldim” dersiniz kendi
kendinize.
Davetkâr bir peri gibidir Darende… Tabir caizse bir dünya cennetidir o alımlı suretiyle... Yorgun gönüllerin huzura
ve sükûna erdiği bir esenlik beldesidir. Göklerin mavisi, suyun
mavisinin menşeidir burada. Bir
su medeniyetinin tam ortasında
olduğunuzu bütün hücrelerini-
ze kadar hissedersiniz. Bu su,
bildiğimiz sulardan öte, bir âb-ı
hayat hükmündedir.
Bir huzur beldesi olan
Darende’de tabiat bütün cömertliğini sergiler sevgiyle bakan gözlere... Gönül sultanlarının sesi yankılanır Tohma
Çayı’nın kanyonlarında. Şeyh
Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı
diğer Somuncu Baba’nın maneviyatı kuşatır Darende’nin tarih
kokan cadde ve sokaklarını. Basiret nazarlarıyla temaşa eden-
7
Hüsamettin ATEŞ
Ayhan İŞCAN
lere bütün sırlar aşikâr olur Has
Bahçe’de… Minarelerden okunan lahuti ezanlar tamir eder
ruhların kırık dökük yanlarını…
Dağların kucağında tefekkürle meşguldür Darende…
Sanki Tohma Çayının berrak sularıyla söyleşmektedir Hakk’a ve
hakikate dair... Bu toprakların
her karışına dualar sinmiştir.
Bu topraklarda Horasan
erenlerinin
bugünkü
temsilcileri,
tertemiz
ayaklarıyla dolaşmaktadır. Hayatın merkezine madde değil, mana
oturtulmaktadır. Fitne fesat değil, zikir duyulmakta Darende’nin
ruhlara inşirah veren o
masmavi ve berrak semalarından...
Tohma Çayının kenarındaki ufak tefek
ağaçlar güzel bir tablonun vazgeçilmez bir
parçası gibidir. Bu çayın en güzel kısmı Es-
8
Haziran 2012
Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın ve Somuncu Baba
Camii’nin bulunduğu bölgededir. Bu maneviyat erenleri, buranın havasını iyice munisleştirerek doyumsuz kılarlar.
Tohma’nın kıyıcığında içtiğiniz demli bir çayın tadını kolay
kolay unutamazsınız. Kanyondan yükselen kayaların heybeti
insanlara uhrevî duygular ilham
eder. Öte yandan Tohma’nın
üzerine kurulan küçük ve şirin
köprüler bir başka güzel görüntü oluşturur.
Darende güneşin usulca doğup usulca battığı, ayın geceyle
söyleştiği masal beldesidir Somuncu Baba Boğazı, Somuncu
Baba Camii ve Balıklı Göl’den
başlayan bir doğa harikasıdır. Tohma Çayı, bu boğazdan adeta zikredercesine vakur ve nazlı nazlı
akmaktadır.
Maneviyat
erenlerinin, gönül sultanlarının
pak yurdudur Darende…
Hak ve hakikatin meydanıdır bu güzide topraklar… Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh
Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların
manevî bekçisidir. Gönül
sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını
uyumaktadır. Manevî feyizlerle
mü’minlerin gönüllerini fetheden Şeyh Hamid-i Veli (k.s) ve
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
(k.s)’nin mübarek kabirleri bu
güzel ilçede bulunmaktadır. Onlar bu mübarek ve muazzez toprakların tapuları hükmündedir.
Şiire gönül veren ve müstakil bir Divan’ı bulunan EsSeyyid Osman Hulûsi Efendi, Darende’yi mesken tutan
ve burada tertemiz nesil yetiştiren bir Hakk ve hakikat dostudur. Onun yolundan giden
talebeleri, kirlenen dünyayı ve
ruhları arıtma gayreti içindedir. Onun kabrinin burada olması, bu topraklara bambaşka
bir güzellik ve özellik katmaktadır. Bu çağın Yunus’u diyebileceğimiz gönül sultanlarından
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin şu dizeleri ne kadar
da manidardır:
Garazsız hem ivazsız hizmet
et her canlıya/Kimsesizin düşkünün ayağı ol, eli ol
Allah için herkese hürmet
et de sev sevil/Her göze diken
olma sümbülü ol gülü ol
İncitme sen kimseyi kimseye
incinme hem/Güler yüzlü tatlı
dilli her ağızın balı ol
Darende’ye bahar gelince
bahçeler bayramlık elbiselerini
giyer sanki… Kayısılar bembeyaz çiçeklerini açtığı zaman adeta bir gelinliği andırırlar. Hele
bir de dallar meyveye durunca
bahçelerin güzelliğine doyum
olmaz. Kayısı yüklü her ağaç sarı
renklere bürünür.
Darende, suyun kalbinde
atan bir nabızdır. Suyun bu kadar yüksek tonda dile geldiği ve
suyun bu kadar mükemmel bir
ahenk oluşturduğu başka bir yer
yok sanırım. Darende’ye vardığınızda ilk dikkatinizi çeken şey,
şehrin sükûnetidir. Su sesinden
gayrı ses duyulmaz olur. Sanki
Tohma Çayından akan suların
sesini duyalım diye cümle mevcudat susmuştur.
Şirin Darende’de tabiat bütün cömertliğiyle kendini tefekkür ve tezekkür ehline teşhir
eder. O güzel coğrafyayı temaşa
edenler, Hakk’ın yaratma sıfatının ihtişamı karşısında küçük
dillerini yutarlar. Burada her
şey Hakk’a nazar kılınması için
doğal bir dekor hükmündedir.
Darende, Hakk dostlarının
kabirleriyle inanç turizmine
aday küçük bir yerleşim yerimizdir. Tohma Çayının emsalsiz güzelliğini cömertçe sergilediği bu diyarda olmak insana
büyük bir gönül huzuru verir.
Ortasından böyle görkemli bir
çay geçen külliye sanırım sadece Darende’de var. Buradaki
zikir ehli insanların içinin paklığı yüzlerine fazlasıyla yansımıştır.
Darende bu kifayetsiz kelimelerle öyle kolay kolay anlatılamaz; bu güzel diyar ancak
gezilip görülünce hakkıyla ve
layıkıyla anlaşılır. Burayı gezip
görmenin şimdi tam vaktidir.
9
İ
Hulûsi Kalb’den
Bilal KEMİKLİ
rfânî şiir, İslâm kültür coğrafyası içinde, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Saîd Ebu›lHayr, Ömer b. Fâriz ve Ferîdüddîn-i
Attâr gibi büyük sûfî şâirlerin kurduğu şiir
geleneğidir. Bu gelenek içinde Rûdegî, Firdevsî,
Hakîm Senâî, Kâsımü’l-Envâr ve Abdurahman
Câmî gibi nice şâirler yetişmiş; ilim ve irfânı şiir
diliyle geniş kitlelere yaymışlardır. İslâm’ın imanî,
ahlâkî ve amelî temel ilkelerini doğrudan doğruya
tecrübî bilgiyle buluşturan bu şâirler, telif ettikleri
eserlerle bir yandan İslâm kültür tarihinin öncüleri ve düşünce tarihinin kurucu şahsiyetleri olarak tarihe geçmişler, öte yandan İslâm’ın yayılmasında etkili olmuşlardır.
İRFÂNÎ
ŞİİRİMİZ
VE HULÛSİ EFENDİ DÎVÂNI
“İrfânî şiir, dilini, sembollerini ve mânâsını sırlamıştır. Bugün
tekkelerin âdâbı, usûl ve erkânına vâkıf olmadan, bu vâdîdeki şiiri
anlamak zordur. Yûnus Emre’yi, Niyâzî-i Mısrî’yi ve diğerlerini
anlama çabası, başlı başına bir uzmanlaşmayı gerektirmektedir. “
10
Haziran 2012
Şunu açıkça söylemek gerekir: İrfânî şiir, gâyesi
ve fikri olan bir şiirdir. Bu şiirde, ya bir temel değer yeniden ele alınıp irdelenir yahut da tecrübe edilen bir ilke tasvîr edilerek arkadan gelenlere bir “rehber metin” inşa edilir. Temel gâyesi,
hakîkattir... Mânevî çalışmalarla bir idrake ulaşan
şâir, bu idrak seviyesiyle konuşur ve muhatabına
hakîkate ilişkin bilgiler verir. Bu bakımdan orada
fikir vardır. Zaten söz, eğer bir fikri, bir tasavvuru,
bir bakışı taşımıyorsa, söz değil; sûfî lisanıyla söylersek, mâlâyânidir. Dolayısıyla irfânî şiir derken,
seyr ü sülûk sürecinde gidilen yolu tasvîr eden ifadeleri, uğranılan duraklarda (hâl ve makam) tadılan zevkleri, vâridâtı, tecellîleri, sünûhâtları kastediyoruz...
Bu şiir geleneği, Türk dilinde, Hoca Ahmet
Yesevî’yle hayata geçmiştir. Baba ve Ata kavramlarıyla anılan ilk Türk sûfîlerinin de şiirler söylediği bazı kaynaklarda zikredilir. Korkut Ata, Çoban Ata gibi sûfîler bu vâdîde hakîkate ilişkin nice
sözler demlemişlerdir. Nitekim Pîr-i Türkistan
olarak da anılan Hoca Ahmet Yesevî’nin şiirlerini hikmet olarak isimlendiriyoruz… Bu yolda gidenler de hikmetler kaleme almışlardır. Hikmet,
irfânî şiir tanımını ortaya koyan gâye ve fikirleri
ihtivâ eden önemli bir kavramdır. Hikmet kavramını günümüzde bilgelik ifadesiyle karşılıyoruz.
Bilgelik, bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve
sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özüm-
seyebilme ve uygulayabilme kapasitesidir. Diğer bir ifadeyle bilgelik, eskilerin deyişiyle kalb-i
selîm, zevk-i selîm ve akl-ı selîm ile bilginin hâle
dönüşmesidir. Bilginin mâlûmâttan öteye geçmesi hâli… Bilgi, mâlûmât olarak kalırsa, yüktür; taşıyana sıkıntı verdiği gibi, muhatabı da etkilemez.
Bu bakımdan felsefenin bir kavramı olan hikmet, Ahmet Yesevî’nin sözlüğünde, bilgeliğin söze
dönüşmesini ifade eder.
Ocakların Kandili
Özellikle Meşrutiyet dönemiyle birlikte, süreli yayınların ve yeni aydın tipinin artan etkisine oranla, gönül eğitimi veren ocakların, irfânî ve
edebî muhitlerin etkisi azalmıştır. Toplumun öncüsü olan “insân-ı kâmilin” yerini, Fransız kültürünün mütercimi ve tanıtıcısı olan “aydın” almaya
başlamıştır. Böylece ortaya çıkan yeni estetik zevk
ve algıya yerini bırakan klasik ve özellikle irfânî
şiir, gâyet tabiî zayıflamıştır. Fakat ziya bütünüyle ortadan kaybolmamıştır; fark edilmese de ehlinin gönlünde âlemi aydınlatmaya devam etmiştir. Nihayet Cumhuriyete gelindiğinde irfânî şiirin
hayat bulduğu tekkeler kapatılmış, âdâb, usûl ve
erkânıyla başlı başına bir mânevî dünya sunan
ocakların kandili uyutulmuştur. Bu uyutulma
sürecinde, sadece şiir değil, musıkî, geleneksel
Türk sanatları ve şehirli dili de gerçek anlamda
gerilemiş, hatta belirli ölçülerde tükenmiştir. Günümüzde musıkî ortamlarında dile getirilen tarz
ve eda kaybı, bu sürecin akademik ortama sunduğu önemli tartışma konularından birisidir.
Tekkelerin kapatılmalarının siyasî, sosyal ve
kültürel neticeleri başlı başına bir araştırma konusudur. Meseleye şiir açısından baktığımızda, şu
tesbitleri yapmak mümkündür:
İrfânî şiir, hayat bulduğu edebî muhitini kaybetmiştir.
İrfânî şiir, dilini, sembollerini ve mânâsını sırlamıştır. Bugün tekkelerin âdâbı, usûl ve erkânına
vâkıf olmadan, bu vâdîdeki şiiri anlamak zordur.
11
Yûnus Emre’yi, Niyâzî-i Mısrî’yi ve diğerlerini anlama çabası, başlı başına bir uzmanlaşmayı gerektirmektedir.
Bütün bunlara rağmen, bütün bir kâinatı tekke
olarak tasavvur eden âriflerin gayretiyle irfânî şiir
varlığını korumuştur.
Burada özellikle irfânî şiirin varlığını koruması
meselesini iki açıdan ele almak gerekir:
Modern şiire tasavvuf ve irfânın tesiri. Bu,
Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ve Asaf Hâlet gibi
şâirlerin yanında, Sezai Karakoç, Erdem Beyazıt,
Cahit Zarifoğlu ve hatta Hilmi Yavuz gibi şâirlerin
ortaya koydukları metinlerden hareketle tahlil
edilmesi gereken bir husustur. Bu şâirler, tasavvufun dilinden ve irfânî bakıştan esinlenerek şiirlerine derinlik ve anlam katmışlardır.
Bizzat Yûnus Emre’nin açtığı çığırda giderek doğrudan doğruya hâl dilini terennüm eden
şâirler. Bunlar edebî ortamlarda çok orta yerde olmasalar da irfânî şiirin devamlılığını sağlayan mümtaz şahsiyetlerdir. Bu mümtaz şahsiyetler, Osman Kemâlî, Alvarlı Efe ve Pirizrenli Ömer
Efendi gibi isimlerdir.
Bu ikinci grupta zikrettiğimiz “mümtaz şahsiyetler” halkasının son temsilcilerinden birisi,
klasik şiir formunun da takipçisi olarak karşımıza çıkan Darendeli Osman Hulûsi Efendi’dir. Somuncu Baba’nın ahfadından olan Osman Hulûsi,
kendisi de bir şâir olan Sivaslı İhramcızade İsmail Hakkı Efendi’nin sohbet halkasında aydınlanmıştır. İsmail Hakkı Efendi’nin türküye, şiire ve
bilhassa Niyâzî-i Mısrî’ye olan ilgisi malumdur.
Nitekim İhramcızâde’nin Yâre Yâdigâr adıyla
yazdığı mevlid, geçtiğimiz yıllarda günümüz okuyucusunun dikkatine sunulmuştur (Ekim 2009,
Sivas). Türkü, şiir ve Mısrî merakı da anlatılagelen bir bilgidir.
İrfânî şiirin günümüzdeki son temsilcilerinden birisi olan Osman Hulûsi Efendi,
İhramcızâde’nin oluşturduğu edebî muhit içinde
kendini bulmuştur. Dolayısıyla Hulûsi Dîvânı’nda
12
Haziran 2012
İhramcızâde’nin yanında, onun tesiriyle olsa gerek, Niyâzî-i Mısrî’nin de izlerini görmek mümkündür. Bu bakımdan Hulûsi Dîvânı’nı bu iki temel kaynaktan yararlanarak okumak icap eder.
Fakat burada sözü fazla uzatmadan, Hulûsi
Efendi’nin bir gazelini dikkatlere sunarak, oradaki mânâya ilişkin kısa bir mülahazada bulunmakla yetineceğiz. Konu edineceğimiz şiir, Dîvân’ın
son baskısında I. Cilt, 86. sayfada bulunan 65 numaralı gazeldir:
Nere baksa gözümüz vech-i dil-ârâda kalır
Kanda olsak ârzûmuz sâkî-i sahbâda kalır
…
Der-i dildâra Hulûsi baş koyup cân verenin
Cânânda gözü vech-i temâşâda kalır
İlim kendin bilmektir
Neden başka bir şiir değil de bu gazeli yazımızda esas aldık? Aslında Hulûsi Dîvânı’ndaki
hangi gazeli yahut kıtayı alırsanız alın, orada
irfânî geleneğin izlerini sürmeniz mümkündür.
Bu gazeli, açıkça söylemek gerekirse, ben de
Niyâzî-i Mısrî’nin izinde giderek tefe’ül yoluyla
buraya aldım. İyi de oldu; zira tasavvufun bilgi
yollarından olan müşâhade ve murâkabeyi ortaya koyan bir metinle karşı karşıya kaldık. Bilgi
olmadan bilgelik olmuyor... Bilgi, öyle sanıldığı gibi, sadece kitaplardan tahsil edilmez. Daha
açık bir ifadeyle, irfânî şiirde bilgi, nakil ve taklitten öte; insanın kendini bilmesi esasına dayalıdır. Hani Yûnus’un dediği gibi: “İlim kendin
bilmektir.”
Bütün mesele, insanın kendini bilmesidir. Kendimi nasıl bileceğim? Bu sorunun farklı açılardan cevabı verilebilir; ama müşâhede
ve murâkabe kavramları, bu bilme sürecinin en
önemli iki kavramıdır. Bakmak, seyretmek, yoğunlaşmak... Bakılan şeyi, varlığı hayret nazarıyla düşünmek. Varlık üzerine tefekkür etmek… Bu
süreç insana farklı bilgiler kazandırıyor; bunun
adı, vâridat, tecellî, sünûhât yahut ilham oluyor.
Evet, bakmak ve düşünmek... Kâinat aynasında
insan kendini bilmeyi, kendi gerçekliğine ermeyi öğreniyor.
Burada hemen şunu söylemek lazım: İnsanın
kendini bilmesi, Rabbini bilmesidir. Kendi gerçekliğine ermesi, Rabbin kurduğu düzeni idrak etmesidir. Hakîkat, işte bu idrakle ortaya çıkıyor...
Tasavvuf ise, bakışı bu idrak seviyesine yükselten sistemin adıdır. Bu yüzden şâir diyor ki: “Nere
baksa gözümüz vech-i dil-ârâda kalır” Nereye bakarsam bakayım, müşâhedemin ve murâkabemin
neticesinde baktığım şeylerde, tecellî eden
hakîkati görürüm. Vech-i dil-ârâ, o tecellî eden
hakîkattir... O sevgili nazar etti, bu âlem hayat
buldu. Dolayısıyla hayat bulan bu âlemde, hep
O’nun yüzünü görürüm. Vahdet düşüncesinin bu
yüksek bahsi, “nakışta nakkâşı temâşâ” anlayışını beraberinde getirmiştir. Zira “nereye bakarsanız Hakkın yüzü oradadır.”
Burada, sâkî-i sahbâ, Şîrîn,
Ferhâd, Akl-ı Mecnûn, kâkül-i
Leylâ, vatân-ı asl, serâb, sahrâ,
necât, sâhil-i deryâ, dilber ve
perîşan zülf gibi klasik şiirimizin de ifade dünyasını belirleyen kavramların her biri üzerinde durmak, perdeleri aralamak,
sözün arkasındaki mânâyı ortaya koymak... Bütün bunları yapmak, sözü uzatır ve bahsi uçsuz
bucaksız bir deryaya dönüştürür.
Okunan bu örnek gazelde ortaya
çıkan bu özellik, Hulûsi Efendi’nin, temsil ettiği şiir geleneğinin temel kavramlarına, mazmunlarına, telmihlerine, ritmine ve ahengine işaret
eder. Sanki zaman durmuş, Mısrî’nin yaşadığı çağın Malatya’sı ve Darende’si söz ve mânâ varlığıyla yeniden tecessüm etmiş... Sanki söz ve mânâ
kaybı, kültürel değişim yaşanmamış, yeni estetik
zevklere yelken açılmamış... Sanki şiirde konu değişmemiş, Yûnus’un başlattığı şekilde kalmış gibi.
Evet, Hulûsi Dîvânı bizi tarihin derinliklerine alıp
götürüyor, bizi kadim bilgelikle, değişmeyen ve
dönüşmeyen özle buluşturuyor.
Netice itibariyle şunu söylemek lazımdır:
İrfanî şiir ırmağı, pek öyle orta yerde olmasa da,
çoğumuz onu göremesek de, haritadan tümüyle
silinmiş değildir. O, sabırla akışını devam ettir-
mektedir. Velhasıl bize Osman Hulûsi Efendinin
lisanıyla şöyle sesleniyor:
Er geç bir gün bu cem’iyyet-i âlem dağılır
Yâr ile sürdüceğin dem içdiğin bâde kalır
Er geç cem’iyet-i âlem dağılır; onu sakın kalıcı sanma… Geride sadece yâr ile geçirdiğin
güzel zamanların hâtırası ve içtiğin bâdenin
râyihası kalır. Gelenekte dünyanın geçiciliğine
çokça atıfta bulunulur; burada buna tanık oluyoruz. Dünya, oluş âlemidir ve geçicidir; mesele
geride bırakılacak güzelliklere hayat vermektir.
Yâr, sevgilidir; en dar anlamından en geniş anlamına değin, sevdiklerimiz ve bir üstü bu sevdiklerimizi bize lütfeden, bizzat
içimize sevme iksirini koyan,
gönlümüzün sahibidir. Her
dem, o sevgiliyle olmak… Burada “dem” kelimesinin bu anlamda özel olarak kullanıldığını söylemek isterim; evet vezin
gereği dem denilmiş; ama demin geniş mânâları göz önüne
alındığında, ân-ı dâim kavramını hatırlamak lazımdır. Bütün varlıklar, kâinat, her an
gaybden ayn’a, ayn’dan gaybe
gitmektedir… Gidişler ve gelişler sürekli. Bu süreklilik içinde
varlığın farkına varmak, sevgiyle oluyor.
Sen farkında olsan da olmasan da sürekli bir
değişimin içindesin; bunun farkına varıp, hiç değişmeyen yâr ile beraber ol… Onun sözü, sohbetiyle dol. Zaten bâde nedir? Söz, sohbet değil mi?
Kâinatı seyrederken ve varlıklar üzerinde düşünürken, zikrinle ve fikrinle o bitmez tükenmez
bâdeden içiyorsun. Ve işte böylece kendi farkındalığına eriyor, hakîkati idrak ediyorsun.
Velhasıl, Osman Hulûsi Efendi, tıpkı atası Somuncu Baba gibi, “yâr ile safâ sürmüş, bâde
içmiş” bir büyük bilgedir. Bu bakımdan onun bize
bıraktığı Dîvân önemlidir.
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
* Prof. Dr.
13
T
İlim ve Hayat
Ali AKPINAR*
ohma Çayı’nın damarlarını suladığı Darende, tarihin derinliklerini günümüze taşıyan şirin bir
Anadolu ilçesi. Tarihî dokusu ve tabîî güzellikleri yanında bu şehri canlı ve başka merkezlere örnek kılan en önemli husus ise Somuncu Baba’nın
Darende’ye imzasını atmış olmasıdır. Bir gönül
adamı olan Somuncu Baba’nın değerlerini günümüze taşıyarak devam ettiren Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Vakfı, Darende’yi hayırda yarış kervanında koşturmaya devam etmektedir.
HâL EHLİ BİR
VAKIF
Üniversite hocalığına adım
attığımız ve hayatımızın güzel ve özel bir senesinin geçtiği
Darende’de bizim, vakıfla ilgili en önemli gözlemimiz kısaca
şöyle idi: Dağların arasına sıkışmış duran Darende’yi dağların ötesine taşıyarak gündemde tutmayı beceren bu
vakıf, âdetâ hizmeti taştan çıkartan bir hayır kurumudur.
Hâli, icraatı, kâlinden/söyleminden çok olan bir vakıf. Sözle değil, hâliyle, yaptıklarıyla konuşan bir vakıf. Darende
ve çevresini bir şantiye alanına
çevirmekle kalmayıp, yurdun
dört bir yanına hatta dünyanın çeşitli yerlerine hayır ellerini uzatan bir vakıf.
Somuncu Baba Dergisi
Vakfın dikkate değer bir başka yönü de her konuda işi erbâbına bırakmasıdır. Somuncu Baba
Dergisi başta olmak üzere, yayınları, sempozyum ve panelleri ile vakıf, bu yönünü en güzel şekilde göstermektedir. Dergi yazıları için pek çok
üniversite bilim insanıyla gerçekleştirdiği tanıtım
toplantılarıyla dergiyi hizmetine sunarak onlara
âdetâ büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Onlara,
“Buyurun dergimizin sayfaları, sizin emrinizde.
14
Haziran 2012
Kur’ân ve sünnet ekseninde, değerlerimizi doğru
ve insanımızın anlayacağı bir şekilde sizler sunun.
Sunun ki insanımız erbabının kaleminden değerlerini doğru bir şekilde tanısın, nasihatleri erbabının
ağzından alsın.” mesajını vermiştir.
İşte bu vakıf, geçtiğimiz Nisan ayında Mütevelli Heyeti Başkanı H. Hamidettin Ateş’in de
katılım ve himayelerinde, bir dizi panel gerçekleştirdi. Vakfın bânîleri ve hizmetlerinin gündeme getirildiği bu panellerden biri de 28 Nisan da
Mersin’de gerçekleştirildi. Bizim de panel yöneticisi ve tebliğci olarak katıldığımız bu panelle ilgili
izlenimlerimizi okuyucularımızla paylaşmayı uygun gördük. Zira hizmet heyecanının diri tutulması ve yeni hizmetlere önayak olması açısından
bu gibi toplantılar oldukça önem arz etmektedir.
Pek çok Darendelinin yaşadığı Mersin’deki bu
bilim etkinliğine çok sayıda gönüldaş katıldı. Salon
katılımcılara dar geldi ve kadını erkeği ile dinleyiciler sonuna kadar paneli dikkat ve heyecanla izlediler. İzleyiciler bu duruşlarıyla, benzer canlı etkinliklerin periyodik olarak yapılmasını ister gibiydiler.
15
Panelin ilk konuşmacısı, uzman tarihçi Resul
Kesenceli idi. Somuncu Baba’yı anlattı bize. Somuncu Baba’nın Allah rızası için insanlara dağıttığı somun ekmeklerle insanların midelerini doyurdukları gibi, ilim ve irfan sofralarıyla onların
ruhlarını da doyurduklarını söyledi. Onun, Molla
Fenârî gibi zamanın üstadları, güneşleri olan ilim
adamlarının takdirine mazhar olan Fâtiha tefsiri
sohbetleri bunun göstergelerinden sadece biridir.
Panelin ikinci tebliğcisi olan Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Tefsir Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Mehmet Soysaldı, ‘Osman Hulûsi Efendi’nin Peygamber Sevgisi’ni sunarak, ‘Kutlu Doğum Ayı’nın
son günlerinde Peygamberimize bir hizmet ve
aşk buketi sunmuş oldu. Konuşmacı, Hulûsi
Efendi’nin, Allah’ı ve Rasûlunü her şeyden daha
çok seven ve bu sevgisini hayatıyla isbat eden
Onlar, tabandan tavana herkesi muhatap alan,
herkesle iletişim kuran, tüm insanlığı kuşatan ve
kucaklayan gökyüzü timsali, dinî mimarimizin
simgesi cami kubbeleri gibi herkesi bağrına basan
bir şefkat âbidesi erenlerdir. Onların âguşlarında
devletin en üst makamındaki yöneticiler de yer
bulmuştur, halkın içerisinden sıradan insanlar da.
Zira onların hedef kitlesi, adı sanı, makamı, konumu ne olursa olsun insandı. Yeryüzünün imarı ile
Yüce Yaratıcı tarafından halife olarak atanmış insanın yetiştirilmesi ve hep hayırların adamı olarak huzur içerisinde dünyada ve öldükten sonra
yaşamasıydı.
16
Haziran 2012
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk olsun; işte onlar
kurtuluşa erenlerdir.”2
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsanız ve Allah’a inanırsınız. Eğer Kitap ehli,
inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu.
Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan
çıkmışlardır.”3
Hulûsi Efendi de;
mü’minlerden olduğuna dikkat çekti. O, evlatlarına Peygamberimizin isimlerini koyarak, onun ismini saygı ve ihtiram cümleleriyle anarak, şiir ve
yazılarını onun güzellikleriyle bezeyerek ve çok
daha önemlisi onun ahlakını yaşayarak peygamber sevdasını izhar etmiş ve bu konuda bizlere örnek olmuştur.
Bizim tebliğimizin konusu ise ‘Hulûsi
Efendi’nin Tasavvufî Yönü’ idi. Divanındaki şiirlerini tarayarak hazırladığımız tebliğimizin özeti
şöyle idi:
Hayat düsturumuz Kur’ân, “Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”1
buyurarak doğrularla beraber olmamızı bizden ister. Sâdık/sâlih kişilerle beraber olabilmek, onları
doğru tanımak, onların hayırlı işlerinde yanında
olmakla mümkün olacaktır. Bunun için sâlihlerin
mek için, her şeyden önce iman etmek, ardından
imanın gereği sâlih amel işlemek gerekir. Gerçek
mü’min, sâlih amelleriyle imanını gerçekleştirendir. Bu tanıma uyan Allah dostlarının kazanımları hem dünyevîdir, hem de uhrevîdir. Zira onlar,
dünyada da korku ve hüzünden güvendedirler,
âhirette de.
Aktif İyiler!
Kur’ân pek çok âyetinde, bizlerden yalnızca
iman etmemizin ve iyilik ve güzellikleri kendinde kalan pasif iyiler olmamızı istemez. O, bizden
yaşadıkları iyilik ve güzellikleri başkalına taşıyan
aktif iyilerden olmamızı ister. Kur’ân’ın bu konudaki âyetlerinden bir kaçı şöyledir:
Somuncu Baba
Hulûsi Efendi
Onlar, bulundukları yerlerde
duramayan, âdetâ kaplarına sığamayan aktif iyilerdir. Bunun
için upuzun diyarlardan geldiği
Bursa’da karar kılmayıp Kütahya, Aksaray, Kayseri’de irşad faaliyetlerinden sonra Darende’yi
mesken tutmuştur. Onlar o
günkü şartlarda bu zorlu yolculuklarını hep Rızâ-i Bârî için
gerçekleştirmişler, bir daha sılalarına dönmemek için yola
baş koymuşlardır. Dönmek için
değil, kalıcı hizmetlere imza atmak için buralara gelmişler ve bulunduklar yerlerde gönül fetihlerini gerçekleştirmişlerdir. Aradan geçen asırlara rağmen hayırla yâd ediliyor
oluşları, onların hizmet aşkını ve ihlâsını isbat etmektedir.
anılması ve tanıtılmasına yönelik toplantılar, çalışmalar büyük önem arz etmektedir. Bu yüzden
‘Salihlerin anıldığı yere rahmet iner.’ buyrulmuştur. Çünkü onların anılması, onların tanınması
yanında, onların örnek hayatının yaşanmasına da
katkısı olacaktır.
İstikâmetle olup tab’-ı selîm
Müstakîm ol müstakîm ol müstakîm
diyerek herkesin istikamet ehli olmasını ister
ve aktif iyilerden olmanın en güzel örnekliğini sunar bizlere.
Allah Dostları!
Kur’ân, Allah dostlarını tanıtırken şöyle buyurur: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdi. Onlar Allah’a inanmış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlardır.
Dünya hayatında da, âhirette de müjde onlaradır. Allah›ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. Bu
büyük başarıdır.”4
Âyete göre Allah’ın velî kullarından olabil-
O gönül adamları, sâlih amellerini sevgiyle taçlandırıp sunan ve bu şekilde gönüllerde taht kuran kimselerdir. Adanmış ömürlerin sahibidirler onlar, mallarını, canlarını, mesâilerine Allah’a
adamış, O’nun kullarına vakfetmiş insanlardır onlar. Onlar, hayra doymayan, adam gibi adamlardır. Onlar zor zamanların adamlarıdır. Kimseye
gönül koymamış, ama dâvâya gönlünü koymuş
Gönül Adamı!
Ne kerâmetimiz var ne velâyetimiz
Kuru kulluğumuz dost kapısında sözü onların
hâlini ne kadar güzel özetler. Ya şu sözlere ne demeli:
Garazsız ve ivazsız, hizmet et her canlıya
Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol Allah için herkese hizmet et de sev sevil
Her göze diken olma sümbülü ol gülü ol
Güneş gibi şefkatli yer gibi tavazulu
Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol
Panelin Mersinlilere ve onların şahsında herkese mesajı özetle şu idi:
İçerisinde yaşadığımız şu münbit topraklarda, gönül erlerinin ruhuyla yaşamaya ve o ruhu
yaşatmaya her zamankinden daha çok muhtacız.
Dünyevîleşmenin getirdiği en ciddî tehlike olan
savrulmaktan, çoluk çocuğumuzla korunmak için
buna hem muhtacız hem de mecburuz. Emeği geçen herkese ve bu vesile ile aziz okuyucularımıza
teşekkürlerimi sunuyorum.
Dipnot
*Prof. Dr.
1
9/Tevbe, 119
2
3/Âl-i İmrân, 104
3
4
3/Âl-i İmrân, 101
10/Yûnus, 62-64
17
“İslâm düşüncesine göre, elinde tuttuğu kamu
gücünü adaletin sağlanmasında değil, zulmün
koyulaşmasında kullanan her zorba, Fir’avun
zihniyetini benimsemiştir. Onlar, sınırsız
gördükleri gücü, hiç kimse ile paylaşmazlar.”
Güzel İsimler
Ramazan ALTINTAŞ*
A
rapça’da
“kuvve” kökünden sıfat olan el-Kavî; kuvvetli ve
güçlü demektir. Yüce Allah’ın
sıfatı olarak “kuvveti tam, her
şeye muktedir olan” anlamı taşır. Herhangi bir âcizlik, zafiyet
ve vehin gibi hallerden hiçbirisi Yüce Allah’a egemen olamaz.
Her türlü zaafiyet, âcizlik ve vehin beşeriyete dair niteliklerdir.
Allah ise, her türlü yaratılmışlık
hallerinden münezzehtir.
EL-KAVÎ
Pek güçlü ve tam kudret sahİbİ:
“Yüce Allah’ın el-Kavî ismi, Müslüman’a güç vermeli, bu sebeple, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma görevini ihmal etmemelidir. Ayrıca, hem İslâm’ı yaşarken ve
hem de anlatırken kınayıcıların kınamasından da çekinip korkmamalıdır.”
18
Haziran 2012
Kur’an-ı Kerim’de mutlak
gücün Allah’a ait olduğu beyân
edilir: “Zulmedenler azaba uğrayacakları zaman bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu ve
Allah’ın azabının pek şiddetli
olduğunu bir bilselerdi!”1 buyrulur. Bir başka âyette de: “Kuvvet ancak Allah’ındır.”2 denilmektedir. Bütün bu âyetler,
yegâne güç ve kudretin Cenâb-ı
Hakk’ın uhdesinde toplandığına
işaret etmektedir.
İnsanlık tarihi boyunca bazı
fert ve cemiyetler, ilâhî kudretin varlığını unutunca, kendi âciz varlıklarını hiç hesaba
katmadan sahte kudret sıfatına
bürünebilmişlerdir. Ellerinde
bulunan zenginlik, aşîret taraftarlığı ve kamu gücü sayesinde
Allah’ın hür olarak yarattığı insanları köleleştirme ve sömürme yoluna gitmişlerdir. Kur’an-ı
Kerim’de Yüce Allah’ın el-Kavî
ismini gasbeden birçok sahte
güçten bahsedilir. Bunlardan birisi Allah’a isyanın, tuğyanın ve
her türlü zulmün sembolü olan
Fir’avundur. Baş danışmanlarından olan Hâmân’a, gücünü ve iktidarını göstermek için
“yüksek bir kule” yapma talimatında bulunur:
tin, şöhretin, gücün ve Allah’a
meydan okumanın bir simgesidir. Maddi iktidarını putlaştıran ve kendisini de rablik makamında gören Fir’avun, bireysel
ve sosyal hayatının bütün alanlarından Hz. Mûsâ’nın İlâhı olan
Allah’ı çıkardığı gibi, insanların
gönlünden de Allah’ı çıkarmak
istemiştir. İnsan bir defa temellük fikrine sahip oldu mu, hayata dair ne varsa özerkleştirir ve
her şeyi kendi tasarrufunda görmeye başlar.
Kontrolsüz Güç
“Fir’avun, “Ey ileri gelenler!
Sizin benden başka bir ilâhınız
olduğunu
bilmiyorum.
Ey
Hamân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule
yap! Belki Mûsâ’nın ilâhına çıkar bakarım (!). Şüphesiz ben
onun mutlaka yalancılardan
olduğunu sanıyorum.” dedi.” 3
Bu âyette geçen kule tabiri
neyin sembolüdür?
İktidar gücünün semboldür.
Fir’avun’un sipariş verdiği bu
kule, neyin simgesidir?
Başta iktidar olmak üzere;
kibirlenmenin, servetin, şehve-
Bazen bu, iktidar gücü olur;
bazen para gücü olur, bazen ilim
gücü, bazen bu cinsiyet gücü
olur. Artık onu sınırlandıran
bir otorite yoktur. O, kendisini
kontrolsüz bir güç olarak görür.
Çünkü o, kendisini, Allah’a rağmen konumlandırmıştır.
Allah’ı hayatından çıkaran
bir birey ve toplum için nihâî
amaç, mutlak bilgiye, servete
ve iktidara sahip olmaktır. Böyle bir âsî ruh, Yüce Allah’a başkaldırdıktan sonra, kendi arzularını ve projelerini ilâhlaştırmış
ve mutlaklaştırmıştır. Bu yüzden hâriçten kendisini denet-
19
leyecek ve sınırlandıracak bir
güç ya da yetkili istemez. Din,
onu sınırlandırdığı oranda can
sıkıcıdır. Dine, bireyin hayatında ancak özel, izâfî ve sıra
dışı kalmayı kabullendiği sürece müsâade edilir. Bilginin hikmet amaçlı olmaktan çıkıp güç
amaçlı hale gelmesiyle, birey,
Kârûn’un zihnî tutumunu benimsemiş olur.
Tarihte Fir’avunlar hep halklarını icat ettikleri bir “öteki/leştirme” üzerinden denetlemeye çalışmışlardır. “Sen ve öteki”
diye halkı iki kampa, sınıfa ayırmak halkın gücünü sınırlandırmak ve zayıflatmaktır. “Böl, parçala, yönet” stratejisi, Fir’avun
taktiğidir. Tarih boyunca eski ve
yeni bütün Fir’avunlar, hep yönetim tarzı olarak bu taktiği uygulamışlardır.
İslâm düşüncesine göre, elinde tuttuğu kamu gücünü adaletin sağlanmasında değil, zulmün
koyulaşmasında kullanan her
zorba, Fir’avun zihniyetini benimsemiştir. Onlar, sınırsız gördükleri gücü, hiç kimse ile paylaşmazlar. Bu güç, ister inanç,
ister siyaset, ister servet, ister
iktidar olsun fark etmez. Hepsini uhdelerinde tutarlar. Halk ise,
sürü ve köle muamelesi görür.
Halkın, onların nezdinde hiçbir değeri ve itibarı yoktur. Kendisini güçlü gören Fir’avun zihniyeti, inançlara bile ambargo
koymaya kalkar. “Benim belirlediğim kadar inanacaksın.” der.
Hem inançlara ve hem de fikirlere sınırlar çizer. Kölenin itiraz
hakkı olmadığı gibi, halkların da
itiraz hakkı yoktur, mantığını
20
Haziran 2012
sergiler. Servete, maddi iktidara ve silah gücüne dayanan her
zorba, kendini ilâh gibi görür.
Yaptıklarından hesap sorulmasını asla istemezler. Kibirlidirler. Onların gözünde halk, toprakta debelenen solucan kadar
bir değere sahip değildir. Onlar,
ne kimseye hesap verirler ve ne
de herhangi bir kimsenin kendilerinden hesap sormalarına rıza
gösterirler.
Fir’avn Zihniyeti
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Fir’avun iktidarını servetiyle
tahkîm eden ve bu noktada kendisini Allah’tan müstağnî sayan
bir başka saptırıcı da Kârûn’dur.
O, haksızlıkla elde ettiği bu kazancı, her türlü zulmün icrası
için araç yapar. Kendisi doğru
yoldan saptığı gibi, halkı ekonomik gücüyle ezer, bununla da
yetinmez şahsiyetini beş paralık
ettiği halkını, Hakk’ın karşısına
çıkmada kışkırtmaktan da geri
durmaz. Bu alanda her türlü vasıtaya başvurur, yatırım yapar.4
İnsanlık tarihinde Kârûn,
mal biriktirmenin, her türlü
mâlî ve ekonomik haksızlığın,
sömürünün bir simgesi olurken, Fir’avun da siyasî ve idarî
haksızlığın bir temsilcisi olmuştur. Kârûn, korkunç servetiyle Fir’avun zulmünün payandası, Fir’avun da siyaset vasıtasıyla
Kârûn’un sömürüsünün kolaylaştırıcısıdır. Kârûn servetinin
kendisine, bilgisinden dolayı verildiğini sanır. Bu noktada erRezzâk olan Allah’ı devreden
çıkarır. O, Allah’tan müstağnî
olarak, O’na ihtiyacı yokmuş
gibi materyalist bir hayat yaşar.
Onun bu tavrı, toplumda ahlakî
anlamdaki çürümeyi ve halkın
Allah’la olan ilişkisini zayıflatmayı beraberinde getirir. Aynı
zamanda o, toplumun önünde
lükse, konfora ve tefessüh etmiş
bir ahlaka dayalı müsrif yaşantısıyla model oluşturur. Kârûn’un
bu debdebeli hayatı, iradesi ve
imanı kavî olan düzgün insanların imanını artırırken, iradesi ve
karakteri zayıf insanların ahlakî
düşüklükler yaşamasının yolunu açar.5 Yine Kur’an-ı Kerim’de
sahte güç gösterisiyle el-Kavî
olan Allah’a meydan okuyan Âd
Kavmi gösterilir: “Âd Kavmi ise
yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha
güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın
onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.”6
Mutlak Güç
Acaba Kur’an-ı Kerim’de güç,
kudret bağlamında sahip oldukları farklı pozisyonlarla dile getirilen Fir’avun, Kârûn ve Âd
kavmi gibi Allah’sız güçler niçin anlatılır? Bu kötülük odaklarından Müslümanlar ibret alsınlar diye anlatılır. Her yaşanmış
olaydan ders çıkarmasını iyi bilen şuurlu Müslümanlar, Yüce
Allah’ın el-Kavî gücü karşısında eriyip giden Fir’avunların ve
Kârûnların hayatına ve felsefesine hiçbir zaman iltifat etmezler.
Çünkü Yüce Rabbimiz kendi gücünü iki güzel isimle ortaya koymaktadır: “el-Kavî ve el-Azîz.”
Her iki güzel isim de O’nun kah-
redici kudretini ifade eder. Bu
iki isim Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer:
“O, kuvvetlidir, mutlak güç
sahibidir.”7
Şüphesiz Rabbin mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet
sahibidir.”8 Bir başka âyette:
“Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.”9
Bir diğerinde ise: “Şüphesiz
Allah kuvvetlidir, azabı çetin
olandır.”10 buyrulmaktadır.
O halde: Yüce Allah, tam ve
mutlak bir kuvvete sahiptir.
O’nu mağlup edecek hiçbir güç
yoktur.
Yüce Allah, güç ve kudretinde sonsuzdur. Her şey O’nun
güç ve kuvvetinin karşısında küçülür gider.
Cenab-ı Hakk’ın kuvvet ve
azamet sahibi olduğuna inanan
bir mü’min, kendisini bütün
yaratılmışlar karşısında güvende hisseder. Biz zü’l-kuvve sahibi olan Yüce Allah’ın el-Kavî
isminin tecellîsini, tabiat olaylarından tutun da bütün varlıkların yaşantısına; insan hayatından tutun da ölüm ve dirim
olaylarına varıncaya kadar görebiliriz. Bu sebeple insan, fani
olduğu bir takım güçlerine yenik düşerek Allah’ın gücünü
ve kudretini hesaba katmadan yaşamamalıdır. İnanan ve
inanmayan her insan şu ilâhî
gerçeği aklından asla çıkarmamalıdır:
İşte Yüce Allah’ın el-Kavî
ismi, Müslüman’a güç vermeli, bu sebeple, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma görevini
ihmal etmemelidir. Ayrıca, hem
İslâm’ı yaşarken ve hem de anlatırken kınayıcıların kınamasından da çekinip korkmamalıdır. Bütün fânî gücüyle, Allah’ın
emrettiklerini yerine getirme ve
yasakladıklarından kaçınma yolunda gayret göstermelidir.
“Allah, “Şüphesiz ben ve
peygamberlerim gâlip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphe yok
ki, Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”11
*Prof. Dr.
Unutulmamalıdır ki, Yüce
Allah’ın yenilmez ve gâlip gelinemez güç ve kudreti karşısında her güç ve kudret izâfî ve anlamsızdır.
Dipnot
1
2
3
4
5
6
2/Bakara, 165.
17/Kehf, 39.
28/Kasas, 38.
28/Kasas, 81.
28/Kasas, 79-80.
41/Fussilet, 15.
7
8
9
10
11
42/Şûrâ, 19.
11/Hûd, 66.
51/Zâriyât, 58.
8/Enfâl, 52.
58/Mücâdele, 21.
21
Sûfi Perspektif
Kadir ÖZKÖSE*
H
ulûsi Efendi, kendi dergâhını,
“Somuncu Baba ocağı, yüce veliler yatağı, gönüllere ferahlık
bahşeden feyz u rahmet bucağı, Taceddin-i Veli
Hazretlerinin otağı, gamları giderip neşelere gark
eden, zevk ü sürur kaynağı, Darende’nin yüz ağı,
ilim ve hikmet menbaı ve güzeller oymağı” olarak
nitelemiştir. O bu dergâhın kıymetini ancak gayb
perdesini bilenlerin, güzellik kadrini idrak edenlerin fark edebileceğini söyleyerek dergâha yaraşır bir edep göstermek gerektiğini dile getirmektedir.
EDEB
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’de TASAVVUFÎ
“Coşkun seller gibi coşan, gonca güller gibi kokan, rüzgâr ile tozan toprak gibi
savrulan dervişlerin ne nâmı ne de nişanı olur. Çünkü dervişe şan gerekmez, yokluk
yolcularına başka nişan gerekmez. Dervişin kulluk vazifesi, yokluk şiârıdır.”
Oğlu Mahmud Kemâl’e yazdığı mektubunda; “Kişinin hüsn-i nesebi, hüsn-i edebidir. Daima büyüklere karşı hürmet ve küçüklere karşı
şefkat et. Tâ ki, hürmet ve şefkat gibi iki haslet-i
cemîleye sahip olmuş olasın… Her zaman iyilere mukârin ol, kötülerden ictinâb et. Kişinin
mi’yârı mukârin olduğu kimsedir…” diye seslenen Hulûsi Efendi’ye göre, Âdemoğlunun insanlığını kemale erdirmesi ancak edep ile mümkündür. Hakk’ın âdâbını gözetmek kişiyi Hakk’a
âşinâ kılar. İnsana âlemde en çok lâyık olan huy,
güzel edeptir.
Osman Hulûsi Efendi bizleri insanlık, kulluk,
kardeşlik ve dervişlik edebine şu şekilde davet etmektedir.
İnsanlık Edebi
İnsanlık gerçeğine dikkat çeken Hulûsi Efendi, âlemin Âdem olamayacağını ama Âdem’in on
sekiz bin âlemi câmî olduğunu söyler. O, insanı;
Süleyman mührü, yaratılış gerçeğinin âb-ı hayatı,
zamanın Mesîh’i, varlık âleminin Hızır ve İlyas’ı,
22
Haziran 2012
“nefahtü” sırrının mazharı, “kerremnâ” tâcının
sahibi, yaratılmışların ahseni ve “küntü kenzen”
sırrının yâdı olarak tanıtmaktadır.
Hulûsi Efendi’ye göre, insanın aradığı aslında
“Namaz ve diğer ibadetlerle donanıma
ermenin yolu, günahkâr hâlimizi idrak
edebilmektir. Günahlarının karanlığını fark
eden kişi, Rabbine yakarıp ihsan talebinde
bulunmalı. İki cihan huzurunun Allah’ın
ulûhiyetine inanmak olduğunu bilmeli. Artan
günahlarına af dilemeli.”
kendindedir. Görmek istenilen yüz taşrada değil,
aslında bizzat kendindedir. İnsan kendi aynasına
nazar edecek olsa orada yâri görecektir.
Hulusî Efendi’ye göre kişi kimlik sahibi olmalı, şahsiyetinden ödün vermemeli, insanlığını takınmalı, haddini bilmeli ve kendini heba etmemelidir. Bu çerçevede bizlere şu tenbihlerde
bulunmaktadır:
“Dünya pisliğine gönül veren karga değil, kol
ve kanat açıp Kâf dağına uçan Anka ol!
Fir’avun nefsine râm değil Kelîmu’l-vakt ol!
Bütün gücünle nefsini Hakk’a davet edip Mûsâ ol!
Vatanın cennet bahçesi de olsa her şeyden soyutlanıp Âdem ol!
23
Cümle esmâya müsemmâ ol!
Su gibi yüzünü toprağa sür, katreni denize katıp deryaya ulaşmaya bak!
Âb-ı hayatı içip Hızır ve İsa (a.s.) gibi ebediyen
ölmemeye bak!
Dost mihrabının kaşına secde kıl ama mihrabı
unutup Kâbe-i Ulyâ ol!
Aklına güvenip daire dışına çıkma, mânâ
dergâhında istiğrâka bürünenlerden ol!”
“Sağa sola dönmekten kurtulup
tam bir dikkate koyulmak, irfan
elde etmeye niyet etmek, her an
ve her nefes gayra meyletmekten
kaçınmak, düşünceden hevâyı
ve gönülden riyâyı çıkarmak,
rmâsivâdan alakayı kesmek, seherde
kalkmak, derde düşmek, gafletten
kurtulmak, bir eteğe tutunmak,
ballı peteğe konmak, has ve ihlas
ehli olmak, mânâ deryasına dalmak
zikrin âdâbından.”
Hulûsi Efendi’nin ifadesiyle kul, bu dünyada ne
büyüklük taslaya ne de gafil yata. “Ne kerâmetimiz
var ne velâyetimiz, dost kapısında kuru kulluğumuz
var.” diyen Hulûsi Efendi, bizleri kerâmet ve velâyet
iddiasından kaçınmaya davet etmektedir. Ona göre
gönlümüzdeki huzurun gerçekleşmesi, dilimizdeki
söz gururunun terkine bağlıdır.
Namaz ve diğer ibadetlerle donanıma ermenin yolu, günahkâr hâlimizi idrak edebilmektir.
Günahlarının karanlığını fark eden kişi, Rabbine
yakarıp ihsan talebinde bulunmalı. İki cihan huzurunun Allah’ın ulûhiyetine inanmak olduğunu
bilmeli. Artan günahlarına af dilemeli.
Sıdk ile Rabbimize bağlanmak, yoluna baş koyup yüz sürmek, lutfunu celbedecek efgâna bürünmek, gece gündüz ağlayıp gözyaşı dökmek,
gözyaşımıza ilâhî nazarın eşlik etmesini sağlamak, tövbenin âdâbındandır. Diğer yandan perişan gönlün derdine derman, ancak fecr-i sâdıkta
olur. Bütün halkın derdine devâlar, ancak seher
vaktinde bahşedilir.
Nefis terbiyesi, kulluk gayreti ve iman kuvveti
sahibini muhabbet eri haline getirir. Kulluk edebi muhabbeti şiâr edinmeyi gerektirir. Zira sevdiğinin muhabbeti ile dolan kişide gama yer kalmaz. Muhabbet tesirleri gönülde tecellî edecek
olsa muhabbet sevdalısı onunla yâr olmaya başlar. Muhabbet nuruna bezenenlerin başı Arş’a,
ayağı Kürs’e değecek hale gelir. Gözlerde muhabbet ışıltısı olsa bakılan her yer dosta şahitlik eder.
Canan uğruna can veren dostlar muhabbet pazarından ezelî muştular elde eder.
Âşığın aç ve susuz, her dem uykusuz, gamsız
ve kaygısız, yâra yâr olması gerekir. Âşık olan
post olur, Mevlâ ile dost olur, gece gündüz mest
olur.
Nefislerine bendelikten kurtulup Hakk’a dost
olanlar, yârenlik edenler ve ibadetlerini aşkla gerçekleştirenler her daim Hakk’ı zikretmenin tadına
varırlar. Sevene yakışan sevdiğini unutmamasıdır. Mü’minin kulluk edebi ancak zikirle tamama
erer. Allah’ı zikir bir edep dersidir. Allah’ı zikir
kulluk bilincine eriştirir. Çünkü esrar hazinesine
nail olanlar Hakk’ı can u gönülden zikredenlerdir.
Kulluk Edebi
Kulluk edebinin en güzel göstergesi kalb huzuru
ile kılınan ve mü’minin mîracı olan namazdır. Namazı huzur ile kılanlar “mîraç” olayının sırrına mazhar
olurlar.
24
Haziran 2012
Sağa sola dönmekten kurtulup tam bir dikkate koyulmak, irfan elde etmeye niyet etmek, her
an ve her nefes gayra meyletmekten kaçınmak,
düşünceden hevâyı ve gönülden riyâyı çıkarmak,
rmâsivâdan alakayı kesmek, seherde kalkmak,
derde düşmek, gafletten kurtulmak, bir eteğe tutunmak, ballı peteğe konmak, has ve ihlas ehli olmak, mânâ deryasına dalmak zikrin âdâbındandır.
Kulluk, aşk ve zikirden gaye nedir? Gaye vuslata ermektir. Zira hicran hastalığının devâsı vuslat merhemiyledir. Yâr ile vuslatın adı ise candan
geçmektir. Âşığın gönlüne safâdan gayrı hiçbir şey
huzur kılmaz. Sıradan işlere âşığın can verdiği ise
asla söz konusu değildir. Aşk müftüsünün fetvası
şudur: Can verene yar ile vuslat hâsıl olur, yar ile
vuslat can fedâ kılmayı gerekli kılar. Âşık olanlar
ne can ne de cihan kaygısı çekmiştir. Can mülküne aşktan öte bir bayrak dikmemiştir asla. Yârin
cevri bile canana zevk u safadır.
rektirir, vuslat demini basit duygulara fedâ eylememeyi öğretir, o ânı yakalayabilmek için bin
canı fedâ kıldırır. Dostluğun gerçekleşmesi, kalb
temizliğine ve dosta olan teslimiyete bağlıdır. Gönül dostu bulunca dost buna engel ve perde olmaz. Gönülsüz posta oturmak kişiyi dosta götürmez. Dostluğun Allah için yapılması esastır. Aksi
takdirde gönül safâya ermez.
Kardeşlik, dostluk ve yârânlık terbiyesi hizmete koyulmayı gerektirmektedir. İsmimizin sev-
Kardeşlik Edebi
Sevme sanatını becerenler kin ve kavgadan
bîzârdırlar. Sevenler yıldırmaz kaldırır, taşlamaz bağrına basar, imhâ etmez ihyâ eder. Dolayısıyla sevgiyi şiâr edinmesi gereken mü’minin
günahkâr kesimlere hor hakir bakması yaraşmaz.
Belki de bir gün onlar affedileceklerdir. Zira hepsine Hakk’ın bağışlaması vardır. Dervişlik eğitimi
başkasını incitmekten kaçınmaktır. Edebî güzellikle takınılması gereken bu tavrı Hulûsi Efendi
şu şekilde dile getirmektedir:
Sakın nefsine uyup bir cân incitmeyesin
Hüsn ü edebi koyup bir cân incitmeyesin
El ile döğseler de dil ile söğseler de
Bin kez incitseler de bir cân incitmeyesin
Hepsi kardeşlerindir yolda yoldaşlarındır
Hâlde hâldaşlarındır bir cân incitmeyesin
Beyhûde cânın sıkıp insanlığından çıkıp
Dil Kâ’besini yıkıp bir cân incitmeyesin.
Ötekileştirmekten kaçınmanın yanında atılması gereken bir diğer adım dostluk köprüsü kurmak, dost ve yâr edinebilmektir. Gönül ehline
düşen yârin vefasını ummak değil, cefâsını çekmektir. Yâri terk edip vefasız olmamak gerekir.
Zira yârin cefâsı bir gün âşıklara ihsan olur. Dostluk mihnet yükünü yüklenmeyi gerektirir. Dostluk âşığın ciğerini kebaba dönüştürür, İbrahim
Edhem gibi bütün varını verip harap olmayı ge-
diklerimiz, dostlarımız ve ihvanımız arasında
yâd edilmesi, geçici olan bu dünya evinde gücümüz nispetinde ortaya koyacağımız eserlere bağlıdır. Mü’minin kapısı herkese açıktır. Hizmette ve
cömertlikte Müslüman paylaşma ruhuna sahiptir. Kapısına gelen düşmanı bile olsa sonuna kadar kapısını açık tutar. Ancak ne kadar çok dostu
da olsa dört dörtlük dost bulması zordur. Dolayı-
25
sıyla mü’min derdini dost bildiklerine değil sadece Hakk’a açıvermelidir.
Mürşid-i kâmillerin dergâhı birer edep mektebidir. Bu mektebe girebilmek için iştiyaklı olmak gerekmektedir. Bu mektepte deruhte edilen sohbet meclisleri aklını kullananları insanlık
hakîkatine vakıf kılmaktadır. Sohbet geleneği Peygamber ashabının âdetidir. Mânâyı elde etmek
için can fedâ edilmez mi? Sohbet meclislerindeki
her bir dem için can bahşetmek gerekir. Can zevkine koyulanlar nefisten geçer, Hakk’a iştiyâk duyar, sohbetin iyileştirici vasfı ile her derdine derman bulmuş olurlar.
Âlemi kendimizin kulu ve kölesi sanmamamızı öğütleyen Hulûsi Efendi, Allah için âlemin kölesi olmaya, nefsin hevâsı ile mağrur olup aldanmamaya, her ayağın basacağı yol olmaya, garazsız
ve ıvazsız her canlıya hizmet etmeye, kimsesizin
ve düşkünün eli ve ayağı olmaya, Allah için herkese hürmet etmeye, sevip sevilmeye, hiçbir göze
diken olmamaya, gözlere gül ve sümbül olmaya,
kimseden incinip kimseyi incitmemeye, güler yüzlü ve tatlı dilli olup her ağzın balı olmaya, nefse
uyup Kâbe yıkılsa dahi hiçbir gönlü incitip yıkmamaya, güneş gibi şefkatli, toprak gibi mütevazı ve
su gibi sehavetli ve merhametli olmaya, yoksul ve
bay/zengin herkese karşı gökçek olmaya, suçluların suçundan geçip hoşgörülü olmaya, varlıktan
boşalıp yoksula erişmeye, sözün gerçeğini söyleyip Hulûsi’nin kalbi olmaya davet etmektedir.
Dervişlik Edebi
Hulûsi Efendi’nin diliyle derviş olan âgâh olur,
bütün kazancı zikrullah olur, her türlü varlık iddiasından geçer, Allah’a vasıl olur.
Dervişlik ikiliği birliğe dönüştürme, gönülleri dirliğe kavuşturma, aşkla ünsiyet peyda etme,
dost meclisine konma çabasıdır.
Mürşid eli tutmayan, ikrarlığa yetmeyen/erişmeyen ve varını terk etmeyen derviş olamaz. Tarikat kapısına ayak basmadan, ihlaslı amel çabasına bürünmeden derviş olunmaz.
26
Haziran 2012
Coşkun seller gibi coşan, gonca güller gibi kokan, rüzgâr ile tozan toprak gibi savrulan dervişlerin ne nâmı ne de nişanı olur. Çünkü dervişe şan
gerekmez, yokluk yolcularına başka nişan gerekmez. Dervişin kulluk vazifesi, yokluk şiârıdır. İyi
kötü diye adam tefrik etmeyen dervişler, güzellik
muştusu ve mükemmellik arzusu içindedirler.
“Dervişlik nasıl olur?” sorusuna cevap sadedinde Hulusî Efendi, derviş olmak için varlıktan
soyunmak, ârdan sıyrılmak, aşka yanıp tutuşmak,
düz yokuş dememek, kâli terk edip hâli kesbetmek, pişmek, cedel eylememek gerektiğinden
bahsetmektedir.
Sûfîlerin tasavvufî âdâb ve erkâna riâyet ile
elde ettiği kazanca dikkat çeken Hulûsi Efendi, ferâgat ehlinin ulaştıkları fakr ve fenâ devletini bin Süleyman mülküne değişmeyeceğini, âşığın sevgilisinin bir tecellîsini bin hûrî
ve gılmâna değişmeyeceğini, feryat eden bülbülün gördüğü gülün cemâlini gülistana değişmeyeceğini, zahid sûfînin sevgiliye ait zülfü merâsimden ibaret binlerce din ve imana
değişmeyeceğini, gam ehlinin beytü’l-hazeni
(Hz. Yakub’un Yusuf (a.s.) hasretiyle yandığı
yer) bin saray ve eyvana değişmeyeceğini söylemektedir.
GÖZLERİN
Gözlerinden giriliyor ülkene
Aklıma en önce gelen gözlerin
Kuş bile kondurtmam kutsal gölgene
Kanayan kalbimi çelen gözlerin
Gözlerin giriyor önce kanıma
Gözlerin veriyor hayat canıma
Gözlerin geliyor gece yanıma
Beni bin parçaya bölen gözlerin
Can yakmak kâr kalmaz, bunu böyle bil
Adalet önünde el bağla, eğil
Zamana direnmek kolay iş değil
Takvimden yılları silen gözlerin
Beni benden alan ceylan bakışın
Sessiz nehir gibi gönle akışın
İliklere kadar ruhu yakışın
İçimden geçeni bilen gözlerin
Yeşil gözlerine dalmak isterim
Yıllarca içinde kalmak isterim
Onun tapusunu almak isterim
Perişan halime gülen gözlerin...
Bekir OĞUZBAŞARAN
Asrımızın acı gerçeği olarak “doğruların dostu yoktur” diyen Hulûsi Efendi, Hak
Teâlâ’dan bu densizlere haddini bildirmesini
niyaz ederken, kimseden bir umut ve vefa görmediğini, kime yöneldiyse kendisine cefâ kıldığını, halinin Hakk’a ayan olduğunu, iyi kötü
bütün ahvalini Hakk’ın bildiğini söylemektedir. Herkese iyi niyet besleyip huzur ve güveni
tesis etmeye çalıştığından, gece gündüz çabalayıp emek sarf ettiğinden ve emanet bilincine
sadakat gösterdiğinden bahsetmektedir. Hüneri, marifeti ve edebi olmayanın iyilik ve güzellik timsali haline gelmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla kişinin edebi şiâr edinmesi, ilim ve
irfan yolunda çabalaması, marifet kazanımına
ermesi gerekmektedir.
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
* Prof. Dr.
27
“Gül ve Gönül Medeniyeti”
ULUSLARARASI | INTERNATIONAL
SOMUNCU BABA &
HULÛSİ EFENDİ
SEMPOZYUMU | SYMPOSIUM
H A Z İ R A N
ULUSLARARASI | INTERNATIONAL
SOMUNCU BABA &
HULÛSİ EFENDİ
SEMPOZYUMU | SYMPOSIUM
H A Z İ R A N
|
J U N E
-
2 0 1 2
|
J U N E
-
2 0 1 2
2 Haziran 2012
Cumartesi, 17.00
Lütfi Kırdar Kongre Sarayı
9 Haziran 2012
Cumartesi, 17.00
Merinos Kültür Merkezi
23 Haziran 2012
Cumartesi, 17.00
Kapalı Spor Salonu
İSTANBUL
BURSA
DARENDE
Anadolu’nun manevî
mimarlarından
Somuncu Baba ve
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin
ilim ve insanlığa hizmetlerinin ele alınacağı
uluslar arası sempozyum’a
teşriflerinizi bekleriz.
Kalbî muhabbetlerimizle.
Hamit Hamidettin ATEŞ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı
Mütevelli Heyet Başkanı
Katılımcı Ülkeler: İngiltere, Azerbaycan, Bosna Hersek,
Mısır, Suudi Arabistan, Özbekistan, Pakistan
Zaviye Mah. Hulûsi Efendi Cad. No : 71 Darende 44700 Malatya
Tel: (422) 615 1500 / www.hulusiefendivakfi.org.tr
28
Haziran 2012
Şiir Dinletisi
Serdar TUNCER
Konser
Ahmet ÖZHAN
29
Kültür
Kadir DEMİRCİ*
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’NİN DÎVÂNI’NDA
NEFS
O
sman Hulûsi Efendi yakın zamanda
ahirete uğurladığımız Hak âşığı bir
Allah dostudur. Hayatta iken onun
ilminden, irfanından ve muhabbetinden pek çok
insan istifade etmiştir. Ama o, hizmetini daha geniş coğrafyalara, uzun asırlara yaymayı hedeflemiş, gelecek nesilleri düşünmüş, ilim ve irfanını
eserleriyle ebedîleştirmeyi arzu etmiştir.
Hulûsi Efendi’nin ilim ve irfanının sonradan
gelenlere aktarılması, açıklanması böylece hizmet
halkasının devam ettirilmesi gerekmektedir. Tarih boyunca kıymetli insanların kaleme aldıkları
eserler, ardından gelenler tarafından çeşitli şekillerde çalışmalara konu edilmiş ve böylelikle o insanların eserleri daha da yaygınlık kazanmış, fikir
ve düşünceleri daha çok kitlelere ulaşmıştır.
Hulûsi Efendi’nin eserlerine bakıldığında o
eserlerin üzerinde nice çalışmalar yapılacak mahiyette mânâca çok zengin, derin ve bereketli eserler olduğu görülecektir. Onun şahsiyetine
damgasını vuran şey, almış olduğu tasavvuf eğitimidir. Hulûsi Efendi, geleneğimizde var olan ir-
30
Haziran 2012
fan ırmağının hâlâ akmaya devam ettiğini, kurumadığını, yosunlaşmadığını gösteren örneklerden
biridir. Onun varlığı, örnekliğinin tazeliği günümüzün birçok olumsuzluklarına rağmen tasavvuf eğitiminin imkânı ve başarısını göstermesi
bakımından bizim için büyük bir ümittir. Hulûsi
Efendi’nin ardından gelen bizler onun eserlerinde ele aldığı konulara dikkatleri çekmek, onların
altını çizmek Hulûsi Efendi’nin irfan dünyası hakkında gelecek nesillere bir farkındalık oluşturmak
gibi görevlerle mükellefiz. Onun mânâ âlemindeki
sırlarını araştırmak ve anlamak gerekmektedir.
Bunun için onu tüketmek değil, eserleriyle üretmek durumundayız. Tâ ki onun irfan pınarı akmaya devam etsin ve nice susamışlar buradan susuzluklarını gidersin.
Edeb ve Ahlâkı Elde
Etmenin Yolu: Tezkiye-i Nefs
Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek hadis-i şeriflerde sık sık kullanılan kavramlardan biri de hiç
şüphesiz nefs kavramıdır. Bu kavram hırs, şehvet, öfke, mal ve makam düşkünlüğü gibi insa-
nı öz benliğinden, insanlığından uzaklaştıran
olumsuz nitelikleri içerir. Ahlak’ı güzelleştirmek
ve edep sahibi olmak en başta nefsi bu gibi kötü
hasletlerden arındırmakla mümkündür. Nitekim
Allahu Teâlâ şöyle haber vermiştir: “Kişiye ve onu
şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki nefsini arıtan saâdete
ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de
ziyana uğramıştır.”1 Bu yüzden Hak dostları
rivâyetlerden de hareketle nefsi insanın saâdetini
engelleyen düşman olarak ilan etmişler ve onunla savaşmayı gündeme getirmişlerdir. Hemen hemen bütün sûfîlere göre ahlâkın güzelleşmesi için
mutlaka nefsin eğitilmesi gerekmektedir. Çünkü
insanın en büyük düşmanı olan
nefis2 insana ısrarla kötülüğü
emreder,3
onu aşağılara çeker. Bu yüzden
insan nefsiyle büyük bir
mücâdele
içerisinde
olmalı
ve
m u t l a k a
Allah’tan
y a r d ı m
dilemelidir. Çünkü
rivâyet
edildiğine
göre Hz. Peygamber
(s.a.v) Allah’tan kendisini göz açıp kapayıncaya kadar bile
nefsinin eline bırakmamasını istermiştir.4
Bütün Allah dostları
gibi Hulûsi Efendi
de bu hakîkatlere
işaret etmiş ve nefsin
amansız bir düşman
oluşunu şu dizelerle
dile getirmiştir:
“Hulûsi
Efendi’nin ilim ve
irfanının sonradan
gelenlere aktarılması,
açıklanması böylece hizmet
halkasının devam ettirilmesi
gerekmektedir. Tarih boyunca
kıymetli insanların kaleme aldıkları
eserler, ardından gelenler tarafından
çeşitli şekillerde çalışmalara konu edilmiş
ve böylelikle o insanların eserleri daha da
yaygınlık kazanmış, fikir ve düşünceleri
daha çok kitlelere ulaşmıştır.”
31
Bu nefs-i bed-likânın leşkeri yağmâ eder varım
Kerem kılıp inâyetle bu tuğyâna eriş ey yâr5
Bu yolun merdinden olup nefsini basdın ise
Merd-i meydân-ı cihânsın gel yokuş düz arama10
Hulûsi Efendi nefsin hevâ ve heveslerine uyulmamasını öğütler.
Bilindiği gibi ihlâs her işte Allah’ın rızasını gözetme niyetini ifade eder. İnsan önce niyetini, amacını belirlemeli ve bu niyeti her ortamda mutlaka göz önünde bulundurmalıdır. Kişinin
niyeti Allah’ın rızası olmalıdır ki din dilinde buna
ihlâs denir. Hulûsi Efendi ihlâs olmadan nefs-i
emmâreden kurtulmanın imkânsızlığını şöyle dile
getirir:
Edelim terk-i hevâ vü hevesi cümle ne var
Nice dil uzatalım sevgili ihvânımıza6
Görüldüğü gibi nefis öyle büyük bir düşmandır
ki; bütün varımızı yok eder ve bizi iflasın, zarar ve
ziyanın eşiğine sürükler. Bu sebeple bu düşmanla savaşmak ve onu etkisiz hâle getirmek, nefsin
elinden kurtulmak gerekmektedir. Zira nefis çok
sayıda askerleri olan güçlü bir düşmandır. Hulûsi
Efendi bu hakîkati şöyle dile getirir:
Nefsinin askerini kahra müdârâ kılma
Dostlara lutf eyle düşmâna müdârâ başka7
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere insanın
kendi varlığını, var olduğu bütün değerleri yok etmeyi hedefleyen düşman iyice bir tanınmalıdır.
Nefis insanı insanlığından çıkaran en büyük düşman olarak görülmeli ve o, insan için öncelikli bir
tehdit unsuru olarak algılanmalıdır. Hulûsi Efendi nefsi aradan çıkarmadan dosta, yani Hz. Allah’a
vâsıl olmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Bundan sonra ise insanın yapacağı nefsinin
zaaflarını, kusurlarını fark edebilmesidir. Hulûsi
Efendi bu hususu şöyle dillendirir:
Hulûsî nefsini râm eyle nefsin râmî olmazdan
Anı bas pehlivân ol başka bir mağlûb arama8
Nefsin zaaflarının, ayıp ve kusurlarının farkına varan insan artık onunla mücadele etmeye
yönelmeli ve nefsi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmalı, onun arzu ve isteklerini bastırmalıdır. Bu öyle bir mücadeledir ki bu savaşın
gâlibi cihanın merdi övgüsüne layık olur, gerçek bir pehlivân nişânını alır. Hulûsi Efendi’nin
dizelerinde dile getirilen bu benzetmeler Hz.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in hadisinde geçen şu ifadeyi çağrıştırmaktadır. “Asıl pehlivân
güreşte değil, öfkelendiği anda öfkesini yenen
kişidir.”9
32
Haziran 2012
İhlâs ile hâs eylemeden gönlü Hulûsî
Emmâre-i nefsin yönü Rahmân’a yönelmez11
Hulûsi Efendi bu beyti ile sanki şu hadise işaret etmektedir: “İnsan vücûdunda bir et parçası vardır ki, o sâlih olursa bütün vücûd salâh bulur. O fesâda uğrarsa bütün vücûd fesâda uğrar.
Dikkat edin bu et parçası kalptir.”12 Tabii ki burada kalp ile kastedilen insanın mânevî yönünü
ihtivâ eden gönüldür. İnsan davranışlarının temelinde düşünceler ve duygular çok önemli rol oynar. Düşünce ve duyguların oluştuğu yer de gönül
âlemidir. İnsanın âzâlarından güzel davranışların
zuhûr etmesi için evvelâ gönlünde güzelliklerin yeşermesi gerekmektedir. Bu nedenle tasavvuf ehli büyükler insanı terbiyede ağırlıklı olarak
gönlü terbiye etmeye yönelmişlerdir. Hulûsi Efendi bu hakîkati yukarıdaki beyitte dile getirmektedir. Gönül hâs olmadan nefsi terbiye etmek mümkün değildir.
Nefis ile mücâdelede Hulûsi Efendi’nin dile getirdiği yollardan bir diğeri de cân zevkine yönelmektir. Nefsin arzu ve isteklerinin insan üzerindeki etkisi bu arzuların kişiye aşırı derecede bir zevk
vermesidir. Nefsin arzularının vereceği zevk ancak cân zevki ile bastırılabilir. Bu hakîkatı Hulûsi
Efendi şöyle ifade eder:
Cân zevkine yet nefsi bırak tâlib-i Hakk ol
Her derdine dermânın ola merhem-i sohbet13
Nefis ile mücâdelede izlenecek bir diğer yol ise
tâattır. Kul Allah’ın emirlerine itâat ettiğinde nefsin arzu ve isteklerine karşı gâlip gelecektir. Zira
ibadet ve tâatsızlık nefsin hoşuna giden hallerdendir. Bu durum Dîvân’da bu şu şekilde zikredilir:
Nefsin başı hoş olur gerçi bî-namâz ile
Sen namâzı bırakma mi’râc et namâz ile14
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Hulûsi
Efendi’nin ahlâk anlayışının temelinde nefsi kötü
hasletlerden arındırma, gönlü ilâhî aşk ile nurlandırarak güçlendirme vardır. İnsanın dosta yani
Allah’a ulaşması ve ebedî mutluluğa erebilmesi için nefsin kötü hasletlerinden kurtulması gerekmektedir. Nefsin temizliği konusunda Hulûsi
Efendi’nin öne çıkardığı kavramlar ihlâs, cân zevki, tâat ve gönül eğitimidir. Hulûsi Efendi’nin görüşlerinin şu aşamalardan oluştuğunu söyleyebiliriz:
tuluşun tâ kendisi olacağını bildirmiştir. Onun savunduğu ahlâk Kur’an ahlâkıdır. Bu ahlâk yüce
Yaratıcı’ya karşı yüksek bir sorumluluk duygusuna dayalı bir ahlâk olduğundan her zaman ve her
yerde yaşanabilir bir ahlâktır. Bu ahlâk imana dayalı bir ahlâk olduğundan muvaffakiyetlerle ve lütuflarla dolu bir ahlâktır. İnsanı kemâle, huzura erdirici bir ahlâktır. Bizâtihî Hulûsi Efendi’nin
“Görüldüğü gibi nefis öyle büyük bir
düşmandır ki; bütün varımızı yok
eder ve bizi iflasın, zarar ve ziyanın
eşiğine sürükler. Bu sebeple bu
düşmanla savaşmak ve onu etkisiz hâle
getirmek, nefsin elinden kurtulmak
gerekmektedir. Zira nefis çok sayıda
askerleri olan güçlü bir düşmandır.”
Nefsin insanın özünü tehdit eden en büyük
düşman olduğu kabul edilmelidir.
Nefis düşmanının silah olarak kullandığı arzular, hevâ ve hevesler birer silah ve tuzak olarak
fark edilmelidir.
Bu tuzaklarla mücâdele edilmelidir.
Bu mücâdelede en önemli kavram ihlâstır. İnsan niyetinin yani amacının sürekli her ortamda
farkında olmalıdır.
Nefsin insan bedenine zevk veren arzularına
karşı kişi cânın yani ruhun zevkine yönelmelidir.
Ayrıca nefsin arzularına karşı tâat ile karşılık verilmelidir.
Değerlendirme
Büyük bir Hak dostu olan Hulûsi Efendi İslâmî
hakîkatleri pek yüksek bir dille, şiirin diliyle ifade etmiş, kendisinden sonra gelenlere Hak ve
hakîkat yolunun esaslarını göstermiştir. Bu yolun
esaslarının başında edeb ve ahlâk gelmektedir. O,
kaynağını, muhtevâsını ve çerçevesini Kur’an ve
Sünnet’ten alan bir edebi ve ahlâkı savunmuş; bu
tarz bir ahlâkın gerek fert gerek cemiyet için kur-
kendi şahsiyeti Kur’an ahlâkının her zaman ve
mekânda ne derece muvaffak olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bu nedenle nesillerimize vereceğimiz en büyük hediye onların hayatlarını tezyin edecek olan Kur’an ahlâkı
olacaktır. Bu ahlâk kişinin kendi zaafları ile olan
mücâdeleye dayanır. Buna tezkiye-i nefs derler.
Aynı zamanda bu ahlâk daha ulvî duygularla ruhu
donatmaya, lâhûtî âleme gönül açmaya dayanır
ki buna da tasfiye-i kalb derler. İşte insan tâ Hz.
Peygamber (s.a.v.)’den itibaren gelen bu iki esasa sülûk etmekle kemâle erer. Hulûsi Efendi hu
hakîkati hem hâliyle hem de kâliyle ortaya koymuştur.
Dipnot
*Yrd. Doç. Dr.
1
2
3
4
5
6
7
91/Şems, 6-10
8
Beyhakî, Sünen, Zühd
9
12/Yûsuf, 93
10
Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, Dâru’l- 11
Fikr, hno: 17409, 10/288
12
Dîvân, 43/6
13
Dîvân, 251/4
14
Dîvân, 270/5
Dîvân, 11/5
Buhârî, Sahih, Edeb 76
Dîvân, 9/4
Dîvân, 101/7
Buhârî, Sahih, İman 40, no: 52, 1/20
Dîvân, 26/11
Dîvân, 278/1
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
33
ZİKREYLEYEN
Edebiyat
Musa TEKTAŞ
“Biliniz
ve dikkat
ediniz ki, sizin ve bütün
insanoğlunun saadeti ve felahı
Yüce Allah’ı zikretmeye bağlıdır.
Bütün vakitlerin imkân nispetinde
Allah’ın zikri ile geçirilmesi gerekir.
Bu konuda bir anlık
bir gaflet bile doğru
değildir.”
34
Haziran 2012
GÖNÜLLER
C
enâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün varlıklara kendisini tanıtmış ve
onları dâimî bir sûrette zikir ile vazifelendirmiştir. Bütün varlıklar, yaratılışları
muktezâsınca kendi hâllerine mahsus bir sûrette
Rab’lerini tanırlar ve O’nu zikrederler. Tasavvuf
yolundaki bir sâlik Allah’a ulaşabilmek için gerekli mânevî desteği zikirden alır. Zikir gönüllerin gıdasıdır. İmam-ı Rabbanî Hazretleri Mektûbat’ının 190. mektubunda
zikrin önemine şu şekilde işa“Hulusi
ret eder:
nın İslâmlaşmasını ve Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Yesevîlik ile Nakşîliğin kolbaşıdır.
Diğer yandan altın silsilenin dokuzuncu halkasını teşkil etmektedir. 440/1049 veya 441/1050 tarihinde Hemedân’a bağlı Bûzencird kasabasında
dünyaya gelir.1
Çocukluk yıllarını memleketinde geçirir, daha
fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak
maksadıyla
Bağdat,
Buhara,
Isfahan, Semerkant’ta ilim
Efendi
tahsil eder. Özellikle meşhur
Hazretleri Dîvân’ındaki bir
Şafiî fakihi ve Bağdat
“Biliniz ve dikkat ediNizamiye Medresesi’nin
rubaide kalbi uyanık dervişlerin
niz ki, sizin ve bütün inmüderrisi Ebû İshak
Allah’a kavuşma maksadıyla
sanoğlunun saadeti ve
Şîrâzî’nin (ö.476/1083)
felahı Yüce Allah’ı zikretders halkasına devam
çabalayan gönüllerinin
meye bağlıdır. Bütün vaeder.
Fıkıh,
hadis
elde
ettikleri
en
büyük
kazancın
kitlerin imkân nispetinde
ve kelâm öğrenmeye
Allah’ın zikri ile geçirilmesi
başlayan,
zekâ ve liyakati
zikir olduğunu beyan
gerekir. Bu konuda bir anlık
ile akranlarının önüne geçen
buyurur”
bir gaflet bile doğru değildir.”
Hemedânî’yi, hocası Ebû İshak, yaşı küçük olmasına rağmen
Her nefes, Allahu Teâlâ’nın kuluna
Hemedânî’yi ilim, irfan ve iyi ahlâkı sebüyük ihsanıdır. Bu nimetin şükrünü her nefes- bebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek
te îfâ etmek için zikretmek gerekir. Tasavvufî ter- gösterir ve müridlerin çoğundan onu üstün tutar.
biyede zikri veren mürşid çok önemlidir. Gerçek
Darendeli şair Korkmaz Hafız’ın “Okutup ilm-i
mürşid sâliki hakka götürendir. Yüzbinlerce insanın Hakk’a vasıl olmasına vesile olan mürşidler- ledünn fâiku’l-akrân etmiş” mısrasında belirttiği
üzere, mânevî ilim ve irfanla donatılan Es-Seyyid
den biri de Yusuf el- Hemedânî Hazretleridir.
Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin hayatında buna
Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri, Türk Dünyası- benzer bir tabloyu görmek mümkün…
35
Babası Es-Seyyid Hatip Hasan Feyzi Efendi,
çocuklarının dinî terbiye ve güzel ahlâk üzere yetişmelerine gayret eder. Bunun için de çocuklarına ilk olarak Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i
öğretir. Hulûsi Efendi’nin yetişmesine özel önem
verir ve daha yedi yaşında iken Kur’an’ı öğreterek
hatmetmelerini sağlar.
Küçük yaşından itibaren mânevî hayata açık
olduğu görülen Hulûsi Efendi’nin bu durumu ile
ailesi iftihar edeceği bir derecede, olgunluktadır.
beytinde kötülükleri bırakıp, iç temizliği ile zikre
devam etmeyi şu şekilde öğütler:
Fikr-i hevâdan kalb-i riyâdan
Geçip sivâdan Hakk’ı zikr eyle3
Aşk ile zikredenlerin zamanı değerlendirip zikirle kıymetlendiklerine de şöyle işaret eder:
Ey gönül gel Hakk’ı zikr et aşk ile
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem4
Osman Hulûsi Efendi’nin yazmış olduğu ilahî
ve kasideleri ilk olarak söylemeye başladığı yıllarda, Hatip Hasan Feyzi Efendi’nin amcası olan Hasan Efendi, O’na hitaben şöyle der:
“Hatip Efendi, ben zannederdim ki ecdad bizi
unuttu, fakat sizi tebrik ediyorum ki, sulbünüzden Hulûsi gibi bir evlat zuhur etti.” Mahalledeki
diğer çocuklardan farklı özellikler taşıyan Osman
Hulûsi Efendi’de, temiz giyiniş, güzel ahlâk üzere yaşantı, ta çocukluk günlerinde başlar ve çevresine bu hâliyle örnek teşkil eder. Bundan dolayı da, yaşadığı çevrede güven timsali olur. Hatta
okul yıllarında iken kendi öğretmeninin dahi hâl
ve hareketlerinden etkilendiği kaydedilmektedir.
Şer’î ilimlerde büyük bir vukufiyet ve üstün başarı kazanan Yûsuf Hemedânî (k.s.), daha sonra
sûfiyâne mizacının da etkisiyle tasavvufa yönelir.
Sülûk-ı bâtın hakkında şu öğütlerde bulunmuştur:
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir
36
Haziran 2012
Zenginlik ve fakirlik anında, sağlık ve hastalıkta, yalnızlıkta ve toplulukta zikirden ayrılmamak
kalbin huzuru, insanın süruru için elzemdir. Zikredenlerin kalpleri yeşil ağaca, gafillerin kalpleri
ise kurumuş çalıya benzer. Rabbinin ismini anan
dudaklar, hep O’nunla olduğunun işaretini verir. Zikir ahiret azabından korunmanın, cennet ve cemale ulaşmanın vasıtasıdır.
Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
“Yedi sınıf mü’min hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allahu Teâlâ’nın
Arş’ının gölgesinde ağırlanırlar. Bu sınıflardan birisi de Allahu Teâlâ’yı halvette (gizlice
bir köşede, sessizce) zikredip ağlayandır.” buyuruyor. Yeryüzünde bir yerde zikir yapıldığı
zaman, gök ehline burası gökteki yıldız kümeleri gibi nurlu görünür. Mevlâ’sını her zaman
anan zâkirler, ölünce susuzluk hissi duymaz,
rahmet pınarlarından içerek Rabbine kavuşurlar. Allah (c.c.)’ın isminin anıldığı, zikrinin
yapıldığı topluluğa rahmet iner, şeytan yaklaşamaz.”5
Bâtın Temizliği
“Sülûk-ı bâtın; kalbi temizlemeye çalışmak
ve nefsânî kötü sıfatları yok etmek için gayret
sarf etmektir. Bâtın temizliği dedikleri işte budur. Kalp zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gerekir ki, kalp Hak Teâlâ’yı zikreder hâle gelsin. Bu
zikir telkini önce Hz. Ebû Bekir(r.a.)’ın kalbine,
Selmân-ı Fârisî (r.a)’ye, ondan Cafer-i Sâdık’a,
ondan Sultan Bâyezîd’e, ondan Şeyh Ebü’l-Hasan
Harakânî’ye, ondan büyük şeyh Ebû Ali Fârmedî
et-Tûsî’ye ve ondan da bize ulaşmıştır.”2
müjdesiyle bizlere bildirilmiştir. Namaz kılarken,
Kur’an okurken, dua ederken, dersini tesbihini
yerine getirirken ve her zaman Allah (c.c.)’ın ismi
anılırken, bu yaptığı işten tatlılık duyanlara, lezzet
alanlara hakikat kapıları açılır, üzerine feyz ü rahmet saçılır. Kul Allah (c.c.)’ı andıkça, Allah (c.c.)
da kulunu anar. Zikredilene olan sevgi, zikredenin sevilmesi vesilesiyle teslimiyet ve dostluk kapıları açılır.
Gönüllerin Zikri
Zikrin önemi hakkında H. Hamidettin Ateş
Efendi’nin şu kelamları bizleri daha da aydınlatmaktadır:
“Kişi, Allah (c.c.)’tan başka her şeyi unutup O’nun ismini anarak, sürekli tekrar ederek,
mânevî lezzet bulur, kalben mutmain olur. İlahî
sevgi böylece insanın iç âleminde bir muhabbet yoğunluğuyla dolar taşar taştıkça coşar. Allah
(c.c.)’ı zikretmenin büyüklüğü; Kur’an-ı Kerîm’in
Hulusi Efendi Hazretleri Dîvân’ındaki bir rubaide kalbi uyanık dervişlerin Allah’a kavuşma
maksadıyla çabalayan gönüllerinin elde ettikleri
en büyük kazancın zikir olduğunu beyan buyurur:
Dervîş olan âgâh olur
Her kârı zikru’llâh olur
Hep cümle varından geçer
Vâsıl-ı ille’llâh olur6
Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri uzun yıllar
Bağdat’ta yaşadıktan sonra, hac farizasını ifa için
Harameyn’e gider, hac dönüşü Bağdat’a, oradan
da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey
şehirlerine yönelir. Vefatına kadar buradaki hizmet faaliyetlerine devam ettirir. Herat’tan Merv’e
dönerken Bagşûr yakınlarındaki Bâmeîn kasabasında, 22 Rebiulevvel 535/ 4 Kasım 1140 senesinde vefat eder. Naaşı önce oraya defnedildir, fakat
bir süre sonra İbnü’n-Neccâr adında bir müridi
kabrini Merv’e nakleder. Bugün mezarı, Türkmenistan sınırları içinde, Merv yakınlarındaki Bayram Ali denilen yerde olup “Hâce Yûsuf” adıyla
ziyaretgâhtır.7
Hem hayatı, hem halifeleri, hem de eserleri ile ilim-amel, şeriat-tasavvuf, zâhir-bâtın, fertcemiyet, madde-mânâ ilişkilerini bir bütün olarak
“İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal
yollardan rızık temin etmelerini hükme
bağlamıştır. İnsanların yeteneklerine göre
çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini ve
iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları
doğrultusunda harcama yapmalarını tabii
karşılamıştır.”
değerlendiren Hemedânî Hazretlerinin kişiliği
ile kaynaklardaki tespitlere baktığımızda şunlar
anlatılır:
Sözü dinlenir, hâl sahibi, ilim ve irfan ehliydi.
Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu.
Hilm ve merhamet âbidesiydi. Kur’ân okumaya
çok düşkündü. Dünya işlerine ehemmiyet vermezdi. Herkesin derdine yetişmeye çalışırdı. Türk ve
Tacik bütün köylülere dinin farzlarını öğretmekten üşenmez, daima eğitim hizmetleri ile meşgul olurdu. İslâm’ın inanç esaslarını tevilsiz kabul
eder, daima riyazet ve mücâhede hâlinde bulunur,
müridlerine Peygamber(s.a.v.)’in sünnetine ve
ashâbının (r.anhüm) izlediği yollara göre hareket
etmeyi tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkat için
37
Sahabe Albümü
derin bir muhabbetle dolu idi. Müridlerine daima dört büyük halifenin menkıbe ve faziletlerinden bahseder, onlara namaz, oruç, zikir, riyazet ve
mücâhedeyi tavsiye ederdi.8
Hemedânî (k.s.), müntesiplerinin dindarlıklarını İslâm, iman ve zikir boyutunda derinleştirmelerini isterdi.
sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde,
bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur.
Buna göre bir mürid yolunu ve gidişatını dört esas
üzerine bina etmelidir. Birincisi, perhiz ve nefis
riyazeti; ikincisi, lokmanın ve hırkanın helâl olması; üçüncüsü, mücâhede; dördüncüsü, zikirdir.” diye cevap verir.9
Yazımızı bitirirken, Hemedanî Hazretlerinin işaret buyurduğu üzere, nefisle mücadelede, zikirde, kendini kötülüklerden korumada anahtar rol yüklenen
helal lokma meselesine H. Hamidettin
Ateş Efendi’nin yorumunu da vererek
sözü bağlayalım:
Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri’nin Kabri
Kalp ile zikir arasındaki ilişkiyi, ağaç ile su irtibatına benzeten Hemedânî (k.s)’ye göre, kalp ile
tefekkür de ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek, yaprak ve çiçek çıkarmasını beklemeden ondan meyve istemek hata
olur. İstense bile asla meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve imar
etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve meyve kanalına yabancı olan şeylerden
arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Ağaç bu özelliğe büründükten sonra onun
dalından meyve istemek doğru olur. Artık bu vakit, meyve zamanıdır.
Yusuf Hemedânî (k.s.)’nin kendi müridi
Abdulhâlik Gucdevânî (k.s.)’ye nasihati şu şekildedir:
“Bir pîrle sohbetten mahrum olan müridin
her gün bu zümrenin eserlerinden sekiz varak (16
“İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan rızık temin etmelerini hükme bağlamıştır. İnsanların
yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları,
gerekli iş birliğini ve iş bölümünü
sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda
harcama yapmalarını tabii karşılamıştır.
Ancak İslâm, kazanç yolları ve mal-mülk
edinme konusunda meşrûiyet prensibini esas almıştır. Yanlış ve haksız uygulamalar konusunda insanları uyarmış bu
yönde bazı sınırlamalar getirmiştir.
Bu dünyada yapılan zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün karşılığının göreceği gün gelmeden, herkes hareketlerine dikkat etmelidir.
Yediği lokmaların amellere etki yaptığını iyi bilmelidir. Kişi nefsinin emirlerine uymayarak nefsiyle mücadele ederek, helal lokma yiyerek, zikrin
tadına ancak varabilir.”10
Dipnot
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
38
Haziran 2012
Özköse Kadir - Şimşek H.İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yay.,
Ankara, 2009, s. 137.
Abdülhâlik Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir–Rutbetü’lhayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 39.
Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006., s. 264.
Ateş, Dîvân, s. 210.
H. Hamedittin Ateş, Evrad-ı Behaiyye Takdim Bölümü, Nasihat Yay., İstanbul,
2007. s. 10-11.
Ateş, Dîvân, s. 344.
Tosun Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay., İstanbul 2002, s.4.
Özköse Kadir, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 66.
Hâce Yusuf Hemedânî, “Risâle der Âdâb-ı Tarîkat/Tarîkat Âdâbı”, Hayat Nedir
-Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 91-95.
H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 23.03.2012.
Bünyamin ERUL*
Attâb b. Esîd (r.a)
Adı
: Attâb
Künyesi
: Ebû Abdirrahmân
Doğum yılı
: M. 610.
Doğum yeri : Mekke
Baba adı
: Esîd b. Ebi’l-Îys b. Ümeyye elÜmevî el-Kureşî
Anne adı
: Zeyneb veya Ervâ bint Ebî Amr
b. Ümeyye
Eş(ler)i
: Cüveyriye bint Ebî Cehil.
Akrabaları
: Tespit edilemedi
Oğulları
: Abdurrahmân, Ğallâb, Hâlid,
Kızları
: Cüveyriye
Kabilesi
: Kureyş’in Emevî kolundandı.
İslâm’a girişi : Mekke’nin fethinde (630) Müslüman oldu.
Sohbet süresi : İki yıl
Rivayeti
: 4-5 rivayeti var.
Yaşadığı yer : Mekke, Medine
Mesleği
: Valilik, hac emirliği
Hicreti
: Medine
Savaşları
: Tespit edilemedi
Görevleri
: Hz. Peygamber (s.a.v.) Huneyn
Seferine çıkarken yirmi yaşında olmasına rağmen
onu Mekke’ye vali tayin etti. Mekke’nin fethedildiği yıl hac emirliği yaptı. Mekke valiliği Hz. Ebû
Bekir zamanında da devam etti.
Fizikî yapı
: Tespit edilemedi
Mizacı
: Fazilet sahibi, dirayetli biriydi.
Tok gözlü ve cömert biriydi. Bir gün Attâb sırtı-
nı Beytullâh’a yaslamış ve şöyle demiştir: “Vallahi Rasulullah’ın (s.a.v.) beni tayin ettiği şu valilik
işinden sadece şu bağlı iki elbiseyi elde ettim ve
ikisini de anlaşmalı kölem Keysan’a giydirdim.”
Ayrıcalığı
: Hz. Peygamber (s.a.v.)’in değer
ve sorumluluk verdiği gençlerden biriydi.
Ömrü
: 25
Ölüm yılı
: H. 13. senede, bazı kaynaklarda
ise 23’te vefat etmiştir.
Ölüm yeri
: Mekke’de,
Ölüm sebebi : Tespit edilemedi
Hakkında
: Rasulullah (s.a.v.) Attab’ın
İslâm’a girmesini arzu etmiş ve cehennemden alıkoymak istediği iki gençten biri olarak onu anmıştır. Onun sesini çok beğenmiş ve Mekke’de ezan
okumasını istemiştir. Yine bazı rivayetlerde Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in ona mektup yazdığı ve bazı
talimatlar verdiği anlatılmaktadır.
Hadisleri
: Rasulullah (s.a.v.) Attâb’a, hurmaların miktarını takdir edip zekâtını aldığı gibi,
yaş üzümün de miktarını takdir ederek zekâtını
kuru üzümden almasını emretti.
“Hanımın üzerine halası ve teyzesiyle evlenilemez.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 314; İsâbe, IV. 429-430; Üsd,
I. 738; DİA, IV. 93; İbn Sa’d, Tabakât, V. 446.
*Prof. Dr.
39
Bizüm gülşendeki güller
Dururlar taze solmazlar
Hazân olup dökülmezler
Zemistân ü bahâr olmaz
Şeyh Hamid-i Velî (k.s)
Kültür
Resul KESENCELİ
S
SOMUNCU BABA VE HULÛSİ EFENDİ
Aslan TEKTAŞ
PANELLERİ
40
Haziran 2012
omuncu
Baba
ve Hulûsi Efendi (k.s.)’nin tarihî,
manevî, edebî, sosyal ve kültürel şahsiyetlerinin günümüz insanları tarafından daha
yakından tanınması amacıyla Kayseri, Mersin, Sivas ve
Malatya’da Vakfımız tarafından ‘Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelleri’ düzenlendi.
Panellere yoğun bir katılım gerçekleşti. İnsanlar Anadolu’nun
manevî mimarlarını tanımak
için belirlenen salonlara akın
etti. Aynı zamanda panellere
Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız Hamid Hamideddin Ateş
Efendi ve devlet protokolünden
pek çok sima katıldı.
Kayseri
Panellerimize
Somuncu Baba’nın doğduğu yer olan
Kayseri’den başlandı. İlk yer
olarak
Kayseri’nin
olması
tesadüfî değildi. Kayseri’de ayrı
ve özel bir ilgiyle karşılanıldı. Somuncu Baba ve Neseb-i
Alîsinden Hulûsi Efendi’nin
anılması anlamaya çalışılma-
sı insanlara ayrı bir huzur ve
mutluluk veriyordu. Kadir Has
Kongre Merkezi’nde yapılan
panelde bir konuşma yapan
Talas Belediye Başkanı Rıfat
Yıldırım; “Gençlerimize idol ve
örnek olarak manevî şahsiyetleri bir bir anlatmak, geleceğe
bırakacağımız en büyük miras
olacaktır” dedi. Başkan Yıldırım sözlerini şu şekilde tamamladı; “Darende’yi seviyor, sayıyor ve gıpta ediyoruz. Somuncu
Baba tüm Anadolu’nun gönül
erenlerinden birisidir. Bundan
sonra da bu yolun devamı anlamında Akçakaya ile Darende arasında manevî bir köprü
olacağına inanıyorum.” dedi.
Kayseri’de çok güzel bir panel
düzenlenirken ruhlar büyüklerle buluşmanın huzurunu yaşadı.
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelinde, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslam Hukuku Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Abdullah Kahraman,
Gaziosmanpaşa
Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Kadir Özköse, Cumhuriyet
41
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim
Dalı Başkanı Prof. Dr. Alim Yıldız ile Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi Vakfı Eğitim ve İlmi
Araştırmalar Müdürü TarihçiYazar Resul Kesenceli sunumlarını izleyicilerle paylaştı.
Mersin
Mersin Ticaret ve Sanayi
Odası (TSO) konferans salonunda gerçekleşen panele Gaziantep
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Akpınar,
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet
Soysaldı ve Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Vakfı Eğitim ve
İlmi Araştırmalar Müdürü Tarihçi-Yazar Resul Kesenceli sunumlarını izleyicilerle paylaştı.
Anadolu’nun münbit topraklarından yetişen ve Anadolu’nun
42
Haziran 2012
manevî mimarları anıldı. İnsanların yoğun ilgisi karşısında ciddi bir yoğunluk yaşandı.
Muhabbet ve sevgi gönüllerde
hissedildi.
Sivas
Sivas’taki Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Paneline çok yoğun ilgi vardı. Devlet erkânı ve
protokolden katılım oldukça
yoğundu. Açılış konuşmalarında ise Anadolu’nun manevî mimarları bir kez daha anıldı. Sivas Vali Yardımcısı Vefa Kaya,
ömrünü insanlara ve toplum
hizmetlerine adayanların asla
unutulmayacağını söyledi. TSO
Meclis Başkanı Mustafa Sarılar da konuşmasında, çocukluk
yıllarından itibaren tanıma fırsatı bulduğu Hulûsi Efendi’nin
insanlara verdiği önemden bahsetti. Mustafa Sarılar; “Örnek
çalışmalarla insanlara sosyal ve
kültürel anlamda hizmetler üreten Hulûsi Efendi Vakfı tarihî
şahsiyetlerin günümüzde daha
iyi anlaşılmasını sağlamak için
böylesine güzel bir toplantıyı
Sivas’ta düzenlemekle bu şehre,
bu şehrin sakinlerine ve manevî
şahsiyetlerine verdiği değeri
sergilemektedir” dedi.
İl Müftüsü Yusuf Şahin ise
bir düşünürün ‘Ben sevdiğimi
aklımla, kalbimle asla sevmiyorum, ben sevdiklerimi ruhumla seviyorum’ dediğini hatırlatarak; “Kalp ölüme akıl unutmaya
mahkûmdur ama ruh hiçbir zaman ölmez. Bizde sevdiklerimizi ruhumuzla seversek işte o zaman mana ifade eder” şeklinde
görüşlerini dile getirdi.
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelinde Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kahraman,
‘Somuncu Baba’nın Eserlerinde Hz. Peygamber Sevgisi’, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Kadir Özköse, ‘Hulûsi Efendi ve
Tasavvufî Edep Anlayışı’, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı
Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr.
Alim Yıldız ise ‘İhramcızade İsmail Hakkı Efendi ve Mevlid-i
Şerifi’ konularında konuşmalar
yaptı.
yordu. Bundan sonra da manevî
mimarlardan feyz almaya devam edeceklerine dair mesajlar
veriyorlardı. Malatya Belediye
Başkanı Ahmet Çakır¸ panelde
yaptığı konuşmada¸ şehirlerin
gelişmesi için modern¸ alt yapı
sorunları olmayan¸ fizikî yapılaşmasıyla güzelleşmesi için ya-
olur. Şehirler ne kadar gelişirse
gelişsin¸ ekonomi ne kadar ileriye giderse gitsin bugün baktığımız zaman mutsuz¸ ruhsuz
insanlar var ki¸ bu sorunu da
çözmek lazım. Sadece gelişmeyi,
kalkınmayı ön planda tuttuğumuzda bu buhranın içerisinden
çıkmamız mümkün değil” dedi.
pılan çalışmalar kadar¸ manevî
yönden de imar gerektiğini bildirdi. Başkan Çakır; “Manevî
imar¸ Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi gibi büyüklerimizi anlamak ve onlar gibi yaşamakla
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelinde Marmara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Ahmet Şimşirgil, Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Malatya
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi paneli Malatya’da çok
güzel ve muhteşem geçti. Malatyalıların ayrı ve özel bir ilgisi bulunuyordu. Katılım o kadar
güzeldi ki manevî feyz pınarları tüm gönüllere akıyordu. Malatya Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi’yi artık tanımaya başlı-
43
Mehmet Soysaldı ve Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi Vakfı Eğitim ve İlmi Araştırmalar Müdürü Tarihçi-Yazar Resul Kesenceli sunumlarını izleyicilerle
paylaştı. Malatya’daki panelde
Hulûsi Efendi’nin Turgut Özal
ile ilgili hatırası ve nasihatleri
ile Darende İmam Hatip Lisesini açma hatırası izleyicileri duygulandırdı.
Panelistlerden
İzlenimler
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil: “Somuncu Baba Şeyh
ni unutmamak gerekir. Aslında Somuncu Baba İstanbul’un
manevî fatihidir.”
Prof. Dr. Kadir Özköse:
“İnsanı yetiştirmek çok önemlidir. Eserden çok insana önem
vermek gerekir. Bunun içinde
büyükler insana kıymet vermişlerdir. Hulûsi Efendi’nin edep
anlayışı her şeyin üzeridedir.
Hulûsi Efendi gönüle çok önem
verir. O gönül insanı ve hizmet
insanıdır. Hazretin cümleleriyle özetleyelim. “Hulûsi Efendi
dergâhını, Somuncu Baba ocağı, yüce veliler yatağı, gönüllere
Aslan TEKTAŞ
Hamid-i Veli’yi çok iyi tanımak
gerekmektedir. O, Anadolu’ya
manevî fetih için gelen Horasan erenlerindendir. Somuncu
Baba Anadolu’ya yön verirken
Osmanlı Coğrafyası üzerinde
etkileri büyüktür. Öyle ki Hacı
Bayram-ı Veli ve Akşemseddin’i
yetiştirirken İstanbul’un fethi ve Fatih’in üzerindeki etkisi-
44
Haziran 2012
ferahlık bahşeden feyz u rahmet
bucağı, Taceddin-i Veli Hazretlerinin otağı, gamları giderip
neşelere gark eden, zevk ü sürur
kaynağı, Darende’nin yüz ağı,
ilim ve hikmet menbaı ve güzeller oymağı olarak nitelemiştir.”
Prof. Dr. Abdullah Kahraman: “Somuncu Baba Haz-
retleri hep kendisini gizlemiştir.
Sırrı ortaya çıktığında ayrılmıştır. Keramet göstermez istikameti düzgündür. Kendisini bir
yıl takip eden birisi “Efendim
hiç kerametinizi görmedim” dediğinde “Oğul bizde yalan, dedikodu, gıybet, birinin aleyhinde
davranmayı gördün mü? Bizde
yalnızca, dürüstlük, incelik, itina, istikameti gördün. Daha ne
keramet arıyorsun” buyurmuş.
Altıyüz yıldan beri bu inceliklerin devam ettiğini söylemiştir.”
Prof. Dr. Alim Yıldız: “İhramcızade Hazretleri Sivas’ın gelişmesinde çok etkili bir simadır.
Günümüzde İmam-Hatiplerin
değeri yeni anlaşılıyor. İhramcızade İsmail Hakkı Efendi 1950’de
bu okulu açmış ve buradan çok
güzel insanlar yetişmiştir Günümüzde bu noktaya daha yeni geliniyor. Mevlid-i Şerif ise zor zamanda yazılmış ve insanlara yön
vermiş bir eserdir.”
Prof. Dr. Ali Akpınar:
“Önce onlar gibi yaşamak zorundayız. Bakınız çok münbit topraklarda yaşıyorsunuz. Cennet
vatanımızın her bir köşesi güzel ama Darende’yi biliyorsunuz,
Darende hizmeti taşların arasından çıkaran bir yerdir. Bu topraklar dün de çok büyük insanları
yetiştirdi, bu gün de yetiştiriyor.
O yüzden maneviyat ruhunu bulunduğumuz yerlerde örnek şahsiyetlerin hayatları gibi yaşatmamız gerekiyor. Bir müddet
Darende’de bulundum o insanlar
öyledir ki sükût ehli ama eylem
adamlarıdır. Hizmet insanlarıdır,
çalışkandır ama yapmış oldukları
işleri gizlerler.”
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı: Hulûsi Efendi ve Peygamber Sevgisi konusunda görüşlerini paylaştı, “Müslüman Allah’ı
ve Allah dostlarını seven insandır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’i
severek, onu örnek edinerek ve
onun sünnetine ittiba ederek
Hulûsi Efendi gibi yaşamak gereklidir.”
Prof. Dr. Mehmet Karagöz: Sadat-ı Kiramın hizmetleri ve çalışmasının kıymetinden
bahsederek büyüklerin yaptıkları güzel şeylerin açığa çıkmasını istememek, kötülüklerden
de her daim uzak durmaya çalışmak gibi güzel huylarından
bahsetti.
Yoğun Katılım ve
Teşekkür
Kayseri, Mersin, Sivas ve
Malatya’da halkın büyük teveccühü ile karşılaşıldı. Gelen izleyiciler gönüllüydü ve gönülleri güzeldi. Salonlar tamamıyla
dolmuş hatta insanlar ayakta
kalmalarına rağmen panelist-
leri sonuna kadar dinlemişler,
bu panellerden ayrı bir huzur ve
mutluluk duymuşlardı. Panellerin bitiminde dağıtılan Somuncu Baba ekmeğini alıyorlar ayrı
bir feyz, muhabbet ve berekete
kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Ayrıca panellere katılan protokol ve devlet erkânı teşekkürlerini bildirirken böyle
bir organizasyonun kendilerini mutlu ettiğini belirtmişlerdi.
Panellerimize katılan EsSeyyid Osman Hulûsi Efendi
Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı
Hamid Hamideddin Ateş Efendi, Sivas Vali Yardımcısı Vefa
Kaya, Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır, Talas Belediye
Başkanı Rıfat Yıldırım, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreteri Mustafa Yalçın, Sivas İl Emniyet Müdürü Kemal
Seyhan, Malatya Vakıflar Bölge Müdürü Yakup Aktürk, Sivas
İl Müftüsü Yusuf Şahin Akdeniz, İlçe Müftüsü Bünyamin Akkoç, Mezitli İlçe Müftüsü Nusret Karabiber, Sivas TSO Meclis
Başkanı Mustafa Sarılar, Mer-
sin TSO Meclis Başkanı İbrahim
Kiper, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Metin Bozkuş, Prof. Dr.
Abulkadir Yuvalı, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil. Prof. Mehmet Karagöz, Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Prof. Dr. Kadir Özköse,
Prof. Dr. Alim Yıldız, Prof. Dr.
Ali Akpınar, Prof. Dr. Mehmet
Soysaldı Beylere, protokolün
kıymetli üyelerine, sunucumuz
M. Fatih Kerimoğlu’na, organizasyonda emeği geçen vakıf personelimize ve gönül dostlarımıza çok teşekkür ediyoruz... Sevgi
ve saygılarımızla...
45
Kültür
Enbiya YILDIRIM*
H
“Esasında insan ‘Sonra ne olacak?’ sorusunun cevabını verebilse
gerçek mutluluğu yakalayabilir. ‘Zengin olacağım, şunu bunu
yapacağım, çocuklarımı evereceğim, seyahat edeceğim.’ şeklindeki
ileriye dönük planların her birinin ardından, ‘Sonra ne olacak?”
er insanın gerçekleştirmek
istediği hedefleri vardır. Birine “Neler yapmak
istersin?” diye bir soru yönelttiğinizde, sizlere sayfalar dolusu
tutacak planlarından bahseder.
Aynı soru bize yöneltilse biz de
onlardan aşağı kalmayız. Hepimizin aklında ileriye dönük hesaplar ve projeler vardır. Sonuçta insanlar hedeflediklerini elde
etmek, emellerine erişmek için
çırpınıp dururlar. Bir şeylerin
peşinden koşmak onları ayakta
tutar. Ancak hedeflerini geçekleştiremediklerinde ve istediklerini elde edemediklerinde bazen büyük bir hayal kırıklığına
uğrarlar. Kendilerini teselli edecek bir sığınak bulamadıklarında da yanlış yollara saparlar. Bazen çaresizlik içinde hayatlarına
son verdikleri bile olur. Hiçbir
şey olmasa buhrana düşerler.
Yaşadığımız dünyada bunun örnekleri hepimizin etrafında fazlasıyla mevcuttur.
HUZURSUZ
HAYATLAR
46
Haziran 2012
İnsanı yaşama bağlayan
şeyler sadece nefsânî istekleri ve elde etmek istediği dünyalıklar olduğunda, bunlar olduğu
sürece kendisini meşgul edecek
bir şeyler var demektir. Hatta
bu koşturmaca bütün bir hayat
boyu devam edebilir. Ancak bu
tür kazanımlar insanın mânevî
açlığını doyuramazlar. Nitekim
büyük servetlerine rağmen
hayatlarından tat alamadıkları
için
mutsuz
olduklarını
söyleyen veya yaşamlarına son
veren ünlülerin sayısı hiç de az
değildir. O zaman ortada bir
tatminsizlik var demektir. Bir
şeylerin doyurulamaması gibi
bir durum söz konusudur.
Hayal Kırıklığı
Kaldı ki insan her istediğini
elde etse bile yaşam bir müddet
sonra kendisi için tek düze hale
gelebilir. Çünkü her şeyi elde etmenin bir sonu yoktur ve biriken dünyalıkla birlikte insanın
mutluluğu bir noktadan sonra
artık çoğalmaz. Kazanımlar insana mutluluk vermez olur. Elde
etmek istediklerini kazanamayınca büyük bir hayal kırıklığına
uğrayan insan gibi hayata küsüverir. Her iki durumda da insanı
rahatlatacak ve görünür olanın
ötesinde ona bir sığınma kapısı
açacak bir alana ihtiyaç vardır.
Bu sağlanmadığı zaman insanın
hayatını tüketen olumsuzluklar
yaşamını kemirmeye başlar.
İslâm’a gelince; bu son din
insana öncelikle yaşamın sadece
hazlar ve dünyalıklarla sınırlı
olmadığını söyler. Yaşamanın ne
için ve hangi ölçüler içerisinde
sürdürülmesi gerektiğini anlatır.
Ahlakî çizgiler belirler, başkala-
rını da düşünen bir yaşam felsefesi öğütler. Paylaşımcılığı,
diğergamlığı ve adaletli davranmayı, güvenilir ve doğru olmayı, nefsi öncelememeyi öğretir.
Böyle olunca da insanın yaşantısında haz ve dünyalık elde etmenin yanında yeni alternatifler
ve seçenekler belirir. Kişi hayatını devam ettirirken gündelik
yaşantısını bezeyeceği ve onlarla mutlu olacağı yepyeni alanlara sahip olur.
Bunun yanında İslâm insana ölüm ötesi diye bir şeyin
var olduğunu söyler. Dünyanın birinci hedef olmamasını,
asıl olanın ölüm sonrası ebedî
yaşam olduğunu öğütler. Sevap ve azabı haber verir: “Onlar, Allah’a ve âhiret gününe
inanırlar; iyiliği emreder,
kötülükten menederler; hayırlı
işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi
insanlardandır.”1 “Kim dünya
nimetini isterse, bilsin ki dünya
ve âhiret nimeti Allah katındadır. Allah her şeyi çok iyi işiten
ve çok iyi görendir.”2
Bunların gerçekten bilincine varan mü’mini dünyada
hiç bir şey yıkamaz. Çünkü
elde edemedikleri karşısında
tevekkül sahibidir. Elinden
kaçırmasında bir hayır vardır,
diye
düşünür.
Karşılaştığı
olumsuzlukları
bir
şekilde
47
hayra yormasını bilir. “Ben
elimden geleni yaptım ama
başaramadım, inşallah Rabbim
âhirette bunun karşılığını bana
verir.” diye düşünür. Çabasının
bir şekilde karşısına çıkacağına inandığından dolayı da yeise
düşmez. “Çabaladım, çırpındım
ama kahretsin olmadı.” demek
alına gelmez. Allah’a ve onun
takdirine olan inancı çok
güçlü olduğundan her gelenin
yine ondan geldiğini bilir ve
isyankâr bir ruh hali sergilemez.
Başarılı olsa da başaramasa da
mutludur. Yetinmesini bilir.
Çünkü onun rabbi “Mü›minler,
yalnızca Allah›a tevekkül etmelidir.”3, “Kim Allah’a tevekkül ederse, o ona yeter.”4 buyurmaktadır.
İslâm’ın konumuz çerçevesindeki diğer bir güzel yönü
de caydırıcılığıdır. İstedikleri
gerçekleşmeyen insanı haram
sayılan yollara başvurmaktan
acıklı azap haberiyle engeller.
Başarısız
bireyin
kendisini
dağıtmasının,
hayata
küsmesinin
önüne
geçer.
İnsana olan biteni kabullenmeyi
öğretir. Kendisini içkiye ve diğer
kötü alışkanlıklara vurmasına
mâni olur. Hatta yaşama
küsüp hayatını sonlandırmaya
kalkanları bile tekrardan hayata
bağlar. Çünkü İslâm’a göre
kişinin kendi eliyle yaşamını
nihayetlendirmesi çok acı bir
azabı da peşinden getirecektir.
Kişi kendisinin hayatına hangi
yolla kıyarsa kıyamette aynı
şekilde azaba dûçâr olacaktır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır: «Sizden
önceki ümmetlerden yaralı bir
48
Haziran 2012
adam vardı. Yarasının acısına
dayanamayarak bir bıçak aldı
ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak;
‘Kulum canını almakta bana
karşı acele etti, ben de ona cenneti haram kıldım’ buyurdu.”5
“Kim kendisini bıçak gibi keskin
bir şeyle öldürürse, cehennem
ateşinde onunla azap görür.”6
“(Dünyada) kendisini boğan cehennemde de kendisini boğar,
dünyada kendisini vuran cehennemde kendisini vurur.”7
Bu dehşetli azaptan korkan
insan kendisine çeki düzen verir
ve Allah’ın ihsan ettiği yaşamı
vâdesi geldiğinde yine Allah’ın
almasını bekler. İslâm böylece
kula hayatını ikinci kez bahşeder. Bir müddet sonra da yaşamın kıyısına gelmiş olan bu kişi
aptallığına yanar ve ne kadar gereksiz yere hayatına son vermeye çalıştığını düşünür. Ömrünü kötü sonlandırmadığı için de
Rabbine şükreder.
Sonra Ne Olacak?
Esasında insan “Sonra ne
olacak?” sorusunun cevabını
verebilse gerçek mutluluğu yakalayabilir. “Zengin olacağım,
şunu bunu yapacağım, çocuklarımı evereceğim, seyahat edeceğim.” şeklindeki ileriye dönük
planların her birinin ardından, “Sonra ne olacak?” sorusunu sorduğumuzda karşımızdaki bir yerde tıkanıp kalır. Belki
biz, “Sonra ne olacak?” diye sordukça ölene kadar yapacağı işleri sıralayarak kendisince planlar
söyleyebiliriz. Ancak iş ölüme
gelip dayandığında “Sonra ne
olacak?” sorusunun cevabı insanı titretir. Çünkü sadece hazlar ve dünyalıklar peşinde geçen bir ömrün sonunda insanı
bekleyen ebedî yurttaki yaşamın
nasıl olacağı üç aşağı beş yukarı
bellidir. Çünkü ebedî hayat dünyadaki mânevî kazanımlara göre
şekillenecektir. Bu nedenle, makul sınırlar içerisinde düşünen
bir insan ardı ardına tekrar eden
“Sonra ne olacak?” sorularıyla
sarsılır ve ölüm ötesi için kendisini hazır etmeye bakar. Yaşam
felsefesini değiştirerek kanâati,
başkaları için fedâkârlık yapmayı, iyi ahlaklı biri olmayı, fesat olmamayı, haset etmemeyi,
kin gütmemeyi, dedikodu yapmamayı, örnek bir kişilik sergilemeyi kendisine düstur edinir.
İyi bir Müslüman olur.
VEDA TEPESİ
Kudüs’ün ürkek gözyaşları
Diyarbekir’in gözlerinden akar
Tunus’un yanaklarından sızan
Kahire’nin koyu kanıdır
Şam’ın sonbahar saçları
Dökülür derisinden Yemen’in
Medine tüter Mekke’nin burnunda
Düğümlenir boğazı İstanbul’un
Vedâ tepesinden uyanış doğar
Bilal YAVUZ
Hayatın hem kendimiz hem
de yakınımızdaki insanlar için
anlamsızlaşmaması için atılacak küçük adımlar bulunmaktadır. Bunları yapabilirsek mutluluk sandığımız şeylerin gerçekte
bizi mutlu etmediğini, kulluktan alıkoyduğunu, bizi oyaladığını anlayacağız. Çünkü İslâm’la
bezenmemiş hiç bir şey insana
saâdeti getirmeyecektir.
İşin başı insanın yaratılış
gayesini unutmamasıdır. Bu
akılda kaldıkça problemler bir
şekilde çözülecektir.
Dipnot
*Prof. Dr.
1
2
3
4
3/Âl-i İmrân, 114
4/Nisâ, 134
3/Âl-i İmrân, 122
65/Talâk, 3
5
6
7
Buhârî, 3204
Buhârî, 1275
Buhârî, 1276
49
A
Kadın ve Aile
M. Aybike SİNAN
OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE
AİLE EĞİTİMİ
“Osman Hulûsi Efendi, ilim ve irfan Hak mektebinde okunmalı düsturunu kendi
hayatında tatbik etmiş, sonra da etrafını bir meşale gibi aydınlatmış,
Darende’yi bir irfan ve kültür merkezi yapmıştır.”
50
Haziran 2012
ile, hiç şüphesiz
bir toplumun
zembereğidir,
anahtarıdır, merkez ve mihenk taşıdır. Hem en küçük hem en büyük birimidir. Toplumun bekası,
bir ülkenin geleceği için en önemli
kurumdur aile. İnsanlığın istikbali aileye bağlıdır. Aile varsa özellikle sağlıklı temeller üzerinde bina
edilmiş ise o zaman geleceğimizden söz edebiliriz.
İşte Darende’de bir ışık gibi
etrafını aydınlatan, has bahçenin
gülü gibi etrafına kokular salan,
ışıklandıran, bir gönüller sultanı
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri de bu meseleye hususan eğilmiştir. Kendi ailesinde
de bizzat uygulayıp hayata geçirdiği eğitim meselesi üzerine otuz
ikinci Hutbesinde cemaatine şöyle seslenmiştir:
Çocuklarının terbiyesini ihmal eden onlara bakmayan babalar ve analar hem Allah yanında hem cemiyet nazarında
suçludur.”
Osman Hulûsi Efendi, çocuğun ilk çocukluk yıllarının önemini özellikle vurgular ve terbiye, ahlâk ve eğitimin çok küçük
birlikte yaşayan insanların kabul edilebilir ortak tavırlar, benzer davranışlar göstermeleridir.
Oysa terbiye zaruridir, hem dinî
temelleri vardır, hem de insanın
mutluluğunu ve huzurunu esas
alır.
Nitekim hepiniz görüyorsunuz birçok okul bitirip, birçok li-
“İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan
rızık temin etmelerini hükme bağlamıştır. İnsanların
yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini
ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda
harcama yapmalarını tabii karşılamıştır.”
iken verilmesinin daha kalıcı ve
etkili olacağının altını çizer.
Müslümanlık
Nazarında Çocuk
Nitekim Sevgili Peygamber
Efendimiz de çocuk eğitimi ile
alakalı şunları söylemektedir.
Müslümanlık nazarında çocuklar dünyanın en güzel, en hayırlı metaıdır. Evin bereketidir.
Cennet kokularından bir koku ve
Allah’ın bir hediyesidir. Allah ihsan eylediği bu hediyeye karşı
şükretmek, ana babaya düşen bir
vazifedir, bir borçtur.
“Çocuklarınıza ikram ediniz, iyi bakınız, terbiyelerine çok
dikkat ediniz. Onları güzel terbiye ediniz, onlara mutlaka muhtaç oldukları şeyleri öğretiniz,
yüzücülük, atıcılık, gibi hayat idmanlarını belletiniz, onları helal
rızık ile besleyiniz.”
Her ana ve baba bundan mesuldür. O bu mesuliyetten kurtulabilmek için Allah’ın ihsan
eylediği bu hediyeyi tertemiz
muhafaza etmek, arızasız büyütmek, bunlara dinini, dünyasını öğretmek, Allah’ın kitabını
belletmek, dünya ve ahrette mesul olacak şekilde hazırlamak lazımdır.
Esasında eğitim ve terbiye
etmek gaye itibarıyla birbirine
benzese de aralarında mânevî
anlamda farklar vardır. Zira eğitim arzu edilen bazı disiplinlerin çocuğa öğretmek, bilgilendirmek karşılığına denk gelse
de; terbiyenin amacı bambaşkadır, çünkü toplumsal yaşantının ana gayelerinden birisi de
san öğrenip de toplumun edep
ve irfanına aykırı hareket eden
insanlar vardır ve biz bunları
hoş karşılamayız çoğunlukla.
Ülkemizde terbiye ve eğitim
zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılmışsa da ikisi asla
aynı şey değildir. Nitekim bir
çocuk utanma duygusunu, ar etmeyi, ahlâklı olmayı, adab-ı muaşereti önce aile çevresinde öğrenir. Okul başladığında zaten
bir çocuk aşağı yukarı bu etik
değerleri öğrenerek gelmiştir.
İşte Osman Hulûsi Efendi
Hazretleri, bu noktaların ne kadar ehemmiyetli olduğunu 32.
hutbesinde bakınız nasıl anlatıyor:
“Doğduğu günden itibaren
çocuklarımızın sıhhatinden, gıdasından yiyip içtikleri şeylerden mesulüz. Altı yedi yaşların-
51
dan sonra bu mesuliyet çoğalır.
Çünkü çocuğun asıl istikbali
bundan sonra hazırlanacaktır.
Bu devirde çocuğun ahlâkî terbiyesi üzerinde ana ile babanın
çok büyük rolü vardır. Şunu hatırdan çıkarmayınız ki evlatlarımızın beşeriyette hayırlı bir evlat veyahut muzır bir mikrop
olarak yetişmesinden hem Allah
yanında hem de beşeriyet nazarında mesulsünüz.
Dünyada iken çocuklarımızı
güzel bir şekilde terbiye etmek
onlara Müslümanlığı belletmek,
dünyası için lazım olanları öğretmek, kendi ahretimizi de mamur etmek demektir.
Dünyada iken hayırlı bir evlat yetiştiren adamın öldükten
sonra hayır ve sevap defteri kapanmaz.”
Aile Ocağının Ateşi
Tahsil ve terbiyesine dikkat ve ihtimam olunan bir evlat,
hem ailesinin şerefini yükseltir,
hem de ulusunun kuvvetini artırır. Terbiyesi noksan olan bir
evlat, hem kendi namını kirletir,
hem ailesinin yüzünü karartır,
hem de beşeriyetin başına bela
kesilir.”
Osman Hulûsi Efendi, gözümüzün nuru bakıp büyüttüğümüz yavrularımızın mutluğu ve saadeti için de terbiye ve
eğitimin önemini vurgular. Bugün gazetelerin üçüncü sayfalarına baktığımızda eğitim seviyesi düşük, ailevi sorunlara duçar
olmuş anne ve babaların çocuklarının daha çok suça ve günaha
bulaşmış olduklarını ibretle gözlüyoruz.
İşte Osman Hulûsi Efendi bu
hususu şu şekilde ifade etmektedir:
Çocuklarımıza güzel bir
İslâm terbiyesi vermekle onların
istikbalini, istikbaldeki saadetlerini hazırlamış, milletimizin
kuvvetine yardım etmiş olmakla
beraber ahretimiz için de büyük
bir hazırlık yapıyoruz demektir.
52
Haziran 2012
Osman Hulûsi Efendi, bu
söylediklerini aynen tatbik etmiş ve birbirinden hayırlı ve
mükemmel evlatlar yetiştirmiştir. Gerek eşine gösterdiği
nezaket, nezahat, letafet, şefkat ve merhameti çocuklarından da esirgememiş, onlara
hem maddi hem mânevî öğretmenlik yapmıştır. Edep ve irfanın her dem gönül sofrasına
konduğu, şefkat ve muhabbetin pencereden, bacadan taştığı bu aile ocağının ateşini tutuşturan, canlandıran ve asla
söndürmeyen bir baba, bir aile
reisi, bir hoca ve bir mürşit olmuştur.
Aile eğitiminde sözden çok
davranış ve yaşantının çocuklar
üzerinde etkili olduğunu hem
din âlimleri hem de bilim adamları söylüyorlar. Çocukların gözü
önünde aile büyüklerine saygıyla ve hürmetle muamele eden,
güzel ahlâkını ve davranışlarını
gösteren ana babaya ileriki yaşlarda çocukları da aynı muameleyi göstereceklerdir, bundan
hiç kuşku yoktur.
Bu hususta da Osman Hulûsi
Efendi şunları söyler Hutbelerinde:
“Onların haklı sözlerini tutup, haksız sözlerine karşı da ses
çıkarmayacağız. Dövseler de sövseler de hâşâ, değil el kaldırmak,
dil bile uzatmayacağız. Onların
her hâline tahammül göstereceğiz. Zira Allah’ın emri böyledir.
Unutmayalım ki bizi dünyaya onlar getirmiş, bizimle Mevla arasında onlar sebep olmuşlardır. Bizi sadece dünyaya
getirmekle kalmamış, en aciz zamanlarda bizim bin türlü mihnetimizi, meşakkatimizi de çekmişlerdir. Bizi can u gönülden
bağırlarına basmış; kılımıza zarar gelmesin diye hep üzerimize
titremişlerdir. Şimdi o günlerimiz geçti, biz büyüdük, her şeye
gücümüz yeter bir hâle geldik.
Onların bizlere olan iyiliklerini
unutmamalıyız. Onların o iyiliklerine karşı nankörlük, taşkınlık
etmemeliyiz.
Hele onlar yaşlarını başlarını alıp ihtiyarlamışlarsa, hele onlar alil, hasta düşüp bize muhtaç
bir hâle gelmişlerse düşünün bir
kere bize ne yapmak düşer?”
Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, aile içinde terbiye ve eğitimin ehemmiyetini zikrederken
öte yandan okul ve bilginin de ne
kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun ısrarla altını çizer.
Bu nedenle etrafında kızlı erkekli herkesin eğitimine önem
verip teşvik etmiş ve okul ile eğitimin sağlanması yolunu desteklemiştir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, eğitime olan inancını
ayet ve hadislerin ışığında insanlara ulaştırır. Öyle ki bu toplumun geleciği öncelikle edep
irfan, terbiye ve eğitimden geçer.
Burada mutlaka sizlerin de
dikkatini celbetmiştir. Oğullarına, kızlarının gönüllerinin incitilmemesini özellikle istemektedir. Zira aile eğitiminde
müştür. Dolayısıyla gerek bedene eğitimini, gerek ruh eğitimini,
gerekse davranış eğitimini kısacası terbiye ve eğitim denen nizam ve intizam kurallarını bizzat
kız-erkek ayrımı yapmaksızın
çocuklarının her anlamda iyi yetişmesini arzu eden bir baba olarak hatta bir nebze kızlarını da
daha ihtimam göstererek kadınlara verdiği önemi ve hassasiyeti
de gözler önüne sermiştir.
kendi çocuklarına, ailesi çevresine, hayatına, yansıtmış ve karşılığını da ziyadesiyle almıştır.
İlilim ve İrfan
Mektebi
Osman Hulûsi Efendi, ilim
ve irfan Hak mektebinde okunmalı düsturunu kendi hayatında tatbik etmiş, sonra da etrafını bir meşale gibi aydınlatmış,
Darende’yi bir irfan ve kültür
merkezi yapmıştır.
Bütün yaşantısında doğruluktan ayrılmayan iyilik yapan,
kötülüğü iyilik ve güzellik ile savan, güler yüzlü kâmil bir kişilik
olmuş ve bunu da en çok kendi
aile yaşantısında yaşamış ve yaşatmıştır.
Mesela muhterem mahdumları Kemal, Ahmet, Şemseddin
ve Hamid Hamiddettin Ateş Beyefendilere göndermiş olduğu
şu mektubun üslubu, nezaketin,
nezahetin, şefkatin, adaletin ve
merhametin en derin izlerini taşımıyor mu?
“Gözlerinizden öperim,
Sonuç
Elhamdülillah,
Mekke-i
Mükerreme’ye salimen vasıl olduk. Yarın Arafat’a gideceğiz
inşallah Teâlâ. Valideniz muhabbetle gözlerinizden öpüyor.
Kızların gönüllerini incitmeyin.
Aişemize ve Hamid’e, akrabalara selam ve dualarla cümlesinin
gözlerinden öperim.”
Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, bir mütefekkir olarak,
bir din âlimi olarak, bir mürşit
olarak cemaatine söylediği her
ne varsa önce kendi hayatında ve
ailesinde tatbik etmiş, eğitimin
her türlüsünü gerek gönül eğitimi, gerek akıl eğitimini ön gör-
Osman Hulûsi Efendi, nezaket ve inceliğin en latif ve en zarif biçimini yaşamış ve çevresinde de yaşanmasını sağlamış
vesile olmuştur. Mektûbât’ında
hayatında yer etmiş hemen herkese mektuplar yazarak hislerini
zarif ve ince gönül teliyle terennüm eden bir gönüller sultanını görüyoruz. Edebin, hissiyatın,
nezaketin tel tel dokunduğu bir
ortamdan söz ediyoruz.
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de
yapılan 10. Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi
Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
53
İlim ve Hayat
Mehmet SOYSALDI*
İ
nsan yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak zorundadır. Onun mutluluğu, huzuru, toplumun huzur ve
mutluluğuna bağlıdır. Zira kişisel bazda huzur ve
mutluluk toplumun huzur ve mutluluğu yakalaması ile mümkündür. Toplum halinde yaşamanın
belirli ilke ve kuralları vardır. Bu ilke ve kurallar
yerine göre hukuk, yerine göre dinî ve yerine göre
de ahlakî kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak, söz konusu bu ilke ve kurallara uymada,
toplumun her bireyinin aynı dikkat ve duyarlılığı
gösterdiği söylenemez. Böyle olunca, toplumdaki
bireyler çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış,
küsmüş olabilirler.
AFFETMEK
“İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında, kötülüğü yapan insana bir iyilik
yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eriyip yok olur.
Kötülük yapan insana iyilikle karşılık verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine
iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye başlar.”
54
Haziran 2012
İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler; bir münakaşada öfke ve kızgınlık sonucu sarf edilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi zamanda bir başkası
tarafından taşınan sözlerden meydana
gelmektedir. Her ne şekilde olursa olsun,
bu durumda asıl olan, söz konusu kırgınlığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara taşınması değil, kardeşlik anlayışı ve hukukun yeniden tesisi için her bireyin çaba
sarf etmesidir.
Yüce dinimiz, bu tür istenmeyen hadiselerin ortadan kaldırılması için bir dizi
tedbirler almış ve bazı yollar göstermiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Bir müslümanın Müslüman kardeşiyle üç
günden fazla küs/dargın durması helal değildir.”
buyurmuştur. Dolayısıyla müminler arasında vuku bulan dargınlığın fazla büyütülmemesini, bu halin üç günü geçmemesini tavsiye etmektedir. Atalarımız da: “Müslümünın Müslümana
küskünlüğü tülbent kuruyuncaya kadardır.” diyerek insanların birbirleriyle küs durmamalarını
ve kısa zamanda barışmalarını en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir.
İslâm beşeri ilişkilere çok önem vermiştir. İnsanların birbirine karşı daima sevgi ve saygıyla
davranması gerekir. Zira birbirini seven, birbirine
karşı hoşgörülü olan insanlardan meydana gelen
bir toplumda huzur, barış ve esenlik olur.
Kur’an, getirmiş olduğu prensiplerle insanların birbirine karşı hoşgörülü olmasını ve yapılan hataların affedilmesini istemektedir. Nitekim
“İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen
kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.
O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık
bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama
kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak
sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol
olanların kârıdır.”
yüce Allah, Fussilet Suresi 34-35. ayetlerde:
“İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen
kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.
O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık
bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama
kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak
sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol
olanların kârıdır.”
55
Bu iki ayette, insanlar arasındaki anlaşmazlık
ve çekişmelerin sonucu meydana gelen kırgınlık ve
düşmanlığı gidermenin yolu açıklanmaktadır.
İyilik ve kötülük elbette bir değildir. Yapılan iyiliğe karşı iyilik yapmak her insandan beklenen ve
her insanın yapabileceği bir davranıştır. Ancak kötülüğe karşı iyilik yapmak her insanın yapabileceği
bir şey değildir. İşte Kur’an bu ayetlerde bize insanlar arasındaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlığın giderilmesinin en güzel yolunu göstermektedir. O da;
yapılan kötülüğe iyilikle karşılık vermektir.
İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında,
kötülüğü yapan insana bir iyilik yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eriyip yok olur. Kötülük yapan insana iyilikle karşılık
verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye
başlar. Çünkü kalpler iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Asıl önemli olan kendisine kötülük yapılan insanın, nefsini ve şeytanın vesvesesini yenip kendisine kötülük yapana karşı iyilik
yapmaya yönelmesidir. Tabi ki bu davranış her insanın yapabileceği bir şey değildir.
Yapılan kötülüğe kimler iyilikle karşılık verebilir
ve kimler bu olgunluğu gösterebilir? Yukarıda zikrettiğimiz ayette şu iki sıfata sahip olan insanların
ancak böylesine bir olgunluk gösterebilecekleri belirtilmektedir:
a) Sabretmesini bilen erdemli müminler,
b) Allah yolunda hizmette büyük paya sahip
olan, faziletli insanlar.
Böyle durumlarda şeytan, durmadan insanın
nefsine sinyaller gönderip kötülüğe kötülükle karşılık vermesini telkin eder. Nefis ise kötülüğe daha
çok yatkındır. Cenâb-ı Hak, mü’minin sözü edilen
vesvesenin tesirinden kurtulması için en kestirme
yolu şöyle belirlemektedir:
“Şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa,
hemen Allah’a sığın. Çünkü O, duaları işitip icabet
eden ve her şeyi bilendir.”1
56
Haziran 2012
Kur’an bu ayetle bizlere insanlar arasındaki
ilişkilerin düzenli bir şekilde başarıyla yürütülmesinin metodunu vermektedir. Kur’an’ın verdiği
bu yöntem gerçekten çok güzel bir yöntemdir. Nasıl ateş karşısında hiçbir buzun dayanması mümkün değilse erimeye ve yok olmaya mahkûmsa aynen öyle de iyilik karşısında insanın öfke ve kini,
düşmanlığı ne kadar çok olursa olsun dayanması
mümkün değildir.
Burada asr-ı saadetten bir örnekle konumuzu
daha anlaşılır kılmak istiyoruz:
Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın Mıstah adında fakir ve
muhtaç bir akrabası vardı. Bu zat onun halasının
oğlu olup onun evinde barınan bir yetimdi. Hz.
Ebu Bekir, hem ona hem onun ailesine karşılıksız yardım ederdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) kıymetli eşi, Hz. Ebu
Bekir’in de kızı olan Aişe validemize ağır bir iftira atılması şeklindeki İfk Hadisesi gerçekleştiğinde, Mıstah’ın da söylentiyi yayanlar arasında adı
geçiyordu.
Bu sebeple Hz. Ebu Bekir, Mıstah’a çok kızmıştı. Ona artık yardım etmeyeceğine dair yemin ederek: “Kalkın buradan! Ben sizden değilim ve siz de
benden değilsiniz. Bundan böyle hiçbiriniz benim
yanıma gelmesin.” dedi. Mıstah ise, kendinin masum olduğunu iddia ediyordu. Söylediğine göre o
iftirayı atanlardan değildi. Sadece şair Hassan’ın
bu konu ile ilgili söylediği bir şiire gülmüştü.
Mıstah, yeminler ederek Hz. Ebu Bekir’e: “Bizi
başkalarına muhtaç etmemen için Allah’a, İslâm
dinine, şefkatin ve akrabalığımızın namına sana
yemin ederim. O işte bizim hiçbir günahımız yoktur.” demişti.
Ancak Hz. Ebu Bekir ikna olmamıştı. Onun bu
ağır yeminine karşı: “İftira hakkında söz söylemedinse de, söyleyenlere gülmedin mi?” dedi.
Hz. Ebu Bekir ile Mıstah’ın arasında mücadele
böyle sürüp giderken, Peygamber (s.a.v.)’e şu ayet
vahyedildi:2
“İçinizden fazilet ve servet
sahibi kimseler, akrabaya,
yoksullara, Allah yolunda göç
edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat
göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır,
çok merhametlidir.”3
Vahyin inmesinden sonra,
Peygamber aleyhisselam, derhal Hz. Ebu Bekir’e haber gönderdi:
“Allah, bana bir ayet vahyetti. Mıstah ve ailesini evden
çıkarmaktan seni nehyediyor!”
dedi.
Bu haberi duyan Hz. Ebu
Bekir, ‘Allahu Ekber’ diyerek tekbir getirdi ve çok sevindi. Hemen Rasulullah’ın yanına giderek hakkında inen ayeti
kendisine okumasını rica etti.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ona
ayeti okumaya başladı. Hz.
Ebu Bekir, ayetteki, “Allah’ın
da sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?” ifadesini duyunca: “Evet Ya
Rabbi! Rabbimin beni bağışlamasından elbette
hoşlanırım ve onları kovmaktan kesinlikle vazgeçtim.” dedi. Mıstah’a hemen adam göndererek
bu durumdan onu haberdar etti. Bu olay üzerine
Hz. Ebu Bekir, “Allah’a yemin ederim ki daha evvel yaptığım yardımı fazlasıyla yapacağım.” diyerek Mıstah’a önceki yardımının iki katını yapmaya başladı.
Dindar, muttaki, faziletli ve varlıklı zengin kişiler, fakirlere, muhtaçlara yapmakta oldukları
yardımı, onların işledikleri günahlardan ve hatalardan dolayı kesmemelidirler. Onların işledikleri
suçları affederek daha evvel yaptıkları yardımla-
rına devam etmelidirler. Bu şekilde davrananların günahlarını da Allah affeder ve onları cennete koyar.
Bizler, nasıl Allah’ın, günahlarımızı affetmesini istiyorsak, o hâlde biz de bize karşı hata yapan insanları affetmeliyiz. Affetmek en büyük
fazilet ve hayırdır. Yüce Allah, Şura Suresinde
36-37. ayetlerde gerçek müminlerin, Allah’a tevekkül eden, büyük günahlardan, çirkin işlerden
kaçınan ve kızdıkları zaman da bağışlayan kimseler olduğunu belirtmekte, Al-i İmran Suresi 134.
ayette de yine öfkelerine hâkim olan müminleri
övmekte, onlara genişliği göklerle yer arası kadar
olan cennet bahçelerini vereceğini vaat etmekte-
57
dir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesine göre asıl
kahraman kızdığı zaman öfkesine hâkim olabilen insandır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.)’in: “Merhamet etmeyene, merhamet
olunmaz.” buyruğu ile de Allah’ın kendisini bağışlamasını isteyen kulların hata yapan insanları affetmeleri gerektiğini belirtmektedir. Atalarımız da, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe
iyilik er kişinin kârıdır.” demişlerdir.
Burada asr-ı saadetten bir olayı aktarmak istiyorum.
Bir gün ashap, Peygamberimize (s.a.v.) Hz.
Ali’yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz. Peygamber
(s.a.v.) o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali’yi
çağırmaya adam gönderdi ve orada bulunanlara sordu:
Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse
ne yaparsınız? Cevap verdiler:
“Yine iyilik yaparız.”
“Yine kötülük yapsa?”
“Biz yine iyilik ederiz.”
“Yine kötülük yapsa?”
Ashap cevap vermedi, başlarını öne eğdiler.
Bunun anlamı, kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile, iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.
Bu sırada, Hz. Ali o meclise geldi. Rasûlullah
Hz. Ali’ye sordu:
“Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne
yapardın?”
“Yine iyilik ederdim.”
“Yine kötülük yapsa?”
“Yine iyilik yapardım.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) soruyu tam yedi defa
tekrarladı. Hz. Ali, yedi defasında da “Yine
iyilik ederdim.” diye cevap verdi. Ashap: Ya
Rasûlallah, Ali’yi çok sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler.
58
Haziran 2012
İslâm ahlakında “kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek” kuralı vardır. Fıtratı, temel insanlık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etmenin, kötü yoldan çevirmenin, erdemli topluluğa
yeniden katmanın yollarından biri de budur.
LEYLÂ DEDİM
YÂR İSTEDİM!..
Netice olarak diyebiliriz ki;
1. Kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil
iman sahibi olduğunu gösterir. Beşerî ilişkilerde daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak, bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın müminlere yakışan güzel hasletlerden olduğunu unutmamak
gerekir.
2. Daima Cenab-ı Hakk’ın bizi bağışlamasını
arzu etmek gerekir. İyilikte bulunduğumuz, insanları affettiğimiz, hoşgörüyle davrandığımız
nispette Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine
lâyık düzeye gelebileceğimizi unutmamalıyız.
3. Hayırlı bir işin terki için yemin eden kimse yeminini bozarak o hayırlı işi yapmalı ve yemini için kefaret vermelidir.
Gönül oku hâlde ne var?
Âlem gider sal içinde!..
Sök yükünü eyle pazar;
Naçar kalma yol içinde!..
Şeklim döndü günden güne;
Yol göründü sondan öne!..
Lâyık mıyım bu sürgüne,
Yetmiş iki dil içinde?..
Başımdadır aşk melâlin;
Hilkâti var her zevâlin!..
Hüzün deren bu ahvâlin;
Gülzârı var gül içinde!..
Tefekkür et, eyle nazar;
Sana senden yakında Yâr!..
Yan ki dinsin bu intizâr;
Arzdan Arş’a kul içinde!..
Sen ecele boyun verdin;
Bir çileyi ömre serdin!..
Dost bağına hikmet derdin;
Sar, kalmasın el içinde!..
Takvâ ile gül besledim;
Her nefeste nefs eledim!..
‘Leylâ’ dedim yâr istedim;
Mecnûn oldum çöl içinde!..
Rıfat ARAZ
4. Mal ve serveti faziletle birleştirmek; böylece muhtaç durumda olan yakınlara ve akrabalara yardıma devam etmek gerekir. İnsanın
yalnız kendisi için değil, ailesi, akrabaları ve
çevresi için de çalışıp kazandığı şuurunda olması gerekir. Çünkü fert toplumun kopmaz bir
parçasıdır. Aynı zamanda ahlak ve faziletten
kopuk bir servette hayır ve rahmet bulunmamaktadır.
5. Yakınların ve akrabaların bütün iyiliklere rağmen nankörlük etmelerine kızıp onlardan
yardımı kesmemek, yaptığımız ve yapacağımız
iyiliklerin karşılığını yalnız Allah’tan beklemek
gerekir. İnsanlardan takdir ve teşekkür beklemeye gerek yoktur.
Dipnot
*Prof. Dr.
1
2
3
7/Araf, 200
Buhârî, Şehâdât, 15, Meğâzî, 34, Tefsir 24. sure, 6, 11, Eyman, 18; Müslim, Tevbe, 56; Tirmizî, Tefsir 24. sure, 4
24/Nur, 22
59
“Kur’ân’ı anlamak, hakîkatin bilgisini
öğrenmek demektir. Çünkü Allah,
insan, eşya, evren, öte dünya, değerler,
ahlakî erdemler, geçmiş peygamberler
ve insanın dünya hayatından sonra ne
olacağına dair en doğru bilgileri bize
Kur’ân vermektedir.”
Fıkıh
Abdullah KAHRAMAN*
KUR’ÂN
EĞİTİMİ
Kur’ân’ı Okumak
(Tilâvetü’l-Kur’ân)
Kur’ân, okunmak, anlaşılmak ve uygulanmak için gönderilmiş bir kitaptır. Onu anlamaya geçmeden önce doğru okumak şarttır. Çünkü usûlüne göre okumak doğru anlamının ön
şartıdır. Bu gerçeği dikkate alan âlimlerimiz, ya
“Kur’ân Okuma Âdâbı” adıyla müstakil kitaplar
yazmışlar veya Kur’ân’la ilgili olarak yazdıkları kitapların içinde böyle bir başlığa yer vermişlerdir. Meselâ İmam Nevevî, “Âdâbu Hameleti’lKur’ân” adıyla bir kitap yazmıştır. Aynı zamanda
el-Ezkâr adlı eserinde Kitabu Tilâveti’l-Kur’ân
diye özel bir başlık açmıştır. Her iki eserinde
de Kur’ân okumanın âdâbından bahsetmiştir.
İmam Kurtubî de el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân
adlı tefsirinin ilk cildinin başında Kur’ân’ı nasıl okumamız gerektiğine dair geniş malumat
vermiştir. Bütün bunlar Kur’ân’ın sıradan bir
kitap gibi okunamayacağını göstermektedir. Hz.
Peygamber (s.a.v), sahâbe-i kirâm (r.ahm) ve bilinçli Müslümanlar Allah’ın kitabını hep bir âdâb
ve usûl dairesinde okumuşlardır. Fakihlerin abdest şartı üzerinde ısrar etmesinin temel sebebi
de budur.
Kur’ân’ın okunmasında âzamâ ve asgarî okuma biçimi vardır. Bu durum ondan istifadeye göre
belirlenir. Bilgi seviyesi ne olursa olsun her Müslümana ait olan okuma biçimi “zikir kıvamında” ve bu niyetle okumadır. Bu okuma biçiminde bütün Müslümanlar eşittir. Hiçbiri Kur’ân’ı
ibadet ve zikir niyetiyle okumaktan geri dura-
60
Haziran 2012
61
maz. Sahâbenin, günlük, haftalık ve aylık hatimlerinden bunu
anlamak mümkündür. Kur’ân’ı
tecvîd kurallarına uygun olarak
okumak da bu kısma dâhildir.
Ancak Kur’ân’la olan ilişkimiz
adına bu kadar ve bu tarz okuma yeterli değildir.
Kur’ân’ı Anlamak
(Fehmu’l-Kur’ân)
Kur’an
bazı
âyetlerinde
bize kendisini ve özelliklerini anlatır. Bu âyetlerde sıkça
vurgulanan onun Allah’ın kitabı
olma özelliğidir. Bunun yanında
Kur’ân anlaşılmak için gönderildiğini de beyan eder. Çünkü Kur’ân sadece okunmak için
değil aynı zamanda anlaşılmak
için gönderilmiştir. Buna göre
her Müslümanın, gücü oranında okumadan anlamaya doğru
yol alması gereklidir. Şu âyetler
bu duruma açıkça işaret etmektedir:
“Onlar bu Kur’an’ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o,
Allah’tan başka birinden gelmiş
olsaydı onda mutlaka birçok
(tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı!”1, “Peki, onlar (Allah’ın
bu) sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş
atalarına hiç gelmeyen bir şey
mi geldi onlara?”2, “(Ey Muhammed!) Sana indirdiğimiz
bu kutsal ilâhî kelâm(da her
şeyi açıkladık ki) insanlar onun
mesajı üzerinde iyice düşünsünler ve akıl iz’an sahipleri ondan ders alsınlar.”3
Kur’ân’ı anlamak, hakîkatin
bilgisini öğrenmek demektir.
62
Haziran 2012
Çünkü Allah, insan, eşya, evren,
öte dünya, değerler, ahlakî erdemler, geçmiş peygamberler ve
insanın dünya hayatından sonra
ne olacağına dair en doğru bilgileri bize Kur’ân vermektedir.
Kur’ân’ı okuyan öncelikle Kur’ân
yolunu öğrenecektir. Onun yolunun yolların en doğrusu olduğunu kavrayacaktır. Zira Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru
yolumdur. Buna uyun. (Başka)
yollara uymayın. Zira o yollar
sizi Allah’ın yolundan ayırır.
İşte sakınmanız için Allah size
bunları emretti.”4
Kur’ân’ı anlamamızı kolaylaştırmak için Yüce Allah bize
bazı ipuçları vermektedir. Buna
göre Kur’ân’ı anlamak onun
isimlerini anlamakla başlayacaktır. O, rehber, nur, aydınlatıcı kandil, Allah’ın sağlam ipi,
zikir, şifa kaynağıdır. Kur’ân
“nûr” olduğuna göre onu anlamak, onun sağladığı ilâhî ışıkla aydınlanmak demektir. Bu
nur ile aydınlanan insan, doğru ve yanlış davranışların farkına varır. Kur’ân’ın “zikir” olduğunu düşünen ve onu bu
özelliğini dikkate alarak okuyan,
Kur’ân’ın bir hatırlatma, yanlış
tutum ve davranışlar karşısında
bir uyarı olduğunu kavrayabilirse onu anlamış sayılır. Sağlam
bir iman, derin bir şuur ve halis
bir niyetle okuyan Kur’ân’ın şifa
hazinelerinden istifade eder ve
böylece onun “şifa” verici özelliğini yaşayarak öğrenir. Nitekim
Kur’ân’ın bu özelliğini öğrenen
sahâbe birçok hastalık karşısında onu okuyarak tedavi olmuştur. Kur’an’ı anlamak, onun sağ-
lam bir kulp olduğunun farkına
varmak demektir. Bu farkındalık insanın ayağının yere sağlam
basmasını ve hakîkatler karşısında sâbit-kadem olmasını sağlar. Bu durum mü’mini ilkeli ve
tutarlı hale getirir ve şahsiyet
sahibi yapar. Esen rüzgâra göre
yelken açmayan mü’min, kendi
ilkelerine göre hareket eder ve
onlar etrafında insanlara örnek
bir hayat takdim eder. Nitekim
Kur’ân’la gelen, Kur’ân’ı hayatının merkezinde bulunduran,
ona sarılan ve ona göre bir hayat
yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.)
insanlığa en büyük ve en güzel örnek olmuştu. Onun ahlakını kendisinden soranlara Hz.
Âişe (r.anhâ), “Ahlakı Kur’ân
idi.” demişti. Bu da onun hayatının Kur’ân’la nasıl bütünleştiğini gösteriyordu.
Kur’ân’ı uygulama
(Tatbîku’l-Kur’ân)
Kur’ân’ı anlamanın en önemli yolu, onu bütünlük içersinde
okumaktır. Kur’ân’ın her âyeti
ve her sûresi birbiriyle irtibatlıdır. Her bir parçasına Kur’ân
ismi verilse de, Allah’ın anlamamızı emrettiği Kur’ân, elimizdeki
mushafın tamamıdır. Onun her
bir âyeti, insanlara gönderilen
mesajın birbirini tamamlayan
parçalarıdır. Vurgulanmak istenen temel mesajların hemen her
sûrede ve farklı üsluplarla tekrarlanmasındaki hikmet de budur. Sûre ve âyetler arasındaki
münasebeti ve ilgiyi göstermek
için yazılan kitapların hedefi de
Kur’ân’ı kendi bütünlüğü içerisinde anlamaya yardımcı olmaktır. Onun için Kur’ân’ı parçacı bir
anlayışla okumak, âyetlerin bir
kısmını okurken diğerlerinden
habersiz olmak, onu anlamayı sağlamaz. Aksine mesajı parçalamaya sebep olur. Mü’min,
Kur’ân’ın tamamına eşit şekilde
inanır. Bir kısmını diğerine üstün tutma veya bir kısmını kabul
ederek, diğerini etmeme yanlışına düşemez. Zira bu ilâhî mesajın ruhuna aykırı bir durum
olur. Yüce Allah önceki ümmetlerde görülen bu yanlış tutumu
tenkit ederek bizim bu duruma
düşmememizi öğütlemiştir: “…
Böyle yaparak, ilâhî kelâmın
bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Öyleyse bilin ki, içinizden böyle
yapanların karşılığı, bütün
dünya
hayatında
zilletten
ve Kıyamet Günü en acıklı
azaba uğratılmaktan başka
bir şey olmayacaktır. Zira
Allah, yaptıklarınızdan gâfil
değildir”5.
Kur’ân’da iman, ibadet, ahlak, hukuk hükümleri ve ibretli
kıssalar yer almaktadır. Kur’ân’ı
uygulamaktan maksat, onun bu
konudaki hükümlerini dikkate
alarak bir hayat biçimi oluşturmaktır. Hz. Peygamber’in sîreti,
yani yaşayışı Kur’ân’ın bir insan hayatıyla örneklenmiş şeklidir. Yaşamak için önce sağlam, kâmil, şüphesiz bir iman
gerekir. Kur’ân’ın imanla ilgili âyetlerini kabul edip ona göre
bir zihniyet ve bakış açısı oluşturmak onun bu konudaki ilkelerini yaşamak anlamına gelir.
Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı ve en
doğru söz olduğuna inandıktan
sonra onda var olan diğer hükümlerin de tatbik edilmesi gerektiği bilinmiş olur. İmana ait
hükümlerden sonra ahlaka ait
olanlar ikinci sırayı alır. İman
ahlakı gerektirir. Üçüncü sırada
ibadet, sonra da hukuki hükümler gelir. İbadetler iman ve ahla-
kı besler, onlara kaynaklık eder
ve onları zinde tutar. Hukuka
dair hükümlerin de esas hedefi
ahlâkî ilkeleri ayakta tutmaktır.
Dolayısıyla mü’min, ibadetlerini
hakkıyla yapıp, ahlâkî tutarlılığı
gerçekleştirdiği zaman fert planında Kur’ân’ın tamamını yaşamış olur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki,
Kur’ân eğitimi, okuma, anlama
ve uygulamayı birlikte öğretmeyi
kapsar. Bunlardan birinin eksik
olması Kur’ân eğitimini başarıya
ve hedefine ulaştırmaz. Kur’ân
eğitiminde bütünlük ve ahlaka
daha fazla vurgu yapmak onu
hedefine ulaştıran bir yöntem
olacaktır.
Dipnot
*Prof. Dr.
1
2
3
4/Nisâ, 82.
23/Mü’minûn, 68.
38/Sâd, 29.
4
5
6/En’âm, 153.
2/Bakara, 85.
63
Tarih
İsmail ÇOLAK
MİMAR SİNAN
O
smanlı mimarisine, İstanbul’a ve
hatta tüm Osmanlı
coğrafyasına, serptiği çil çil kubbeler, minareler, kemerler, köprüler ve çeşmeler gibi ölümsüz
eserlerle Türk-İslam mührünü vuran Mimar Sinan, Osmanlı Rönesans’ının, “Altın Çağ”ın
baş mimarlarındandır.
Osmanlı kültür ve medeniyetinin inşasında oynadığı devasa
rolden ötürü tarihimizin bize armağan ettiği örnek şahsiyetlerden birisi de kuşkusuz Mimar
Sinan’dır.
Yaşadığı dönemde Osmanlı mimarisini
zirveye çıkarmış;
mimarî
anlayışı, üslubu ve inşa ettiği abidevî eserlerle, sanat ve
mimaride çığır
açmış ve yüzyıllarca taklit
edilip tekrarla-
64
Haziran 2012
nan yeni bir “ekolün kurucusu”
olmuştur.
Taşlara Mana Veren
Mimar
Mimarî anlamda,
sadece dönemiyle sınırlı kalmayıp tüm
zamanlara
damgasını vuran Mimar Sinan, Osmanlı
ordusuna
yeniçeri olarak katılmış, birçok seferde bulunmuş ve Mohaç’ta
gösterdiği yararlılık sayesinde
terfi ederek kısa süre sonra
mühendis olarak görev almış
ve 1538’de baş mimar olmuştur.
Hayatı boyunca yaptığı ya da
yaptırdığı şu eserlerle kolay
kırılamayacak bir rekora imza
atmıştır: 81 cami, 51 mescit, 55
medrese, 26 darülkurra, 17 imaret, 3 darüşşifa, 33 saray, 17 türbe, 35 (Eyice’ye göre 50’den
fazla) hamam, 7 su kemeri,
8 köprü, 18 kervansaray, 6
mahzen.1
Kanunî’nin o büyük fütuhatları neticesinde sahip olunan
uçsuz bucaksız coğrafyayı, engin
sanat dehasıyla fethedip ihya
eden ve Osmanlı Medeniyeti’ne
“âlem”
olan
Mimar
Sinan’ın, başta İstanbul olmak üzere Budin, Bosna, Sofya,
Hicaz ve Bağdat ölçeğinde vücuda getirdiği eserler hâlâ
dimdik ayaktadır.
Budin’den Bağdat’a
uzanan Osmanlı memleketinde Mimar Sinan’ın meydana getirdiği mimarî-estetik
vahdaniyet ve ahenk hakkında
Tarihçi Prof. İlber Ortaylı’nın
ortaya koyduğu yaklaşım gayet
yerindedir: “Bosna’dan Halep’e,
hatta Mısır’a kadar belirgin üsluba sahip medreseler, camiler ve çeşmelerin ortaya çıktığı görülür. Bu merkezileşmede
bir dâhinin çok büyük rolü vardır; Mimar Koca Sinan Ağa...
Çok açıktır ki, bir ekol sahibidir. Onun üslubunu ve tekniği-
65
“Sinan değişik plân tiplerini
denemiş ve kendisine has
üslup özelliklerini ortaya
koymuştur. Büyük ustanın, bu
yapılarında monotonluktan
kaçındığı ve birbirinden farklı
estetik anlayışlar ortaya
koyduğu dikkati çeker...”
ni kavrayan ustalar, mimarlar ve
kalfalar vardır... Mimar Sinan,
imparatorluk coğrafyasına, imparatorluğun sanatına kendi üslubunu ve merkezî bir Osmanlı
havasını veren dâhidir.”
Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice’nin yaklaşımı da
aynı istikamettedir: “Sinan, büyük cami ve külliyelerden başka pek çok sayıda eserin yapımını üstlendiği gibi birçoğunun da
uygun gördüğü projelere göre
yanında yetişen kalfalar tarafından uygulanmasını sağladı...
Onun estetik anlayış ve yapı sanatı ustalığını benimsemiş olan,
arkasından gelen hassa mimarları Mimar Mehmet, Dalkıç Ah-
66
Haziran 2012
met Ağa, Mimar Davut Ağalar bu
klasik akımı sürdürmüşlerdir.”2
Taşlara ruh veren, onları derin manalarla bezeyen ve meydana getirdiği bilhassa cami,
mescit ve diğer dinî yapılarla
ilahî hakikatlerin tercümanlığını yapan “mimarlar sultanı”
Sinan’ın, söz konusu eserlerde bugün bile hâlâ birçok sırların ve hikmetlerin gizlendiğini görmekteyiz. O, sivil, askerî
ve dinî eserleri içerisinde bilhassa “ibadethaneleri” merkeze yerleştirip, kendisine ille-i
gaye yapmış ve bütün dehasını,
sanat ve mimarlık maharetlerini bunlar üzerinde incelikle teşhir etmiştir.
Misal vermek gerekirse,
Sultan II. Selim zamanında
Edirne’de inşa ettiği Selimiye
Camii’ne adeta bir dantel gibi
işlediği manevî özelliklere bakmak herhalde yeterli olur: Caminin tek bir kubbesinin oluşu
Allah’ın birliğini, pencerelerinin beş kademeli oluşu İslâm’ın
beş şartını, bütün pencerelerinin 99 tane oluşu Allah’ın
99 ismini, vaaz kürsülerinin 4
tane oluşu 4 hak mezhebi, bütün külliyede 32 kapının oluşu
İslâm’ın 32 farzını, arka minarelerde 6 yolun olması imanın
6 şartını, caminin minarelerindeki 12 şerefenin camiyi yaptıran padişahın 12. Osmanlı
padişahı olduğunu sembolize
etmektedir.3
Cumhuriyet devrinin önemli
yazarlarından olan Ruşen Eşref
(Ünaydın) bir eserinde, Mimar
Sinan’ın elindeki sihirli çubuğu ve taşlardan yaptığı mimarî
besteyi şöyle tahlil etmiştir:
“Taşlar senin elinde kelimeler gibiydi. Onlardan umulmadık manalar çıkardın. Mermerleri, gâh olur, inci dişler gibi
gülümsetirdin; gâh olur, fildişleri gibi oyma haline kordun.
Kaya parçaları, sihrinin temasıyla zühd ve haşmeti ifade eder,
taklar olurdu. Sütunların üstüne kıvrak kemerler kordun ki,
havaî birer iklîl (müzeyyen taç)
gibi hafif görünüyorlar!.. Işık ve
ses emrine râm olmuştu: Hesaplı aydınlıklardan duvarlara ruhanî dalgalar serperdin.
En kalın inşa tabakalarına serin bir hayal uçukluğu iâre ederdin. Kubbeleri birer ud, birer
tanbur kadar hisli ve ihtizazlı hale getirdin... Camilerin, birer münâcât gibi hurûş içinde!..
Medreselerinde, hankâhların
birer tevhid cazibesini haiz...
Sarayların birer kasideyi andırıyor... Türbelerinde birer mersiye melâli var...”4
Hünerli Elleri ve
Ebedî Eserleri
Kanunî, bilhassa İstanbul’un
imarına büyük ehemmiyet vermiş; Mimar Sinan’ın hünerli elleriyle şehrin çehresini ve dokusunu değiştirip güzelleştiren ve
İslamî renge ve kıvama erdiren,
medeniyetimizin büyük eserleri
diktirmeye muvaffak olmuştur.
Kanunî’nin, Mimar Sinan aracılığıyla İstanbul’a armağan ettiği şaheserlerden sadece birkaçını hatırlatmak için zikredelim:
Kendi adına inşa ettirdiği,
aynı zamanda Mimar Sinan’ın
İstanbul’daki en muhteşem
eseri olan Süleymaniye Camii
ve Külliyesi (Darü’l-Hadis ile
dört medrese, Darüşşifa, Muallimhane); babası namına
Şam’da Sultan Selim Camii ve
müştemilatı, aynı yerde kendi namına da Sultan Süleyman
Külliyesi; Şehzade Mehmed namına, ilk büyük eseri olan Şehzade Camii; Cihangir namına
Cihangir Camii ve tesisler; kızı
Mihrimah Sultan adına Edirnekapı ve Üsküdar camileri; zevcesi Hürrem Sultan namına
da Haseki Sultan Camii, medrese, darüşşifa, hamam. Yanı
sıra II. Selim adına Edirne’de
“ustalık eseri” olarak Selimiye
Camii’ni; devlet ileri gelenleri
adına da hem İstanbul’da (Rüstem Paşa, Sinan Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Zal Mahmud
Paşa, Bali Paşa, Pertev Paşa,
Kılıç Ali Paşa, Hadım İbrahim
Paşa gibi) hem de Anadolu’da
(Cenabî Ahmed Paşa, Ankara; Hacı Ahmed Paşa, Kayseri; Hüsrev Paşa, Van; Rüstem
Paşa, Bolvadin; Hüsrev Paşa,
Halep; Bosnalı Sofu Mehmed
Paşa, Sofya gibi) pek çok devasa eser, cami, medrese, han, hamam ve türbe (Şehzade Mehmed, Sokullu Mehmed, Pertev,
Zal Mahmut, Ferhat ve Barbaros Hayreddin Paşalar gibi) tesis etmiştir.5
Mimar Sinan’ın İstanbul’a
ve tüm Osmanlı ülkesine hediye ettiği, birçoğu bugün hâlâ insanlığa hizmet vermeye devam
eden çeşmeler, sebiller, su kemerleri (Haliç’e akan Ali Bey
Deresi üzerindeki Moğlova Kemeri gibi) ve köprülerden (İstanbul yakınındaki Büyükçekmece Köprüsü gibi) müteşekkil
“su mimarisi”dir.
Kanunî
zamanında
İstanbul’un nüfusu çoğaldıkça su ihtiyacı da artmış ve şehre
yeni kaynaklardan su getirme ihtiyacı hâsıl olmuştu. Kanunî’nin
“Devletimin devamı için dua
edeler” niyeti doğrultusunda
verdiği talimat üzerine harekete geçen Mimar Sinan, Ayvat-
67
köy civarındaki Bakraç ve Orta
dereler ile bazı memba sularını
toplayıp Kurt Kemeri üzerinden
geçirerek Eyüp’teki İslambey
mahallesinde bulunan yeni kubbeye kadar, Cebeciköy ve Balıkdere önlerinde inşa ettirdiği süzgeçten geçirerek İstanbul’a bol
miktarda su akıtmaya ve yüzden
fazla çeşme yapmaya muvaffak
olmuştur.6
Kendini
Tekrarlamayan
Terkipçi Orijinallik
Osmanlı’nın
her
alanda olduğu gibi, mimarî alanda da “feyezân” halinde olduğu Kanunî döneminde, Mimar
Sinan’ın, İstanbul’a ve Osmanlı
Medeniyeti’ne kazandırdığı katî
hüviyetini, Yahya Kemal, “Aziz
İstanbul” isimli eserinde ana hatlarıyla şöyle billurlaştırmıştır:
“İstanbul’un
manzarasına Sultan Süleyman, II. Selim
ve III. Murad devirlerinde başka bir revnak vermiştir. İstanbul, onun tarafından selâtin
camileri, vezir camileri, mescitler, medreseler, türbeler,
imârethaneler,
dârüşşifâlar,
kervansaraylar, hanlar, hamamlar, sebiller, mekteplerle donatılmıştır. Sinan’ın yaptığı camilerin hemen her biri bir başka
plânda ve çeşittir. O bunların
her birine başka bir hava vermiştir. Bu, onun tenevvüe çok
meraklı oluşunu ve zevk ve dehasının zenginliğini gösterir.
Bu özelliklerden başta geleni,
Sinan’ın cami mimarisinde tek
ve büyük kubbeyi hâkim kılmasıdır. Müminleri, tek kubbe al-
68
Haziran 2012
tına almak emeli, ancak selâtin
camilerinde tecellî edebildi.”7
Yahya Kemal’in de ifade ettiği gibi Mimar Sinan gelinceye
kadar Osmanlı mimarisinin iki
temel meselesi vardı: Tek (büyük) Kubbe ve yan cephe. Sinan
iki meseleyi de büyük bir ustalıkla çözmüştür. Kubbeyi, içeriden mabedin üstüne, mesnetleriyle alakası görünmeyecek bir
şekilde asmış; dışarıdan ise yarım kubbeler ve küçük gerdanlık
kubbelerle adeta tabii ve yekpare bir bütün halinde getirmiştir.
Yan cephe meselesini de daha
Şehzade Camiinde halletmiştir. Onun kemer, sütun, galeri
ve pencerelerle yaptığı terkipler,
hayret ve hayranlık uyandıracak mükemmelliktedir. Bu yüzden Sinan, kendinden sonraki
mimarlara, “taklit edilmekten”
başka bir şey bırakmamıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar,
eserlerindeki bu “kendisini tekrar etmeyen” terkipçi orijinalitelik, büyüleyicilik ve göz kamaştırıcı sanat şöleni hakkındaki
tespitleri oldukça çarpıcıdır:
“Sinan denilince gözümün
önünde, son derece nispetli yontulmuş bir mücevher dizisine benzeyen irili ufaklı binalar, ta Macaristan içerisinden
başlayarak Akdeniz’e ve Basra Körfezi’ne kadar iner... Herkes, Şehzade’nin kubbelerine hayran iken, o kendisini
Süleymaniye’nin aydınlık boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüşü ile
İstanbul’un bir tarafını, Boğaz’ın
yarısına kadar doldurur. Oradan
velveleli bir uçuşla eski pâyitahta
Edirne’ye geçer, Selimiye’nin
mücevher çağlayanlarını kurar... İstanbul’u baştanbaşa fethetmiştir. Kim bilir, bıraksalardı belki de bütün İstanbul’u yedi
tepesinde yedi kubbeyle tek bir
bina halinde işler, bu kubbeleri, vadilerin üstünden aşan ve
sırrı yalnız kendisinde olan kemer gelerilerle birbirine bağlar;
aralarından büyük ağaçların yeşilliğini bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, şifahânelerini oturtur; taştan
ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya indirirdi. Asırlık şekilleri birbirine karıştırır;
nispetleri değiştirir; tenazurları
kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini,
buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller
ve terkipler çıkartır. Bunu yapmadıysa bile, hemen benzerini
yaptı. Bu rüyayı bir yıldız dizisi
gibi kırdı ve benimsediği şehirden başlayarak geniş imparatorluğun dört bucağına dağıttı.”
Sanat
tarihçisi
Semavi Eyice’nin tahlilleri de, Koca
Sinan’ın eserlerindeki üslup,
görkem ve estetik gibi oldukça
orijinaldir:
“Sinan değişik plân tiplerini
denemiş ve kendisine has üslup
özelliklerini ortaya koymuştur.
Büyük ustanın, bu yapılarında
monotonluktan kaçındığı ve birbirinden farklı estetik anlayışlar
ortaya koyduğu dikkati çeker...
(Süleymaniye Camiinde) Muazzam dengeli, ihtişamlı ve mü-
kemmel orantılı, göz okşayan
ölçüler, aynı güzellik ve ritim
ile dış bütünlüğe yansıtılmıştır. Abidevî, şahane yapı, bu ölçülerde bir ilk olarak şehir silüetine estetik oranları ile görkem
kazandırmıştır... (Selimiye Camii) Türk-Osmanlı mimarisinin zirvesindeki bu eser, dünya
sanat tarihinde de eşi olmayan
bir şaheserdir... Selimiye Camii,
Osmanlı dönemi Türk sanatının
eriştiği son nokta olup, dinî mimari tarihinde de toplu ibadet
mekânının en ideal çözümünün
ortaya konulduğu bir başyapıttır.”8
Hakk’ın Şule Açan
Tebessümü
“Sinan, Osmanlı sanatına
Hakk’ın şule açan bir tebessümüdür” diyen Samiha Ayverdi
de Sinan’ın eserleriyle orijinal
bir sanat ekolü ve tarzı meydana
getirdiği, ancak kendisini tekdüzelik ve durağanlığa hapsetmekten kurtarmayı ve “İslamî vahdet potası içerisinde kesrete”
erişmeyi, yüksek iman neşvesi
içerisinde başardığı noktasında
Ahmet Hamdi Tanpınar ve
Yahya Kemal ile aynı görüştedir:
“O büyük dâhi, muayyen bir
sanat formunun anaforuna tutulup, eserlerini yeknesak bir
hacim ve nispetlerin girdabına kaptırmamış, her yeni eserinde bir başka plânı, bir başka
mimarî hususiyeti ve üslup ayrıntısını denemiştir. Tecrübe ettiği her ölçüyü, bir sonraki eserinde, gerektiğinde kolayca terk
edebilip, makam değiştiren bir
muskî gibi yeni bir heyecan, yeni
bir hamle ve yepyeni bir temin
peşine düşmüştür... Eğer Sinan,
İslam’ın vahdet potasında eriyip
yeni baştan dökülen bir iman ve
heyecan adamı olmamış, cemiyeti ve kâinatı, kendi içinin aynasında seyredecek bir arınma
geçirmemiş bulunsaydı, nihayet
şevketli ve azametli bir ordunun
peşisıra hamaset, zafer ve kahramanlık tarihini bizzat yaşamak bahtiyarlığına eremeseydi;
kütlenin şuuraltında bilkuvve
mevcut olan hazırlanışı, kendi
istidadı aynasında mihraklaştırarak onu, bu yüksek voltajlı sanat seviyesine tercüme ve aksettiremezdi.”9
Edebiyatçılarımızdan
Nihat Sami Banarlı ise, Mimar
Sinan’ın ömrü boyunca imza attığı 300’den fazla eser içerisinde, özellikle şu üç şahesere dikkat çekmiş ve sanatının nasıl
zirve yaptığını şöyle analiz etmiştir:
“Bu meşhur eserleri Şehza-
de Camii, Süleymaniye şahikası ve Selimiye bediasıdır. Bu üç
şaheser, Sinan’ın sanatının zirve noktalarını teşkil eder. Ama
bu, onun diğer eserleri sanattan mahrum, alelâde birer yapıdan ibarettir manasına alınamaz. Onun her eserinde, büyük
mimarinin üslubu, sanatı ve insanı o olgun, o sade hendeseye hayran bırakan azim dehası
mevcuttur.”10
Dipnot
1
Ahmed Refik Altınay, Osmanlı Âlimleri ve
Sanatkârları, İstanbul, 1997, Timaş Yayınları, s.23;
Altınay, Mimar Sinan, İstanbul, 1931, Kanaat Kütüphanesi, 72 s.; Semavi Eyice, “Mimar Sinan”,
Türkler, c.12, s.79-80, 82; Aptullah Kuran,
2
Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s.20, 2425; Eyice, “Mimar Sinan”, s.80.
3
Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları
I, 2. Baskı, İstanbul, 1977, Damla Yayınevi
4 Ruşen Eşref Ünaydın, Ayrılıklar, İstanbul,
1339/1923, s.81-82, 90-94.
5 Solakzade, age, s.317-318; Gökbilgin, Kanunî,
s.157, 197-198; Osman Nuri Ergin, Mecelle-i
Umûr-ı Belediyye, İstanbul, 1922/1933/1995, c.1,
s.1230; Eyice, “Mimar Sinan”, s.80, 81, 82-84.
6 İbrahim Ateş, Kanunî Sultan Süleyman’ın Su Vakfiyesi, Ankara, 1987, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, s.4-5 vd.; Eyice, “Mimar Sinan”, s.81-82.
7
Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s.52-53, 57-58, 79.
8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir
9 Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, s.380386. Ayrıca bkz. Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı,
s.122-123, 124; Boğaz İçinde Tarih, 4. Baskı, İstanbul, 1982, İstanbul Fetih Cemiyeti, s.274.
10 Nihat Sami Banarlı, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri I, 2.
Baskı, İstanbul, 1982, Kubbealtı Neşriyat, s.110.
69
Örnek Hayat
Yusuf HALICI
SAMSUN
VELÎLERİ
S
amsun, sınırları içinde bulunan çok
verimli iki ova nedeniyle çok eski tarihlerden beri yerleşim alanı olmuş
bir ilimizdir. Başta bugünkü şehrin merkezi olmak üzere Kızılırmak Vadisi, Kavak, Tekkeköy,
Çarşamba Ovasında eski çağlardan beri insanlar
iskân etmiş, yaşam sürmüştür.
Doğal, tarihî ve kültürel zenginlikleriyle Samsun, Karadeniz Bölgesi’nin en gelişmiş, bölgenin
turizm potansiyeli en yüksek kentlerinden biridir.
Allahu Teâlâ’nın rızasını kazanmış, sevdiğini
Allah için seven ve her işi O’nun rızası için yapan,
her an Allah’la birlikte olma şuuruna eren, gafletten uzak Allah dostları Samsun ilimizde de Allahu Teâlâ’nın ve Peygamberinin emir ve yasaklarını öğreterek, insanların dünya ve ahiret saadetine
kavuşmaları için uğraş vermişlerdir.
Samsun’u üç taraftan kuşatan manevî atmosferin bu sahipleri, yaşadıkları dönemde insanların karanlık ruhlarını iman nuruyla aydınlattıkları gibi, geçen onca zamana rağmen insanlara halen
manevî destek olmaya devam etmektedirler.
rinin torunu olduğu rivayet edilmektedir. Babası
Muhyiddin’dir.
Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmayan
Şeyh Kutbiddin Hazretleri soyundan gelen ilahi
vecd ve aşkla İslâmiyet’i yaymaya, karanlık ülkeleri aydınlatmaya, nefsini terbiye çalışmış bir Allah dostudur. Bu amaçla kendisi İslâm ordularına
manevi fütuhat öncülüğü yapan sayısız gönül erlerinden birisi olarak Bizans sınırlarına dayanmış
ve Samsun çevresinde karar kılmıştır.
Şeyh Kutbiddin Hazretlerinin bir kerameti şöyle anlatılır: 1853 Rus donanmasının Sinop
baskını sırasında 3-5 savaş gemisi de Samsun
açıklarına kadar gelerek şehri topa tutar. Şehirde
karşılık verebilecek bir kuvvet de bulunmamaktadır. Ancak Şeyh Seyyid Kutbiddin Hazretlerinin
bulunduğu eski mezarlıktan top atışları ile karşılık verilir. Rus gemileri de bir miktar hasara uğradıktan sonra çekilip gitmek mecburiyetinde kalırlar.
1322 yılında vefat eden Şeyh Seyyid Kutbiddin
Hazretlerinin kabri Samsun ilinde İlkadım Belediyesi sınırları içerisinde, Unkapanı Mahallesindeki mezarlıktadır.
Şeyh Seyyid Kutbiddin
miş olup babası Seyyid Ali bin
Yahya’dır.
Rufaiyye
Tarikatının kurucusu Seyyid Ahmed Rufaî Hazretlerinin torunlarından veya talebelerinden olduğu rivayet edilen Ahmed-i
Kebîr Rufâî ‘nin soy silsilesi baba tarafından Hz. Hüseyin Efendimiz yoluyla Peygamberimize, anne tarafından da Peygamberimizin
hicret sonrası Medine’deki mihmandarı Halid
bin Zeyd (r.a.)’ya dayanır. Her ne kadar Seyyid
Ahmed Rufaî Hazretleri ile karıştırılmaması için
kendisine Kûçek (Küçük) denilmiş ise de daha
çok Seyyid Ahmed-i Kebîr Rufâî şeklinde tanınmıştır.
Yedi yaşındayken babasının vefat etmesi üzerine himayesine aldığı dayısı onu büyük
bir ihtimamla yetiştirerek, meşhur hocalardan
ders aldırdı, iyi bir ilim tahsil etmesini sağladı.
Öncelikle Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Daha sonra
dayısı onu diğer dayısı büyük âlim Ebu Bekr elEnsarî el-Vasıtî ile devrin diğer âlim ve veli zatların çok bulunduğu Vasıt şehrine gönderdi. Burada meşhur âlimlerden aldığı derslerle hem zahiri
hem de tasavvufta yetişip yükseldi, zamanın bir
tanesi oldu.
Kâmil bir veli olduktan sonra insanlara doğru yolu anlatmak, dinin emirlerine uyarak onların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarını
sağlamak için irşad faaliyetine başladı. Bu maksatla gidip yerleştiği Amasya’da tekke ve zaviyesini kurarak büyük bir topluluğu kendisine bağladı. Daha sonra da Lâdik’e gidip yerleşti. Yörede
çok kıymetli irşad faaliyetlerinde bulundu.
Seyyid Ahmed Rufaî Hazretleri yaptığı çok kıymetli hizmetlerden sonra 1182 tarihinde Lâdik’te
ebedî âleme göç etti. Kabri Lâdik’tedir.
Seyyid Ahmed-i Kebîr Er-Rufâî
Büyük İslâm âlimi ve mücahitlerindendir.
Gavs-ı Azam adıyla anılan ve Kadiriye Tarikatının kurucusu olan Abdulkadir Geylan’ı Hazretle-
70
Haziran 2012
Anadolu’nun zenginliği olan büyük velilerdendir. 1118 senesinde Basra şehrinde dünyaya gel-
Hocalarından Abdülmelik Harnûtî kendisine
şöyle vasiyet etmiştir: ‘Ey Ahmed! Başkalarına
iltifat edip gezen, hedefine varamaz ve hakikate
kavuşamaz. Şüphelerden kurtulmayanın,
dünya düşüncelerinin ve
nefsinin arzuları peşinde
olanın, felâha, kurtuluşa kavuşması düşünülemez. Bir kimse
kendi kusurunu ve noksanını bilmiyorsa, onun bütün zamanı da noksan
geçer.”
Bunları hemen ezberleyip bir yıl süreyle bu
usullere riayet eden Seyyid Ahmed, bir yıl sonra
hocasını tekrar ziyarete gidip, nasihat istediğinde
hocası bu sefer: “Hakiki âlimleri, evliyayı tanıyamamak çok kötü bir haldir. Tabibin hasta olması ne kadar fena! Akıllı kimsenin cahil kalması ne
kötüdür!” dedi.
Kılıç Dede
Anadolu’nun müslüman kimliğe bürünmesi sürecinde büyük rol oynayan dervişlerden olan Kılıçdede, 1078-1116’lı yıllar arasında
Anadolu’ya yayılan Selçuklularla birlikte bölgeye gelmiş ve yıllarca süren savaşlar sırasında şehit düşmüştür.
Kılıçdede’nin Samsun’un diğer velilerinde Seyyid Kutbiddin ve İsa Baba ile beraber Samsun’a
geldikleri ve burada yapılan bir savaşta şehit düştükleri rivayet edilmektedir. Kılıçdede’nin şehit
düştüğü yere yapılan türbesi Samsun›da adını
verdiği mahallede olup bölgedeki insanların her
gün ziyaret ettiği bir yerdir.
Rivayete göre, Kılıçdede Türbesi’nin yanında
bulunan okulun bahçesinin genişletilmesi çalışmalarına başlanır. Kepçeler, kazı yaparken camiye yakın bir bölümde kepçe ilerleyemez duruma gelir ve kepçenin dişleri kırılır. Kepçenin sert
bir kayaya denk gelip gelmediği kontrol edilir.
Ancak yumuşak toprak olduğu görülünce bölgenin Kılıçdede›ye ait bir alan olduğu düşünülerek terk edilir ve okulun duvarı biraz daha iç kısma alınır.
71
Kültür
Ahmet ŞİMŞİRGİL*
ES-SEYYİD
ES-SEYYİD OSMAN
OSMAN
HULÛSİ
HULÛSİ EFENDİ
EFENDİ (K.S.)
(K.S.) VE
VE
İNSAN
B
ir İslâm büyüğüne, mutasavvıf şairine, insanı böyle açıklatan, onu kâinatın süzülmüş
özü, varlık ve oluşların gözbebeği olarak tarif ettiren İslâm’ın bizatihi kendisidir. Kur’an-ı Kerim ve
hadis-i şeriflerdir.
Dinin bu iki temel kaynağına göre Allahu Teâlâ
insanı yapı ve oluşların en güzeli, en mükemmeli
içinde yaratmıştır.
Bu noktada âlemleri düşünelim. Âlem-i kebîr,
âlem-i sağîr ve âlem-i ervâh gibi.
kalp ilerleyebilir ve yükselebilir. Nitekim evliyâ
zatlar böyledir. “Kişi sevdiği ile beraberdir.”
hadis-i şerîfi de bu yükselmeyi işaret etmektedir.
Âlem-i sağîr ise yaratılmışların hepsinden kendisinde bir numune bulunduğu için insana verilen
addır. İnsan âlem-i kebîrdeki yani kendisinin dışında bulunan âlemdeki her şeyi kendisinde topladığından mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi
kalp de âlem-i sağîrde bulunan her şeyi kendisinde bulundurduğundan çok kıymetlidir.”
Nitekim Osman Hulûsi Efendi bu hususu veciz
bir biçimde ifade eder.
Âlem-i kebîr büyük âlemdir. İnsandan başka
bütün mahlûkattır. Büyük âlim İmam-ı
Rabbanî Hazretleri:
“Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğü arştır. Cenâb-ı Hakk’ın
arşa olan tecellîsi başka mahlûklarda olan
tecellîlerden üstündür. Çünkü arşa olan
tecellî öteki tecellîlerin toplamıdır. Arşa
olan tecellî Allahu Teâlâ’nın bütün isimleri ve sıfatları iledir. Daimî ve kesintisiz
bir tecellîdir.
Ârifin Kalbi
Kâmil bir insanın kalbi de birçok bakımdan arş
gibidir. Bunun için öyle kalbe arşullah denir. Bu
kalp arşa olan tecellîye yakın bir tecellîye kavuşur.
Arşa olan tecellî tamdır. Ârifin kalbine ise bundan
bir parçadır.
Fakat kalpte arşın mâlik olmadığı başka bir üstünlük vardır. Bu üstünlük tecellî edene şuurdur.
Onu tanımaktır. Kalp tecellî edene tutulur onu sever. Arşta ise böyle bir sevgi yoktur.
Kalpte böyle bir sevgi ve şuur bulunduğu için
72
Haziran 2012
”Anadolu’da Somuncu Baba namıyla meşhur
olan Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri nice diyarları
gezdi, ilimleri tahsil etti ve nice âlimleri yetiştirdi.
Gün geldi halk içinde Hak’la beraber yaşadı.”
Âlem âdem olamaz
Âdem on sekiz bin âlemi câmi’dir
İşte bu kadar kıymetli ve itibarlı, eşref-i
mahlûkat olan insana diğer varlıkların ötesinde
bir emanet bahşedilmiştir. Bu emanet akıl ve iradedir. Diğer varlıkların hiç birisinde bu yoktur.
Akıl ve irade insana bir yandan hür karar verme ve iş görme alanı diğer yandan çeşitli yükümlülük ve sorumluluklar getirmiştir.
İnsan akıl ve iradesi ile doğru işler de yanlış işler de yapar. Günah da sevap da kazanır. Kimisi
Rabbine kul olurken kimisi şehvetine, gadabına,
73
hırsına kul ve köle olabilir. İşte bütün bunların sonunda insan ya meleklerden yukarı üstün bir hâle
gelir veya hayvanlardan aşağı olur.
İşte insanın yükselebilmesi için en temel esas
kişinin kendisini tanıması olarak bildirilmiştir. Büyük dîvân şairimiz Şeyh Galib, “Hoşca bak
zâtına” derken bir anlamda bu durumu kastetmektedir.
Hulûsi “men aref” sırrın bilenler kim bilir Rabbin
Bu sırrı bilmeyen ilm-i İlâhîye âlim olmaz
Kendi özün bilmeden Hakk’ı bilirim sanır
Hak varlığın bilmeyen kendi varlığın sanır
Fakat bu nokta öyle sanıldığı kadar kolay da
değildir. İnsanın nefsine galebe çalıp iyiliklere ve
güzelliklere ulaşabilmesi için her zaman bir rehbere ihtiyacı vardır.
Niyâzî Mısrî de:
Nefsini terk etmeden Rabbini arzularsın
Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın
“Men arefe nefsehü fekad arefe Rabbeh”
Kendini sen bilmeden Sübhanı arzularsın
demiştir. Gerçekten insan genelde dışı ile meşgul olur. Hâlbuki önce kendine yol aramalı kendi
içinde yolculuklar yapmalıdır.
İnsan dış dünyası ile ilgilendiği kadar iç dünyasına, tefekkür dünyasına bakıyor mu?
Başkalarının eksiklikleri ile ilgilendiği kadar,
kendi hata ve kusurlarını biliyor mu?
Başkalarının zenginliklerini müşâhede ettiği
kadar, kendi içinde bulunduğu nimetlerin zenginliklerin farkına varıyor mu?
İşte bunun için kendimizi tanımalıyız.
Zira kendisini fark edemeyen tanıyamayan
başkasına kul ve köle olur. Maddeye, paraya ve
mevkie tapınmaya başlar.
Kendini Bilen Rabbini Bilir
Kendisini bilen ve tanıyan ise yaratanının kendisine bahşettiği üstünlüklerin ve nimetleri farkına varacak, neticede onu hakkıyla bilmeye ve asıl
ona kulluk etmeye başlayacaktır.
Osman Hulûsi Efendi, bu hususu dîvânında şu
beyitleri ile ortaya koyar.
74
Haziran 2012
O rehber Peygamber Efendimiz ve onun
vârisleri olan âlimlerdir. Hulûsi Efendi rehberin
önemini şu ifadeleri ile belirtir:
Bir kâmilin eteğin tutup da murâda yet
Kâmil eteğin tutan ehl-i kemâl olur
Devlet o ki olmaya zevâl ana
Devlet sanma anı ki anda zevâl olur
Pîrin kapısında hâk et Hulûsi yüzün
Tahkîkan anı bil ki makbûl-i zü’l-celâl olur.
Bu rehber ayna gibi olmalıdır. Kendinden konuşmamalı hep Peygamber Efendimizden ve ondan alanlardan ayna gibi yansıtmalı, nakletmelidir. Yoksa zaman içinde hep kendinden bahseden,
kendisinden nakleden, kendisini Peygamber yerine koyan yol kesiciler gelecek ve bunlar insanları Hak’tan ve hak yoldan uzaklaştıracaklardır.
Hulûsi Efendi rehberi seçerken bu hususu özellikle vurgulamakta ve bir anlamda insanları uyarmaktadır. Şöyle ki:
Eskiler yenilenir hep yeni âdetler gelir
Şer’-i pâke uymayan bin türlü bid’atler gelir
Nice kuttâ’-ı tarîk mürşidlik eyler iddiâ
Müddeîler çoğalıp hep resm ü âdetler gelir
Hükm-i Kur’an’a uyup sünnete kalmaz ittibâ
Kendi butlânından uydurma dalâletler gelir
Gerçekten de günümüzde mürşidlik iddiâsı
ile doğru yola pusu kurmuş, insanları hak yoldan
uzaklaştıran, kat’-ı tarîk-i ilâhî denilen nice in-
sanların varlığı bilinmektedir. Bunların temel bir
özelliği de insanlara doğru yolu anlatan din büyüklerine tasavvuf âlimlerine düşmanlıktır.
Oysa o büyükleri tanıyanlar kendisini de Rabbini de en güzel bir biçimde tanımakta saâdetin
zirvesine ulaşmaktadır.
Anadolu’da Somuncu Baba namıyla meşhur
olan Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri nice diyarları
gezdi, ilimleri tahsil etti ve nice âlimleri yetiştirdi.
Gün geldi halk içinde Hak’la beraber yaşadı. Gün
geldi şöhretin âfet olduğuna sonsuz dikkatleri çekti. Hâlbuki kapısında sultanlar kul olmaya hazırdı. Çağının en büyük âlimi Molla Fenarî ona talebe olmak sevdasıyla tutuşuyordu. Hacı Bayram-ı
Velî ve Akşemseddin Hazretleri aynı hizmetin takipçisi olmuşlardır.
Bugün de onun ahfadından Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi kurduğu vakıf ve bıraktığı güzîde
eserlerle eğitim, kültür ve sağlık alanlarında eşsiz
hizmetlere imza atmaktadır. * Prof. Dr.
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
75
KİTAPLIK
Kitap
Ayşe SEVİM
Huzur Defterİ
B
ir dergâhın günlük yaşamını,
latifelerini, mânevî alışverişlerini, sırlarını okumayı ister
misiniz?
Huzur Defteri isimli çalışmayı tanıtmaya
hangi cümleyi yazarak başlasam acaba? Bu yazıyla karşılaşan kişi o ilk cümleden sonra yazının
devamını da merak etmeli. İlk cümle yerine
bir çığlık koyabilseydim
metne keşke. Bir feryat…
O zaman bir sürü gözü yazının üzerinde toplayabilirdim.
Bunu yapmayı istiyorum.
Bu kitabın nasıl bir çalışma olduğunu bir A4 sayfasının üzerine kelimeleri savurarak yazabileceğimi sanmıyorum çünkü.
Burada yazılan pek çok şey başka
bir yerde yazılı değil desem ilginizi
çeker mi mesela? Belki de çekmez. Olabilir.
76
Haziran 2012
En iyisi kitapta anlatılan bir olayı naklederek
yardım almak. Bir gün Fahrettin Efendi hazretleri bakkala gider. Oradan aldığı malzemeyi bakkal eski bir kâğıt üzerine paket yapmaya başlar.
Kâğıdın geri kalanı da duvardaki çengele tutturulmuştur. Fahrettin Efendi kâğıdı incelediğinde meşhur Şeyh Sadık risalesinin bir
nüshasıyla karşılaşır. Az kalsın bayılacak hale gelir ve parasını hemen
teklif ederek kâğıtları alır. İşte bizim
durumumuz da kısmen buna benziyor şimdi. Bir kısmımız Huzur
Defteri karşısında oradaki bakkal
gibiyiz. Ondan nasıl istifade edeceğimizi bilmiyoruz, hatta böyle bir soru gündemimizde de
yok. Diğerlerimiz ise bu bilgileri okuduğunda zevkten bayılabilir.
Sanırım meramımı anlattım. Huzur Defteri İstanbul’daki Karagümrük
Cerrahi Âsitanesini merkeze alarak
oluşturulmuş enfes bir çalışma. Birçok önemli
zatın yaşadığı fakat matbuata dökülmemiş olay-
ları anlatıyor. Bir dervişin hususi notları bunlar. Hz. Pir Nureddîn-i Cerrahi, Şeyh Fahrettin Efendi, Celal Ökten
Hocaefendi, Gönenli Mehmet Efendi, İskilipli Atıf Efendi, Neyzen Tevfik,
Hüseyin Siret, dönemin padişahları ve
meşhur birçok zatın hatıralarını okumanız mümkün. Yazar Mehmet Fatih
Çıtlak sadece tasavvuf severlerinin değil yakın tarih meraklılarının da ilgisini çekecek bir kitap hazırlamış.
Örneğin tarih mezunu olmama
rağmen Büyük Taarruz esnasında
Atatürk’ün emriyle içlerinde Fahreddin Efendi Hazretlerinin de olduğu altı
şeyh efendinin Dolmabahçe sarayında
zikrullahla meşgul olduklarını bu kitap vasıtasıyla öğrendim. Aslında tarih mezunu olan herkes böyle bilgileri ancak benim tecrübe ettiğim şekilde
öğrenebiliyorlar. İmtihanlara hazırlanırken tarihin kanlı, sebepli sonuçlu, çirkin suratına aşina olan öğrencilere keşke işin bu yönleri de anlatılsa.
Kendilerine sarayda tahsis edilen odada ordunun muzaffer olması için dualar eden altı şeyhi bilmek, ordu zafere ulaştığında ise dışarıdan kimin
attığı belli olmayan bir taşın gelip yağ
kandiline çarptığını söylemek onları ne kadar şevke getirir. En azından
Holywood’un pişirip pişirip önümüze
sürdüğü olağanüstü olaylarla bezenmiş tarih filmlerine hayran olmaktan
kurtulurlar. İçlerindeki batının tarihine dair olan merak, hayranlık kendi tarihlerine doğru kayar.
Huzur Defteri bence bir kere de
okunacak bir çalışma değil. Anlatılan
olaylar yeniden ve yeniden okunabilir nitelikte. Meczupları, tabir edilen
rüyaları, İstanbul’daki pek çok şeyh
efendisiyle bu çalışma dükkânındaki
çengele kıymetli sayfalar asan bakkallardan başka herkese hitap ediyor.
Poetika Rubâîleri
Bekir Oğuzbaşaran
Nüve Kültür Yayınları
Tel: 0332 352 23 03
Dürr ve Sadef
Emine Fikriye Beledli
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Türk Şiirinde Hz.
Peygamber 1860-2011
Prof. Dr. İsmail Çetişli
Akçağ Yayınları
Tel: 0312 432 17 98
Başlangıçtan
Kurtuluş Harbine Kadar
Maraş Tarihi
Doç. Dr. İlyas Gökhan
Ukde Yayınları
Tel: 0344 225 13 00
Gölgeler Koridoru
Muhyiddin Şekur
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
77
Eğitim
M. Emin KARABACAK
ÇOCUKLARDA
GÜVEN
B
izler, çocukların okulda
ve toplumsal
hayatta kendi işlerini kendisi yapan, sorumluluk almaktan
korkmayan, kendisine güvenen
kimseler olmasını isteriz. İstemesine isteriz de çocukların büyük çoğunluğunda düşük benlik
saygısı görülmektedir.
Nedir Bu Düşük Benlik Saygısı?
Düşük benlik saygısı kendine güvenememek, sorumluluk
almaktan korkmak, yeteneklerinin altında başarı göstermek
ve kendi seviyesinin altında işler
yapmak demektir.
Çocukların düşük benlik
saygısını
geliştirmek
için
yapılabilecek çalışmaların başında çocuklara iyi bir model
olunması gerekir. Bunun
için çocuğa model
olacak kişinin
çocukların
yanında
yapıla-
cak işlerde işi övmekle başlayıp
kendisinin kişisel yeteneklerini
övmekle bitirebilir.
Çocuklarla yaptığım psikolojik görüşmelerde düşük benlik
saygısına sahip olan bir öğrenci,
kendini ifade etmekte zorlanınca
benlik saygısı yüksek olan bir
öğrenci olayın basitliğinden, olayı şöyle anlatabileceğini ifade
eder. Olayı anlattıktan sonra da
hafifçe geriye kasılarak “Kendimi tebrik ederim çok güzel anlattım.” der. Bir işi yaptıktan sonra: “Aferin bana, kendimi tebrik
ediyorum…” gibi cümleler çocukta benlik saygısını yükseltmek için iyi bir model oluşturur.
Çocukların
yaşlarına
ve
yeteneklerine uygun görevler
vermek gerekir. Çünkü çocukların kendisi hakkındaki duyguları, düşünceleri
ve davranışlarıyla ilgili tutumlarından kaynaklanır.
Okulda teşekkür alabilecek bir çocuktan takdir beklendiğinde takdir
belgesi alamayıp teşekkür
belgesi alan çocuk, kendisini
başarısız olarak algılayacaktır.
Yine bu çocuktan teşekkür
belgesi yerine; zayıfsız gelmesi beklenen ve zayıf getirmeyen
çocuğa verilecek pekiştirme de
uygun değildir. Ödül, çocuğun
kendinden beklenen sorumlulukları yerine getirdiği zaman
anlam kazanır.
Çocukların yaptığı olumlu
davranışlar aileleri tarafından
takdir edilmelidir. Büyükleri
tarafından
pekiştirilmeyen
olumlu davranışlar, onların
şevkini kıracağı için çocukta
kendisine ve çevresine karşı güven problemi oluşturacaktır.
78
Haziran 2012
Çocuklara verilecek geri
bildirimler
kişi
zamirleri
özellikle belirtilmelidir. “Bunu
çok güzel yapmışsın tebrik ediyorum.” yerine “Bunu sen çok
güzel yapmışsın seni tebrik ediyorum.” ifadesi kullanılmalıdır.
sun bir kişiliğe sahip olmalarına
yol açabilir.
Çocuklar güzel bir iş
başardıklarında “Güzel bir iş
başardığını düşünüyor musun?” sorusu yöneltilerek alınacak olumlu cevaba göre
çocukların benlik saygısını yükseltmek amacıyla “Ben de senin
güzel bir iş yaptığını düşünüyo-
Çocukların
olumsuz
yönleri yerine, olumlu yönleri
görülerek onların uygun davranışlarına uygun geribildirimler verilmeli. Çocukların
yaşlarına
ve
yeteneklerine
uygun beklenti içine girilmeli.
Çocukların yaş ve seviyelerine
uygun sorumluluklar verilerek
bu konuda çocuklara gerekli cesaretler verilmeli. Aile içinde
çocukların da vazgeçilmez ve
değerli oldukları hissettirilmeli. Çocukları olumsuz
yargılamalardan
ve
uygunsuz
cezalardan
kaçınılmalı. Çocuklarda
görü len olumsuzlukları
sürekli
gündemde
tutmaktan
ve
onları
başkalarıyla kıyaslamalardan
kaçınılmalı.
Çocukların
sosyal ortamlara katılmaları
ve buralarda görev almaları
teşvik edilmeli. Çocukların
eve gelen misafirlerin içine
girmeleri teşvik edilmeli ve
çocuklara bu ortamlarda söz
hakkı tanınmalı. Çocukların
olumsuz davranışlarına karşı
aşırı tepkilerden ve aşırı eleştirilerden kaçınılmalı.
“Düşük
benlik saygısı kendine
güvenememek, sorumluluk
almaktan korkmak,
yeteneklerinin altında
başarı göstermek ve kendi
seviyesinin altında işler
yapmak demektir.”
rum ve seni tebrik ediyorum,
kendinle övünebilirsin.” geri
bildirimi çocuklarda kendisinin benlik saygısını kazanmada
övme ya da övünme için gerekli alışkanlıkları ve becerileri kazandırır.
Çocukların başkalarını nasıl
övecekleri ve kendisini övenlere
karşı
nasıl
davranmaları
gerektiği çok iyi öğretilmelidir.
Yoksa bu durum çocukların
benlik saygısını yükseltelim
derken abartılı fakat özden yok-
Bunların Dışında:
Aile içi konuşmalarda çocuklara söz hakkı verilmeli.
Sonuç olarak çocukların
kendilerine güvenini geliştirmek; iyi bir model olmak, yeteneklerine uygun sorumluluk
vermek ve olumlu pekiştirmelerle olacaktır
79
Psikoloji
Sefa SAYGILI*
ZAAFLAR
“Genelde insanlar kısa süreli hazları, zararını bilmelerine rağmen uzun vadeli huzur
ve mutluluklara tercih ederler.”
K
afatasımızın içinde yer alan
beynimiz kâinatın en mükemmel ve karmaşık yapısıdır. 100
milyar civarında sinir hücresi (nöron) ihtiva eder
ve her nöronun 1000 ilâ 10.000 başka nöronla
bağlantısı vardır.
İnsan, beyni sayesinde diğer canlıların
boy ölçüşemeyeceği güçte zihinsel
özelliklere sahiptir. Konuşabilir, akıl
yürütebilir, geleceğe ait tasarımlarda
bulunabilir, adalet ve yönetim sistemini
tartışabilir, sadece kendimizin değil
başka insanların da iyiliği için gayret
gösterebiliriz. Bilgi öğrenebilir, icat ve
keşifler yapabilir, eğitebilir ve edebî
eserler ortaya koyabiliriz. Bu muazzam
organımız ile düşünür, davranır, üzülür,
sevinir, öfkelenir, inanır, geleceği
planlarız.
* Birine karşı olumlu duygular besliyorsak,
yani o kişi bizim sevdiğimiz, takdir ettiğimiz biri
ise her davranışına toz kondurmayız. Bunun tersi de geçerli olabilir.
* Herhangi bir konuda iyiysek (sözgelimi bulmaca çözmek) bunun için kendimize artı puan ve-
“İnsan zayıf olarak yaratılmıştır”
Ta ki bir kul olarak Yaratıcısına karşı acizliğini
anlayabilsin, dünyanın geçici bir makam olduğunu
fark edebilsin diye. Bu yüzden insana kendini
tanrılaştırma, gurur ve kibir yakışmamaktadır.”
Böyle harika melekelerle donatılmış beynimiz
aynı zamanda pek çok zaaflarla da doludur. İşte
birkaçı:
* Olmadık şeyleri unutabilir veya yanlış hatırlayabiliriz. Arabamızı, cüzdanımızı, telefonumuzu
veya gözlüğümüzü nereye koyduğumuzu hatırlamaya çalıştığımızda problem ortaya çıkabilir.
ririz. Ancak kötü olduğumuz konularda genellikle sorumluluk başka birindedir, meselâ eşimizde.
* Şayet zihnimiz başka şeylerle çok yoğunsa, bize aktarılan bir konunun kaynağına inmeden o fikre saplanıp kalırız. Yine zihnimiz baskı
altındaysa veya dikkatimiz başka yöne çevrilmişse normalde şüphe duyacağımız bazı durumlara
inanma eğilimine girebiliriz.
* Geçmişteki bir hadiseyi yorumlarken düşüncelerimizle ve inançlarımızla
uyuşan yönlerini ön plana çıkarma eğilimine girer ve o açıdan değerlendiririz.
Aile terapisi için ele aldığım geçimsiz
çiftlerde de durumun aynen böyle
olduğunu hep gözlemişimdir. Ayrı
ayrı dinlediğinizde iki tarafı da yüzde
yüz haklı sanırsınız, ancak gerçeğin
öyle olmasına imkân yoktur. Her taraf
olayları kendine göre çarpıtarak ifade
etmektedir. Kişi kendinin haklı, eşinin
kusurlu olduğuna inanınca bunu
göstermek için şahsi yorumunu katarak
80
Haziran 2012
81
* Siyasette de böyle değil mi? Tuttuğumuz liderin her sözünü ve davranışını olumlu, karşı olduğumuz siyasetçi için ise olumsuz değerlendirmeye
adeta şartlanmışızdır. Bir kez bir şeyin doğru olduğuna karar verdiğimizde (her ne sebeple olursa olsun) ona inanmak için genellikle yeni sebepler de
uydururuz.
* Aynı şey bilim adamları için de geçerlidir. Bilimin amacı, kanıta dayalı dengeli bir yaklaşım sergilemektir. Ama bilim adamları insandır ve kendi
teorilerine uygun gelen ayrıntıdaki sıradan bulguları abartarak sunabilmektedirler. Meselâ Darwinciler maymunla insan
arasındaki
kapanması
mümkün olmayan uçurumu görmezden gelirler, çok küçük ve genelde
organı işlemeze götüren
mutasyon değişikliklerini
evrim teorisini ispatlayan
önemli deliller olarak
lanse ederler.
Yani insanlar görmek
istediği şeyi görür, duymak istediği şeyi duyarlar.
* İnsanların pek çoğunun öleceklerini bilmelerine rağmen ibadetten uzak kalmalarını, yaşlandıklarında bile dünya hırslarıyla dolu olmalarını ne
ile açıklayacağız? Zararlarına rağmen sigara, alkol,
uyuşturucu kullanan; tehlikesini bilmelerine rağmen trafikte aşırı hız yapanlara ne demeli?
* Bir alkol bağımlısı günlüğüne, “Daha çok israf
ediyor, daha çok suçluluk hissediyor, sabahın üçünde artık içkiyi bırakmam gerektiği duygusuyla uyanıyorum. İçki, içki takımları, içki ortamları ve içkili olmak tiksindirici geliyor. Yine de her öğlen elim
alkol şişesine gidiyor.” diye yazmıştı. Gerçekten genelde insanlar kısa süreli hazları, zararını bilmelerine rağmen uzun vadeli huzur ve mutluluklara tercih ederler.
82
Haziran 2012
Sulejman MURADOVİC
olayları anlatmaktadır.
* İnsan beyninin yaygın rahatsızlıkları da ayrı
bir zaafımızdır. Kolaylıkla anksiyeteye girer, endişe ve kaygı çekebilir; panik olur, ölüm ve delirme korkusu ile kıvranabilir; depresyon geçirir,
moral bozukluğu ve sıkıntılı olabilir; obsesyon’a
yakalanır, saçma ve mantıksız olduklarını bilmemize rağmen takıntı ve saplantılar ile dünyayı
kendimize dar edebilir; fobik olarak yersiz korkulara kapılabiliriz. Veya psikoza girerek gayptan sesler, hayali görüntüler veya kokular hissedebiliriz.
Evet, Rabbimiz insanları en mükemmel şekilde eşref-i mahlûkat olarak yaratmış, sayısız harika özellikler ile donatmıştır. Yaratılmış olan tüm
varlıklar içerisinde düşünme, karar verme, akletme, düşündüğü şeyi
uygulayabilme,
plân
kurma, sonuç çıkarma
gibi zihinsel fonksiyonlarla insanoğluna üstünlükler lütfetmiştir.
Ancak insanlar bu
mükemmel
yaradılışlarının yanında çok
basit hatalara, yanlış
değerlendirmelere, sapkın yollara da
düşebilmekte;
basit
menfaatlere kapılarak
davranabilmektedirler. Sir Isaac Newton, “Gökcisimlerinin hareketlerini hesaplayabilirim ama
insanların çılgınlığını hesaplayamam” derken bu
durumu kast etmiştir. Hiç kimse zihninin tıkır
tıkır işleyebileceğini garanti edemez.
“İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” (4/Nisa, 28)
Ta ki bir kul olarak Yaratıcısına karşı acizliğini
anlayabilsin, dünyanın geçici bir makam olduğunu fark edebilsin diye. Bu yüzden insana kendini
tanrılaştırma, gurur ve kibir yakışmamaktadır.
İnsanoğlu inanmak ve kendisine sayısız nimetler veren Rabbine teslim olmak zorundadır.
DARENDE GÜZELLEMESİ
Güzel Malatya’nın şirin diyarı
Nazlı bayrağımda alsın Darende!...
İnsanın çalışkan, kovanda arı…
Gönül peteğinde balsın Darende!...
Malatya iline uzak düşersin
Sabır ateşinde yanar, pişersin
Küllenen zamanı durmaz, eşersin
Şöhretini dünya bilsin Darende!...
Osman Hulusi’nin güzel beldesi
Ruhu teskin eder Tohma’nın sesi
Somuncu Baba’nın büyür gölgesi
Allah’a açılan elsin Darende!...
Gönül sofrasında doyar erenler
Hamid-i Veli’ye sadık yarenler…
Burada toplanmış hakkı görenler
Gönül bahçemizde gülsün Darende!...
Somuncu Baba’nın asildir soyu
Ne güzel örnektir bizlere huyu
Nazlı nazlı akar Tohma’nın suyu
Şu kırık sazımda telsin Darende!...
M. Nihat MALKOÇ
Prof. Dr.
83
A
Sağlık
Akın DİNDAR
lerji, bağışıklık sistemimizin aşırı
duyarlılık hastalığıdır. Alerjiye
neden olan maddelere “alerjen”
denir. Alerjen, bağışıklık sistemindeki hücreleri (mast hücre
ve bazofilleri) uyararak, antikor
(IgE) oluşumunu sağlamaktadır.
Bir sonraki temas sonucunda, alerjen ile IgE birleşir ve
alerjik reaksiyon başlar. Dolayısıyla alerjik reaksiyonun başlaması için alerjenin daha önce
bağışıklık sistemiyle karşılaşması şarttır.
Deri Hastalıkları Uzmanı Dr.
Arda Eminzade, alerjinin sonradan gelişen bir olay olduğunu
ve daha sonraki karşılaşmalarda
çok hızlı bir şekilde vücut tepkisinin başladığını belirtiyor.
ALERJİ
Birçok farklı alerjik madde
türü vardır; bunlardan en yaygın üçü polen, ev toz akarları ve
kuruyemişlerdir. Alerjik maddeler tüm canlı organizmalarda
bulunan protein içerir ve tepkimeye neden olan da bu proteindir. Penisilin gibi bazı ilaçlar da
alerjik tepkimeye neden olabilir.
Bu ilaçlar protein içermezler ancak vücuttaki protein ile bir araya geldiklerinde tepkimeye neden olabilirler.
Alerji Genelde
Hızlı Gelişen
Bir Reaksiyondur
Alerjik reaksiyonunun gelişi-
84
Haziran 2012
minden sorumlu maddeyi, mast
hücrelerinde salgılanan Histamin olarak açıklayan Dr. Arda
Eminzade, alerjinin 4 farklı organımızda başladığını vurguluyor.
1)Solunum yolunu etkileyen
alerjenler havada uçuşan (airbore) parçacıklardır. Bitkiler
ve ağaçların polenleri, ev tozu
akarları (mite), hayvan tüyleri
(kedi ve köpek gibi), küf mantarları solunum yolunu etkileyen alerjenlerdir. Bu alerjenler
üst solunum yolunda alerjik rinit ile sinuzit ve alt solunum yollarında astıma sebep olurlar. Bu
etkenler bazen gözde alerjiye
(konjenktivit) sebep olabilirler.
2) Cildimizi etkileyen alerjenleri iki şekilde değerlendirebiliriz.
Direk temas yolu ile ciltte alerji ve kızarıklık gelişir. Bu
alerjik reaksiyon IgE’ye bağlı değil bağışıklık sisteminin gecikmeli bir reaksiyonudur (hücresel immünite). Örnek olarak
nikel sulfat gibi bazı metaller,
çimentoda bulunan potasyum
dikromat, kozmetiklerde bulunan peru balsamı ve yapıştırıcılarda bulunan eposkiresinegzema (kontakt dermatit) nedeni
olabilirler.
Cilt üzerinde direk maruziyet olmaksızın kızarıklık, kabartı ve kaşıntı oluşur. Örnek olarak hastada aspirin alerjisi varsa
eğer, ağız yolu ile alındığında
ciltte kaşıntı ve kızarıklık belirti-
leri başlar. Bu duruma kurdeşen
(ürtiker) denir. Ürtikeri tetikleyen ilaçların sayısı çok fazladır.
Ayrıca besinler ve farklı alerjenlerde ürtikeri başlatabilir. Ürtikerin belirtilerinden sorumlu madde her zaman histamin
olmayabilir. Ürtiker her zaman
alerjik değildir.
Böcek sokması, arı, yaban arısı, akrep ve benzeri hayvanların
sokması sonucunda, eğer bir alerjik durum varsa, sokma alanında
kızarıklık, kabartı ve kaşıntı gelişir. Bazen bu alerjik reaksiyon
çok şiddetli ve tehlikeli olabilir.
3)Sindirim sistemini etkileyen alerjenler besinler ve bazen
ilaçlar olabilir. Fındık, yer fıstığı, susam, süt, yumurta (sarısı ve akı), soya, baklagiller, buğday, çikolata ve deniz ürünleri
en sık alerji yapan besinlerdir.
Alerji Belirtileri
Üst solunum yolunda: Burun
ve geniz akıntısı, hapşırma, burun ve genizde kaşıntısı.
Alt solunum yolunda: Nefes
darlığı ve tıkanıklığı, hırıltı, öksürük ve balgam.
Deri: Egzema; deride kızarıklık, kuruluk, soyulma ve kaşıntı.
Ürtiker; Deride şişlik, kızarıklık ve kabartı.
Göz: Gözlerde kaşıntı ve yaşarma
Sindirim sistemi: Karın ağrısı, kusma, ishal.
85
Şifalı Bitkiler
Gönülden İkramlar
Mesude SARI
Bekir SARI
Gingseng
Büyük kazık köklü çok yıllık beyaz çiçekli, soluk kırmızı renkte meyveleri olan şifalı
bitkidir. İçeriğinde B1, B2 ve D
vitaminleri, saponinler, uçucu
yağ, glikozitler, fosfat ve organik asitler vardır. Kökleri beyaz veya kırmızı renklidir. Bitkinin yaşlı etli ve çatallı kökleri
ilaç olarak kullanılır. İki farklı
çeşidi vardır. Kırmızı ginseng
olarak adlandırılanı şifalı bitki
olarak kullanılanıdır. Ginseng
kökü 6 yıllık bir yetiştirme süresinden sonra hasat edilir ve
tedavi amaçlı kullanılan bitkinin bu bölümüdür.
86
Haziran 2012
Sarımsaklı Köfte
Faydaları
Vücuda ve kalbe kuvvet verir. Bağışıklık sistemini güçlendirir ve vücut direncini arttırır.
Yorgunluğu giderir. Zihni açar
ve hafızayı kuvvetlendirir. Stresi azaltır. Depresyona karşı faydalıdır. Prostata karşı koruyucudur. Kandaki şeker ve kolesterol
oranını düşürür. Kansızlığa iyi
gelir. Kansere karşı da koruyucu etki gösterir. Tümörlü hücrelerin gelişimini yavaşlatır, hatta bazen tamamen durdurabilir.
Sindirim sistemi ve böbreklere faydalıdır. Karaciğeri korur.
Kalp ve damar sağlığı üzerinde
de olumlu etkileri vardır. Yaşlanma belirtilerini azaltır.
Nasıl Kullanılır?
Genellikle kökleri toz haline
getirilerek balla karıştırılıp kullanılır. Ayrıca köklerinden elde edilen suyu kullanılır. Etkileri ve faydaları keşfedildikten sonra pek
çok ginseng içeren hazır ürün
üretilmeye başlanmıştır. Genellikle ginseng tablet ya da çay şeklinde sunulmaktadır. Yaşlılarda
yaşlılık belirtilerini azaltıcı olarak
kullanımı oldukça yaygındır.
Malzemeler
100 gr dana kıyma (isteğe göre)
2 su bardağı köftelik bulgur
1 çay bardağı un
1 çay kaşığı karabiber
1 kahve fincanı irmik
1 kahve fincanı toz tatlı kırmızıbiber
1 kahve fincanı kimyon
Tuz ve Yoğurmak için su
Sos İçin Malzemeler
4 adet büyük domates
2 litre haşlama suyu
1 yemek kaşığı biber salçası
1 su bardağı sıvı yağ
1 baş sarımsak ve Maydanoz
Acı pul biber (isteğe göre)
Hazırlanışı
Köftelik bulgur, kıyma, irmik beraberce ıslatılarak yoğurulur. Bulgur
yumuşadıkça baharatlar, un ve tuz
ilave edilir. Hafif su serperek yoğurmaya devam edilir. Macuna yakın
kıvam elde edilince, fındık büyüklüğünde parçalar koparılarak avcumuzda yuvarlayıp, işaret parmağımız ile ortasına hafifçe bastırılıp
şekil verilir. Malzeme bitene kadar
devam edilir. Yarım limon suyu ve
tuz ilave ederek hazırlanan haşlama suyunda köfteler haşlanır. Piştiği kontrol edildikten sonra köfteler süzülür. Köftelerin bulunduğu
tencerenin dibinde (lezzet katma-
sı için) 1 su bardağı kadar haşlama
suyu bırakılır. Önceden soyulan sarımsaklar dövülür. Bir tencere içerisine sıvı yağı alınıp sarımsaklar ilave
edilir. 3 dakika kadar yağda çevrilir. Rendelenmiş domates ile salça,
tuz ve baharatları ilave edilip 5 dakika kaynatılır. Haşlanmış köfteler
bu sos ile karıştırılır. 1 dakika daha
kaynatıp servis tabağına alınır. Üzerine kıyılmış maydanoz serpip söğüş domates ve turşu ile ikram edilir. Afiyet olsun.
Not: Geçen sayımızda tarif eksik
yayımlandığından tekrar veriyor, düzeltmeden dolayı özür diliyoruz.
87
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
115
İnsan
larn
başn
Dili m
a gele
uhafa
n belâ
za etm
larn
Peyg
çoğu
ek la
ambe
zmd
dilind
rimiz
bazs
r. Bir
endir
:
“A
hakk
llahu
hadis
.
in
-i şeri
Te
r
kend
âlâ’n
zasn
fte
isi de
n ku
a uyg
llarn
un b
dikka
söz se
d
ir
t etm
an
söz sö
bebiy
e
z.
y
ler, o
le o k
Hâlb
kulla
uki A
söze
imse
rnda
AYllLIK
nin d
ahu İLİ
n baz
erece
TeâMlâKÜ LT ÜR
Allah
s da
sini y
’ gaza
o
VE ED EB
rza-î
ükse
İY AT DE
pland
söyle
il
lt
â
RG İSİ
ir
h
raca
. Ve
îye a
diği sö
k bir
ykr
ze ze
söz sö
lauba
olara
rre k
k
li ola
y
adar
ler ve
rak sö
e
h
h
seyi sö
e
e
mmiy
m de
yler.
ylediğ
Hâlb
et ve
uki A
rmey
i o fe
llahu
erek
na sö
Teâlâ
zler se
Müm
o kim
indir
b
e
inler
b
ir
iy
.” bu
le de
söyle
yuruy
lauba
re
c
d
esini
ikleri
or.
li ola
sözle
rak sö
ri, ve
mele
y
le
m
le
ri ica
eyip
v ki la
p ede
sonu
tife o
berim
r. Yin
nu d
lsun
iz: “İn
üşün
e bir
erek
sanla
hadis
güna
söyle
rn e
-i şeri
hlar
kseri
dilleri
ft
e Pey
sinin
nden
g
a
k
m
y
amet
çkan
günü
mala
nde
yani
buyu
sözle
ruyo
rden
r.
Es-Se
dir.”
yyid
Osm
an H
ulûsi
Efen
di (k
.s)
Aylkk
Somun
Fiyat: 7 TL
M A Y I cu Baba
S 2 0 1 Çocu
0
k Der
gisi Aralk
l 20
Yl: 3
Say:
36
09
rgisi’n
in Üc
retsiz
Eki’d
ir.
2010
Ocak
gisi k Der
Çocu
Baba
uncu
m
So
Aylkk
Somun
cu Ba
ba De
2012 Yılı
Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
Visan İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@somuncubaba.netTarihte İstanbul
Kuşatmala
r ve Fatih
www.somuncubaba.net
Dergisi Hediy
esi...
16
Türkiye : 85
85
38
Ümitvâr
Olmak
Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım.
Dekont İlişiktedir.
Adı / Soyadı:
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):
TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Posta Kodu:
Telefon: (
Faks: (
Vergi Dairesi:
Şehir:
Vergi No:
)
)
E-posta:
Abone Başlangıç Tarihi:
@
İmza
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
88
Haziran 2012

Similar documents

Technological, Ecological, Economical Differences

Technological, Ecological, Economical Differences Sample Garment Dyeing Machines & Sample Washer Extractors

More information

İndir

İndir Rıza Tevfik…………………………………………….............. 242 Seyyid Ahmet KAYA ……………………………............….... 245 Seyyid Nesîmî ……………………...………………............... 246 Seyyid Vesîm Efendi …………………………...…........….... ...

More information

Bankacılık Hizmetleri

Bankacılık Hizmetleri “Draft of Law on Postal Services” was submitted to Ministry of Transportation, Maritime Affairs and

More information