140. Sayıyı Pdf Formatında indirmek için tıklamanız
Transcription
140. Sayıyı Pdf Formatında indirmek için tıklamanız
140 A Y L I K İ L İ M K Ü L T Ü R V E ED EBİ YAT DE RGİSİ Fiyatı: 8 AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ HAZİRAN 2012 140 Dergisi Hediyesi... 06 Âb-ı Hayat Yurdu Darende 34 Zikreyleyen Gönüller HAZİRAN 2012 Başyazı Sebahaddin ATEŞ DARENDE’DEN DÜNYAYA Gül gönüllü bir yolun takipçileri olarak, gönüllere hizmet eden büyüklerimizin tavsiyeleriyle hep iyiyi ve güzeli yapmaya çalışıyoruz. Çünkü gönül nazargâhı ilahi ve sırlar aynasıdır. Gül ve gönül medeniyetini günümüzde inşâ eden vakfımız, Anadolu’nun manevî mimarlarından Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretlerinin ideasını bütün dünyaya tanıtmak maksadıyla yıllardır yapmış olduğu kültürel faaliyetleri bu yıl Uluslararası boyuta taşıyarak, Uluslararası bir Sempozyum tertip etmiştir. Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi, Vakıf kurucumuzun gönül iklimini şöyle tavsif ediyor: “Hulûsi Efendi Hazretlerinin gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi inci mercan misali şiir yüklüdür. İlahî hazineden onun gönlüne ilham olan şiirler, sohbet ortamlarında, seher vaktinde veya hiç belli olmayan bir gecede, bir zaman diliminde aniden doğardı.” Hizmetlerimiz halka halka genişledikçe, vakfımız eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel sahalarda her türlü toplumsal meselenin halli için gece gündüz çalışmaktadır. Toplumun bütünleşmesine, toplum barışına ve vakıf hizmetlerine adanmış ömürler, artık meyveye duran ağaçlar olarak etrafına gül kokuları yayan, çiçekler açan güzellikler saçan bir görünüme kavuşmaktadır. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretleri adına sevgi ve gönül medeniyeti olarak inşa edilen muhkem hizmet âbidelerinin kapılarında isimleri ser levha olarak yazılmakta, hatıraları dillerde dolaşmakta ve insanların sevgilisi olmakta, muhabbeti gönüllerde yaşamaktadır. Eserleri ve hizmetleriyle o yüce şahsiyetlerin nâmı gökkubbede bir hoş sadâ olarak yankılanmaktadır. Bir yazarımızın şahit olduğu şu hadiseyi de burada nakletmek istiyorum: “19.05.1975 tarihinde ziyaret ettiğim Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bana, Somuncu Baba kitapçığı hediye etmişti. O günkü sohbetinde, o zat-ı muhterem hatırladığım kadarıyla şöyle buyurmuştu: ‘Eğer hiçbir şey yapmak istemezseniz yerinizde sayar, tembel olursunuz. Biz Darende’yi aşan bir çalışma içine girdik. İnşallah bizden sonra, Türkiye’yi aşanlar da çıkacaktır.’ O sohbette Hulûsi Efendi’nin yüzünde Türkistan’dan Anadolu’ya gelen yol izlerini, Buhara’dan Darende’ye yansıyan hâl izlerini görmüştüm. Hazretin yüzünde gördüğüm izleri bugün, evlatlarının sîmasında, aynı çizgide o mânayı taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkan, Somuncu Baba Dergisinde görüyorum. Zamanın şahitliğinde, Hulûsi Efendi’nin kelâmının ortaya çıktığını gördükçe “zamanın sahibi” diye tavsif edilen kâmil insanların neler yaptığını, neler yapacağını daha iyi anlıyorum. O gün duyduklarım, semâda yankılanmaktadır. Bu dergi, bu heyet, bu vakıf, bu paylaşım duygusu, elbette hızla devam edecektir. Çünkü kaynağı çok temiz ve asildir. Sevinçle geldim, sevince erdim.” Kıymetli okuyucular; büyüklerimizin himmeti, dergimize gönül veren yayın kadromuzun ve yazarlarımızın gayreti ve siz değerli okuyucularımızın alâkası ile 19. yayın yılında 140. sayımızı neşretmiş bulunuyoruz. Hep birlikte en iyiye en güzele el ele… FROM DARENDE TO THE WORLD As the followers of a rose hearted path, we always try to do our best with the advice of the mighty people around who serve the hearts. We know that the heart is the mirror of divinely mysteries. This year, our foundation, which builds the rose and heart civilization today, has organized an International Symposium, which was done as hitherto national as Somuncu Baba and Hulusi Efendi Cultural Festivals, in order to introduce the idea of Hulusi Efendi and Somuncu Baba to the world. Our Precious Readers! With the blessings of mighty and wise people, with the effort of the broadcast and authors staff, and your interest, of course, in the 19th year of publication, we have published the 140th issue of our periodical. Hand in hand together ! To the best and beautiful... Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803 Yıl: 19 Sayı: 140 Haziran 2012 Basım Tarihi: 01 Haziran 2012 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA Reklam Müdürü Yusuf YILMAZ Yayın Editörleri Yrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR Musa TEKTAŞ ÂB-I HAYAT YURDU DARENDE Yayın Kurulu Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK Prof. Dr. Ali YILMAZ Prof. Dr. Sebahat DENİZ Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Prof. Dr. Ali AKPINAR 06 Danışma Kurulu Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr. Sinan YALÇIN Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Doç. Dr. Mahmut YEŞİL Yapım ARTWORKS www.artworks-tr.com HÂL EHLİ BİR VAKIF 14 M. Nihat MALKOÇ Vakfın dikkate değer bir başka yönü de her konuda işi erbâbına bırakmasıdır. Somuncu Baba Dergisi başta olmak üzere, yayınları, sempozyum ve panelleri.... Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU Sanat Yönetmeni Ali GÜRSOY Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net KUR’ÂN EĞİTİMİ Abdullah KAHRAMAN Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti. Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70 Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001 IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 Vakıf Bank (Darende Şubesi): TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 137 dahiliyi arayınız. ADANA ALANYA AMASYA ANKARA ANTALYA BARTIN BOLU BURSA ÇAYCUMA ELBİSTAN G.ANTEP GEREDE GÖLCÜK İSKENDERUN İSTANBUL 0 322 457 66 54 0 242 518 26 18 0 533 681 33 82 0 312 324 40 75 0 530 328 82 86 0 378 227 30 64 0 374 217 42 02 0 532 766 92 56 0 372 615 19 21 0 344 415 01 88 0 342 321 43 34 0 532 704 15 44 0 532 561 61 65 0 326 615 73 56 0 216 472 08 92 İZMİR K.MARAŞ KARABÜK KAYSERİ KONYA MALATYA MERSİN OSMANİYE SAKARYA SAMSUN SİVAS TOKAT TURHAL TÜRKELİ ZONGULDAK 0 232 435 90 91 0 544 690 45 67 0 542 240 67 63 0 352 336 03 29 0 332 233 38 74 0 533 331 88 13 0 324 336 31 09 0 328 846 21 39 0 264 339 23 65 0 362 238 79 79 0 346 222 08 46 0 356 212 24 63 0 356 275 86 00 0 368 671 24 50 0 372 253 24 74 Kur’ân, okunmak, anlaşılmak ve uygulanmak için gönderilmiş bir kitaptır. Onu anlamaya geçmeden önce doğru okumak şarttır. İRFÂNÎ ŞİİRİMİZ VE HULÛSİ EFENDİ DÎVÂNI - Bilal KEMİKLİ (10) EL-KAVÎ - Ramazan ALTINTAŞ (18) HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE TASAVVUFÎ EDEB - Kadir ÖZKÖSE (22) GÖZLERİN - Bekir OĞUZBAŞARAN (27) HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’NİN DÎVÂNI’NDA NEFS - Kadir DEMİRCİ (30) ZİKREYLEYEN GÖNÜLLER - Musa TEKTAŞ (34) ATTÂB B. ESÎD (R.A) - Bünyamin ERUL (39) HUZURSUZ HAYATLAR - Enbiya YILDIRIM (46) VEDA TEPESİ - Bilal YAVUZ (49) OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE AİLE EĞİTİMİ - M. Aybike SİNAN (50) İsmail ÇOLAK Resul KESENCELİ Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi’nin Kayseri, Mersin, Sivas ve Malatya’da Vakfımız tarafından ‘Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Panelleri’ düzenlendi. HULÛSİ EFENDİ (K.S.) VE İNSAN MİMAR SİNAN 60 40 Ali AKPINAR SOMUNCU BABA VE HULÛSİ EFENDİ PANELLERİ 64 Osmanlı kültür ve medeniyetinin inşasında oynadığı devasa rolden ötürü tarihimizin bize armağan ettiği örnek şahsiyetlerden birisi de kuşkusuz Mimar Sinan’dır. Ahmet ŞİMŞİRGİL 72 Bir İslâm büyüğüne, mutasavvıf şairine, insanı böyle açıklatan, onu kâinatın süzülmüş özü, varlık ve oluşların gözbebeği olarak tarif ettiren İslâm’ın bizatihi kendisidir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. AFFETMEK - Mehmet SOYSALDI (54) LEYL DEDİM YÂR İSTEDİM!.. - Rıfat ARAZ (59) SAMSUN VELÎLERİ - Yusuf HALICI (70) HUZUR DEFTERİ - Ayşe SEVİM (76) ÇOCUKLARDA GÜVEN - M. Emin KARABACAK (78) ZAAFLAR - Sefa SAYGILI (80) DARENDE GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (83) ALERJİ - Akın DİNDAR (84) GİNGSENG - Şifalı Bitkiler (86) SARIMSAKLI KÖFTE - Mesude SARI (87) 3 Kadr-i zer zerdâr şinâset kadr-i gevher gevherî Kadr-i gül bülbül şinâset kadr-i Kanber ya Ali (Altının değerini sarraf, mücevherin değerini de kuyumcu bilir. Gülün kadrini bülbül, Kanber’in değerini de Ali (r.a.) bilir.) Yukarıdaki beytin belirttiği manadan hareketle; demlikten ve kemlikten- aldatmaktan ve kötülükten- arınmış gönülleriniz, bu geçici dünyanın rengârenkliğini – güzelliğini – dostunun bir kılına değişmez. Ömer Efendi hakkında , “Kötüsünü iyisiyle değişip aldattı.” sözünü uygun görmez. Belki nazarında sizin ve Emin Efendi kardeşimizin hatırlanmasına sebep olacağını ümit ediyorum. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huzuruna geç gelmiş olan Hz. Ali (r.a.), saadet mescidinin ağzına kadar sahabelerle dolu olduğunu ve bir kişinin oturacağı kadar bile yer olmadığını görünce kapıda ayakta durur. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sağ tarafında oturmakta olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) bu durumu görür ve ayağa kalkarak (Hz. Ali’ye) kendisiyle Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında yer gösterir. Bu durumu gören Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek yüzünde bir gülümseme belirir ve şöyle buyurur: “Fazilet, sahibinin değerini bilmez; fazilet sahibinin değerini yine fazilet sahibi bilir.” Onun içindir ki ölçülü ve tartılı mücevherin değerini takdir eden yine kuyumcudur. Mücevherin değerini boncuk satanların bilmesi beklenemez. Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) Kırkdokuzuncu Mektup 4 Haziran 2012 Ömer Efendi kardeşimizin gönlünde bir hediye sebebiyle, sağlam demliği kırıkla değişmesi bazı olgun muhabbetlere ilgisiz arkadaşların dedikodularına sebep olmuş, ruhlar âlemi kadar eskiden gelen sevginin değerini yok etmiş. Düşüncemiz ( iyi niyetli düşünce) odur ki; (onlar) gül bahçesi gibi güzel muhabbetten pişmanlık dikeni toplamışlardır. Düzeltmeye uygun olan-tamiri, tedavisi olası olan- demliği evvelki gün tamir ettim ve bugün de size gönderiyorum. Artık kararı size bırakarak aşağıdaki beyitlerimi arz ederim. Ömerin gönlü dünyaya değer ey sevgili can Mücevherin kıymetin sarraf bilir el ne bilir Hak için sevdiği o demliği gönlü kötü olan bilmez Dedikodu gelince söyler onu dil ne bilir. *Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren 5 Orhan TURGUT Şehir Güzellemesi M. Nihat MALKOÇ âB-IHAYAT HAYATYURDU YURDU ÂB-I DARENDE “Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle mü’minlerin gönüllerini fetheden Şeyh Hamid-i Veli (k.s) ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır.” 6 Haziran 2012 M alatya’nın uzağına düşer Darende… Dağlar, tepeler aşmadan görünmez o masum yüzü. Esrarını öyle kolay kolay aşikâr etmez. Fakat buraya varmaya bir niyetlenmişsen hiçbir engel önünde duramaz. Yüreğinin götürdüğü yere gitmekten başka yapacak bir şeyin kalmaz. Çünkü Darende’nin manevî atmosferi bir mıknatıs gibi gönül ehli insanları kendine çeker. Oraya gidince farklı bir havaya girdiği- ni hissedersin. Manevî güllerin en irileri ve en dirileri karşılar sizi bu güzel ve özel ilçede… “İyi ettim de geldim” dersiniz kendi kendinize. Davetkâr bir peri gibidir Darende… Tabir caizse bir dünya cennetidir o alımlı suretiyle... Yorgun gönüllerin huzura ve sükûna erdiği bir esenlik beldesidir. Göklerin mavisi, suyun mavisinin menşeidir burada. Bir su medeniyetinin tam ortasında olduğunuzu bütün hücrelerini- ze kadar hissedersiniz. Bu su, bildiğimiz sulardan öte, bir âb-ı hayat hükmündedir. Bir huzur beldesi olan Darende’de tabiat bütün cömertliğini sergiler sevgiyle bakan gözlere... Gönül sultanlarının sesi yankılanır Tohma Çayı’nın kanyonlarında. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba’nın maneviyatı kuşatır Darende’nin tarih kokan cadde ve sokaklarını. Basiret nazarlarıyla temaşa eden- 7 Hüsamettin ATEŞ Ayhan İŞCAN lere bütün sırlar aşikâr olur Has Bahçe’de… Minarelerden okunan lahuti ezanlar tamir eder ruhların kırık dökük yanlarını… Dağların kucağında tefekkürle meşguldür Darende… Sanki Tohma Çayının berrak sularıyla söyleşmektedir Hakk’a ve hakikate dair... Bu toprakların her karışına dualar sinmiştir. Bu topraklarda Horasan erenlerinin bugünkü temsilcileri, tertemiz ayaklarıyla dolaşmaktadır. Hayatın merkezine madde değil, mana oturtulmaktadır. Fitne fesat değil, zikir duyulmakta Darende’nin ruhlara inşirah veren o masmavi ve berrak semalarından... Tohma Çayının kenarındaki ufak tefek ağaçlar güzel bir tablonun vazgeçilmez bir parçası gibidir. Bu çayın en güzel kısmı Es- 8 Haziran 2012 Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın ve Somuncu Baba Camii’nin bulunduğu bölgededir. Bu maneviyat erenleri, buranın havasını iyice munisleştirerek doyumsuz kılarlar. Tohma’nın kıyıcığında içtiğiniz demli bir çayın tadını kolay kolay unutamazsınız. Kanyondan yükselen kayaların heybeti insanlara uhrevî duygular ilham eder. Öte yandan Tohma’nın üzerine kurulan küçük ve şirin köprüler bir başka güzel görüntü oluşturur. Darende güneşin usulca doğup usulca battığı, ayın geceyle söyleştiği masal beldesidir Somuncu Baba Boğazı, Somuncu Baba Camii ve Balıklı Göl’den başlayan bir doğa harikasıdır. Tohma Çayı, bu boğazdan adeta zikredercesine vakur ve nazlı nazlı akmaktadır. Maneviyat erenlerinin, gönül sultanlarının pak yurdudur Darende… Hak ve hakikatin meydanıdır bu güzide topraklar… Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle mü’minlerin gönüllerini fetheden Şeyh Hamid-i Veli (k.s) ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır. Onlar bu mübarek ve muazzez toprakların tapuları hükmündedir. Şiire gönül veren ve müstakil bir Divan’ı bulunan EsSeyyid Osman Hulûsi Efendi, Darende’yi mesken tutan ve burada tertemiz nesil yetiştiren bir Hakk ve hakikat dostudur. Onun yolundan giden talebeleri, kirlenen dünyayı ve ruhları arıtma gayreti içindedir. Onun kabrinin burada olması, bu topraklara bambaşka bir güzellik ve özellik katmaktadır. Bu çağın Yunus’u diyebileceğimiz gönül sultanlarından Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin şu dizeleri ne kadar da manidardır: Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıya/Kimsesizin düşkünün ayağı ol, eli ol Allah için herkese hürmet et de sev sevil/Her göze diken olma sümbülü ol gülü ol İncitme sen kimseyi kimseye incinme hem/Güler yüzlü tatlı dilli her ağızın balı ol Darende’ye bahar gelince bahçeler bayramlık elbiselerini giyer sanki… Kayısılar bembeyaz çiçeklerini açtığı zaman adeta bir gelinliği andırırlar. Hele bir de dallar meyveye durunca bahçelerin güzelliğine doyum olmaz. Kayısı yüklü her ağaç sarı renklere bürünür. Darende, suyun kalbinde atan bir nabızdır. Suyun bu kadar yüksek tonda dile geldiği ve suyun bu kadar mükemmel bir ahenk oluşturduğu başka bir yer yok sanırım. Darende’ye vardığınızda ilk dikkatinizi çeken şey, şehrin sükûnetidir. Su sesinden gayrı ses duyulmaz olur. Sanki Tohma Çayından akan suların sesini duyalım diye cümle mevcudat susmuştur. Şirin Darende’de tabiat bütün cömertliğiyle kendini tefekkür ve tezekkür ehline teşhir eder. O güzel coğrafyayı temaşa edenler, Hakk’ın yaratma sıfatının ihtişamı karşısında küçük dillerini yutarlar. Burada her şey Hakk’a nazar kılınması için doğal bir dekor hükmündedir. Darende, Hakk dostlarının kabirleriyle inanç turizmine aday küçük bir yerleşim yerimizdir. Tohma Çayının emsalsiz güzelliğini cömertçe sergilediği bu diyarda olmak insana büyük bir gönül huzuru verir. Ortasından böyle görkemli bir çay geçen külliye sanırım sadece Darende’de var. Buradaki zikir ehli insanların içinin paklığı yüzlerine fazlasıyla yansımıştır. Darende bu kifayetsiz kelimelerle öyle kolay kolay anlatılamaz; bu güzel diyar ancak gezilip görülünce hakkıyla ve layıkıyla anlaşılır. Burayı gezip görmenin şimdi tam vaktidir. 9 İ Hulûsi Kalb’den Bilal KEMİKLİ rfânî şiir, İslâm kültür coğrafyası içinde, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Saîd Ebu›lHayr, Ömer b. Fâriz ve Ferîdüddîn-i Attâr gibi büyük sûfî şâirlerin kurduğu şiir geleneğidir. Bu gelenek içinde Rûdegî, Firdevsî, Hakîm Senâî, Kâsımü’l-Envâr ve Abdurahman Câmî gibi nice şâirler yetişmiş; ilim ve irfânı şiir diliyle geniş kitlelere yaymışlardır. İslâm’ın imanî, ahlâkî ve amelî temel ilkelerini doğrudan doğruya tecrübî bilgiyle buluşturan bu şâirler, telif ettikleri eserlerle bir yandan İslâm kültür tarihinin öncüleri ve düşünce tarihinin kurucu şahsiyetleri olarak tarihe geçmişler, öte yandan İslâm’ın yayılmasında etkili olmuşlardır. İRFÂNÎ ŞİİRİMİZ VE HULÛSİ EFENDİ DÎVÂNI “İrfânî şiir, dilini, sembollerini ve mânâsını sırlamıştır. Bugün tekkelerin âdâbı, usûl ve erkânına vâkıf olmadan, bu vâdîdeki şiiri anlamak zordur. Yûnus Emre’yi, Niyâzî-i Mısrî’yi ve diğerlerini anlama çabası, başlı başına bir uzmanlaşmayı gerektirmektedir. “ 10 Haziran 2012 Şunu açıkça söylemek gerekir: İrfânî şiir, gâyesi ve fikri olan bir şiirdir. Bu şiirde, ya bir temel değer yeniden ele alınıp irdelenir yahut da tecrübe edilen bir ilke tasvîr edilerek arkadan gelenlere bir “rehber metin” inşa edilir. Temel gâyesi, hakîkattir... Mânevî çalışmalarla bir idrake ulaşan şâir, bu idrak seviyesiyle konuşur ve muhatabına hakîkate ilişkin bilgiler verir. Bu bakımdan orada fikir vardır. Zaten söz, eğer bir fikri, bir tasavvuru, bir bakışı taşımıyorsa, söz değil; sûfî lisanıyla söylersek, mâlâyânidir. Dolayısıyla irfânî şiir derken, seyr ü sülûk sürecinde gidilen yolu tasvîr eden ifadeleri, uğranılan duraklarda (hâl ve makam) tadılan zevkleri, vâridâtı, tecellîleri, sünûhâtları kastediyoruz... Bu şiir geleneği, Türk dilinde, Hoca Ahmet Yesevî’yle hayata geçmiştir. Baba ve Ata kavramlarıyla anılan ilk Türk sûfîlerinin de şiirler söylediği bazı kaynaklarda zikredilir. Korkut Ata, Çoban Ata gibi sûfîler bu vâdîde hakîkate ilişkin nice sözler demlemişlerdir. Nitekim Pîr-i Türkistan olarak da anılan Hoca Ahmet Yesevî’nin şiirlerini hikmet olarak isimlendiriyoruz… Bu yolda gidenler de hikmetler kaleme almışlardır. Hikmet, irfânî şiir tanımını ortaya koyan gâye ve fikirleri ihtivâ eden önemli bir kavramdır. Hikmet kavramını günümüzde bilgelik ifadesiyle karşılıyoruz. Bilgelik, bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özüm- seyebilme ve uygulayabilme kapasitesidir. Diğer bir ifadeyle bilgelik, eskilerin deyişiyle kalb-i selîm, zevk-i selîm ve akl-ı selîm ile bilginin hâle dönüşmesidir. Bilginin mâlûmâttan öteye geçmesi hâli… Bilgi, mâlûmât olarak kalırsa, yüktür; taşıyana sıkıntı verdiği gibi, muhatabı da etkilemez. Bu bakımdan felsefenin bir kavramı olan hikmet, Ahmet Yesevî’nin sözlüğünde, bilgeliğin söze dönüşmesini ifade eder. Ocakların Kandili Özellikle Meşrutiyet dönemiyle birlikte, süreli yayınların ve yeni aydın tipinin artan etkisine oranla, gönül eğitimi veren ocakların, irfânî ve edebî muhitlerin etkisi azalmıştır. Toplumun öncüsü olan “insân-ı kâmilin” yerini, Fransız kültürünün mütercimi ve tanıtıcısı olan “aydın” almaya başlamıştır. Böylece ortaya çıkan yeni estetik zevk ve algıya yerini bırakan klasik ve özellikle irfânî şiir, gâyet tabiî zayıflamıştır. Fakat ziya bütünüyle ortadan kaybolmamıştır; fark edilmese de ehlinin gönlünde âlemi aydınlatmaya devam etmiştir. Nihayet Cumhuriyete gelindiğinde irfânî şiirin hayat bulduğu tekkeler kapatılmış, âdâb, usûl ve erkânıyla başlı başına bir mânevî dünya sunan ocakların kandili uyutulmuştur. Bu uyutulma sürecinde, sadece şiir değil, musıkî, geleneksel Türk sanatları ve şehirli dili de gerçek anlamda gerilemiş, hatta belirli ölçülerde tükenmiştir. Günümüzde musıkî ortamlarında dile getirilen tarz ve eda kaybı, bu sürecin akademik ortama sunduğu önemli tartışma konularından birisidir. Tekkelerin kapatılmalarının siyasî, sosyal ve kültürel neticeleri başlı başına bir araştırma konusudur. Meseleye şiir açısından baktığımızda, şu tesbitleri yapmak mümkündür: İrfânî şiir, hayat bulduğu edebî muhitini kaybetmiştir. İrfânî şiir, dilini, sembollerini ve mânâsını sırlamıştır. Bugün tekkelerin âdâbı, usûl ve erkânına vâkıf olmadan, bu vâdîdeki şiiri anlamak zordur. 11 Yûnus Emre’yi, Niyâzî-i Mısrî’yi ve diğerlerini anlama çabası, başlı başına bir uzmanlaşmayı gerektirmektedir. Bütün bunlara rağmen, bütün bir kâinatı tekke olarak tasavvur eden âriflerin gayretiyle irfânî şiir varlığını korumuştur. Burada özellikle irfânî şiirin varlığını koruması meselesini iki açıdan ele almak gerekir: Modern şiire tasavvuf ve irfânın tesiri. Bu, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ve Asaf Hâlet gibi şâirlerin yanında, Sezai Karakoç, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu ve hatta Hilmi Yavuz gibi şâirlerin ortaya koydukları metinlerden hareketle tahlil edilmesi gereken bir husustur. Bu şâirler, tasavvufun dilinden ve irfânî bakıştan esinlenerek şiirlerine derinlik ve anlam katmışlardır. Bizzat Yûnus Emre’nin açtığı çığırda giderek doğrudan doğruya hâl dilini terennüm eden şâirler. Bunlar edebî ortamlarda çok orta yerde olmasalar da irfânî şiirin devamlılığını sağlayan mümtaz şahsiyetlerdir. Bu mümtaz şahsiyetler, Osman Kemâlî, Alvarlı Efe ve Pirizrenli Ömer Efendi gibi isimlerdir. Bu ikinci grupta zikrettiğimiz “mümtaz şahsiyetler” halkasının son temsilcilerinden birisi, klasik şiir formunun da takipçisi olarak karşımıza çıkan Darendeli Osman Hulûsi Efendi’dir. Somuncu Baba’nın ahfadından olan Osman Hulûsi, kendisi de bir şâir olan Sivaslı İhramcızade İsmail Hakkı Efendi’nin sohbet halkasında aydınlanmıştır. İsmail Hakkı Efendi’nin türküye, şiire ve bilhassa Niyâzî-i Mısrî’ye olan ilgisi malumdur. Nitekim İhramcızâde’nin Yâre Yâdigâr adıyla yazdığı mevlid, geçtiğimiz yıllarda günümüz okuyucusunun dikkatine sunulmuştur (Ekim 2009, Sivas). Türkü, şiir ve Mısrî merakı da anlatılagelen bir bilgidir. İrfânî şiirin günümüzdeki son temsilcilerinden birisi olan Osman Hulûsi Efendi, İhramcızâde’nin oluşturduğu edebî muhit içinde kendini bulmuştur. Dolayısıyla Hulûsi Dîvânı’nda 12 Haziran 2012 İhramcızâde’nin yanında, onun tesiriyle olsa gerek, Niyâzî-i Mısrî’nin de izlerini görmek mümkündür. Bu bakımdan Hulûsi Dîvânı’nı bu iki temel kaynaktan yararlanarak okumak icap eder. Fakat burada sözü fazla uzatmadan, Hulûsi Efendi’nin bir gazelini dikkatlere sunarak, oradaki mânâya ilişkin kısa bir mülahazada bulunmakla yetineceğiz. Konu edineceğimiz şiir, Dîvân’ın son baskısında I. Cilt, 86. sayfada bulunan 65 numaralı gazeldir: Nere baksa gözümüz vech-i dil-ârâda kalır Kanda olsak ârzûmuz sâkî-i sahbâda kalır … Der-i dildâra Hulûsi baş koyup cân verenin Cânânda gözü vech-i temâşâda kalır İlim kendin bilmektir Neden başka bir şiir değil de bu gazeli yazımızda esas aldık? Aslında Hulûsi Dîvânı’ndaki hangi gazeli yahut kıtayı alırsanız alın, orada irfânî geleneğin izlerini sürmeniz mümkündür. Bu gazeli, açıkça söylemek gerekirse, ben de Niyâzî-i Mısrî’nin izinde giderek tefe’ül yoluyla buraya aldım. İyi de oldu; zira tasavvufun bilgi yollarından olan müşâhade ve murâkabeyi ortaya koyan bir metinle karşı karşıya kaldık. Bilgi olmadan bilgelik olmuyor... Bilgi, öyle sanıldığı gibi, sadece kitaplardan tahsil edilmez. Daha açık bir ifadeyle, irfânî şiirde bilgi, nakil ve taklitten öte; insanın kendini bilmesi esasına dayalıdır. Hani Yûnus’un dediği gibi: “İlim kendin bilmektir.” Bütün mesele, insanın kendini bilmesidir. Kendimi nasıl bileceğim? Bu sorunun farklı açılardan cevabı verilebilir; ama müşâhede ve murâkabe kavramları, bu bilme sürecinin en önemli iki kavramıdır. Bakmak, seyretmek, yoğunlaşmak... Bakılan şeyi, varlığı hayret nazarıyla düşünmek. Varlık üzerine tefekkür etmek… Bu süreç insana farklı bilgiler kazandırıyor; bunun adı, vâridat, tecellî, sünûhât yahut ilham oluyor. Evet, bakmak ve düşünmek... Kâinat aynasında insan kendini bilmeyi, kendi gerçekliğine ermeyi öğreniyor. Burada hemen şunu söylemek lazım: İnsanın kendini bilmesi, Rabbini bilmesidir. Kendi gerçekliğine ermesi, Rabbin kurduğu düzeni idrak etmesidir. Hakîkat, işte bu idrakle ortaya çıkıyor... Tasavvuf ise, bakışı bu idrak seviyesine yükselten sistemin adıdır. Bu yüzden şâir diyor ki: “Nere baksa gözümüz vech-i dil-ârâda kalır” Nereye bakarsam bakayım, müşâhedemin ve murâkabemin neticesinde baktığım şeylerde, tecellî eden hakîkati görürüm. Vech-i dil-ârâ, o tecellî eden hakîkattir... O sevgili nazar etti, bu âlem hayat buldu. Dolayısıyla hayat bulan bu âlemde, hep O’nun yüzünü görürüm. Vahdet düşüncesinin bu yüksek bahsi, “nakışta nakkâşı temâşâ” anlayışını beraberinde getirmiştir. Zira “nereye bakarsanız Hakkın yüzü oradadır.” Burada, sâkî-i sahbâ, Şîrîn, Ferhâd, Akl-ı Mecnûn, kâkül-i Leylâ, vatân-ı asl, serâb, sahrâ, necât, sâhil-i deryâ, dilber ve perîşan zülf gibi klasik şiirimizin de ifade dünyasını belirleyen kavramların her biri üzerinde durmak, perdeleri aralamak, sözün arkasındaki mânâyı ortaya koymak... Bütün bunları yapmak, sözü uzatır ve bahsi uçsuz bucaksız bir deryaya dönüştürür. Okunan bu örnek gazelde ortaya çıkan bu özellik, Hulûsi Efendi’nin, temsil ettiği şiir geleneğinin temel kavramlarına, mazmunlarına, telmihlerine, ritmine ve ahengine işaret eder. Sanki zaman durmuş, Mısrî’nin yaşadığı çağın Malatya’sı ve Darende’si söz ve mânâ varlığıyla yeniden tecessüm etmiş... Sanki söz ve mânâ kaybı, kültürel değişim yaşanmamış, yeni estetik zevklere yelken açılmamış... Sanki şiirde konu değişmemiş, Yûnus’un başlattığı şekilde kalmış gibi. Evet, Hulûsi Dîvânı bizi tarihin derinliklerine alıp götürüyor, bizi kadim bilgelikle, değişmeyen ve dönüşmeyen özle buluşturuyor. Netice itibariyle şunu söylemek lazımdır: İrfanî şiir ırmağı, pek öyle orta yerde olmasa da, çoğumuz onu göremesek de, haritadan tümüyle silinmiş değildir. O, sabırla akışını devam ettir- mektedir. Velhasıl bize Osman Hulûsi Efendinin lisanıyla şöyle sesleniyor: Er geç bir gün bu cem’iyyet-i âlem dağılır Yâr ile sürdüceğin dem içdiğin bâde kalır Er geç cem’iyet-i âlem dağılır; onu sakın kalıcı sanma… Geride sadece yâr ile geçirdiğin güzel zamanların hâtırası ve içtiğin bâdenin râyihası kalır. Gelenekte dünyanın geçiciliğine çokça atıfta bulunulur; burada buna tanık oluyoruz. Dünya, oluş âlemidir ve geçicidir; mesele geride bırakılacak güzelliklere hayat vermektir. Yâr, sevgilidir; en dar anlamından en geniş anlamına değin, sevdiklerimiz ve bir üstü bu sevdiklerimizi bize lütfeden, bizzat içimize sevme iksirini koyan, gönlümüzün sahibidir. Her dem, o sevgiliyle olmak… Burada “dem” kelimesinin bu anlamda özel olarak kullanıldığını söylemek isterim; evet vezin gereği dem denilmiş; ama demin geniş mânâları göz önüne alındığında, ân-ı dâim kavramını hatırlamak lazımdır. Bütün varlıklar, kâinat, her an gaybden ayn’a, ayn’dan gaybe gitmektedir… Gidişler ve gelişler sürekli. Bu süreklilik içinde varlığın farkına varmak, sevgiyle oluyor. Sen farkında olsan da olmasan da sürekli bir değişimin içindesin; bunun farkına varıp, hiç değişmeyen yâr ile beraber ol… Onun sözü, sohbetiyle dol. Zaten bâde nedir? Söz, sohbet değil mi? Kâinatı seyrederken ve varlıklar üzerinde düşünürken, zikrinle ve fikrinle o bitmez tükenmez bâdeden içiyorsun. Ve işte böylece kendi farkındalığına eriyor, hakîkati idrak ediyorsun. Velhasıl, Osman Hulûsi Efendi, tıpkı atası Somuncu Baba gibi, “yâr ile safâ sürmüş, bâde içmiş” bir büyük bilgedir. Bu bakımdan onun bize bıraktığı Dîvân önemlidir. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. * Prof. Dr. 13 T İlim ve Hayat Ali AKPINAR* ohma Çayı’nın damarlarını suladığı Darende, tarihin derinliklerini günümüze taşıyan şirin bir Anadolu ilçesi. Tarihî dokusu ve tabîî güzellikleri yanında bu şehri canlı ve başka merkezlere örnek kılan en önemli husus ise Somuncu Baba’nın Darende’ye imzasını atmış olmasıdır. Bir gönül adamı olan Somuncu Baba’nın değerlerini günümüze taşıyarak devam ettiren Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı, Darende’yi hayırda yarış kervanında koşturmaya devam etmektedir. HâL EHLİ BİR VAKIF Üniversite hocalığına adım attığımız ve hayatımızın güzel ve özel bir senesinin geçtiği Darende’de bizim, vakıfla ilgili en önemli gözlemimiz kısaca şöyle idi: Dağların arasına sıkışmış duran Darende’yi dağların ötesine taşıyarak gündemde tutmayı beceren bu vakıf, âdetâ hizmeti taştan çıkartan bir hayır kurumudur. Hâli, icraatı, kâlinden/söyleminden çok olan bir vakıf. Sözle değil, hâliyle, yaptıklarıyla konuşan bir vakıf. Darende ve çevresini bir şantiye alanına çevirmekle kalmayıp, yurdun dört bir yanına hatta dünyanın çeşitli yerlerine hayır ellerini uzatan bir vakıf. Somuncu Baba Dergisi Vakfın dikkate değer bir başka yönü de her konuda işi erbâbına bırakmasıdır. Somuncu Baba Dergisi başta olmak üzere, yayınları, sempozyum ve panelleri ile vakıf, bu yönünü en güzel şekilde göstermektedir. Dergi yazıları için pek çok üniversite bilim insanıyla gerçekleştirdiği tanıtım toplantılarıyla dergiyi hizmetine sunarak onlara âdetâ büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Onlara, “Buyurun dergimizin sayfaları, sizin emrinizde. 14 Haziran 2012 Kur’ân ve sünnet ekseninde, değerlerimizi doğru ve insanımızın anlayacağı bir şekilde sizler sunun. Sunun ki insanımız erbabının kaleminden değerlerini doğru bir şekilde tanısın, nasihatleri erbabının ağzından alsın.” mesajını vermiştir. İşte bu vakıf, geçtiğimiz Nisan ayında Mütevelli Heyeti Başkanı H. Hamidettin Ateş’in de katılım ve himayelerinde, bir dizi panel gerçekleştirdi. Vakfın bânîleri ve hizmetlerinin gündeme getirildiği bu panellerden biri de 28 Nisan da Mersin’de gerçekleştirildi. Bizim de panel yöneticisi ve tebliğci olarak katıldığımız bu panelle ilgili izlenimlerimizi okuyucularımızla paylaşmayı uygun gördük. Zira hizmet heyecanının diri tutulması ve yeni hizmetlere önayak olması açısından bu gibi toplantılar oldukça önem arz etmektedir. Pek çok Darendelinin yaşadığı Mersin’deki bu bilim etkinliğine çok sayıda gönüldaş katıldı. Salon katılımcılara dar geldi ve kadını erkeği ile dinleyiciler sonuna kadar paneli dikkat ve heyecanla izlediler. İzleyiciler bu duruşlarıyla, benzer canlı etkinliklerin periyodik olarak yapılmasını ister gibiydiler. 15 Panelin ilk konuşmacısı, uzman tarihçi Resul Kesenceli idi. Somuncu Baba’yı anlattı bize. Somuncu Baba’nın Allah rızası için insanlara dağıttığı somun ekmeklerle insanların midelerini doyurdukları gibi, ilim ve irfan sofralarıyla onların ruhlarını da doyurduklarını söyledi. Onun, Molla Fenârî gibi zamanın üstadları, güneşleri olan ilim adamlarının takdirine mazhar olan Fâtiha tefsiri sohbetleri bunun göstergelerinden sadece biridir. Panelin ikinci tebliğcisi olan Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, ‘Osman Hulûsi Efendi’nin Peygamber Sevgisi’ni sunarak, ‘Kutlu Doğum Ayı’nın son günlerinde Peygamberimize bir hizmet ve aşk buketi sunmuş oldu. Konuşmacı, Hulûsi Efendi’nin, Allah’ı ve Rasûlunü her şeyden daha çok seven ve bu sevgisini hayatıyla isbat eden Onlar, tabandan tavana herkesi muhatap alan, herkesle iletişim kuran, tüm insanlığı kuşatan ve kucaklayan gökyüzü timsali, dinî mimarimizin simgesi cami kubbeleri gibi herkesi bağrına basan bir şefkat âbidesi erenlerdir. Onların âguşlarında devletin en üst makamındaki yöneticiler de yer bulmuştur, halkın içerisinden sıradan insanlar da. Zira onların hedef kitlesi, adı sanı, makamı, konumu ne olursa olsun insandı. Yeryüzünün imarı ile Yüce Yaratıcı tarafından halife olarak atanmış insanın yetiştirilmesi ve hep hayırların adamı olarak huzur içerisinde dünyada ve öldükten sonra yaşamasıydı. 16 Haziran 2012 “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”2 “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsanız ve Allah’a inanırsınız. Eğer Kitap ehli, inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu. Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan çıkmışlardır.”3 Hulûsi Efendi de; mü’minlerden olduğuna dikkat çekti. O, evlatlarına Peygamberimizin isimlerini koyarak, onun ismini saygı ve ihtiram cümleleriyle anarak, şiir ve yazılarını onun güzellikleriyle bezeyerek ve çok daha önemlisi onun ahlakını yaşayarak peygamber sevdasını izhar etmiş ve bu konuda bizlere örnek olmuştur. Bizim tebliğimizin konusu ise ‘Hulûsi Efendi’nin Tasavvufî Yönü’ idi. Divanındaki şiirlerini tarayarak hazırladığımız tebliğimizin özeti şöyle idi: Hayat düsturumuz Kur’ân, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”1 buyurarak doğrularla beraber olmamızı bizden ister. Sâdık/sâlih kişilerle beraber olabilmek, onları doğru tanımak, onların hayırlı işlerinde yanında olmakla mümkün olacaktır. Bunun için sâlihlerin mek için, her şeyden önce iman etmek, ardından imanın gereği sâlih amel işlemek gerekir. Gerçek mü’min, sâlih amelleriyle imanını gerçekleştirendir. Bu tanıma uyan Allah dostlarının kazanımları hem dünyevîdir, hem de uhrevîdir. Zira onlar, dünyada da korku ve hüzünden güvendedirler, âhirette de. Aktif İyiler! Kur’ân pek çok âyetinde, bizlerden yalnızca iman etmemizin ve iyilik ve güzellikleri kendinde kalan pasif iyiler olmamızı istemez. O, bizden yaşadıkları iyilik ve güzellikleri başkalına taşıyan aktif iyilerden olmamızı ister. Kur’ân’ın bu konudaki âyetlerinden bir kaçı şöyledir: Somuncu Baba Hulûsi Efendi Onlar, bulundukları yerlerde duramayan, âdetâ kaplarına sığamayan aktif iyilerdir. Bunun için upuzun diyarlardan geldiği Bursa’da karar kılmayıp Kütahya, Aksaray, Kayseri’de irşad faaliyetlerinden sonra Darende’yi mesken tutmuştur. Onlar o günkü şartlarda bu zorlu yolculuklarını hep Rızâ-i Bârî için gerçekleştirmişler, bir daha sılalarına dönmemek için yola baş koymuşlardır. Dönmek için değil, kalıcı hizmetlere imza atmak için buralara gelmişler ve bulunduklar yerlerde gönül fetihlerini gerçekleştirmişlerdir. Aradan geçen asırlara rağmen hayırla yâd ediliyor oluşları, onların hizmet aşkını ve ihlâsını isbat etmektedir. anılması ve tanıtılmasına yönelik toplantılar, çalışmalar büyük önem arz etmektedir. Bu yüzden ‘Salihlerin anıldığı yere rahmet iner.’ buyrulmuştur. Çünkü onların anılması, onların tanınması yanında, onların örnek hayatının yaşanmasına da katkısı olacaktır. İstikâmetle olup tab’-ı selîm Müstakîm ol müstakîm ol müstakîm diyerek herkesin istikamet ehli olmasını ister ve aktif iyilerden olmanın en güzel örnekliğini sunar bizlere. Allah Dostları! Kur’ân, Allah dostlarını tanıtırken şöyle buyurur: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdi. Onlar Allah’a inanmış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da, âhirette de müjde onlaradır. Allah›ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. Bu büyük başarıdır.”4 Âyete göre Allah’ın velî kullarından olabil- O gönül adamları, sâlih amellerini sevgiyle taçlandırıp sunan ve bu şekilde gönüllerde taht kuran kimselerdir. Adanmış ömürlerin sahibidirler onlar, mallarını, canlarını, mesâilerine Allah’a adamış, O’nun kullarına vakfetmiş insanlardır onlar. Onlar, hayra doymayan, adam gibi adamlardır. Onlar zor zamanların adamlarıdır. Kimseye gönül koymamış, ama dâvâya gönlünü koymuş Gönül Adamı! Ne kerâmetimiz var ne velâyetimiz Kuru kulluğumuz dost kapısında sözü onların hâlini ne kadar güzel özetler. Ya şu sözlere ne demeli: Garazsız ve ivazsız, hizmet et her canlıya Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol Allah için herkese hizmet et de sev sevil Her göze diken olma sümbülü ol gülü ol Güneş gibi şefkatli yer gibi tavazulu Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol Panelin Mersinlilere ve onların şahsında herkese mesajı özetle şu idi: İçerisinde yaşadığımız şu münbit topraklarda, gönül erlerinin ruhuyla yaşamaya ve o ruhu yaşatmaya her zamankinden daha çok muhtacız. Dünyevîleşmenin getirdiği en ciddî tehlike olan savrulmaktan, çoluk çocuğumuzla korunmak için buna hem muhtacız hem de mecburuz. Emeği geçen herkese ve bu vesile ile aziz okuyucularımıza teşekkürlerimi sunuyorum. Dipnot *Prof. Dr. 1 9/Tevbe, 119 2 3/Âl-i İmrân, 104 3 4 3/Âl-i İmrân, 101 10/Yûnus, 62-64 17 “İslâm düşüncesine göre, elinde tuttuğu kamu gücünü adaletin sağlanmasında değil, zulmün koyulaşmasında kullanan her zorba, Fir’avun zihniyetini benimsemiştir. Onlar, sınırsız gördükleri gücü, hiç kimse ile paylaşmazlar.” Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ* A rapça’da “kuvve” kökünden sıfat olan el-Kavî; kuvvetli ve güçlü demektir. Yüce Allah’ın sıfatı olarak “kuvveti tam, her şeye muktedir olan” anlamı taşır. Herhangi bir âcizlik, zafiyet ve vehin gibi hallerden hiçbirisi Yüce Allah’a egemen olamaz. Her türlü zaafiyet, âcizlik ve vehin beşeriyete dair niteliklerdir. Allah ise, her türlü yaratılmışlık hallerinden münezzehtir. EL-KAVÎ Pek güçlü ve tam kudret sahİbİ: “Yüce Allah’ın el-Kavî ismi, Müslüman’a güç vermeli, bu sebeple, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini ihmal etmemelidir. Ayrıca, hem İslâm’ı yaşarken ve hem de anlatırken kınayıcıların kınamasından da çekinip korkmamalıdır.” 18 Haziran 2012 Kur’an-ı Kerim’de mutlak gücün Allah’a ait olduğu beyân edilir: “Zulmedenler azaba uğrayacakları zaman bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu bir bilselerdi!”1 buyrulur. Bir başka âyette de: “Kuvvet ancak Allah’ındır.”2 denilmektedir. Bütün bu âyetler, yegâne güç ve kudretin Cenâb-ı Hakk’ın uhdesinde toplandığına işaret etmektedir. İnsanlık tarihi boyunca bazı fert ve cemiyetler, ilâhî kudretin varlığını unutunca, kendi âciz varlıklarını hiç hesaba katmadan sahte kudret sıfatına bürünebilmişlerdir. Ellerinde bulunan zenginlik, aşîret taraftarlığı ve kamu gücü sayesinde Allah’ın hür olarak yarattığı insanları köleleştirme ve sömürme yoluna gitmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın el-Kavî ismini gasbeden birçok sahte güçten bahsedilir. Bunlardan birisi Allah’a isyanın, tuğyanın ve her türlü zulmün sembolü olan Fir’avundur. Baş danışmanlarından olan Hâmân’a, gücünü ve iktidarını göstermek için “yüksek bir kule” yapma talimatında bulunur: tin, şöhretin, gücün ve Allah’a meydan okumanın bir simgesidir. Maddi iktidarını putlaştıran ve kendisini de rablik makamında gören Fir’avun, bireysel ve sosyal hayatının bütün alanlarından Hz. Mûsâ’nın İlâhı olan Allah’ı çıkardığı gibi, insanların gönlünden de Allah’ı çıkarmak istemiştir. İnsan bir defa temellük fikrine sahip oldu mu, hayata dair ne varsa özerkleştirir ve her şeyi kendi tasarrufunda görmeye başlar. Kontrolsüz Güç “Fir’avun, “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hamân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Mûsâ’nın ilâhına çıkar bakarım (!). Şüphesiz ben onun mutlaka yalancılardan olduğunu sanıyorum.” dedi.” 3 Bu âyette geçen kule tabiri neyin sembolüdür? İktidar gücünün semboldür. Fir’avun’un sipariş verdiği bu kule, neyin simgesidir? Başta iktidar olmak üzere; kibirlenmenin, servetin, şehve- Bazen bu, iktidar gücü olur; bazen para gücü olur, bazen ilim gücü, bazen bu cinsiyet gücü olur. Artık onu sınırlandıran bir otorite yoktur. O, kendisini kontrolsüz bir güç olarak görür. Çünkü o, kendisini, Allah’a rağmen konumlandırmıştır. Allah’ı hayatından çıkaran bir birey ve toplum için nihâî amaç, mutlak bilgiye, servete ve iktidara sahip olmaktır. Böyle bir âsî ruh, Yüce Allah’a başkaldırdıktan sonra, kendi arzularını ve projelerini ilâhlaştırmış ve mutlaklaştırmıştır. Bu yüzden hâriçten kendisini denet- 19 leyecek ve sınırlandıracak bir güç ya da yetkili istemez. Din, onu sınırlandırdığı oranda can sıkıcıdır. Dine, bireyin hayatında ancak özel, izâfî ve sıra dışı kalmayı kabullendiği sürece müsâade edilir. Bilginin hikmet amaçlı olmaktan çıkıp güç amaçlı hale gelmesiyle, birey, Kârûn’un zihnî tutumunu benimsemiş olur. Tarihte Fir’avunlar hep halklarını icat ettikleri bir “öteki/leştirme” üzerinden denetlemeye çalışmışlardır. “Sen ve öteki” diye halkı iki kampa, sınıfa ayırmak halkın gücünü sınırlandırmak ve zayıflatmaktır. “Böl, parçala, yönet” stratejisi, Fir’avun taktiğidir. Tarih boyunca eski ve yeni bütün Fir’avunlar, hep yönetim tarzı olarak bu taktiği uygulamışlardır. İslâm düşüncesine göre, elinde tuttuğu kamu gücünü adaletin sağlanmasında değil, zulmün koyulaşmasında kullanan her zorba, Fir’avun zihniyetini benimsemiştir. Onlar, sınırsız gördükleri gücü, hiç kimse ile paylaşmazlar. Bu güç, ister inanç, ister siyaset, ister servet, ister iktidar olsun fark etmez. Hepsini uhdelerinde tutarlar. Halk ise, sürü ve köle muamelesi görür. Halkın, onların nezdinde hiçbir değeri ve itibarı yoktur. Kendisini güçlü gören Fir’avun zihniyeti, inançlara bile ambargo koymaya kalkar. “Benim belirlediğim kadar inanacaksın.” der. Hem inançlara ve hem de fikirlere sınırlar çizer. Kölenin itiraz hakkı olmadığı gibi, halkların da itiraz hakkı yoktur, mantığını 20 Haziran 2012 sergiler. Servete, maddi iktidara ve silah gücüne dayanan her zorba, kendini ilâh gibi görür. Yaptıklarından hesap sorulmasını asla istemezler. Kibirlidirler. Onların gözünde halk, toprakta debelenen solucan kadar bir değere sahip değildir. Onlar, ne kimseye hesap verirler ve ne de herhangi bir kimsenin kendilerinden hesap sormalarına rıza gösterirler. Fir’avn Zihniyeti Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Fir’avun iktidarını servetiyle tahkîm eden ve bu noktada kendisini Allah’tan müstağnî sayan bir başka saptırıcı da Kârûn’dur. O, haksızlıkla elde ettiği bu kazancı, her türlü zulmün icrası için araç yapar. Kendisi doğru yoldan saptığı gibi, halkı ekonomik gücüyle ezer, bununla da yetinmez şahsiyetini beş paralık ettiği halkını, Hakk’ın karşısına çıkmada kışkırtmaktan da geri durmaz. Bu alanda her türlü vasıtaya başvurur, yatırım yapar.4 İnsanlık tarihinde Kârûn, mal biriktirmenin, her türlü mâlî ve ekonomik haksızlığın, sömürünün bir simgesi olurken, Fir’avun da siyasî ve idarî haksızlığın bir temsilcisi olmuştur. Kârûn, korkunç servetiyle Fir’avun zulmünün payandası, Fir’avun da siyaset vasıtasıyla Kârûn’un sömürüsünün kolaylaştırıcısıdır. Kârûn servetinin kendisine, bilgisinden dolayı verildiğini sanır. Bu noktada erRezzâk olan Allah’ı devreden çıkarır. O, Allah’tan müstağnî olarak, O’na ihtiyacı yokmuş gibi materyalist bir hayat yaşar. Onun bu tavrı, toplumda ahlakî anlamdaki çürümeyi ve halkın Allah’la olan ilişkisini zayıflatmayı beraberinde getirir. Aynı zamanda o, toplumun önünde lükse, konfora ve tefessüh etmiş bir ahlaka dayalı müsrif yaşantısıyla model oluşturur. Kârûn’un bu debdebeli hayatı, iradesi ve imanı kavî olan düzgün insanların imanını artırırken, iradesi ve karakteri zayıf insanların ahlakî düşüklükler yaşamasının yolunu açar.5 Yine Kur’an-ı Kerim’de sahte güç gösterisiyle el-Kavî olan Allah’a meydan okuyan Âd Kavmi gösterilir: “Âd Kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.”6 Mutlak Güç Acaba Kur’an-ı Kerim’de güç, kudret bağlamında sahip oldukları farklı pozisyonlarla dile getirilen Fir’avun, Kârûn ve Âd kavmi gibi Allah’sız güçler niçin anlatılır? Bu kötülük odaklarından Müslümanlar ibret alsınlar diye anlatılır. Her yaşanmış olaydan ders çıkarmasını iyi bilen şuurlu Müslümanlar, Yüce Allah’ın el-Kavî gücü karşısında eriyip giden Fir’avunların ve Kârûnların hayatına ve felsefesine hiçbir zaman iltifat etmezler. Çünkü Yüce Rabbimiz kendi gücünü iki güzel isimle ortaya koymaktadır: “el-Kavî ve el-Azîz.” Her iki güzel isim de O’nun kah- redici kudretini ifade eder. Bu iki isim Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer: “O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”7 Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”8 Bir başka âyette: “Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.”9 Bir diğerinde ise: “Şüphesiz Allah kuvvetlidir, azabı çetin olandır.”10 buyrulmaktadır. O halde: Yüce Allah, tam ve mutlak bir kuvvete sahiptir. O’nu mağlup edecek hiçbir güç yoktur. Yüce Allah, güç ve kudretinde sonsuzdur. Her şey O’nun güç ve kuvvetinin karşısında küçülür gider. Cenab-ı Hakk’ın kuvvet ve azamet sahibi olduğuna inanan bir mü’min, kendisini bütün yaratılmışlar karşısında güvende hisseder. Biz zü’l-kuvve sahibi olan Yüce Allah’ın el-Kavî isminin tecellîsini, tabiat olaylarından tutun da bütün varlıkların yaşantısına; insan hayatından tutun da ölüm ve dirim olaylarına varıncaya kadar görebiliriz. Bu sebeple insan, fani olduğu bir takım güçlerine yenik düşerek Allah’ın gücünü ve kudretini hesaba katmadan yaşamamalıdır. İnanan ve inanmayan her insan şu ilâhî gerçeği aklından asla çıkarmamalıdır: İşte Yüce Allah’ın el-Kavî ismi, Müslüman’a güç vermeli, bu sebeple, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini ihmal etmemelidir. Ayrıca, hem İslâm’ı yaşarken ve hem de anlatırken kınayıcıların kınamasından da çekinip korkmamalıdır. Bütün fânî gücüyle, Allah’ın emrettiklerini yerine getirme ve yasakladıklarından kaçınma yolunda gayret göstermelidir. “Allah, “Şüphesiz ben ve peygamberlerim gâlip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphe yok ki, Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”11 *Prof. Dr. Unutulmamalıdır ki, Yüce Allah’ın yenilmez ve gâlip gelinemez güç ve kudreti karşısında her güç ve kudret izâfî ve anlamsızdır. Dipnot 1 2 3 4 5 6 2/Bakara, 165. 17/Kehf, 39. 28/Kasas, 38. 28/Kasas, 81. 28/Kasas, 79-80. 41/Fussilet, 15. 7 8 9 10 11 42/Şûrâ, 19. 11/Hûd, 66. 51/Zâriyât, 58. 8/Enfâl, 52. 58/Mücâdele, 21. 21 Sûfi Perspektif Kadir ÖZKÖSE* H ulûsi Efendi, kendi dergâhını, “Somuncu Baba ocağı, yüce veliler yatağı, gönüllere ferahlık bahşeden feyz u rahmet bucağı, Taceddin-i Veli Hazretlerinin otağı, gamları giderip neşelere gark eden, zevk ü sürur kaynağı, Darende’nin yüz ağı, ilim ve hikmet menbaı ve güzeller oymağı” olarak nitelemiştir. O bu dergâhın kıymetini ancak gayb perdesini bilenlerin, güzellik kadrini idrak edenlerin fark edebileceğini söyleyerek dergâha yaraşır bir edep göstermek gerektiğini dile getirmektedir. EDEB HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’de TASAVVUFÎ “Coşkun seller gibi coşan, gonca güller gibi kokan, rüzgâr ile tozan toprak gibi savrulan dervişlerin ne nâmı ne de nişanı olur. Çünkü dervişe şan gerekmez, yokluk yolcularına başka nişan gerekmez. Dervişin kulluk vazifesi, yokluk şiârıdır.” Oğlu Mahmud Kemâl’e yazdığı mektubunda; “Kişinin hüsn-i nesebi, hüsn-i edebidir. Daima büyüklere karşı hürmet ve küçüklere karşı şefkat et. Tâ ki, hürmet ve şefkat gibi iki haslet-i cemîleye sahip olmuş olasın… Her zaman iyilere mukârin ol, kötülerden ictinâb et. Kişinin mi’yârı mukârin olduğu kimsedir…” diye seslenen Hulûsi Efendi’ye göre, Âdemoğlunun insanlığını kemale erdirmesi ancak edep ile mümkündür. Hakk’ın âdâbını gözetmek kişiyi Hakk’a âşinâ kılar. İnsana âlemde en çok lâyık olan huy, güzel edeptir. Osman Hulûsi Efendi bizleri insanlık, kulluk, kardeşlik ve dervişlik edebine şu şekilde davet etmektedir. İnsanlık Edebi İnsanlık gerçeğine dikkat çeken Hulûsi Efendi, âlemin Âdem olamayacağını ama Âdem’in on sekiz bin âlemi câmî olduğunu söyler. O, insanı; Süleyman mührü, yaratılış gerçeğinin âb-ı hayatı, zamanın Mesîh’i, varlık âleminin Hızır ve İlyas’ı, 22 Haziran 2012 “nefahtü” sırrının mazharı, “kerremnâ” tâcının sahibi, yaratılmışların ahseni ve “küntü kenzen” sırrının yâdı olarak tanıtmaktadır. Hulûsi Efendi’ye göre, insanın aradığı aslında “Namaz ve diğer ibadetlerle donanıma ermenin yolu, günahkâr hâlimizi idrak edebilmektir. Günahlarının karanlığını fark eden kişi, Rabbine yakarıp ihsan talebinde bulunmalı. İki cihan huzurunun Allah’ın ulûhiyetine inanmak olduğunu bilmeli. Artan günahlarına af dilemeli.” kendindedir. Görmek istenilen yüz taşrada değil, aslında bizzat kendindedir. İnsan kendi aynasına nazar edecek olsa orada yâri görecektir. Hulusî Efendi’ye göre kişi kimlik sahibi olmalı, şahsiyetinden ödün vermemeli, insanlığını takınmalı, haddini bilmeli ve kendini heba etmemelidir. Bu çerçevede bizlere şu tenbihlerde bulunmaktadır: “Dünya pisliğine gönül veren karga değil, kol ve kanat açıp Kâf dağına uçan Anka ol! Fir’avun nefsine râm değil Kelîmu’l-vakt ol! Bütün gücünle nefsini Hakk’a davet edip Mûsâ ol! Vatanın cennet bahçesi de olsa her şeyden soyutlanıp Âdem ol! 23 Cümle esmâya müsemmâ ol! Su gibi yüzünü toprağa sür, katreni denize katıp deryaya ulaşmaya bak! Âb-ı hayatı içip Hızır ve İsa (a.s.) gibi ebediyen ölmemeye bak! Dost mihrabının kaşına secde kıl ama mihrabı unutup Kâbe-i Ulyâ ol! Aklına güvenip daire dışına çıkma, mânâ dergâhında istiğrâka bürünenlerden ol!” “Sağa sola dönmekten kurtulup tam bir dikkate koyulmak, irfan elde etmeye niyet etmek, her an ve her nefes gayra meyletmekten kaçınmak, düşünceden hevâyı ve gönülden riyâyı çıkarmak, rmâsivâdan alakayı kesmek, seherde kalkmak, derde düşmek, gafletten kurtulmak, bir eteğe tutunmak, ballı peteğe konmak, has ve ihlas ehli olmak, mânâ deryasına dalmak zikrin âdâbından.” Hulûsi Efendi’nin ifadesiyle kul, bu dünyada ne büyüklük taslaya ne de gafil yata. “Ne kerâmetimiz var ne velâyetimiz, dost kapısında kuru kulluğumuz var.” diyen Hulûsi Efendi, bizleri kerâmet ve velâyet iddiasından kaçınmaya davet etmektedir. Ona göre gönlümüzdeki huzurun gerçekleşmesi, dilimizdeki söz gururunun terkine bağlıdır. Namaz ve diğer ibadetlerle donanıma ermenin yolu, günahkâr hâlimizi idrak edebilmektir. Günahlarının karanlığını fark eden kişi, Rabbine yakarıp ihsan talebinde bulunmalı. İki cihan huzurunun Allah’ın ulûhiyetine inanmak olduğunu bilmeli. Artan günahlarına af dilemeli. Sıdk ile Rabbimize bağlanmak, yoluna baş koyup yüz sürmek, lutfunu celbedecek efgâna bürünmek, gece gündüz ağlayıp gözyaşı dökmek, gözyaşımıza ilâhî nazarın eşlik etmesini sağlamak, tövbenin âdâbındandır. Diğer yandan perişan gönlün derdine derman, ancak fecr-i sâdıkta olur. Bütün halkın derdine devâlar, ancak seher vaktinde bahşedilir. Nefis terbiyesi, kulluk gayreti ve iman kuvveti sahibini muhabbet eri haline getirir. Kulluk edebi muhabbeti şiâr edinmeyi gerektirir. Zira sevdiğinin muhabbeti ile dolan kişide gama yer kalmaz. Muhabbet tesirleri gönülde tecellî edecek olsa muhabbet sevdalısı onunla yâr olmaya başlar. Muhabbet nuruna bezenenlerin başı Arş’a, ayağı Kürs’e değecek hale gelir. Gözlerde muhabbet ışıltısı olsa bakılan her yer dosta şahitlik eder. Canan uğruna can veren dostlar muhabbet pazarından ezelî muştular elde eder. Âşığın aç ve susuz, her dem uykusuz, gamsız ve kaygısız, yâra yâr olması gerekir. Âşık olan post olur, Mevlâ ile dost olur, gece gündüz mest olur. Nefislerine bendelikten kurtulup Hakk’a dost olanlar, yârenlik edenler ve ibadetlerini aşkla gerçekleştirenler her daim Hakk’ı zikretmenin tadına varırlar. Sevene yakışan sevdiğini unutmamasıdır. Mü’minin kulluk edebi ancak zikirle tamama erer. Allah’ı zikir bir edep dersidir. Allah’ı zikir kulluk bilincine eriştirir. Çünkü esrar hazinesine nail olanlar Hakk’ı can u gönülden zikredenlerdir. Kulluk Edebi Kulluk edebinin en güzel göstergesi kalb huzuru ile kılınan ve mü’minin mîracı olan namazdır. Namazı huzur ile kılanlar “mîraç” olayının sırrına mazhar olurlar. 24 Haziran 2012 Sağa sola dönmekten kurtulup tam bir dikkate koyulmak, irfan elde etmeye niyet etmek, her an ve her nefes gayra meyletmekten kaçınmak, düşünceden hevâyı ve gönülden riyâyı çıkarmak, rmâsivâdan alakayı kesmek, seherde kalkmak, derde düşmek, gafletten kurtulmak, bir eteğe tutunmak, ballı peteğe konmak, has ve ihlas ehli olmak, mânâ deryasına dalmak zikrin âdâbındandır. Kulluk, aşk ve zikirden gaye nedir? Gaye vuslata ermektir. Zira hicran hastalığının devâsı vuslat merhemiyledir. Yâr ile vuslatın adı ise candan geçmektir. Âşığın gönlüne safâdan gayrı hiçbir şey huzur kılmaz. Sıradan işlere âşığın can verdiği ise asla söz konusu değildir. Aşk müftüsünün fetvası şudur: Can verene yar ile vuslat hâsıl olur, yar ile vuslat can fedâ kılmayı gerekli kılar. Âşık olanlar ne can ne de cihan kaygısı çekmiştir. Can mülküne aşktan öte bir bayrak dikmemiştir asla. Yârin cevri bile canana zevk u safadır. rektirir, vuslat demini basit duygulara fedâ eylememeyi öğretir, o ânı yakalayabilmek için bin canı fedâ kıldırır. Dostluğun gerçekleşmesi, kalb temizliğine ve dosta olan teslimiyete bağlıdır. Gönül dostu bulunca dost buna engel ve perde olmaz. Gönülsüz posta oturmak kişiyi dosta götürmez. Dostluğun Allah için yapılması esastır. Aksi takdirde gönül safâya ermez. Kardeşlik, dostluk ve yârânlık terbiyesi hizmete koyulmayı gerektirmektedir. İsmimizin sev- Kardeşlik Edebi Sevme sanatını becerenler kin ve kavgadan bîzârdırlar. Sevenler yıldırmaz kaldırır, taşlamaz bağrına basar, imhâ etmez ihyâ eder. Dolayısıyla sevgiyi şiâr edinmesi gereken mü’minin günahkâr kesimlere hor hakir bakması yaraşmaz. Belki de bir gün onlar affedileceklerdir. Zira hepsine Hakk’ın bağışlaması vardır. Dervişlik eğitimi başkasını incitmekten kaçınmaktır. Edebî güzellikle takınılması gereken bu tavrı Hulûsi Efendi şu şekilde dile getirmektedir: Sakın nefsine uyup bir cân incitmeyesin Hüsn ü edebi koyup bir cân incitmeyesin El ile döğseler de dil ile söğseler de Bin kez incitseler de bir cân incitmeyesin Hepsi kardeşlerindir yolda yoldaşlarındır Hâlde hâldaşlarındır bir cân incitmeyesin Beyhûde cânın sıkıp insanlığından çıkıp Dil Kâ’besini yıkıp bir cân incitmeyesin. Ötekileştirmekten kaçınmanın yanında atılması gereken bir diğer adım dostluk köprüsü kurmak, dost ve yâr edinebilmektir. Gönül ehline düşen yârin vefasını ummak değil, cefâsını çekmektir. Yâri terk edip vefasız olmamak gerekir. Zira yârin cefâsı bir gün âşıklara ihsan olur. Dostluk mihnet yükünü yüklenmeyi gerektirir. Dostluk âşığın ciğerini kebaba dönüştürür, İbrahim Edhem gibi bütün varını verip harap olmayı ge- diklerimiz, dostlarımız ve ihvanımız arasında yâd edilmesi, geçici olan bu dünya evinde gücümüz nispetinde ortaya koyacağımız eserlere bağlıdır. Mü’minin kapısı herkese açıktır. Hizmette ve cömertlikte Müslüman paylaşma ruhuna sahiptir. Kapısına gelen düşmanı bile olsa sonuna kadar kapısını açık tutar. Ancak ne kadar çok dostu da olsa dört dörtlük dost bulması zordur. Dolayı- 25 sıyla mü’min derdini dost bildiklerine değil sadece Hakk’a açıvermelidir. Mürşid-i kâmillerin dergâhı birer edep mektebidir. Bu mektebe girebilmek için iştiyaklı olmak gerekmektedir. Bu mektepte deruhte edilen sohbet meclisleri aklını kullananları insanlık hakîkatine vakıf kılmaktadır. Sohbet geleneği Peygamber ashabının âdetidir. Mânâyı elde etmek için can fedâ edilmez mi? Sohbet meclislerindeki her bir dem için can bahşetmek gerekir. Can zevkine koyulanlar nefisten geçer, Hakk’a iştiyâk duyar, sohbetin iyileştirici vasfı ile her derdine derman bulmuş olurlar. Âlemi kendimizin kulu ve kölesi sanmamamızı öğütleyen Hulûsi Efendi, Allah için âlemin kölesi olmaya, nefsin hevâsı ile mağrur olup aldanmamaya, her ayağın basacağı yol olmaya, garazsız ve ıvazsız her canlıya hizmet etmeye, kimsesizin ve düşkünün eli ve ayağı olmaya, Allah için herkese hürmet etmeye, sevip sevilmeye, hiçbir göze diken olmamaya, gözlere gül ve sümbül olmaya, kimseden incinip kimseyi incitmemeye, güler yüzlü ve tatlı dilli olup her ağzın balı olmaya, nefse uyup Kâbe yıkılsa dahi hiçbir gönlü incitip yıkmamaya, güneş gibi şefkatli, toprak gibi mütevazı ve su gibi sehavetli ve merhametli olmaya, yoksul ve bay/zengin herkese karşı gökçek olmaya, suçluların suçundan geçip hoşgörülü olmaya, varlıktan boşalıp yoksula erişmeye, sözün gerçeğini söyleyip Hulûsi’nin kalbi olmaya davet etmektedir. Dervişlik Edebi Hulûsi Efendi’nin diliyle derviş olan âgâh olur, bütün kazancı zikrullah olur, her türlü varlık iddiasından geçer, Allah’a vasıl olur. Dervişlik ikiliği birliğe dönüştürme, gönülleri dirliğe kavuşturma, aşkla ünsiyet peyda etme, dost meclisine konma çabasıdır. Mürşid eli tutmayan, ikrarlığa yetmeyen/erişmeyen ve varını terk etmeyen derviş olamaz. Tarikat kapısına ayak basmadan, ihlaslı amel çabasına bürünmeden derviş olunmaz. 26 Haziran 2012 Coşkun seller gibi coşan, gonca güller gibi kokan, rüzgâr ile tozan toprak gibi savrulan dervişlerin ne nâmı ne de nişanı olur. Çünkü dervişe şan gerekmez, yokluk yolcularına başka nişan gerekmez. Dervişin kulluk vazifesi, yokluk şiârıdır. İyi kötü diye adam tefrik etmeyen dervişler, güzellik muştusu ve mükemmellik arzusu içindedirler. “Dervişlik nasıl olur?” sorusuna cevap sadedinde Hulusî Efendi, derviş olmak için varlıktan soyunmak, ârdan sıyrılmak, aşka yanıp tutuşmak, düz yokuş dememek, kâli terk edip hâli kesbetmek, pişmek, cedel eylememek gerektiğinden bahsetmektedir. Sûfîlerin tasavvufî âdâb ve erkâna riâyet ile elde ettiği kazanca dikkat çeken Hulûsi Efendi, ferâgat ehlinin ulaştıkları fakr ve fenâ devletini bin Süleyman mülküne değişmeyeceğini, âşığın sevgilisinin bir tecellîsini bin hûrî ve gılmâna değişmeyeceğini, feryat eden bülbülün gördüğü gülün cemâlini gülistana değişmeyeceğini, zahid sûfînin sevgiliye ait zülfü merâsimden ibaret binlerce din ve imana değişmeyeceğini, gam ehlinin beytü’l-hazeni (Hz. Yakub’un Yusuf (a.s.) hasretiyle yandığı yer) bin saray ve eyvana değişmeyeceğini söylemektedir. GÖZLERİN Gözlerinden giriliyor ülkene Aklıma en önce gelen gözlerin Kuş bile kondurtmam kutsal gölgene Kanayan kalbimi çelen gözlerin Gözlerin giriyor önce kanıma Gözlerin veriyor hayat canıma Gözlerin geliyor gece yanıma Beni bin parçaya bölen gözlerin Can yakmak kâr kalmaz, bunu böyle bil Adalet önünde el bağla, eğil Zamana direnmek kolay iş değil Takvimden yılları silen gözlerin Beni benden alan ceylan bakışın Sessiz nehir gibi gönle akışın İliklere kadar ruhu yakışın İçimden geçeni bilen gözlerin Yeşil gözlerine dalmak isterim Yıllarca içinde kalmak isterim Onun tapusunu almak isterim Perişan halime gülen gözlerin... Bekir OĞUZBAŞARAN Asrımızın acı gerçeği olarak “doğruların dostu yoktur” diyen Hulûsi Efendi, Hak Teâlâ’dan bu densizlere haddini bildirmesini niyaz ederken, kimseden bir umut ve vefa görmediğini, kime yöneldiyse kendisine cefâ kıldığını, halinin Hakk’a ayan olduğunu, iyi kötü bütün ahvalini Hakk’ın bildiğini söylemektedir. Herkese iyi niyet besleyip huzur ve güveni tesis etmeye çalıştığından, gece gündüz çabalayıp emek sarf ettiğinden ve emanet bilincine sadakat gösterdiğinden bahsetmektedir. Hüneri, marifeti ve edebi olmayanın iyilik ve güzellik timsali haline gelmesi mümkün değildir. Dolayısıyla kişinin edebi şiâr edinmesi, ilim ve irfan yolunda çabalaması, marifet kazanımına ermesi gerekmektedir. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. * Prof. Dr. 27 “Gül ve Gönül Medeniyeti” ULUSLARARASI | INTERNATIONAL SOMUNCU BABA & HULÛSİ EFENDİ SEMPOZYUMU | SYMPOSIUM H A Z İ R A N ULUSLARARASI | INTERNATIONAL SOMUNCU BABA & HULÛSİ EFENDİ SEMPOZYUMU | SYMPOSIUM H A Z İ R A N | J U N E - 2 0 1 2 | J U N E - 2 0 1 2 2 Haziran 2012 Cumartesi, 17.00 Lütfi Kırdar Kongre Sarayı 9 Haziran 2012 Cumartesi, 17.00 Merinos Kültür Merkezi 23 Haziran 2012 Cumartesi, 17.00 Kapalı Spor Salonu İSTANBUL BURSA DARENDE Anadolu’nun manevî mimarlarından Somuncu Baba ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin ilim ve insanlığa hizmetlerinin ele alınacağı uluslar arası sempozyum’a teşriflerinizi bekleriz. Kalbî muhabbetlerimizle. Hamit Hamidettin ATEŞ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Katılımcı Ülkeler: İngiltere, Azerbaycan, Bosna Hersek, Mısır, Suudi Arabistan, Özbekistan, Pakistan Zaviye Mah. Hulûsi Efendi Cad. No : 71 Darende 44700 Malatya Tel: (422) 615 1500 / www.hulusiefendivakfi.org.tr 28 Haziran 2012 Şiir Dinletisi Serdar TUNCER Konser Ahmet ÖZHAN 29 Kültür Kadir DEMİRCİ* HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’NİN DÎVÂNI’NDA NEFS O sman Hulûsi Efendi yakın zamanda ahirete uğurladığımız Hak âşığı bir Allah dostudur. Hayatta iken onun ilminden, irfanından ve muhabbetinden pek çok insan istifade etmiştir. Ama o, hizmetini daha geniş coğrafyalara, uzun asırlara yaymayı hedeflemiş, gelecek nesilleri düşünmüş, ilim ve irfanını eserleriyle ebedîleştirmeyi arzu etmiştir. Hulûsi Efendi’nin ilim ve irfanının sonradan gelenlere aktarılması, açıklanması böylece hizmet halkasının devam ettirilmesi gerekmektedir. Tarih boyunca kıymetli insanların kaleme aldıkları eserler, ardından gelenler tarafından çeşitli şekillerde çalışmalara konu edilmiş ve böylelikle o insanların eserleri daha da yaygınlık kazanmış, fikir ve düşünceleri daha çok kitlelere ulaşmıştır. Hulûsi Efendi’nin eserlerine bakıldığında o eserlerin üzerinde nice çalışmalar yapılacak mahiyette mânâca çok zengin, derin ve bereketli eserler olduğu görülecektir. Onun şahsiyetine damgasını vuran şey, almış olduğu tasavvuf eğitimidir. Hulûsi Efendi, geleneğimizde var olan ir- 30 Haziran 2012 fan ırmağının hâlâ akmaya devam ettiğini, kurumadığını, yosunlaşmadığını gösteren örneklerden biridir. Onun varlığı, örnekliğinin tazeliği günümüzün birçok olumsuzluklarına rağmen tasavvuf eğitiminin imkânı ve başarısını göstermesi bakımından bizim için büyük bir ümittir. Hulûsi Efendi’nin ardından gelen bizler onun eserlerinde ele aldığı konulara dikkatleri çekmek, onların altını çizmek Hulûsi Efendi’nin irfan dünyası hakkında gelecek nesillere bir farkındalık oluşturmak gibi görevlerle mükellefiz. Onun mânâ âlemindeki sırlarını araştırmak ve anlamak gerekmektedir. Bunun için onu tüketmek değil, eserleriyle üretmek durumundayız. Tâ ki onun irfan pınarı akmaya devam etsin ve nice susamışlar buradan susuzluklarını gidersin. Edeb ve Ahlâkı Elde Etmenin Yolu: Tezkiye-i Nefs Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek hadis-i şeriflerde sık sık kullanılan kavramlardan biri de hiç şüphesiz nefs kavramıdır. Bu kavram hırs, şehvet, öfke, mal ve makam düşkünlüğü gibi insa- nı öz benliğinden, insanlığından uzaklaştıran olumsuz nitelikleri içerir. Ahlak’ı güzelleştirmek ve edep sahibi olmak en başta nefsi bu gibi kötü hasletlerden arındırmakla mümkündür. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle haber vermiştir: “Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki nefsini arıtan saâdete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”1 Bu yüzden Hak dostları rivâyetlerden de hareketle nefsi insanın saâdetini engelleyen düşman olarak ilan etmişler ve onunla savaşmayı gündeme getirmişlerdir. Hemen hemen bütün sûfîlere göre ahlâkın güzelleşmesi için mutlaka nefsin eğitilmesi gerekmektedir. Çünkü insanın en büyük düşmanı olan nefis2 insana ısrarla kötülüğü emreder,3 onu aşağılara çeker. Bu yüzden insan nefsiyle büyük bir mücâdele içerisinde olmalı ve m u t l a k a Allah’tan y a r d ı m dilemelidir. Çünkü rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) Allah’tan kendisini göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsinin eline bırakmamasını istermiştir.4 Bütün Allah dostları gibi Hulûsi Efendi de bu hakîkatlere işaret etmiş ve nefsin amansız bir düşman oluşunu şu dizelerle dile getirmiştir: “Hulûsi Efendi’nin ilim ve irfanının sonradan gelenlere aktarılması, açıklanması böylece hizmet halkasının devam ettirilmesi gerekmektedir. Tarih boyunca kıymetli insanların kaleme aldıkları eserler, ardından gelenler tarafından çeşitli şekillerde çalışmalara konu edilmiş ve böylelikle o insanların eserleri daha da yaygınlık kazanmış, fikir ve düşünceleri daha çok kitlelere ulaşmıştır.” 31 Bu nefs-i bed-likânın leşkeri yağmâ eder varım Kerem kılıp inâyetle bu tuğyâna eriş ey yâr5 Bu yolun merdinden olup nefsini basdın ise Merd-i meydân-ı cihânsın gel yokuş düz arama10 Hulûsi Efendi nefsin hevâ ve heveslerine uyulmamasını öğütler. Bilindiği gibi ihlâs her işte Allah’ın rızasını gözetme niyetini ifade eder. İnsan önce niyetini, amacını belirlemeli ve bu niyeti her ortamda mutlaka göz önünde bulundurmalıdır. Kişinin niyeti Allah’ın rızası olmalıdır ki din dilinde buna ihlâs denir. Hulûsi Efendi ihlâs olmadan nefs-i emmâreden kurtulmanın imkânsızlığını şöyle dile getirir: Edelim terk-i hevâ vü hevesi cümle ne var Nice dil uzatalım sevgili ihvânımıza6 Görüldüğü gibi nefis öyle büyük bir düşmandır ki; bütün varımızı yok eder ve bizi iflasın, zarar ve ziyanın eşiğine sürükler. Bu sebeple bu düşmanla savaşmak ve onu etkisiz hâle getirmek, nefsin elinden kurtulmak gerekmektedir. Zira nefis çok sayıda askerleri olan güçlü bir düşmandır. Hulûsi Efendi bu hakîkati şöyle dile getirir: Nefsinin askerini kahra müdârâ kılma Dostlara lutf eyle düşmâna müdârâ başka7 Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere insanın kendi varlığını, var olduğu bütün değerleri yok etmeyi hedefleyen düşman iyice bir tanınmalıdır. Nefis insanı insanlığından çıkaran en büyük düşman olarak görülmeli ve o, insan için öncelikli bir tehdit unsuru olarak algılanmalıdır. Hulûsi Efendi nefsi aradan çıkarmadan dosta, yani Hz. Allah’a vâsıl olmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Bundan sonra ise insanın yapacağı nefsinin zaaflarını, kusurlarını fark edebilmesidir. Hulûsi Efendi bu hususu şöyle dillendirir: Hulûsî nefsini râm eyle nefsin râmî olmazdan Anı bas pehlivân ol başka bir mağlûb arama8 Nefsin zaaflarının, ayıp ve kusurlarının farkına varan insan artık onunla mücadele etmeye yönelmeli ve nefsi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmalı, onun arzu ve isteklerini bastırmalıdır. Bu öyle bir mücadeledir ki bu savaşın gâlibi cihanın merdi övgüsüne layık olur, gerçek bir pehlivân nişânını alır. Hulûsi Efendi’nin dizelerinde dile getirilen bu benzetmeler Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in hadisinde geçen şu ifadeyi çağrıştırmaktadır. “Asıl pehlivân güreşte değil, öfkelendiği anda öfkesini yenen kişidir.”9 32 Haziran 2012 İhlâs ile hâs eylemeden gönlü Hulûsî Emmâre-i nefsin yönü Rahmân’a yönelmez11 Hulûsi Efendi bu beyti ile sanki şu hadise işaret etmektedir: “İnsan vücûdunda bir et parçası vardır ki, o sâlih olursa bütün vücûd salâh bulur. O fesâda uğrarsa bütün vücûd fesâda uğrar. Dikkat edin bu et parçası kalptir.”12 Tabii ki burada kalp ile kastedilen insanın mânevî yönünü ihtivâ eden gönüldür. İnsan davranışlarının temelinde düşünceler ve duygular çok önemli rol oynar. Düşünce ve duyguların oluştuğu yer de gönül âlemidir. İnsanın âzâlarından güzel davranışların zuhûr etmesi için evvelâ gönlünde güzelliklerin yeşermesi gerekmektedir. Bu nedenle tasavvuf ehli büyükler insanı terbiyede ağırlıklı olarak gönlü terbiye etmeye yönelmişlerdir. Hulûsi Efendi bu hakîkati yukarıdaki beyitte dile getirmektedir. Gönül hâs olmadan nefsi terbiye etmek mümkün değildir. Nefis ile mücâdelede Hulûsi Efendi’nin dile getirdiği yollardan bir diğeri de cân zevkine yönelmektir. Nefsin arzu ve isteklerinin insan üzerindeki etkisi bu arzuların kişiye aşırı derecede bir zevk vermesidir. Nefsin arzularının vereceği zevk ancak cân zevki ile bastırılabilir. Bu hakîkatı Hulûsi Efendi şöyle ifade eder: Cân zevkine yet nefsi bırak tâlib-i Hakk ol Her derdine dermânın ola merhem-i sohbet13 Nefis ile mücâdelede izlenecek bir diğer yol ise tâattır. Kul Allah’ın emirlerine itâat ettiğinde nefsin arzu ve isteklerine karşı gâlip gelecektir. Zira ibadet ve tâatsızlık nefsin hoşuna giden hallerdendir. Bu durum Dîvân’da bu şu şekilde zikredilir: Nefsin başı hoş olur gerçi bî-namâz ile Sen namâzı bırakma mi’râc et namâz ile14 Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Hulûsi Efendi’nin ahlâk anlayışının temelinde nefsi kötü hasletlerden arındırma, gönlü ilâhî aşk ile nurlandırarak güçlendirme vardır. İnsanın dosta yani Allah’a ulaşması ve ebedî mutluluğa erebilmesi için nefsin kötü hasletlerinden kurtulması gerekmektedir. Nefsin temizliği konusunda Hulûsi Efendi’nin öne çıkardığı kavramlar ihlâs, cân zevki, tâat ve gönül eğitimidir. Hulûsi Efendi’nin görüşlerinin şu aşamalardan oluştuğunu söyleyebiliriz: tuluşun tâ kendisi olacağını bildirmiştir. Onun savunduğu ahlâk Kur’an ahlâkıdır. Bu ahlâk yüce Yaratıcı’ya karşı yüksek bir sorumluluk duygusuna dayalı bir ahlâk olduğundan her zaman ve her yerde yaşanabilir bir ahlâktır. Bu ahlâk imana dayalı bir ahlâk olduğundan muvaffakiyetlerle ve lütuflarla dolu bir ahlâktır. İnsanı kemâle, huzura erdirici bir ahlâktır. Bizâtihî Hulûsi Efendi’nin “Görüldüğü gibi nefis öyle büyük bir düşmandır ki; bütün varımızı yok eder ve bizi iflasın, zarar ve ziyanın eşiğine sürükler. Bu sebeple bu düşmanla savaşmak ve onu etkisiz hâle getirmek, nefsin elinden kurtulmak gerekmektedir. Zira nefis çok sayıda askerleri olan güçlü bir düşmandır.” Nefsin insanın özünü tehdit eden en büyük düşman olduğu kabul edilmelidir. Nefis düşmanının silah olarak kullandığı arzular, hevâ ve hevesler birer silah ve tuzak olarak fark edilmelidir. Bu tuzaklarla mücâdele edilmelidir. Bu mücâdelede en önemli kavram ihlâstır. İnsan niyetinin yani amacının sürekli her ortamda farkında olmalıdır. Nefsin insan bedenine zevk veren arzularına karşı kişi cânın yani ruhun zevkine yönelmelidir. Ayrıca nefsin arzularına karşı tâat ile karşılık verilmelidir. Değerlendirme Büyük bir Hak dostu olan Hulûsi Efendi İslâmî hakîkatleri pek yüksek bir dille, şiirin diliyle ifade etmiş, kendisinden sonra gelenlere Hak ve hakîkat yolunun esaslarını göstermiştir. Bu yolun esaslarının başında edeb ve ahlâk gelmektedir. O, kaynağını, muhtevâsını ve çerçevesini Kur’an ve Sünnet’ten alan bir edebi ve ahlâkı savunmuş; bu tarz bir ahlâkın gerek fert gerek cemiyet için kur- kendi şahsiyeti Kur’an ahlâkının her zaman ve mekânda ne derece muvaffak olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bu nedenle nesillerimize vereceğimiz en büyük hediye onların hayatlarını tezyin edecek olan Kur’an ahlâkı olacaktır. Bu ahlâk kişinin kendi zaafları ile olan mücâdeleye dayanır. Buna tezkiye-i nefs derler. Aynı zamanda bu ahlâk daha ulvî duygularla ruhu donatmaya, lâhûtî âleme gönül açmaya dayanır ki buna da tasfiye-i kalb derler. İşte insan tâ Hz. Peygamber (s.a.v.)’den itibaren gelen bu iki esasa sülûk etmekle kemâle erer. Hulûsi Efendi hu hakîkati hem hâliyle hem de kâliyle ortaya koymuştur. Dipnot *Yrd. Doç. Dr. 1 2 3 4 5 6 7 91/Şems, 6-10 8 Beyhakî, Sünen, Zühd 9 12/Yûsuf, 93 10 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, Dâru’l- 11 Fikr, hno: 17409, 10/288 12 Dîvân, 43/6 13 Dîvân, 251/4 14 Dîvân, 270/5 Dîvân, 11/5 Buhârî, Sahih, Edeb 76 Dîvân, 9/4 Dîvân, 101/7 Buhârî, Sahih, İman 40, no: 52, 1/20 Dîvân, 26/11 Dîvân, 278/1 Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. 33 ZİKREYLEYEN Edebiyat Musa TEKTAŞ “Biliniz ve dikkat ediniz ki, sizin ve bütün insanoğlunun saadeti ve felahı Yüce Allah’ı zikretmeye bağlıdır. Bütün vakitlerin imkân nispetinde Allah’ın zikri ile geçirilmesi gerekir. Bu konuda bir anlık bir gaflet bile doğru değildir.” 34 Haziran 2012 GÖNÜLLER C enâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün varlıklara kendisini tanıtmış ve onları dâimî bir sûrette zikir ile vazifelendirmiştir. Bütün varlıklar, yaratılışları muktezâsınca kendi hâllerine mahsus bir sûrette Rab’lerini tanırlar ve O’nu zikrederler. Tasavvuf yolundaki bir sâlik Allah’a ulaşabilmek için gerekli mânevî desteği zikirden alır. Zikir gönüllerin gıdasıdır. İmam-ı Rabbanî Hazretleri Mektûbat’ının 190. mektubunda zikrin önemine şu şekilde işa“Hulusi ret eder: nın İslâmlaşmasını ve Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Yesevîlik ile Nakşîliğin kolbaşıdır. Diğer yandan altın silsilenin dokuzuncu halkasını teşkil etmektedir. 440/1049 veya 441/1050 tarihinde Hemedân’a bağlı Bûzencird kasabasında dünyaya gelir.1 Çocukluk yıllarını memleketinde geçirir, daha fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak maksadıyla Bağdat, Buhara, Isfahan, Semerkant’ta ilim Efendi tahsil eder. Özellikle meşhur Hazretleri Dîvân’ındaki bir Şafiî fakihi ve Bağdat “Biliniz ve dikkat ediNizamiye Medresesi’nin rubaide kalbi uyanık dervişlerin niz ki, sizin ve bütün inmüderrisi Ebû İshak Allah’a kavuşma maksadıyla sanoğlunun saadeti ve Şîrâzî’nin (ö.476/1083) felahı Yüce Allah’ı zikretders halkasına devam çabalayan gönüllerinin meye bağlıdır. Bütün vaeder. Fıkıh, hadis elde ettikleri en büyük kazancın kitlerin imkân nispetinde ve kelâm öğrenmeye Allah’ın zikri ile geçirilmesi başlayan, zekâ ve liyakati zikir olduğunu beyan gerekir. Bu konuda bir anlık ile akranlarının önüne geçen buyurur” bir gaflet bile doğru değildir.” Hemedânî’yi, hocası Ebû İshak, yaşı küçük olmasına rağmen Her nefes, Allahu Teâlâ’nın kuluna Hemedânî’yi ilim, irfan ve iyi ahlâkı sebüyük ihsanıdır. Bu nimetin şükrünü her nefes- bebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek te îfâ etmek için zikretmek gerekir. Tasavvufî ter- gösterir ve müridlerin çoğundan onu üstün tutar. biyede zikri veren mürşid çok önemlidir. Gerçek Darendeli şair Korkmaz Hafız’ın “Okutup ilm-i mürşid sâliki hakka götürendir. Yüzbinlerce insanın Hakk’a vasıl olmasına vesile olan mürşidler- ledünn fâiku’l-akrân etmiş” mısrasında belirttiği üzere, mânevî ilim ve irfanla donatılan Es-Seyyid den biri de Yusuf el- Hemedânî Hazretleridir. Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin hayatında buna Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri, Türk Dünyası- benzer bir tabloyu görmek mümkün… 35 Babası Es-Seyyid Hatip Hasan Feyzi Efendi, çocuklarının dinî terbiye ve güzel ahlâk üzere yetişmelerine gayret eder. Bunun için de çocuklarına ilk olarak Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i öğretir. Hulûsi Efendi’nin yetişmesine özel önem verir ve daha yedi yaşında iken Kur’an’ı öğreterek hatmetmelerini sağlar. Küçük yaşından itibaren mânevî hayata açık olduğu görülen Hulûsi Efendi’nin bu durumu ile ailesi iftihar edeceği bir derecede, olgunluktadır. beytinde kötülükleri bırakıp, iç temizliği ile zikre devam etmeyi şu şekilde öğütler: Fikr-i hevâdan kalb-i riyâdan Geçip sivâdan Hakk’ı zikr eyle3 Aşk ile zikredenlerin zamanı değerlendirip zikirle kıymetlendiklerine de şöyle işaret eder: Ey gönül gel Hakk’ı zikr et aşk ile Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem4 Osman Hulûsi Efendi’nin yazmış olduğu ilahî ve kasideleri ilk olarak söylemeye başladığı yıllarda, Hatip Hasan Feyzi Efendi’nin amcası olan Hasan Efendi, O’na hitaben şöyle der: “Hatip Efendi, ben zannederdim ki ecdad bizi unuttu, fakat sizi tebrik ediyorum ki, sulbünüzden Hulûsi gibi bir evlat zuhur etti.” Mahalledeki diğer çocuklardan farklı özellikler taşıyan Osman Hulûsi Efendi’de, temiz giyiniş, güzel ahlâk üzere yaşantı, ta çocukluk günlerinde başlar ve çevresine bu hâliyle örnek teşkil eder. Bundan dolayı da, yaşadığı çevrede güven timsali olur. Hatta okul yıllarında iken kendi öğretmeninin dahi hâl ve hareketlerinden etkilendiği kaydedilmektedir. Şer’î ilimlerde büyük bir vukufiyet ve üstün başarı kazanan Yûsuf Hemedânî (k.s.), daha sonra sûfiyâne mizacının da etkisiyle tasavvufa yönelir. Sülûk-ı bâtın hakkında şu öğütlerde bulunmuştur: Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir 36 Haziran 2012 Zenginlik ve fakirlik anında, sağlık ve hastalıkta, yalnızlıkta ve toplulukta zikirden ayrılmamak kalbin huzuru, insanın süruru için elzemdir. Zikredenlerin kalpleri yeşil ağaca, gafillerin kalpleri ise kurumuş çalıya benzer. Rabbinin ismini anan dudaklar, hep O’nunla olduğunun işaretini verir. Zikir ahiret azabından korunmanın, cennet ve cemale ulaşmanın vasıtasıdır. Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “Yedi sınıf mü’min hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allahu Teâlâ’nın Arş’ının gölgesinde ağırlanırlar. Bu sınıflardan birisi de Allahu Teâlâ’yı halvette (gizlice bir köşede, sessizce) zikredip ağlayandır.” buyuruyor. Yeryüzünde bir yerde zikir yapıldığı zaman, gök ehline burası gökteki yıldız kümeleri gibi nurlu görünür. Mevlâ’sını her zaman anan zâkirler, ölünce susuzluk hissi duymaz, rahmet pınarlarından içerek Rabbine kavuşurlar. Allah (c.c.)’ın isminin anıldığı, zikrinin yapıldığı topluluğa rahmet iner, şeytan yaklaşamaz.”5 Bâtın Temizliği “Sülûk-ı bâtın; kalbi temizlemeye çalışmak ve nefsânî kötü sıfatları yok etmek için gayret sarf etmektir. Bâtın temizliği dedikleri işte budur. Kalp zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gerekir ki, kalp Hak Teâlâ’yı zikreder hâle gelsin. Bu zikir telkini önce Hz. Ebû Bekir(r.a.)’ın kalbine, Selmân-ı Fârisî (r.a)’ye, ondan Cafer-i Sâdık’a, ondan Sultan Bâyezîd’e, ondan Şeyh Ebü’l-Hasan Harakânî’ye, ondan büyük şeyh Ebû Ali Fârmedî et-Tûsî’ye ve ondan da bize ulaşmıştır.”2 müjdesiyle bizlere bildirilmiştir. Namaz kılarken, Kur’an okurken, dua ederken, dersini tesbihini yerine getirirken ve her zaman Allah (c.c.)’ın ismi anılırken, bu yaptığı işten tatlılık duyanlara, lezzet alanlara hakikat kapıları açılır, üzerine feyz ü rahmet saçılır. Kul Allah (c.c.)’ı andıkça, Allah (c.c.) da kulunu anar. Zikredilene olan sevgi, zikredenin sevilmesi vesilesiyle teslimiyet ve dostluk kapıları açılır. Gönüllerin Zikri Zikrin önemi hakkında H. Hamidettin Ateş Efendi’nin şu kelamları bizleri daha da aydınlatmaktadır: “Kişi, Allah (c.c.)’tan başka her şeyi unutup O’nun ismini anarak, sürekli tekrar ederek, mânevî lezzet bulur, kalben mutmain olur. İlahî sevgi böylece insanın iç âleminde bir muhabbet yoğunluğuyla dolar taşar taştıkça coşar. Allah (c.c.)’ı zikretmenin büyüklüğü; Kur’an-ı Kerîm’in Hulusi Efendi Hazretleri Dîvân’ındaki bir rubaide kalbi uyanık dervişlerin Allah’a kavuşma maksadıyla çabalayan gönüllerinin elde ettikleri en büyük kazancın zikir olduğunu beyan buyurur: Dervîş olan âgâh olur Her kârı zikru’llâh olur Hep cümle varından geçer Vâsıl-ı ille’llâh olur6 Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri uzun yıllar Bağdat’ta yaşadıktan sonra, hac farizasını ifa için Harameyn’e gider, hac dönüşü Bağdat’a, oradan da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey şehirlerine yönelir. Vefatına kadar buradaki hizmet faaliyetlerine devam ettirir. Herat’tan Merv’e dönerken Bagşûr yakınlarındaki Bâmeîn kasabasında, 22 Rebiulevvel 535/ 4 Kasım 1140 senesinde vefat eder. Naaşı önce oraya defnedildir, fakat bir süre sonra İbnü’n-Neccâr adında bir müridi kabrini Merv’e nakleder. Bugün mezarı, Türkmenistan sınırları içinde, Merv yakınlarındaki Bayram Ali denilen yerde olup “Hâce Yûsuf” adıyla ziyaretgâhtır.7 Hem hayatı, hem halifeleri, hem de eserleri ile ilim-amel, şeriat-tasavvuf, zâhir-bâtın, fertcemiyet, madde-mânâ ilişkilerini bir bütün olarak “İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan rızık temin etmelerini hükme bağlamıştır. İnsanların yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmalarını tabii karşılamıştır.” değerlendiren Hemedânî Hazretlerinin kişiliği ile kaynaklardaki tespitlere baktığımızda şunlar anlatılır: Sözü dinlenir, hâl sahibi, ilim ve irfan ehliydi. Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu. Hilm ve merhamet âbidesiydi. Kur’ân okumaya çok düşkündü. Dünya işlerine ehemmiyet vermezdi. Herkesin derdine yetişmeye çalışırdı. Türk ve Tacik bütün köylülere dinin farzlarını öğretmekten üşenmez, daima eğitim hizmetleri ile meşgul olurdu. İslâm’ın inanç esaslarını tevilsiz kabul eder, daima riyazet ve mücâhede hâlinde bulunur, müridlerine Peygamber(s.a.v.)’in sünnetine ve ashâbının (r.anhüm) izlediği yollara göre hareket etmeyi tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkat için 37 Sahabe Albümü derin bir muhabbetle dolu idi. Müridlerine daima dört büyük halifenin menkıbe ve faziletlerinden bahseder, onlara namaz, oruç, zikir, riyazet ve mücâhedeyi tavsiye ederdi.8 Hemedânî (k.s.), müntesiplerinin dindarlıklarını İslâm, iman ve zikir boyutunda derinleştirmelerini isterdi. sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde, bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur. Buna göre bir mürid yolunu ve gidişatını dört esas üzerine bina etmelidir. Birincisi, perhiz ve nefis riyazeti; ikincisi, lokmanın ve hırkanın helâl olması; üçüncüsü, mücâhede; dördüncüsü, zikirdir.” diye cevap verir.9 Yazımızı bitirirken, Hemedanî Hazretlerinin işaret buyurduğu üzere, nefisle mücadelede, zikirde, kendini kötülüklerden korumada anahtar rol yüklenen helal lokma meselesine H. Hamidettin Ateş Efendi’nin yorumunu da vererek sözü bağlayalım: Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri’nin Kabri Kalp ile zikir arasındaki ilişkiyi, ağaç ile su irtibatına benzeten Hemedânî (k.s)’ye göre, kalp ile tefekkür de ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek, yaprak ve çiçek çıkarmasını beklemeden ondan meyve istemek hata olur. İstense bile asla meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve imar etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve meyve kanalına yabancı olan şeylerden arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Ağaç bu özelliğe büründükten sonra onun dalından meyve istemek doğru olur. Artık bu vakit, meyve zamanıdır. Yusuf Hemedânî (k.s.)’nin kendi müridi Abdulhâlik Gucdevânî (k.s.)’ye nasihati şu şekildedir: “Bir pîrle sohbetten mahrum olan müridin her gün bu zümrenin eserlerinden sekiz varak (16 “İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan rızık temin etmelerini hükme bağlamıştır. İnsanların yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmalarını tabii karşılamıştır. Ancak İslâm, kazanç yolları ve mal-mülk edinme konusunda meşrûiyet prensibini esas almıştır. Yanlış ve haksız uygulamalar konusunda insanları uyarmış bu yönde bazı sınırlamalar getirmiştir. Bu dünyada yapılan zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün karşılığının göreceği gün gelmeden, herkes hareketlerine dikkat etmelidir. Yediği lokmaların amellere etki yaptığını iyi bilmelidir. Kişi nefsinin emirlerine uymayarak nefsiyle mücadele ederek, helal lokma yiyerek, zikrin tadına ancak varabilir.”10 Dipnot 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 38 Haziran 2012 Özköse Kadir - Şimşek H.İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yay., Ankara, 2009, s. 137. Abdülhâlik Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir–Rutbetü’lhayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 39. Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006., s. 264. Ateş, Dîvân, s. 210. H. Hamedittin Ateş, Evrad-ı Behaiyye Takdim Bölümü, Nasihat Yay., İstanbul, 2007. s. 10-11. Ateş, Dîvân, s. 344. Tosun Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay., İstanbul 2002, s.4. Özköse Kadir, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 66. Hâce Yusuf Hemedânî, “Risâle der Âdâb-ı Tarîkat/Tarîkat Âdâbı”, Hayat Nedir -Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 91-95. H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 23.03.2012. Bünyamin ERUL* Attâb b. Esîd (r.a) Adı : Attâb Künyesi : Ebû Abdirrahmân Doğum yılı : M. 610. Doğum yeri : Mekke Baba adı : Esîd b. Ebi’l-Îys b. Ümeyye elÜmevî el-Kureşî Anne adı : Zeyneb veya Ervâ bint Ebî Amr b. Ümeyye Eş(ler)i : Cüveyriye bint Ebî Cehil. Akrabaları : Tespit edilemedi Oğulları : Abdurrahmân, Ğallâb, Hâlid, Kızları : Cüveyriye Kabilesi : Kureyş’in Emevî kolundandı. İslâm’a girişi : Mekke’nin fethinde (630) Müslüman oldu. Sohbet süresi : İki yıl Rivayeti : 4-5 rivayeti var. Yaşadığı yer : Mekke, Medine Mesleği : Valilik, hac emirliği Hicreti : Medine Savaşları : Tespit edilemedi Görevleri : Hz. Peygamber (s.a.v.) Huneyn Seferine çıkarken yirmi yaşında olmasına rağmen onu Mekke’ye vali tayin etti. Mekke’nin fethedildiği yıl hac emirliği yaptı. Mekke valiliği Hz. Ebû Bekir zamanında da devam etti. Fizikî yapı : Tespit edilemedi Mizacı : Fazilet sahibi, dirayetli biriydi. Tok gözlü ve cömert biriydi. Bir gün Attâb sırtı- nı Beytullâh’a yaslamış ve şöyle demiştir: “Vallahi Rasulullah’ın (s.a.v.) beni tayin ettiği şu valilik işinden sadece şu bağlı iki elbiseyi elde ettim ve ikisini de anlaşmalı kölem Keysan’a giydirdim.” Ayrıcalığı : Hz. Peygamber (s.a.v.)’in değer ve sorumluluk verdiği gençlerden biriydi. Ömrü : 25 Ölüm yılı : H. 13. senede, bazı kaynaklarda ise 23’te vefat etmiştir. Ölüm yeri : Mekke’de, Ölüm sebebi : Tespit edilemedi Hakkında : Rasulullah (s.a.v.) Attab’ın İslâm’a girmesini arzu etmiş ve cehennemden alıkoymak istediği iki gençten biri olarak onu anmıştır. Onun sesini çok beğenmiş ve Mekke’de ezan okumasını istemiştir. Yine bazı rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ona mektup yazdığı ve bazı talimatlar verdiği anlatılmaktadır. Hadisleri : Rasulullah (s.a.v.) Attâb’a, hurmaların miktarını takdir edip zekâtını aldığı gibi, yaş üzümün de miktarını takdir ederek zekâtını kuru üzümden almasını emretti. “Hanımın üzerine halası ve teyzesiyle evlenilemez.” Kaynaklar: İstîâb, I. 314; İsâbe, IV. 429-430; Üsd, I. 738; DİA, IV. 93; İbn Sa’d, Tabakât, V. 446. *Prof. Dr. 39 Bizüm gülşendeki güller Dururlar taze solmazlar Hazân olup dökülmezler Zemistân ü bahâr olmaz Şeyh Hamid-i Velî (k.s) Kültür Resul KESENCELİ S SOMUNCU BABA VE HULÛSİ EFENDİ Aslan TEKTAŞ PANELLERİ 40 Haziran 2012 omuncu Baba ve Hulûsi Efendi (k.s.)’nin tarihî, manevî, edebî, sosyal ve kültürel şahsiyetlerinin günümüz insanları tarafından daha yakından tanınması amacıyla Kayseri, Mersin, Sivas ve Malatya’da Vakfımız tarafından ‘Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Panelleri’ düzenlendi. Panellere yoğun bir katılım gerçekleşti. İnsanlar Anadolu’nun manevî mimarlarını tanımak için belirlenen salonlara akın etti. Aynı zamanda panellere Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız Hamid Hamideddin Ateş Efendi ve devlet protokolünden pek çok sima katıldı. Kayseri Panellerimize Somuncu Baba’nın doğduğu yer olan Kayseri’den başlandı. İlk yer olarak Kayseri’nin olması tesadüfî değildi. Kayseri’de ayrı ve özel bir ilgiyle karşılanıldı. Somuncu Baba ve Neseb-i Alîsinden Hulûsi Efendi’nin anılması anlamaya çalışılma- sı insanlara ayrı bir huzur ve mutluluk veriyordu. Kadir Has Kongre Merkezi’nde yapılan panelde bir konuşma yapan Talas Belediye Başkanı Rıfat Yıldırım; “Gençlerimize idol ve örnek olarak manevî şahsiyetleri bir bir anlatmak, geleceğe bırakacağımız en büyük miras olacaktır” dedi. Başkan Yıldırım sözlerini şu şekilde tamamladı; “Darende’yi seviyor, sayıyor ve gıpta ediyoruz. Somuncu Baba tüm Anadolu’nun gönül erenlerinden birisidir. Bundan sonra da bu yolun devamı anlamında Akçakaya ile Darende arasında manevî bir köprü olacağına inanıyorum.” dedi. Kayseri’de çok güzel bir panel düzenlenirken ruhlar büyüklerle buluşmanın huzurunu yaşadı. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Panelinde, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kadir Özköse, Cumhuriyet 41 Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Alim Yıldız ile Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Eğitim ve İlmi Araştırmalar Müdürü TarihçiYazar Resul Kesenceli sunumlarını izleyicilerle paylaştı. Mersin Mersin Ticaret ve Sanayi Odası (TSO) konferans salonunda gerçekleşen panele Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Akpınar, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Soysaldı ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Eğitim ve İlmi Araştırmalar Müdürü Tarihçi-Yazar Resul Kesenceli sunumlarını izleyicilerle paylaştı. Anadolu’nun münbit topraklarından yetişen ve Anadolu’nun 42 Haziran 2012 manevî mimarları anıldı. İnsanların yoğun ilgisi karşısında ciddi bir yoğunluk yaşandı. Muhabbet ve sevgi gönüllerde hissedildi. Sivas Sivas’taki Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Paneline çok yoğun ilgi vardı. Devlet erkânı ve protokolden katılım oldukça yoğundu. Açılış konuşmalarında ise Anadolu’nun manevî mimarları bir kez daha anıldı. Sivas Vali Yardımcısı Vefa Kaya, ömrünü insanlara ve toplum hizmetlerine adayanların asla unutulmayacağını söyledi. TSO Meclis Başkanı Mustafa Sarılar da konuşmasında, çocukluk yıllarından itibaren tanıma fırsatı bulduğu Hulûsi Efendi’nin insanlara verdiği önemden bahsetti. Mustafa Sarılar; “Örnek çalışmalarla insanlara sosyal ve kültürel anlamda hizmetler üreten Hulûsi Efendi Vakfı tarihî şahsiyetlerin günümüzde daha iyi anlaşılmasını sağlamak için böylesine güzel bir toplantıyı Sivas’ta düzenlemekle bu şehre, bu şehrin sakinlerine ve manevî şahsiyetlerine verdiği değeri sergilemektedir” dedi. İl Müftüsü Yusuf Şahin ise bir düşünürün ‘Ben sevdiğimi aklımla, kalbimle asla sevmiyorum, ben sevdiklerimi ruhumla seviyorum’ dediğini hatırlatarak; “Kalp ölüme akıl unutmaya mahkûmdur ama ruh hiçbir zaman ölmez. Bizde sevdiklerimizi ruhumuzla seversek işte o zaman mana ifade eder” şeklinde görüşlerini dile getirdi. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Panelinde Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kahraman, ‘Somuncu Baba’nın Eserlerinde Hz. Peygamber Sevgisi’, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kadir Özköse, ‘Hulûsi Efendi ve Tasavvufî Edep Anlayışı’, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Alim Yıldız ise ‘İhramcızade İsmail Hakkı Efendi ve Mevlid-i Şerifi’ konularında konuşmalar yaptı. yordu. Bundan sonra da manevî mimarlardan feyz almaya devam edeceklerine dair mesajlar veriyorlardı. Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır¸ panelde yaptığı konuşmada¸ şehirlerin gelişmesi için modern¸ alt yapı sorunları olmayan¸ fizikî yapılaşmasıyla güzelleşmesi için ya- olur. Şehirler ne kadar gelişirse gelişsin¸ ekonomi ne kadar ileriye giderse gitsin bugün baktığımız zaman mutsuz¸ ruhsuz insanlar var ki¸ bu sorunu da çözmek lazım. Sadece gelişmeyi, kalkınmayı ön planda tuttuğumuzda bu buhranın içerisinden çıkmamız mümkün değil” dedi. pılan çalışmalar kadar¸ manevî yönden de imar gerektiğini bildirdi. Başkan Çakır; “Manevî imar¸ Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi gibi büyüklerimizi anlamak ve onlar gibi yaşamakla Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Panelinde Marmara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Ahmet Şimşirgil, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Malatya Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi paneli Malatya’da çok güzel ve muhteşem geçti. Malatyalıların ayrı ve özel bir ilgisi bulunuyordu. Katılım o kadar güzeldi ki manevî feyz pınarları tüm gönüllere akıyordu. Malatya Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi’yi artık tanımaya başlı- 43 Mehmet Soysaldı ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Eğitim ve İlmi Araştırmalar Müdürü Tarihçi-Yazar Resul Kesenceli sunumlarını izleyicilerle paylaştı. Malatya’daki panelde Hulûsi Efendi’nin Turgut Özal ile ilgili hatırası ve nasihatleri ile Darende İmam Hatip Lisesini açma hatırası izleyicileri duygulandırdı. Panelistlerden İzlenimler Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil: “Somuncu Baba Şeyh ni unutmamak gerekir. Aslında Somuncu Baba İstanbul’un manevî fatihidir.” Prof. Dr. Kadir Özköse: “İnsanı yetiştirmek çok önemlidir. Eserden çok insana önem vermek gerekir. Bunun içinde büyükler insana kıymet vermişlerdir. Hulûsi Efendi’nin edep anlayışı her şeyin üzeridedir. Hulûsi Efendi gönüle çok önem verir. O gönül insanı ve hizmet insanıdır. Hazretin cümleleriyle özetleyelim. “Hulûsi Efendi dergâhını, Somuncu Baba ocağı, yüce veliler yatağı, gönüllere Aslan TEKTAŞ Hamid-i Veli’yi çok iyi tanımak gerekmektedir. O, Anadolu’ya manevî fetih için gelen Horasan erenlerindendir. Somuncu Baba Anadolu’ya yön verirken Osmanlı Coğrafyası üzerinde etkileri büyüktür. Öyle ki Hacı Bayram-ı Veli ve Akşemseddin’i yetiştirirken İstanbul’un fethi ve Fatih’in üzerindeki etkisi- 44 Haziran 2012 ferahlık bahşeden feyz u rahmet bucağı, Taceddin-i Veli Hazretlerinin otağı, gamları giderip neşelere gark eden, zevk ü sürur kaynağı, Darende’nin yüz ağı, ilim ve hikmet menbaı ve güzeller oymağı olarak nitelemiştir.” Prof. Dr. Abdullah Kahraman: “Somuncu Baba Haz- retleri hep kendisini gizlemiştir. Sırrı ortaya çıktığında ayrılmıştır. Keramet göstermez istikameti düzgündür. Kendisini bir yıl takip eden birisi “Efendim hiç kerametinizi görmedim” dediğinde “Oğul bizde yalan, dedikodu, gıybet, birinin aleyhinde davranmayı gördün mü? Bizde yalnızca, dürüstlük, incelik, itina, istikameti gördün. Daha ne keramet arıyorsun” buyurmuş. Altıyüz yıldan beri bu inceliklerin devam ettiğini söylemiştir.” Prof. Dr. Alim Yıldız: “İhramcızade Hazretleri Sivas’ın gelişmesinde çok etkili bir simadır. Günümüzde İmam-Hatiplerin değeri yeni anlaşılıyor. İhramcızade İsmail Hakkı Efendi 1950’de bu okulu açmış ve buradan çok güzel insanlar yetişmiştir Günümüzde bu noktaya daha yeni geliniyor. Mevlid-i Şerif ise zor zamanda yazılmış ve insanlara yön vermiş bir eserdir.” Prof. Dr. Ali Akpınar: “Önce onlar gibi yaşamak zorundayız. Bakınız çok münbit topraklarda yaşıyorsunuz. Cennet vatanımızın her bir köşesi güzel ama Darende’yi biliyorsunuz, Darende hizmeti taşların arasından çıkaran bir yerdir. Bu topraklar dün de çok büyük insanları yetiştirdi, bu gün de yetiştiriyor. O yüzden maneviyat ruhunu bulunduğumuz yerlerde örnek şahsiyetlerin hayatları gibi yaşatmamız gerekiyor. Bir müddet Darende’de bulundum o insanlar öyledir ki sükût ehli ama eylem adamlarıdır. Hizmet insanlarıdır, çalışkandır ama yapmış oldukları işleri gizlerler.” Prof. Dr. Mehmet Soysaldı: Hulûsi Efendi ve Peygamber Sevgisi konusunda görüşlerini paylaştı, “Müslüman Allah’ı ve Allah dostlarını seven insandır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’i severek, onu örnek edinerek ve onun sünnetine ittiba ederek Hulûsi Efendi gibi yaşamak gereklidir.” Prof. Dr. Mehmet Karagöz: Sadat-ı Kiramın hizmetleri ve çalışmasının kıymetinden bahsederek büyüklerin yaptıkları güzel şeylerin açığa çıkmasını istememek, kötülüklerden de her daim uzak durmaya çalışmak gibi güzel huylarından bahsetti. Yoğun Katılım ve Teşekkür Kayseri, Mersin, Sivas ve Malatya’da halkın büyük teveccühü ile karşılaşıldı. Gelen izleyiciler gönüllüydü ve gönülleri güzeldi. Salonlar tamamıyla dolmuş hatta insanlar ayakta kalmalarına rağmen panelist- leri sonuna kadar dinlemişler, bu panellerden ayrı bir huzur ve mutluluk duymuşlardı. Panellerin bitiminde dağıtılan Somuncu Baba ekmeğini alıyorlar ayrı bir feyz, muhabbet ve berekete kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Ayrıca panellere katılan protokol ve devlet erkânı teşekkürlerini bildirirken böyle bir organizasyonun kendilerini mutlu ettiğini belirtmişlerdi. Panellerimize katılan EsSeyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Hamid Hamideddin Ateş Efendi, Sivas Vali Yardımcısı Vefa Kaya, Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır, Talas Belediye Başkanı Rıfat Yıldırım, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Mustafa Yalçın, Sivas İl Emniyet Müdürü Kemal Seyhan, Malatya Vakıflar Bölge Müdürü Yakup Aktürk, Sivas İl Müftüsü Yusuf Şahin Akdeniz, İlçe Müftüsü Bünyamin Akkoç, Mezitli İlçe Müftüsü Nusret Karabiber, Sivas TSO Meclis Başkanı Mustafa Sarılar, Mer- sin TSO Meclis Başkanı İbrahim Kiper, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Bozkuş, Prof. Dr. Abulkadir Yuvalı, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil. Prof. Mehmet Karagöz, Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Prof. Dr. Kadir Özköse, Prof. Dr. Alim Yıldız, Prof. Dr. Ali Akpınar, Prof. Dr. Mehmet Soysaldı Beylere, protokolün kıymetli üyelerine, sunucumuz M. Fatih Kerimoğlu’na, organizasyonda emeği geçen vakıf personelimize ve gönül dostlarımıza çok teşekkür ediyoruz... Sevgi ve saygılarımızla... 45 Kültür Enbiya YILDIRIM* H “Esasında insan ‘Sonra ne olacak?’ sorusunun cevabını verebilse gerçek mutluluğu yakalayabilir. ‘Zengin olacağım, şunu bunu yapacağım, çocuklarımı evereceğim, seyahat edeceğim.’ şeklindeki ileriye dönük planların her birinin ardından, ‘Sonra ne olacak?” er insanın gerçekleştirmek istediği hedefleri vardır. Birine “Neler yapmak istersin?” diye bir soru yönelttiğinizde, sizlere sayfalar dolusu tutacak planlarından bahseder. Aynı soru bize yöneltilse biz de onlardan aşağı kalmayız. Hepimizin aklında ileriye dönük hesaplar ve projeler vardır. Sonuçta insanlar hedeflediklerini elde etmek, emellerine erişmek için çırpınıp dururlar. Bir şeylerin peşinden koşmak onları ayakta tutar. Ancak hedeflerini geçekleştiremediklerinde ve istediklerini elde edemediklerinde bazen büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Kendilerini teselli edecek bir sığınak bulamadıklarında da yanlış yollara saparlar. Bazen çaresizlik içinde hayatlarına son verdikleri bile olur. Hiçbir şey olmasa buhrana düşerler. Yaşadığımız dünyada bunun örnekleri hepimizin etrafında fazlasıyla mevcuttur. HUZURSUZ HAYATLAR 46 Haziran 2012 İnsanı yaşama bağlayan şeyler sadece nefsânî istekleri ve elde etmek istediği dünyalıklar olduğunda, bunlar olduğu sürece kendisini meşgul edecek bir şeyler var demektir. Hatta bu koşturmaca bütün bir hayat boyu devam edebilir. Ancak bu tür kazanımlar insanın mânevî açlığını doyuramazlar. Nitekim büyük servetlerine rağmen hayatlarından tat alamadıkları için mutsuz olduklarını söyleyen veya yaşamlarına son veren ünlülerin sayısı hiç de az değildir. O zaman ortada bir tatminsizlik var demektir. Bir şeylerin doyurulamaması gibi bir durum söz konusudur. Hayal Kırıklığı Kaldı ki insan her istediğini elde etse bile yaşam bir müddet sonra kendisi için tek düze hale gelebilir. Çünkü her şeyi elde etmenin bir sonu yoktur ve biriken dünyalıkla birlikte insanın mutluluğu bir noktadan sonra artık çoğalmaz. Kazanımlar insana mutluluk vermez olur. Elde etmek istediklerini kazanamayınca büyük bir hayal kırıklığına uğrayan insan gibi hayata küsüverir. Her iki durumda da insanı rahatlatacak ve görünür olanın ötesinde ona bir sığınma kapısı açacak bir alana ihtiyaç vardır. Bu sağlanmadığı zaman insanın hayatını tüketen olumsuzluklar yaşamını kemirmeye başlar. İslâm’a gelince; bu son din insana öncelikle yaşamın sadece hazlar ve dünyalıklarla sınırlı olmadığını söyler. Yaşamanın ne için ve hangi ölçüler içerisinde sürdürülmesi gerektiğini anlatır. Ahlakî çizgiler belirler, başkala- rını da düşünen bir yaşam felsefesi öğütler. Paylaşımcılığı, diğergamlığı ve adaletli davranmayı, güvenilir ve doğru olmayı, nefsi öncelememeyi öğretir. Böyle olunca da insanın yaşantısında haz ve dünyalık elde etmenin yanında yeni alternatifler ve seçenekler belirir. Kişi hayatını devam ettirirken gündelik yaşantısını bezeyeceği ve onlarla mutlu olacağı yepyeni alanlara sahip olur. Bunun yanında İslâm insana ölüm ötesi diye bir şeyin var olduğunu söyler. Dünyanın birinci hedef olmamasını, asıl olanın ölüm sonrası ebedî yaşam olduğunu öğütler. Sevap ve azabı haber verir: “Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardandır.”1 “Kim dünya nimetini isterse, bilsin ki dünya ve âhiret nimeti Allah katındadır. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi görendir.”2 Bunların gerçekten bilincine varan mü’mini dünyada hiç bir şey yıkamaz. Çünkü elde edemedikleri karşısında tevekkül sahibidir. Elinden kaçırmasında bir hayır vardır, diye düşünür. Karşılaştığı olumsuzlukları bir şekilde 47 hayra yormasını bilir. “Ben elimden geleni yaptım ama başaramadım, inşallah Rabbim âhirette bunun karşılığını bana verir.” diye düşünür. Çabasının bir şekilde karşısına çıkacağına inandığından dolayı da yeise düşmez. “Çabaladım, çırpındım ama kahretsin olmadı.” demek alına gelmez. Allah’a ve onun takdirine olan inancı çok güçlü olduğundan her gelenin yine ondan geldiğini bilir ve isyankâr bir ruh hali sergilemez. Başarılı olsa da başaramasa da mutludur. Yetinmesini bilir. Çünkü onun rabbi “Mü›minler, yalnızca Allah›a tevekkül etmelidir.”3, “Kim Allah’a tevekkül ederse, o ona yeter.”4 buyurmaktadır. İslâm’ın konumuz çerçevesindeki diğer bir güzel yönü de caydırıcılığıdır. İstedikleri gerçekleşmeyen insanı haram sayılan yollara başvurmaktan acıklı azap haberiyle engeller. Başarısız bireyin kendisini dağıtmasının, hayata küsmesinin önüne geçer. İnsana olan biteni kabullenmeyi öğretir. Kendisini içkiye ve diğer kötü alışkanlıklara vurmasına mâni olur. Hatta yaşama küsüp hayatını sonlandırmaya kalkanları bile tekrardan hayata bağlar. Çünkü İslâm’a göre kişinin kendi eliyle yaşamını nihayetlendirmesi çok acı bir azabı da peşinden getirecektir. Kişi kendisinin hayatına hangi yolla kıyarsa kıyamette aynı şekilde azaba dûçâr olacaktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: «Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir 48 Haziran 2012 adam vardı. Yarasının acısına dayanamayarak bir bıçak aldı ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; ‘Kulum canını almakta bana karşı acele etti, ben de ona cenneti haram kıldım’ buyurdu.”5 “Kim kendisini bıçak gibi keskin bir şeyle öldürürse, cehennem ateşinde onunla azap görür.”6 “(Dünyada) kendisini boğan cehennemde de kendisini boğar, dünyada kendisini vuran cehennemde kendisini vurur.”7 Bu dehşetli azaptan korkan insan kendisine çeki düzen verir ve Allah’ın ihsan ettiği yaşamı vâdesi geldiğinde yine Allah’ın almasını bekler. İslâm böylece kula hayatını ikinci kez bahşeder. Bir müddet sonra da yaşamın kıyısına gelmiş olan bu kişi aptallığına yanar ve ne kadar gereksiz yere hayatına son vermeye çalıştığını düşünür. Ömrünü kötü sonlandırmadığı için de Rabbine şükreder. Sonra Ne Olacak? Esasında insan “Sonra ne olacak?” sorusunun cevabını verebilse gerçek mutluluğu yakalayabilir. “Zengin olacağım, şunu bunu yapacağım, çocuklarımı evereceğim, seyahat edeceğim.” şeklindeki ileriye dönük planların her birinin ardından, “Sonra ne olacak?” sorusunu sorduğumuzda karşımızdaki bir yerde tıkanıp kalır. Belki biz, “Sonra ne olacak?” diye sordukça ölene kadar yapacağı işleri sıralayarak kendisince planlar söyleyebiliriz. Ancak iş ölüme gelip dayandığında “Sonra ne olacak?” sorusunun cevabı insanı titretir. Çünkü sadece hazlar ve dünyalıklar peşinde geçen bir ömrün sonunda insanı bekleyen ebedî yurttaki yaşamın nasıl olacağı üç aşağı beş yukarı bellidir. Çünkü ebedî hayat dünyadaki mânevî kazanımlara göre şekillenecektir. Bu nedenle, makul sınırlar içerisinde düşünen bir insan ardı ardına tekrar eden “Sonra ne olacak?” sorularıyla sarsılır ve ölüm ötesi için kendisini hazır etmeye bakar. Yaşam felsefesini değiştirerek kanâati, başkaları için fedâkârlık yapmayı, iyi ahlaklı biri olmayı, fesat olmamayı, haset etmemeyi, kin gütmemeyi, dedikodu yapmamayı, örnek bir kişilik sergilemeyi kendisine düstur edinir. İyi bir Müslüman olur. VEDA TEPESİ Kudüs’ün ürkek gözyaşları Diyarbekir’in gözlerinden akar Tunus’un yanaklarından sızan Kahire’nin koyu kanıdır Şam’ın sonbahar saçları Dökülür derisinden Yemen’in Medine tüter Mekke’nin burnunda Düğümlenir boğazı İstanbul’un Vedâ tepesinden uyanış doğar Bilal YAVUZ Hayatın hem kendimiz hem de yakınımızdaki insanlar için anlamsızlaşmaması için atılacak küçük adımlar bulunmaktadır. Bunları yapabilirsek mutluluk sandığımız şeylerin gerçekte bizi mutlu etmediğini, kulluktan alıkoyduğunu, bizi oyaladığını anlayacağız. Çünkü İslâm’la bezenmemiş hiç bir şey insana saâdeti getirmeyecektir. İşin başı insanın yaratılış gayesini unutmamasıdır. Bu akılda kaldıkça problemler bir şekilde çözülecektir. Dipnot *Prof. Dr. 1 2 3 4 3/Âl-i İmrân, 114 4/Nisâ, 134 3/Âl-i İmrân, 122 65/Talâk, 3 5 6 7 Buhârî, 3204 Buhârî, 1275 Buhârî, 1276 49 A Kadın ve Aile M. Aybike SİNAN OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE AİLE EĞİTİMİ “Osman Hulûsi Efendi, ilim ve irfan Hak mektebinde okunmalı düsturunu kendi hayatında tatbik etmiş, sonra da etrafını bir meşale gibi aydınlatmış, Darende’yi bir irfan ve kültür merkezi yapmıştır.” 50 Haziran 2012 ile, hiç şüphesiz bir toplumun zembereğidir, anahtarıdır, merkez ve mihenk taşıdır. Hem en küçük hem en büyük birimidir. Toplumun bekası, bir ülkenin geleceği için en önemli kurumdur aile. İnsanlığın istikbali aileye bağlıdır. Aile varsa özellikle sağlıklı temeller üzerinde bina edilmiş ise o zaman geleceğimizden söz edebiliriz. İşte Darende’de bir ışık gibi etrafını aydınlatan, has bahçenin gülü gibi etrafına kokular salan, ışıklandıran, bir gönüller sultanı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri de bu meseleye hususan eğilmiştir. Kendi ailesinde de bizzat uygulayıp hayata geçirdiği eğitim meselesi üzerine otuz ikinci Hutbesinde cemaatine şöyle seslenmiştir: Çocuklarının terbiyesini ihmal eden onlara bakmayan babalar ve analar hem Allah yanında hem cemiyet nazarında suçludur.” Osman Hulûsi Efendi, çocuğun ilk çocukluk yıllarının önemini özellikle vurgular ve terbiye, ahlâk ve eğitimin çok küçük birlikte yaşayan insanların kabul edilebilir ortak tavırlar, benzer davranışlar göstermeleridir. Oysa terbiye zaruridir, hem dinî temelleri vardır, hem de insanın mutluluğunu ve huzurunu esas alır. Nitekim hepiniz görüyorsunuz birçok okul bitirip, birçok li- “İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan rızık temin etmelerini hükme bağlamıştır. İnsanların yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmalarını tabii karşılamıştır.” iken verilmesinin daha kalıcı ve etkili olacağının altını çizer. Müslümanlık Nazarında Çocuk Nitekim Sevgili Peygamber Efendimiz de çocuk eğitimi ile alakalı şunları söylemektedir. Müslümanlık nazarında çocuklar dünyanın en güzel, en hayırlı metaıdır. Evin bereketidir. Cennet kokularından bir koku ve Allah’ın bir hediyesidir. Allah ihsan eylediği bu hediyeye karşı şükretmek, ana babaya düşen bir vazifedir, bir borçtur. “Çocuklarınıza ikram ediniz, iyi bakınız, terbiyelerine çok dikkat ediniz. Onları güzel terbiye ediniz, onlara mutlaka muhtaç oldukları şeyleri öğretiniz, yüzücülük, atıcılık, gibi hayat idmanlarını belletiniz, onları helal rızık ile besleyiniz.” Her ana ve baba bundan mesuldür. O bu mesuliyetten kurtulabilmek için Allah’ın ihsan eylediği bu hediyeyi tertemiz muhafaza etmek, arızasız büyütmek, bunlara dinini, dünyasını öğretmek, Allah’ın kitabını belletmek, dünya ve ahrette mesul olacak şekilde hazırlamak lazımdır. Esasında eğitim ve terbiye etmek gaye itibarıyla birbirine benzese de aralarında mânevî anlamda farklar vardır. Zira eğitim arzu edilen bazı disiplinlerin çocuğa öğretmek, bilgilendirmek karşılığına denk gelse de; terbiyenin amacı bambaşkadır, çünkü toplumsal yaşantının ana gayelerinden birisi de san öğrenip de toplumun edep ve irfanına aykırı hareket eden insanlar vardır ve biz bunları hoş karşılamayız çoğunlukla. Ülkemizde terbiye ve eğitim zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılmışsa da ikisi asla aynı şey değildir. Nitekim bir çocuk utanma duygusunu, ar etmeyi, ahlâklı olmayı, adab-ı muaşereti önce aile çevresinde öğrenir. Okul başladığında zaten bir çocuk aşağı yukarı bu etik değerleri öğrenerek gelmiştir. İşte Osman Hulûsi Efendi Hazretleri, bu noktaların ne kadar ehemmiyetli olduğunu 32. hutbesinde bakınız nasıl anlatıyor: “Doğduğu günden itibaren çocuklarımızın sıhhatinden, gıdasından yiyip içtikleri şeylerden mesulüz. Altı yedi yaşların- 51 dan sonra bu mesuliyet çoğalır. Çünkü çocuğun asıl istikbali bundan sonra hazırlanacaktır. Bu devirde çocuğun ahlâkî terbiyesi üzerinde ana ile babanın çok büyük rolü vardır. Şunu hatırdan çıkarmayınız ki evlatlarımızın beşeriyette hayırlı bir evlat veyahut muzır bir mikrop olarak yetişmesinden hem Allah yanında hem de beşeriyet nazarında mesulsünüz. Dünyada iken çocuklarımızı güzel bir şekilde terbiye etmek onlara Müslümanlığı belletmek, dünyası için lazım olanları öğretmek, kendi ahretimizi de mamur etmek demektir. Dünyada iken hayırlı bir evlat yetiştiren adamın öldükten sonra hayır ve sevap defteri kapanmaz.” Aile Ocağının Ateşi Tahsil ve terbiyesine dikkat ve ihtimam olunan bir evlat, hem ailesinin şerefini yükseltir, hem de ulusunun kuvvetini artırır. Terbiyesi noksan olan bir evlat, hem kendi namını kirletir, hem ailesinin yüzünü karartır, hem de beşeriyetin başına bela kesilir.” Osman Hulûsi Efendi, gözümüzün nuru bakıp büyüttüğümüz yavrularımızın mutluğu ve saadeti için de terbiye ve eğitimin önemini vurgular. Bugün gazetelerin üçüncü sayfalarına baktığımızda eğitim seviyesi düşük, ailevi sorunlara duçar olmuş anne ve babaların çocuklarının daha çok suça ve günaha bulaşmış olduklarını ibretle gözlüyoruz. İşte Osman Hulûsi Efendi bu hususu şu şekilde ifade etmektedir: Çocuklarımıza güzel bir İslâm terbiyesi vermekle onların istikbalini, istikbaldeki saadetlerini hazırlamış, milletimizin kuvvetine yardım etmiş olmakla beraber ahretimiz için de büyük bir hazırlık yapıyoruz demektir. 52 Haziran 2012 Osman Hulûsi Efendi, bu söylediklerini aynen tatbik etmiş ve birbirinden hayırlı ve mükemmel evlatlar yetiştirmiştir. Gerek eşine gösterdiği nezaket, nezahat, letafet, şefkat ve merhameti çocuklarından da esirgememiş, onlara hem maddi hem mânevî öğretmenlik yapmıştır. Edep ve irfanın her dem gönül sofrasına konduğu, şefkat ve muhabbetin pencereden, bacadan taştığı bu aile ocağının ateşini tutuşturan, canlandıran ve asla söndürmeyen bir baba, bir aile reisi, bir hoca ve bir mürşit olmuştur. Aile eğitiminde sözden çok davranış ve yaşantının çocuklar üzerinde etkili olduğunu hem din âlimleri hem de bilim adamları söylüyorlar. Çocukların gözü önünde aile büyüklerine saygıyla ve hürmetle muamele eden, güzel ahlâkını ve davranışlarını gösteren ana babaya ileriki yaşlarda çocukları da aynı muameleyi göstereceklerdir, bundan hiç kuşku yoktur. Bu hususta da Osman Hulûsi Efendi şunları söyler Hutbelerinde: “Onların haklı sözlerini tutup, haksız sözlerine karşı da ses çıkarmayacağız. Dövseler de sövseler de hâşâ, değil el kaldırmak, dil bile uzatmayacağız. Onların her hâline tahammül göstereceğiz. Zira Allah’ın emri böyledir. Unutmayalım ki bizi dünyaya onlar getirmiş, bizimle Mevla arasında onlar sebep olmuşlardır. Bizi sadece dünyaya getirmekle kalmamış, en aciz zamanlarda bizim bin türlü mihnetimizi, meşakkatimizi de çekmişlerdir. Bizi can u gönülden bağırlarına basmış; kılımıza zarar gelmesin diye hep üzerimize titremişlerdir. Şimdi o günlerimiz geçti, biz büyüdük, her şeye gücümüz yeter bir hâle geldik. Onların bizlere olan iyiliklerini unutmamalıyız. Onların o iyiliklerine karşı nankörlük, taşkınlık etmemeliyiz. Hele onlar yaşlarını başlarını alıp ihtiyarlamışlarsa, hele onlar alil, hasta düşüp bize muhtaç bir hâle gelmişlerse düşünün bir kere bize ne yapmak düşer?” Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, aile içinde terbiye ve eğitimin ehemmiyetini zikrederken öte yandan okul ve bilginin de ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun ısrarla altını çizer. Bu nedenle etrafında kızlı erkekli herkesin eğitimine önem verip teşvik etmiş ve okul ile eğitimin sağlanması yolunu desteklemiştir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, eğitime olan inancını ayet ve hadislerin ışığında insanlara ulaştırır. Öyle ki bu toplumun geleciği öncelikle edep irfan, terbiye ve eğitimden geçer. Burada mutlaka sizlerin de dikkatini celbetmiştir. Oğullarına, kızlarının gönüllerinin incitilmemesini özellikle istemektedir. Zira aile eğitiminde müştür. Dolayısıyla gerek bedene eğitimini, gerek ruh eğitimini, gerekse davranış eğitimini kısacası terbiye ve eğitim denen nizam ve intizam kurallarını bizzat kız-erkek ayrımı yapmaksızın çocuklarının her anlamda iyi yetişmesini arzu eden bir baba olarak hatta bir nebze kızlarını da daha ihtimam göstererek kadınlara verdiği önemi ve hassasiyeti de gözler önüne sermiştir. kendi çocuklarına, ailesi çevresine, hayatına, yansıtmış ve karşılığını da ziyadesiyle almıştır. İlilim ve İrfan Mektebi Osman Hulûsi Efendi, ilim ve irfan Hak mektebinde okunmalı düsturunu kendi hayatında tatbik etmiş, sonra da etrafını bir meşale gibi aydınlatmış, Darende’yi bir irfan ve kültür merkezi yapmıştır. Bütün yaşantısında doğruluktan ayrılmayan iyilik yapan, kötülüğü iyilik ve güzellik ile savan, güler yüzlü kâmil bir kişilik olmuş ve bunu da en çok kendi aile yaşantısında yaşamış ve yaşatmıştır. Mesela muhterem mahdumları Kemal, Ahmet, Şemseddin ve Hamid Hamiddettin Ateş Beyefendilere göndermiş olduğu şu mektubun üslubu, nezaketin, nezahetin, şefkatin, adaletin ve merhametin en derin izlerini taşımıyor mu? “Gözlerinizden öperim, Sonuç Elhamdülillah, Mekke-i Mükerreme’ye salimen vasıl olduk. Yarın Arafat’a gideceğiz inşallah Teâlâ. Valideniz muhabbetle gözlerinizden öpüyor. Kızların gönüllerini incitmeyin. Aişemize ve Hamid’e, akrabalara selam ve dualarla cümlesinin gözlerinden öperim.” Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, bir mütefekkir olarak, bir din âlimi olarak, bir mürşit olarak cemaatine söylediği her ne varsa önce kendi hayatında ve ailesinde tatbik etmiş, eğitimin her türlüsünü gerek gönül eğitimi, gerek akıl eğitimini ön gör- Osman Hulûsi Efendi, nezaket ve inceliğin en latif ve en zarif biçimini yaşamış ve çevresinde de yaşanmasını sağlamış vesile olmuştur. Mektûbât’ında hayatında yer etmiş hemen herkese mektuplar yazarak hislerini zarif ve ince gönül teliyle terennüm eden bir gönüller sultanını görüyoruz. Edebin, hissiyatın, nezaketin tel tel dokunduğu bir ortamdan söz ediyoruz. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. 53 İlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI* İ nsan yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak zorundadır. Onun mutluluğu, huzuru, toplumun huzur ve mutluluğuna bağlıdır. Zira kişisel bazda huzur ve mutluluk toplumun huzur ve mutluluğu yakalaması ile mümkündür. Toplum halinde yaşamanın belirli ilke ve kuralları vardır. Bu ilke ve kurallar yerine göre hukuk, yerine göre dinî ve yerine göre de ahlakî kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, söz konusu bu ilke ve kurallara uymada, toplumun her bireyinin aynı dikkat ve duyarlılığı gösterdiği söylenemez. Böyle olunca, toplumdaki bireyler çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış, küsmüş olabilirler. AFFETMEK “İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında, kötülüğü yapan insana bir iyilik yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eriyip yok olur. Kötülük yapan insana iyilikle karşılık verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye başlar.” 54 Haziran 2012 İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler; bir münakaşada öfke ve kızgınlık sonucu sarf edilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi zamanda bir başkası tarafından taşınan sözlerden meydana gelmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, bu durumda asıl olan, söz konusu kırgınlığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara taşınması değil, kardeşlik anlayışı ve hukukun yeniden tesisi için her bireyin çaba sarf etmesidir. Yüce dinimiz, bu tür istenmeyen hadiselerin ortadan kaldırılması için bir dizi tedbirler almış ve bazı yollar göstermiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Bir müslümanın Müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs/dargın durması helal değildir.” buyurmuştur. Dolayısıyla müminler arasında vuku bulan dargınlığın fazla büyütülmemesini, bu halin üç günü geçmemesini tavsiye etmektedir. Atalarımız da: “Müslümünın Müslümana küskünlüğü tülbent kuruyuncaya kadardır.” diyerek insanların birbirleriyle küs durmamalarını ve kısa zamanda barışmalarını en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir. İslâm beşeri ilişkilere çok önem vermiştir. İnsanların birbirine karşı daima sevgi ve saygıyla davranması gerekir. Zira birbirini seven, birbirine karşı hoşgörülü olan insanlardan meydana gelen bir toplumda huzur, barış ve esenlik olur. Kur’an, getirmiş olduğu prensiplerle insanların birbirine karşı hoşgörülü olmasını ve yapılan hataların affedilmesini istemektedir. Nitekim “İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” yüce Allah, Fussilet Suresi 34-35. ayetlerde: “İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” 55 Bu iki ayette, insanlar arasındaki anlaşmazlık ve çekişmelerin sonucu meydana gelen kırgınlık ve düşmanlığı gidermenin yolu açıklanmaktadır. İyilik ve kötülük elbette bir değildir. Yapılan iyiliğe karşı iyilik yapmak her insandan beklenen ve her insanın yapabileceği bir davranıştır. Ancak kötülüğe karşı iyilik yapmak her insanın yapabileceği bir şey değildir. İşte Kur’an bu ayetlerde bize insanlar arasındaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlığın giderilmesinin en güzel yolunu göstermektedir. O da; yapılan kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında, kötülüğü yapan insana bir iyilik yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eriyip yok olur. Kötülük yapan insana iyilikle karşılık verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye başlar. Çünkü kalpler iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Asıl önemli olan kendisine kötülük yapılan insanın, nefsini ve şeytanın vesvesesini yenip kendisine kötülük yapana karşı iyilik yapmaya yönelmesidir. Tabi ki bu davranış her insanın yapabileceği bir şey değildir. Yapılan kötülüğe kimler iyilikle karşılık verebilir ve kimler bu olgunluğu gösterebilir? Yukarıda zikrettiğimiz ayette şu iki sıfata sahip olan insanların ancak böylesine bir olgunluk gösterebilecekleri belirtilmektedir: a) Sabretmesini bilen erdemli müminler, b) Allah yolunda hizmette büyük paya sahip olan, faziletli insanlar. Böyle durumlarda şeytan, durmadan insanın nefsine sinyaller gönderip kötülüğe kötülükle karşılık vermesini telkin eder. Nefis ise kötülüğe daha çok yatkındır. Cenâb-ı Hak, mü’minin sözü edilen vesvesenin tesirinden kurtulması için en kestirme yolu şöyle belirlemektedir: “Şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, duaları işitip icabet eden ve her şeyi bilendir.”1 56 Haziran 2012 Kur’an bu ayetle bizlere insanlar arasındaki ilişkilerin düzenli bir şekilde başarıyla yürütülmesinin metodunu vermektedir. Kur’an’ın verdiği bu yöntem gerçekten çok güzel bir yöntemdir. Nasıl ateş karşısında hiçbir buzun dayanması mümkün değilse erimeye ve yok olmaya mahkûmsa aynen öyle de iyilik karşısında insanın öfke ve kini, düşmanlığı ne kadar çok olursa olsun dayanması mümkün değildir. Burada asr-ı saadetten bir örnekle konumuzu daha anlaşılır kılmak istiyoruz: Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın Mıstah adında fakir ve muhtaç bir akrabası vardı. Bu zat onun halasının oğlu olup onun evinde barınan bir yetimdi. Hz. Ebu Bekir, hem ona hem onun ailesine karşılıksız yardım ederdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) kıymetli eşi, Hz. Ebu Bekir’in de kızı olan Aişe validemize ağır bir iftira atılması şeklindeki İfk Hadisesi gerçekleştiğinde, Mıstah’ın da söylentiyi yayanlar arasında adı geçiyordu. Bu sebeple Hz. Ebu Bekir, Mıstah’a çok kızmıştı. Ona artık yardım etmeyeceğine dair yemin ederek: “Kalkın buradan! Ben sizden değilim ve siz de benden değilsiniz. Bundan böyle hiçbiriniz benim yanıma gelmesin.” dedi. Mıstah ise, kendinin masum olduğunu iddia ediyordu. Söylediğine göre o iftirayı atanlardan değildi. Sadece şair Hassan’ın bu konu ile ilgili söylediği bir şiire gülmüştü. Mıstah, yeminler ederek Hz. Ebu Bekir’e: “Bizi başkalarına muhtaç etmemen için Allah’a, İslâm dinine, şefkatin ve akrabalığımızın namına sana yemin ederim. O işte bizim hiçbir günahımız yoktur.” demişti. Ancak Hz. Ebu Bekir ikna olmamıştı. Onun bu ağır yeminine karşı: “İftira hakkında söz söylemedinse de, söyleyenlere gülmedin mi?” dedi. Hz. Ebu Bekir ile Mıstah’ın arasında mücadele böyle sürüp giderken, Peygamber (s.a.v.)’e şu ayet vahyedildi:2 “İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”3 Vahyin inmesinden sonra, Peygamber aleyhisselam, derhal Hz. Ebu Bekir’e haber gönderdi: “Allah, bana bir ayet vahyetti. Mıstah ve ailesini evden çıkarmaktan seni nehyediyor!” dedi. Bu haberi duyan Hz. Ebu Bekir, ‘Allahu Ekber’ diyerek tekbir getirdi ve çok sevindi. Hemen Rasulullah’ın yanına giderek hakkında inen ayeti kendisine okumasını rica etti. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona ayeti okumaya başladı. Hz. Ebu Bekir, ayetteki, “Allah’ın da sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?” ifadesini duyunca: “Evet Ya Rabbi! Rabbimin beni bağışlamasından elbette hoşlanırım ve onları kovmaktan kesinlikle vazgeçtim.” dedi. Mıstah’a hemen adam göndererek bu durumdan onu haberdar etti. Bu olay üzerine Hz. Ebu Bekir, “Allah’a yemin ederim ki daha evvel yaptığım yardımı fazlasıyla yapacağım.” diyerek Mıstah’a önceki yardımının iki katını yapmaya başladı. Dindar, muttaki, faziletli ve varlıklı zengin kişiler, fakirlere, muhtaçlara yapmakta oldukları yardımı, onların işledikleri günahlardan ve hatalardan dolayı kesmemelidirler. Onların işledikleri suçları affederek daha evvel yaptıkları yardımla- rına devam etmelidirler. Bu şekilde davrananların günahlarını da Allah affeder ve onları cennete koyar. Bizler, nasıl Allah’ın, günahlarımızı affetmesini istiyorsak, o hâlde biz de bize karşı hata yapan insanları affetmeliyiz. Affetmek en büyük fazilet ve hayırdır. Yüce Allah, Şura Suresinde 36-37. ayetlerde gerçek müminlerin, Allah’a tevekkül eden, büyük günahlardan, çirkin işlerden kaçınan ve kızdıkları zaman da bağışlayan kimseler olduğunu belirtmekte, Al-i İmran Suresi 134. ayette de yine öfkelerine hâkim olan müminleri övmekte, onlara genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet bahçelerini vereceğini vaat etmekte- 57 dir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesine göre asıl kahraman kızdığı zaman öfkesine hâkim olabilen insandır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.” buyruğu ile de Allah’ın kendisini bağışlamasını isteyen kulların hata yapan insanları affetmeleri gerektiğini belirtmektedir. Atalarımız da, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır.” demişlerdir. Burada asr-ı saadetten bir olayı aktarmak istiyorum. Bir gün ashap, Peygamberimize (s.a.v.) Hz. Ali’yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali’yi çağırmaya adam gönderdi ve orada bulunanlara sordu: Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yaparsınız? Cevap verdiler: “Yine iyilik yaparız.” “Yine kötülük yapsa?” “Biz yine iyilik ederiz.” “Yine kötülük yapsa?” Ashap cevap vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun anlamı, kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile, iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti. Bu sırada, Hz. Ali o meclise geldi. Rasûlullah Hz. Ali’ye sordu: “Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?” “Yine iyilik ederdim.” “Yine kötülük yapsa?” “Yine iyilik yapardım.” Hz. Peygamber (s.a.v.) soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali, yedi defasında da “Yine iyilik ederdim.” diye cevap verdi. Ashap: Ya Rasûlallah, Ali’yi çok sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler. 58 Haziran 2012 İslâm ahlakında “kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek” kuralı vardır. Fıtratı, temel insanlık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etmenin, kötü yoldan çevirmenin, erdemli topluluğa yeniden katmanın yollarından biri de budur. LEYL DEDİM YÂR İSTEDİM!.. Netice olarak diyebiliriz ki; 1. Kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil iman sahibi olduğunu gösterir. Beşerî ilişkilerde daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak, bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın müminlere yakışan güzel hasletlerden olduğunu unutmamak gerekir. 2. Daima Cenab-ı Hakk’ın bizi bağışlamasını arzu etmek gerekir. İyilikte bulunduğumuz, insanları affettiğimiz, hoşgörüyle davrandığımız nispette Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine lâyık düzeye gelebileceğimizi unutmamalıyız. 3. Hayırlı bir işin terki için yemin eden kimse yeminini bozarak o hayırlı işi yapmalı ve yemini için kefaret vermelidir. Gönül oku hâlde ne var? Âlem gider sal içinde!.. Sök yükünü eyle pazar; Naçar kalma yol içinde!.. Şeklim döndü günden güne; Yol göründü sondan öne!.. Lâyık mıyım bu sürgüne, Yetmiş iki dil içinde?.. Başımdadır aşk melâlin; Hilkâti var her zevâlin!.. Hüzün deren bu ahvâlin; Gülzârı var gül içinde!.. Tefekkür et, eyle nazar; Sana senden yakında Yâr!.. Yan ki dinsin bu intizâr; Arzdan Arş’a kul içinde!.. Sen ecele boyun verdin; Bir çileyi ömre serdin!.. Dost bağına hikmet derdin; Sar, kalmasın el içinde!.. Takvâ ile gül besledim; Her nefeste nefs eledim!.. ‘Leylâ’ dedim yâr istedim; Mecnûn oldum çöl içinde!.. Rıfat ARAZ 4. Mal ve serveti faziletle birleştirmek; böylece muhtaç durumda olan yakınlara ve akrabalara yardıma devam etmek gerekir. İnsanın yalnız kendisi için değil, ailesi, akrabaları ve çevresi için de çalışıp kazandığı şuurunda olması gerekir. Çünkü fert toplumun kopmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda ahlak ve faziletten kopuk bir servette hayır ve rahmet bulunmamaktadır. 5. Yakınların ve akrabaların bütün iyiliklere rağmen nankörlük etmelerine kızıp onlardan yardımı kesmemek, yaptığımız ve yapacağımız iyiliklerin karşılığını yalnız Allah’tan beklemek gerekir. İnsanlardan takdir ve teşekkür beklemeye gerek yoktur. Dipnot *Prof. Dr. 1 2 3 7/Araf, 200 Buhârî, Şehâdât, 15, Meğâzî, 34, Tefsir 24. sure, 6, 11, Eyman, 18; Müslim, Tevbe, 56; Tirmizî, Tefsir 24. sure, 4 24/Nur, 22 59 “Kur’ân’ı anlamak, hakîkatin bilgisini öğrenmek demektir. Çünkü Allah, insan, eşya, evren, öte dünya, değerler, ahlakî erdemler, geçmiş peygamberler ve insanın dünya hayatından sonra ne olacağına dair en doğru bilgileri bize Kur’ân vermektedir.” Fıkıh Abdullah KAHRAMAN* KUR’ÂN EĞİTİMİ Kur’ân’ı Okumak (Tilâvetü’l-Kur’ân) Kur’ân, okunmak, anlaşılmak ve uygulanmak için gönderilmiş bir kitaptır. Onu anlamaya geçmeden önce doğru okumak şarttır. Çünkü usûlüne göre okumak doğru anlamının ön şartıdır. Bu gerçeği dikkate alan âlimlerimiz, ya “Kur’ân Okuma Âdâbı” adıyla müstakil kitaplar yazmışlar veya Kur’ân’la ilgili olarak yazdıkları kitapların içinde böyle bir başlığa yer vermişlerdir. Meselâ İmam Nevevî, “Âdâbu Hameleti’lKur’ân” adıyla bir kitap yazmıştır. Aynı zamanda el-Ezkâr adlı eserinde Kitabu Tilâveti’l-Kur’ân diye özel bir başlık açmıştır. Her iki eserinde de Kur’ân okumanın âdâbından bahsetmiştir. İmam Kurtubî de el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân adlı tefsirinin ilk cildinin başında Kur’ân’ı nasıl okumamız gerektiğine dair geniş malumat vermiştir. Bütün bunlar Kur’ân’ın sıradan bir kitap gibi okunamayacağını göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v), sahâbe-i kirâm (r.ahm) ve bilinçli Müslümanlar Allah’ın kitabını hep bir âdâb ve usûl dairesinde okumuşlardır. Fakihlerin abdest şartı üzerinde ısrar etmesinin temel sebebi de budur. Kur’ân’ın okunmasında âzamâ ve asgarî okuma biçimi vardır. Bu durum ondan istifadeye göre belirlenir. Bilgi seviyesi ne olursa olsun her Müslümana ait olan okuma biçimi “zikir kıvamında” ve bu niyetle okumadır. Bu okuma biçiminde bütün Müslümanlar eşittir. Hiçbiri Kur’ân’ı ibadet ve zikir niyetiyle okumaktan geri dura- 60 Haziran 2012 61 maz. Sahâbenin, günlük, haftalık ve aylık hatimlerinden bunu anlamak mümkündür. Kur’ân’ı tecvîd kurallarına uygun olarak okumak da bu kısma dâhildir. Ancak Kur’ân’la olan ilişkimiz adına bu kadar ve bu tarz okuma yeterli değildir. Kur’ân’ı Anlamak (Fehmu’l-Kur’ân) Kur’an bazı âyetlerinde bize kendisini ve özelliklerini anlatır. Bu âyetlerde sıkça vurgulanan onun Allah’ın kitabı olma özelliğidir. Bunun yanında Kur’ân anlaşılmak için gönderildiğini de beyan eder. Çünkü Kur’ân sadece okunmak için değil aynı zamanda anlaşılmak için gönderilmiştir. Buna göre her Müslümanın, gücü oranında okumadan anlamaya doğru yol alması gereklidir. Şu âyetler bu duruma açıkça işaret etmektedir: “Onlar bu Kur’an’ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı!”1, “Peki, onlar (Allah’ın bu) sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş atalarına hiç gelmeyen bir şey mi geldi onlara?”2, “(Ey Muhammed!) Sana indirdiğimiz bu kutsal ilâhî kelâm(da her şeyi açıkladık ki) insanlar onun mesajı üzerinde iyice düşünsünler ve akıl iz’an sahipleri ondan ders alsınlar.”3 Kur’ân’ı anlamak, hakîkatin bilgisini öğrenmek demektir. 62 Haziran 2012 Çünkü Allah, insan, eşya, evren, öte dünya, değerler, ahlakî erdemler, geçmiş peygamberler ve insanın dünya hayatından sonra ne olacağına dair en doğru bilgileri bize Kur’ân vermektedir. Kur’ân’ı okuyan öncelikle Kur’ân yolunu öğrenecektir. Onun yolunun yolların en doğrusu olduğunu kavrayacaktır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.”4 Kur’ân’ı anlamamızı kolaylaştırmak için Yüce Allah bize bazı ipuçları vermektedir. Buna göre Kur’ân’ı anlamak onun isimlerini anlamakla başlayacaktır. O, rehber, nur, aydınlatıcı kandil, Allah’ın sağlam ipi, zikir, şifa kaynağıdır. Kur’ân “nûr” olduğuna göre onu anlamak, onun sağladığı ilâhî ışıkla aydınlanmak demektir. Bu nur ile aydınlanan insan, doğru ve yanlış davranışların farkına varır. Kur’ân’ın “zikir” olduğunu düşünen ve onu bu özelliğini dikkate alarak okuyan, Kur’ân’ın bir hatırlatma, yanlış tutum ve davranışlar karşısında bir uyarı olduğunu kavrayabilirse onu anlamış sayılır. Sağlam bir iman, derin bir şuur ve halis bir niyetle okuyan Kur’ân’ın şifa hazinelerinden istifade eder ve böylece onun “şifa” verici özelliğini yaşayarak öğrenir. Nitekim Kur’ân’ın bu özelliğini öğrenen sahâbe birçok hastalık karşısında onu okuyarak tedavi olmuştur. Kur’an’ı anlamak, onun sağ- lam bir kulp olduğunun farkına varmak demektir. Bu farkındalık insanın ayağının yere sağlam basmasını ve hakîkatler karşısında sâbit-kadem olmasını sağlar. Bu durum mü’mini ilkeli ve tutarlı hale getirir ve şahsiyet sahibi yapar. Esen rüzgâra göre yelken açmayan mü’min, kendi ilkelerine göre hareket eder ve onlar etrafında insanlara örnek bir hayat takdim eder. Nitekim Kur’ân’la gelen, Kur’ân’ı hayatının merkezinde bulunduran, ona sarılan ve ona göre bir hayat yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.) insanlığa en büyük ve en güzel örnek olmuştu. Onun ahlakını kendisinden soranlara Hz. Âişe (r.anhâ), “Ahlakı Kur’ân idi.” demişti. Bu da onun hayatının Kur’ân’la nasıl bütünleştiğini gösteriyordu. Kur’ân’ı uygulama (Tatbîku’l-Kur’ân) Kur’ân’ı anlamanın en önemli yolu, onu bütünlük içersinde okumaktır. Kur’ân’ın her âyeti ve her sûresi birbiriyle irtibatlıdır. Her bir parçasına Kur’ân ismi verilse de, Allah’ın anlamamızı emrettiği Kur’ân, elimizdeki mushafın tamamıdır. Onun her bir âyeti, insanlara gönderilen mesajın birbirini tamamlayan parçalarıdır. Vurgulanmak istenen temel mesajların hemen her sûrede ve farklı üsluplarla tekrarlanmasındaki hikmet de budur. Sûre ve âyetler arasındaki münasebeti ve ilgiyi göstermek için yazılan kitapların hedefi de Kur’ân’ı kendi bütünlüğü içerisinde anlamaya yardımcı olmaktır. Onun için Kur’ân’ı parçacı bir anlayışla okumak, âyetlerin bir kısmını okurken diğerlerinden habersiz olmak, onu anlamayı sağlamaz. Aksine mesajı parçalamaya sebep olur. Mü’min, Kur’ân’ın tamamına eşit şekilde inanır. Bir kısmını diğerine üstün tutma veya bir kısmını kabul ederek, diğerini etmeme yanlışına düşemez. Zira bu ilâhî mesajın ruhuna aykırı bir durum olur. Yüce Allah önceki ümmetlerde görülen bu yanlış tutumu tenkit ederek bizim bu duruma düşmememizi öğütlemiştir: “… Böyle yaparak, ilâhî kelâmın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir”5. Kur’ân’da iman, ibadet, ahlak, hukuk hükümleri ve ibretli kıssalar yer almaktadır. Kur’ân’ı uygulamaktan maksat, onun bu konudaki hükümlerini dikkate alarak bir hayat biçimi oluşturmaktır. Hz. Peygamber’in sîreti, yani yaşayışı Kur’ân’ın bir insan hayatıyla örneklenmiş şeklidir. Yaşamak için önce sağlam, kâmil, şüphesiz bir iman gerekir. Kur’ân’ın imanla ilgili âyetlerini kabul edip ona göre bir zihniyet ve bakış açısı oluşturmak onun bu konudaki ilkelerini yaşamak anlamına gelir. Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı ve en doğru söz olduğuna inandıktan sonra onda var olan diğer hükümlerin de tatbik edilmesi gerektiği bilinmiş olur. İmana ait hükümlerden sonra ahlaka ait olanlar ikinci sırayı alır. İman ahlakı gerektirir. Üçüncü sırada ibadet, sonra da hukuki hükümler gelir. İbadetler iman ve ahla- kı besler, onlara kaynaklık eder ve onları zinde tutar. Hukuka dair hükümlerin de esas hedefi ahlâkî ilkeleri ayakta tutmaktır. Dolayısıyla mü’min, ibadetlerini hakkıyla yapıp, ahlâkî tutarlılığı gerçekleştirdiği zaman fert planında Kur’ân’ın tamamını yaşamış olur. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur’ân eğitimi, okuma, anlama ve uygulamayı birlikte öğretmeyi kapsar. Bunlardan birinin eksik olması Kur’ân eğitimini başarıya ve hedefine ulaştırmaz. Kur’ân eğitiminde bütünlük ve ahlaka daha fazla vurgu yapmak onu hedefine ulaştıran bir yöntem olacaktır. Dipnot *Prof. Dr. 1 2 3 4/Nisâ, 82. 23/Mü’minûn, 68. 38/Sâd, 29. 4 5 6/En’âm, 153. 2/Bakara, 85. 63 Tarih İsmail ÇOLAK MİMAR SİNAN O smanlı mimarisine, İstanbul’a ve hatta tüm Osmanlı coğrafyasına, serptiği çil çil kubbeler, minareler, kemerler, köprüler ve çeşmeler gibi ölümsüz eserlerle Türk-İslam mührünü vuran Mimar Sinan, Osmanlı Rönesans’ının, “Altın Çağ”ın baş mimarlarındandır. Osmanlı kültür ve medeniyetinin inşasında oynadığı devasa rolden ötürü tarihimizin bize armağan ettiği örnek şahsiyetlerden birisi de kuşkusuz Mimar Sinan’dır. Yaşadığı dönemde Osmanlı mimarisini zirveye çıkarmış; mimarî anlayışı, üslubu ve inşa ettiği abidevî eserlerle, sanat ve mimaride çığır açmış ve yüzyıllarca taklit edilip tekrarla- 64 Haziran 2012 nan yeni bir “ekolün kurucusu” olmuştur. Taşlara Mana Veren Mimar Mimarî anlamda, sadece dönemiyle sınırlı kalmayıp tüm zamanlara damgasını vuran Mimar Sinan, Osmanlı ordusuna yeniçeri olarak katılmış, birçok seferde bulunmuş ve Mohaç’ta gösterdiği yararlılık sayesinde terfi ederek kısa süre sonra mühendis olarak görev almış ve 1538’de baş mimar olmuştur. Hayatı boyunca yaptığı ya da yaptırdığı şu eserlerle kolay kırılamayacak bir rekora imza atmıştır: 81 cami, 51 mescit, 55 medrese, 26 darülkurra, 17 imaret, 3 darüşşifa, 33 saray, 17 türbe, 35 (Eyice’ye göre 50’den fazla) hamam, 7 su kemeri, 8 köprü, 18 kervansaray, 6 mahzen.1 Kanunî’nin o büyük fütuhatları neticesinde sahip olunan uçsuz bucaksız coğrafyayı, engin sanat dehasıyla fethedip ihya eden ve Osmanlı Medeniyeti’ne “âlem” olan Mimar Sinan’ın, başta İstanbul olmak üzere Budin, Bosna, Sofya, Hicaz ve Bağdat ölçeğinde vücuda getirdiği eserler hâlâ dimdik ayaktadır. Budin’den Bağdat’a uzanan Osmanlı memleketinde Mimar Sinan’ın meydana getirdiği mimarî-estetik vahdaniyet ve ahenk hakkında Tarihçi Prof. İlber Ortaylı’nın ortaya koyduğu yaklaşım gayet yerindedir: “Bosna’dan Halep’e, hatta Mısır’a kadar belirgin üsluba sahip medreseler, camiler ve çeşmelerin ortaya çıktığı görülür. Bu merkezileşmede bir dâhinin çok büyük rolü vardır; Mimar Koca Sinan Ağa... Çok açıktır ki, bir ekol sahibidir. Onun üslubunu ve tekniği- 65 “Sinan değişik plân tiplerini denemiş ve kendisine has üslup özelliklerini ortaya koymuştur. Büyük ustanın, bu yapılarında monotonluktan kaçındığı ve birbirinden farklı estetik anlayışlar ortaya koyduğu dikkati çeker...” ni kavrayan ustalar, mimarlar ve kalfalar vardır... Mimar Sinan, imparatorluk coğrafyasına, imparatorluğun sanatına kendi üslubunu ve merkezî bir Osmanlı havasını veren dâhidir.” Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice’nin yaklaşımı da aynı istikamettedir: “Sinan, büyük cami ve külliyelerden başka pek çok sayıda eserin yapımını üstlendiği gibi birçoğunun da uygun gördüğü projelere göre yanında yetişen kalfalar tarafından uygulanmasını sağladı... Onun estetik anlayış ve yapı sanatı ustalığını benimsemiş olan, arkasından gelen hassa mimarları Mimar Mehmet, Dalkıç Ah- 66 Haziran 2012 met Ağa, Mimar Davut Ağalar bu klasik akımı sürdürmüşlerdir.”2 Taşlara ruh veren, onları derin manalarla bezeyen ve meydana getirdiği bilhassa cami, mescit ve diğer dinî yapılarla ilahî hakikatlerin tercümanlığını yapan “mimarlar sultanı” Sinan’ın, söz konusu eserlerde bugün bile hâlâ birçok sırların ve hikmetlerin gizlendiğini görmekteyiz. O, sivil, askerî ve dinî eserleri içerisinde bilhassa “ibadethaneleri” merkeze yerleştirip, kendisine ille-i gaye yapmış ve bütün dehasını, sanat ve mimarlık maharetlerini bunlar üzerinde incelikle teşhir etmiştir. Misal vermek gerekirse, Sultan II. Selim zamanında Edirne’de inşa ettiği Selimiye Camii’ne adeta bir dantel gibi işlediği manevî özelliklere bakmak herhalde yeterli olur: Caminin tek bir kubbesinin oluşu Allah’ın birliğini, pencerelerinin beş kademeli oluşu İslâm’ın beş şartını, bütün pencerelerinin 99 tane oluşu Allah’ın 99 ismini, vaaz kürsülerinin 4 tane oluşu 4 hak mezhebi, bütün külliyede 32 kapının oluşu İslâm’ın 32 farzını, arka minarelerde 6 yolun olması imanın 6 şartını, caminin minarelerindeki 12 şerefenin camiyi yaptıran padişahın 12. Osmanlı padişahı olduğunu sembolize etmektedir.3 Cumhuriyet devrinin önemli yazarlarından olan Ruşen Eşref (Ünaydın) bir eserinde, Mimar Sinan’ın elindeki sihirli çubuğu ve taşlardan yaptığı mimarî besteyi şöyle tahlil etmiştir: “Taşlar senin elinde kelimeler gibiydi. Onlardan umulmadık manalar çıkardın. Mermerleri, gâh olur, inci dişler gibi gülümsetirdin; gâh olur, fildişleri gibi oyma haline kordun. Kaya parçaları, sihrinin temasıyla zühd ve haşmeti ifade eder, taklar olurdu. Sütunların üstüne kıvrak kemerler kordun ki, havaî birer iklîl (müzeyyen taç) gibi hafif görünüyorlar!.. Işık ve ses emrine râm olmuştu: Hesaplı aydınlıklardan duvarlara ruhanî dalgalar serperdin. En kalın inşa tabakalarına serin bir hayal uçukluğu iâre ederdin. Kubbeleri birer ud, birer tanbur kadar hisli ve ihtizazlı hale getirdin... Camilerin, birer münâcât gibi hurûş içinde!.. Medreselerinde, hankâhların birer tevhid cazibesini haiz... Sarayların birer kasideyi andırıyor... Türbelerinde birer mersiye melâli var...”4 Hünerli Elleri ve Ebedî Eserleri Kanunî, bilhassa İstanbul’un imarına büyük ehemmiyet vermiş; Mimar Sinan’ın hünerli elleriyle şehrin çehresini ve dokusunu değiştirip güzelleştiren ve İslamî renge ve kıvama erdiren, medeniyetimizin büyük eserleri diktirmeye muvaffak olmuştur. Kanunî’nin, Mimar Sinan aracılığıyla İstanbul’a armağan ettiği şaheserlerden sadece birkaçını hatırlatmak için zikredelim: Kendi adına inşa ettirdiği, aynı zamanda Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseri olan Süleymaniye Camii ve Külliyesi (Darü’l-Hadis ile dört medrese, Darüşşifa, Muallimhane); babası namına Şam’da Sultan Selim Camii ve müştemilatı, aynı yerde kendi namına da Sultan Süleyman Külliyesi; Şehzade Mehmed namına, ilk büyük eseri olan Şehzade Camii; Cihangir namına Cihangir Camii ve tesisler; kızı Mihrimah Sultan adına Edirnekapı ve Üsküdar camileri; zevcesi Hürrem Sultan namına da Haseki Sultan Camii, medrese, darüşşifa, hamam. Yanı sıra II. Selim adına Edirne’de “ustalık eseri” olarak Selimiye Camii’ni; devlet ileri gelenleri adına da hem İstanbul’da (Rüstem Paşa, Sinan Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Zal Mahmud Paşa, Bali Paşa, Pertev Paşa, Kılıç Ali Paşa, Hadım İbrahim Paşa gibi) hem de Anadolu’da (Cenabî Ahmed Paşa, Ankara; Hacı Ahmed Paşa, Kayseri; Hüsrev Paşa, Van; Rüstem Paşa, Bolvadin; Hüsrev Paşa, Halep; Bosnalı Sofu Mehmed Paşa, Sofya gibi) pek çok devasa eser, cami, medrese, han, hamam ve türbe (Şehzade Mehmed, Sokullu Mehmed, Pertev, Zal Mahmut, Ferhat ve Barbaros Hayreddin Paşalar gibi) tesis etmiştir.5 Mimar Sinan’ın İstanbul’a ve tüm Osmanlı ülkesine hediye ettiği, birçoğu bugün hâlâ insanlığa hizmet vermeye devam eden çeşmeler, sebiller, su kemerleri (Haliç’e akan Ali Bey Deresi üzerindeki Moğlova Kemeri gibi) ve köprülerden (İstanbul yakınındaki Büyükçekmece Köprüsü gibi) müteşekkil “su mimarisi”dir. Kanunî zamanında İstanbul’un nüfusu çoğaldıkça su ihtiyacı da artmış ve şehre yeni kaynaklardan su getirme ihtiyacı hâsıl olmuştu. Kanunî’nin “Devletimin devamı için dua edeler” niyeti doğrultusunda verdiği talimat üzerine harekete geçen Mimar Sinan, Ayvat- 67 köy civarındaki Bakraç ve Orta dereler ile bazı memba sularını toplayıp Kurt Kemeri üzerinden geçirerek Eyüp’teki İslambey mahallesinde bulunan yeni kubbeye kadar, Cebeciköy ve Balıkdere önlerinde inşa ettirdiği süzgeçten geçirerek İstanbul’a bol miktarda su akıtmaya ve yüzden fazla çeşme yapmaya muvaffak olmuştur.6 Kendini Tekrarlamayan Terkipçi Orijinallik Osmanlı’nın her alanda olduğu gibi, mimarî alanda da “feyezân” halinde olduğu Kanunî döneminde, Mimar Sinan’ın, İstanbul’a ve Osmanlı Medeniyeti’ne kazandırdığı katî hüviyetini, Yahya Kemal, “Aziz İstanbul” isimli eserinde ana hatlarıyla şöyle billurlaştırmıştır: “İstanbul’un manzarasına Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murad devirlerinde başka bir revnak vermiştir. İstanbul, onun tarafından selâtin camileri, vezir camileri, mescitler, medreseler, türbeler, imârethaneler, dârüşşifâlar, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, sebiller, mekteplerle donatılmıştır. Sinan’ın yaptığı camilerin hemen her biri bir başka plânda ve çeşittir. O bunların her birine başka bir hava vermiştir. Bu, onun tenevvüe çok meraklı oluşunu ve zevk ve dehasının zenginliğini gösterir. Bu özelliklerden başta geleni, Sinan’ın cami mimarisinde tek ve büyük kubbeyi hâkim kılmasıdır. Müminleri, tek kubbe al- 68 Haziran 2012 tına almak emeli, ancak selâtin camilerinde tecellî edebildi.”7 Yahya Kemal’in de ifade ettiği gibi Mimar Sinan gelinceye kadar Osmanlı mimarisinin iki temel meselesi vardı: Tek (büyük) Kubbe ve yan cephe. Sinan iki meseleyi de büyük bir ustalıkla çözmüştür. Kubbeyi, içeriden mabedin üstüne, mesnetleriyle alakası görünmeyecek bir şekilde asmış; dışarıdan ise yarım kubbeler ve küçük gerdanlık kubbelerle adeta tabii ve yekpare bir bütün halinde getirmiştir. Yan cephe meselesini de daha Şehzade Camiinde halletmiştir. Onun kemer, sütun, galeri ve pencerelerle yaptığı terkipler, hayret ve hayranlık uyandıracak mükemmelliktedir. Bu yüzden Sinan, kendinden sonraki mimarlara, “taklit edilmekten” başka bir şey bırakmamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, eserlerindeki bu “kendisini tekrar etmeyen” terkipçi orijinalitelik, büyüleyicilik ve göz kamaştırıcı sanat şöleni hakkındaki tespitleri oldukça çarpıcıdır: “Sinan denilince gözümün önünde, son derece nispetli yontulmuş bir mücevher dizisine benzeyen irili ufaklı binalar, ta Macaristan içerisinden başlayarak Akdeniz’e ve Basra Körfezi’ne kadar iner... Herkes, Şehzade’nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye’nin aydınlık boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüşü ile İstanbul’un bir tarafını, Boğaz’ın yarısına kadar doldurur. Oradan velveleli bir uçuşla eski pâyitahta Edirne’ye geçer, Selimiye’nin mücevher çağlayanlarını kurar... İstanbul’u baştanbaşa fethetmiştir. Kim bilir, bıraksalardı belki de bütün İstanbul’u yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir bina halinde işler, bu kubbeleri, vadilerin üstünden aşan ve sırrı yalnız kendisinde olan kemer gelerilerle birbirine bağlar; aralarından büyük ağaçların yeşilliğini bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, şifahânelerini oturtur; taştan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya indirirdi. Asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nispetleri değiştirir; tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır. Bunu yapmadıysa bile, hemen benzerini yaptı. Bu rüyayı bir yıldız dizisi gibi kırdı ve benimsediği şehirden başlayarak geniş imparatorluğun dört bucağına dağıttı.” Sanat tarihçisi Semavi Eyice’nin tahlilleri de, Koca Sinan’ın eserlerindeki üslup, görkem ve estetik gibi oldukça orijinaldir: “Sinan değişik plân tiplerini denemiş ve kendisine has üslup özelliklerini ortaya koymuştur. Büyük ustanın, bu yapılarında monotonluktan kaçındığı ve birbirinden farklı estetik anlayışlar ortaya koyduğu dikkati çeker... (Süleymaniye Camiinde) Muazzam dengeli, ihtişamlı ve mü- kemmel orantılı, göz okşayan ölçüler, aynı güzellik ve ritim ile dış bütünlüğe yansıtılmıştır. Abidevî, şahane yapı, bu ölçülerde bir ilk olarak şehir silüetine estetik oranları ile görkem kazandırmıştır... (Selimiye Camii) Türk-Osmanlı mimarisinin zirvesindeki bu eser, dünya sanat tarihinde de eşi olmayan bir şaheserdir... Selimiye Camii, Osmanlı dönemi Türk sanatının eriştiği son nokta olup, dinî mimari tarihinde de toplu ibadet mekânının en ideal çözümünün ortaya konulduğu bir başyapıttır.”8 Hakk’ın Şule Açan Tebessümü “Sinan, Osmanlı sanatına Hakk’ın şule açan bir tebessümüdür” diyen Samiha Ayverdi de Sinan’ın eserleriyle orijinal bir sanat ekolü ve tarzı meydana getirdiği, ancak kendisini tekdüzelik ve durağanlığa hapsetmekten kurtarmayı ve “İslamî vahdet potası içerisinde kesrete” erişmeyi, yüksek iman neşvesi içerisinde başardığı noktasında Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal ile aynı görüştedir: “O büyük dâhi, muayyen bir sanat formunun anaforuna tutulup, eserlerini yeknesak bir hacim ve nispetlerin girdabına kaptırmamış, her yeni eserinde bir başka plânı, bir başka mimarî hususiyeti ve üslup ayrıntısını denemiştir. Tecrübe ettiği her ölçüyü, bir sonraki eserinde, gerektiğinde kolayca terk edebilip, makam değiştiren bir muskî gibi yeni bir heyecan, yeni bir hamle ve yepyeni bir temin peşine düşmüştür... Eğer Sinan, İslam’ın vahdet potasında eriyip yeni baştan dökülen bir iman ve heyecan adamı olmamış, cemiyeti ve kâinatı, kendi içinin aynasında seyredecek bir arınma geçirmemiş bulunsaydı, nihayet şevketli ve azametli bir ordunun peşisıra hamaset, zafer ve kahramanlık tarihini bizzat yaşamak bahtiyarlığına eremeseydi; kütlenin şuuraltında bilkuvve mevcut olan hazırlanışı, kendi istidadı aynasında mihraklaştırarak onu, bu yüksek voltajlı sanat seviyesine tercüme ve aksettiremezdi.”9 Edebiyatçılarımızdan Nihat Sami Banarlı ise, Mimar Sinan’ın ömrü boyunca imza attığı 300’den fazla eser içerisinde, özellikle şu üç şahesere dikkat çekmiş ve sanatının nasıl zirve yaptığını şöyle analiz etmiştir: “Bu meşhur eserleri Şehza- de Camii, Süleymaniye şahikası ve Selimiye bediasıdır. Bu üç şaheser, Sinan’ın sanatının zirve noktalarını teşkil eder. Ama bu, onun diğer eserleri sanattan mahrum, alelâde birer yapıdan ibarettir manasına alınamaz. Onun her eserinde, büyük mimarinin üslubu, sanatı ve insanı o olgun, o sade hendeseye hayran bırakan azim dehası mevcuttur.”10 Dipnot 1 Ahmed Refik Altınay, Osmanlı Âlimleri ve Sanatkârları, İstanbul, 1997, Timaş Yayınları, s.23; Altınay, Mimar Sinan, İstanbul, 1931, Kanaat Kütüphanesi, 72 s.; Semavi Eyice, “Mimar Sinan”, Türkler, c.12, s.79-80, 82; Aptullah Kuran, 2 Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s.20, 2425; Eyice, “Mimar Sinan”, s.80. 3 Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları I, 2. Baskı, İstanbul, 1977, Damla Yayınevi 4 Ruşen Eşref Ünaydın, Ayrılıklar, İstanbul, 1339/1923, s.81-82, 90-94. 5 Solakzade, age, s.317-318; Gökbilgin, Kanunî, s.157, 197-198; Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, İstanbul, 1922/1933/1995, c.1, s.1230; Eyice, “Mimar Sinan”, s.80, 81, 82-84. 6 İbrahim Ateş, Kanunî Sultan Süleyman’ın Su Vakfiyesi, Ankara, 1987, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.4-5 vd.; Eyice, “Mimar Sinan”, s.81-82. 7 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s.52-53, 57-58, 79. 8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir 9 Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, s.380386. Ayrıca bkz. Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı, s.122-123, 124; Boğaz İçinde Tarih, 4. Baskı, İstanbul, 1982, İstanbul Fetih Cemiyeti, s.274. 10 Nihat Sami Banarlı, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri I, 2. Baskı, İstanbul, 1982, Kubbealtı Neşriyat, s.110. 69 Örnek Hayat Yusuf HALICI SAMSUN VELÎLERİ S amsun, sınırları içinde bulunan çok verimli iki ova nedeniyle çok eski tarihlerden beri yerleşim alanı olmuş bir ilimizdir. Başta bugünkü şehrin merkezi olmak üzere Kızılırmak Vadisi, Kavak, Tekkeköy, Çarşamba Ovasında eski çağlardan beri insanlar iskân etmiş, yaşam sürmüştür. Doğal, tarihî ve kültürel zenginlikleriyle Samsun, Karadeniz Bölgesi’nin en gelişmiş, bölgenin turizm potansiyeli en yüksek kentlerinden biridir. Allahu Teâlâ’nın rızasını kazanmış, sevdiğini Allah için seven ve her işi O’nun rızası için yapan, her an Allah’la birlikte olma şuuruna eren, gafletten uzak Allah dostları Samsun ilimizde de Allahu Teâlâ’nın ve Peygamberinin emir ve yasaklarını öğreterek, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için uğraş vermişlerdir. Samsun’u üç taraftan kuşatan manevî atmosferin bu sahipleri, yaşadıkları dönemde insanların karanlık ruhlarını iman nuruyla aydınlattıkları gibi, geçen onca zamana rağmen insanlara halen manevî destek olmaya devam etmektedirler. rinin torunu olduğu rivayet edilmektedir. Babası Muhyiddin’dir. Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Şeyh Kutbiddin Hazretleri soyundan gelen ilahi vecd ve aşkla İslâmiyet’i yaymaya, karanlık ülkeleri aydınlatmaya, nefsini terbiye çalışmış bir Allah dostudur. Bu amaçla kendisi İslâm ordularına manevi fütuhat öncülüğü yapan sayısız gönül erlerinden birisi olarak Bizans sınırlarına dayanmış ve Samsun çevresinde karar kılmıştır. Şeyh Kutbiddin Hazretlerinin bir kerameti şöyle anlatılır: 1853 Rus donanmasının Sinop baskını sırasında 3-5 savaş gemisi de Samsun açıklarına kadar gelerek şehri topa tutar. Şehirde karşılık verebilecek bir kuvvet de bulunmamaktadır. Ancak Şeyh Seyyid Kutbiddin Hazretlerinin bulunduğu eski mezarlıktan top atışları ile karşılık verilir. Rus gemileri de bir miktar hasara uğradıktan sonra çekilip gitmek mecburiyetinde kalırlar. 1322 yılında vefat eden Şeyh Seyyid Kutbiddin Hazretlerinin kabri Samsun ilinde İlkadım Belediyesi sınırları içerisinde, Unkapanı Mahallesindeki mezarlıktadır. Şeyh Seyyid Kutbiddin miş olup babası Seyyid Ali bin Yahya’dır. Rufaiyye Tarikatının kurucusu Seyyid Ahmed Rufaî Hazretlerinin torunlarından veya talebelerinden olduğu rivayet edilen Ahmed-i Kebîr Rufâî ‘nin soy silsilesi baba tarafından Hz. Hüseyin Efendimiz yoluyla Peygamberimize, anne tarafından da Peygamberimizin hicret sonrası Medine’deki mihmandarı Halid bin Zeyd (r.a.)’ya dayanır. Her ne kadar Seyyid Ahmed Rufaî Hazretleri ile karıştırılmaması için kendisine Kûçek (Küçük) denilmiş ise de daha çok Seyyid Ahmed-i Kebîr Rufâî şeklinde tanınmıştır. Yedi yaşındayken babasının vefat etmesi üzerine himayesine aldığı dayısı onu büyük bir ihtimamla yetiştirerek, meşhur hocalardan ders aldırdı, iyi bir ilim tahsil etmesini sağladı. Öncelikle Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Daha sonra dayısı onu diğer dayısı büyük âlim Ebu Bekr elEnsarî el-Vasıtî ile devrin diğer âlim ve veli zatların çok bulunduğu Vasıt şehrine gönderdi. Burada meşhur âlimlerden aldığı derslerle hem zahiri hem de tasavvufta yetişip yükseldi, zamanın bir tanesi oldu. Kâmil bir veli olduktan sonra insanlara doğru yolu anlatmak, dinin emirlerine uyarak onların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarını sağlamak için irşad faaliyetine başladı. Bu maksatla gidip yerleştiği Amasya’da tekke ve zaviyesini kurarak büyük bir topluluğu kendisine bağladı. Daha sonra da Lâdik’e gidip yerleşti. Yörede çok kıymetli irşad faaliyetlerinde bulundu. Seyyid Ahmed Rufaî Hazretleri yaptığı çok kıymetli hizmetlerden sonra 1182 tarihinde Lâdik’te ebedî âleme göç etti. Kabri Lâdik’tedir. Seyyid Ahmed-i Kebîr Er-Rufâî Büyük İslâm âlimi ve mücahitlerindendir. Gavs-ı Azam adıyla anılan ve Kadiriye Tarikatının kurucusu olan Abdulkadir Geylan’ı Hazretle- 70 Haziran 2012 Anadolu’nun zenginliği olan büyük velilerdendir. 1118 senesinde Basra şehrinde dünyaya gel- Hocalarından Abdülmelik Harnûtî kendisine şöyle vasiyet etmiştir: ‘Ey Ahmed! Başkalarına iltifat edip gezen, hedefine varamaz ve hakikate kavuşamaz. Şüphelerden kurtulmayanın, dünya düşüncelerinin ve nefsinin arzuları peşinde olanın, felâha, kurtuluşa kavuşması düşünülemez. Bir kimse kendi kusurunu ve noksanını bilmiyorsa, onun bütün zamanı da noksan geçer.” Bunları hemen ezberleyip bir yıl süreyle bu usullere riayet eden Seyyid Ahmed, bir yıl sonra hocasını tekrar ziyarete gidip, nasihat istediğinde hocası bu sefer: “Hakiki âlimleri, evliyayı tanıyamamak çok kötü bir haldir. Tabibin hasta olması ne kadar fena! Akıllı kimsenin cahil kalması ne kötüdür!” dedi. Kılıç Dede Anadolu’nun müslüman kimliğe bürünmesi sürecinde büyük rol oynayan dervişlerden olan Kılıçdede, 1078-1116’lı yıllar arasında Anadolu’ya yayılan Selçuklularla birlikte bölgeye gelmiş ve yıllarca süren savaşlar sırasında şehit düşmüştür. Kılıçdede’nin Samsun’un diğer velilerinde Seyyid Kutbiddin ve İsa Baba ile beraber Samsun’a geldikleri ve burada yapılan bir savaşta şehit düştükleri rivayet edilmektedir. Kılıçdede’nin şehit düştüğü yere yapılan türbesi Samsun›da adını verdiği mahallede olup bölgedeki insanların her gün ziyaret ettiği bir yerdir. Rivayete göre, Kılıçdede Türbesi’nin yanında bulunan okulun bahçesinin genişletilmesi çalışmalarına başlanır. Kepçeler, kazı yaparken camiye yakın bir bölümde kepçe ilerleyemez duruma gelir ve kepçenin dişleri kırılır. Kepçenin sert bir kayaya denk gelip gelmediği kontrol edilir. Ancak yumuşak toprak olduğu görülünce bölgenin Kılıçdede›ye ait bir alan olduğu düşünülerek terk edilir ve okulun duvarı biraz daha iç kısma alınır. 71 Kültür Ahmet ŞİMŞİRGİL* ES-SEYYİD ES-SEYYİD OSMAN OSMAN HULÛSİ HULÛSİ EFENDİ EFENDİ (K.S.) (K.S.) VE VE İNSAN B ir İslâm büyüğüne, mutasavvıf şairine, insanı böyle açıklatan, onu kâinatın süzülmüş özü, varlık ve oluşların gözbebeği olarak tarif ettiren İslâm’ın bizatihi kendisidir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Dinin bu iki temel kaynağına göre Allahu Teâlâ insanı yapı ve oluşların en güzeli, en mükemmeli içinde yaratmıştır. Bu noktada âlemleri düşünelim. Âlem-i kebîr, âlem-i sağîr ve âlem-i ervâh gibi. kalp ilerleyebilir ve yükselebilir. Nitekim evliyâ zatlar böyledir. “Kişi sevdiği ile beraberdir.” hadis-i şerîfi de bu yükselmeyi işaret etmektedir. Âlem-i sağîr ise yaratılmışların hepsinden kendisinde bir numune bulunduğu için insana verilen addır. İnsan âlem-i kebîrdeki yani kendisinin dışında bulunan âlemdeki her şeyi kendisinde topladığından mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi kalp de âlem-i sağîrde bulunan her şeyi kendisinde bulundurduğundan çok kıymetlidir.” Nitekim Osman Hulûsi Efendi bu hususu veciz bir biçimde ifade eder. Âlem-i kebîr büyük âlemdir. İnsandan başka bütün mahlûkattır. Büyük âlim İmam-ı Rabbanî Hazretleri: “Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğü arştır. Cenâb-ı Hakk’ın arşa olan tecellîsi başka mahlûklarda olan tecellîlerden üstündür. Çünkü arşa olan tecellî öteki tecellîlerin toplamıdır. Arşa olan tecellî Allahu Teâlâ’nın bütün isimleri ve sıfatları iledir. Daimî ve kesintisiz bir tecellîdir. Ârifin Kalbi Kâmil bir insanın kalbi de birçok bakımdan arş gibidir. Bunun için öyle kalbe arşullah denir. Bu kalp arşa olan tecellîye yakın bir tecellîye kavuşur. Arşa olan tecellî tamdır. Ârifin kalbine ise bundan bir parçadır. Fakat kalpte arşın mâlik olmadığı başka bir üstünlük vardır. Bu üstünlük tecellî edene şuurdur. Onu tanımaktır. Kalp tecellî edene tutulur onu sever. Arşta ise böyle bir sevgi yoktur. Kalpte böyle bir sevgi ve şuur bulunduğu için 72 Haziran 2012 ”Anadolu’da Somuncu Baba namıyla meşhur olan Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri nice diyarları gezdi, ilimleri tahsil etti ve nice âlimleri yetiştirdi. Gün geldi halk içinde Hak’la beraber yaşadı.” Âlem âdem olamaz Âdem on sekiz bin âlemi câmi’dir İşte bu kadar kıymetli ve itibarlı, eşref-i mahlûkat olan insana diğer varlıkların ötesinde bir emanet bahşedilmiştir. Bu emanet akıl ve iradedir. Diğer varlıkların hiç birisinde bu yoktur. Akıl ve irade insana bir yandan hür karar verme ve iş görme alanı diğer yandan çeşitli yükümlülük ve sorumluluklar getirmiştir. İnsan akıl ve iradesi ile doğru işler de yanlış işler de yapar. Günah da sevap da kazanır. Kimisi Rabbine kul olurken kimisi şehvetine, gadabına, 73 hırsına kul ve köle olabilir. İşte bütün bunların sonunda insan ya meleklerden yukarı üstün bir hâle gelir veya hayvanlardan aşağı olur. İşte insanın yükselebilmesi için en temel esas kişinin kendisini tanıması olarak bildirilmiştir. Büyük dîvân şairimiz Şeyh Galib, “Hoşca bak zâtına” derken bir anlamda bu durumu kastetmektedir. Hulûsi “men aref” sırrın bilenler kim bilir Rabbin Bu sırrı bilmeyen ilm-i İlâhîye âlim olmaz Kendi özün bilmeden Hakk’ı bilirim sanır Hak varlığın bilmeyen kendi varlığın sanır Fakat bu nokta öyle sanıldığı kadar kolay da değildir. İnsanın nefsine galebe çalıp iyiliklere ve güzelliklere ulaşabilmesi için her zaman bir rehbere ihtiyacı vardır. Niyâzî Mısrî de: Nefsini terk etmeden Rabbini arzularsın Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın “Men arefe nefsehü fekad arefe Rabbeh” Kendini sen bilmeden Sübhanı arzularsın demiştir. Gerçekten insan genelde dışı ile meşgul olur. Hâlbuki önce kendine yol aramalı kendi içinde yolculuklar yapmalıdır. İnsan dış dünyası ile ilgilendiği kadar iç dünyasına, tefekkür dünyasına bakıyor mu? Başkalarının eksiklikleri ile ilgilendiği kadar, kendi hata ve kusurlarını biliyor mu? Başkalarının zenginliklerini müşâhede ettiği kadar, kendi içinde bulunduğu nimetlerin zenginliklerin farkına varıyor mu? İşte bunun için kendimizi tanımalıyız. Zira kendisini fark edemeyen tanıyamayan başkasına kul ve köle olur. Maddeye, paraya ve mevkie tapınmaya başlar. Kendini Bilen Rabbini Bilir Kendisini bilen ve tanıyan ise yaratanının kendisine bahşettiği üstünlüklerin ve nimetleri farkına varacak, neticede onu hakkıyla bilmeye ve asıl ona kulluk etmeye başlayacaktır. Osman Hulûsi Efendi, bu hususu dîvânında şu beyitleri ile ortaya koyar. 74 Haziran 2012 O rehber Peygamber Efendimiz ve onun vârisleri olan âlimlerdir. Hulûsi Efendi rehberin önemini şu ifadeleri ile belirtir: Bir kâmilin eteğin tutup da murâda yet Kâmil eteğin tutan ehl-i kemâl olur Devlet o ki olmaya zevâl ana Devlet sanma anı ki anda zevâl olur Pîrin kapısında hâk et Hulûsi yüzün Tahkîkan anı bil ki makbûl-i zü’l-celâl olur. Bu rehber ayna gibi olmalıdır. Kendinden konuşmamalı hep Peygamber Efendimizden ve ondan alanlardan ayna gibi yansıtmalı, nakletmelidir. Yoksa zaman içinde hep kendinden bahseden, kendisinden nakleden, kendisini Peygamber yerine koyan yol kesiciler gelecek ve bunlar insanları Hak’tan ve hak yoldan uzaklaştıracaklardır. Hulûsi Efendi rehberi seçerken bu hususu özellikle vurgulamakta ve bir anlamda insanları uyarmaktadır. Şöyle ki: Eskiler yenilenir hep yeni âdetler gelir Şer’-i pâke uymayan bin türlü bid’atler gelir Nice kuttâ’-ı tarîk mürşidlik eyler iddiâ Müddeîler çoğalıp hep resm ü âdetler gelir Hükm-i Kur’an’a uyup sünnete kalmaz ittibâ Kendi butlânından uydurma dalâletler gelir Gerçekten de günümüzde mürşidlik iddiâsı ile doğru yola pusu kurmuş, insanları hak yoldan uzaklaştıran, kat’-ı tarîk-i ilâhî denilen nice in- sanların varlığı bilinmektedir. Bunların temel bir özelliği de insanlara doğru yolu anlatan din büyüklerine tasavvuf âlimlerine düşmanlıktır. Oysa o büyükleri tanıyanlar kendisini de Rabbini de en güzel bir biçimde tanımakta saâdetin zirvesine ulaşmaktadır. Anadolu’da Somuncu Baba namıyla meşhur olan Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri nice diyarları gezdi, ilimleri tahsil etti ve nice âlimleri yetiştirdi. Gün geldi halk içinde Hak’la beraber yaşadı. Gün geldi şöhretin âfet olduğuna sonsuz dikkatleri çekti. Hâlbuki kapısında sultanlar kul olmaya hazırdı. Çağının en büyük âlimi Molla Fenarî ona talebe olmak sevdasıyla tutuşuyordu. Hacı Bayram-ı Velî ve Akşemseddin Hazretleri aynı hizmetin takipçisi olmuşlardır. Bugün de onun ahfadından Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi kurduğu vakıf ve bıraktığı güzîde eserlerle eğitim, kültür ve sağlık alanlarında eşsiz hizmetlere imza atmaktadır. * Prof. Dr. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. 75 KİTAPLIK Kitap Ayşe SEVİM Huzur Defterİ B ir dergâhın günlük yaşamını, latifelerini, mânevî alışverişlerini, sırlarını okumayı ister misiniz? Huzur Defteri isimli çalışmayı tanıtmaya hangi cümleyi yazarak başlasam acaba? Bu yazıyla karşılaşan kişi o ilk cümleden sonra yazının devamını da merak etmeli. İlk cümle yerine bir çığlık koyabilseydim metne keşke. Bir feryat… O zaman bir sürü gözü yazının üzerinde toplayabilirdim. Bunu yapmayı istiyorum. Bu kitabın nasıl bir çalışma olduğunu bir A4 sayfasının üzerine kelimeleri savurarak yazabileceğimi sanmıyorum çünkü. Burada yazılan pek çok şey başka bir yerde yazılı değil desem ilginizi çeker mi mesela? Belki de çekmez. Olabilir. 76 Haziran 2012 En iyisi kitapta anlatılan bir olayı naklederek yardım almak. Bir gün Fahrettin Efendi hazretleri bakkala gider. Oradan aldığı malzemeyi bakkal eski bir kâğıt üzerine paket yapmaya başlar. Kâğıdın geri kalanı da duvardaki çengele tutturulmuştur. Fahrettin Efendi kâğıdı incelediğinde meşhur Şeyh Sadık risalesinin bir nüshasıyla karşılaşır. Az kalsın bayılacak hale gelir ve parasını hemen teklif ederek kâğıtları alır. İşte bizim durumumuz da kısmen buna benziyor şimdi. Bir kısmımız Huzur Defteri karşısında oradaki bakkal gibiyiz. Ondan nasıl istifade edeceğimizi bilmiyoruz, hatta böyle bir soru gündemimizde de yok. Diğerlerimiz ise bu bilgileri okuduğunda zevkten bayılabilir. Sanırım meramımı anlattım. Huzur Defteri İstanbul’daki Karagümrük Cerrahi Âsitanesini merkeze alarak oluşturulmuş enfes bir çalışma. Birçok önemli zatın yaşadığı fakat matbuata dökülmemiş olay- ları anlatıyor. Bir dervişin hususi notları bunlar. Hz. Pir Nureddîn-i Cerrahi, Şeyh Fahrettin Efendi, Celal Ökten Hocaefendi, Gönenli Mehmet Efendi, İskilipli Atıf Efendi, Neyzen Tevfik, Hüseyin Siret, dönemin padişahları ve meşhur birçok zatın hatıralarını okumanız mümkün. Yazar Mehmet Fatih Çıtlak sadece tasavvuf severlerinin değil yakın tarih meraklılarının da ilgisini çekecek bir kitap hazırlamış. Örneğin tarih mezunu olmama rağmen Büyük Taarruz esnasında Atatürk’ün emriyle içlerinde Fahreddin Efendi Hazretlerinin de olduğu altı şeyh efendinin Dolmabahçe sarayında zikrullahla meşgul olduklarını bu kitap vasıtasıyla öğrendim. Aslında tarih mezunu olan herkes böyle bilgileri ancak benim tecrübe ettiğim şekilde öğrenebiliyorlar. İmtihanlara hazırlanırken tarihin kanlı, sebepli sonuçlu, çirkin suratına aşina olan öğrencilere keşke işin bu yönleri de anlatılsa. Kendilerine sarayda tahsis edilen odada ordunun muzaffer olması için dualar eden altı şeyhi bilmek, ordu zafere ulaştığında ise dışarıdan kimin attığı belli olmayan bir taşın gelip yağ kandiline çarptığını söylemek onları ne kadar şevke getirir. En azından Holywood’un pişirip pişirip önümüze sürdüğü olağanüstü olaylarla bezenmiş tarih filmlerine hayran olmaktan kurtulurlar. İçlerindeki batının tarihine dair olan merak, hayranlık kendi tarihlerine doğru kayar. Huzur Defteri bence bir kere de okunacak bir çalışma değil. Anlatılan olaylar yeniden ve yeniden okunabilir nitelikte. Meczupları, tabir edilen rüyaları, İstanbul’daki pek çok şeyh efendisiyle bu çalışma dükkânındaki çengele kıymetli sayfalar asan bakkallardan başka herkese hitap ediyor. Poetika Rubâîleri Bekir Oğuzbaşaran Nüve Kültür Yayınları Tel: 0332 352 23 03 Dürr ve Sadef Emine Fikriye Beledli Nesil Yayınları Tel: 0212 551 32 25 Türk Şiirinde Hz. Peygamber 1860-2011 Prof. Dr. İsmail Çetişli Akçağ Yayınları Tel: 0312 432 17 98 Başlangıçtan Kurtuluş Harbine Kadar Maraş Tarihi Doç. Dr. İlyas Gökhan Ukde Yayınları Tel: 0344 225 13 00 Gölgeler Koridoru Muhyiddin Şekur Sufi Kitap Tel: 0212 511 24 24 77 Eğitim M. Emin KARABACAK ÇOCUKLARDA GÜVEN B izler, çocukların okulda ve toplumsal hayatta kendi işlerini kendisi yapan, sorumluluk almaktan korkmayan, kendisine güvenen kimseler olmasını isteriz. İstemesine isteriz de çocukların büyük çoğunluğunda düşük benlik saygısı görülmektedir. Nedir Bu Düşük Benlik Saygısı? Düşük benlik saygısı kendine güvenememek, sorumluluk almaktan korkmak, yeteneklerinin altında başarı göstermek ve kendi seviyesinin altında işler yapmak demektir. Çocukların düşük benlik saygısını geliştirmek için yapılabilecek çalışmaların başında çocuklara iyi bir model olunması gerekir. Bunun için çocuğa model olacak kişinin çocukların yanında yapıla- cak işlerde işi övmekle başlayıp kendisinin kişisel yeteneklerini övmekle bitirebilir. Çocuklarla yaptığım psikolojik görüşmelerde düşük benlik saygısına sahip olan bir öğrenci, kendini ifade etmekte zorlanınca benlik saygısı yüksek olan bir öğrenci olayın basitliğinden, olayı şöyle anlatabileceğini ifade eder. Olayı anlattıktan sonra da hafifçe geriye kasılarak “Kendimi tebrik ederim çok güzel anlattım.” der. Bir işi yaptıktan sonra: “Aferin bana, kendimi tebrik ediyorum…” gibi cümleler çocukta benlik saygısını yükseltmek için iyi bir model oluşturur. Çocukların yaşlarına ve yeteneklerine uygun görevler vermek gerekir. Çünkü çocukların kendisi hakkındaki duyguları, düşünceleri ve davranışlarıyla ilgili tutumlarından kaynaklanır. Okulda teşekkür alabilecek bir çocuktan takdir beklendiğinde takdir belgesi alamayıp teşekkür belgesi alan çocuk, kendisini başarısız olarak algılayacaktır. Yine bu çocuktan teşekkür belgesi yerine; zayıfsız gelmesi beklenen ve zayıf getirmeyen çocuğa verilecek pekiştirme de uygun değildir. Ödül, çocuğun kendinden beklenen sorumlulukları yerine getirdiği zaman anlam kazanır. Çocukların yaptığı olumlu davranışlar aileleri tarafından takdir edilmelidir. Büyükleri tarafından pekiştirilmeyen olumlu davranışlar, onların şevkini kıracağı için çocukta kendisine ve çevresine karşı güven problemi oluşturacaktır. 78 Haziran 2012 Çocuklara verilecek geri bildirimler kişi zamirleri özellikle belirtilmelidir. “Bunu çok güzel yapmışsın tebrik ediyorum.” yerine “Bunu sen çok güzel yapmışsın seni tebrik ediyorum.” ifadesi kullanılmalıdır. sun bir kişiliğe sahip olmalarına yol açabilir. Çocuklar güzel bir iş başardıklarında “Güzel bir iş başardığını düşünüyor musun?” sorusu yöneltilerek alınacak olumlu cevaba göre çocukların benlik saygısını yükseltmek amacıyla “Ben de senin güzel bir iş yaptığını düşünüyo- Çocukların olumsuz yönleri yerine, olumlu yönleri görülerek onların uygun davranışlarına uygun geribildirimler verilmeli. Çocukların yaşlarına ve yeteneklerine uygun beklenti içine girilmeli. Çocukların yaş ve seviyelerine uygun sorumluluklar verilerek bu konuda çocuklara gerekli cesaretler verilmeli. Aile içinde çocukların da vazgeçilmez ve değerli oldukları hissettirilmeli. Çocukları olumsuz yargılamalardan ve uygunsuz cezalardan kaçınılmalı. Çocuklarda görü len olumsuzlukları sürekli gündemde tutmaktan ve onları başkalarıyla kıyaslamalardan kaçınılmalı. Çocukların sosyal ortamlara katılmaları ve buralarda görev almaları teşvik edilmeli. Çocukların eve gelen misafirlerin içine girmeleri teşvik edilmeli ve çocuklara bu ortamlarda söz hakkı tanınmalı. Çocukların olumsuz davranışlarına karşı aşırı tepkilerden ve aşırı eleştirilerden kaçınılmalı. “Düşük benlik saygısı kendine güvenememek, sorumluluk almaktan korkmak, yeteneklerinin altında başarı göstermek ve kendi seviyesinin altında işler yapmak demektir.” rum ve seni tebrik ediyorum, kendinle övünebilirsin.” geri bildirimi çocuklarda kendisinin benlik saygısını kazanmada övme ya da övünme için gerekli alışkanlıkları ve becerileri kazandırır. Çocukların başkalarını nasıl övecekleri ve kendisini övenlere karşı nasıl davranmaları gerektiği çok iyi öğretilmelidir. Yoksa bu durum çocukların benlik saygısını yükseltelim derken abartılı fakat özden yok- Bunların Dışında: Aile içi konuşmalarda çocuklara söz hakkı verilmeli. Sonuç olarak çocukların kendilerine güvenini geliştirmek; iyi bir model olmak, yeteneklerine uygun sorumluluk vermek ve olumlu pekiştirmelerle olacaktır 79 Psikoloji Sefa SAYGILI* ZAAFLAR “Genelde insanlar kısa süreli hazları, zararını bilmelerine rağmen uzun vadeli huzur ve mutluluklara tercih ederler.” K afatasımızın içinde yer alan beynimiz kâinatın en mükemmel ve karmaşık yapısıdır. 100 milyar civarında sinir hücresi (nöron) ihtiva eder ve her nöronun 1000 ilâ 10.000 başka nöronla bağlantısı vardır. İnsan, beyni sayesinde diğer canlıların boy ölçüşemeyeceği güçte zihinsel özelliklere sahiptir. Konuşabilir, akıl yürütebilir, geleceğe ait tasarımlarda bulunabilir, adalet ve yönetim sistemini tartışabilir, sadece kendimizin değil başka insanların da iyiliği için gayret gösterebiliriz. Bilgi öğrenebilir, icat ve keşifler yapabilir, eğitebilir ve edebî eserler ortaya koyabiliriz. Bu muazzam organımız ile düşünür, davranır, üzülür, sevinir, öfkelenir, inanır, geleceği planlarız. * Birine karşı olumlu duygular besliyorsak, yani o kişi bizim sevdiğimiz, takdir ettiğimiz biri ise her davranışına toz kondurmayız. Bunun tersi de geçerli olabilir. * Herhangi bir konuda iyiysek (sözgelimi bulmaca çözmek) bunun için kendimize artı puan ve- “İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” Ta ki bir kul olarak Yaratıcısına karşı acizliğini anlayabilsin, dünyanın geçici bir makam olduğunu fark edebilsin diye. Bu yüzden insana kendini tanrılaştırma, gurur ve kibir yakışmamaktadır.” Böyle harika melekelerle donatılmış beynimiz aynı zamanda pek çok zaaflarla da doludur. İşte birkaçı: * Olmadık şeyleri unutabilir veya yanlış hatırlayabiliriz. Arabamızı, cüzdanımızı, telefonumuzu veya gözlüğümüzü nereye koyduğumuzu hatırlamaya çalıştığımızda problem ortaya çıkabilir. ririz. Ancak kötü olduğumuz konularda genellikle sorumluluk başka birindedir, meselâ eşimizde. * Şayet zihnimiz başka şeylerle çok yoğunsa, bize aktarılan bir konunun kaynağına inmeden o fikre saplanıp kalırız. Yine zihnimiz baskı altındaysa veya dikkatimiz başka yöne çevrilmişse normalde şüphe duyacağımız bazı durumlara inanma eğilimine girebiliriz. * Geçmişteki bir hadiseyi yorumlarken düşüncelerimizle ve inançlarımızla uyuşan yönlerini ön plana çıkarma eğilimine girer ve o açıdan değerlendiririz. Aile terapisi için ele aldığım geçimsiz çiftlerde de durumun aynen böyle olduğunu hep gözlemişimdir. Ayrı ayrı dinlediğinizde iki tarafı da yüzde yüz haklı sanırsınız, ancak gerçeğin öyle olmasına imkân yoktur. Her taraf olayları kendine göre çarpıtarak ifade etmektedir. Kişi kendinin haklı, eşinin kusurlu olduğuna inanınca bunu göstermek için şahsi yorumunu katarak 80 Haziran 2012 81 * Siyasette de böyle değil mi? Tuttuğumuz liderin her sözünü ve davranışını olumlu, karşı olduğumuz siyasetçi için ise olumsuz değerlendirmeye adeta şartlanmışızdır. Bir kez bir şeyin doğru olduğuna karar verdiğimizde (her ne sebeple olursa olsun) ona inanmak için genellikle yeni sebepler de uydururuz. * Aynı şey bilim adamları için de geçerlidir. Bilimin amacı, kanıta dayalı dengeli bir yaklaşım sergilemektir. Ama bilim adamları insandır ve kendi teorilerine uygun gelen ayrıntıdaki sıradan bulguları abartarak sunabilmektedirler. Meselâ Darwinciler maymunla insan arasındaki kapanması mümkün olmayan uçurumu görmezden gelirler, çok küçük ve genelde organı işlemeze götüren mutasyon değişikliklerini evrim teorisini ispatlayan önemli deliller olarak lanse ederler. Yani insanlar görmek istediği şeyi görür, duymak istediği şeyi duyarlar. * İnsanların pek çoğunun öleceklerini bilmelerine rağmen ibadetten uzak kalmalarını, yaşlandıklarında bile dünya hırslarıyla dolu olmalarını ne ile açıklayacağız? Zararlarına rağmen sigara, alkol, uyuşturucu kullanan; tehlikesini bilmelerine rağmen trafikte aşırı hız yapanlara ne demeli? * Bir alkol bağımlısı günlüğüne, “Daha çok israf ediyor, daha çok suçluluk hissediyor, sabahın üçünde artık içkiyi bırakmam gerektiği duygusuyla uyanıyorum. İçki, içki takımları, içki ortamları ve içkili olmak tiksindirici geliyor. Yine de her öğlen elim alkol şişesine gidiyor.” diye yazmıştı. Gerçekten genelde insanlar kısa süreli hazları, zararını bilmelerine rağmen uzun vadeli huzur ve mutluluklara tercih ederler. 82 Haziran 2012 Sulejman MURADOVİC olayları anlatmaktadır. * İnsan beyninin yaygın rahatsızlıkları da ayrı bir zaafımızdır. Kolaylıkla anksiyeteye girer, endişe ve kaygı çekebilir; panik olur, ölüm ve delirme korkusu ile kıvranabilir; depresyon geçirir, moral bozukluğu ve sıkıntılı olabilir; obsesyon’a yakalanır, saçma ve mantıksız olduklarını bilmemize rağmen takıntı ve saplantılar ile dünyayı kendimize dar edebilir; fobik olarak yersiz korkulara kapılabiliriz. Veya psikoza girerek gayptan sesler, hayali görüntüler veya kokular hissedebiliriz. Evet, Rabbimiz insanları en mükemmel şekilde eşref-i mahlûkat olarak yaratmış, sayısız harika özellikler ile donatmıştır. Yaratılmış olan tüm varlıklar içerisinde düşünme, karar verme, akletme, düşündüğü şeyi uygulayabilme, plân kurma, sonuç çıkarma gibi zihinsel fonksiyonlarla insanoğluna üstünlükler lütfetmiştir. Ancak insanlar bu mükemmel yaradılışlarının yanında çok basit hatalara, yanlış değerlendirmelere, sapkın yollara da düşebilmekte; basit menfaatlere kapılarak davranabilmektedirler. Sir Isaac Newton, “Gökcisimlerinin hareketlerini hesaplayabilirim ama insanların çılgınlığını hesaplayamam” derken bu durumu kast etmiştir. Hiç kimse zihninin tıkır tıkır işleyebileceğini garanti edemez. “İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” (4/Nisa, 28) Ta ki bir kul olarak Yaratıcısına karşı acizliğini anlayabilsin, dünyanın geçici bir makam olduğunu fark edebilsin diye. Bu yüzden insana kendini tanrılaştırma, gurur ve kibir yakışmamaktadır. İnsanoğlu inanmak ve kendisine sayısız nimetler veren Rabbine teslim olmak zorundadır. DARENDE GÜZELLEMESİ Güzel Malatya’nın şirin diyarı Nazlı bayrağımda alsın Darende!... İnsanın çalışkan, kovanda arı… Gönül peteğinde balsın Darende!... Malatya iline uzak düşersin Sabır ateşinde yanar, pişersin Küllenen zamanı durmaz, eşersin Şöhretini dünya bilsin Darende!... Osman Hulusi’nin güzel beldesi Ruhu teskin eder Tohma’nın sesi Somuncu Baba’nın büyür gölgesi Allah’a açılan elsin Darende!... Gönül sofrasında doyar erenler Hamid-i Veli’ye sadık yarenler… Burada toplanmış hakkı görenler Gönül bahçemizde gülsün Darende!... Somuncu Baba’nın asildir soyu Ne güzel örnektir bizlere huyu Nazlı nazlı akar Tohma’nın suyu Şu kırık sazımda telsin Darende!... M. Nihat MALKOÇ Prof. Dr. 83 A Sağlık Akın DİNDAR lerji, bağışıklık sistemimizin aşırı duyarlılık hastalığıdır. Alerjiye neden olan maddelere “alerjen” denir. Alerjen, bağışıklık sistemindeki hücreleri (mast hücre ve bazofilleri) uyararak, antikor (IgE) oluşumunu sağlamaktadır. Bir sonraki temas sonucunda, alerjen ile IgE birleşir ve alerjik reaksiyon başlar. Dolayısıyla alerjik reaksiyonun başlaması için alerjenin daha önce bağışıklık sistemiyle karşılaşması şarttır. Deri Hastalıkları Uzmanı Dr. Arda Eminzade, alerjinin sonradan gelişen bir olay olduğunu ve daha sonraki karşılaşmalarda çok hızlı bir şekilde vücut tepkisinin başladığını belirtiyor. ALERJİ Birçok farklı alerjik madde türü vardır; bunlardan en yaygın üçü polen, ev toz akarları ve kuruyemişlerdir. Alerjik maddeler tüm canlı organizmalarda bulunan protein içerir ve tepkimeye neden olan da bu proteindir. Penisilin gibi bazı ilaçlar da alerjik tepkimeye neden olabilir. Bu ilaçlar protein içermezler ancak vücuttaki protein ile bir araya geldiklerinde tepkimeye neden olabilirler. Alerji Genelde Hızlı Gelişen Bir Reaksiyondur Alerjik reaksiyonunun gelişi- 84 Haziran 2012 minden sorumlu maddeyi, mast hücrelerinde salgılanan Histamin olarak açıklayan Dr. Arda Eminzade, alerjinin 4 farklı organımızda başladığını vurguluyor. 1)Solunum yolunu etkileyen alerjenler havada uçuşan (airbore) parçacıklardır. Bitkiler ve ağaçların polenleri, ev tozu akarları (mite), hayvan tüyleri (kedi ve köpek gibi), küf mantarları solunum yolunu etkileyen alerjenlerdir. Bu alerjenler üst solunum yolunda alerjik rinit ile sinuzit ve alt solunum yollarında astıma sebep olurlar. Bu etkenler bazen gözde alerjiye (konjenktivit) sebep olabilirler. 2) Cildimizi etkileyen alerjenleri iki şekilde değerlendirebiliriz. Direk temas yolu ile ciltte alerji ve kızarıklık gelişir. Bu alerjik reaksiyon IgE’ye bağlı değil bağışıklık sisteminin gecikmeli bir reaksiyonudur (hücresel immünite). Örnek olarak nikel sulfat gibi bazı metaller, çimentoda bulunan potasyum dikromat, kozmetiklerde bulunan peru balsamı ve yapıştırıcılarda bulunan eposkiresinegzema (kontakt dermatit) nedeni olabilirler. Cilt üzerinde direk maruziyet olmaksızın kızarıklık, kabartı ve kaşıntı oluşur. Örnek olarak hastada aspirin alerjisi varsa eğer, ağız yolu ile alındığında ciltte kaşıntı ve kızarıklık belirti- leri başlar. Bu duruma kurdeşen (ürtiker) denir. Ürtikeri tetikleyen ilaçların sayısı çok fazladır. Ayrıca besinler ve farklı alerjenlerde ürtikeri başlatabilir. Ürtikerin belirtilerinden sorumlu madde her zaman histamin olmayabilir. Ürtiker her zaman alerjik değildir. Böcek sokması, arı, yaban arısı, akrep ve benzeri hayvanların sokması sonucunda, eğer bir alerjik durum varsa, sokma alanında kızarıklık, kabartı ve kaşıntı gelişir. Bazen bu alerjik reaksiyon çok şiddetli ve tehlikeli olabilir. 3)Sindirim sistemini etkileyen alerjenler besinler ve bazen ilaçlar olabilir. Fındık, yer fıstığı, susam, süt, yumurta (sarısı ve akı), soya, baklagiller, buğday, çikolata ve deniz ürünleri en sık alerji yapan besinlerdir. Alerji Belirtileri Üst solunum yolunda: Burun ve geniz akıntısı, hapşırma, burun ve genizde kaşıntısı. Alt solunum yolunda: Nefes darlığı ve tıkanıklığı, hırıltı, öksürük ve balgam. Deri: Egzema; deride kızarıklık, kuruluk, soyulma ve kaşıntı. Ürtiker; Deride şişlik, kızarıklık ve kabartı. Göz: Gözlerde kaşıntı ve yaşarma Sindirim sistemi: Karın ağrısı, kusma, ishal. 85 Şifalı Bitkiler Gönülden İkramlar Mesude SARI Bekir SARI Gingseng Büyük kazık köklü çok yıllık beyaz çiçekli, soluk kırmızı renkte meyveleri olan şifalı bitkidir. İçeriğinde B1, B2 ve D vitaminleri, saponinler, uçucu yağ, glikozitler, fosfat ve organik asitler vardır. Kökleri beyaz veya kırmızı renklidir. Bitkinin yaşlı etli ve çatallı kökleri ilaç olarak kullanılır. İki farklı çeşidi vardır. Kırmızı ginseng olarak adlandırılanı şifalı bitki olarak kullanılanıdır. Ginseng kökü 6 yıllık bir yetiştirme süresinden sonra hasat edilir ve tedavi amaçlı kullanılan bitkinin bu bölümüdür. 86 Haziran 2012 Sarımsaklı Köfte Faydaları Vücuda ve kalbe kuvvet verir. Bağışıklık sistemini güçlendirir ve vücut direncini arttırır. Yorgunluğu giderir. Zihni açar ve hafızayı kuvvetlendirir. Stresi azaltır. Depresyona karşı faydalıdır. Prostata karşı koruyucudur. Kandaki şeker ve kolesterol oranını düşürür. Kansızlığa iyi gelir. Kansere karşı da koruyucu etki gösterir. Tümörlü hücrelerin gelişimini yavaşlatır, hatta bazen tamamen durdurabilir. Sindirim sistemi ve böbreklere faydalıdır. Karaciğeri korur. Kalp ve damar sağlığı üzerinde de olumlu etkileri vardır. Yaşlanma belirtilerini azaltır. Nasıl Kullanılır? Genellikle kökleri toz haline getirilerek balla karıştırılıp kullanılır. Ayrıca köklerinden elde edilen suyu kullanılır. Etkileri ve faydaları keşfedildikten sonra pek çok ginseng içeren hazır ürün üretilmeye başlanmıştır. Genellikle ginseng tablet ya da çay şeklinde sunulmaktadır. Yaşlılarda yaşlılık belirtilerini azaltıcı olarak kullanımı oldukça yaygındır. Malzemeler 100 gr dana kıyma (isteğe göre) 2 su bardağı köftelik bulgur 1 çay bardağı un 1 çay kaşığı karabiber 1 kahve fincanı irmik 1 kahve fincanı toz tatlı kırmızıbiber 1 kahve fincanı kimyon Tuz ve Yoğurmak için su Sos İçin Malzemeler 4 adet büyük domates 2 litre haşlama suyu 1 yemek kaşığı biber salçası 1 su bardağı sıvı yağ 1 baş sarımsak ve Maydanoz Acı pul biber (isteğe göre) Hazırlanışı Köftelik bulgur, kıyma, irmik beraberce ıslatılarak yoğurulur. Bulgur yumuşadıkça baharatlar, un ve tuz ilave edilir. Hafif su serperek yoğurmaya devam edilir. Macuna yakın kıvam elde edilince, fındık büyüklüğünde parçalar koparılarak avcumuzda yuvarlayıp, işaret parmağımız ile ortasına hafifçe bastırılıp şekil verilir. Malzeme bitene kadar devam edilir. Yarım limon suyu ve tuz ilave ederek hazırlanan haşlama suyunda köfteler haşlanır. Piştiği kontrol edildikten sonra köfteler süzülür. Köftelerin bulunduğu tencerenin dibinde (lezzet katma- sı için) 1 su bardağı kadar haşlama suyu bırakılır. Önceden soyulan sarımsaklar dövülür. Bir tencere içerisine sıvı yağı alınıp sarımsaklar ilave edilir. 3 dakika kadar yağda çevrilir. Rendelenmiş domates ile salça, tuz ve baharatları ilave edilip 5 dakika kaynatılır. Haşlanmış köfteler bu sos ile karıştırılır. 1 dakika daha kaynatıp servis tabağına alınır. Üzerine kıyılmış maydanoz serpip söğüş domates ve turşu ile ikram edilir. Afiyet olsun. Not: Geçen sayımızda tarif eksik yayımlandığından tekrar veriyor, düzeltmeden dolayı özür diliyoruz. 87 2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın. Onların da abone olmasını sağlayın. 115 İnsan larn başn Dili m a gele uhafa n belâ za etm larn Peyg çoğu ek la ambe zmd dilind rimiz bazs r. Bir endir : “A hakk llahu hadis . in -i şeri Te r kend âlâ’n zasn fte isi de n ku a uyg llarn un b dikka söz se d ir t etm an söz sö bebiy e z. y ler, o le o k Hâlb kulla uki A söze imse rnda AYllLIK nin d ahu İLİ n baz erece TeâMlâKÜ LT ÜR Allah s da sini y ’ gaza o VE ED EB rza-î ükse İY AT DE pland söyle il lt â RG İSİ ir h raca . Ve îye a diği sö k bir ykr ze ze söz sö lauba olara rre k k li ola y adar ler ve rak sö e h h seyi sö e e mmiy m de yler. ylediğ Hâlb et ve uki A rmey i o fe llahu erek na sö Teâlâ zler se Müm o kim indir b e inler b ir iy .” bu le de söyle yuruy lauba re c d esini ikleri or. li ola sözle rak sö ri, ve mele y le m le ri ica eyip v ki la p ede sonu tife o berim r. Yin nu d lsun iz: “İn üşün e bir erek sanla hadis güna söyle rn e -i şeri hlar kseri dilleri ft e Pey sinin nden g a k m y amet çkan günü mala nde yani buyu sözle ruyo rden r. Es-Se dir.” yyid Osm an H ulûsi Efen di (k .s) Aylkk Somun Fiyat: 7 TL M A Y I cu Baba S 2 0 1 Çocu 0 k Der gisi Aralk l 20 Yl: 3 Say: 36 09 rgisi’n in Üc retsiz Eki’d ir. 2010 Ocak gisi k Der Çocu Baba uncu m So Aylkk Somun cu Ba ba De 2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli Visan İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@somuncubaba.netTarihte İstanbul Kuşatmala r ve Fatih www.somuncubaba.net Dergisi Hediy esi... 16 Türkiye : 85 85 38 Ümitvâr Olmak Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir. Adı / Soyadı: Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001 IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 Vakıf Bank (Darende Şubesi): TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Kurum Adı: Ünvan: Dergi Teslim Adresi: Faturayı adıma kesiniz Faturayı şirket adına kesiniz Posta Kodu: Telefon: ( Faks: ( Vergi Dairesi: Şehir: Vergi No: ) ) E-posta: Abone Başlangıç Tarihi: @ İmza Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz. 88 Haziran 2012
Similar documents
Technological, Ecological, Economical Differences
Sample Garment Dyeing Machines & Sample Washer Extractors
More informationİndir
Rıza Tevfik…………………………………………….............. 242 Seyyid Ahmet KAYA ……………………………............….... 245 Seyyid Nesîmî ……………………...………………............... 246 Seyyid Vesîm Efendi …………………………...…........….... ...
More informationBankacılık Hizmetleri
“Draft of Law on Postal Services” was submitted to Ministry of Transportation, Maritime Affairs and
More information