ANTİK DÜNYANIN KEHANET MERKEZİ: DIDYMA Zamanın İcadı
Transcription
OCAK-ŞUBAT-MART 2012 JANUARY-FEBRUARY-MARCH 2012 SAYI 4 ISSUE 4 DIDYMA: ORACLE-CENTER OF THE ANTIQUE WORLD Invention of Time: Sundials Museum traversed by a Submarine: the Rahmi Koç Museum The Great Legacy of Catherine the Great: the Hermitage Museum Özgen Acar: a Journalist on the trail of Lost Treasures A Very Special Museum: the Baksı Museum Two Tombs: Two Secrets HAPPY NEW YEAR! YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN! ANTİK DÜNYANIN KEHANET MERKEZİ: DIDYMA Zamanın İcadı: Güneş Saatleri İçinden Denizaltı Geçen Müze: Rahmi Koç Müzesi Büyük Katerina’nın Büyük Mirası: Hermitage Müzesi Kayıp Eserlerin Peşinde Bir Gazeteci: Özgen Acar Çok Özel bir Müze: Baksı Müzesi İki Mezar, İki Sır hıstory’s key museum pass istanbul! MUSEUMS YOU CAN VISIT WITH MUSEUM PASS İSTANBUL: Hagia Sophia Museum İstanbul Archaeological Museums İstanbul Mosaic Museum Chora Museum Topkapı Palace Museum and Harem Apartments Museums of Turkish and Islamic Arts ADVANTAGE POINTS: Andy Warhol Exhibition, BKG Museum Shops and Cafés, Dinosaur Exhibit, GES Shops, Ice Station Antartica, İstanbul Archaeological Museums Shop, Rahmi M. Koç Museum, Sakıp Sabancı Museum, Sapphire Observation Desk, Torium Snowpark, Touring Club Publications and İstanbul Handicrafts Center, Turvak Cinema -Theater Museum The gates of history are opened wide with the Museum Pass İstanbul. With this card, the historical and cultural treasures of İstanbul, the capital city of three empires, whose history dates back over more than 9 thousand years, are spread out before your eyes. The holders of the Museum Pass İstanbul will be able to visit the following museums, free of charge and without having to queue: the Chora and Hagia Sophia Museums, which bring the magnificence of the Eastern Roman Empire to the present; Topkapı Palace Museum and Harem Apartments exhibiting the grandeur of the Ottoman Empire; İstanbul Archaeological Museums housing the most important cultural heritage of the Hittite, Assyrian, Lydian, Phrygian and Hellenistic civilizations; the Museum of Turkish and Islamic Arts bringing together the most elegant examples of Islamic art; and the İstanbul Mosaic Museum presenting splendid examples of ancient mosaic art. The Museum Pass İstanbul costs 72 TL and is valid for 72 hours, beginning with your first museum visit. What’s more, advantages offered to holders of the Museum Pass İstanbul aren’t just limited to this. Attractive discounts await the holders of the Museum Pass İstanbul at the city’s elite private museums, together with arts and entertainment venues too. For detailed information and points of sale you may visit www.muze.gov.tr içindekiler 5 Başyazı 40 Güneş Saati ZAMANIN İCADI! 56 ‘çok özel’ bir özel müze BAKSI MÜZESİ 60 Kayıp eserlerin peşinde bir gazeteci 66 İki MEZAR, iki SIR! 70 Günlük detaylardan tarihte bir yolculuğa 72 Haber turu 74 Takvim 76 TÜRSAB-MTM müze rehberi 78 TÜRSAB-MTM müze harita 6 Antik Dünyanın En Önemli Kehanet Merkezi SÖYLE BANA DIDYMA... 16 Bulutların İçindeki Manastır SÜMELA 24 Büyük KATERİNA’nın büyük MİRASI HERMITAGE MÜZESİ 32 48 İçinden denizaltı geçen müze: RAHMİ KOÇ MÜZESİ Tüm Zamanların Tanığı: KARİYE MÜZESİ TABLE OF CONTENTS 6 Ocak-Şubat-Mart 2012 Sayı 4 • January-February-March 2012 Issue 4 The most renowned oracle-centre of the antique world ‘TELL ME DIDYMA’ 16 The Monastery in the Clouds SÜMELA 24 THE HERMITAGE MUSEUM CATHERINE the great’s great LEGACY 32 The Museum Crossed by a Submarine THE RAHMİ KOÇ MUSEUM 48 Editorial 5 Sundials: INVENTION OF TIME! 40 A very special private museum: BAKSI MUSEUM 56 A journalist on the trail of lost treasures 60 Two TOMBS two SECRETS 66 A journey into history through details of daily life 70 News in overview 72 Calendar 74 TÜRSAB-MTM museums guide 76 TÜRSAB-MTM map of museums 78 witness of all ages: THE CHORA MUSEUM 3 TÜRSAB-MTM İŞ ORTAKLIĞI TARAFINDAN ÜÇ AYDA BİR YAYINLANIR PUBLISHED QUARTERLY BY THE TÜRSAB-MTM JOINT VENTURE TÜRSAB-MTM İş Ortaklığı adına SAHİBİ / TÜRSAB YÖNETİM KURULU BAŞKANI OWNER on behalf of the TÜRSAB-MTM joint venture / PRESIDENT OF THE TÜRSAB EXECUTIVE BOARD Başaran ULUSOY SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ / RESPONSIBLE MANAGING EDITOR Feyyaz YALÇIN YAYIN KURULU / EDITORIAL BOARD Başaran ULUSOY, Feyyaz YALÇIN, Arzu ÇENGİL, Hakan HİMMETOĞLU, Köyüm ÖZYÜKSEL, Kibele EREN, Ayşim ALPMAN, Aylin ŞEN, Hümeyra ÖZALP KONYAR TÜRSAB adına YAYIN KOORDİNATÖRÜ / EDITORIAL COORDINATOR on behalf of TÜRSAB Arzu ÇENGİL YAYIN YÖNETMENİ / EDITOR-IN-CHIEF Ayşim ALPMAN GÖRSEL YÖNETMEN VE YAYIN DANIŞMANI / ART DIRECTOR AND EDITORIAL CONSULTANT Hümeyra ÖZALP KONYAR GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM / VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Özgür AÇIKBAŞ HABER MÜDÜRÜ / NEWS EDITOR Sevinç AKYAZILI GRAFİK UYGULAMA / GRAPHICAL IMPLEMENTATION Semih BÜYÜKKURT ÇEVİRİ / TRANSLATION Ahmet ALPMAN YÖNETİM MANAGEMENT YAYIN EDITORYAL BASKI PRINTING TÜRSAB-MTM İŞ ORTAKLIĞI Dikilitaş Mah. Aşık Kerem Sk. No: 42 34349 Beşiktaş İstanbul / Türkiye Tel / Phone: (212) 259 84 04 Faks / Fax: (212) 259 06 56 www.tursab.org.tr e-mail: tursab@tursab.org.tr BRONZ YAYINCILIK Pürtelaş Mah. Güneşli Sk. No: 22 D: 1 34433 Cihangir İstanbul / Türkiye Tel / Phone: (212) 244 85 37-38 Faks / Fax: (212) 244 85 34 e-mail: bronzyayin@gmail.com BİLNET MATBAACILIK Biltur Basım Yayın ve Hizmet AŞ. Esenşehir Mah. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi 1. Cadde No:16 Ümraniye İstanbul / Türkiye Tel / Phone: 444 44 03 Faks / Fax: (216) 365 99 07-0 www.bilnet.net.tr e-mail:info@bilnet.net.tr MÜZE Dergisi Basın Konseyi üyesi olup, Basın Meslek İlkeleri’ne uymaya söz vermiştir. The Museum Journal is a member of the Turkish Press Council and has resolved to abide by the Press Code of Ethics. MÜZE Dergisi’nde yayınlanan yazı ve fotoğraflardan kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. None of the articles and photographs published in the The Museum Journal maybe quoted without mentioning of resource. 4 T WITH SORROW AND HOPE ACI VE UMUTLA ürkiye, 2011 yılını turizmde güzel haberler, çıtayı yükselten başarılarla geçirdi. Gerek turist sayısı, gerekse turizm geliri açısından hedefler aşıldı. Bu tablonun çok önemli bir parçası olan müzelerde de 2011 kelimenin tam anlamıyla “hamle yılı” oldu. TÜRSAB-MTM ortaklığının Kültür ve Turizm Bakanlığı ile işbirliği daha ilk yılda meyvelerini verdi. Müzeler daha çağdaş bir çehreye kavuşturuldu, ziyaretçi sayısı da hızla arttı. Elinizdeki dergi de, bir bakıma bunun kanıtı. Peşpeşe Türkiye’ye dönüşü sağlanan eserlerin de katkısıyla müzeciliğin, özellikle arkeoloji müzelerinin altın dönemi yaşanıyor. Müze Dergi de bunun getirdiği bir ihtiyaçla ve böyle bir döneme tanıklık etmek hedefiyle sizlere ulaşıyor. 2011 bizler için bu güzel tabloda ve daha şimdiden başladığımız 2012 yılı hazırlıklarıyla geçti. Ancak ne yazık ki, ülkemizin bütünü için bunu söylemek çok zor. Depremlerin ve şehitlerin haberleriyle, kendimizi adeta acının enkazı altında hissettik. Bütün dileğimiz, acıların 2011’de kalması. Umudumuz da, yaralarımızı saracak gücümüz de var. Yeni bir yıla girerken, sizlere ve elbette bütün Türkiye’ye ve dünyaya bu duygularla “iyi haberler” diliyorum. Başaran Ulusoy Turkey had quite a successful touristic season behind, in terms of tourists’ inflow as well as income volume, outreaching estimated target figures. In this respect, museums, which are a fundamental component of tourism industry experienced a real “year of boom” in 2011. The TÜRSAB-MTM cooperation with the Ministry of Culture and Tourism yielded already in the first year reasonably positive results. Museums underwent a modernizing facelift and reached a rapid increase in the number of visitors. The publication you are holding in your hands is evidence to that reality. Particularly the archaeological museums are experiencing their golden era, among other, thanks to the repatriation to Turkey of various antique treasures which were previously uprooted from their homeland. Müze Dergi is published out of a need resulting from these gratifying developments and reaches its reader as testimony to this success story. We can proudly announce that 2011 has been a very good year for us, during which we surely did not fail to fulfill the necessary preparations for an equally fruitful year 2012. However, it is difficult to argue the same for our country in general. The recent tragic earthquakes and martyrdoms caused great pain to our people. We only hope that the suffering lies behind us. We do possess the strength and trust to heal our wounds. In this spirit, I wish to you, Dear Readers, and to our country and the whole world all the “best news” on the door steps of the New Year. 5 Antik dünyanın en önemli kehanet merkezi Söyle Bana Didyma... BİR YÖRE BİR ANTİK KENT One Region One Ancient City Yazı-Text Fügen Yıldırım Fotoğraflar-Photos Rasim Konyar 6 7 The most renowned oracle-centre of the Antique world ‘TELL ME DIDYMA’ Didyma was the most significant cult centre on the territory of the great classical city Miletos, pre-eminent science and art cradle of the Ancient world. Didyma, the largest and the most prosperous Ionian temple erected in Anatolia, famous for its relics, its sacred spring, its sacred laurel grove remained standing for 3 thousand years against all odds, wars, earthquakes and destructions. anadolu topraklarında kurulan en büyük ve en zengin ion tapınağı. kutsal emanetleri, kutsal kuyusu ve kutsal defne korusuyla ünlü. bilim ve sanatın merkezi milet’in kutsal alanı. savaşlara, depremlere, yıkımlara inat dıdyma yaklaşık 3 bin yıldır ayakta... idim, eski adıyla Didyma... Aydın ilinin Yenihisar köyü yakınlarında, yeşilin maviye karıştığı, Menderes nehrinin denizle buluştuğu yerde kuruldu. Apollon Tapınağı ile tanındı. Didyma’nın hazinesi sayılan Apollon Tapınağı, o zamanki adıyla Didymaion M.Ö. 560’ta inşa edildi ve antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biri haline geldi. Efsaneye göre, tanrı Apollon bir gün Didim yöresinde çobanlık yapan Brankhos’a rastladı. Brankhos’tan çok hoşlandı ve ona kehanetin sırlarını öğretti. Çoban Brankhos, defne ormanı ve su kaynağının bulunduğu, bugünkü tapınağın yerinde, Apollon adına ilk tapınağı yaptı. Zaman içinde Brankhos soyundan gelenler Brankhidler olarak anıldılar. Tapınak, uzun süre, orada yaşayan ve Brankhidler adı verilen aile tarafından yönetildi. Ta ki M.Ö. 494’te Persler Miletos’a saldırıncaya kadar. Pers saldırısı sırasında, Miletos şehri ile Apollon Tapınağı da yerle bir oldu. Tapınakta bulunan, Apollon’un bronz heykeli Pers başkenti Ekbatan’a götürüldü. Ünlü tarihçi Herodot olayı şöyle anlatır: “Brankhidler tanrılarına sadakatsizlikle suçludurlar; tanrıya sunulmuş hazineleri hiç duraksamadan Pers kralına teslim etmiş ve ihanetlerini izleyecek olaylardan kurtulmak için de onun peşinden Pers ülkesine kaçmışlardır. Yüz elli yıl sonra İskender buraya dek geldi. Ordusundaki Miletoslular’a ne yapması gerektiğini sorduktan sonra, yerleşmeyi yerle bir etti. Böylece babalarının işlediği suçun cezasını oğullar ödemişlerdir.” 8 Didim, Didyma with its ancient name was founded near the Yenihisar village of the Aydın province, where green mixes with the blue, where the Maeander river meets the Aegean sea. Didyma, known for its Apollo Temple, its treasure, the Didymaion erected in 560 B.C. grew into the main oracular shrine of the Antique world. According to the myth, Apollo met one day in the area the shepherd Branchos whom he loved and revealed the secrets of divination. Branchos established the first Apollo temple inside the laurel forest, near the water source, on the placement of the current sanctuary. In time, the line of priests who claimed descent from Branchos were called the Branchidae. Until its destruction by the Persians in 494 B.C., Didyma was the major Anatolian sanctuary dedicated to Apollo, administered by the family of the Branchidae. The Branchidae were expelled by Darius’ Persians, who burned the temple and carried away to their capital Ecbatana the archaic bronze statue of Apollo. According to ancient Greek historian Herodotos, the Branchidae were guilty of sacrilege and treason towards their gods; they supposedly delivered the treasures offered to gods to the Persian king and followed him into Persian lands to escape the consequences of their treason. 150 years later, Alexander the Great supposedly destroyed the villages of the Branchidae descendants upon the exhortation of his Milesian soldiers, thus punishing the sons for the sins of their ancestors. After his capture of Miletos in 334 B.C. Alexander the Great reconsecrated the Apollo oracle but placed its administration in the hands of the city of Miletos, where the priest in charge of the oracle was annually Büyük İskender M.Ö. 334’te Miletos’u aldıktan sonra kehanet merkezinin yönetimi Miletos kentine verildi. Didyma Miletos’un kutsal alanı oldu. Kazanılan zaferin coşkusuyla olsa gerek, Miletos kâhini, Büyük İskender’i Zeus’un oğlu ilan etti. Ve hemen yıkılan tapınağın yerine, hatta onun temelleri üzerine, İon dünyasının en büyük tapınaklarından birinin yapımına başlandı. Daha sonra, Apollon Tapınağı’ndan çalınan bronz Apollon heykeli Suriye Kralı I. Seleukos tarafından bulundu ve Didyma’ya geri verildi. Miletoslular, M.Ö. 300 dolaylarında başladıkları tapınağı tamamlayabilmek için iki yüz yıl boyunca çalıştılar ama ölçüleri çok büyük tutulan tapınağı bir türlü bitiremediler. Tapınağa götüren Kutsal Yol Şiirin, ışığın, müziğin, hekimliğin tanrısı Apollon aynı zamanda kehanetin de tanrısıydı. İsterse, kâhinlik yeteneğini diğer insanlara verebilirdi. Kehanet antik çağın en gözde ‘yönetim aygıtı’ ve inancın temel taşlarından biriydi. Rasyonel düşüncenin ilk filizlerini verdiği, bilimin ilk merkezlerinden biri sayılan Miletos’ta bile... elected. Following Alexander’s victory over the Persians, the Apollo oracle “spoke again” and supposedly announced that Alexander was son of Zeus. Alexander ordered the reconstruction of the temple, but it was left to Seleucus I Nicator, the founder of the Syrian Seleucid Empire, who conquered this part of Alexander’s empire, to make a beginning with the project. About 300 B.C. Seleucus I Nicator brought the bronze cult image, the Apollo statue back, and the Milesians began to build a new temple, which, if it had ever been completed, would have been the largest in the Ionian world. Even though the construction continued for two hundred years, the shrine was never completed. The Sacred Road leading to the Temple Apollo god of poetry, light, music and medical science, was also the god of oracular divination. He possessed the ability to transfer his oracular powers to humans. Divination was the favourite method of ruling and the basis of belief systems in the ancient world, which is true even for Miletos considered one of the first centres where rational and scientific thinking began to develop... South of Didyma was the port of Panormos where the pilgrims arriving Didyma Antik Kenti, bitki ve hayvan motifleriyle bezeli taş işçiliğiyle de hayranlık uyandırıyor (yanda). Didyma Antique City is also admired for its remarkable stone reliefs depicting plants and animals (aside). 150 yıllık bir öykü! Tapınak hakkında ilk bilgileri Anadolu’yu gezen Fransız seyyah Charles Texier ve İngiliz arkeolog Newton topladılar. İlk kazılar ise 1858 yılında İngiliz, daha sonra da Fransız heyetleri tarafından yapıldı, ama bir sonuç alınamadı. Sistemli kazı çalışmalarına ancak 1904’te Berlin Müzesi adına, devrin ünlü arkeoloğu Prof. Theodor Wiegand başkanlığında başlandı ve 1913 yılına kadar devam etti. Kazılarda elde edilen bilgiler, 1941 yılında H. Knackfuss tarafından ‘Didyma’ adlı bir kitapta yayınlandı. 1962’den sonra kazıları Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Klaus Tuchelt sürdürdü. 2000 yılından itibaren Kutsal Yol’un çevresinde yapılan kazılarda imparatorluk dönemine ait bir hamam ve ona ait galeriler yanında devasa büyüklükte bir su sarnıcı bulundu. Halen Almanya Halle Üniversitesi’nden Prof. Dr. Helga Bumke başkanlığında devam eden kazılar, yazıtlardan elde edilen bilgileri doğrulayan sonuçlar verdi. Özellikle Roma İmparatorluğu döneminde rağbet gören ve dört yılda bir yapılan Didyma şenliklerinde, çeşitli spor karşılaşmaları yanında, hitabet, müzik ve tiyatro konularında da yarışmalar düzenleniyordu. Şenliğin bir kısmı Miletos, bir kısmı da Didyma’da gerçekleşiyordu. Özellikle tragedya dalındaki yarışmaların Miletos’taki görkemli tiyatro yerine, neden bir tiyatrosu olmayan Didyma kutsal alanında yapıldığı merak konusuydu. Bu sorunun cevabını 2010 yılı kazı çalışmalarında 23x20 metre büyüklüğünde bir duvar yapısına ulaştıklarını söyleyen Prof. Dr. Bumke veriyor. Dairesel şekilde devam eden ve teras duvarı olarak adlandırdıkları bu yapının bir tiyatro olabileceğini belirtiyor. A 150 years old story! The initial data on Didyma sanctuary was collected by French traveller Charles Texier and British archaeologist Newton. First excavations were carried out in 1858 by British and later by French archaeological teams without yielding satisfactory results. Systematic excavations were performed in 1904 under the leadership of Prof. Theodor Wiegand through the auspices of the Royal Berlin Museums (Königliche Museen zu Berlin) and carried on until 1913. The findings of the exploration were published in 1941 by Hubert Knackfuss in a book entitled ‘Didyma’. From 1962 on, excavation work was carried out by Klaus Tuchelt under the auspices of the German Archaeological Institute (DAI-Deutsches Archäologisches Institut). The research conducted after 2000 in the periphery of the Sacred Road led to the discovery of a Roman bath and its adjoining galleries along with a giant size water cistern. Excavations currently continued under the leadership of Prof. Dr. Helga Bumke from Germany’s Halle University led to findings confirming data obtained from earlier discovered tablets. This is particularly true concerning information on the popular Didyma festivities organized every four years during the Roman period where various sportive competitions along with competitions in the field of oratory art, musical and theatrical performances took place. The festival was held partly in Miletos, partly in Didyma. Why the tragedy performances were staged in Didyma rather than at the magnificent Miletos amphitheatre remained an intriguing question mark for many years. The answer to that question is probably provided by Prof. Dr. Bumke who declares that, during their 2010 excavations, they found a 23x20 metres large terrace wall extending in circular form which might well belong to a theatre structure that previously existed and was later destroyed. 10 12 Kutsal alana çoğunlukla deniz yoluyla gelen ziyaretçiler, Panormos limanından karaya çıkar, Miletos’u Didyma’ya bağlayan, Kutsal Yol’dan yürüyerek tapınağa ulaşırlardı. Ziyaretçiler arasında, geleceğini öğrenmek isteyen sıradan insanların yanı sıra, bir savaşın karar arifesindeki krallar da olurdu. Bayram alayları bu kutsal yoldan harekete geçer, tapınağın çevresinde meşale koşuları, çeşitli yarışlar yapılır, şenlikler düzenlenirdi. 18 kilometrelik Kutsal Yol’un Didyma’ya yakın son iki kilometresinde ziyaretçileri, geniş koltuklarda oturan kadın ve erkek Brankhidler’in heykelleri karşılardı. M.Ö. 6. yüzyılda yapılan bu heykellerden pek çoğu 1858 yılında İngiliz arkeolog Newton tarafından British Museum’a gönderilinceye kadar orijinal yerlerinde, ait oldukları topraklarda, ziyaretçilerini karşılamaya devam ettiler. Kutsal kaynağın suyu Tapınağın girişindeki merdivenlerin yukarısında yükselen devasa çift sıra sütunların sonunda tapınağın üç girişi vardı. Yanlarda iki küçük giriş ve her zaman açık olan orta giriş... Ortadaki büyük kapıyı kullanmak yasaklanmıştı. Yalnızca rahipler bu bölüme girebiliyordu. Burada Apollon’un kadın kâhinleri, kendilerinden geçmiş bir halde yalnızca rahiplerin tercüme edebildiği anlaşılmaz sözlerle sorulan soruların yanıtlarını verirlerdi. Tapınağın diğer bölümlerini görmek için küçük yan girişler kullanılırdı. Küçük girişlerden zemin kata inilir, uzun koridorun sonunda tapınağın ana bölümüne ulaşılırdı. Etrafı duvarlarla çevrili ve çatısız bu bölümde büyük bir defne korusu, kutsal bir su kaynağı ve Apollon’un heykelinin bulunduğu küçük bir tapınak daha vardı. Biri yukarıya çıkmak, diğeri de aşağıya inmek üzere kullanılan merdivenler de bu bölümde yer alıyordu. Efsaneye göre Persler tarafından yakıldığı ve yağmalandığı için kurumuş olan kutsal kaynağın suyu, tapınak yeniden inşa edildikten sonra akmaya başlamıştı. Apollon’un kadın kâhinleri Kâhin kadınlar bu kutsal alanda yaşar ve ellerinde tanrı tarafından verildiğine inanılan bir asa taşırlardı. Ayaklarını, giysilerinin ucunu tapınağın kutsal suyunda ıslatır ya da suyun buharını soluyarak kendilerini tanrının vereceği esinlere açık tutarlardı. Ayrıca kehanette bulunmadan önce yıkanmaları ve üç gün oruç by the sea disembarked. They reached Didyma by walking through the ‘Sacred Road’ connecting Miletos to Didyma. The oracle was consulted by ordinary people as well as kings on the eve a decision to wage war. Festive processions started from the Sacred Road, torch runs, various competitions and festivals were organized around the temple. Statues of male and female Branchidae seated on large-size armchairs met the visitors at the last two kilometres portion of the 18 kilometres long Sacred Road. These statues erected in the 6th century B.C. remained in place at their homeland to welcome their visitors until British Archaeologist Newton transferred them in 1858 to the British Museum in London. The water of the Sacred Spring After climbing the stairs to the temple, a walkway bordered by a double range of giant columns led to three adjacent entrances, the main entrance in the middle and two smaller entrances on each side of the main entrance... It was not allowed for ordinary people to use the main entrance, open only to priests. At this point, sibyls in trance provided responses to the inquiries of the pilgrims by pronouncing unintelligible phrases discernible only to priests who translated them to the public. The two lateral entrances were used to visit the remaining parts of the sanctuary. After crossing through the small entrances, one had to climb down the stairs to a long corridor leading to the main court of the temple. The entry route lay down either of two long constricted sloping passageways built within the thickness of the walls which gave access to the inner court without a roof, still open to the sky but isolated from the world by the high walls of the cella: there was the ancient Sacred Spring, the naiskos-which was a small temple itself, containing in its own small cella the bronze cult image of Apollo-and a grove of laurels, sacred to Apollo. According to Callisthenes, a court historian of Alexander, the spring dried up following the plundering by the Persian invaders, began once more to flow after Alexander passed through and the temple was rebuilt. Apollo’s Sibyls Female prophets or priestesses called sibyls in the ancient world were carrying a sceptre believed to have been bestowed to them by gods. They wet the bottom of their garments in the sacred water of the spring or inhaled the mist emanating from the spring with a view to keeping themselves ready to receive the prophecies believed to be inspired to them by gods. They also had to observe a fast for three days and take 13 14 tutmaları gerekirdi. Sonra sıra, defne yapraklarını çiğneyerek transa geçmek ve kehanetleri tanrılardan alıp insanlara vermeye gelirdi. Ancak bu da yine kutsal aracılarla gerçekleşirdi. Çünkü kehanet merkezine danışanların kâhin kadının yanına girmeleri yasaktı. Vezne dökülen kehaneti Apollon’un sözcüsü yazılı olarak onlara aktarırdı. Sözcü, Miletos’un en yüksek resmi görevlisiydi ve seçimle iş başına gelirdi. Ona ikinci bir sözcü yardım ederdi. Bu kişi kehaneti şiirsel bir dile dökmekte yetenekli olanlar arasından seçilirdi. Sözcülük görevini kimi zaman imparatorlar da üstlenirdi. Belki de tapınağa ikinci sözcü tutma adeti, şiir yazma konusunda yeteneksiz olan imparatorlar zamanında başlatılmıştır. İmparatorların, ‘böyle bir görevi neden üstlendiği’ sorusuna gelince: Yanıt, ‘ismini ölümsüzleştirmek’tir. Kanıtı da, tapınağın taş bloklarıdır. O blokların üzerinde, tapınakta görev alan 200 sözcünün isimleri yazılmış ve yüzyıllar sonrasına kutsal bir emanet gibi bırakılmıştır. Ne yazık ki, o isimlerin ilettiği kehanetlerle ilgili yazıtlar düş kırıklığı yaratacak kadar az sayıda. Kazılarda pek az yazıt bulunabildi. Bulunanların çoğu da küçük parçalara bölünmüştü. Tarihçiler, bunu ilk Hıristiyanlar’ın pagan kültürünü yok etme çabasına bağlıyor. Bu nedenle yazıtların kırılıp yok edilmeye çalışıldığı sanılıyor. Bir başka hayal kırıklığı da, bulunanlar üzerindeki metinlerden; kehanetlerdeki öğüt ve önerilerin pek parlak olmamasından kaynaklanıyor! M.Ö. 560’da inşa edilen Apollon Tapınağı Antik Çağ’ın en büyük kehanet merkeziydi. The Apollo Temple erected in 560 B.C. was the principal oracle-centre of the Antique Age. purifying ablutions before prophesying. They went into trance by chewing laurel leaves and transmitted to humans prophecies provided to them by gods. Nevertheless, the transmission did not occur directly between priestesses and pilgrims, since the inquirers were not allowed to get into direct contact with the sibyls, but received the responses to their inquiries through further sacred mediums as intermediaries. Put into rhymed verses, the prophecy was submitted in writing to the inquiring pilgrims by Apollo’s spokesman. Apollo’s announcer was the annually elected highest ranking official of Miletos. A second spokesperson assisted him in fulfilling his duties. Generally, this person was selected from among people possessing the talent to translate the prophecies into poetic language. Sometimes, Emperors acted as Apollo’s announcers, leading to think that the tradition of choosing a literarily gifted assistant was established by those emperors without poetic talent. As to the question why emperors would take on such a task, the answer is probably the aim to immortalize their names. Evidence to this assumption are the stone blocs of the temple on which the names of 200 Apollo spokespersons are inscribed as a lasting sacred legacy to generations of following centuries. Unfortunately, epigraphs containing the texts of prophecies proper are of disappointing rarity. A very limited number of such tablets were found during excavations and most of them were shattered into pieces. Historians explain the disappearance of such inscriptions with the effort of Early Christians to destroy reminiscences of pagan faith and culture, who probably crushed the tablets. A further disappointment is the fact that the admonitions and intimations contained in the rarely found prophecies are of a gloomy nature! 15 16 MÜZELER Museums Yazı -Text Hümeyra Konyar Fotoğraflar-Photos Rasim Konyar Bulutların İçindeki Manastır SÜMELA kayaların içine oyulmuş yapıları, kat kat freskleri ile 4. yüzyıldan beri ayakta. şaşırtıcı bir mimari, çarpıcı bir sanat örneği. sümela’yı özetleyen iki kelime, hayranlık ve şaşkınlık oluyor her zaman... THE MONASTERY IN THE CLOUDS SÜMELA BUILDINGS CARVED IN THE ROCKS STANDING SINCE THE 4TH CENTURY, LAYERS OF FRESCOES, A SPECTACULAR ARCHITECTURE, A STUNNING WORK OF ART, THOSE ARE THE WORDS THAT BEST DEFINE SÜMELA’S CHARACTERISTICS... Sümela Manastırı (sol sayfa). Ana Kaya Kilisesi duvarında yer alan fresklerden bir sahne (yukarıda). Sümela Monastery (left page). A scene from the frescoes seen on the walls of the Main Rock Church (above). 17 imdik yükselen bir dağın içine oyulmuş olmasına mı, 4. yüzyıldan beri ayakta kalmasına mı, yoksa içindeki fresklere mi hayran kalmalı... Manastır yolunun günümüzde bile kolay geçit vermediğine mi, kayalardaki yapıların mükemmelliğine mi şaşırmalı... Sümela gezisini özetleyen iki kelime, hayranlık ve şaşkınlık oluyor her zaman... Ayasofya Müzesi ile birlikte Trabzon’u dünya çapında şöhrete kavuşturan iki tarihi yapıdan biri olan Sümela Manastırı 4. yüzyıldan beri ayakta. Yazılı kaynaklar manastırın 375-395 yılları arasında yaşamış Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında, Atina’dan gelen Barnabas ve Sophranios isimli iki rahip tarafından kurulduğunu aktarıyor. Adını ‘siyah’ anlamına gelen ‘melas’ sözcüğünden alan Sümela Manastırı’na bu ismin verilişi iki nedene bağlanıyor. Birincisi yaslandığı dağın isminin Karadağ oluşu, diğeri de içindeki fresklerden birindeki Meryem tasvirinin siyah rengi. 6. yüzyılda, Bizans İmparatoru Justinianus, yıpranmış manastırın onarılmasını emreder. General Belisarios’un başkanlığında süren onarım çalışmaları sırasında Sümela biraz daha büyütülür. 1204 tarihinde kurulan Trabzon Komnenosları Prensliği manastıra büyük destek verir ve Sümela’nın parlak yılları başlar. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de hakları korunan manastır, padişah fermanlarıyla yeni imtiyazlar kazanır. 18. yüzyıla gelindiğinde Sümela bir kez daha onarılır ve yeni freskler eklenir. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde daha büyük yapılar eklenerek bugünkü muhteşem görünümünü kazanır. Bu dönemde Sümela’nın şöhreti Avrupa’ya kadar uzanır, manastırı ziyaret eden pek çok gezgin, kitaplarında Sümela’yı anlatır. 1916-1918 yılları arasında Rus işgali altında kalan Trabzon ile birlikte Sümela’nın da kaderi değişmeye başlar. İşgal yıllarında el konulan manastır, yavaş yavaş terkedilmeye başlanır ve 1923 yılında tamamen boşaltılır. Uzun yıllar harap halde kalan manastır, 1987 yılında içinde bulunduğu ormanlık alan ile birlikte milli park ilan edilerek koruma altına alınır. What is more admirable, the fact that it is carved in the steepest rocks, the fact that it is standing there since the 4th century or the frescoes inside the monastery? The perfection of the dwellings carved on a steep cliff hard to reach even under present-day circumstances creates amazement. Admiration and amazement are the two words summarizing each visitor’s reaction in front of the Sümela wonder... Together with the Hagia Sophia (Church) Museum, Sümela Monastery is one of the two historical buildings which attribute worldwide renown to Trabzon. Sources claim that the monastery was built by two priests, Barnabas and Sophranius from Athens under the reign of Byzantine Emperor Theodosius (375-395). The Greek word “melas” meaning black is at the origin of the name Sümela, due to the name of the mountain against which the monastery is leaning called the Black Mountain (Karadağ) and to the black colour of a fresco depicting Virgin Mary inside the building. In the 6th century, Emperor Justinianus orders the worn-out monastery to be restored. The restoration work undertaken under the supervision of General Belisarios leads the way to an extension of its dwellings. The Trebizond (Trabzon) Komnenos Principality founded in 1204 provides large-scale support to the monastery, thus contributing to its golden period. Sümela continues to flourish under the Ottoman Empire as well and enjoys additional privileges granted by Sultans’ decrees. Manastırın içinde yer alan konuk odalarından biri (solda), Ana Kaya Kilisesi dışı (yukarıda), Karlı ve sisli bir günde Sümela Manastırı (sağda). A guest room inside the Monastery (on the left), outside view of the Main Rock Church (above), Sümela Monastery on a hazy snowy day (on the right). İNZİVANIN TARİHİ Yunanca’da ‘yalnız yaşamak’ anlamına gelen ‘Manasterios’ kelimesinden türediği düşünülen manastır, inzivaya çekilen din adamlarının yaşadıkları yapıyı tarif eder. Budizm ve Hinduizm inancında da manastır geleneği olmakla birlikte, ilk örnekleri Mısır’da görülen Hıristiyan manastırları daha yaygındır. Özellikle Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde gelişen Ortodoks Hıristiyanlığı için Anadolu ve Avrupa’da çok sayıda manastır inşa edilmişti. Genellikle rahip ve rahibelerin manastırları ayrı olur, maddi kaynakları bağışlardan sağlanır ve özellikle kütüphane ve freskleriyle önemli bir bilgi ve sanat merkezi olarak da kabul edilirlerdi. Manastır, genellikle yerleşim merkezleri dışında; yüksek yamaçlara, ulaşılması güç yerlere kurulurdu. Böylece hem inzivaya çekilmek için uygun ortam yaratılır, hem de olası saldırılardan uzakta kalınırdı. Sümela’nın konumu da bu fikre mükemmel bir örnek oluşturuyor. Günümüzde bile ulaşımı zahmetli olan manastır yolu, kış aylarında neredeyse geçit vermiyor. Sis bulutları ise yaz kış, hep üstünde manastırın. Bunun için de Sümela’ya ‘Bulutların İçindeki Manastır’ deniyor ve bu benzetme fresklere de yansıyor. THE HISTORY OF ASCETICISM “Manasterios” meaning in Greek language, “to live alone”, it is believed that the word monastery was derived from that Greek word to signify a location where monks retire to live in asceticism. Such tradition exists also in the Buddhist and Hinduist faiths. But Christian monasteries are more common and their initial precedents were first seen in Egypt. Many monasteries were established in Anatolia and Europe, particularly in relation with the Orthodox Christian faith developed within the boundaries of the Eastern Roman Empire. Priests and priestesses were usually in separate institutions, donations constituted their source of income. With their libraries and frescoes, the monasteries were considered important centres of knowledge and art. They were usually erected away from population centres; on high hills or cliffs difficult of access, in order to create a proper environment for meditation and to be protected from invasion. Sümela’s location is a perfect example. In winter it is almost impossible to get through to it, even in today’s conditions. Sümela is always covered with fog, in summer like in winter. Therefore, it is called the “Monastery in the Clouds”, a metaphor reflected on frescoes as well. 19 Manastır avlusundan görüntüler (solda ve üstte). Views from the Monastery’s courtyard (on the left and above). 72 Odalı bölüm Trabzon’un Maçka ilçesinde yer alan Sümela Manastırı’na dağların arasından geçen bir yolla varılıyor. Araçtan indikten sonra biraz tırmanmak, sonra 64 basamak çıkmak ve ardından 92 basamak inmek gerek... Bu zahmetli yol manastır avlusuna varıldığında yerini hayranlık ve şaşkınlığa bırakacaktır. Sümela; Kaya Kilisesi, şapeller, mutfak, öğrenci odaları, kütüphane, misafirhane ile ayazma bölümlerinden oluşan oldukça büyük bir yapı grubu. Eski fotoğraflardan, ön cepheyi oluşturan ve içinde 72 oda bulunan beş katlı bölümün bir zamanlar muhteşem balkonlarla süslü olduğunu görmek mümkün. Manastırın suyu, bugün ayakta kalan bölümleri restore edilmiş olan su kemerleriyle, 4 kilometre uzaklıktaki Karaağaç Yaylası’ndan getirilirdi. Sümela gerek mimarisi, gerek dönemi yansıtan atmosferi ve elbette freskleriyle unutulmayacak bir kültür turudur. Siyah Meryem freski artık yok Manastır içinde bugün görülebilen freskler 9. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasına tarihleniyor ve üç farklı dönemde, üç tabaka halinde yapılmış olduğu düşünülüyor. Sümela’ya adını verdiği ileri sürülen Siyah Meryem freski için ise çeşitli rivayetler var. Böyle bir freskin hiç olmadığı, yüzyıllar içinde bozulduğu ya da 20. yüzyılın başında Yunanistan’dan gelen din görevlileri tarafından götürüldüğü gibi... Ağırlıklı olarak manastırın en eski bölümü olan Kaya Kilisesi ile Şapel’in iç ve dış duvarlarında yer alan fresklerde Hz. İsa ve Meryem Ana’nın tasvirleri ile İncil’den sahneler izleniyor. In the 18th century Sümela is restored once again and new frescoes are added. Finally, in the 19th century, larger dwellings are being added and the monastery attains then its full splendour as it stands today. Sümela’s renown reaches western Europe during that period and many a traveller who visited Sümela give account of their admiration in their travel books. During the 1916-1918 period in which Trabzon was under Russian occupation, the fate of the monastery changes. Seized by the occupation forces during that time, Sümela is slowly being abandoned and is totally evacuated in 1923. The monastery remains in poor condition for many years until it is taken under protection in 1987 within an area declared National Park together with the woods surrounding it. The section with 72 rooms. The Sümela Monastery which lies on the territory of the Maçka county, Trabzon Province is accessible through a road passing through the mountains. After getting off from the vehicle, one has to climb a while and then go up 64 stairs and finally go down 92 stairs... Once you reach the monastery’s courtyard your exhaustion is replaced by admiration and amazement. Sümela is a large building complex with the Rock Church, the chapels, the kitchen, the students’ rooms, the library, the guest rooms and the ayazma (spring of water regarded as sacred by Orthodox Greeks). The five-storey front building housing 72 rooms was adorned once upon a time by splendid balconies, as can be seen from earlier photographs. The monastery’s water supply was provided through aqueducts, partly restored nowadays, bringing water from the 4 km. far Karaağaç plateau. 21 Trabzon’da manastırlar Pek çok tarihi yapısı olan Trabzon manastırları arasında kuşkusuz en önemlisi Sümela Manastırı. İl sınırları içinde yer alan Vezalon (Yahya), Kuştul-Hızır İlyas (Gregorius Peristera), Kaymaklı, Kızlar (Panagia Theoskepastos), Kızlar (Panagıa Keramesta) manastır yapıları büyük ölçüde tahrip olmuş durumda. Karadağ’ın eteklerine oyulu ve vadiden 300 metre yükseklikte yer alan Sümela Manastırı bugün yalnızca Trabzon’un değil, ülkenin en önemli tarihi yapılarından biri. Türkiye’de inanç turizminin en büyük ayaklarından birini oluşturan manastır, Nisan-Ekim ayları arasında ziyaretçi akınına uğruyor. Öte yandan Sümela son iki senedir, Fener Rum Patriği Bartholomeos tarafından yönetilen ve Rusya, Yunanistan, Gürcistan ile ABD’den gelen yüzlerce Ortodoks’un katıldığı geniş çaplı ayinlere de sahne oluyor. An excursion to Sümela is certainly an unforgettable cultural journey due to the architecture, the atmosphere reflecting past centuries and definitely due to its fabulous frescoes. The Black Virgin Mary fresco no longer exists. The frescoes inside the monastery are dated from the 9th to the 18th centuries and are believed to have been created in three successive layers. There are various rumours concerning the Black Virgin Mary fresco: that it never existed, or that it was deteriorated through wear and tear of time or that it was taken away by priests coming from Greece at the beginning of the 20th century... In the oldest part of the monastery, the Rock Church and the Chapel, inner and outer walls are decorated with frescoes depicting Jesus Christ and Virgin Mary and scenes from the Bible. Monasteries in Trabzon Sümela Monastery is undoubtedly the most significant historical treasure amongst the various monasteries located in Trabzon. The other monasteries’ buildings in the region such as Vezalon (Yahya), Gregorius Peristera (Kuştul-Hızır İlyas), Panagia Theoskepastos (Kızlar), Panagia Keramesta (Kızlar) are partly destroyed or in poor condition. Sümela erected on Black Mountain at an altitude of 300m.up from the valley, is not only Trabzon’s most important heritage but one of Turkey’s foremost historical sites. An important leg of the country’s faith tourism, the monastery is receiving many visitors from April to October. Furthermore, in the last two years, vast religious ceremonies were held at Sümela under the leadership of Bartholomeos, the Greek-Orthodox Patriarch of Phanar , in the presence of many orthodox believers from Russia, Greece, Georgia and the USA. Meryem Ana’ya adandığı için ‘Meryem Ana Manastırı’ olarak da anılan yapıdaki fresklerin pek çoğunda Meryem tasviri yer alır. Yukarıda yer alan freskte Meryem Ana kucağında Çocuk İsa ile oturuyor ve Sümela bulutlar içinde gösteriliyor. Kaya Kilisesi içinde yer alan fresklerden Aziz Ignatius (solda), Kaya Kilisesi içi (sağda). Virgin Mary depictions are found in most of the frescoes of the building also called “Virgin Mary Monastery” for being dedicated to her. The fresco seen above depicts Virgin Mary seated with Jesus Child on her lap and Sümela in the clouds. St. Ignatius fresco seen in the Rock Church (on the left), inside view of the Rock Church (on the right). 22 DÜNYA MÜZELERİ World Museums Yazı-Text Fügen Yıldırım 24 büyük KATERİNA’nın büyük MİRASI HERMITAGE MÜZESİ versaılles’dan sonra avrupa’nın en pahalı sarayı olarak yapıldı. çarlara, çariçelere mekan oldu. şimdi, tarih öncesi dönemden, xx. yüzyıla uzanan, yaklaşık üç milyon esere ev sahipliği yapıyor. dünyanın en geniş resim koleksiyonuna sahip olma rekoru da hermıtage’a ait… THE HERMITAGE MUSEUM CATHERINE THE GREAT’S GREAT LEGACY The Winter Palace housing the State Hermitage Museum in St. Petersburg was the second most expensive building of its era following the Versailles Palace. The Museum owns a collection of three million pieces including works of art from the XXth century. It possesses world’s largest painting collection. 25 enedik’i andıran kanalları, tarih kokan geniş cadde ve meydanları, büyülü beyaz geceleri ile anılıyor St Petersburg. Ancak, St Petersburg’u önemli kılan, zenginleştiren, dünyanın dört bir yanından sanatseverleri kendine çeken bir başka özelliği de Hermitage Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor olması. Çariçe II. Katerina tarafından kurulan Hermitage Müzesi, dünyanın en büyük ve en önemli müzelerinden biri. Adını, Fransızca ‘hermit’ sözcüğünden almış. Hermitage, ‘inziva yeri’ anlamına geliyor. Her ne kadar çapkınlıklarıyla anılsa da II.Katerina aynı zamanda dindar bir kadın. Sarayda onun da bir ibadet yeri var. Zaman zaman kendisine ait bu bölüme çekilip, kitapları ve sevdiği sanat eserleri arasında tefekküre dalıyor. O anlarda, nasıl bir miras hazırladığını hiç hayal etmiş miydi kimbilir, ‘inziva yeri’ dünyanın en muhteşem müzelerinden birine dönüşüyor. Büyük Katerina diye anılan Çariçe, bu şöhretine uygun bir ‘hazine’ yaratıyor. 26 St. Petersburg is a magic city with its white nights, its historical squares and large boulevards, called Venice of the north owing to its canals. Yet the most salient feature of the city is certainly its Hermitage Museum attracting art enthusiasts from all over the world. The Hermitage Museum founded by Czarina Catherine II, also known as Catherine the Great, Empress of Russia, is one of the world’s largest and most significant museums. Its name originates from the French word hermite (monk living in seclusion), hermitage meaning place of retreat. Although reputed for her love affairs, the Empress was also a religious person retreating at times into her private sanctuary in the palace where she meditated surrounded by her favourite books and works of art, her personal collection. Did she ever imagine what sort of legacy she was preparing through this private collection? Catherine the Great’s retreat was destined to become eventually one of the world’s most magnificent museums of art, a treasure commensurate with Catherine’s predicate of greatness. When the King cancelled his order! The origin of the Hermitage goes actually back to a whim of the Prussian King who asked a Berlin merchant, Johann Ernest Gotzkowsky, to collect paintings for him, but later cancelled his order. Gotzkowsky, having meanwhile put together a large collection of 225 paintings from different parts of Europe, sent a message to the Empress of Russia known as patron of the arts. Catherine’s swift reaction was to purchase Gotzkowsky’s whole collection. In the aftermath of this prelude, purchase of paintings from abroad continued uninterrupted. Art experts at the service of the Empress purchased paintings particularly from France, Holland and Italy; among other, from heirs of famous European art collectors. Under Kral siparişten vazgeçince! Aslında Hermitage Müzesi’nin temelleri, bir kaprisle atılmış. Berlinli tüccar Johann Ernst Gotzkowsky, Prusya kralının siparişi üzerine Avrupa’nın her köşesinden 225 resim toplamış. Ama kral sonradan vazgeçmiş. Peki Gotzkowsky ne yapacak! Sanata düşkünlüğü bilinen Büyük Katerina’ya bir mesaj yollamış. O da çağrıya kayıtsız kalmayıp tabloların tümünü almış. Bu başlangıçtan sonra, yurtdışından tablo alımları aralıksız devam etmiş. Resimden anlayan uzmanlar aracılığıyla özellikle Fransa, Hollanda ve İtalya’daki resimler Çariçe’nin adamları tarafından toplanmış, tanınmış koleksiyonculardan varislerine kalan tablolar satın alınmış. II. Katerina döneminde, bu ilgi ve merak sayesinde, tabloların yanısıra gravürler, antik çağ eserleri, heykeller, silahlar, sikkeler, madalyalar, arkeolojik eserler ve kitaplar da toplanmaya başlanmış. Sanat hazinesi büyüdükçe büyümüş. the reign of Catherine II, the collection was progressively expanded so as to comprise prints and engravings, Antique era archaeological artefacts, sculptures, arms, coins, medals and books. Only me and the rats... As an enlightened sovereign, patron of the arts, literature and philosophy, Catherine II corresponded with French thinkers Voltaire, Diderot and d’Alembert. She acquired their collections of books and placed them in the National Library of Russia. Her ambition and relentless endeavour to expand Russia’s intellectual and artistic heritage led her to become personally the greatest art collector of the 18th century. Held under protection in a section of the Winter Palace where the Empress liked to seclude herself sometimes, this rich art treasure was kept away from the public eye for many years, only accessible to the Czarina and her family. St. Petersburg (solda), Hermitage Müzesi Kışlık Saray’ın cephesi (üstte) ve çatısında yükselen heykeller. St. Petersburg (on the left), Winter Palace Hermitage Museum’s façade (above) and the statues rising on top of its roof. 27 SAVAŞLARA ve YANGINLARA DİRENEN MÜZE 1837 yangınında harap olan müze, o tarihte başarıyla boşaltılmış, bugünkü saray o yıllar için mükemmel bir teknikle, orijinal mimariye sadık kalınarak yeniden yapılmış. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlar’ın Sovyetler Birliği’ne saldırısı sırasında, o zamanlar Leningrad olarak bilinen kentin kuşatılmasından hemen önce müzedeki koleksiyonların büyük bir kısmı iki trene yüklenerek Urallar’daki Sverdlosk kentine taşınmış. Kuşatma sırasında top mermilerinden zarar gören müze savaş sonrasında Rus ve yabancı ustalar tarafından onarılarak 1944 yılında eskisinden de ihtişamlı bir görünümle yeniden açıldı. Ural’larda saklanan koleksiyonlar da 1945 yılında geri getirildi. A museum resisting wars and fires The museum underwent a major fire in 1837, was successfully evacuated at that time, and rebuilt in strict adherence to its original architecture through a perfect technical performance for those years. During the Second World War, the greatest part of Hermitage collections were transferred by trains to the town of Sverdlovsk in the Ural mountains, before the German siege of Leningrad. The museum suffered damage from artillery shells during the siege and was afterwards repaired by Russian and foreign craftsmen and inaugurated once again in 1944, looking even more magnificent than before. The collections saved in the Urals were returned to the museum in 1945. “Bir fareler bir de ben...” Kendisini sanatla yakından ilgili bir aydın olarak gören II. Katerina, mevcut eserlerle de yetinmemiş. Zamanın Fransız filozofları Voltaire, Diderot ve D’Alembert ile yazışarak onların kitaplarının da koleksiyonlara eklenmesini sağlamış. II. Katerina, bu gayretleri ve hırsı sayesinde, 18. yüzyılın en büyük koleksiyoneri olmayı başarmış. Kışlık Saray’ın bir bölümünde toplanan bu çok değerli sanat eserleri, uzun yıllar gözlerden uzak kalmış. Çariçe’nin inzivaya çekildiği zamanlarda kullandığı bu salonlarda toplanan eserleri Çariçe ve yakınları dışında gören olmamış. Ama anlaşılan Çariçe bu durumdan pek memnun değilmiş. Nitekim bir mektubunda “bütün bu güzelliklerin keyfini çıkartabilen yalnızca fareler ve ben...” diye yazmış. Çariçenin bu satırları belki de müzeyi halka açma isteğini yansıtıyordu. Ancak müzenin kapıları onun ölümünden yarım asır kadar sonra, 1852 yılında, sınırlı bir şekilde ziyaretçilere açılabilmiş. 1866 yılından itibaren de tüm formaliteler kaldırılarak müze dileyen herkesin ziyaretine açılmış. Devrim Günleri Çariçe II. Katerina... Ardından mirasçıları.. Ve sonrasında Sovyet yönetimi... Paha biçilmez eserlere hep sahip çıkılmış. 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra, Rusya’nın zengin ailelerinin elinde bulunan özel koleksiyonlar da kamulaştırılarak Hermitage’a taşınmış. Kentin adı Leningrad olarak değiştirilse bile Saray muhafaza edilmiş. Ve 1922 yılında Kışlık Saray bütünüyle Hermitage Müzesi’ne tahsis edilmiş. Hermitage Müzesi, sergilenen eserlerin çokluğundan dolayı, bugün beş ayrı binaya yayılmış durumda. Bu binalar, Kışlık Saray, Küçük Hermitage, Eski Hermitage, Yeni Hermitage ve Hermitage Tiyatrosu olarak anılıyor. Müzenin ana binası çarların ve çariçenin yaşadığı Kışlık Saray. Bu yeşil beyaz renkli ve barok stilindeki heybetli sarayın bir cephesi Neva nehri boyunca uzanırken öbür cephesi de Saray meydanına bakıyor. Meydanın, ortasındaki Aleksandr Sütunu, Çar I. Aleksandr’ın 1812’de Napolyon ordularına karşı kazandığı zafer anısına dikilmiş. Sarayda, yaldızlar, kabartmalarla süslenmiş tam 1054 oda, 322 resim galerisi, 2000’e yakın pencere bulunuyor. Dünyanın en büyük resim koleksiyonuna sahip olan Hermitage Müzesi, Guinness Rekorlar Kitabı’nda da dünyanın en büyük resim galerisi olarak yer alıyor. Antik Mısır’dan XX. yüzyıla… Kentin adı Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yine değişti. Yine Petersburg oldu. Ama Kışlık Saray ve içindeki sanat hazinesine yine dokunulmadı. Hermitage Müzesi’nde bugün, farklı dönemlerin ve toplumların kültürlerini, sanatını yansıtan yaklaşık üç milyon eser bulunuyor. Ancak bu muhteşem koleksiyonun çok az bir kısmı sergilenebiliyor. Sekiz ayrı bölümde sergilenen koleksiyonlar arasında, Batı Avrupa Sanatı Koleksiyonu, dünyanın en iyi koleksiyonlarından biri olarak diğerlerinden ayrı bir yer tutuyor. 600 bin civarında parçadan oluşan eserler, 120 salonda sergileniyor. Sanatçılar arasında Raffaello, Leonardo da Vinci, Michelangelo, El Greco, Velasquez, Matisse, Rodin, Van Gogh, Picasso, Rembrandt, Monet, Goya gibi dünyanın en büyük ustaları yer alıyor. Müzede elbette sadece tablolar sergilenmiyor. Dünyanın en eski halısı olarak bilinen, Orta Asya kurganlarından çıkarılmış Pazırık Halısı’nı da, doğu kültürünün muhteşem takılarını da görebilirsiniz. Müzede antik Mısır döneminden 20. yüzyılın başları Avrupa dönemine kadar dünya sanatının en güzel örnekleri var. Hermitage Müzesinin tüm bölümlerini birkaç günde gezmek mümkün değil. Eserlerin hepsini görmek haftalar hatta aylar alır. Sadece resim galerilerinin bütününü gezebilmek için müze Yet Catherine was not satisfied with this situation. She once wrote in a letter that she “and the rats of the palace are the only ones to enjoy these beauties...” These lines reflected perhaps her desire to open the museum to the public. However, the gates of the museum were in 1852, only half a century after her demise, to a limited category of privileged guests. Finally, in 1866, all the previous formalities were eventually lifted and the museum was opened to the general public. Catherine was fortunate enough to be able to transmit her treasure to posterity. The museum continued to grow after her demise through the purchase of various new collections, namely, the collection of Emperor Napoleon’s wife Josephine, during the reign of Czar Alexander II, the collections of an Amsterdam banker and of King William II of the Netherlands. Further worth mentioning is the acquisition of two major paintings of Leonardo da Vinci, the Madonna Litta in 1865 and the Benois Madonna in 1914. Days of the Revolution Catherine II, her heirs, and later the Soviet leadership, they all attached great importance to the conservation and protection of these invaluable treasures. Private collections in the hands of affluent Russian families were nationalized and transferred to the Hermitage following the 1917 Revolution. Even though the name of the city was changed into Leningrad, the Winter Palace was preserved and, in 1922, the entire palace with all its buildings was allocated to the ‘State Hermitage Museum’. As a result of the enormous size of its collections, the museum is currently laid out in 5 buildings, the Winter Palace, Little Hermitage, Old Hermitage, New Hermitage and Hermitage Theatre. Main building is the splendid Baroque style green and white Winter Palace stretching along the river Neva. The opposite façade is facing the Palace Square with the Alexandrian Column, erected after the victory, in 1812, of Emperor Alexander I over Napoleon’s armies. The palace includes 1054 rooms and 322 painting galleries decorated with gildings and reliefs and has over 2000 windows. Hermitage Museum is rated as world’s largest painting gallery by the Guinness Book of Records. içinde, onlarca kilometre yürümeniz gerekiyor. Sürekli yenilenen Hermitage Müzesi’nde yılda en az 20 sergi açılışı yapılıyor. Ayrıca, başka ülkelerdeki müzelerle geçici sergi alışverişi de devam ediyor. Kimbilir, belki Hermitage Müzesi koleksiyonlarından bazılarını memleketimizde görmemiz mümkün olabilir. Bu topraklar, o eserler vesilesiyle Büyük Katerina’yı ağırlama fırsatı bulur! From Ancient Egypt to the XXth century The city returned to its initial name, St. Petersburg, following the breakup of the Soviet Union. The Hermitage in the still intact Winter Palace continues to fulfil its lofty task throughout the political turmoil of successive decades and centuries. Unfortunately, only a limited part of its collection of three million articles, reflecting various periods and cultures of mankind’s history can be displayed. Among the museum’s eight main departments, the Western European Art Collection occupies a privileged place as one the world’s most prestigious collections. Consisting of nearly 600 thousand pieces, the collection is displayed in 120 different halls. Works of such great masters as Rafaello, Leonardo da Vinci, Michelangelo, El Greco, Velasquez, Matisse, Rodin, Van Gogh, Picasso, Rembrandt, Monet, Goya are among the incomparable pieces of that collection. Further precious items including the carpet stemming from the Central Asian Pazırık cairns (kurgans), considered world’s oldest carpet, magnificent oriental jewellery, the most beautiful samples of world art and culture from Ancient Egyptian artefacts up to European artworks from the beginning of the XXth century are on display at Hermitage Museum. It is impossible to execute an exhaustive visit of the museum in only a few days. It would take weeks, even months if we were to see the museum’s whole collection; we would have to walk tens of kilometres only to visit the painting galleries. Constantly renewed, the Hermitage is hosting yearly a minimum of 20 exhibitions, in addition to temporary exchanges with various museums of the world. Who knows, we might have one day an opportunity to welcome Catherine the Great on our territory on the occasion of a temporary exhibition of Hermitage collection components in our country. Saray Meydanı: Şehrin merkezi kabul edilen meydanın, ortasındaki Aleksandr Sütunu, Çar I. Aleksandr’ın 1812’de Napolyon ordularına karşı kazandığı zafer anısına, Fransız mimar Auguste Montferrand tarafından yapılmış. Sütun koyu kırmızı granitten, 47,5 metre yüksekliğinde, 600 ton ağırlığında. Üzerinde, ‘iyiliğin kötülüğü yendiği’ni sembolize eden bir melek figürü bulunuyor. Palace Square: The Alexandrian Column placed in the middle of the Palace Square at the heart of the city, was built by French architect Auguste Montferrand to immortalize Czar Alexander the First’s victory over Napoleon’s armies in 1812. The 47,5 metres tall column is made of dark red granite, weighs 600 tons and is crowned by an angel figure symbolizing the triumph of ‘good over evil’. 30 Elizabeth Petrovna’nın Sarayı Kışlık Saray’ın inşasına, Büyük Petro’nun kızı Çariçe Elizabeth Petrovna’nın 16 Haziran 1754 tarihinde verdiği emirle başlanıyor. Her yere hakim bu muhteşem sarayın planı üzerinde, dahi kabul edilen İtalyan mimar Francesco Bartolomeo Rastrelli üç yıl boyunca çalışıyor ve Versailles’dan sonra Avrupa’nın en pahalı sarayının inşası başlıyor. Çariçe Elizabeth Petrovna 1761’de henüz saray tamamlanmadan ölünce yerine veliaht olarak seçtiği yeğeni III.Petro tahta geçiyor. Ancak, çok kısa bir zaman sonra muhafız alayı tarafından tahttan indiriliyor ve karısı II.Katerina Rus Çariçesi ilan ediliyor. II. Katerina Kışlık Saray’da dünyanın en büyük koleksiyonunu yaratıyor. Saray, uzun yıllar şehrin en yüksek binası olarak kalıyor çünkü, 1844 yılında I. Nikola’nın emri ile başlayan ve XX. yüzyılın başlarına kadar süren bir kanunla, şehirde Kışlık Saray’dan daha yüksek bina inşası yasaklanıyor. Elizabeth Petrovna’s Palace The construction of the Winter Palace was launched on 16 June 1754 upon an order of Emperor Peter the Great’s daughter Czarina Elizabeth Petrovna. Italian architect Francesco Bartolomeo Rastrelli, considered a genius, worked for three years on the plans of the palace before the construction of Europe’s most expensive palace after Versailles started. When Empress Elizabeth Petrovna dies in 1761 before the completion of the palace, her nephew Peter III accedes to the throne, but shortly after he is deposed in a coup carried out by troops of the Imperial Guard and replaced by Catherine II, enthroned Empress of Russia. Catherine II creates world’s largest art collection at the Winter Palace. The Palace remains the city’s tallest building for many years due to a1844 decree by Emperor Nicholas I prohibiting the construction of buildings taller than the Winter Palace and remaining in effect until the early part of the XXth century. 31 ÖZEL MÜZELER Private Museums Yazı-Text Sevinç Akyazılı İÇİNDEN DENİZALTI GEÇEN MÜZE: Rahmi Koç Müzesi rahmi koç müzesi, ‘geleneksel’ müze kavramını alt üst ediyor. bu müzede heykel yerine, denizaltı, resim yerine buharlı otomobiller sergileniyor. haliç kıyısındaki müzede, dünyanın en eski gök kürelerinden birini görmek, ikinci dünya savaşı’na katılmış savaş uçaklarını incelemek mümkün! yazı, bundan daha fazlasını vaat ediyor. müzedeki koleksiyon ise, hiçbir yazının anlatamayacağı kadar fazlasını! The Museum Crossed by a Submarine The Rahmi Koç Museum The Rahmi Koç Museum is not an ordinary one, it totally subverts the classical notion of museum. Displayed are submarines instead of statues, steam-engine automobiles instead of paintings. Various objects of curiosity, for instance one of world’s oldest celestial spheres and a military aircraft which took part in World War II (WWII) can be admired as parts of an extraordinary collection in the museum located at the shores of the Golden Horn. 32 33 rkeolojik eserler, resim ya da heykel sanatının özel örnekleri, modern sanatın kışkırtıcı yapıtları.. Müzecilik denince akla ilk gelen, bu çerçevedir. Ancak Türkiye’de özel müzeciliğin öncülerinden Koç Ailesi, bir başka anlamda daha öncülük yaptı. Müzecilik kavramının çerçevesine bambaşka bir koleksiyon ekledi. O koleksiyonda, denizaltı da var, İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılmış bir savaş uçağı da. Bir başka salonda ender bulunan antika arabalar sergileniyor. Hangi parçaya bakacağınızı şaşırırken dikkatiniz dalgıç kıyafetinin ilk örneklerinden birine kilitleniyor. Müzenin koleksiyonu, aslında sergilendiği binayı da anlatıyor. Onu başlıbaşına ‘tarihi bir esere’ dönüştürüyor. Çünkü, Sultan III. Ahmed döneminde eski bir Bizans yapısının üzerine inşa edilen bina, uzun yıllar ‘lengerhane’ olarak kullanılmış. Yani, Osmanlı donanmasındaki gemilerin zincirleri ve ucundaki çıpalar orada üretiliyormuş. Daha sonra, deyim yerindeyse, gözden düşmüş. 1984 yılında geçirdiği bir yangınla da harabeye dönmüş. Ancak bu hazin son, Türkiye’nin en ilginç müzelerinden birini hayata geçirecek bir başlangıç olmuş. İşte, o başlangıç ve sonrası: Harabeye dönen bina, 1991 yılında Rahmi Koç tarafından satın alındı. Restore edildi, camlı bir rampa ile geçilen yeraltı galerisi eklendi. Ve 1994 yılında kapılarını açtı. Ziyaretçiler müzeye akın ediyor, koleksiyon hızla zenginleşiyordu Kısa zamanda bina yetmez hale geldi. Bunun üzerine Rahmi Koç başkanlığındaki müze yönetimi, lengerhane binasının tam karşısındaki Hasköy Tersanesi ve içindeki 14 terk edilmiş binayla kızağı satın aldı. Yapılar onarıldı, restore edildi, açık alanda çevre düzenlemesi yapıldı. Müzenin ikinci bölümü de 2001 yılında kapılarını açtı. Rahmi Koç Müzesi bugün 11 bin 250 metrekare kapalı, 7 bin metre karelik açık alanı ve 12 bin 954 parçalık ilginç koleksiyonuyla Türkiye’de bir örneğini daha göremeyeceğiniz bir müze. Kimi parçaları ilginç, ama kimi parçalar tarihin tanığı ve hatta ta kendisi! Müzenin en görkemli parçası sayılan denizaltı, onlardan biri. ‘Uluçalireis’ Denizaltısı 1944 yılında Portsmouth Tersanesi’nde üretilen, 93 metre uzunluğunda, 2 bin 400 ton ağırlığındaki denizaltı, ABD savaş filosuna katıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında aktif görev yaptı. Japon denizaltılarına karşı Pasifik Okyanusu’nda badireler atlattı. Daha sonra Türkiye’ye verildi ve 2 Temmuz 1971’de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı donanmasına katıldı. Türk denizciliğinin ölümsüz komutanlarından Uluç Ali Reis adını alan denizaltı, 30 yıl kadar da Türkiye’ye hizmet verdi. Hizmet dışı kalmasından sonra da, 2002 yılında Rahmi Koç Müzesi’ne bağışlandı. M/V Fenerbahçe Gemisi Fenerbahçe Gemisi, eşi Dolmabahçe Gemisi ile birlikte 1952’de İskoçya Glasgow’da William Denny & Brothers Dumbarton tezgahlarında inşa edildi. Şirket-i Hayriye bünyesinde 1953’de hizmete giren, uzun yıllar Sirkeci-Adalar-Yalova-Çınarcık arasında sefer yapan gemi, 22 Aralık 2008 tarihinde “Veda Turu” isimli son seferini gerçekleştirdi. O da, Türkiye’nin çalkantılarla dolu yarım yüzyılının tanığı olarak müzede yerini aldı. Archaeological artefacts, paintings and sculptures, avant-garde productions of contemporary art, those are the images we spontaneously associate with the idea of a museum. However, in this case, we are faced with something else. Pioneers of private museums in Turkey, the Koç family put once again their signature under yet another innovative project with a challenging collection of industrial exhibits. It includes a real submarine and a real aircraft from WW II, classic automobiles, an old style diver’s wet suit. The buildings housing the museum are themselves icons of industrial archaeology, which makes it all the more appropriate that they host this peculiar collection. Indeed, the complex itself is classified as historical monument. It served as the anchor foundry (Lengerhane) of the Ottoman Navy and was constructed on the 12th century foundations of a Byzantine building during the reign of Sultan Ahmet III. The roof of the Lengerhane was largely destroyed by a fire in1984 and the building was effectively abandoned until it was purchased by the Rahmi Koç Museum and Culture Foundation in 1991 and underwent a thorough restoration. The original building was supplemented by an underground gallery reached by a long glazed ramp, and finally opened in December 1994. The first phase of the Museum rapidly outgrew itself, and in 1996 the Hasköy Dockyard, then just a ruin on the shores of the Golden Horn opposite the Lengerhane, was purchased. 14 derelict buildings plus the historic ship cradle and lathes were faithfully restored to their original condition, and the second phase opened to the public in July 2001. With its more than 11,250 square metres of galleries, its 7,000 m2 of open air space and its unique collection consisting of 12 thousand 954 exhibits, the Rahmi Koç Museum is an unparalleled project in Turkey. The “flagship”, so to speak, of the museum’s collection is the Uluçalireis Submarine. “Uluçalireis” Submarine Built in 1944 at the Portsmouth Shipbuilding Yard, the 93 meters long submarine weighing 2 thousand 400 tons was commissioned initially by the US Navy. It participated actively in WWII. It fought against the Japanese submarines in the Pacific. Later it was transferred to the Turkish Navy on 2nd July 1971. Acquiring the name of one of the most illustrious admirals of Turkish Naval history, Uluç Ali Reis, the submarine served in the Turkish Navy for 30 years. Following its decommissioning it was donated to the Rahmi Koç Museum in 2002. The Fenerbahçe Ship The ship Fenerbahçe, together with its twin Dolmabahçe, was built in 1952 in Scotland, at the William Denny & Brothers Dumbarton shipyard in Glasgow. Entering in 1953 in the service of the Istanbul urban maritime transportation company, it served the Sirkeci-Prince Islands-Yalova-Çınarcık line for many years and sailed for the last time on 22 December 2008 and joined the Rahmi Koç Museum thereafter. 14’üncü yy. astronomi şaheseri Gökküre (solda). 14 century masterpiece of astronomy, the Celestial Sphere (left). th 34 35 KATRİNA’DAN kaçtı, HALİÇ’E sığındı Geçtiğimiz günlerde müzeye yeni bir parça daha eklendi: 1937 İtalya doğumlu bir railcar, yani raybüs. Bu birkaç kelimeden de anlaşılacağı gibi, sıradan bir araç. Ancak, ‘ilk bakışta’... Çünkü o aracın olağan üstü bir öyküsü, dünyanın paylaştığı trajedinin parçası olmak gibi bir özelliği var. Fiat’ın La Littorina modeli raybüs, 2005 yılında ABD’yi etkileyen Katrina Kasırgası’nın kurbanlarından. Kasırgada büyük zarar gören raybüs, iki aylık bir Atlantik yolculuğunun ardından Türkiye’ye getirilmiş. TOFAŞ tarafından dışı, müze uzmanları tarafından da içi aslına uygun biçimde yeniden yapılandırılmış. Peki raybüs nasıl, kimler tarafından fark edilmiş? Yolu Türkiye’ye nasıl düşmüş? Bu soruların yanıtını, La Littorina’nın müzeye katıldığı törende Rahmi Koç kendisi verdi. Raybüsün Haliç’e sığınma öyküsünü anlattı: “Uzun yıllardır tanıdığım koleksiyoner Mitchell Wolfson’un, biri Cenova, diğeri Miami’de olmak üzere iki müzesi bulunuyor. Kendisi iki kez bizim müzemizi ziyaret etti. Ben de onun müzelerini gezdim. Bir ara bana, 1998’de İtalyan Demiryolları’ndan aldığı ve 100 bin dolar masraf ederek restore ettirdiği raybüsü Amerika’nın Tennessee eyaletinde bulunan bir demiryolları müzesine teşhir için gönderdiğinden bahsetmişti. Müzenin de raybüsün de, 2005 yılında Amerika’nın batısını etkisi altına alan Katrina Kasırgası’ndan etkilendiğini öğrendik. Wolfson’la görüştük ve La Littorina’nın nakli ve restorasyonunu üstlenmemiz halinde 10 yıl süreyle müzemizde sergilenmesi konusunda karara vardık.” Kıtalar aşan, kasırgalar atlatan raybüs şimdi Haliç’te. Yeniden hayat bulduğu Rahmi Koç Müzesi’nde. 36 ESCAPED THE HURRICANE KATRINA AND TOOK REFUGE AT THE GOLDEN HORN Recently a new piece joined the museum: a railcar built in Italy in 1937.An ordinary vehicle at first sight. But it has behind it a tragic adventure. The rail bus model La Littorina, made by automotive company Fiat was a victim of the Katrina Hurricane which hit the USA in 2005. The rail bus which suffered extensive damage during the hurricane, was brought to Turkey following a two months long sea trip over the Atlantic Ocean. The railcar was repaired on the outside by FIAT TURKEY (TOFAŞ) and restructured and refurbished on the inside by the experts of the Rahmi Koç Museum in strict compliance with its original configuration. But, what is the story behind it, why did the rail bus end up in this museum? The answer to this question was delivered personally by Mr. Rahmi Koç himself at the inaugural ceremony held for La Littorina: “A museum’s owner whom I have known for many years, Mr. Mitchell Wolfson, who runs two private museums, one in Genoa, the other in Miami, who paid twice visits to our museum, and whose visits I reciprocated as well, told me once the story of a rail bus he purchased from the Italian Railways in 1998 and sent to a railroads museum in Tennessee, USA as an exhibit, after having it restored for 100 thousand dollars. We learned following the devastation caused in 2005, by the Katrina Hurricane in western USA that the museum in Tennessee housing the railcar and the railcar itself were affected by the Katrina disaster. We discussed the issue with Mr. Wolfson and reached the common decision that, under the condition that we would commit to bear the transportation and restoration costs for the old vehicle, La Littorina would remain as a temporary exhibit for ten years at our museum.” The rail bus who crossed oceans, who suffered damage from Katrina is now at its new more peaceful location at the Golden Horn. Gök Küresi 1383-1384 yıllarında Cafer İbn-i Ömer İbn Devletşah el-Kırmani tarafından yaptırılan ve bilindiği kadarıyla dünyanın en eski gök kürelerinden biri... Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi tarafından süreli olarak müzeye bağışlanan bu gök kürenin üzerinde, 1025 yıldızı görmek mümkün. Bu birkaç parça bile, müze hakkında fikir veriyor. Ziyaret etme, görme isteği yaratıyor. Ama 13 bine yaklaşan parçanın bir ziyarette, bir günde görülmesi kolay değil. Denizaltıya ve uçaklara bakarken Edison’un kendi adına patentli, yani orijinal telgraf modelini kaçırabilirsiniz. Sultan Abdülaziz için İngiltere’de özel olarak üretilen saltanat vagonu mutlaka dikkatinizi çeker, ama sinema makinasının atası sayılabilecek yaklaşık 200 yıllık Zoetrop görülmeyebilir. Ancak Rahmi Keşif Küresi (altta). The Discovery Sphere (below). The Celestial Sphere One of the oldest known celestial spheres, it was fabricated during the years 1383-1384 upon an order placed by Cafer İbn-i Ömer İbn Devletşah elKırmani. A temporary grant by the Bosphorus University Kandilli Observatory to the museum, the sphere counts 1025 stars visible on it. Even these few pieces suffice to give an idea of the nature of this museum, to create an appetite, a desire to go and visit the museum. Nevertheless, it is not easy to see in one day the entire collection of nearly 13 thousand pieces. While admiring the submarine, the telegraphy device patented personally to Edison’s name might escape to you. You will certainly not miss the imperial railway wagon specially built in England for the use of Sultan Abdülaziz, but you might Koç Müzesi’nde öyle bir köşe var ki, tek başına özel bir deneyim -hatta macera- duygusu yaşatıyor. Keşif Küresi, çağdaş müzeciliğin bir başka yanını vurguluyor ve kelimenin tam anlamıyla ‘bilgi kapısını’ açıyor. Keşif Küresi Samanyolu’nda bir gezinti... Ya da Ay’da kraterler üzerinde bir yürüyüş.. Rahmi Koç Müzesi’ndeki devasa planetaryum, bunu mümkün kılıyor. 60 metrekarelik bir alan üzerine inşa edilen 8 metre çapında, 5.5 metre yüksekliğindeki planetaryumdan, bir seferde 40 kişi yararlanabiliyor. Yatar koltuklar üzerinde, gökyüzünü keşfe çıkıyor. Türkiye’nin ilk halka açık planetaryumu, adını da zaten bu özelliğinden alıyor. Keşif Küresi, ziyaretçilerini önce güneş sisteminde tura çıkartıyor. Ardından da geçmişe götürüyor. Bir bakıma bütünüyle müzenin yaptığı gibi! well miss the 200 years old Zoetrop, the proud ancestor of film projection equipments. Yet the Discovery Sphere is such an essential corner of the museum that it cannot be subject to oversight. The Discovery Sphere An excursion at the milky way galaxy, or a walk through the craters on the surface of the moon; all these adventures are made possible thanks to a giant planetarium with a diameter of 8 meters, a height of 5.5 meters, built on an area of 60 square meters with the capacity to accommodate 40 persons at the same time, seated on reclining armchairs taking off for a journey into the skies. It is Turkey’s first public planetarium, taking the visitors on a tour in the solar system first and then on a trip into the origins of the universe through a time-machine, this is almost exactly what the museum itself is doing as a whole. SPECIAL NOTICE FOR THOSE INTERESTED • Road Transportation: On display at this section are, among other, the Malden Steam Engine Automobile, built in 1898 in Massachusetts, the Albion A10 X-Ray Vehicle built by the Albion company in Scotland and used by the British Army, the 1922 built Magirus Fire Truck, the 1965 Rolls Royce Silver Cloud luxury car. MERAKLISI İÇİN ÖZEL NOTLAR • Karayolu Ulaşımı: Bu bölümde 1898 yılında Massachusetts’te üretilen Malden Buharlı Otomobil, İskoç Albion şirketi tarafından üretilen ve İngiliz Ordusu’nda kullanılan Albion A10 Röntgen Arabası, 1922 yılı üretimi Magirus İtfaiye Aracı, 1965 model Rolls Royce Silver Cloud otomobil gibi birbirinden özel parçalar bulunuyor. • Demiryolu Ulaşımı: Bu bölümde 1934 -1996 yılları arasında Kadıköy - Moda hattında hizmet veren tramvay, Sultan Abdülaziz tarafından kullanılan Saltanat Vagonu, 1872- 1914 tarihleri arasında hizmet veren atlı tramvay gibi parçalar bulunuyor. Üstelik tramvay, Osmanlı dönemindeki orijinal haliyle sergileniyor. • Denizcilik: 1936-1988 yılları arasında hizmet veren Liman 2 römorkörü, Osman- Zuhal Atasoy’un 4 yıl süren dünya turuna ev sahipliği yapan Uzaklar isimli tekne, tüm zamanların en çok aranan sürat motorlarından biri kabul edilen Riva Aquarama gibi parçalar burada sergileniyor. • Havacılık: İlk uçuşunu 1935’te yapan ve şimdiye kadar üretilenler arasında en çok sevilen uçak kabul edilen DC-3, İngiltere Kraliyet Ordusu tarafından kullanılan ve yumurta biçimli gövdesiyle dikkat çeken 1943 yapımı De Haviland Vampire FB MK 6, Wright Kardeşler’in 17 Aralık 1903 tarihinde gerçekleştirdikleri ilk uçuşu temsil eden model bu bölümün en önemli parçalarını oluşturuyor. 38 • The Railroad Transportation: In this section are the tramway car having served the Kadıköy-Moda line during the years 1934-1996, the special Imperial Wagon utilized by Sultan Abdülaziz, the horse-drawn trams having been in use in Istanbul between 1872-1914, displayed in their original condition as during the Ottoman period. • Maritime Transportation: The tow boat Liman 2 which had been in use between 1936-1988, the vessel Uzaklar (Sail Away) on which the couple Osman-Zuhal Atasoy completed a roundtrip around the world, a popular speed-boat of the older generation the Riva Aquarama are the main items of that section. • Aviation: the quite popular type of its class, the DC-3 aircraft which accomplished its maiden flight in 1935, the De Haviland Vampire FB MK 6, built in 1943, famous for its egg-shaped body and used by the British Royal Air Force, and the replica model of the aircraft used by the Wright Brothers for their first flight on 17 December 1903, are among the important pieces of this section. TAŞLARIN DİLİ OLSA If Stones Could Speak Yazı-Text Tijen Burultay Fotoğraflar-Photos Rasim Konyar 40 güneş saati Zamanın icadı! zamanı ölçmek için ilk çabalar antik mısır’da başladı. güneş tanrısı ra’ya ibadetlerini ‘zamanında’ yerine getirebilmek için çabalayan eski mısırlı rahipler, ilk güneş saatlerini icat etti. namazlarını vaktinde kılabilmek isteyen arap matematikçiler bu icadı bir adım daha ileri götürdü. newton bu saatlerin kusursuzlaşmasına yardımcı oldu. güneş saatleri 3400 yıl boyunca insana zamanı gösterdi! Sundials: Invention of time! First efforts to measure time began in Ancient Egypt. Priests in Ancient Egypt invented the first sundial with a view to accomplishing in due time their worship of Sun God Ra. Similarly, Arab mathematicians who were keen on fulfilling their religious prayers five times a day on the right hour as ordered by Islam, took that invention one step ahead. Newton was the scientist who contributed to the development of a flawless functioning of sundials. Sundials served mankind’s needs in terms of measuring time for 3400 years. 41 Lack of time is the biggest problem of the 21st century humans. We finish work at a given time, take our meals at given points in time. A few minutes of delays possess the potential to adversely affect our entire day or even our whole week. The time of our return home from work, the time of our dinner are fixed according to schedule. In short, our lives’ every hour and even each minute is programmed. We keep looking at our watches all the time… Yes, but who are the people who invented these “time measuring devices” which facilitate our life in many regards, but which keep us jumpy and anxious throughout life at the same time? ünümüz insanının en büyük sorunu zaman sıkıntısı. İşleri belirli saatlerde bitiriyor, öğlen yemeklerimizi belirli saatlerde yiyoruz. Birkaç dakikalık gecikmeler, tüm günümüze hatta belki de tüm haftamıza yansıyacak aksaklıklara neden oluyor. İşten eve dönüşümüzün, akşam yemeğimizin saati belli. Kısacası, hayatımızın her ‘saati’ hatta dakikası programlı. Gözümüz saatlerde yaşıyoruz. Peki hayatımızı pek çok alanda kolaylaştırırken, diğer yandan da adeta diken üzerinde oturmamıza neden olan bu ‘zaman ölçer cihazları’ yani ilk saatleri kim, ne için yaptı? Steps of Ra! The first serious undertakings in order to measure time originated from religious concerns. The obelisks appearing as early as in the 3500’s B.C. in Egypt, were the ancestors of the later sundials. Egyptian priests who consecrated their entire time to worship gods, were in a permanent search to follow the steps of the Sun God Ra, worrying not to miss the timely execution of their daily rituals. These efforts paved the way to the invention of the first portable sundials in the 1500’s B.C. Those first clocks consisted of a vertical pivot fixed on a shaft hole on a horizontal marble or metal surface. The movements of the pivot’s shadow on that surface were indicating the time of the day allowing Egyptian priests to fulfil their religious obligations without delay. Greeks who were in close cultural contact with Egyptians invented Ra’nın adımları! Zamanın ölçülmesi için ilk ciddi çabalar dini nedenlerle başladı. Mısır’da M.Ö. 3500’lerde ilk örneklerine rastlanılan obeliskler yani dikilitaşlar, güneş saatlerinin atalarıydı. Tüm zamanlarını ibadet ederek geçiren Mısırlı rahipler, ‘Güneş Tanrısı Ra’nın adımlarını takip edebilmek’ ve günlük ritüellerini aksatmadan yerine getirmek için çabalıyorlardı. Bu çabalar sonucu M.Ö. 1500’lerde ilk ‘taşınabilir’ güneş saatleri icat edildi. Bu ilk saatler, özel olarak hazırlanmış bir milin gölgesinin, Güneş’in hareketine uygun olarak hazırlanmış mermer, taş ya da madeni kadran üzerine düşmesini sağlıyor, bu sayede günün hangi saatinde olduklarını anlayan Mısırlı rahipler ibadetlerini aksatmadan yerine getirebiliyorlardı. Mısır ile sıkı bir kültürel etkileşim içinde olan Yunanlılar da rahiplerin buluşunu bir adım daha öteye taşıyarak konik güneş saatlerini icat etti. Romalılar’ın bu buluşunu, M.Ö. 300 yıllarında Keldani Astronom Berossus’un gündüz saatlerini eşit dilimlere ayırabilmeyi sağlayan yarımküre şeklindeki güneş saatleri izledi. Ancak, bu güneş saatlerinin yanılma payları çok büyüktü. M.S. 1’inci yüzyılda gölgeyi oluşturan çubuk kuzey yıldızına (Polaris) çevrildiğinde hata payının azaldığı anlaşıldı. Romalılar’ın bu buluşu güneş saatlerinin daha kullanışlı bir hale gelmesini sağladı. Mimar Vitruvius’un yazılarına göre Roma’da 13 farklı tipte güneş saati kullanılıyordu. conic sundials, based on the same principle. Chaldean astronomer Berossus took that Greek method one step further by inventing a sundial in the form of a hemisphere permitting the division of the daily hours in equal time segments. However, the margin of error of those sundials was too big. Finally, it was understood in the 1st century A.D. that orienting the pivot producing the shadow towards the polar star (Polaris) was reducing the margin of error. This discovery by the Romans contributed to a more practical utilization of sundials. According to an account by Architect Vitruvius, 13 different types of sundials were in use in Ancient Rome. A great arab achievement Religious motivations which were at the origin of the invention of these time machines also contributed to the development and refinement of those techniques. Arab mathematicians, considered the best scientists of their era, invented sundials showing in a flawless manner Safranbolu, Köprülü Mehmet Paşa Camii avlusu (sol sayfa, solda), Polonya’nın Varşova kenti (sol sayfa, üstte) ve Almanya Nordkirchen’de (sol sayfa, altta) yer alan güneş saatleri. Fatih Sultan Mehmet’in talimatıyla yapılan güneş saati ise İstanbul Topkapı Sarayı bahçesinde sergileniyor (altta ve sağda). Courtyard of Köprülü Mehmet Pasha Mosque, Safranbolu (left page, on the left), Sundial in Warsaw, Poland (left page, above), Sundial in Nordkirchen, Germany (left page, below). The sundial commissioned by (Fatih) Sultan Mehmet the Conqueror displayed in the courtyard of the Topkapı Palace Museum (below and on the right). 43 44 Peru’daki Machu Picchu kalıntıları arasında yükselen İnkalar’a ait güneş saati (sol sayfa). Avrupa’dan iki örnek: İspanya’nın Tarragona (yukarıda) ile İtalya’nın Aosta (aşağıda) kentlerinde yer alan güneş saatleri. Historical Inca sundial at the Machu Pichu ruins in Peru (left page). Two European examples: sundial in Tarragona, Spain (above) and sundial in Aosta, Italy (below). Araplar’ın büyük başarısı Dini nedenlerle ortaya çıkan bu icadın ilerlemesi ve en mükemmel haline ulaşabilmesi için yapılan çalışmaların temelinde yine dini motivasyonlar yatıyordu. Dönemin en başarılı bilim adamları sayılan Arap matematikçiler, namaz saatlerini en doğru gösteren güneş saatlerini yaptı. Bu güneş saatlerinin bilinen en eskisi, 868-901 yılları arasında Mısır’da Hüküm süren Tolunoğlu Ahmed’in Fustat’ta yaptırdığı camide bulunuyor. Güneş saatlerinin kullanımı tabii ki sadece Mısır, Arap dünyası, Yunan ve Roma ile sınırlı kalmadı. Osmanlılar da kendi güneş saatlerini yaptılar. Fatih Sultan Mehmet’in talimatıyla yapılan ve dönemin hazine kayıtlarına göre bir altına mal olan güneş saati, halen Topkapı Sarayı’nın 3’üncü avlusunda cam bir fanus içinde sergileniyor. the prayer times, allowing the performance of the five times daily ritual prayers/salaat of Islam. The oldest of those sundials is in the mosque built in Fustat, by Ahmed bin Tolun who ruled Egypt between 868901. Needless to say that the use of sundials was not only limited to Greece,Rome Egypt and the Arab world. The Ottomans manufactured also their own sundials. The sundial ordered by (Fatih) Sultan Mehmet the Conqueror which cost one gold coin according to treasury records of its time, is still on display in the third courtyard of the Topkapı Palace Museum under a glass cover. Young genius Newton The evolution of sundials continued uninterrupted throughout centuries. The great physicist Newton, as early as at age 17, placed a horizontal mirror in a niche on an inner wall exposed to the Muğla, Datça’daki Knidos antik kenti ile (yukarıda) Amasya Arkeoloji Müzesi bahçesinde (aşağıda) sergilenen güneş saatleri. Sundials at Knidos Antique City in Muğla (above) and at the courtyard of Amasya Archaeological Museum (below). Genç dahi Newton Güneş saatleri yüzyıllar boyunca evrimini aralıksız olarak sürdürdü. Büyük fizikçi Newton, 17 yaşındayken büyükannesinin evinin güney duvarındaki bir deliğe yatay bir ayna yerleştirerek, güneş ışığının oda içinde yansımasını saat çizgileri olarak belirledi. Yansıyan ışığın çizgiler üzerindeki hareketi yardımıyla zamanın okunabilmesini sağlayan bu icat, ilk ‘ev içi güneş saati’ oldu. Altın çağ rönesans Güneş saatleri Rönesans döneminde en parlak devrini yaşadı. Saat yapımı bir sanat haline gelirken, ustalar çalışma prensiplerini bir sır gibi sakladı. Bu dönemde her şekil ve büyüklükte güneş saati yapıldı. Dünyanın her şehrinde hatta her kasabasında bile değişik türde güneş saatleri bulunuyordu. Bunlar bazen Hindistan Jaipur’daki gibi çok büyük, bazen de çok küçük olabiliyordu. Güneş saatleri (sarkaçlı) mekanik saatler icat edildikten sonra da hükmünü sürdürdü. Çünkü ilk mekanik saatler, hassas birer sarkacın hareketine bağlı çalıştığı için, gemi ve tren gibi araçlarda kullanılamıyorlardı. Üstelik bu sarkaçlı saatleri ayarlamak için güneş saatlerine ihtiyaç duyuluyordu. Güneş saatleri, mekanik saatler yayla hareket eden mekanizmalar sayesinde taşınabilir ve kullanışlı bir hale gelene kadar yani 1900’lere kadar kullanıldı. Günümüzde güneş saatleri, zamanı ölçmekten ziyade dekoratif objeler olarak kullanılıyor. Binaların önüne ve bahçelere yerleştirilen güneş saatleri, hem görsellikleriyle hayat alanlarımıza şıklık katarken hem de ilginç öyküleriyle hayal dünyalarımıza sesleniyor. Bırakın saniyesi, akrep ve yelkovanı olmadığı için dakikası olmayan.. Saati de ‘yaklaşık’ gösteren bu tarihi saatler zamanın anıtları gibi duruyor... 46 south at his grandmother’s house, and pinned down reflections of the sunshine inside the room as hour markers. The reflections of the sunshine moving on those markers allowed to read the time of the day and this invention constituted the first inside-the-housesundial. The renaissance golden age Sundials experienced their golden age during the Renaissance. While the manufacturing of timekeeping devices was becoming an art, masters were keeping their working methods as precious secrets. During that era, sundials of various sizes and shapes were fabricated. There were many different forms of sundials in every city and even town of the world, sometimes of huge dimensions like the one in Jaipur, India or others of very small size. Sundials continued to rule even after the mechanical pendulum clocks were invented.Particularly, because of the fact that the first mechanical clocks based on the sensitive floating movement of a pendulum could not be used in vehicles like ships and trains. Moreover, they still needed the assistance of sundials in order to be adjusted. Sundials continued to be used up until the 1900’s when finally mechanical clocks and watches functioning with watch springs were invented and thus became portable and handy. Nowadays, sundials are used as decorative objects rather than for measuring time. Sundials installed in front of buildings or in courtyards and gardens, not only constitute elegant visual objects but inspire also our imagination with their interesting stories. Let these historical “clocks”, without hour and minute hands, indicating time only approximately, survive as monumental reminders of time. TÜM ZAMANLARIN TANIĞI: Kariye Müzesi kariye müzesi, doğu roma’nın sadece istanbul’a değil tüm insanlığa en büyük armağanlarından biri. bin 500 yıl öncesini günümüze taşıyan müzeyi benzersiz kılan özelliği ise, her an canlanıp hareket edecekmiş gibi görünen mozaikleri! witness of all ages: THE CHORA MUSEUM The Chora Museum is one of Eastern Roman (Byzantine) Empire’s greatest gifts not only to Istanbul but to the entire mankind. The unique feature of this 1500 years old structure are its fine mosaics and frescoes which give you the impression that they would come alive any moment and start to move. 48 MÜZELER Museums Yazı -Text Sevinç Akyazılı Fotoğraflar-Photos Rasim Konyar 49 50 stanbul’da hüküm süren üç imparatorluktan miras abidevi yapılar, kentin bazı bölgelerini zaman kavramından azade kılar. Edirnekapı semtinden surları takip ederek kısa bir yürüyüşle ulaşılabilen Kariye Mahallesi de bu bölgelerin en önemlilerindendir. Bu küçük mahalle, Doğu Roma’nın günümüze bıraktığı en görkemli miraslardan birine; Chora Kilisesi’ne ev sahipliği yapar. Tam bin 500 yıldır zamana, doğal afetlere ve istilalara meydan okuyarak ayakta kalan bu görkemli binanın sırrı ne? Kim inşa etti? Neden hala dünyanın dört bir yanından insanlar onu ziyarete geliyor. Kutsal emanetlerin anısına yapıldı Kilisenin inşa tarihi kesin olarak bilinemiyor. Ancak 10’uncu yüzyılda yaşayan yazar Symeon Metaphrastes’e göre kilise, kutsal bir mezarlık alanı üzerine kurulmuş. Metaphrastes, Chora Kilisesi’nin 298 yılında Nikomedia’da (İznik) şehit edilen Aziz Bayblas’a ve 84 müridine ait kutsal emanetlerin gömüldüğü alana yapıldığını yazıyor. Üzerine kilise binası inşa edilen bölge, Konstantinapol’ü çevreleyen surların dışında kaldığı için ‘Chora’ yani ‘kırsal alan’ ismiyle anılıyor. Kilise de adını buradan alıyor. Ancak kilise kısa bir süre içinde harabeye dönüşüyor. 6’ncı yüzyılda Doğu Roma İmparatoru Justinianus (527-565) sadece şapeli ayakta kalan bu kiliseyi yeniden yaptırıyor. Döneminin en iyi mimarları tarafından tasarlanan yapı, 740 yılında yazılı kaynaklarda yerini alıyor. 11’inci Some quarters of the city adorned with the monuments inherited from the three great empires who reigned in İstanbul are indifferent to the notion of time. The Kariye district which extends along the city walls in the vicinity of the Edirnekapı gate is one of such neighbourhoods. This small area is home to the Chora Church, one of the most magnificent specimen of Byzantine architectural heritage. What would be the secret of the attraction of this sumptuous building which resisted all challenges of time, earthquakes and invasions for 1500 years and which continues yet to welcome thousands of visitors from all parts of the world? Who built it? And why does it attract people from all over the world? The church was built in memory of holy relics The construction date of the Chora Church could not be established with precision. However, according to medieval Greek writer Symeon Metaphrastes who lived in the 10th century, the church was built on the emplacement of a holy graveyard. Symeon Metaphrastes indicates that it was the burial ground of the relics belonging to the Holy Martyr Babylas executed in Nicomedia in 298 with his 84 disciples. The Chora Church was originally built outside the walls of Constantinople, to the south of the Golden Horn. Literally translated, the church’s full name was the Church of the Holy Saviour in the Country: although “The Church of the Holy Redeemer in the Fields” would be a more natural rendering of the name in English. The last part of that name, Chora, referring to its location originally outside of the walls, became the shortened name of the church. But, the church turned into ruins shortly after and only its chapel survived. In the sixth century, Eastern Roman Emperor Justinianus Freskolarıyla ünlü şapel (sol sayfa). Bebek İsa ve Meryem (solda). Hz. İsa ve atalarını temsil eden 16 figür (sağda). The chapel renowned for its frescoes (left page). Jesus infant and Virgin Mary (on the left). Jesus Christ and 16 figures representing his ancestors (on the right). 51 52 yüzyılda İmparator Aleksios Komenenos’un kayınvalidesi Maria Doukina ise İsa’ya ve Meryem’e adanmış bu kiliseyi restore ettiriyor. 14’üncü yüzyılda kiliseye birer iç ve dış narteks, bir şapel ve iki katlı kuzey kanat ekleniyor, kubbesi yenileniyor. Yapının, ‘sanat şaheserine’ dönüşmesini sağlayan kişi ise Doğu Roma İmparatorluğu’nun ‘Logothe’si yani başbakanı Metokhites... Mozaik denizi Döneminin en önemli entelektüellerinden olan sanatsever başbakan Metokhites, Chora’nın süslenmesi talimatını veriyor... İçi olağanüstü mozaikler, freskler ve mermer levhalarla donatılan Chora Kilisesi, Doğu Roma sanatının ‘son altın çağı’nda, toprak, mor, mavi, lila renklerle bezeli bir mozaik denizine dönüşüyor. Sanat tarihçileri, Chora Kilisesi’ndeki mimari çözümlemelerin dönemin bilgisini aştığını, mozaik ve fresklere derinlik katmak için kullanılan arka plan unsurlarının dahice olduğunu dile getiriyor. Hatta sanat tarihçileri, Chora Kilisesi’ndeki süslemelerin Bizans’ta yeni bir sanat akımının doğmasına yol açtığını belirterek, bu akımı ‘Bizans’ın Rönesansı’ diye tanımlıyor. ‘Taştaki kutsal kitap’ Her biri başyapıt kabul edilen mozaiklerde, kimi zaman Tevrat’ta kimi zamansa İncil’de anlatılan sahneler adeta bir film karesi gerçekçiliğinde canlandırılmış. Kilise’nin cemaatine Hıristiyanlığı daha iyi öğretmek amacıyla bu sahneler kronolojik sıra gözetilerek resmedilmiş. Bu amaca da hızla ulaşılmış olmalı ki, Chora Kilisesi, ‘taştaki kutsal kitap’ adıyla da anılır olmuş. Yapının dış narteksi (kiliselerde din adamlarının ritüel öncesi hazırlık mekanı) İsa’nın, iç narteksi ise Bakire Meryem’in yaşamını anlatan sahnelerle bezenmiş. Hz. İsa mozaiklerde, çocukluğundan başlayıp mucizelerine kadar uzayan tüm serüveniyle tasvir edilmiş. İç narteksin solundaki kubbede çocuk İsa’yı kucağında tutan Meryem, kutsal figürler tarafından çevrelenmiş. Diğer mozaikte ise çocuk Meryem’in rahip Zacharias’a takdim ediliş sahnesi canlandırılmış. Ana mekana giren kapı üzerindeki mozaikte, Hz. İsa’nın kendisine (527-565) had it re-built. Designed by the best architects of its period, the church is mentioned in texts dating from 740. But, the majority of the fabric of the current building dates from 1077-1081, when Maria Dukaina, the mother-in-law of Emperor Alexius I Comnenus, restored the Chora Church dedicated to Jesus Christ and Mother Mary. However, it was only after the third phase of building, two centuries after, that the church as it stands today was completed. The powerful Byzantine statesman (Logothete=Secretary of State) Theodore Metochites endowed the church with much of its fine mosaics and frescoes. A sea of mosaics The impressive decoration of the interior, ordered by art enthusiast statesman Theodore Metochites, was carried out between 1315 and 1321 and reflect the last golden period of Byzantine art. Decorated inside with marble panels, extraordinary mosaics and frescoes, the church was turned into a sea of mosaics adorned with pastel, gold, purple, blue, lilac colours. Although the artists remain unknown, historians of art suggest that the architectural solutions of the structure surpass the knowledge level of their time, that the background elements used to add depth to the mosaics and frescoes are work of genius. And according to art historians, the mosaic-work is the finest example of the Palaeologian Renaissance or Byzantine Renaissance. The Holy Book in stone The masterpiece mosaics reflect episodes from the Old Testament as well as from the Bible with an extreme realism comparable to detailed movie scenes. The stories are presented in chronological order with a view to educating the church congregation on the history of Christianity. This is the reason why the Chora Church is also referred to as the “Holy Book in stone”. The exonarthex (or outer narthex), the first part of the church that one enters (where the clergy prepared themselves before the ritual) is decorated with mosaics reflecting the life of the Christ. The esonarthex (or inner narthex) is decorated with episodes from the life of Virgin Mary. Kariye Müzesi’nin mozaikleri Hz. İsa’nın çocukluğundan başlayıp mucizelerini gerçekleştirmesine kadar olan süreci tüm detaylarıyla anlatıyor (solda). Kariye Müzesi mozaik sanatının en gerçekçi örneklerini birarada bulundurmakla kalmıyor mermer işçiliği ve doğal aydınlatmalarıyla da ziyaretçilerini kendine hayran bırakıyor (üstte). The mosaics of Chora Church Museum narrate in the finest details the period from Jesus Christ’s childhood until the accomplishment of his miracles (on the left). Chora Church Museum is admired for its remarkable marble craftsmanship and the architectural articulation of its natural illumination layout besides its rich collection of breathtaking mosaics (above). 53 Jesus Christ is depicted from his early childhood up to his adult age when he offers miracles. On the dome located on the left side of the inner narthex, Mother Mary holding Jesus child in her arms is surrounded by holy figures. The other mosaic is depicting Mary as a young girl being presented to the priest Zacharias. A mosaic of enthroned Christ with Theodore Metochites presenting him a model of his church is placed on the pediment of the main entrance. Jesus is holding the Bible in his left hand while he gives the benediction with his right hand. At the chapel, one can admire the frescoes describing scenes from the Old Testament, the Day of Judgment, the Resurrection, the Final Judgment. The gigantic frames composed of thousands of mosaic pieces smaller than one square centimetre each and various frescoes narrate in finest detail the episodes from the holy books. The Chora Church became a masterpiece of art through the dedicated work of architects, mosaic masters and marble carvers. The mansions of wealthy and noble citizens of Byzantium built around and near the Chora Church attributed even a greater prestigious character to the neighbourhood. kilisenin küçük bir modelini sunan Theodoros Metokhites’i kabul ediş anı tasvir edilmiş. Bir tahtta oturan İsa, sol eliyle üzerinde haç resmi olan bir İncil’i tutarken, sağ eliyle göğüs hizasında ‘takdis işareti’ yapıyor. Binanın şapelinde ise Tevrat’tan alınmış dini hikayeler, ‘mahşer günü’, ‘diriliş’ ve ‘son yargı’ gibi sahneler fresklerde canlanıyor. Her biri bir santimetrekareden küçük binlerce mozaik parçasının oluşturduğu devasa tablolar, freskler kutsal kitaplarda anlatılan sahneleri en ince detaylarına kadar başarıyla aktarmış. Mimarlar, mozaik ve mermer ustalarının ortak çalışmalarıyla kilise bir ’baş yapıt’a dönüşmüş. Etrafına soylulara ait sarayların yapılmasıyla daha da önem kazanmış. Muhteşem taş işçiliği Mozaikleri ve freskleriyle ünlü kilisenin duvar kaplamalarında ve frizlerinde mermer işçiliği de en yüksek aşamaya ulaşmış. Yapıda Marmara Adası’ndan getirilen beyaz ve gri damarlı mermerlerin yanı sıra Kuzey Afrika, Eğriboz Adası ve Afyon’dan getirilen yeşil, oniks, kırmızı, sarı ve pembe damarlı mermerler kullanılarak zengin bir görünüm oluşturulmuş. Aynı seriden mermer blokların kesilerek yan yana dizilmesiyle taşların içindeki doğal desenler ağaç dokusunu andıran bir görüntüye kavuşturulmuş. Fatih’in hoşgörüsü ile ayakta kaldı Takvimler 1453’ü gösterirken, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle yeni bir dönem hatta yeni bir ‘çağ’ başladı. Ancak, Doğu Roma’nın Ayasofya’dan sonra en önemli kilisesi işlevini korudu. Kentin Hıristiyan sakinleri bu görkemli kilisede ibadetlerine devam etti. Yapının camiye dönüşmesi ise I. Bayezid dönemine denk düşüyor. Sadrazam Atik Ali Paşa 1511 yılında yapının cami olarak kullanılması emrini vermiş. Chora Kilisesi Kariye Camii adını almış, mozaiklerin bazılarının özellikle de melek yüzlerinin üzeri alçıyla kaplanmış... 20’nci yüzyılın başında Rus Arkeoloji Enstitüsü ve ardından Amerikan Bizans Enstitüsü mozaiklerin restorasyonuyla ilgili çalışmalar yapmış. Yapı 1945 yılında müze kimliğiyle kapılarını ziyarete açmış. O günden bu yana her gün binlerce sanatsever bu eşsiz mozaikleri görebilmek için müzeye akın ediyor ve o mozaiklerin eşliğinde bir zaman yolculuğuna çıkıyor. 54 Magnificent stone craftsmanship Marble carving craftsmanship is yet another remarkable aspect of Chora’s decoration in addition to the mosaics and frescoes which contributed to its fame. White marble with gray streaks from the Island of Marmara(ancient Prokonnessos) as well as green and red marble, onyx with pink and yellow streaks from Northern Africa, Afyon (ancient Akroinon) and the Island of Euboea (Eğriboz) were used on the walls, arches and friezes giving the building an internal appearance quite rich in colours. The streaks in the marble blocs cut into symmetrical sheets placed next to each other constitute a texture similar to wood lining. Under the protection of Sultan Mehmet the Conqueror Following the conquest of the city by the Ottomans in 1453, initiating a new era in world history, Fatih Sultan Mehmet, Sultan Mehmet II the Conqueror allowed the Chora Church, second in importance only to the Hagia Sophia, to remain at the service of the Christian population of Istanbul. The conversion of the church into a mosque occurred later during the reign of Sultan Bayezid I. Grand Vizier Atik Ali Pasha ordered the church to be turned into a mosque in 1511 under the name of Kariye Camii (Kariye Mosque). Some of the mosaics, particularly those depicting angels’ faces were overlaid with stucco... At the beginning of the 20th century, the Russian Academy of Sciences’ Institute of Archaeology and later American Byzantine Studies scholars conducted some restoration work on the mosaics. Finally, in 1945, the building was inaugurated as a museum. Since then, thousands of visitors rush into the museum to embark upon a journey through time guided by the marvellous mosaics. İç narteksteki kubbe madalyonunun ortasında, ‘İsa ve Ataları’ isimli mozaikten detay (altta). İç nartekse bir bakış (sağda). Detail from the ‘Jesus and his Ancestors’ mosaic in the middle of the dome medallion in the inner narthex (below). A view from the inner narthex (on the right). 55 ÖZEL MÜZELER Private Museums Yazı-Text Hümeyra Konyar 56 ‘çok özel’ bir özel müze BAKSI müzesi son yıllarda sayısı hızla artan özel müzelerimize bir yenisi daha katıldı. bu müze, özel müzeler içinde belki de ‘en özel’ olanı. bayburt il merkezine 45 kilometre uzaklıkta, boz renkli toprakların ortasında, sıradışı bir mimari ve sıradışı hedefleriyle baksı müzesi, yalnızca müzeciliğin değil, anadolu gezilerinin de en şaşırtıcı duraklarından birini oluşturuyor. A very special private museum: Baksı Museum A new and very special private museum has joined the series of numerous private museums opened in Turkey in recent years. Overlooking the Çoruh valley and high on a mountain near the village of Baksı, a Museum and Cultural Centre like no other has come to life, with its uncommon architecture and its quite specific objectives, on the vast brown soil of Eastern Anatolia. Never in one’s wildest dreams did one expect a contemporary art museum to be founded in a village 45 kilometres away from Bayburt in the Eastern Black Sea region, which would combine contemporary and traditional art. It didn’t seem likely, but it has actually happened, far from any touristic concentration area. Baksı Müzesi. The Baksı Museum. 57 ültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müzeler giderek daha çağdaş bir görünüm ve daha ileri bir teknolojiye kavuşurken, özel müzecilik de hamle üstüne hamle yapıyor. Birbiri ardına açılan bu yeni mekanlarda hiç bilmediğimiz, duymadığımız yeni koleksiyonlar, yeni eserler sergilenmeye başlıyor. Bu zincire geçtiğimiz yıl eklenen bir özel müze daha var ki Türkiye’deki örnekleri içinde belki de ‘en özel’ olanı: Baksı Müzesi. ‘Turizm hareketliliği’ açısından Anadolu’nun en zayıf illerinden birinde, Bayburt’ta; il merkezinde de değil, 45 kilometre uzaklıkta, Çoruh nehrine bakan tepelerin arasında, göz alabildiğine uzanan bir bozkırın ortasında bir müze... Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın ‘akademisyen bir sanatçı olarak doğduğu topraklara hizmet verme hayalini’ gerçekleştirdiği yer, Baksı Müzesi. Halka moral ve ekonomik kaynak sağlamak Baksı Müzesi’ni benzerlerinden ayıran, onu ‘en özel’ kılan bir diğer özelliği de kuruluş amacı. Öncelikli hedeflerinin ‘yöre halkına ekonomik kaynak yaratmak’ olduğunu söyleyen, müzenin kurucusu Prof. Dr. Hüsamettin Koçan neredeyse on yıl önce çıktıkları bu zorlu yolculuğu şöyle dile getiriyor: “Bu proje; yoğun göç veren bölge halkına moral ve ekonomik kaynak sağlamak, aynı zamanda kültürel zenginliklerinin farkına varabilmeleri amacıyla gerçekleştirilmiştir. Baksı Müzesi; Dünya Kültür tarihinde de, türünün ender örneklerinden biri olarak ünik ve çok amaçlı bir yapıdır. Mimari açıdan da, gelenekten beslenen, mimari geleneğimizi zenginleştiren bir örnek olarak planlanmıştır. Zengin etnografik eserlere ve çağdaş bir sanat koleksiyonuna sahiptir.” Bayburt’un Bayraktar Köyü, Çayırlar Mevkii’nde, 40 dönümlük arazi üzerine kurulu müzenin inşaatı 2001’de başlıyor, 2005‘de vakıf kuruluyor ve 2010 ‘da resmi olarak açılıyor. 58 While the national museums under the administration of the Ministry of Culture and Tourism undergo a process of modernization, new private museums continue to be inaugurated in Turkey one after another, surprising the public with their amazing collections and as yet little known works of art. The last link in this chain is the Baksı Museum, of a very special kind, inaugurated last year. The “Baksı Museum and Research Center of Folk Art” is the realization of a dream by the Dean of the Fine Arts Department at Marmara University, Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, who was born in Baksı and promised himself to render a major service to his homeland. To bolster the local population’s morale and to generate economic benefits The Baksı Museum was purposefully created to realize lofty ideals, “primarily to generate economic gain for the local people” in the words of its founder, Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, who describes the aim of the project launched almost ten years ago as, “boosting the morale and economic situation of the population of an area subject to a strong emigration wave due to lack of economic activity and awakening them to the rich cultural heritage surrounding them.” “The Baksı Museum, is a unique multi-purpose project, one of the rare examples of its kind in world’s cultural history. Its architecture is inspired from our tradition which it contributes to develop. The museum possesses a rich collection of ethnographic objects as well as contemporaneous works of art.” The construction started in 2001 on a 40 thousand square meters land, the endowment fund was established in 2005 and the museum was officially inaugurated in 2010. Art education programmes The Baksı Museum launched a series of art education programmes Sanat eğitimi programları Yaz akademisi programları ile sanat eğitimi veren, atölye çalışmalarıyla yöre halkı ile buluşan Baksı Müzesi yeni ama yoğun temposuyla dikkatleri çekmeyi başardı bile. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan “iki eksenli” olarak tanımladığı eğitim programlarını şöyle özetliyor: “Eğitim programlarımız iki eksende gelişiyor. Birinci eksende sanat eğitimi söz konusudur. Önümüzdeki yıl çağdaş sanat atölyelerinde uluslararası bir yaz akademisi düzenlenecek. Aynı zamanda yeni medya merkezi kuruluş çalışmaları sürdürülüyor, bu anlamda üniversite öğrencilerine yönelik yeni medya workshopları gerçekleştirilecek. Eğitimin ikinci ekseni, çevrede yaşayan insanları kapsıyor. Geçen yıl KUDAKA’nın desteklediği bir kilim atölyesi gerçekleştirildi. Bu bağlamda Erzurum, Erzincan, Bayburt yöresi kilim geleneği bir sempozyumla konu edinildi, öte yandan SODES’in desteklediği ehram atölyeleri hala çalışmalarını sürdürmektedir. Önümüzdeki dönemde doğal boya çalışmaları bu kapsama dahil edilecektir.” in the form of summer academies and workshops which already attracted local peoples’ attention. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan describes their education programmes as a double track project: “The first track is art education. We will organize an international summer academy next year at our contemporary art workshops. At the same time, we are working on the establishment of a media centre which will allow us to perform media workshops destined to university students. The second track concerns the local population. We organized a rug (kilim) workshop supported by KUDAKU (Kuzeydoğu Anadolu Kalkınma Ajansı-Northeast Anatolia Development Agency). In this framework, the rug weaving tradition of Erzurum, Erzincan, Bayburt regions was subject to a symposium. The ehram (local traditional art of embroidery) workshops under the aegis of SODES (Social Assistance Programme) continue their activities. Natural dyeing methods will be the next course on the agenda.” Geleneksel ile çağdaşın buluşması Her yıl yeni bir sergiye ev sahipliği yapacak olan müze, bu sergiler ile çağdaş sanatçılarla geleneksel sanatçıları aynı zeminde buluşturmayı hedefliyor ve Prof. Dr. Koçan’ın ifadesiyle, ‘Bu tutumuyla akademik hiyerarşi sorununu kapsamın dışında’ tutarak, insanoğlunun farklı ortamlarda yaratma uğraşısını sergilemek istiyor. Koçan, sözlerini şöyle noktalıyor: “Avangardizmle geleneğin iç içe geçtiği bu sergiler her yıl yeni bir konseptle sürdürülecektir. İlk sergimiz zanaata ilgi duyan 20 sanatçının yapıtlarından oluştu. Önümüzdeki sergi ise kadının yaratıcılığını konu edinecek. Konsepti mesafe ve temas olan bu sergi kadın özelinde bir buluşma gerçekleştirecek.” Bayburt’un Bayraktar Köyü, Çayırlar mevkiinde sıradışı görüntüsü ve sıradışı hedefleriyle Baksı Müzesi, yalnızca müzeciliğin değil, Anadolu topraklarının da en hoş sürprizlerinden birini oluşturuyor. Meeting of the traditional with the contemporaneous art With yearly exhibitions aimed at bringing together traditional and contemporary artists, Prof. Dr. Koçan intends to display the creative pursuit of mankind in different environments “without hinging on academic hierarchy matters”. In Dr. Koçan’s words, “avant-garde and tradition will interpenetrate in annual exhibitions based on a different concept each year. Our first exhibition consisted of the works of 20 artists with a particular interest in traditional arts and crafts. Next year’s exhibition theme will be women’s creativity under the concept of distance and contact”. At Bayburt’s Bayraktar village’s pastures area, the Baksı Museum is not only an unexpected surprise in terms of a museum but also one of the most extraordinary and pleasant surprises on the Anatolian soil. 59 özgen acar... arkeolojiyle, sanat tarihiyle, kültürel mirasımızla ilgilenen herkesin tanıdığı, saygı ve şükranla andığı bir isim. o, meslek yaşamı başarılarla dolu bir gazeteci olmasının yanı sıra, yorgun herkül, karun hazineleri, elmalı definesi, boğazköy/hattuşa sfenksi’ni ‘kurtarma operasyonlarının’ gizli kahramanlarından... KAYIP ESERLERİN PEŞİNDE bir gazeteci A JOURNALIST ON THE TRAIL OF LOST TREASURES Özgen Acar is a name wellknown to everyone familiar with archaeology, art history and issues related to our cultural heritage. Besides being an accomplished journalist, Özgen Acar is one of the secret heroes behind the “recovery operations” of Turkey’s historical property such as the Tired Heracles Statue, the Karun Treasure, the Elmalı Treasures, the Boğazköy/ Hattusha Sphinx... 60 Türkiye son yıllarda peşpeşe güzel haberler alıyor. Bu topraklardan alınıp/çalınıp götürülen eserlerimiz birer birer dönüyor. Anadolu onlara, onlar doğdukları toprağa kavuşuyor. Boğazköy Sfenksi ya da Yorgun Herkül’ün kayıp yarısı gibi eserlerin dönüşü haklı bir coşkuyla karşılandı. Bir arkeoloji haberi, gazetelerin birinci sayfasında yer aldı. Ancak, haber olmayan, kamuoyunun bilmediği daha yüzlerce eser var. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın bizzat takip ettiği çalışmalar sonucu, 2007-2011 yılları arasında Türkiye’ye getirilen tarihi eser sayısı, tam 3 bin 610. Liste göz kamaştırıcı, ama sonu gelmiş değil. Bakanlık, Almanya’daki Bergama Zeus Sunağı, İhtiyar Balıkçı Heykeli ve Truva eserlerinin de aralarında bulunduğu 7 eseri daha takip ediyor. Elbette bu dünya çapında bir operasyon ve yetkin bir ekip anlamına geliyor. Ekip de, Bakanlığın çeşitli kademelerindeki uzmanlardan, neredeyse tüm yaşamını kayıp bir esere adamış arkeologlara kadar, tanıdığımız ya da adını hiç duymadığımız ‘kahramanlar’ anlamında. Onlardan biri, konuyla yakından ilgilenenlerin tanıdığı ve saygıyla andığı bir gazeteci: Özgen Acar. O, Türkiye’nin kültürel mirasını geri alma mücadelesindeki en önemli aktörlerden biri. Halen Cumhuriyet Gazetesi’nde yazan Özgen Acar, parlak bir gazetecilik kariyerine sahip. Ancak onu bu kadar özel kılan, Türkiye’ye geri getirilmiş neredeyse her tarihi hazinenin serüveninde pay sahibi oluşu. Pek çok müzede Acar’ın bu ülkeye geri dönmesi için yıllarca çaba gösterdiği hatta uğruna hayatını ve kariyerini tehlikeye attığı bir eserle karşılaşmak mümkün. Historical assets transferred or smuggled out of our country are returning home one after another. They get reunited with their homeland Anatolia after many years of longing. The comeback of the Boğazköy/Hattusha Sphinx and of the missing half of the Tired Heracles statue aroused great enthusiasm and a legitimate satisfaction with the Turkish public opinion; creating an exceptional situation where an archaeological news item appeared on front pages of dailies. But there are still hundreds of our treasures abroad not yet able to make it home. Thanks to efforts personally supervised by Minister of Culture and Tourism, Ertuğrul Günay, a total of 3 thousand 610 historical artefacts were brought back to Turkey between 2007-2011. The list is impressive but not yet exhaustive. The Ministry is following-up on 7 major asset including the Bergama Zeus Altar in Berlin, the Old Fisherman Statue and the treasures of Troy. This endeavour requires a worldwide operation and a highly qualified and dedicated research team. That team consists of experts at various levels of the Ministry of Culture and Tourism, of passionate archaeologists devoting almost their entire lives to finding some lost artefact and of little known or unknown heroes. One of these heroes is Özgen Acar, a journalist who is held in high esteem by those who are familiar with the subject matter. He is one of the principal actors in Turkey’s struggle to recover its cultural heritage. An accomplished media veteran who is currently writing for the newspaper Cumhuriyet, Özgen Acar can pride himself of having played his part in almost every successful recovery story of Turkey’s historical heritage, at times by putting at risk his professional career and personal life. MÜZE DERGİ: Mr. Acar, we often come across your name with respect to the repatriation of Turkey’s culture and art treasures. Can you tell us about the origin of your passion for our national cultural and historical assets? ÖZGEN ACAR: I owe a great deal to Cahide Erkal, my teacher at the Izmir Tınaztepe Primary School. May God bless and give her a long and healthy life. She used to take us every Wednesday afternoon to museums and archaeological sites. Late Prof. Ekrem Akurgal, who at that time was an Associate Professor, had started in 1948 his excavations of ‘Ancient Izmir’. He also used to show us the historical site and gave us explanations regarding the discovered artefacts. Writer Cevat Şakir Kabaağaçlı, known as the Fisherman of Halicarnassos lived also nearby. Hattuşa/Boğazköy Sfenksi gibi son derece önemli pek çok arkeolojik hazine Özgen Acar’ın da aralarında bulunduğu ekip sayesinde tekrar Türkiye’ye döndü. Numerous significant archaeological treasures such as the Hattusha/Boğazköy Sphinx were returned to Turkey thanks to the efforts of a resolute group to which belongs also Özgen Acar. 61 MÜZE DERGİ: Türkiye’nin en önemli kültür sanat hazinelerinin ülkemize iadesi sürecine baktığımızda sık sık isminize rastlıyoruz. Tarihi ve kültürel değerlerimize duyduğunuz bu aşkın nasıl başladığını anlatabilir misiniz? ÖZGEN ACAR: İzmir Tınaztepe İlkokulu’ndaki öğretmenimin emeği büyüktür. Tanrı Cahide Erkal’a uzun ve sağlıklı bir ömür versin. Kendisi bizi her çarşamba günü öğleden sonra müzelere ve arkeolojik kazılara götürürdü. O zaman doçent olan Ekrem Akurgal, 1948 yılında ‘Eski İzmir’ kazısına başlamıştı. O da bizi kazı alanlarında gezdirir, eserlerle ilgili bilgi verirdi. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı da yakınımızda otururdu. Zaman zaman ziyaretine giderdim. Cevat Bey’in Demokrat İzmir Gazetesi’nde yayınlanan yazılarını ailece okurduk. Bu toprakların kültür mirasına sevgim ve ilgim bu çok kıymetli insanların desteğiyle çocukluğumda başladı. MÜZE DERGİ: Peki ilk olarak hangi kayıp eserin peşine düştünüz? ÖZGEN ACAR: Gazetecilik yapmaya başlamıştım. Bir olayın izini sürmek, araştırmak anlamında bana mesleğimin büyük katkıları oldu. 1970 Yılında Karun Hazineleri’nin Uşak’tan kaçırıldığını öğrendim ve bir gazeteci olarak araştırmaya başladım. 16 Yıl boyunca Uşak ve Manisa köylerinden Karun Hazineleri’nin nasıl kaçırıldığının izini sürdüm. Güre ve İkiztepe köylerindeki iki mezar soygununda 150 parçadan fazla mücevher ve kıymetli obje çalınmış, ülke dışına çıkartılmıştı. Bu eserlerin ABD’deki Metropolitan Müzesi’nde sergilendiğini fark ettim. Yetkili mercilere haber vererek dava açılmasına yardımcı oldum. Bu uluslararası dava 6 yıl sürdü, zaman aşımının dolmasına 13 gün kala Metropolitan Müzesi yetkilileri pes etti. Davayı kaybedeceklerini anlamışlardı ve 1993 yılında Karun Hazineleri’ni iade ettiler. Eserlerin Türkiye’ye iade süreci bir milli davaya dönüşmüştü. İadeyle birlikte herkes büyük bir heyecan ve mutluluk yaşadı. MÜZE DERGİ: Karun Hazinesi, Türkiye’ye kazandırdığınız kültürel hazinelerin ilki. Ancak hazinenin en önemli parçası Kanatlı Denizatı Broşu çalındı. Bu süreçte neler hissettiniz? ÖZGEN ACAR: Son yıllarda, tarihsel, kültürel, dinsel mirasın korunması anlamında olumlu gelişmeler sağlandı. Ancak yeterli değil. Yurtdışına kaçırılan eserlerimizin bir bölümü ülkemize döndü. Yeni eserlerin gitmesini önleyebiliyor muyuz? Bu soruların yanıtlarını hala düşünüyorum. MÜZE DERGİ: Yorgun Herkül’ün Türkiye’ye getirilmesinde de önemli katkılarınız oldu. Bu süreç hakkında neler söyleyebilirsiniz? ÖZGEN ACAR: Yorgun Herkül heykelinin üstü Metropolitan Müzesi’nde bir Amerikalı çiftin koleksiyonunda sergileniyordu. Alt parçası da 1980’de Perge’de yürütülen bir bilimsel kazı sırasında bulunmuştu. Daha önce görmediğim bu üst bölümün, I went to visit him from time to time. We used to read in family his articles published in the daily ‘Demokrat İzmir’. Thus, my attachment and passion for the cultural heritage of this country originates actually from my childhood thanks to the awareness acquired through the influence of such illustrious names. MÜZE DERGİ: Which lost asset was the objective of your first investigation? ÖZGEN ACAR: The profession of journalism served as a practical training for me in learning how to investigate and go after a given subject. In 1970, I learned that the Karun Treasures were smuggled out of our Uşak province and I started investigating the matter as a journalist. For 16 years, I worked at the Uşak and Manisa region villages on finding out the circumstances of the smuggling. I established that over 150 items of antique jewellery and other precious objects were stolen from two tombs dug at the Güre and İkiztepe villages, and smuggled out of the country. I finally ascertained that these items were proudly put on display at the Metropolitan Museum in New York. I alerted our competent authorities and helped initiate legal proceedings with a view to obtaining their restitution. The international lawsuit lasted for six years. Metropolitan Museum officials, realizing that they were about to lose the case, gave up 13 days before the expiration of the legal timeout and returned the artefacts to Turkey in 1993. The whole legal process had turned out to become a national affair of honour for Turkey, so that our people literally celebrated in great joy and excitement the restitution of the collection to Turkey. MÜZE DERGİ: The Karun Treasure is the first in a row of cultural assets you helped recover. But how did you feel when the principal piece of that collection, the golden ‘Winged Sea Horse Pin’ was again stolen? ÖZGEN ACAR: Progress has been made in recent years regarding protection of our historical, cultural and religious heritage, but not yet sufficiently. Certain of our assets returned home. Still, I ask myself whether we are presently capable of preventing new cases of smuggling. MÜZE DERGİ: You contributed to a great extent to the repatriation of the upper half of the Tired Heracles statue. What can you tell us about that process? ÖZGEN ACAR: The upper half of a Heracles statue was being displayed at the Metropolitan Museum as part of the private collection of an American couple. On the other hand, the lower half of a statue presenting similarities with the upper half in New York had been discovered at archaeological excavations at Perge. I thought that the upper half which I had not seen before, might be the missing part belonging to the Perge lower half. I contacted the Antalya Museum. However it was not an easy task to prove that the two parts belonged together. It took quite a while, because experts were pretending that several similar statues had been sculpted during that era in the region and that, therefore, it was not possible to deduct from existing similarities that the two parts were the actual halves of the same statue. Meanwhile, the upper half was no longer at the Metropolitan Museum. Eventually, team leader of the Perge excavation, late Prof. Jale İnan discov- Yorgun Herkül (solda) ve İhtiyar Balıkçı (sağda). Tired Heracles Statue and the Old Fisherman Statue (left page). Perge’de çıkan alt parçaya ait olabileceğini düşündüm. Antalya Müzesi ile bağlantı kurdum. İki parçanın birbirine ait olduğunu ispatlamak uzun zaman aldı. Çünkü o dönem benzer heykellerin bütün bölgede yapıldığı, iki parçanın birbiriyle benzer olabileceği ama aynı bütünün parçaları olamayacağı savları ortaya atıldı. Bu sırada heykel Metropolitan Müzesi’ndeki sergiden alınmıştı. Perge Kazısı Başkanı Profesör Jale İnan da eserin sergilendiği Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ne gitti. Hukukçuların ve uzmanların önünde iki parçanın bütünlüğünü kanıtladı. Ben de olayı Cumhuriyet Gazetesi ve Amerikan Connoisseur Dergisi’nin sayfalarına taşıdım. Yıllar geçti, olayın peşi bırakıldı. İlgililer dosyayı rafa kaldırmışlardı. Zaman zaman olayı hatırlattım. Son Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü olaya el attı. Eser Türkiye’ye iade edildi. Şimdi iki parça birleştirilmiş durumda Antalya Müzesi’nde sergileniyor. ered that, at that time, the sculpture was on display at the Boston Museum of Fine Arts. She presented evidence to the fact that the Boston upper half was definitely the integral part of the Tired Heracles statue whose lower part was in Antalya. She proved that in front of lawyers and archaeological experts. I reported myself on this issue in the Cumhuriyet Newspaper and in the American magazine ‘The Connoisseur’. However, the subject fell into oblivion with the passing of time. The authorities put the file on the shelf. I continued to remind them from time to time. Eventually, the current Director General of Cultural Assets and Museums, Osman Murat Süslü re-vitalized the subject matter. The upper half was recently delivered to Turkey. Now, the two parts have been put together and the statue is on display- as a whole - at the Antalya Museum. MÜZE DERGİ: Hattuşa Sfenksi de doğduğu topraklara döndü. Bununla ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? ÖZGEN ACAR: Hattuşa Sfenksi ile çivi yazılı tabletler konusunu 1986’da Milliyet Gazetesi’nde gündeme taşımıştım. Görüşmelere başlandı. Tabletler geldi. Ancak sfenksin ikizinin dosyası, iki Almanya birleşince rafa kaldırıldı. Bakan Ertuğrul Günay ve Genel Müdür Murat Süslü’nün girişimleriyle o da geldi. Boğazköy Müzesi’nde ikizi ile birlikte sergilenecek. MÜZE DERGİ: The Hattusha Sphinx also returned from Germany to Turkey. Would you evaluate for us this issue as well? ÖZGEN ACAR: I had reported about the Hattusha Sphinx and the cuneiform tablets in 1986 in the ‘Milliyet’ Newspaper. Negotiations were launched between the two sides. The tablets were actually returned to our country. But, the negotiations on the twin Sphinx of Hattusha which was in East Berlin were interrupted following German re-unification. As a result of Minister Ertuğrul Günay and Director General Süslü’s endeavours, the Sphinx was also sent back to us recently. It will be put on display together with its twin at the Boğazköy Museum. MÜZE DERGİ: Elmalı Definesi de define avcıları tarafından çalınıp satılan kültür miraslarımızdan biri ve siz onun da Türkiye’ye geri getirilmesi sürecinde önemli bir rol oynadınız. Define avcıları ne boyutta bir tehlike? ÖZGEN ACAR: Eskiden Türkiye’de “Her köyün bir delisi vardır” denilirdi. Artık bu söz günümüzde “Her köyün bir delisi ve iki definecisi var” biçiminde değişti. Türkiye’de 50-55 bin köy olduğuna göre varın gerisini siz düşünün. Metal dedektör MÜZE DERGİ: Elmalı Treasure is another of our historical assets stolen and sold by treasure hunters. You also played a role in recovering that treasure. To which extent do treasure hunters present a hazard? ÖZGEN ACAR: There was a saying before in Turkey that “every village has a freak.” Nowadays, each village has a freak and two treasure hunters. Since there are 50-55 thousand villages in our country, you have to imagine the rest. Metal detectors are advertised on papers and television. Write the words, ‘treasure’ and ‘antiques’ on a search engine on 63 ilanlarına gazetelerde ve televizyonlarda bolca rastlanıyor. İnternete girip, ‘define’ ya da ‘antika’ sözcüklerinden birini yazdığınızda bu olayın boyutlarını kendi gözlerinizle daha iyi görebilirsiniz. Defineciliği önleyecek yasal değişiklik yapılmalı ve güvenlik önlemleri artırılmalı. MÜZE DERGİ: Kültür mirasımızın ülkeye kazandırılması konusunda çabalarken nasıl engellerle karşılaştınız? Karşınızda yasadışı işlerle uğraşan karanlık insanlar, büyük koleksiyoncular hatta kimi zaman devletlerin önemli kurumları bulunuyordu. ÖZGEN ACAR: Karun Hazinesi ve Elmalı Definesi araştırmalarımda ve yayın sonrasında kaçakçılar ve ilgili iki bakan tarafından dava edildim. Aklandım. Bazı kaçakçılar beni kaçırıp öldürecekleri tehdidinde bulundu. MÜZE DERGİ: Peki can güvenliğinizi bile hiçe sayarak araştırmalarınızı sürdürmenizdeki motivasyon neydi? ÖZGEN ACAR: Karun Hazinesi olayını, Türkiye’ye gelen İngiliz Sunday Times gazetesi muhabiri Peter Hopkirk’ten duymuştum. Bir İngiliz gazeteci Türkiye’den ABD’ye kaçırılan hazinenin peşindeydi. Hazine İngiltere’den kaçırılmamıştı. İngiltere’deki bir müzeye de gizlice satılmamıştı... Peki, bu İngiliz gazeteciye ne oluyordu? Neden burnunu Türkiye ve ABD’deki müzenin işlerine sokuyordu? Çünkü, ona göre tarihsel miras ne Türkiye’nin, ne de ABD’nindi. O hazine, tüm insanlığın ortak mirasıydı. Kaçırılamaz, yağmalanamazdı. Tüm insanlık adına Türkiye’de korunmalıydı. Onun hareket noktası bana ders oldu. Bir İngiliz gazetecinin bu tavrı takınmış olması bana cesaret verdi. Kendi kendime, “Kültürel mirasımız için savaşırken korkmamalı, ne olursa olsun bu işin peşini bırakmamalıyım” dedim. Ama ne yazık ki o dönem benim bu çabama destek olan, benim gibi düşünen insanlar yoktu. MÜZE DERGİ: Şu an izini sürdüğünüz başka kültürel miraslarımız var mı? ÖZGEN ACAR: Afrodisias’tan çalınıp Almanya’ya götürülen ‘İhtiyar Balıkçı’, Burdur Kremna’dan çalınan ve ABD’deki Paul Getty Müzesi’nde sergilenen ‘Esin Perileri’ heykelleri gibi 3-4 dosyayı daha takip ediyorum. Çorum, Boğazkale Müzesi içinden görüntüler (üstte). Karun Hazineleri’nden bir vazo (sağda). Views from the inside of the Boğazkale Museum, Çorum (above). A vase from the Karun Treasures (right). 64 the internet to realize the size of the problem. There must be a new legislation to prevent treasure hunting and improved security dispositions. MÜZE DERGİ: Which obstacles were on your way while fighting for the recovery of cultural assets? Obscure individuals engaging in illegal activities, major art collectors and sometimes even State organs? ÖZGEN ACAR: During my investigation and my reporting regarding the Karun and Elmalı Treasures, I was sued by the smugglers and by two ministers. I was acquitted in all cases. Some smugglers even threatened that they would kidnap and kill me. MÜZE DERGİ: What was the motive behind your insistence to pursue your investigations against all odds, even disregarding your own security? ÖZGEN ACAR: I learned about the Karun Treasure affair from a British journalist, Peter Hopkirk, a reporter from the Sunday Times who came to Turkey to investigate the issue of a collection smuggled out of our country into the United States. I wondered why a British reporter without direct concern took such a keen interest in a smuggling affair not taking place in Britain and not involving British museums. His approach was that the historical heritage belonged neither to Turkey nor to the USA; that the stolen treasure was the common heritage of the entire mankind and that no one should be allowed to plunder and smuggle humankind’s collective heritage. In that perspective, Turkey should be protected from looters on behalf of the world community. His attitude opened my eyes as a perfect lesson. I was encouraged to fight on my part to protect our cultural heritage. I should struggle for this lofty ideal without fear no matter what happens. But unfortunately, there were not many people, at that time, who thought likewise around me. MÜZE DERGİ: Are you currently pursuing other cultural assets? ÖZGEN ACAR: I am following-up on a few items such as The Old Fisherman statue stolen from Aphrodisias and transferred to Germany, the Inspiration Fairies stolen from Burdur Kremna currently on display at the Paul Getty Museum in California. SANDIK ODASI Storage Room Yazı-Text Aylin Şen 66 iki MEZAR, iki SIR! arkeolojinin sandık odası parlak keşifler kadar, hatta onlardan da çok hayal kırıklıkları ile dolu. bu sayıda buna iki örnekten söz edeceğiz: cengiz han ve kommagene kralı’nın mezarlarından söz edeceğiz... TWO TOMBS TWO SECRETS Archaeology’s storage room is full of disappointments besides a certain number of brilliant successes. In this issue we will refer to two relevant but different cases: the tombs of Genghis Khan and Antiochos I, King of Commagene... Nemrut Dağı’ndan görüntüler (solda ve üstte). Views from the Nemrut Mountain (on the left and above). 67 rkeolojinin ‘sandık odası’ efsaneler ya da lanet söylentileriyle, tutkulu arayışların ya da hazin vazgeçişlerin öyküleriyle doludur. Ama içlerinde öyle iki öykü vardır ki, diğerleri asla boy ölçüşemez. Üstelik, o iki öykü birbirinin tam zıddı özellikler taşır. Çünkü biri hakkında neredeyse tek bir ipucu yoktur. Diğerinde ise, ‘bilmece’ dünyanın, bilim insanlarının, kazı ekiplerinin gözü önünde olduğu halde çözülememiştir. Önce ilk sandığı açalım; Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın mezarı hakkındaki efsanenin izini sürelim. Cengiz Han, 18 Ağustos 1227 günü öldü. Bir sefer sırasında hastalanıp öldü diyen de var, attan düştü diyen de. Ancak, ölüm nedeni bir yana, asıl büyük sır bu efsanevi hükümdarın mezarı hakkında. Tarihi fantezilerle süslemeyi sevenlere göre, Cengiz Han ‘mezarımın yeri asla bilinmesin, bulunmasın’ diye vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarı bulunamasın diye, olağanüstü önlemler alındı. Onu gömen bin asker, törenden sonra öldürüldü. Onları öldüren 800 asker de aynı akıbete uğradı. Ardından, binlerce at mezarın üzerinden geçirilerek mezarla ilgili tüm izler dağıtıldı, silindi! Son cümlenin sonundaki ünlem, fantezinin boyutunu vurgulamak için. Çünkü öyküde pek az doğru var. Öncelikle mezar yerinin gizli olması, bir Moğol geleneği. Bugün bile Orta ve Uzak Asya’da bazı topluluklar benzer gelenekleri sürdürüyor. Cengiz Han döneminde ise buna titizlikle uyulurdu. O nedenle gömüldüğü yerin üzerinde gerçekten de atlar geçirilerek izler yok edilmişti. Her ne kadar atların sayısı binlere varmasa da, Cengiz Han’ın şanına yakışır olduğu söylenebilir. Ölümünden önceki haftaların, ayların izi sürülerek mezarın yeri de yaklaşık olarak tahmin edilebilir. Nitekim, Cengiz Han’ın Burhan-Haldun dağları arasında bir yerde gömülü olduğuna inanılır. Ama izler de, ipuçları da orada sona erer. Bölgede kazı ya da araştırma yapan ekipler, zaman zaman sonuca ulaştığını düşünüp heyecanlansa da, eve hep eli boş döner. Açılamayan kapı Cengiz Han’ın mezarı kadar büyük bir bilmece de, Nemrut Dağı’ndaki mezar. Üstelik, bu kez mezarın yeri belli. Hatta neredeyse uzansanız ulaşacakmışsınız gibi yakın. Ama bir o kadar da uzak. Mezar, Kommagene Kralı I. Antiochos’un. Çağının, hatta dünya tarihinin bu en ilginç ve önemli figürü bilindiği kadarıyla Nemrut Dağı’na gömüldü. Mezarın -muhtemelen- hemen üzerindeki tanrı heykelleri bu konuda 68 Archaeology’s “storage room” is full of myths, curse rumours, passionate quests or sad renunciation stories. However, there are two stories among them which surpass all the others, actually two stories of opposite nature. The first one does not deliver any clue at all. The other “riddle” stands there in the open in front of scholars and excavation teams with no one being able to solve the puzzle up until today. Let us open the first chest first; follow the path of the myth concerning Genghis Khan’s grave. Genghis Khan died on 18 August 1227. Some believe that the legendary ruler fell sick and died during a military campaign, others speculate that he fell from horseback. But the actual enigma is the whereabouts of his tomb. According to those who like to ornament history with phantasies, it was Genghis Khan’s own will to be buried at an unknown place that no one should find, and that accordingly, extraordinary measures were taken to hide his burial location. The thousand soldiers who buried him were executed after the funeral ceremony. The eight hundred soldiers who killed them shared the same fate and eventually, thousands of horses crushed and trampled the soil over his tomb so that any possibly remaining trace should disappear! The exclamation mark above is to emphasize the size of the phantasy, since there is very little truth in this whole story. First of all, it is a Mongolian tradition to keep burial places secret. Even today, similar traditions continue to exist in certain communities in Central Asia and the Far-East. It is evident that this tradition was strictly observed during Genghis Khan’s era. It is a matter of fact that horses trampled the soil over his tomb to destroy any possible sign. A number of horses commensurate with the ruler’s glory were probably employed to this end even if not thousands of them. It should not be impossible to guess approximately the place where he is buried by following the path of his movements weeks or months before his death. Hence, it is believed that Genghis Khan is most likely buried somewhere in the proximity of the Burhan Haldun mountain, rumoured to be his birthplace as well as the purported location of his tomb. However, albeit various excavation teams attempted several times to discover that tomb, no one succeeded up to this date. en açık kanıt. Neredeyse yolu gösteren bir işaret. Ancak o yol, yüzyıla yakın bir süredir yapılan araştırmalara rağmen hiçbir yere çıkmıyor. Çünkü mezarı koruyan, tanrılar değil, insan aklının bulduğu en çarpıcı yöntem. 150 metre çapında, 50 metre yüksekliğinde bir tümülüs. Her ne kadar ölçüler böyle devasa, tümülüs de dağın 2150 metre yüksekliğinde olsa bile, günümüz koşulları ve teknolojisinde ‘aşılamaz’ değil. Oysa, bugüne kadar aşabilen çıkmadı. Bu konuda en ısrarlı çabayı, yaşamını Antiochos’un mezarını bulmaya adayan Amerikalı arkeolog Teheras Goell gösterdi. Dr. Friedrich Doerner ile birlikte 1953 ile 1973 yılları arasında, yani tam 20 yıl boyunca kazılar yaptı. Araştırmaları, onu ve ekibini Nemrut Dağı’nın tepesindeki tümülüse yada dilimizdeki karşılığıyla höyüğe yönlendiriyordu. Ne var ki, höyük, yumurta büyüklüğünde milyonlarca taştan oluşmuştu. Mezara ulaşabilecekleri bir tünel kazmaya kalkıştıklarında, o küçük taşlar, bir çığ gibi üzerlerine yağıyordu. Höyük, hangi köşesinden nasıl bir kazı yapılırsa yapılsın geçit vermiyordu. Goell, yıllarca uğraştı. Gelişen teknolojiden de yararlanarak, tümülüsün altında bir “oyuk” tesbit etti. Gerçi bunun, mezar mı yoksa doğal bir mağara mı olduğu anlaşılamadı. Yine de Goell, Kommagene Kralı I. Antiochos’un mezarının da, sırlarının da orada olduğuna inandı. Belki de bu inançla o kadar uzun süre inat etti. Kazı ve araştırmalarını ısrarla sürdürdü. Ancak, 20 yılın sonunda pes etti. 1973 yılında ülkesine geri döndü. 1985 yılında, 84 yaşında öldüğünde, hiç kuşkusuz büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Çok yaklaşmış ama ulaşamamıştı.. Çok istemiş ama elde edememişti... Uygarlıkların beşiği Anadolu’da, benzersiz bir uygarlığın temelini atan Antiochos sırlarının kapısını açmamıştı. Herşeye rağmen, bilim insanları hedeflerinin, hayallerinin peşinde koşmayı sürdürüyor. İpuçlarını, yeni olasılıklara göre yeniden değerlendiriyor. Örneğin mezar, antik dünyada ölümü simgeleyen batı terasında olabilir mi? Bugüne kadar doğu terasında sürdürülen kazılar, yanlış yolu mu izliyordu? Akıl ve teknoloji her nerede olursa olsun, Nemrut’un bağrındaki sırrı çözebilecek mi? Ya da, Cengiz Han’ın mezarı yüzlerce yıl sonra ortaya çıkartılabilecek mi? Ve bize kendisi hakkında daha fazla şey anlatabilecek mi? Yoksa her iki mezar, arkeolojinin ‘sandık odası’nda tozlanıp unutulacak mı? Sorular sonsuza kadar uzanabilir. Ancak yanıt tek: Aramakla bulamayabilirsiniz, ama bulanlar sadece ve sadece arayanlardır! Cengiz Han adına yapılmış temsili anıtlar (solda) ve Nemrut Dağı (altta). Imaginative statues of Genghis Khan (on the left) and the Nemrut Mountain (below). The door which cannot be opened Another big mystery is the tomb under the Nemrut Mountain in Anatolia. In this case the location of the tomb is best known. It is there under the mountain at touching distance on the one hand, but no less remote on the other hand. This is the tomb-sanctuary of Antiochos I, King of Commagene of the first century BC. Evidence to the existence of his grave under this huge tumulus are the various deity sculptures on top of this hill, standing there for centuries as signs showing the way. But that way is a dead-end which leads nowhere, since nobody was able to accede to the royal tomb for the last one hundred years during which various attempts were made. The burial room is not protected by gods but interestingly by human ingenuity: a circular tumulus with a diameter of 150 meters and a height of 50 meters, at an altitude of 2150 meters, obviously nothing insurmountable within today’s modern technology. Nonetheless, no one was able to surmount the dilemma. The one who put in the most insisting effort was American Archaeologist Theresa Goell. Together with German Archaeologist Prof. Dr. Friedrich Karl Dörner, she took part in excavations at Nemrut Mountain for twenty years from 1953 to 1973. The tumulus consisting of millions of egg-sized rounded stones, every time they attempted to dig into the hillock, thousands of these stones hailed down like an avalanche and obstructed any passage under the mountain. They found a cavity under the hill which they hoped to be the way to the tomb. But it has not been possible to establish whether it was the actual gate to the tomb or just a natural cavern. Their relentless efforts did not yield the expected results. Nevertheless, Theresa Goell continued all her life to believe that the tomb-sanctuary and secrets of King Antiochos were buried there. She only gave up her scrutiny after 20 years of unrelenting research work and returned home in 1973. She was undoubtedly in a great disappointment, when she died at age 84 in 1985. She had come so close to the goal, but had not been able to attain it, opening the door to the secrets of King Antiochos, the founder of a unique culture in Anatolia, the cradle of civilizations. Notwithstanding such failures, scholars continue to pursue their dreams, their goals, re-assessing clues from a new perspective, in the light of different prospects. May the tomb be located at the western terrace, symbolizing death in the Antique world, contrary to all the research conducted at the eastern terrace before? Will the human intelligence and modern technology be able to solve the puzzle at the heart of Nemrut? And, will there be a way to discover the tomb of Genghis Khan after so many centuries? Or will both stories gather dust in the storage room of archaeology and be buried in oblivion? Questions can be extended endlessly. Though there is only one answer: maybe you cannot always find what you are looking for, but only those who keep searching are able to find! 69 Günlük detaylardan tarihte bir yolculuğa! günlük yaşama ait objeler kişiler ve dönemlerle ilgili neler anlatır? kullandığımız cep telefonu, kalem hatta mutfak aletlerimiz bizimle ilgili hangi ipuçlarını verir? ‘osmanlı’da günlük yaşam nesneleri’ isimli kitap işte bu soruların peşine düşüyor. saraydan mütevazı evlere uzanan bu yolculukta, dönemin insanının hayata bakışını algılamamıza rehberlik ediyor. 70 Osmanlı’nın günlük yaşamda kullandığı objeler bir sanat ve hayat tarzını günümüz dünyasına taşıyor. The articles of daily life used by the Ottomans convey a special way of life and art style to our present-day world. Osmanlı İmparatorluğu, sadece hükmettiği ülkelerin genişliği, askeri stratejisi ve görkemli saray hayatıyla anlatılır. Oysa ki Osmanlı İmparatorluğu, kendisinden önce o topraklara hükmeden milletlerden aldığı kültürel mirası, kendi dini ve sosyal değerleriyle harmanlamış ve bambaşka bir yaşama kültürü de oluşturmuştur. Çok ulusluluğun oluşturduğu rengarenk mozaik Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmettiği tüm topraklarda, en mütevazı evlerden, görkemli konaklara, hanlara ve kervansaraylara yayılmıştır. Üstelik estetikten felsefeye kadar pek çok alana bu kültürün damgaları vurulmuştur. M. Şinasi Acar’ın eseri olan ‘Osmanlı’da Günlük Yaşam Nesneleri’ isimli kitap, Osmanlı kültürünün günlük yaşama vurduğu damganın izini, bazıları zanaat bazıları ise sanat eseri sayılabilecek küçük objeler üzerinden sürüyor. YEM Yayın tarafından 2011 yılında ilk baskısı hazırlanan kitapta neler yok ki? Kemer tokalarından, gülabdanlara, buhurdanlıklardan, mühürlere hatta hokka ve divitlere kadar pek çok günlük yaşam nesnesi, okuyucular için tarihte bir yolculuk hazırlıyor. Bir gülabdan, Osmanlı’nın konuk ağırlarken gösterdiği inceliği hatırlatıyor, bir kemer tokası ile Ermeni ustalar ve onların Müslüman çıraklarının mücevher işçiliğini nasıl bir sanat haline getirdiğini görme fırsatı sunuyor. Osmanlı’da Günlük Yaşam Nesneleri isimli kitabın sayfalarını çevirirken, bir hokka ve divitten yola çıkarak, ucu yakılmış aşk mektuplarının nasıl yazıldığını en canlı haliyle görebilmek, o dönem insanının aşkı algılayışına dair ipuçları elde etmek de mümkün. A journey into history through details of daily life What do articles of daily use communicate concerning persons and eras? Which clues do cellular phones, pen, kitchen utensils we use reveal about us? The book entitled “Articles of daily life in the Ottoman era” investigates these questions, sheds light on peoples’ outlook on life during the Ottoman era, within a journey reaching over from palaces into unpretentious homes. The Ottoman Empire is usually referred to in terms of the geographic extent of its territories, its military strategies and the grandiose lifestyle of its palaces. Yet at the same time, the Ottomans have created a genuine culture of life by blending the cultural heritage of the civilizations which preceded them on the same soil with their own religious and social values. The colourful mosaic stemming from the multinational character of the Empire was reflected on all aspects of life from the most humble homes to the richest mansions and to lodgings and caravanserais in the whole Ottoman geography. This blend of cultures left its mark in all fields, like for instance, as much in the area of aesthetics as in the philosophical domain. The book “Articles of daily life in the Ottoman era” written by author Şinasi Acar and first published in 2011 by the YEM publishing house, follows the footprints of Ottoman culture on the area of daily lifestyles through little objects among which some are just artisanal handworks whereas others can be considered works of art. A great variety of items to be admired in this book, from belt buckles to rose water flasks, from incense-burners to seals and inkpots and pen-cases with inkwell set the stage for a journey through history. A rose water flask is testimony to the graceful hospitality tradition of the Ottomans in welcoming and treating their guests with refinement, a belt buckle is witnessing to the level of artistic perfection reached by Armenian jewellers and their Turkish apprentices. The pen and inkpots lead to imagine the devoted spirit in which letters with one corner burned were written, as signs reflecting the self-sacrificing approach to love of the people of that era. 71 Kaman-Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, Avrupa’da yılın müzesi adayı HABER TURU NEWS IN SHORT Japon Hükümeti’nin karşılıksız kültürel hibe programıyla inşa edilen ve geçen yıl, ‘En İyi Yeşil Müze’ ödülüne layık görülen Kaman-Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, bu yıl da, ‘Avrupa’da Yılın Müzesi 2012 Yarışması’na aday gösterildi. Türk-Japon dostluk ve işbirliğinin sembolü olarak kabul edilen arkeoloji müzesini, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve Japon Prensi Takahito Mikasa açmıştı. Kaman-Kalehöyük Museum of Archaeology Candidate to the ‘European Museum of the Year Award’ Deprem tarihi de vurdu Van’da meydana gelen iki ayrı deprem tarihi ve kültürel mirasımıza da darbe vurdu. Urartular döneminden kalma nadide eserleriyle ünlü Van Müzesi’nin duvarları çatladı. Kesin hasar tespitinin yapılabilmesi için artçı depremlerin son bulması bekleniyor. Van’daki depremlerden hasar gören diğer kültür mirasımız ise Akdamar Kilisesi. Kubbesinde çatlaklar meydana gelen kilisenin hasar tespiti ve onarım çalışmaları da önümüzdeki günlerde başlayacak. The Kaman-Kalehöyük Museum of Archaeology, built by virtue of a donation by the Japanese Government, provided within the framework of its cultural grants programme, is nominated as candidate for the ‘2012 European Museum of the Year Award’. The museum, which had been jointly inaugurated by Minister of Culture and Tourism Ertuğrul Günay and Prince Takahito Mikasa from the Japanese Imperial Family as a symbol of Turkish-Japanese friendship, was already accorded last year the ‘Best Green Museum Award’. Klazomenai’de Antik Tiyatro gün yüzüne çıkartıldı İzmir’in Urla ilçesindeki Klazomenai Antik Kenti’nde sürdürülen kazı çalışmalarında Helenistik Dönem’e ait 5 bin kişi kapasiteli olduğu tahmin edilen antik bir tiyatro gün yüzüne çıkartıldı. Kazı Başkanı Prof. Dr. Yaşar Ersoy, “Bu yıl Klazomenai’de yapılan kazılarda kentteki anıtsal yapıların ortaya çıkartılmasına ağırlık vermiştik. Bu çerçevede şehrin devamı niteliğindeki Karantina Adası’ndaki kazı sahasında antik bir tiyatro yapısına ulaştık. Kazılarımız devam edecek” diye konuştu. The Van earthquake hit also history Antique Theatre brought to the daylight in Klazomenai The two recent earthquakes at Van province hit also our historical and cultural heritage besides causing tragic loss of human lives and injuries. The Van Museum known for its very precious rare artefacts originating from the Ancient Anatolian Urartu civilization has suffered structural damage. The other damage occurred in the form of cracks at the dome of the historical Akdamar Church. Damage assessment and restoration work will begin following the end of the aftershock earthquakes. A new antique theatre from the Hellenistic Period, estimated to have a capacity of 5 thousand seats, was recently uncovered during the excavations at Klazomenai (Clazomenae) Ancient City in Urla near Izmir. Head of the excavations team, Prof. Dr. Yaşar Ersoy declared: “This year, we accorded priority in our excavations, to uncovering the monumental structures of Klazomenai. In this framework, we came across an antique theatre on the Karantina Island which is integral part of the antique settlement. We will continue our research.” 72 Datçalılar Knidos Aslanı’nı geri istiyor Yorgun Herkül heykelinin ABD’den getirilmesi İngiltere’deki British Museum’da sergilenen Knidos Aslanı heykelini isteyen Datçalılar’a umut oldu. Muğla’nın Datça ilçesinin sınırları içinde bulunan Knidos Antik Kenti’nden yaklaşık 150 yıl önce alınan, özel izinle savaş gemisine konularak İngiltere’ye götürülen Knidos Aslanı ve Knidos Demeteri heykellerinin iade edilmesi için mücadele başlatan Datçalılar, Yorgun Herkül’ün geri getirilmesiyle kampanya çalışmalarını hızlandırdı. The inhabitants of Datça claim back their Knidos Lion The recent repatriation of the upper half of theTired Heracles Statue from the USA was a source of hope for the people of Datça who demand the restitution of the Knidos Lion by the United Kingdom. A statue of Demeter and a colossal figure of a lion carved out of one block of marble, discovered 150 years ago at the Knidos Ancient city within the borders of Datça county, Muğla province, were transferred on a naval ship to London, upon a special authorization from Ottoman authorities, by Archaeologist Sir Charles Newton. Both are on display at the British Museum since then. The people of Datça sped up the campaign for the return of the statues to their homeland since the repatriation of Heracles to Antalya. Side Müzesi ikinci Roma Aslanı’nı bekliyor Üç satırlık kitabe tarihi değiştirecek Antalya’nın Manavgat İlçesi’ne bağlı Side Antik Kenti’nde yapılan kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkartılan iki aslan heykelinden biri ziyaretçileriyle buluştu. Gövdesinden ikiye bölünmüş haldeki heykellerin restorasyon ve onarım çalışmalarını yürüten Beyzade Yaycıoğlu, “Bulunan aslan heykellerinden biri onarıldı. Müzenin bahçesinde sergileniyor. Diğerinin üzerinde yapılan çalışmaların da sonuna geldik. En kısa zamanda iki aslanımız da ziyaretçilerimizi selamlayacak” dedi. Çanakkale’nin Biga ilçesi Kemer Köyü sınırında yer alan Parion Antik Kenti kazılarında üç satırlık Frigce bir yazıt bulundu. Yazıt, Frig Devleti’nin topraklarının sanıldığının aksine İç Anadolu ile sınırlı kalmayıp Marmara Bölgesi’ne kadar uzandığını ortaya koydu. Bulunan kitabe, bilinen Frig tarihini değiştirecek. Side Museum is expecting the Second Roman Lion One of the two marble lion statues from the Roman period discovered at the Side Ancient City at Manavgat county, Antalya province, was put on display at the Side Museum. Beyzade Yaycıoğlu, leader of the archaeological team conducting the restoration and repair work on the statues found both split in two parts, declared: “We completed the restoration of one of the two lion sculptures. It is now on display at the museum’s courtyard. We almost finished the repair work on the second lion as well. Both lion statues will be able to welcome their visitors at the museum shortly.” An inscription of three lines will change history A tablet with a three lines inscription in Phrygian language, revealing that the territory of the Phrygian State was not limited to Central Anatolia but extended all the way to the Marmara Region was discovered at the Parion Ancient City excavations near Çanakkale. These three lines will probably lead to the revision of the basic tenets of Phrygian historiography. Akdeniz Turizm Arkeoloji Fuarı’nın onur konuğu Türkiye Türkiye, dünyanın en önemli arkeoloji fuarlarından Akdeniz Turizm Arkeoloji Fuarı’nın onur konuğu oldu. 17-20 Kasım 2011 tarihleri arasında İtalya’nın Paestum kentinde düzenlenen fuarda Türkiye’yi Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay temsil etti. Fuara TÜRSAB-MTM İş Ortaklığı adına TÜRSAB Genel Müdürü Hakan Himmetoğlu ve TÜRSAB-MTM Satış Pazarlama Direktörü Kibele Eren katıldı. Turkey, Guest of Honour at Mediterranean Archaeological Tourism Fair Turkey was the official host country at the XIV. Mediterranean Archaeological Tourism Bourse held on 17-20 November 2011 in Paestum, Italy. Turkey was represented at the event by Minister of Culture and Tourism Ertuğrul Günay. TÜRSAB-MTM Joint Venture was represented at the fair by TÜRSAB General Manager Hakan Himmetoğlu and TÜRSAB-MTM Marketing Director Kibele Eren. 73 TAKVİM c a l e n d a r Ocak • Şubat • Mart 2012 January • February • March Suretin Sireti Pera’da Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi 80 yılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nı, kuruluşu kadar köklü bir sanat koleksiyonuyla konuk ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu’ndan bir seçki: Suretin Sireti isimli sergi 31 Aralık tarihine kadar izlenebilir. ‘Suretin Sireti’ Exhibition at Pera Museum On the 80th anniversary of the Turkish Central Bank, an exhibition entitled Suretin Sireti (Theme: Reflection of the inner conscience on human face) consisting of a selection from the paintings of the Turkish Central Bank’s Art Collection, continues at Suna and İnan Kıraç Foundation’s Pera Museum until 31st December. İstanbul Modern’den sergi yağmuru! İstanbul Modern, 22 Ocak’a kadar sürecek çok özel bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Hayal ve Hakikat Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar isimli sergi Türkiye’nin toplumsal ve kültürel dönüşümünü kadın sanatçıların eserleri üzerinden göstermeyi amaçlıyor. İstanbul Modern’in 23’üncü fotoğraf sergisi olan Tekinsiz Karşılaşmalar, fotoğrafın üretim ve sergileme biçimleriyle sunduğu yeni olanaklara dikkat çekmeyi amaçlıyor. 22 Ocak 2012 tarihine kadar izlenebilecek olan serginin küratörleri Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu. Downpour of exhibitions at İstanbul Modern İstanbul Modern Galleries will host a series of exhibitions to continue until 22 January 2012. Currently it is hosting, as a reflection of the country’s social and cultural transition into modernity, an exhibition called “Dream and Reality, Modern and Contemporary Female Artists from Turkey” -inspired from a novel co-authored by first Turkish female novelist Fatma Aliye and writer Ahmet Mithat- consisting of the works, from 1891 onwards, of 75 female Turkish artists. İstanbul Modern’s 23rd photography exhibition, entitled ‘Strange Encounters’ aims at drawing attention to the possibilities offered by the production and displaying methods of the art of photography. Curators of the exhibition open until 22 January 2012 are Çelenk Bafra and İstanbul Modern’s Chief Curator, Levent Çalıkoğlu. CerModern, ‘gurbet’i sorguluyor! Ankara’nın ilk modern sanat merkezi olan CerModern, sıradışı bir sergiye evsahipliği yapıyor. Fiktion Okzident isimli sergi, Türkiye ile Almanya arasındaki kültürel etkileşimin izini sanat yoluyla sürüyor. Her iki ülkeden gelen 18 sanatçının, heykel, fotoğraf, video, resim ve enstelasyonlarına yer verilen serginin küratörlüğünü Johannes Odenthal, Çetin Güzelhan ve Emre Zeytinoğlu yapıyor. Türkiye’nin Almanya’ya işçi göndermeye başlamasının 50’inci yılı nedeniyle düzenlenen sergi 15 Aralık’tan 29 Şubat’a kadar ziyaret edilebilecek. 74 CerModern is ‘addressing’ cultural interaction! Ankara’s first modern art center CerModern will soon host an out of the ordinary event. Under the title Fiktion Okzident (Fiction Occident), the exhibition will follow the trail of the cultural interaction between Turkey and Germany by way of artistic creation. 18 artists from both countries will exhibit their sculptures, photos, videos, paintings and installations. Johannes Odenthal, Çetin Güzelhan and Emre Zeytinoğlu are the curators of this exhibition organized on the occasion of the 50th anniversary of the agreement between Turkey and Germany on the recruitment of the so-called Turkish guest-workers. It will be open from 15 December 2011 until 29 February 2012. İstanbullaşmak hiç bu kadar sanatsal olmamıştı! Becoming ‹stanbul never has been that artistic! The exhibition entitled İstanbullaşmak (Becoming ‹stanbul) inaugurated on 13 September 2011 will continue until 31st December 2011. Aim of the exhibition is to confer visibility to all constituting elements of ‹stanbul. The exhibition material originating from multiple sources such as cultural institutions’ archives as well as private and personal archives was gathered into a database including hundreds of pictures and written texts. The exhibition which will be made available to the public through a specially designed interface, presents under 80 different concepts, video-productions, photo series, documentaries, news clips, cartoons and architectural projects, created between 1991-2011. Location: Salt Beyoğlu Gallery. İstanbul’u İstanbul yapan tüm ögelerin görünürlük kazanmasını amaçlayan ve 13 Eylül’de açılan İstanbullaşmak isimli sergi 31 Aralık’a kadar izlenebilecek. İstanbullaşmak sergisinin temelini, çeşitli kültür kurumlarının yanı sıra, birçok kişisel ve özel arşivde yer alan yüzlerce görüntü ve yazının toplandığı, interaktif bir veritabanı oluşturuyor. Sergi için özel tasarlanan bir arayüzle izleyicinin kullanımına sunulacak veritabanı; 1999’dan 2011’e kadar üretilen sanatçı videoları, fotoğraf serileri, belgesel filmler, haber klipleri, karikatürler ve mimari projeleri, 80 kavram altında izleyiciyle buluşturuyor. Yer Salt Beyoğlu Galeri. Borusan’dan sanat şöleni Borusan Kültür Sanat 2012 kışını hızlı bir etkinlik takvimiyle karşılıyor: Arya Kraliçesi olarak anılan soprano Elena Fink, 12 Ocak 2012’de Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda. Branford Marsalis Caz’dan funk’a blues’dan klasiğe elini attığı her müzik türünde harikalar yaratan Marsalis 23 Şubat 2012’de Lütfi Kırdar’da hayranları ile buluşacak. Frigya Kralı Midas hakkında bilinen onlarca söylencenin arasında en bilineni eşek kulaklarıdır. Kral Midas Operası 8 Mart’ta Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda. Martin Grubinger, ya da tutkunun perküsyonla birleşmesi. Çaldığı tüm perküsyon aletlerini yepyeni müzikal boyutlara taşıyan Grubinger yine 29 Mart’ta Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda. Art feast from Borusan Borusan Culture and Art Centre welcomes winter 2012 with an overwhelming events calendar. In this framework, the queen of operatic aria, soprano Elena Fink will take stage on 12 January 2012 at Lütfi Kırdar Convention and Exhibition Centre. Music wizard from jazz to funk and blues, Branford Marsalis will perform on 23 February 2012 at Lütfi Kırdar as well. Among all different myths regarding Phrygian King Midas, the best known is the one about his donkey ears. The opera King Midas will be on stage at the Lütfi Kırdar Center on 8 March 2012. Fusion of passion and percussion: Martin Gruber, reaching new musical dimensions with percussion instruments, will perform on 29 March 2012 also at the Lütfi Kırdar Center. Elana Fink Martin Grubinger Piyanist Uğurlu Kapalıçarşı’nın 550’inci yaşı için tekrar sahnede Kapalıçarşı’nın 550. Yılı etkinliklerinin açılış konserini veren Tuluyhan Uğurlu, etkinliklerin finalinde de izleyicileriyle buluşacak. Kapalıçarşı Esnafları Derneği’nin katkılarıyla 25 Aralık Pazar günü saat 15.30’da çarşının en büyük caddesi olan Kalpakçılar Caddesi’nde gerçekleşecek olan konserde Uğurlu bu kez İstanbul’da asırlarca kardeşçe yaşayan üç dinin mensuplarının ilahilerine piyanosu ile eşlik edecek. Konserin bir başka bölümünde ise Uğurlu, sahneyi Mehter Takımı ile paylaşacak. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Kapalıçarşı’da Osmanlı Askeri Bandosu (mehteran) bu kez piyano ile buluşacak ve dün-bugün, Doğu ve Batı arasında köprüler kurulacak. Pianist Uğurlu at the 550th anniversary of the Grand (Covered) Bazaar Pianist Tuluyhan Uğurlu who performed a concert at the Inaugural Ceremony of the 550th Anniversary of İstanbul Grand Bazaar, will take stage again at the Closing Ceremony of these events on Sunday, 25 December 2011. The concert will take place under the auspices of the ‘Association of Covered Bazaar Artisans’ at Grand Bazaar’s main street Kalpakçılar Caddesi. Uğurlu will accompany on the piano, choirs consisting of members of the three religions having lived in fraternal togetherness for centuries in İstanbul, who will sing sacred chants. In the second part of the concert, Uğurlu will share the stage with the traditional Janissary Band (Mehter Takımı). On this occasion, the Ottoman Military Band (Mehteran) will meet the piano, thus paving the way to building bridges between East and West and yesterday and today. 75 TÜRSAB-MTM MÜZE REHBERİ TÜRSAB-MTM MUSEUMS GUIDE İL CITY MÜZE MUSEUM KAPALI CLOSED KASIM-MART NOVEMBER-MARCH NİSAN-EKİM APRIL-OCTOBER İLETİŞİM CONTACT Aksaray Ihlara Vadisi Örenyeri Ihlara Valley • 08:00 - 17:00 08:30 - 18:30 (382) 453 7701 Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Museum of Anatolian Civilizations • 08:30 - 17:30 08:30 - 19:00 (312) 324 3160 Alanya Kalesi Castle of Alanya • 08:30 - 17:00 09:00 - 19:30 (242) 735 7337 Aspendos Örenyeri Aspendos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 238 5688 08:00 - 17:30 09:00 - 19:00 (242) 871 6820 Noel Baba Müzesi St. Nicholas Museum Pazartesi Monday Simena Örenyeri Simena Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 874 2022 Antalya Müzesi Antalya Museum Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 238 5688 Myra Örenyeri Myra Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 871 6821 Olympos Örenyeri Olympos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 892 1325 Patara Örenyeri Patara Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 843 5018 Perge Örenyeri Perge Archaeological Site • 08:00 - 17:30 09:00 - 19:00 (242) 426 2748 Phaselis Örenyeri Phaselis Archaeological Site • 08:30 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 821 4506 Side Müzesi Side Museum Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 753 1006 Side Antik Tiyatrosu Side Antique Theatre • 08:00 - 17:00 08:00 - 17:00 (242) 753 1542 Termessos Örenyeri Termessos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 423 7477 Afrodisias Örenyeri Aphrodisias Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (256) 448 8086 Milet Örenyeri Miletus Archaeological Site • 08:00 - 19:00 08:00 - 19:00 (256) 875 5562 Didim Örenyeri Didyma Archaeological Site • 08:00 - 19:00 08:00 - 19:00 (256) 811 5707 Assos Örenyeri Assos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (286) 721 7218 Troia Örenyeri Troia Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (286) 283 0061 Gaziantep Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi Gaziantep Zeugma Mosaic Museum Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 08:00 - 17:00 (342) 324 8809 Hatay Hatay Müzesi Hatay Museum Pazartesi Monday 08:00 - 16:30 09:00 - 18:30 (326) 214 6168 Antalya Aydın Çanakkale 76 İstanbul İzmir Mersin Muğla Nevşehir Trabzon İstanbul Arkeoloji Müzeleri İstanbul Archaeological Museums Pazartesi Monday 09:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (212) 520 7740 Ayasofya Müzesi Hagia Sophia Museum Pazartesi Monday 09:00 - 16:30 09:00 - 19:00 (212) 522 1750 Kariye Müzesi Chora Museum Çarşamba Wednesday 09:00 - 16:30 09:00 - 19:00 (212) 631 9241 İstanbul Büyük Saray Mozaikleri Müzesi İstanbul Mosaic Museum Pazartesi Monday Türk ve İslam Eserleri Müzesi Museum of Turkish and Islamic Arts Pazartesi Monday 09:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (212) 518 1805 Topkapı Sarayı Müzesi Topkapı Palace Museum Salı Tuesday 09:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (212) 512 0480 Topkapı Sarayı Müzesi Harem Dairesi Harem Apartments Salı / Tuesday 09:00 - 15:30 09:00 - 17:00 (212) 512 0480 Bergama Asklepion Örenyeri Bergama Asklepion Archaeological Site • 08:00 - 17:30 08:30 - 19:00 (232) 631 2886 Efes Müzesi Ephesus Museum • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 892 6010 Efes Örenyeri Yamaçevler The Terrace Houses • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (232) 892 6010 St. Jean Anıtı St. Jean • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 892 6011 Bergama Akropol Örenyeri Bergama Akropolis Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 631 0778 Efes Örenyeri Ephesus Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 892 6010 Cennet-Cehennem Örenyeri Chasm of Heaven and Hell • 08:00 - 17:00 08:00 - 20:00 • Kayaköy Örenyeri Kayaköy • 08:30 - 20:00 08:30 - 20:00 (252) 614 1150 Sedir Adası Sedir Island • 08:00 - 18:00 (252) 214 6948 Kaunos Örenyeri Kaunos Archaeological Site • 08:30 - 20:30 08:30 - 20:30 (252) 614 1150 Knidos Örenyeri Knidos Archaeological Site • 08:30 - 19:00 08:30 - 19:00 (252) 726 1011 Bodrum Mausoleion Anıt Müzesi Mausoleion Pazartesi Monday 08:00 -17:00 08:00 -19:00 (252) 316 1219 Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Bodrum Museum of Underwater Archaeology Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 08:00 -19:00 (252) 316 2516 Göreme Açıkhava Müzesi Karanlık Kilise The Dark Church • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 2167 Özkonak Yeraltı Şehri Özkonak Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 513 5168 Derinkuyu Yeraltı Şehri Derinkuyu Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 2167 Göreme Açıkhava Müzesi Göreme Open Air Museum • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 2167 Kaymaklı Yeraltı Şehri Kaymaklı Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 278 2500 Zelve Örenyeri-Paşabağlar Örenyeri Zelve - Paşabağlar Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 3535 Sümela Manastırı Sümela Monastery Pazartesi Monday 09:00 - 16:00 09:00 - 16:00 (462) 531 1064 Trabzon Ayasofya Müzesi Trabzon Hagia Sophia Museum • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (462) 223 3043 (212) 518 1205 77 istanbul arkeoloji müzeleri ayasofya müzesi kariye müzesi istanbul büyük saray mozaikleri müzesi türk ve islam eserleri müzesi topkapı sarayı müzesi topkapı sarayı müzesi harem dairesi troıa örenyeri assos örenyeri bergama asklepıon örenyeri bergama akropol örenyeri efes müzesi efes örenyeri efes örenyeri yamaçevler st. jean anıtı afrodısıas örenyeri milet örenyeri didim örenyeri kayaköy örenyeri sedir adası kaunos örenyeri knıdos örenyeri bodrum mausoleıon anıt müzesi bodrum sualtı arkeoloji müzesi alanya kalesi aspendos örenyeri noel baba müzesi simena örenyeri antalya müzesi myra örenyeri olympos örenyeri patara örenyeri perge örenyeri phaselis örenyeri side müzesi side antik tiyatrosu termessos örenyeri 78 göreme açıkhava müzesi karanlık kilise özkonak yeraltı şehri derinkuyu yeraltı şehri göreme açıkhava müzesi kaymaklı yeraltı şehri zelve örenyeri sümela manastırı trabzon ayasofya müzesi gaziantep zeugma mozaik müzesi hatay müzesi TÜRSAB-MTM İŞ ORTAKLIĞI’NDAKİ MÜZE ve ÖRENYERLERİ cennet-cehennem örenyeri ıhlara vadisi örenyeri anadolu medeniyetleri müzesi MUSEUMS AND ARCHAEOLOGICAL SITES UNDER THE MANAGEMENT OF TÜRSAB-MTM BUSINESS PARTNERSHIP 79 ARKEOLOJİ MÜZESİ TÜRSAB TARAFINDAN DEPREME KARŞI GÜÇLENDİRİLİYOR VE RESTORE EDİLİYOR ARCHAEOLOGICAL MUSEUM IS BEING STRENGTHENED AGAINST EARTHQUAKE AND RESTORATED BY TÜRSAB Güney kanat 13-20 numaralı salonlar 1 Eylül 2012’ye kadar kapatılacak olup, müzenin diğer salonları ziyarete açık olacaktır. South wing halls 13-20 will be closed until 1st September 2012, other halls of the museum will be open to visit. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Osman Hamdi Bey Yokuşu Sultanahmet İstanbul • Tel: 212 520 77 40 • www.istanbularkeoloji.gov.tr Şimdi Artısı Var Özel Müzeler, Tiyatrolar, Operalar, Etkinlikler ve daha neler neler...
Similar documents
Penny-Farthing - Rahmi Koç Müzesi
• İlk başarılı yollar İ.Ö. 400 - İ.S. 400 yılları arasında ordularının ilerlemesi için Romalılar tarafından yapılmıştır. Düzgün ve çok dayanıklı olan bu yollar; kuzeyde Büyük Britanya’dan g...
More informationApril/May/June 2014
GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Özg...
More informationSE YA H AT S - Villa Serbelloni
yansıtıyor. Otelin kendini, genel kabul görmüş bazı standartlara bağlı kalmayarak ayrıştırdığını düşünüyorum. Bana göre büyük otel zincirlerinin en önemli sorunu, hepsinin birbirine benzemesi. Böyl...
More information15 Şekil 6.. Farklı kaya kütleleri içinde gelişmiş ve geriye dönük
Son yakınla Suf bölgesinin nüfusu ile birlikte çeşitli amaçlarla kullanılacak suya olan ihtiyacı da artmıştır. Bu çalışma Suf sahasında bulunan ana su kaynaklarının su kalitesini değerlendirmeyi am...
More informationTemmuz/Ağustos/Eylül 2014
GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Özg...
More informationOctober/November/December 2013
GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Sem...
More information