October/November/December 2013
Transcription
EKİM-KASIM-ARALIK 2013 OCTOBER-NOVEMBER-DECEMBER 2013 SAYI 11 ISSUE 11 MİLET & MİLET MÜZESİ MILETUS & THE MILET MUSEUM EFSANELER KENTİ GORDİON GORDION, THE CITY OF MYTHS ÇAĞLAR BOYU ANKARA ANKARA THROUGH THE AGES PRADO MÜZESİ PRADO MUSEUM GÜL İREPOĞLU DAN BROWN & İSTANBUL içindekiler TABLE OF CONTENTS Ekim-Kasım-Aralık 2013 Sayı 11 October-November-December 2013 Issue 11 Başyazı Çağlar Boyu Ankara Efsaneler Kenti GORDİON Müze, Sanat ve Mücevhere Dair... PRADO MÜZESİ MİLET MİLET MÜZESİ Dan Brown’un son kitabı “Cehennem” ve İstanbul Kahramanmaraş Müzesi El Emeği Göz Nuru NAKIŞ Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi Svastika Venüs aslında nasıl doğmuştu! Haber turu TÜRSAB-MÜZE Rehberi TÜRSAB-MÜZE Harita 3 4 Editorial Ankara Through the Ages 10 Gordion, the City of Myths 19 About Museums, Art and Jewellery 24 30 36 42 48 54 60 PRADO MUSEUM MILETUS THE MİLET (MILETUS) MUSEUM Dan Brown’s Latest Book “Inferno” and İstanbul Kahramanmaraş Museum Turkish Handicrafts Eye-Straining Labour of Love Embroidery Çengelhan Rahmi M. Koç Museum 66 Swastika 70 How was VENUS actually born? 72 News in overview 76 TÜRSAB-MUSEUM guide 78 TÜRSAB-MUSEUM map of museums TÜRSAB-MÜZE Girişimleri tarafından üç ayda bir yayınlanır Published quarterly by the TÜRSAB-MUSEUM Enterprises TÜRSAB-MÜZE Girişimleri adına SAHİBİ TÜRSAB YÖNETİM KURULU BAŞKANI OWNER on behalf of the TÜRSAB-MUSEUM Enterprises PRESIDENT OF THE TÜRSAB EXECUTIVE BOARD Başaran ULUSOY SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ RESPONSIBLE MANAGING EDITOR Feyyaz YALÇIN YAYIN KURULU EDITORIAL BOARD Başaran ULUSOY, Arzu ÇENGİL, Hümeyra ÖZALP KONYAR, Ufuk YILMAZ, Özgül ÖZKAN YAVUZ, Özgür AÇIKBAŞ, Köyüm ÖZYÜKSEL ÜNAL, Ayşim ALPMAN, Avniye TANSUĞ, Elif TÜRKÖLMEZ, Ahmet ALPMAN, Pınar ARSLAN TÜRSAB adına YAYIN KOORDİNATÖRÜ EDITORIAL COORDINATOR on behalf of TÜRSAB Arzu ÇENGİL GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Semih BÜYÜKKURT Gazeteciler Sitesi Haberler Sk. No: 15 Esentepe Şişli İstanbul / Türkiye Tel / Phone: (212) 327 13 00 Faks / Fax: (212) 327 13 06 www.muze.gov.tr e-mail: yardim@muze.gov.tr Baskı Printing Müka Matbaa MÜZE Dergisi Basın Konseyi üyesi olup, Basın Meslek İlkeleri’ne uymaya söz vermiştir. The Museum Journal is a member of the Turkish Press Council and has resolved to abide by the Press Code of Ethics. MÜZE Dergisi’nde yayınlanan yazı ve fotoğraflardan kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. None of the articles and photographs published in the The Museum Journal maybe quoted without mentioning of resource. C umhuriyet’in 90. yıldönümünü kutlarken, bu derginin anlamını da vurgulayan yaklaşımı hatırlamak gerekiyor. Evet, Cumhuriyet bu topraklarda yepyeni bir ülke ve bir gelecek yarattı. Ancak daha ilk adımdan itibaren gelecekle geçmiş hep bir arada düşünüldü, ele alındı. Ankara’da ilk Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından hemen sonra kurulan Milli Hükümet, 9 Mayıs 1920 günü okunan programında “Milli eski eserlerimizi bir an önce derleyerek korumak” amacını ifade etmişti. Nitekim, ilk işlerden biri, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir “Türk Âsar-ı Âtikası Müdürlüğü” (Türk Eski Eserler Müdürlüğü) kurulması olmuştu. Milli Müze ve Etnografya Müzesi’nin kurulması... Okullarda müzelere yönelik eğitim ve ilginin artırılması... Topkapı Sarayı gibi tarihi yapı ve eserlerin müzeye çevrilmesi... Daha bir çok proje ve adım. Cumhuriyet, bütün bunlarla bir ilkeyi hayata geçirmenin de adı oldu: Geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz! Başaran Ulusoy While celebrating the 90th Anniversary of our Republic, we have to reiterate an important understanding, which also underscores the significance of this journal. Indeed, the Republic created a new country and a future in this land. However, from the day of its very first stride, the future and the past were always considered together, and tackled as an integrated whole. The National Government, established immediately following the inauguration of the first Grand National Assembly in Ankara, stressed, in its programme read out in plenary session on May 9, 1920, the purpose of “gathering together and protecting our national historic heritage” as one of the Government’s priorities. In fact, one of the first tasks undertaken by the National Government was the establishment of a “Directorate of Ancient Turkish Monuments and Antiquities” under the administration of the Ministry of National Education. This initial step was followed by many others such as the establishment of the National Museum and of the Ethnographic Museum; educational programmes for schools, destined to develop the knowledge and interest of students concerning museums; the conversion into museums of historic buildings and monuments such as the Topkapı Palace and many more projects and initiatives in this direction. By undertaking these initiatives, the Republic was actually implementing a policy of principle, which can find its expression in the following phrase: “Those who are not aware of their past, cannot create their future!” Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi II Ankara Museum of Anatolian Civilizations II alt katının bir bölümünü ankara tarihine ayıran müze, ziyaretçilerini eski tunç çağından roma dönemine uzanan zengin bir yolculuğa çıkartıyor. Çağlar Boyu Ankara Rasim Konyar 4 Ankara through the Ages The lower floor of the Ankara Museum of Anatolian Civilizations is devoted to the history of Ankara. In this respect, it invites its visitors onto a marvellous journey in time from the Early Bronze Age through to the Roman period. alnızca Türkiye’nin değil, dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Paleolitik Çağdan başlayarak günümüze uzanan ve kronolojik bir sırayla sergilenen paha biçilmez eserlere sahip. Müze, sahip olduğu bu değerli koleksiyonu ile 1997 yılında İsviçre’de 68 müze arasından birinci seçilerek “Avrupa’da Yılın Müzesi” unvanını elde etmişti. Onarım ve restorasyon çalışmaları nedeniyle ana salondaki geçici düzenleme bir yana, tematik bir sergileme anlayışıyla alt katı yeniden düzenlenen müze haftanın yedi günü ziyaretçi ağırlıyor. “Anadolu’nun Klasik Çağları” ve “Çağlar Boyu Ankara” olarak iki bölümde değerlendirilen alt kat eserlerinin birinci bölümünü geçen sayımızda sizlere tanıtmıştık. Bu sayımızda salonun diğer tarafına uzanıyor ve “Çağlar Boyu Ankara” başlığı altında toplanan eserlere bakıyoruz. Yakın bir gelecekte tamamlanması planlanan restorasyon çalışmalarının ardından üst kat eserlerini de sayfalarımıza taşımayı diliyoruz. Çağlar Boyu Ankara Bu bölümdeki vitrin başlıkları ise şöyle: Ankara’nın Doğa Tarihinden Bir Görünüm, Ankara’da Eski Tunç Dönemi Buluntuları, Ankara’da Hitit Dönemi Buluntuları, Ankara’da Frig Dönemi Buluntuları, Ankara Roma Tiyatrosu Buluntuları, Balgat Roma Mezarı Buluntuları, Nallıhan-Çayırhan Çömlektepe Buluntuları, Juliopolis’in Hazineleri, Juliopolis’in Camları, Juliopolis’in Metal Eserleri, Juliopolis’in Seramik ve Kandilleri, Ankara Çevresi Buluntuları, Ulus Eski Şehir Çarşı Kazısı Buluntuları, Ankara Roma Hamamı, Roma Tiyatrosu ve Maltepe Kazısı Buluntuları, Roma Dönemi Ankyra Sikke Darpları. Ankara Roma Tiyatrosu Buluntuları (sol sayfa). Tiyatro kalıntılarından boyalı saçlı bir kadın başı (solda). Çağlar Boyu Ankara Salonu ve önünde Domuz Avı Tasvirli Heykel Grubu, MS 2. yy. (sağda). Finds of Ankara Roman Theatre (left). A female bust with dyed hair from the Theatre Finds (left). Ankara through the Ages Hall and the Sculpture Group Depicting a Boar Hunt (2nd Century AD) in front of it. (right) 5 The Ankara Museum of Anatolian Civilizations is one of the leading museums not merely of Turkey, but of the world. The museum owns a rich collection of artefacts dating from the Palaeolithic Age up to our present-day exhibited in a chronological order. It was awarded with “European Museum of the Year” prize in 1997 in Switzerland, having won a competition which took place between 68 museums. Notwithstanding the temporary arrangements in the main hall due to the ongoing repair and renovation work, the museum continues to host visitors in days of the week. The lower floor of the museum has been refashioned in accordance with a contemporary thematic exhibition concept. The artefacts belonging to the bottom floor are presented to the public under two different categories; named as “Classical Ages of Anatolia” and “Ankara through the Ages”. We presented the first part, named, the “Classical Ages of Anatolia” chapter in our previous issue. This time, we are going to present the “Ankara through the Ages” collection. At the same time, we will feature the collections of the upper floor after the imminent completion of the restoration work that’s still underway in the main sections of the museum. Mermer Eros Heykelciği, Roma Hamamı Kazısı, Roma Dönemi (yukarıda). Ulpius Aelius Pompeianus’un Tondo Büstü, Hadrianus Dönemi, MS 117-138 (Solda). Ankara’nın Doğa Tarihinden Bir Görünüm başlıklı vitrinde Ankara Maymunu’ndan ağaç ve yaprak fosillerine kadar çeşitli buluntular sergileniyor (altta). Bahçelievler Kibele Kabartması, Andezit Taşı, Frig dönemi, MÖ 7. yy. (sağda). Roman Period Marble Eros Statuette, Roman Bath Excavations; (left). Bust of Ulpius Aelius Pompeianus, Period of Hadrianus (AD 117-138) (left). “A View from the Natural History of Ankara” showcase offers various artefacts from the Ankarapithecus to tree fossils and leaf impressions (below). Bahçelievler Cybele Relief, Andesitic Stone, Phrygian Period, 7th Century, BC. 6 Ankara through the Ages The titles of the showcases in this section are as follows: A view from Ankara’s Natural History; Finds of Ankara Early Bronze Age; Finds of Ankara Hittite Period; Finds of Ankara Phrygian Period; Finds of Ankara Roman Theatre; Finds of Balgat Roman Tomb; Finds of Nallıhan-Çayırhan Çömlektepe; Treasures of Juliopolis; Glasswork of Juliopolis; Metal Artefacts of Juliopolis; Ceramics and Oil Lamps of Juliopolis; Finds from Ankara’s Surrounding Area; Ulus Former City Market Excavation Finds; Finds from the Ankara Roman Bath, Roman Theatre and Maltepe Excavations; Roman Period Ankyra Minted Coins. Juliopolis’in Metal Eserleri başlıklı vitrin (üstte). Gümüş Ayna (solda), Küresel Gövdeli Bronz Şişe ile Sapı Yunus Biçimli Bronz Strigilis (ter kazıyıcı) (ortada) ve Bronz Tek Kulplu ve Yonca Ağızlı Testiler (altta). Juliopolis’in Seramik ve Kandilleri başlıklı vitrin (altta). Ulus Eski Şehir Çarşı Kazısı Buluntuları Vitrini (en altta). Metal Artefacts of Juliopolis (above). Silver Mirror (above), Globe-Bodied Bronze Bottle and Bronze Strigil (oil and sweat remover) with Dolphin-Shaped Handle (middle) and Single Handled Bronze Jugs with Clover-Mouths (below). Pottery and Oil Lamps of Juliopolis (below). Ulus Former City Market Excavation Finds (bottom). 7 Atatürk’ün isteğiyle kurulmuştu Ankara’nın Atpazarı olarak bilinen semtinde, Ankara Kalesi’nin eteklerinde yer alan tarihi iki Osmanlı yapısında hizmet veren müze bu özelliği ile de dikkat çekiyor. Bu yapılardan biri Mahmut Paşa Bedesteni, diğeri Kurşunlu Han. Bugün yönetim binası olarak kullanılan Kurşunlu Han’da araştırmacı odaları, kütüphane, konferans salonu, laboratuvar ve iş atölyeleri yer alıyor, Mahmut Paşa Bedesteni ise sergi salonu olarak kullanılıyor. Ankara’da ilk müze, 1921 yılında Akkale burcunda, Kültür Müdürü Mübarek Galip Bey tarafından kurulmuş, Augustus Tapınağı ile Roma Hamamı’ndan çıkartılan eserler burada toplanmıştı. Daha sonra Atatürk’ün isteğiyle bir “Eti Müzesi” kurma fikri oluşmuş ve Anadolu kazılarında bulunan Hitit eserleri Ankara’da toplanmaya başlamıştı. Akkaya burcundaki küçük mekana sığmayan eserler için önerilen yeni müze binaları işte bu iki tarihi yapıydı. 1938 yılında başlayan restorasyon çalışmaları 1968’de tamamlandığında Türkiye dünya çapında bir müzeye sahip olmuştu. Silindirik Şişe MS 2-3. yy (en solda) ve Sürahiler MS 2-3. yy. Cylindrical Bottle 2nd-3rd Century AD (left) and Flasks 2nd -3rd Century AD. Bahçedeki heykellerden biri (en üstte). Müze vitrinlerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün 1937 yılında Ahlatlıbel kazısı ziyaretini gösteren bu fotoğraf da sergileniyor (üstte). One of the statues in the garden (top). This photograph showing Atatürk visiting the Ahlatlıbel excavations at the outskirts of Ankara in 1937 is also on display at the showcases of the museum. The museum was established upon Atatürk’s will. The Ankara Museum of Anatolian Civilizations is installed in two old Ottoman buildings located at the foothills of the Ankara Citadel, in a neighbourhood known as the Horse Market. One of these structures is the Mahmut Pasha Bazaar; the other is the Kurşunlu Han (Plumbiferous Inn). The Kurşunlu Han is currently used as administrative building of the museum, housing the rooms for the researchers, the library, conference hall, laboratories and workshops. The Mahmut Pasha Bazaar shelters the exhibition halls. The first museum in Ankara was founded in 1921 in the tower of the Ankara Citadel known as the White Castle (Akkale), by Director of Culture Galip Bey. The artefacts found at the Augustus Temple and the Roman Bath were gathered at that museum. Later, the idea of creating a Hittite Museum was crystallized upon the wish of Atatürk and all the Hittite artefacts originating from various Anatolian excavations were brought to Ankara. Since the Akkale Tower was too small for such an undertaking, the above-mentioned historical structures were then proposed as venue for the planned Hittite Museum. The restoration launched in 1938 and finally completed in 1968, Turkey was endowed with a museum of universal significance. 8 Juliopolis’in Camları (en üstte) ve Juliopolis’in Hazineleri başlıklı vitrinler (üstte). Treasures of Juliopolis (top). Glasses of Juliopolis (above). Nallıhan-Çayırhan Çömlektepe Buluntuları vitrini (solda). Kulplu çanak, Fincanlar (alt solda). Haymana, Yukarı Sebil Köyü’nden Pişmiş Toprak, Tek Kulplu Bezemeli Yonca Ağızlı Testi (alt sağda). One-Handel Terracotta Painted Vessel with Trefoil Mouth, Upper Sebil Village, Haymana. Nallıhan-Çayırhan Çömlektepe Finds (left). Handle Cups (above). Balgat Roma Mezarı Buluntuları vitrini (sağda). Vitrindeki cam eserler (üstte). Finds of Balgat Roman Tomb (right). Glass artefacts in the showcase (above). 9 efsanelerin kenti GORDİON frigya krallığı’nın başkenti... uzun eşek kulakları ve dokunduğu her şeyi altına çevirmesiyle bilinen midas’ın yönettiği ve gömüldüğü kent... kısacası, efsanelerin kenti ve tarihin ta kendisi! Gordion, the city of myths The capital of the Kingdom of Phrygia... The city ruled by King Midas, known for his donkey ears and his ability to turn everything he touched into gold; the city where he is buried... In short, a city of myths and history itself! Rasim Konyar ANTİK KENT Ancient City 10 ani şu dokunduğu her şeyi altına çevirirken kulakları uzayıp eşek kulağına dönüşen kral Midas’ın kenti. Tarihin ta kendisi! Midas da orada gömülü. Çok hırslı da olsa o da bir insan sonuçta. Midas, bir gün tanrı Dionisos’a ulaşmaya çalışan yaşlı bir adamı bulmuş, onunla yakından ilgilenmiş, yardımcı olmuş. Buna çok memnun olan tanrı Dionisos da her faninin bir gün duymayı beklediği, o vazgeçilmez cümleyi kurmuştu: “Dile benden ne dilersen...” Midas hiç düşünmeden “Her dokunduğum altın olsun; başka bir şey dilemem” dedi. Tanrı bu dileğini yerine getirdi. Ama Midas aslında başına gelenin ne olduğunu, akşam olup da sofraya oturunca anladı. Eline aldığı her şey gerçekten de altın oluyordu. Ekmek... Et... Meyve... Su... Bu arada kulakları da uzadıkça uzuyor, eşek kulağına dönüşüyor, o bunu sakladıkça sırrı da kente yayılıyordu. Hemen Dionisos’a koştu. Dileği bozması için yalvardı yakardı. Tanrı, tek bir koşulla kabul etti. Midas Paktolos ırmağında yıkanacak, altınlardan ve hırslarından arınacaktı. Altınlar Midas’ın yıkandığı sulara karıştı. O günden bu yana, Paktolos’a ya da bugünkü adıyla Gediz’e girenler, karşılarında hep altın kum tanecikleri gördü. Aslında her efsane, gerçekten bir parça taşır. Bu efsanenin kaynağı da muhtemelen, Frigler’in dönemin en güçlü, en görkemli uygarlığını yaratmasıydı. O uygarlığın izleri de, Midas efsanesinin ipuçlarını veriyordu. Yüzyıllar sonra yapılan kazılarda altın ya da gümüş takılarla, çağının çok ötesinde sanat eserleri ve özellikle heykellerle ortaya çıkmıştı. Beş bin yıllık bir öykü Antik Gordion şehrinin kalıntıları; Ankara-Eskişehir karayolunun yakınında, Sakarya (Sangarios) ve Porsuk nehirlerinin birbirlerine yaklaştıkları yerde, Polatlı’nın 21 km batısında, Yassıhöyük köyünde. Alman ve Amerikalı kazı ekiplerinin bulguları, bu yöredeki ilk yerleşim tarihinin MÖ 3000’li yıllara indiğini gösteriyor. Kenti asıl yaratan ise, elbette MÖ 1100 yılına takvimlenen ve varlığını MS 300’e kadar sürdüren Frig Krallığı olmuş. Yüzlerce yıl boyunca kent, sayısız saldırı, istila ve hatta yıkıma uğramış. Lidyalıların egemenliği altına girince ticari ve askeri bir merkez olarak yeniden inşa edilmiş. MÖ 546 yılında Perslerin, MÖ 333 yılında Büyük İskender’in ve MÖ 278 yılında Galatların yönetimine giren kent, Roma egemenliği altında önemini kaybederek küçük bir yerleşim haline gelmiş. Sonra da savaşların ve tabiatın tahribatı sonucu yıkılıp harabeye dönüşerek toprak katmanlarına karışmış, unutulup gitmiş. Ta ki 1957’de başlayan kazılar ve 1960’larda Türk mühendisliğinin şaheseri kabul edilen Midas Tümülüsü’nün “yeniden yaratımla” ortaya çıkarılmasına kadar… Gordion adı ve Eşek Kulaklı Midas Bir rivayete göre Gordion, adını ilk Frig Kralı Gordios’tan almıştı. O çağlarda, hemen hemen tüm kentler zaten kurucularının, yani ilk krallarının adını alırdı. İlginç olan, Gordios adının; dönemin Doğu yazışmalarında, belgelerinde hiç görülmemesiydi. Nitekim, tarih onu bir kenara bırakıp, MÖ 738-696 yılları arasında yaşayan Muşkili Mita, yani Kral Midas’ı yazmıştı. O tarih sayfasında, Midas “tuttuğu altın olan kral” diye de bilindi. Eşek kulaklarıyla da anıldı. Gordion kazıları ve onlara dayanarak yapılan bilimsel araştırmalar, bu efsaneye ışık tuttu. Buna göre, Midas asimetrik kulaklarla doğmuştu. Çirkin bir görünüm oluşturan bu hastalık Midas’ın kafatasında belirgin izler de bırakmıştı. Halkından utanan Midas, bu nedenle başında bir “serpuş” ile geziyordu. Bu da, Gordionluların “kulak” dedikodusuna yol açmıştı. Sonuç malum; dedikodu günümüze kadar uzandı. Kral Midas, “eşek kulaklı” diye anıldı. According to a myth, the old satyr Silenus, schoolmaster and foster father of the god Dionysos had been drinking wine and had passed out in Midas’ rose garden. Midas recognized him and treated him hospitably for ten days. On the eleventh day, he brought Silenus back to Dionysos, who was delighted and offered Midas his choice of whatever reward he wished for. Midas asked that whatever he might touch should be changed into gold. The god has fulfilled this wish. However, Midas realized the kind of trouble he got himself into only when he sat at the dinner table. Everything he touched was indeed turning into gold, including his food and drink... Bread... Meat... Fruit... Water... Now, Midas hated the gift he had coveted. He prayed to Dionysos, begging to be delivered from starvation. Dionysos heard his prayer, and consented; telling Midas to wash in the river Pactolos. Then, whatever he put into the water would be reversed of the touch. Midas did so, and when he touched the waters, the power flowed into the river, and the river sands turned into gold. Since then, the river Pactolos, Gediz by its present name is rich in golden sand particles. In fact, every myth contains a part of truth. The source of the myth in this case was probably the wealth of the Phrygians who created the most powerful, the most magnificent civilization of their time. The vestiges of the Phrygian civilization provide us the clues of the Midas myth. Indeed, the excavations performed many centuries later brought to the daylight scores of golden and silver jewellery and works of art, in particular splendid sculptures testifying to a highly advanced Phrygian culture for their time. A story five thousand years old The ruins of the ancient city of Gordion are situated near the AnkaraEskişehir highway, at a location where the rivers Sakarya (Sangarios) and Porsuk (Tymbris) converge, in the village of Yassıhöyük placed at a distance of 21 km west of Polatlı. The findings of German and American archaeological teams showed that the first settlements in the area dated back to 3000 BC. However, Gordion as such was created by the Phrygian Kingdom established probably around 1100 BC and which continued its existence until 300 AD. For hundreds of years, the city had to struggle against numerous attacks, invasions and was eventually destroyed. It was reconstructed and revitalized as a commercial and military hub when it came under Lydian sovereignty. The city came under the rule of the Persians in 546 BC, of Alexander the Great in 333 BC and of the Galatians in 278 BC. During the Roman era, it was reduced into a small settlement and lost its significance. Eventually the city was devastated and fell into ruins as a result of wars and destruction caused by nature, disappearing in the layers of soil and went into oblivion. Until excavations began at the Midas Mound in 1957, and the construction of the concrete support for the tumulus, considered a masterwork of Turkish engineering, was completed in the early 1960’s, thus enabling the opening of the tumulus to the public. The name Gordion and Donkey-eared Midas Tradition holds that the first Phrygian King Gordios was the one who gave his name to the city of Gordion. In those times, it was customary that almost all the cities were named after their founders i.e. their first kings. However, the name Gordios was not mentioned in the Eastern correspondence and documents of the period. Assyrian tablets reported instead about a certain “Mita” who lived between 738-696 BC, referred to as the king of the “Mushki”, who warred with Assyria during that period and, who was probably King Midas himself. That history page recalled Midas as the king with the “Golden touch” who turned everything he touched into gold, but also as the king with the donkey ears. Gordion excavations and the scientific research based on them have shed light on this myth. Accordingly, Midas was born with asymmetrical ears. This infirmity creating an unpleasant appearance left also distinctive marks on his skull. Midas, ashamed of his people, was always wearing a “headgear” in public. This in turn led to rumours about his ears. Consequently, the gossip reached up to the present. King Midas has ever since been remembered as the king with “the donkey ears”. Midas Tümülüsü’nün bahçe girişi ve mezara giden tünel (sol sayfa). Midas Tumulus courtyard entrance (on the right), and the tunnel leading to the tomb (left). 11 Mezar Buluntuları Mezar odasına girildiğinde ahşap bir yatak üzerinde bir erkek iskeleti ile çok sayıda ölü hediyesi bulunmuştu. 60 yaşından büyük ve 1.59 metre boyunda bir erkeğe ait olduğu düşünülen iskeletin kemikleri bugün Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bulunuyor. İskeletin yanısıra ele geçen çok sayıdaki ölü hediyesi arasında kakma ve oyma tekniğinde yapılmış masa ve panolar, 3 büyük kazan, 160 adet bronz kap ile 154 adet fibula (çengelli iğne) yer alıyor. Ölü hediyelerinin çokluğu ve zenginliğinden dolayı mezarın Frig Kralı Midas’a ait olduğu düşünülüyorsa da henüz kanıtlanamamış olması başka teoriler de doğuruyor. Örneğin, mezarın “MÖ 7. yüzyıl başlarındaki Kimmer istilasından sonra yapılamayacağı” görüşünü benimseyenler, tümülüsün Midas’tan önce yaşamış bir krala, belki de Gordios’a ait olabileceğini ileri sürüyor. Öyküler ve gerçekler elbette tarihin derinliklerinde saklı ama Gordion’daki kazılarda bulunan eserler Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Gordion Müzesi’nde 21. yüzyılın insanlarıyla buluşuyor. Finds from the Grave A male skeleton lying on a wooden bed was found inside the burial chamber alongside numerous funeral gifts. The bones of the skeleton thought to have belonged to a man over 60 years of age and 1.59 meters tall are currently under conservation at the Museum of Anatolian Civilizations in Ankara. Besides the skeleton, tables and panels made of carved and inlaid wood, three large boilers, 160 bronze vessels and 154 bronze fibulae (ornamental safety pins) were among the various funeral gifts found in the grave. The tomb was thought to belong to Phrygian King Midas due to the quantity and richness of the objects inside the grave; although no identifying texts were originally associated with the site. This uncertainty gave rise to other theories. For example, those who claim that this funerary monument could not have been erected after the invasion of the Cimmerians who destroyed and burned the city at the early 7th century BC suggested that the tomb must have belonged to a king who lived prior to King Midas and most likely to his father King Gordios. Legends and facts are hidden in the depths of history. Meanwhile, the artefacts found at the excavations in Gordion meet the people of the 21st century at the Ankara Museum of Anatolian Civilizations Museum and at the Gordion Museum. 12 Frigler’de Ölü Gömme Geleneği ve MİDAS TÜMÜLÜSÜ Gordion kentinin çevresi çeşitli büyüklükte 80’e yakın tümülüs, yani üstü toprakla örtülmüş anıt mezarla çevrili. Frig soylularına ait bu mezarların en önemlisi Midas Tümülüsü… Mezardaki iskeletin Midas’a ait olup olmadığı bilinmiyor. Aslında, tümülüsün ona ait olup olmadığı da bilinmiyor. Tümülüs geleneği, MÖ 1200’lerde Ege Denizi yoluyla gelen Frigler tarafından Anadolu’ya taşınmıştı. Frigler kral ailesi ve asil yurttaşlarını tümülüs adı verilen anıt mezarlara gömerlerdi. Ölü, çeşitli armağanlarla birlikte, dikdörtgen bir çukur içine inşa edilen ahşap mezar odasına konulur, çatısı örüldükten sonra odanın etrafı moloz taşlarla doldurulur ve üstü toprak veya kil ile örtülerek tümülüs oluşturulurdu. Gordion’da çeşitli ölçülerde ve değişik tarihlerde yapılmış 80’den fazla anıt mezar olduğu biliniyor ama bunlardan en önemlisi Midas Tümülüsü. Büyük Tümülüs olarak da anılan mezar yaklaşık 300 metrelik çapı ve günümüzde 53 metreye ulaşan yüksekliği ile Anadolu’nun ve antik dünyanın ikinci yüksek tümülüsü olarak kabul ediliyor. Bahçede başlayan dar uzun yoldan sonra tümülüsün kapısına varılıyor. Bu kapının ardında bir başka dar ve uzun tünel, onun sonunda da mezar odasının demir kapısı var. Demir kapının ötesine geçilemiyor ama parmaklıklar arkasındaki görüntü gerçekten de etkileyici. Karşınızda binlerce yıllık ağaçlar, taşlar ve bir mezar odası var! Ardıç ve çam ağaçlarından yapılmış ahşap duvarlara, kalasların kalınlığına, rengine bakakalıyorsunuz... Burial Customs of the Phrygians and the MIDAS MOUND Close to 80 burial mounds of various sizes and periods erected for the members of the royal family and the rich and nobles surround the city of Gordion. The most important amongst these tombs covered over with earth; is the tumulus called the “Midas Mound”. There is no firm evidence as to whether the skeleton found in the tomb belongs or not to Midas. The tradition of tumulus was imported to Anatolia by the Phrygians who migrated here in the 1200’s BC via the Aegean Sea. Phrygians used to bury their kings and royal family members and noble citizens in such monumental tombs. The body of the dead was placed along with presents in a wooden burial chamber built into a rectangular pit. After the chamber was covered with roofing, the pit was filled with rubble around the room and then covered with soil or clay, thus forming a tumulus. Gordion features more than 80 such graves known to have been built in various sizes and at different times, but the most important of them is the tumulus popularly ascribed to Midas. Also known as the Great Tumulus, the Midas Mound, reaching approximately 300 meters in diameter and 53 meters in height, is considered today as the highest Anatolian tumulus and the second highest of the Ancient world. The gate of the tumulus is reached through a long and narrow path from the courtyard. Behind that gate is another long and narrow tunnel, at whose end we arrive at the burial chamber’s iron gate. We cannot go beyond the iron gate; but the view behind the bars is impressive indeed. One is truly amazed at the sight of thousands of years old tree trunks, stones, and the burial chamber! One keeps staring at the wooden panels made of juniper and pine trees, stunned by the thickness and colour of the timber planks... Gordion Tümülüsü’nden çıkartılan eserlerden bazıları: Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen Pişmiş Toprak, Boğa Protomlu, Sepet Kulplu, Siyah Astarlı yağ kabı (en üstte). Gordion Müzesi’nde sergilenen Fibula denilen çengelli iğneler ile bronz kaplar. Some of the artefacts originating from the Gordion Tumulus: Black Polished Bull Handled Terracotta Oil Jug exhibited at the Ankara Museum of Anatolian Civilizations (top). Safety pins called fibulae and bronze vessels on display at the Gordion Museum. 13 Gordion Düğümü Büyük İskender’e atfedilen bir efsane de budur. Genellikle zor bir sorunun kaba kuvvetle kısa yoldan çözümü anlamında metafor olarak kullanılır. Efsaneye göre ünlü “Gordion düğümü” bir öküz arabasını bir sütuna bağlayan karmakarışık bir sarmaşıklar yığınıdır. Araba, Midas’ın babası ya da atası olan Gordios’a aittir. Yeni bir lider arayışında olan Frigler’e bir kahin, şehre öküz arabası ile giren ilk adamı kral ilan etmelerini söyler. İşte bu kişi Gordios’tur. Gordios kral olur ve öküz arabasını tapınağa koyar. Gordios’un öküz arabası, Büyük İskender zamanında, düğümü çözecek olan kişinin Asya’nın hakimi olacağı söylentisiyle ünlenir. MÖ 334’de Gordion’a geldiğinde Büyük İskender düğümü çözmeye çalışır ama başarısız olur. Sabırsız bir öfkeyle kılıcını çeker ve düğümü ortadan ikiye ayırır. İskender gerçekten de Pers İmparatorluğunun fatihi ve Asya’nın hakimi olma yolundadır. Ancak 33 yaşında ateşli bir hastalık sonucu zamansız ölür. İskender’in akıbeti, bilgelerce Gordion düğümünü çözmek yerine sabırsızca davranmasının cezası olarak yorumlanır. The Gordian Knot This is yet another myth attributed to Alexander the Great. It is often used as a metaphor signifying the shortest route in terms of brute force solution to a difficult problem. According to the legend, the famous “Gordian knot” was an entangled bundle of branches tying an ox chariot to a column on the city’s acropolis. The ox-cart was supposed to have once belonged to Gordios, the founder of the city who was the father or ancestor of Midas. At one time when the Phrygians were in quest of a new king, an oracle decreed that the next man to enter the city driving an ox-cart should become their king. That man was a peasant farmer named Gordios, who was declared king and, his ox-cart dedicated to Zeus out of gratitude was tied to a post with an intricate knot of cornel. The ox-cart still stood there in the fourth century BC and had acquired fame through a saying that whosoever could loosen the cord of the yoke of this wagon, was destined to gain the rule of Asia. This someone was to be Alexander the Great. When he arrived in Gordion in 334 BC; he tried to untie the knot but failed to do so. Furiously impatient, drew his sword and cut the knot in two right through the middle. As a matter of fact, Alexander the Great was then on the path to conquer the Persian Empire and become the ruler of Asia. Unfortunately, he passed away untimely at the young age of 33 from the consequences of an inflammatory disease before being able to complete his task. Alexander’s fate was interpreted by the sages as a punishment for acting impatiently, instead of endeavouring to untie the Gordian knot. 14 GORDİON MÜZESİ Polatlı’nın Yassıhöyük köyünde, Midas Tümülüsü’nün hemen yanıbaşında yer alan Gordion Müzesi kurulduğu 1963 yılından beri meraklıların uğrak durağı. Toplamda 180 m2’lik yeni depo binası, 150 m2’lik ek teşhir salonu, 30 m2’lik laboratuvar ve 35 m2’lik görüntülü bilgilendirme salonu ve 5000 m2’lik açık alanı ile Gordion Müzesi, Anadolu’nun küçük ama iddialı örneklerinden birini oluşturuyor. Kronolojik bir anlayışla sergilenen eserlerin ilk bölümü Eski Tunç Devri ile başlıyor. Kral Midas ile son bulan Erken Frig Dönemine ait eserlerin yer aldığı bölümde Erken Demir Çağına ait el yapımı çanak-çömlekler, Erken Frig Çağına ait demir aletler ve tekstil üretim aletleri sunuluyor. İkinci salona girer girmez, büyük bir vitrin içinde sergilenen ve MÖ 700’lü yıllara tarihlenen yapı dikkat çekiyor. Yeni bir anlayışla düzenlenmiş olan bu salonda ayrıca MÖ 6 - MS 4. yüzyıl aralığına ait Yunan seramikleri, Helenistik Çağ ve Roma Dönemi eserleri de yer alıyor. Son bölümde ise Gordion kazılarından çıkartılmış mühür ve sikke örnekleri sergileniyor. Friglerin mobilya yapımında kullandıkları sedir, ardıç, şimşir, sarıçam, ceviz ve porsuk fidanlarıyla ağaçlandırılan bahçesinde sergilenen Roma Mozaiği ile Galat Mezarı ise müze dışında görülmesi gereken diğer iki eser. Müze bahçesinden görünüm (en üstte), Galat Mezarı (üstte), Kayabaşı Mozaiği’nden bir parça ve vitrinlerden detay (en solda). Courtyard’s view of the museum (top); the Galatian Tomb (top); fragment of the Kayabaşı Roman Mosaic and detail from the showcases (on the left). The Gordion Museum The Gordion Museum located right next to the Midas Tumulus at the Yassıhöyük village of the Polatlı Township, is a place highly frequented by enthusiasts since its establishment in 1963. With a new warehouse of 180 m2, a 150 m2 large additional exhibition space, its 30 m2 large laboratory and a videoinformation room of 35 m2 along with 5000 m2 open area, the Gordion Museum as a whole is a small but significant example of Anatolian museums. Exhibited in a chronological order, the collection of the museum begins with the first part devoted to the Early Bronze Age. The chapter featuring artefacts from the Early Phrygian era ending with King Midas includes hand-made pottery of the Early Iron Age, iron tools and textile production apparatus from the Early Phrygian Era. As soon as we enter the second hall, we are dazzled by a structure dated to the 700’s BC, displayed in a large showcase. This hall laid out in a contemporaneous curatorial approach, also houses Greek pottery of the period between the 6th and 4th centuries BC, and a range of Hellenistic Age and Roman Era artefacts. In the last section are being exhibited the seals and coins unearthed from the excavations at Gordion. The museum’s courtyard is adorned with the cedar, juniper, boxwood, pine, walnut and yew saplings, which were the trees the Phrygians used for making furniture. There are two more important works which must be seen outside the museum building; namely, the “Roman Mosaic” and the “Galatian Tomb” presented to the public in the courtyard. Müzenin ikinci salonundan bir görünüm (üstte). Orta/ Geç Frig Çanak Çömlekçiliği başlıklı vitrinden örnekler: Bu vazo parçasında flüt çalan bir insan tasviri yer alıyor (solda), çok renkli çömlek parçasındaki insan figürlerinin ise halay çektiği düşünülüyor (altta), vitrinden bir görünüm (sol altta) ve insan ve hayvan figürlü, çok renkli bir vazo parçası (altta). A view from the museum’s second hall (above). Examples from the showcase titled Middle / Late Phrygian pottery: This vase features the depiction of a man playing the flute (left); the human figures on the colourful fragment of pottery are believed to be doing the round dance (below); a view from the showcase(bottom left); fragment of a multi-coloured vase decorated with human and animal figures (below). 15 Galat Mezarı 1954 yılında kaçak bir kazı sonucu ortaya çıkarılan Galat Mezarı uzun yıllar kaderine terkedilmiş ve hem insan hem doğa eliyle tahrip olmuştu. Neredeyse 50 yıl sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore edilen mezar 1999 yılında müze bahçesinde yeniden inşa edildi. Mezar yaklaşık MÖ 3-2. yüzyıllara tarihleniyor ve mimari güzelliğinin yanısıra Galatlıların Balkanlar’da uygulamış olduğu mezar tekniğini Anadolu’ya taşımış olması açısından önemseniyor. Kayabaşı Mozaiği 1989 yılında Polatlı’nın Kayabaşı Köyü’nde bir temel kazısı sırasında ortaya çıkan mozaikler MÖ III. yy, Roma Dönemine tarihleniyor. Yarı kapalı bir mekan içine monte edilen 6,60 x 7,70 metre ölçülerindeki mozaikte hayvan motifleri ve geometrik bezemeler yer alıyor. The Galatian Tomb Uncovered in the course of an illegal excavation in 1954, the Galatian Tomb was abandoned to its fate for many years and had been damaged by the hands of both man and nature. The monument having been restored almost 50 years later by the Ministry of Culture was re-erected in 1999 in the courtyard of the museum. The funerary monument is dated approximately to the period between the 3rd and 2nd centuries BC. Besides its architectural beauty, the tomb is important in terms of being representative of a burial technique imported by the Galatians to Anatolia from their original homeland in the Balkans. The Kayabaşı Roman Mosaic Mosaics discovered in 1989, in the course of foundation diggings in the Kayabaşı village near Polatlı were dated to the 3rd century BC Roman Period. The mosaic measuring 6.60 x 7.70 meters which is installed into a semi-enclosed space, features animal figures and geometric ornamentations. Teras binası kazısından çıkarılan çömleklerden bir örnek (sol üstte), Teras binası vitrininden (solda). Çatı kiremiti, oluk ve süslü duvar karoları gibi Frig mimari terakotaları (üstte), müzede sergilenen paralar ve mühürler ile mühür baskılı eserler (altta). An example of pottery originating from the Terrace Building excavation (top left); Terrace building showcase (left). Roof tiles, grooves, ornate wall tiles and the Phrygian architectural terracotta (top); coins and stamps and the Stamp Printed Artefacts exhibited in the museum (below). 16 SÖYLEŞİ Interview mimar, sanat tarihçi, akademisyen, yazar... prof. dr. gül irepoğlu’nun tarihe tuttuğu aynalardan sanat ve edebiyat yansıyor. Gül İrepoğlu Arşivi & Rasim Konyar MÜZE, SANAT ve MÜCEVHERE dair... 18 About MUSEUMS, ART AND JEWELLERY Architect, art historian, scholar, author... Prof. Dr. Gül İrepoğlu’s mirrors on history reflect art and literature. imar, sanat tarihçi, akademisyen, edebiyatçı! Üstelik de güzel, duyarlı ve üretken bir İstanbul kadını... Bir arada bulunması bile zor bunca önemli sıfatı kimliğinde toplamış birinden, Prof. Dr. Gül İrepoğlu’ndan söz ediyoruz. Tasarım, estetik ve sanat birikimini resimle yoğurmuş, en çok da Osmanlı ile Lale Devri’ni sevmiş. Sonra mücevherin peşine düşmüş, taşın, takının tarihinde yol almış. Bunca araştırma boşa değil tabi, ardından peş peşe romanlar dökülmeye başlamış: Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde, Cariye, Fiyonklu İstanbul Dürbünü... İrepoğlu ile müzeler, kitaplar ve mücevherler üzerine sohbet ettik... MÜZE DERGİ: Sayın İrepoğlu, eserleriniz dünyanın her tara- fında yankılanıyor. Biz, öncelikle yaşamınızda müzelerin yerini merak ediyoruz! GÜL İREPOĞLU: Müzeler benim için yaşayan mekanlardır, her birini iletişime geçtiğim birer varlık gibi algılarım. Gerek binalarında, gerekse koleksiyonlarındaki kimi gizli ayrıntıların yalnızca bana göründüğü hayaline kapılırım bazen, çünkü sergilenen objelere farklı açılardan bakarım ve çoğunda yaşanmışlıklar, hikayeler okurum oralarda, hatta onları esin kaynakları olarak romanlarımın motiflerine aktarırım. Topkapı Sarayı Müzesi’nin yaşamımdaki yeriyse ayrıdır. Çocukluğumda Sultanahmet’teki aile apartmanımızdan çıkıp, o zamanlar genç bir sanat tarihi asistanı olan teyzem Nurhan Atasoy’un elini tutarak geldiğim bu müzenin bahçesi oyun alanıma; mekanları ve eserleri, özellikle de Hazine Dairesi giderek ilgi alanıma dönüştü. Bu ilgim ve sevgim hiç bitmedi, hep arttı, orayı kendimden bir parçaymış gibi benimsememe ve meslek hayatımda Topkapı Sarayı ile bağlantılı işleri büyük mutlulukla ve öncelik vererek yapmama yol açtı, açmakta… Türkiye’deki müzeler ve müzecilik hakkında neler düşünüyorsu- nuz? En beğendiğiniz müzelerimiz hangileri? Türkiye’de müzecilik hızla gelişmekte ve bu çok sevindirici elbette. Ancak yine de bu hızın yeterli olduğu söylenemez. Yeryüzünde bu kadar zengin ve çeşitli müze malzemesine sahip az ülke vardır, bunu değerlendirmek ve doğru değerlendirmek elzemdir. Eldeki olağanüstü malzemenin etkili biçimde korunabilmesi ve sergilenebilmesi için müzecilerin çok yönlü yetişmesi ve yeterli olanakların sağlanması; sürdürülebilir koşullar yaratılması ve tüm bunların bilinçli bir farkındalıkla tamamlanması gerekir. En beğendiğim müzeler söz konusu olunca Topkapı Sarayı Müzesi’ni bu sıralamanın dışında bırakmam gerekir, demin belirttiğim gibi, o benim için müzeden öte birşeydir; içinde beni heyecanlandıran unsurları tek tek sayacak olursam sayfalar buna yetmez! İyisi mi diğer müzelere bakalım şimdi. Ayasofya Müzesi de karşılaştırma kabul etmeyecek görkemde ve her girişimde aklımı başımdan alan, zamanı unutturup kendimden geçiren bir yerdir. Aya İrini Kilisesi ise tarihe dokunduğumu hayal ettiren, müzik dinlerken her yanını bakışlarımla okşadığım bir mekandır. Bana sevinç veren birçok yer var, örneğin Osman Hamdi Bey’in o güçlü kişiliğini hissettiğim İstanbul Arkeoloji Müzesi ile Çinili Köşk Müzesi. Yine binasının her köşesi bana hikayeler anlatan, tutkuyla bağlı olduğum ve kahvehanesinde şerbet içmeye bayıldığım Türk ve İslam Eserleri Müzesi; dünya çapındaki sergileri ve lokantasıyla Sakıp Sabancı Müzesi, müthiş İznik çinileri ve diğer değerli koleksiyonlarıyla Topkapı Sarayı’nda sergilenen 16. yüzyıl miğferi, Kaşıkçı Elması ve Osmanlı Nişanı (sol sayfa), Altın Matara (sağda). From the Topkapı Palace Museum: 16th century helmet and the Spoonmaker’s Diamond and an Ottoman Medal (left page), Golden Flask (right). Architect, art historian, scholar, writer! Moreover, a nice, responsive and productive Istanbul woman... We are talking about Prof. Dr. Gül İrepoğlu, a person who succeeds in combining all of these major titles in her identity. She focused her design, aesthetics and art background on painting, developing a keen interest for the Ottoman culture with a particular affection for the Tulip Period. Then, she looked into jewels and gems, going a long way in this field. Inspired and stimulated by her research activity, she produced novels in a row: “I left my Shadow in Tulip Gardens”, “Concubine” and “A Bow-tied Istanbul Kaleidoscope”… We chatted with Gül İrepoğlu on museums, books and jewels… MUSEUMS MAGAZINE: Ms. İrepoğlu, your achievements are echoed from all corners of the world. We are primarily interested in the place and importance of museums in your life! GÜL İREPOĞLU: Museums are living places for me; I perceive them as beings with whom I can communicate. I imagine sometimes that some hidden details both in their buildings and collections reveal themselves only to me, since I look at the exhibited objects from a different angle and I perceive and read life stories on most of them, which in turn constitute sources of inspiration that I transfer into the motifs of my novels. The Topkapı Palace Museum occupies a privileged place in my life. The garden of the museum had turned into my playground during my childhood, where I used to go from our family home in the Sultanahmet district, holding the hand of my dear aunt Nurhan Atasoy, who was a young assistant of history of art at that time. Growing up in that environment, the various spaces and monuments of the Palace and in particular the Department of the Treasury gradually turned into my fields of interest. Since then, my interest and affection never diminished but grew; embracing that place as if it were a genuine part of me; so much so that I always accorded priority to projects related to Topkapı Palace with great joy and happiness throughout my professional career. What is your opinion on museums in Turkey? Which are your favourite museums? It is of course gratifying to see that museums are developing rapidly in Turkey. However, this fact should not mislead us into thinking that all is perfect. We are one of the richest and luckiest countries in the world in terms of the variety and multitude of museums’ material. Therefore, it is essential to accurately evaluate and promote our assets. We need highly cultivated curators with a broad vision in order to achieve the effective protection and appropriate exhibition of the extraordinary material available to us. But of course, we must also create the necessary conditions and provide adequate resources to attain a sustainable continuity in this field, all of which must be completed with a conscious awareness. When it comes to my favourite museums, we must leave aside the “müzelerin koleksiyonlarındaki kimi gizli ayrıntıların yalnızca bana göründüğü hayaline kapılırım bazen, hatta onları romanlarımın motiflerine aktarırım.” “ı ımagıne that some hıdden detaıls of museum collectıons delıver theır secrets only to me and ı transfer them ınto the motıfs of my novels.” 19 “yeraltında binlerce yılda eskimiş değerli ‘cevher’in bir parçasına, yeryüzünde en fazla bir ömürlük sahip olunabileceği gerçeğinin farkında olmalı...” “one has to be aware that a human can possess a gem, whıch matured for several thousands of years under the earth, only durıng a lıfetıme.” Topkapı Palace Museum which is much more than a museum for me for all the reasons I enumerated before; since pages would not suffice if I had to dwell upon every emotion that I felt with regard to that institution. Hagia Sophia is also a splendid museum beyond comparison due to its majesty. My mind blows away every time I go there; I forget myself and the passing of time. The Church of Hagia Eirene is a place where I sense history everywhere and caress all its corners with my eyes while listening to music. There are many places that provide joy to me, for example, Istanbul Archaeology Museum and the Tiled Pavilion, where I feel the presence of Osman Hamdi Bey’s strong personality all over the place. Again, the Museum of Turkish and Islamic Art telling me stories with every corner of its building to which I am passionately attached and where I love to sip some sherbet in its coffee shop. The Sakıp Sabancı Museum with its exhibitions of universal scale, its great restaurant; the Sadberk Hanım Museum with its magnificent Iznik tiles and other valuable collections; the Foundations’ Museum of Calligraphy; the Pera Museum, which is very attractive to me with its scrumptious 18th century paintings and the Burhan Doğançay museum introducing an important representative of contemporary painting ... Dolmabahçe and Yıldız Palace Museums and the Aynalıkavak Pavilion remind me at each step of recent history. Beylerbeyi Palace Museum, where I monitored a TV Programme 20 salonlarında gezinmekten hiç bıkmadığım Sadberk Hanım Müzesi, Vakıflar Hat Sanatı Müzesi; şahane 18. yüzyıl tablolarıyla benim için çok çekici olan Pera Müzesi, çağdaş resmin önemli bir temsilcisini tanıtan Burhan Doğançay Müzesi… Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı müzeleriyle Aynalıkavak Kasrı adım adım yakın geçmişi yaşatır bana. Beylerbeyi Sarayı Müzesi ise bir sezon boyunca kültür sanat konulu bir TV programı yaptığım için bende özel anısı olan bir yerdir. Florya Atatürk Deniz Köşkü’nü de Atatürk’ün anısına ve bir dönem mobilyasını pek yalın biçimde yansıttığı için severim. İstanbul Deniz Müzesi zengin koleksiyonu bir yana, benim için çok şey ifade eden sedefli saltanat kayığını barındırdığından; Askeri Müze ise işlemeli tombak at alın zırhlarını ve her defasında şaşkınlıkla seyrettiğim Haliç zincirini sergilediğinden önemlidir benim için. Bunlar ilk aklıma gelenler, yoksa İstanbul’da başka birçok müzeden söz edebiliriz tabi. İstanbul dışındaki müzelere gelince, Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi, Edirne II.Beyazıt Külliyesi Sağlık Müzesi, Bodrum Kalesi ve içindeki Sualtı Arkeolo- on art and culture during a whole season is a place I keep in special memory. I like the Florya Atatürk Sea Pavilion for reflecting in a sheer manner Atatürk’s memory and the furniture style of the era. Aside from its rich collection, I am fond of the Istanbul Naval Museum for harbouring the mother-of-pearl inlaid imperial boat which means a lot to me; I enjoy the Military Museum where I can admire the ornate tombac horse armours, and where I am amazed each time I see the huge Byzantine Golden Horn chain. These are the museums that come to my mind first, whereas we might go on like this talking about numerous other museums in Istanbul. When it comes to museums outside of Istanbul, I should mention the State Painting and Sculpture Museum in Ankara, the Health Museum of the Beyazıt II Complex in Edirne, the Underwater Archaeology Museum inside the Bodrum Castle. Çanakkale Salim Mutlu Museum, Gaziantep Toy Museum, Gaziantep Zeugma Museum, the Archaeological Museum of Urfa, Aphrodisias, Mount Nemrut... The great Ephesus ancient city is an inexhaustible source of emotions about which thousands of books could be written. For instance I will always remember a Mario Frangulis concert performed in front of the Celcus Library as one of the most impressive experiences of my life. And there is another place, which bears a special significance for me; namely the Euromos Ancient City in Milas that I visit with my family each year on our way back from our summer vacation in Bodrum... Entering the historical site, we throw ourselves immediately onto the Temple of Zeus with its now very familiar columns for us... And then one of our phones rings, conveying some good news. Is it superstition? Who knows, maybe...? Usually I don’t have such superstitions, but as I said this one is “special”! Your book “Ottoman Palace Jewel - Reading History through Jewel” aroused repercussions both in Turkey and around the world. What kind of link exists between the concept of museum and the contents of this book, which attracted the attention of the New York Metropolitan Museum as well? Museums tell their visitors the history of mankind. They lead them to draw conclusions from that history; at the same time they provide an excellent context for comparisons. As I chose the subtitle of my book, “Reading history through ji Müzesi, Çanakkale Salim Mutlu Müzesi, Gaziantep Oyuncak Müzesi, Gaziantep’teki Zeugma Müzesi, Urfa Arkeoloji Müzesi, Afrodisias, Nemrut Dağı... Bir Efes için ne söylense azdır örneğin, kitaplar yazılabilir; Celcus Kütüphanesi önünde dinlediğim bir Mario Frangulis konserinin hayatımın en etkileyici deneyimlerinden olma özelliğini hiç kaybetmeyeceğini biliyorum. Bir de… Hepsinin içinde yine benim için özel olan bir yer var; her yaz Bodrum’dan dönüş yolunda sapmayı asla ihmal etmediğimiz Milas Euromos Antik Kenti… Euromos’a gelince, ailece gidip müze kartlarımızı gösteririz ve kısa bir sohbetten sonra kendimizi Zeus Tapınağı’nın o tanıdık sütunları arasına atarız. Ve o sırada içimizden birinin telefonu çalar, iyi bir haber gelir. Batıl bir inanç mı dersiniz? Bilemem, buna benzer başka bir uğura inanmışlığım yoktur, ama adı üstünde, bu “özel”dir işte! “Osmanlı Saray Mücevheri - Mücevher Üzerinden Tarihi Oku- mak” başlıklı kitabınız hem ülkemizde hem dünyada yankı uyandırdı. New York Metropolitan Müzesi’nin de dikkatini çeken bu kitabın içeriği ile “müze” kavramı arasında nasıl bir bağlantı var? Müzeler insanlığın tarihini anlatırlar gezenlerine. Bu tarihten sonuçlar çıkarmaya yöneltirler, aynı zamanda müthiş bir karşılaştırma ortamı sağlarlar. Ben de Osmanlı Saray Mücevheri kitabımın alt başlığını “Mücevher Üzerinden Tarihi Okumak” koyarken gerçekten tarihi mücevherin penceresinden vermeyi hedefledim. Çünkü altın ve mücev- “hem en karmaşık, hem de en dolaysız ifade yollarıdır mücevherler. dolayısıyla mücevher eşyalar öyküleriyle birlikte yan yana dizildiğinde, bir kültürün tarihi okunabilir...” “gems are the most complex, as well as the most dırect way of expressıon. thus, when jewels are lıned sıde by sıde wıth theır storıes, they allow readıng the hıstory of a culture…” her her zaman bir durum belirleyicisi olmuştur ve mücevher tarihi, pek çok açılımı olan, tarihin ve tasarımın birleştiği özel bir konudur. Mücevherin, bu en incelmiş ifade biçimi olan tasarım ürününün yüzyıllar içindeki gelişim ve değişimi çok şey anlatır bize; mücevher her dönemin sosyo-politik durumunun, sanatsal eğilimlerinin, bilgilerinin ve olanaklarının en parlak göstergesidir. Antik dünyada “çelenk taşıyan” anlamındaki “stephanophoros”tan Osmanlı’da “istefan”a dönüşen diademlere; arkası foyalanan taşlardan analitik geometrinin yarattığı kesimden türeyen pırlantalara; bir tek gri incinin ardındaki gölgelerden tüm Doğu coğrafyasının görkemli sorguçlarına, ihtişamın abartısından minimalizmin serinliğindeki tasarımlara uzanan göstergeler… Hem en karmaşık, hem de en dolaysız ifade yollarıdır mücevherler. Dolayısıyla mücevher eşyalar ve takılar öyküleriyle birlikte yan yana dizildiğinde bir kültürün tarihi okunabilir, renkli bir panorama olarak… Yani bu kitaptaki mücevherleri aynı gruplarla sergileyecek olsak ve yanlarına uzun açıklamalarını koysak, bir Osmanlı Mücevher Müzesi çıkar ortaya. Geçtiğimiz Nisan ayında New York Metropolitan Müzesi’ne gittiğimde müzenin dükkanında kitabın nerede durduğunu görmek istedim, ama kitabı tüm aramalarıma rağmen bulamadım, sa- jewel”, I truly meant to present history from the window of jewels. Because gold and jewels have always been status symbols and the history of jewellery is a very special area combining history with design and related with various other fields. The evolution of jewellery over the centuries, this product of design, which is the most refined form of expression, tells us a lot on the socio-political situation of each period; constitutes the brightest reflection of the artistic inclinations, the degree of knowledge and technical capabilities characterizing each different historical era. All meaningful indicators, from the diadems called “stephanophoros” which meant “with a wreath” in the ancient world, transformed into “Istefan” under the Ottoman Empire; from glazed stones to diamonds created with a cutting technique derived from analytical geometry; from the shade behind a single gray pearl to the majestic panaches characteristic of the Eastern world; from the exaggeration of glory to the coolness of minimalistic designs; they all tell us a story about their historic and geographic environment. Jewels are the most complicated but at the same time most direct way of expression. Therefore, when the jewels are lined side by side with their stories, they allow reading the history of a culture through a colourful panorama… So, if we were to showcase the jewels presented in this book, alongside their detailed descriptions, we would end up creating a Museum of Ottoman Jewels. Last April, when I visited the Metropolitan Museum in New York City, I tried to find my book there, in their bookstore, but I could not find it. The sales person explained to me that my book was sold-out, but that they ordered new copies of it. I was hesitating between being happy about the book’s success and the disappointment of not having been able to have a picture taken at the MET with a copy of my book in my hands! “Gems” are most of the time associated with jewellery attracting the greatest attention in museums. However, gems cover a broader concept than jewellery, isn’t it? Jewellery is what comes to mind first when we refer to gems or jewels. But to limit gems to jewellery does not exhaust the subject matter, particularly in the case of the Ottoman Court. Of course, there are many magnificent types of jewellery worn by sultans, particularly the head plumes adorned with the most unique diamonds, rubies, emeralds, turquoise and pearls… However, the actual characteristic of Ottoman jewels lies in the objects decorated with gems, rather than jewellery as such. Those items are of dizzying variety and dazzling beauty; the mean- Kahve Zarfı ve Kemer (solda), II. Mahmut Askısı (sağ sayfa, solda), Necef Askı (sağ üstte) ve İrepoğlu fotoğrafı. Coffee cup envelope and Belt (left), Sultan Mahmut II Hanger (right page, left), Najaf Hanger (top right) and İrepoğlu photos. 21 Prof. Dr. Gül İrepoğlu: MİMAR, SANAT TARİHÇİSİ ve ROMANCI... İstanbul Lisesi’ni ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu’nu bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Estetik ve Sanat Tarihi Kürsüsü’nde akademik kariyerine başladı, 1997’de aynı kurumda sanat tarihi profesörü unvanını aldı. Avrupa ve Osmanlı Sanatı’nın çeşitli konularında lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi, 26 yıl hizmetin ardından 2005’te emekli oldu. TRT2 TV kanalında Şehir-Mekan ve Sanat-Mekan programlarını hazırlayıp sundu, 2007-2009 arasında TAÇ Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı Başkanlığını üstlendi. 2006-2012 arasında UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu Üyesi ve Somut Kültürel Miras Komitesi Başkanı olarak görev yaptı. 5 bilimsel kitabı ile bölüm yazarak katıldığı 3 kitap ve çok sayıda makalesi var. 2012’de yayımladığı kitapları “Osmanlı Saray Mücevheri-Mücevher Üzerinden Tarihi Okumak” ve “Lale, Doğada, Tarihte, Sanatta” isimlerini taşıyor. Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde, Cariye, Fiyonklu İstanbul Dürbünü adlı romanları İngilizce, Arapça, Arnavutça, Bulgarca, Malayalam dili (Hindistan), Portekizce (Brezilya), Rumence ve Yunanca’ya çevrildi. “Zamanda Yolculuk” adındaki yeni TV programı 2013-14 sezonunda TRT Okul kanalında yayına girecek. Prof. Dr. Gül İrepoğlu: ARCHITECT, ART HISTORIAN AND NOVELIST... Following her secondary education at the Istanbul High School, and her graduation from the Architecture Department of the Istanbul State Academy of Fine Arts, she began her academic career at the Aesthetics and Art History Chair of the Faculty of Literature of the University of Istanbul. She received the title of professor of art history in 1997 at the same institution. She taught several courses on various aspects of European and Ottoman art, at undergraduate, masters and doctoral levels. She retired in 2005 after 26 years of service. She prepared and presented television programmes on urbanism and art under the titles “City-Space” and “Art-Space” on the TRT2 TV Channel. She was the Chairperson of the Turkish Heritage Conservation Foundation (TAÇ), between the years 2007 and 2009. She served as Member of the Board of Directors of the Turkish National Commission for UNESCO and as the Executive Chairperson of the Tangible Cultural Heritage Committee from 2006 to 2012. She published five scientific books and participated with chapters in three other books and published numerous articles. Her books published in 2012, are titled “History of the Ottoman Palace Jewel- Reading History through Jewel” and “Tulips in Nature, History and Art”. Her novels titled “I left my shadow in Tulip Gardens”, “Concubine” and “A bow-tied Istanbul Kaleidoscope” were translated in English, Arabic, Albanian, Bulgarian, Malayalam (India), Portuguese (Brazil), Romanian and Greek. Her next TV programme “Time Travel” will be broadcasted on the school channel of TRT Television during the 2013-14 period. 22 ings attributed to them are surprising. There are so many details in this regard that it is difficult to make generalizations. From the outstanding crown designed for Sultan Süleyman the Magnificent, to stirrups adorned with rubies and emeralds, from the mother-of-pearl inlaid throne, to the Koran cover decorated with turquoise and pearls, from the enamelled dagger decorated with emeralds, to a monogrammed panache. What is your opinion on jewellery design in Turkey? How do you choose your jewellery? Turkish society has always been fond of jewellery, this is a good thing; and I myself was attracted to jewellery all my life. This is probably one of the reasons why I devoted my professional career to that domain. Generally speaking, in earlier times, craftsmanship was appreciated as much as the quality of gems. It seems to me that nowadays the emphasis is more on the the glitter of the stones. But I think that a perfect craftsmanship is an essential factor of the quality of jewellery. Of course, the circumstances of the present day play an important role in this regard. On the other hand, there are certain design approaches inspired by the “old” without necessarily imitating it, but based on creativity, and this is exactly what I prefer. It is a matter of culture and refinement besides liability to the conditions of the time. It is necessary to be thoroughly acquainted with the tradition of classical jewellery rooted deep in our historic culture and of course to fall in love with jewels. One has to be aware of the worth of an “ore” which matured several thousands of years under the earth, to acquire its current glitter; that a human can possess or wear this several thousand years old gem only during a lifetime. The jeweller must show its respect for the precious gem by crafting it carefully and be sure to get back the value of his labour. The purpose of my book was to keep alive and transmit the tradition of jewellery in its finest details, to present a different reading of the subject, based on the characteristic of jewels of being the most refined form of expression at all times. After all, knowledge will improve taste. I usually like to use the old family jewels, but at times a different design can also be attractive. I also have some modest design projects myself, I’ll see what happens… Following your book on jewellery, you published a new book entitled “The Tulip in Nature, History and Art”. What comes next? There is a natural step to be taken: the Rose book! This book will be “mücevher her dönemin sosyopolitik durumu, sanatsal eğilimleri, bilgi ve olanaklarının en parlak göstergesidir...” “jewels are the brıghtest ındıcators of the socıo-polıtıcal sıtuatıon, artıstıc ınclınatıons, and the degree of knowledge and capabılıtıes of each perıod”. ready next year in time for New Year’s Eve 2014-15. Tulip occupies an important place in my writing career, but Gül (Rose) is my name, inherited from a long family line with several of my grandparents called Gül, who were all women with strong personalities. I have to produce a book worthy of that family tradition. The expansions of the rose motif in art and culture are so vast that one could write a book devoted solely to poems with rose as a theme and the rose patterns in painting and ornaments. I must make a good selection of all this. This will be an exciting process for me; but I must first finish my novel “The Star of Istanbul” to be released this fall, on the adventure of a very precious diamond whose journey starts under the reign of Süleyman the Magnificent of and continues up to our present-day, with the lives it touched, and loves, greed and sorrow. www.gulirepoglu.com tıcıya sorduğumda tükenmiş olduğunu, tekrar ısmarladıklarını söyledi. MET’de kitapla bir fotoğraf çektiremediğime mi yanayım, çok sattığına mı sevineyim bilemedim! “Mücevher” dendiğinde genellikle “takı” akla gelir. Müzelerde de en çok ilgi çekenlerin arasındadırlar. Fakat mücevher daha geniş bir kavram aslında, öyle mi? Osmanlı saray mücevheri deyince çoğunlukla takıların akla gelmesi doğru değil. Elbette birçok görkemli takı var, en çok da padişahın benzersiz elmaslarla, yakutlarla, zümrütlerle, firuzelerle ve incilerle bezeli sorguçları. Ancak esas mücevher eşyalar Osmanlı mücevherinin karakteristik yönünü oluşturuyor, ki bu mücevher eşyaların çeşidi baş döndürüyor, onlara yüklenen anlamların zenginliği şaşırtıyor. Bu konuda öyle çok ayrıntı var ki, genelleme yapmak zor. Kanuni için tasarlanan olağanüstü taçtan; yakutlar ve zümrütlerle bezenmiş üzengilere, sedefli tahttan firuzeler ve incilerle donatılmış Kur’an kabına, zümrütlü mineli hançerden tuğralı bir sorguca… Türkiye’de takı tasarımı hakkında ne düşünürsünüz? Siz takıla- rınızı nasıl seçiyorsunuz? Türk toplumu her zaman mücevhere düşkün, bu da güzel birşey, ben de kendimi bildim bileli mücevher beni çekmiştir, bu konuya böylesine eğilmemin nedenlerinden biri de bu olmalı. Genel olarak konuşursak, eskiden mücevherde işçilik daha çok gözetilirdi, taşların kalitesi kadar işleniş de önemliydi, şimdi sanki taşların parıltısı daha ön plana çıktı, oysa bence kusursuz bir işçilik bir mücevheri mücevher yapan unsurlardandır. Tabi bunda günün koşullarının rolü çok, öte yandan eskiden esinlenen ve “eski”yi taklit etmeyip doğru yorumlayan, tasarıma yaratıcılık katan yaklaşımlar da var ve benim tercihim de bunlardan yana. Bu bir eğitim ve görgü meselesi, günümüzün olanaklarının yanısıra elbette. Köklü mücevher geleneğini önce iyi tanımak, tanıtmak gerekiyor ve mücevherle aşk yaşamak… Yeraltının binlerce yılda eskimiş değerli “cevher”inden bir parçaya yeryüzünde en fazla bir ömürlük sahip olma gerçeğinin farkında olmak, ondan da önce o değerli cevheri gereğince özenli işlemenin önemini bilmek, aynı zamanda da gösterilecek özenin karşılığının alınacağından emin olmak şart. Bu kitabı yazmamdaki bir amaç da mücevher geleneğini ayrıntılarıyla aktarmaktı, mücevherin her dönemin en incelikli ifade aracı oluşundan yola çıkarak farklı bir okuma sunmaktı. Sonuçta bilgi, zevki geliştirecektir. Ben genellikle eski aile takılarını kullanmaktan hoşlanıyorum ama zaman zaman farklı bir tasarım da çok çekici olabiliyor. Bir de naçizane bazı tasarılarım var, bakalım… Mücevher kitabınızın hemen ardından “Lale, Doğada, Tarihte, İrepoğlu (üstte) ve Yarım Çiçek Zümrüt Küpe (sağ üstte). İrepoğlu’nun kitaplarının bir çoğu İngilizce, Arapça, Arnavutça, Bulgarca, Malayalam dili (Hindistan), Portekizce (Brezilya), Rumence ve Yunanca’ya çevrildi. İrepoğlu (top) and Half Flower Emerald Earrings (top right). İrepoğlu’s many books in English, Arabic, Albanian, Bulgarian, Malayalam (India), Portuguese (Brazil), Romanian and Greek. Sanatta” yayınlandı. Sırada neler var? Sırada atılacak doğal bir adım var: Gül kitabı! Bu kitap 2014-15 yılbaşına yetişecek. Lalenin kendi yazın yaşamımda büyük yeri var, ama gül de benim ismim, üstelik gerçekten her bakımdan benimsemiş olduğum ismim. Ailede devam eden bir “Gül’ler” geleneğinin parçasıyım ben, anneannemin ve babaannemin anneleri Gül Hanımlar imiş ve her ikisi de o zamanki yaşamların güç koşullarına cesaretle dayanan güçlü kadınlarmış. Gül isminin iki ailenin geçmişinde böyle aynı konumda olması hoş bir rastlantı olabilir, ancak bana verilmiş olmasına rastlantı olarak bakmıyorum; ailede (belli etmeksizin) güçlü olmanın… Bunun kitabını yazmalıyım, “gül”e gereken özeni göstermeliyim! Zaten sanatta ve kültürde o kadar geniş açılımları var ki gülün, yalnızca güllü motifler veya güllü şiirler koca kitapları doldurabilir, önemli ve zor olan bunlardan iyi bir seçki yapmak ve tarihini doğru değerlendirerek sunmak. Evet, heyecanlı bir süreç bu benim için, ama önce sonbaharda çıkacak olan İstanbul Yıldızı romanımı tamamlamalıyım, pek değerli bir elmasın Kanuni döneminde başlayan ve günümüze kadar gelen serüveni, dokunduğu yaşamlar, hırslar, aşklar ve hüzünler... www.gulirepoglu.com 23 DÜNYA MÜZELERİ World Museums Shutterstock, Wikipedia Arşivleri Prado Müzesi (sağda), müze koleksiyonunda yer alan Goya’nın 3 Mayıs 1808 ve Velázquez’in Nedimeler tabolalarından detaylar (solda). Goya (sol üst), Murillo (sağda) ve Velázquez (oturan) heykelleri. Prado Museum (on the right); details from Goya’s “The Third of May 1808” and “Las Meninas” of Velázquez (left). Statues of Goya (top left), Murillo (right) and Velázquez (seated). 24 KRALİYET KOLEKSİYONUNUN İHTİŞAMI PRADO MÜZESİ madrid’de bulunan prado müzesi, ispanya krallarının koleksiyonlarına ve dünyanın en önemli ressam ve heykeltıraşlarının eserlerine ev sahipliği yapıyor. goya’nın ünlü “3 mayıs 1808” adlı tablosu da burada, velazquez’in “nedimeler”i de… PRADO MUSEUM SPLENDOUR OF THE ROYAL COLLECTION The Prado Museum in Madrid is home to the collections of Spanish kings and to the masterpieces of the world’s major artists in the field of painting and sculpture. The well-known canvas of Goya, “The Third of May 1808” and “Las Meninas” of Velázquez are among these famous works of art. 25 imisi küçük müzeleri sever, Paris’teki Romantizm Müzesi’nde tüm gününü geçirebilir. Bazıları tematik müzelere bayılır, Berlin’de bir çeşit sosisli sandviç; “Currywurst”un tarihini sergileyen Currywurst Müzesi’nin kuyruğunda bir saat sıra bekleyebilir... Bazıları da içinde paha biçilemez eserlerin bulunduğu büyük müzeleri sever. Gittiği her yerde ilk durağı ulusal müze olur. Siz de onlardan iseniz ve yolunuz Madrid’e düşerse tavsiyemiz, kraliyet koleksiyonunun da en güzel parçalarına ev sahipliği yapan Prado Ulusal Müzesi’ne uğramanız... Goya, Velázquez, El Greco gibi ünlü İspanyol ressamların yapıtlarının bulunduğu müze, 1819 yılında kurulmuş. Avrupa’nın en zengin kolek- Some people like small museums, and enjoy spending the whole day at the Museum of Romanticism in Paris. Others prefer thematic museums, such as the “Currywurst” Museum in Berlin presenting the history of the curry sausage… But there is a larger group of people who like to visit grand museums housing the priceless treasures of universal art. Those people’s first stop is usually the national museum of the country they are visiting. In case you are one of these people, we strongly recommend that you pay a visit to Spain’s Prado National Museum if your way takes you to Madrid… Museo del Prado, home to the works of famous Spanish painters such as Goya, Velázquez and El Greco, was founded in 1819. This outstanding institution possessing one of Europe’s richest art collections also owns works of illustrious sculptors like Matteo Bonarelli, Gian Lorenzo Bernini and others. Originally established as a painting and sculpture museum, the Prado was expanded with the inclusion of numerous engravings, pencil drawings, minted coins and works of decorative arts into its collections. Home to Europe’s greatest masterworks, the Prado Museum features the best examples of the Romantic era, the Age of EnlightenPrado Müzesi’nin bahçesinden (Shutterstock, rSnapshotPhotos) ve içinden (Shutterstock, rubiphoto) görüntüler. Goya’nın ünlü diğer iki tablosu Giyinik Maya ve Çıplak Maya (solda). Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi (sağ üstte), Tintoretto’nun Christ Washing the Disciples’ Feet adlı tablosu (solda) ve Rubens’in Üç Güzelleri’nden bir detay. Views from the courtyard (Shutterstock, rSnapshotPhotos) and interior (Shutterstock, rubiphoto) of the Prado Museum. The Nude Maja and the Clothed Maja by Goya (left). The Garden of Earthly Delights by Bosch (top right), Tintoretto’s Christ Washing the Disciples’ Feet (left) and a detail from the Three Beauties by Rubens. 26 siyonlarından birine sahip olan bu ihtişamlı yapı, Matteo Bonarelli, Gian Lorenzo Bernini gibi ünlü heykeltıraşların eserlerini de içeriyor. Başlangıçta bir resim ve heykel müzesi olarak kurulan Prado Müzesi, koleksiyonuna zamanla gravür, karakalem desen, madeni para ve süs eşyaları da ekleyerek büyümüş. Avrupa sanatının en önemli eserlerinin yer aldığı müzede, Romanesk, Aydınlanma (Altın Çağ) ve Barok Çağın en iyi örnekleri bulunuyor. Müzenin en “kıymetli” sanatçılarından biri şüphesiz Francisco José de Goya y Lucientes. Sanat tarihindeki kısa adıyla, Goya. Romantizm akımının önde gelen temsilcilerinden biri olan İspanyol ressamın en önemli tablosu sayılan “3 Mayıs 1808”, müze ziyaretçilerinin de en çok ilgi gösterdikleri eser. Tablo 3 Mayıs 1808’de Fransızlar’ın Madrid’i işgali sırasında, Napolyon ordularına karşı direnen Madrid halkını gösteriyor. Les Meninas (Nedimeler) da bu müzede Barok çağın ünlü İspanyol ressamı Velázquez’in eserleri de dikkat çeken parçalar arasında. Kral IV. Felipe’nin sarayında baş ressam olarak çalışan ressamın tablolarında kraliyet ailesinin günlük yaşamından kesitler görmek mümkün. Las Meninas (Nedimeler) tablosunun ise dünya sanat ve felsefe tarihinde çok özel bir yeri var. Bu da öykü içinde öykünün yer aldığı bu resmin nasıl okunacağı konusundaki farklı yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Bu konuda kitaplar yazılmış, Picasso da aynı tablonun tam 58 ayrı çeşidini yapmış. Kendisini de sık rastlanmayan bir biçimde ment (Golden Age) and the Baroque period. One of the most illustrious artists whose works are displayed at the museum is undoubtedly Francisco José de Goya y Lucientes, who took his place in the annals of the history of art under his short name of Goya, as one of the leading representatives of the Romantic era in painting. His “The Third of May 1808” painting, depicting the resistance of the people of Madrid against the invading Napoleonic armies, is certainly the work of art attracting the greatest public interest at the Prado Museum. “Las Meninas” of Velázquez is also at this museum. The works of the greatest Spanish painter of the Baroque era, Velázquez are also among the valuable pieces of the collection. Velázquez painted scenes from the daily life of the royal family as court painter of King Philipp IV of Spain. His famous canvas Las Meninas (The Maids of Honour) is a masterwork of great significance from the point of view of the history of art and philosophy. The work’s complex and enigmatic composition raises questions about reality and illusion, and creates an uncertain relationship between the viewer and the figures depicted. Because of these complexities, Las Meninas, on which various books were written, has been one of the most widely analysed works in Western painting. Pablo Picasso painted a series of 58 interpretations of Las Meninas, and figures from it. In an unusual way, Velázquez included himself in this painting. He placed a mirror in the back wall on which can be seen the reflections of King Philip IV and his wife Mariana of Austria, 27 Goya’nın ünlü eseri 3 Mayıs 1808... Hakkında sayfalar dolusu makale ve onlarca kitap yazılan, dünyanın en önemli tablolarından biri. Sanat tarihçileri Goya’nın eserini yorumlarken dine gönderme yaptığını da söylüyor ve bazı noktalara dikkat çekiyorlar. Goya’s famous painting “The Third of May 1808” is one of the world’s major works of art. Art historians suggest that the painting contains religious references. Kurşuna dizilen adam, duruşu ile İsa’nın çarmıha gerilişini de sembolize ediyor. Particularly the posture of the man being shot is interpreted as a symbolic reference to the crucifixion of Christ. Adamın sağ elinde leke, İsa’nın çarmıha gerildiğinde avucunda beliren çivi izini (stigma) simgeliyor (solda). Başı öne eğik dua eden figürün bir keşiş ya da rahibi temsil ettiği düşünülüyor (üstte). The stigma on the right hand of that figure is seen as representing the nail’s stigma on the hand of Jesus (left). The figure praying with his head leaning down is said to represent a monk or a priest (above). 28 tuvale katan ressam, resmini yaptığı kral ve kraliçeyi arkadaki aynadan göstererek, seyredeni de düşünmeye zorluyor. Ressamın seyirciye göre sağında, Prenses Margarita anne ve babasını izler, nedimeler onunla ilgilenmektedir. Velázquez, bu tabloda ışığı ustaca kullanarak birden çok odak noktası yaratmış ki bu özellik, yalnız farklı okunmalara değil, resme politik anlamlar bile yüklenmesine yol açıyor. Dramatik, etkileyici bir eserdir Nedimeler… Rivayete göre tabloda ressamın göğsünde görülen kırmızı haç, kraliyet nişanı olup, Velázquez’in ölümü üzerine Kral resme kendi eliyle eklemiş. Bu haç Santiago şövalyelerinin sembolü olarak da biliniyor. Neo-Klasik üsluptaki projesi 1785’de mimar Juan de Villanueva tarafından tasarlanan Prado binası, III. Carlos döneminde önce Doğa Bilimleri Akademisi olarak hizmet vermiş. Resim ve heykel müzesine dönüştürülmesine Napolyon ordusuna karşı verilen savaştan sonra karar verilmiş ve 1819 Kasım’ında bu kimliğiyle kapılarını açmış. 19. yüzyılın sonundan 1930’lara kadar kraliyete ait tüm tablo ve heykeller buraya taşınmış. Prado, İspanya’nın yaşamış olduğu bütün siyasi rejimlerin; krallık yönetimi, I ve II. Cumhuriyetler, iç savaş, Franco diktatörlüğü, demokrasi ve sosyalist dönemin de tanığı. Ne kadar özerk olsa da yönetim açısından bir parçası hâlâ İspanya Krallığı’na ait olan Prado Müzesi, 2001-2007 yılları arasında önemli hamleler yapmış. 2003’de çıkarılan özel bir kanun ile yönetimde daha bağımsız hale getirilen müzenin kendi kaynakları ile kendini geliştirmesi ve genişlemesi de 2004’de mümkün kılınmış. Böylece Villanueva’nın çizdiği tarihi binanın doğu cephesine ana bina ile bağlantılı modern bir ek bina yapılabilmiş. Prado Müzesi’nde günümüzde yaklaşık 7 bin eserlik büyük bir koleksiyon bulunuyor. Avrupa’nın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri olan müze, İspanya’nın en büyük gurur kaynaklarından biri. Müzede sadece İspanyol sanatçıların eserleri yok. Avrupa’nın diğer önemli ressamları Bosch, Rubens, Mantegna, Raphael, Botticelli, Dürer’in eserlerini de görmek mümkün. Dürer’in Adem ile Havva adlı eseri ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken tablolardan… Önerimiz müzeyi gidip yerinde görmeniz. Ama “gidecek vaktim yok” diyorsanız, size güzel bir haberimiz var. Prado Müzesi ve Google işbirliğiyle bu müzeyi sanal ortamda da gezebilirsiniz. Eserlerin tümünü görmek mümkün değil ama yine de ihtişamlı koleksiyonun önemli bir bölümünü görebilirsiniz. “Ben onları bire bir görmek isterim” derseniz Prado Müzesi’nde geçen güzel bir günden sonra Plaza Mayor meydanında içilecek bir fincan kahveyle yorgunluk atmanın keyfinin de bir başka olduğunu söyleyelim.Prado Ulusal Müze, www.museodelprado.es work were approved. These modifications were based on the need of providing the Museum with a more flexible management, speeding up its performance and increasing its capacity to self-finance. The Museum’s new status was made effective by the Museo Nacional del Prado Act, November 2003, and a subsequent amending Statute approved by Royal Decree, 12th March 2004. These changes paved the way to the construction of a new building located on a site facing the east façade of the Prado and interconnecting from inside with the historic Villanueva building. The huge collection of the Museum consists of around 7 thousand works of art. One of Europe’s most visited museums; the Prado is a great source of pride for Spain. Besides the works of the greatest Spanish artists, the Museum houses works of other major European artists such as Jerome Bosch, Rubens, Mantegna, Raphael, Botticelli, Albrecht Dürer and others. Adam and Eve, the pair of oil-onpanel paintings by German Renaissance artist Albrecht Dürer, are among the most popular masterpieces of the Prado collection. We have good news for those who have no time or possibility to visit the museum in real; virtual visits of the Museum are made possible through the cooperation of Prado and Google. Check with: www.museodelprado.es as if the royal couple was watching the scene being painted, from the position of the viewers of the painting. In the centre of the scene, their daughter, the five-year-old Princess Infanta Margarita Theresa, surrounded on both sides by two ladies-in-waiting, seems like she is looking at her parents. Velázquez created multiple focal points in the composition of this painting by masterfully using the light effects; so that the work has not only been subject to different artistic readings but also to a variety of political interpretations. Las Meninas is definitely an impressive, dramatic painting. On the painter’s chest is the Red Cross of the Order of Santiago, which he did not receive until 1659, three years after the painting was completed. According to some accounts, King Philip ordered this to be added after Velázquez’s death, and some say that his Majesty himself painted it. The Prado building designed in neo-classic al style in 1785 by the architect Juan de Villanueva served initially as the Academy of Natural Sciences during the reign of King Carlos III. The decision to convert the building into a painting and sculpture museum came after the war fought against the Napoleonic armies and the museum opened its doors to the public in November 1819. All the valuable paintings and sculptures in the possession of the kingdom were gathered here from the end of the 19th century until the 1930s. Prado is also a testimony to the successive political regimes that have been experienced by Spain; from the Monarchy, the First and Second Republics, the civil war and the Franco dictatorship to the ensuing democratic and socialist eras. Coinciding in time with the execution of its latest and most ambitious expansion plan (2001-2007), the Museum’s latest efforts towards modernization took place in 2004 when changes of its legal and statutory frame- Velázquez’in Nedimeler tablosu (solda), Valeriano Salvatierra y Barriales’in Bereket (solda) ve Hayranlık adlı heykelleri. Las Meninas of Velázquez (left), Allegorical sculptures Fertility (left) and Admiration by Valeriano Salvatierra y Barriales. 29 BİR YÖRE BİR ANTİK KENT One Region One Ancient City felsefenin babası thales, ayasofya’nın mimarı isidoros, apollon tapınağı’nın mimarı daphnis’in kentiydi... ticaret, felsefe, sanat ve mimarinin merkeziydi... milet’e gittiğinizde, o muhteşem tiyatronun en üst basamağına tırmanın, gözlerinizi kapatın ve aklınıza gelen ilk cümleyi haykırın. antik çağdan beri çınlamaya devam eden mükemmel akustiğe tanık olacaksınız! Rasim Konyar 30 FELSEFE VE SANATIN KENTİ 31 idim’e doğru giderken, Balat köyü yakınında, tarlaların arasından görülen kahverengi tabela yaklaştığımızı müjdeliyor. Biraz ilerleyince, ovanın ortasında ihtişamlı bir kent karşılıyor bizi. Burası, İonia’nın en eski ve en önemli kenti, bilim ve sanat merkezi Milet… Büyük Menderes’in sulayıp, Ege güneşinin beslediği, 6 bin yıldır insanlığın iz bıraktığı topraklardayız. Efes’in, Sardis’in, Symrna’nın komşusundayız. Milet’te, Latince adıyla söylersek Miletus’dayız… Kökeni Antik Çağdan beri tartışılan Milet’in önceleri Batı Anadolu Kültür Grubu’na ait bir kent olduğu, Orta Bronz Çağında Minos karakterli bir kent haline geldiği düşünülüyor. Siyah perdahlı beyaz bezemeli keramik buluntular bu düşüncenin en önemli kanıtı olarak gösteriliyor. Mikenler Döneminde Millawanda olarak isimlendirilen kent daha sonra Hitit Kralı II. Mursili tarafından harap ediliyor. Bir İon kenti olarak Milet Atina’dan gelen kolonistler tarafından kuruluyor. En parlak çağını Arkaik Dönem, yani MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda yaşayan Milet, Ege kıyısının en önemli liman kenti olmakla kalmayıp, 90’ın üzerindeki kolonisiyle büyük bir merkez konumuna geliyor. Marmara ve Karadeniz kıyılarındaki kolonileri ile birlikte büyük bir ticaret ağının merkezi olan ve giderek zenginleşen Milet, sanat ve kültüre de başkentlik yapıyor. Miletus Thales, the father of philosophy; Isidore, one of the two architects of the Hagia Sophia; Daphnis, the architect of the Temple of Apollo in Didyma, were all from Miletus... The city was a centre for trade, philosophy, art and architecture... When you go to Miletus, climb to the top of the magnificent theatre, close your eyes and shout the first phrase that comes to your mind. It will be the moment you will experience the excellent acoustics which continue to resonate here since the ancient times. On the way to Didim, near the village of Balat, a brown sign in the fields announces Miletus. A little further ahead, our eyes are dazzled by a magnificent ancient settlement situated in the middle of the plain. This place is the oldest and most important city of Ionia, ancient science and art centre Miletus... We find ourselves on these lands watered by the historic Maeander River, Great Menderes, and nourished by the sun of the Aegean, where mankind has left its mark at least for the last six thousand years. We are here in the neighbourhood of Ephesus, Sardis, and Smyrna. We are in Miletus or Miletos in its Greek name. Although the origin of Miletus has been matter of discussion since Antiquity, the settlement is thought to have been part of the Western Anatolian Cultural Group and that it came under Minoan influence in the Middle Bronze Age. Pottery coated with a black polish, decorated with white ornaments found in the area is cited as the most convincing evidence of this idea.The settlement called Millawanda during the Mycenaean period was later ruined by Hittite King Murshili II. Miletus as an Ionian city was founded by colonists from Athens. The settlement experienced its golden era during the Archaic Age, namely in the 7th and 6th centuries BC, where it was the preponderant port city of the Aegean coast. Moreover, with its more than 90 colonies, it developed into a great regional power. The city which grew into a major trading hub thanks to the wingspan provided by its colonies at the Marmara and Black Sea coasts and increasingly expanded its wealth, played also a crucial role in the field of art and culture. The Beginning of the Decline The city that fought successfully against the attacks of the kings of Lydia was not able to stand in the face of the Persian invasion and came under the rule of the Achaemenid Kingdom. Its attempt to lead a rebellion of the Ionian cities against Persian domination ended in failure with a great defeat that came in 494 BC. Persians besieged the 32 Sol sayfa: Tiyatro duvarı (solda), Delphinion Kutsal Alanı (sağda). Sağ sayfa: Tiyatronun geçitleri ve koltukları. Right page: passageways and seats of the Theatre Left page: Theatre wall (on the left); the Delphinion Sanctuary (on the right). Düşüş başlıyor Lidya krallarının saldırılarına karşı başarıyla mücadele eden kent, Persler karşısında dayanamıyor ve Akhamenid Krallığı’nın egemenliği altına giriyor. Milet kenti diğer İonia şehirlerine öncülük ederek Perslere karşı ayaklanıyorsa da MÖ 494 yılında büyük bir yenilgiye uğruyor. Perslerin kuşatma altına aldığı kent, tamamen yıkılıyor. MÖ 5. yüzyılda Atina’nın yönetimine giren Milet yeniden inşa ediliyor, yeniden Perslere yeniliyor, çalkantılı yüzyıllar içinde komşu krallıklarla süren savaşlar bitmek bilmiyor ve nihayet Pergamon kenti ile birlikte Romalıların eline geçiyor. Bu dönemde Ephesus (Efes), Roma’nın gözde kenti olarak görkemli binalar ve muhteşem heykeller ile süslenirken, Milet gölgede kalmaya başlıyor. Roma İmparatorluğu’nun Traian ve Antoninler dönemlerinde kalkınan Milet, Bizans ile birlikte bir piskoposluk merkezi oluyor ve kiliseler inşa edilmeye başlanıyor. Anadolu’nun Türklerin eline geçmesiyle birlikte Menteşoğulları Beyliği sınırlarına katılıyor, Osmanlı zamanında ise önemini tamamen yitirerek, sıradan bir kent haline geliyor. Kent, Hititler döneminde Milawanda/Milavata, Antik dönemlerde Miletus, Menteşe Beyliği zamanında Palatia, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Balat ismiyle anıldı. Menteşoğulları Beyleri’nden Orhan Bey Milet’te kendi adına para bastırarak şehrin city and completely destroyed it. Miletus was reconstructed when it came under the administration of Athens in the 5th century BC; but was again defeated by the Persians and had to endure a period of turbulent centuries fighting long wars with neighbouring kingdoms. Finally it ended up in the hands of the Romans along with the city of Pergamon. During the Roman period, Ephesus flourished as Rome’s preferred city in the region, being adorned with majestic buildings and magnificent statues, whereas Miletus began to remain in the shade. The city experienced a revival under the NervaAntonine dynasty of Roman Emperors who ruled over the Roman Empire from 96 AD to 192 AD. Trajan was one of them. During the Christian Byzantine era Miletus grew into a bishop city where churches began to be built. When Anatolia passed in the hands of the Turks, Miletus came under the rule of the Beylik (Principality) of Menteş (Mentesh) (1260-1424); completely losing its significance thereafter during the Ottoman period and turning into an ordinary city. The settlement was referred to as Millawanda / Milavata during the Hittite period, Miletus in Antiquity, Palatia under the Menteş Principality and Balat during the Ottoman and Republican periods. Orhan Bey from the Menteşeoğulları Dynasty had coins minted in his name on which the name of the city figured as “Platia”. There were many writers in history 33 THE EASIEST AND THE MOST DIFFICULT THING... Miletus was the site of origin of the Ionian philosophical and scientific tradition known as the Milesian School. Thales, who was the first so acknowledged of the Seven Sages (Wise Men) of Antiquity, was one the founders of the Milesian School, followed by Anaximander, Anaximenes and others. After the Sea Battle of Lade, the city was occupied and the school ceased to exist. However, the valuable knowledge and ideas of the Milesian School spread all the way to Southern Italy thanks to their followers. Below are some notes concerning the Milesian scholars: EN KOLAY VE EN ZOR ŞEY... Kent “Milet Okulu” olarak adlandırılan İonia felsefesinin merkeziydi. Antik Çağın yedi bilgesinden biri olan ve “Felsefenin Babası” sayılan Thales Miletliydi ve pek çok filozof burada yaşamıştı. Lade Deniz Savaşı’ndan sonra kent işgal edilince okul da kapanmış ama bu değerli bilgiler başka filozoflar aracılığıyla Güney İtalya’ya kadar yayılmıştı. İşte Milet Okulu, filozofları, bilim adamları ve buluşlarından notlar: • Miletli Thales (İÖ 625-545), 585 yılı Mayıs ayında gerçekleştiği kabul edilen güneş tutulmasını önceden bilmişti. Güneş tutulması sırasında savaşmakta olan Lidyalılar ile Medler bunun tanrısal bir işaret olduğunu düşünüp çarpışmayı bırakmışlardı. • Mısır’a giden Thales, piramitleri gölgelerine bakarak ölçmüş ve Nil nehrinin yükselmesini rüzgara bağlamıştı. Dairenin çapla iki eşit parçaya ayrıldığını söylemiş ayrıca ikizkenar üçgenin taban açılarının eşit olduğunu bulduğu için “Thales Teoremi”nin sahibi olmuştu. • Thales için bir de söylenti ekleyelim: Gökyüzünü inceleyip, o yıl zeytinin bol olacağını tahmin etmiş, bütün yağhaneleri kiralayarak çok para kazanmıştı! • Thales’in özlü sözlerinden biri ise şöyleydi: “En zor şey insanın kendini tanımasıdır. En kolay şey başkalarına öğüt vermektir.” • Bir diğer filozof Anaximandros (MÖ 610-547) güneş saatinin mucidiydi. Ona göre yer, Thales’in dediği gibi düz değil, yuvarlak bir sütun şeklindeydi ve boşlukta dönen bu yerin etrafında gök vardı. • Anaximandros güneş ekseninin eğikliğini, evrenin sonsuzluğunu ve göğün kutup yıldızı etrafında döndüğünü söylemişti. O aynı zamanda ilk coğrafi haritayı yapan kişi olarak da kabul ediliyor. • Anaximenes (MÖ 585-528) ise güneş saatini geliştirmiş, ayın ışığını güneşten aldığını söylemiş, ay tutulmasını doğru olarak açıklamış, depremlerin nedeninin gene yeryüzü olduğunu söylemişti. • Anaximenes’e göre dünya dikdörtgendi; iç kıyıları Akdeniz, dış kıyıları okyanus kaplıyor ve dünya basınçlı bir hava kitlesi üzerinde duruyordu. Anaximenes, Milet Okulu’nun son temsilcisiydi. • Arkhelaos ise ahlaki konular üzerindeki düşüncelerinden ötürü Sokrates’in hocası olarak kabul edildi. • Hekataios “Dünyanın Tasviri” adlı eserinde gezdiği ülkeler ve insanlarını anlatmış, “Soyağacı” adlı kitabında ise mitolojileri aktarırken olayları tanrılar yerine insanlara mal etmişti. • Bir diğer bilgin Leukippos basit olarak atomun tanımlamasını yapmıştı. • Milet’i önemli kılan özelliklerden biri de kent planlamasıydı. Miletli ünlü mimar Hippodamos (MÖ 5. yy), dünyanın ilk kent planlayıcısı olarak “ızgara” ya da “dama tahtası” olarak adlandırılan plan tipini “ilk kez uygulayan” kişiydi. Buna göre kent birbirini dikine kesen caddeler ile bunlar arasında kalan adacıklardan oluşuyordu. • MÖ 3. yüzyılda Milet’te yaşamış bir başka mimar, Daphnis meslektaşı Paionios ile birlikte Didim Apollon Tapınağı’nı inşa etmişti. • Mimar Isidoros (MS 6. yy) ise Traillesli mimar Anthemios ile birlikte Ayasofya’yı inşa etmişti... (Kaynak: Milet Müzesi) 34 • Thales of Miletus (625-545 BC) predicted in advance the solar eclipse which is considered to have occurred in May of 585 BC. The Lydians and the Medes halted a battle in progress (the Battle of Halys) in the belief that the solar eclipse was a sign from the gods. • Thales, who went to Egypt, calculated the height of the pyramids based on the dimensions of their shadows on the ground. He linked the rise of the Nile River to the wind. He proved that the circle was divided in two equal parts through its diameter. He also found that the base angles of an isosceles triangle were equal, a scientific fact referred to by his name as the “Thales’ Theorem”. • Thales was also a businessman: Allegedly, having observed the skies and predicted a good weather and an abundant olive harvest for a particular year, Thales earned a lot of money that year by reserving the olive presses ahead of time at a discount, only to rent them out at a high price when demand peaked, following his predictions of a particular good harvest. • A basic aphorism by Thales was: “The most difficult thing for a human is to get to know itself. The easiest thing is to give advice to others.” • Another philosopher, Anaximander (610-547 BC) was the inventor of the sundial. According to him, the earth was not flat as Thales said, but shaped like a round column rotating in space and surrounded by the skies. • Anaximander discovered the inclination of the axis of the sun, the infinity of the universe and suggested that the sky rotated around the polar star. He is also considered as the first to have drawn up a geographical map. • Anaximenes (585-528 BC) further developed the sundial; enounced that the light of the moon was coming from the sun and offered an accurate explanation of the lunar eclipse. He also asserted that the cause of earthquakes lay in the earth itself. • According to Anaximenes the world was rectangular; the internal shores were bordering the Mediterranean while the ocean took up the outer coast and, the world stood on the mass of compressed air. Anaximenes was the last representative of the School of Miletus. • Archelaus was considered to be a mentor for Socrates due to his thoughts on moral issues. • Hecataeus (Hekataios) of Miletus (c. 550 BC – c. 476 BC), who travelled extensively, described the countries and people he visited in a book titled “World Survey”. He also wrote the Genealogiai (Family Tree) or the Historia, a rationally systematized account of the traditions and the myths of the Greeks, a break with the epic myth-making tradition. • Leucippus or Leukippos (First half of 5th century BC) was one of the earliest scholars to develop the theory of atoms, which was elaborated in greater detail by his pupil and successor, Democritus. • Hippodamos of Miletus (5th century BC), was a famous architect, who is considered the “father” of urban planning, the inventor and namesake of Hippodamian plan of city layouts; the “grid plan” or “checkerboard” type of city plan that he applied for the first time in history to Miletus. • Daphnis, another architect who lived in Miletus in the 3rd century BC, had built the Temple of Apollo in Didyma together with his colleague Paionios of Ephesus. • Isidore of Miletus was one of the two main architects - the other being Anthemius of Tralleis - whom Emperor Justinian I commissioned to design the church of Hagia Sophia in Constantinople in the 6th century AD. (Source: Miletus Museum) adını “Platia” olarak yazdırmıştı. Tarihte Milet’i kaleme alan pek çok yazar vardı. Strabon’a göre bu topraklarda İonlardan önce Lelegler, Karyalılar ve daha sonra Giritliler yaşamıştı. Heredot için Milet, “İonia’nın Mücevheri” idi. Homeros, İlyada Destanı’nda Miletli prenslerin Troyalılar ile birlikte savaştığını yazmıştı. Ege’deki pek çok antik kent gibi Milet de savaşların yanısıra; Menderes nehrinin alüvyonlarından, seller ve depremlerden nasibi alarak ve hırpalanarak tarih sayfalarından siliniyor. Akustik harikası Antik kenti gezerken Milet Tiyatrosu, Faustina Hamamı, Bouleuterion (senato binası), Anıtsal Çeşme, Tören Caddesi, Agora, Hamamı, İonik Stoa, Delphinion, Liman Anıtı gibi dönemi yansıtan görkemli yapı ve eserleri görmek mümkün. Kent çevresinde yer alan Kervansaray ile özellikle İlyas Bey Camii’nin mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasında olduğunu hatırlatalım. Bir Helen-Roma dönemi tiyatrosu olan Milet tiyatrosu, Antik Çağda, limanın kenarındaki yamaçta kuruluydu. Roma Döneminde tiyatroya eklemeler yapıldı. Önceleri 5 bin 300 kişilik oturma yeri olan yapıda, bu sayı daha sonraları 15 bin kişiye çıkartıldı. Bu tiyatroda diğer Helen tiyatroları gibi sadece ön koltuklarda arkalık bulunuyor. Buralarda kentin ileri gelenleri oturur, halk sahneyi arka sıralardan izlerdi. Mükemmel bir akustiğe sahip olan tiyatroya gidince içinizden gelen ilk cümleyi şöyle bir bağırın. Ne demek istediğimizi anlayacaksınız. Kaynaklar: www.aydinkultur.gov.tr, www.kulturvarliklari.gov.tr, www.wikipedia.org who wrote about Miletus. According to Strabo, this land was inhabited by the Leleges, the Carians and the Cretans before the time of the Ionians. According to Herodotus, Miletus was the “Jewel of Ionia”. Homer wrote in the epic poem Iliad that Miletus princes fought on the side of Troy during the Trojan War. Losing eventually its harbour due to the creeping silting up of the Miletus Gulf over the centuries, by the alluvial deposits of the Maeander River; damaged by floods and earthquakes besides constant wars, Miletus faded in the pages of history such as various other Aegean ancient cities. Kent kalıntıları (sol sayfa), Faustina Hamamı ile hamam içindeki Nehir Tanrısı ve Aslan heykellerinin kopyaları (sağ sayfa) ve kalıntılar arasında gladyatör rölyefi (aşağıda). City ruins (left page); the Faustina baths and the replicas of the River God and Lion statues located inside the baths (right page), and a gladiator relief among the ruins (below). Miracle of Acoustics The visitors of the ancient city are able to admire its magnificent ruins reflecting the past glory of the settlement such as the Miletus Theatre, the Faustina Baths, the Bouleuterion (Senate building), the Monumental Fountain, the Ceremonial Street, the Agora, the Bath, the Ionic Stoa, the Delphinion, and the Port Memorial. Let us also emphasize that the Caravanserai and especially the İlyas Bey Mosque located in the vicinity of Miletus are definitely worth visiting. In the Antique Age, the theatre of Miletus, which is a Helen-Roman theatre, was situated on a hillside at the edge of the harbour. Additions have been made to it during the Roman period. Having originally had a seating capacity of 5 thousand 300 spectators, this number was later increased to 15 thousand people. Just like in the other GraecoRoman theatres only the front seats of the Miletus Theatre were equipped with a backrest. These seats were reserved to the notables of the city; ordinary people watched the stage from the back rows. When in Miletus, climb to the top of the theatre; shout the first phrase that comes to your mind to realize the perfection of the acoustics characterizing this magnificent structure. Sources: www.aydinkultur.gov.tr; www.kulturvarliklari.gov.tr; www.wikipedia.org 35 MİLET MÜZESİ arkaik’ten roma’ya, bizans’tan osmanlı’ya uzanan bir kronolojide, zengin koleksiyonu ve yenilenen yüzüyle ziyaretçilerini bekliyor. THE MİLET (MILETUS) MUSEUM The refurbished Museum of Milet awaits its visitors in its new look; with its rich collection spanning a vast chronology, from the Archaic Age to Rome, from Byzantium to the Ottoman era. Rasim Konyar 36 BİR YÖRE BİR MÜZE One Region One Museum ir antik kent ne kadar ihtişamlıysa, o kente ait müze de bir o kadar ilgi çekici olur. Milet Müzesi’nin görkemi de kentin tarihte pek çok medeniyete ev sahipliği yapmasından geliyor. Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma, Bizans ve Menteşoğulları Beyliği Dönemleri’ne ait eserler çok ilgi çekici. Ziyaretçi dostu müze Ziyaretçilerin müzede geçirdikleri vakit, antik kentte geçirdikleri vakitle neredeyse eşit. Bunun ilk sebebi, müzenin zengin koleksiyonu ama ziyaretçileri vitrin önlerinde tutan çok daha önemli bir sebep var. Milet Müzesi, yakın bir geçmişte yenilenerek, “ziyaretçi dostu” bir müze haline getirildi. Metinleri yalın bir dille kaleme alınan bilgilendirme panoları ve krokiler sayesinde kentin tüm aşamalarını rahatça izlemek artık çok kolay. Keza aynı yaklaşım ve yeni müzecilik teknikleriyle sergilenen eserler hakkında merak ettiğiniz her şeyi öğrenmek de öyle. Milet Müzesi’ni böyle gezmek, gerçekten çok keyif verici. Müzenin kendi tarihi Didim, Balat Köyü, Milet Antik Kenti içinde yer alan Milet Müzesi 1973 yılında ziyarete açılmış ancak yıllar içinde binadaki bazı statik sorunların tehlike yaratması üzerine ziyarete kapatılmıştı. Yeni bir müze binası yapma çalışmaları 2007 Eylül’ünde başlamış ve yeni bina, yeni teşhir düzenlemesiyle Türkiye’nin en modern müzelerinden biri olarak 27 Mayıs 2011 tarihinde ziyarete açıldı. Müze toplam olarak 1200 metrakarelik bir alanda hizmet veriyor. Miletus, Didim, Priene antik kentlerinde yapılan kazılarla ortaya çıkarılmış önemli eserlerin sergilendiği müze, açık ve kapalı alanlar olmak üzere iki ana bölümden oluşuyor. Değerli eserlerin sergilendiği 600 metrekarelik kapalı alan çağdaş bir sergileme anlayışı ile ziyaretçilerini ağırlıyor. The attraction of a museum affiliated with an ancient city is commensurate with the splendour of the city itself. The fascinating character of the Milet Museum lies in the fact that the city of Miletus was host to a great many civilizations in history. The collection consisting of artefacts from the Archaic Age, Classical, Hellenistic, Roman and Byzantine Periods as well as from the time of the Principality of Menteşeoğulları deserves great interest. Visitor-friendly museum Visitors spend almost as much time in the museum, as they do while strolling through the ancient city. The first reason for this is of course the museum’s rich collection; but there is another reason captivating their attention in front of the showcases. The recently renovated Milet Museum was remodelled into a “visitor-friendly” museum. Easily readable texts written in clear language on information boards and explanatory charts, newly made available, guide the visitors through a pleasant and comfortable tour of the museum; and facilitate the comprehension of intricate diachronic events, enabling visitors to grasp all the successive historical stages of the ancient city. Likewise, a similar approach combined with the state-of-the-art museographic techniques’ concerning the presentation of the exhibited objects allows museum guests to learn all the interesting details they would like to know about the artefacts as well. Such a museum visit is really exhilarating. Museum’s own history The Milet Museum located in the ancient city of Miletus, Balat Village, Didim Township (ancient Didyma) opened to the public in 1973, but closed down later due to the hazard created over the years by some static problems in the building. The construction of a new 37 Kutsal Yol’dan gelen sfenksler de müzede Müzenin içinde MÖ 20 - 15. yüzyılı kapsayan Milet Antik Kenti’ne ait bir canlandırmada Minos Mutfağı sergilemesi çok ilgi çekiyor. Bunun yanısıra Minos Dönemi buluntuları, Zeytintepe Afrodite Kutsal Alanı buluntuları ve Kazartepe Nekropol buluntuları, Arkaik Adak Stelleri izlenebiliyor. Bugün büyük bölümü var olmasa da Milet antik kenti ile Didim Apollon Tapınağı’nı bağladığı bilinen Kutsal Yol buluntuları ile Apollon Tapınağı adak eşyaları müzenin en önemli eserleri arasında yer alıyor. Nehirler Tanrısı Meandros’un heykeli ise mutlaka görülmesi gereken eserler arasında. Müzede İlyas Bey Külliyesi buluntuları, Antik Çağdan başlayarak çeşitli dönemlere ait cam eserler, figürinler, kandiller, süs eşyaları, sikkeler, pişmiş toprak eşyalar, bronz ve seramik eserler de görülmeye değer. Müze yalnızca Milet Antik Kenti değil, “Anadolu’nun Pompeisi olarak anılan Priene Antik Kenti kazılarından çıkartılmış değerli örnekler de barındırıyor. 38 museum building was launched in September 2007 and, a modern structure encompassing a total area of 1,200 square meters, equipped with the latest innovative curatorial techniques, opened its doors here on 27 May 2011 as one of Turkey’s most advanced museums. The museum, where important artefacts unearthed in the excavations performed at the ancient settlements of Miletus, Didyma and Priene form the major part of the collection, consists of two main compartments, the indoor section and the outdoor areas. A 600 square-meter-large indoor exhibition space sheltering the most valuable items of the collection, welcomes its visitors in a highly contemporaneous museographic environment. “Sacred Road” sphinxes at the museum The Minos Cuisine scene displayed within a staging representing the city of Miletus during the 20th to 15th centuries BC attracts great attention. The finds from the Minoan Period, from the Zeytin Tepe Aphrodite Sanctuary, the Kazar Tepe Necropolis and the Archaic Period votive steles are among the noteworthy pieces of the museum. Even though a large part of the long way paved with stones, known as the Sacred Road that was leading from Miletus to the Temple of Apollo in Minos Mutfağı sergilemesi (solda), Zeytintepe Afhrodite Kutsal Alanı buluntuları vitrini (sol altta), Kutsal Yol’daki Teraslı Yapı’ya ait Sfenks heykelleri (sağ üst), Faustina Hamamı’nda bulunan Nehir Tanrısı heykeli (sağda) ve Arkaik-Erken Klasik Dönem Oturan Kadın heykelleri (en altta). Minos Cuisine scene (left); the cabinet containing the finds from the Zeytin Tepe Aphrodite Sanctuary (bottom left); Sphinx statues from the Terrace Structure at the Sacred Road (top right); the River God statue found at the Faustina Baths (right) and the Seated Woman sculptures dated approximately to the period between the Archaic Age and the Early Classic Period (at the bottom). 39 Bahçedeki eserler Milet Müzesi’nin bahçesi de içi kadar yoğun. Milet şehir sembolü olan aslan heykelleri, yazıtlar, mezar stelleri, lahitler, mimari elemanlar ve sütun başlıkları bahçede yer alan buluntuları oluşturuyor. Bazı eserler yurtdışında Öte yandan, Milet Antik Kenti’nden çıkarılmış pek çok eser de yurtdışındaki müzelerde bulunuyor. Mesela, MÖ 6.-5. yüzyıla ait aslan figürü, Paris’teki Louvre Müzesi’nde. Antik kentin en önemli eserlerinden biri olan Miletus Agora Kapısı ise Berlin’deki Bergama Müzesi’nde sergileniyor. Bu arada Milet Müzesi çağdaş bir biçimde yeniden inşa edilmeden önce bazı eserler İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne gönderilmişti. Müze şimdiki haliyle, bilimsel metinlerle desteklenen eserleri, çağdaş sergileme anlayışıyla gerçek bir “ziyaretçi dostu”... Müze binası, bahçesi ve bahçedeki aslan heykellerinden biri (üstte), Menteşe Beyliği Dönemi İlyas Bey Külliyesi buluntuları (sağdaki üç eser) ve Müzenin sikke koleksiyonundan örnekler (solda). The Milet Museum building, its courtyard and one of the lion statues situated in the courtyard (above); finds from the İlyas Bey Mosque Complex belonging to the Principality of Mentesh Period (the three items on the right), and examples of the museum’s collection of coins (left). 40 Didyma is missing today, surviving ruins of that road, as well as votive objects from that temple are among the most valuable assets of the museum. The statue of the God of Rivers Meandros (Meander) is also among the must-see treasures of the museum. Finds from the İlyas Bey Mosque Complex, glass articles, figurines, oil lamps, ornaments, coins, terracotta items, bronze and ceramic objects from various periods starting from Antiquity are worth a tour at the museum as well. The Milet Museum also shelters valuable artefacts stemming from excavations at the ancient city of Priene, known as the “Pompeii of Anatolia”. The artefacts in the garden The outdoor space of the museum is as densely endowed with artefacts as its indoor exhibition hall. Miletus city emblem lion statues, inscriptions, tomb steles, sarcophagi, architectural elements and column headings are situated in the garden. Some of the Miletus treasures are abroad On the other hand, many artefacts originating from the ancient city of Miletus are meanwhile in museums abroad. For example, the lion figure dated to the 6th - 5th centuries BC finds itself at the Louvre Museum in Paris. The Agora Gate, which is one of the most important monuments of the ancient city of Miletus, is on display in the Pergamon Museum in Berlin. In the meantime, some artefacts had been sent to the Archaeological Museums in İstanbul as well, pending the construction of a modern new museum’s building in Miletus. Today, the Milet Museum in its current form is a real “visitor-friendly” establishment designed in a contemporaneous curatorial approach, featuring explanatory panels with scientific texts providing ample information on the works on display. SÖYLEŞİ Interview DAN BROWN, SON KİTABI CEHENNEM’DE İSTANBUL’UN ALTINI ÜSTÜNE GETİRDİ! dan brown, istanbul’un dehlizlerine, su kanallarına, zindanlarına baktı… istanbul’un üstünün güzelliği malum ama altının güzelliğinden haberdar mısınız? brown’a üç yıl önce istanbul’u gezdiren rehber serhan güngör, yazarla geçirdiği günleri, cehennem kitabını ve istanbul’un gizemlerini anlattı. 42 DAN BROWN BROUGHT İSTANBUL UPSIDE DOWN IN HIS LATEST BOOK: INFERNO Dan Brown toured İstanbul’s subterranean passageways, waterways and dungeons... Istanbul’s aboveground beauty is well-known. But are you aware of İstanbul’s underground beauty? Serhan Güngör, who guided Dan Brown throughout his journey in İstanbul three years ago, tells us about the days he spent with the author, the book Inferno and the mysteries of İstanbul. BD’li yazar Dan Brown’ın İstanbul’da geçen son romanı Cehennem, tüm dünyada satış rekorları kırınca, Batı dünyası gözünü kadim İstanbul’a çevirdi. Brown’ın kitabında İstanbul’u konu etmesinin önemli bir sebebi vardı. Üç yıl önceki İstanbul gezisinde kendisine eşlik eden rehber Serhan Güngör. Güngör, birlikte geçirdikleri üç gün içinde yazara öyle bir İstanbul anlatmıştı ki, Brown’ın etkilenmemesi mümkün değildi. Güngör sadece bir rehber değil. Tarihe, kültüre, İstanbul’a aşık, bilgiye ve öğrenmeye olduğu kadar anlatmaya da meraklı bir araştırmacı. Serhan Güngör’le, yazarla geçirdiği İstanbul günlerini, Cehennem kitabını ve Ayasofya’nın gizemlerini konuştuk. MÜZE DERGİ: Dan Brown İstanbul’a geldiğinde, ona öyle bir İstanbul anlattınız ki, duyduklarından, gördüklerinden etkilendi ve son romanı ‘Cehennem’de İstanbul’a yer verdi diyebilir miyiz? SERHAN GÜNGÖR: Aralık 2009’da Altın Kitaplar’ın davetiyle İstanbul’a geldiğinde yeni bir proje üzerinde çalışıyor gibi görünmüyordu. Çünkü zaten o zamanki son kitabı Kayıp Sembol yeni yayınlanmıştı ve onunla ilgili toplantılar yapıyordu. Daha doğrusu şunu söylemeliyim, bunun lafı geçmedi. Kendisiyle, Altın Kitaplar’ın Bosphorus Four Seasons Otel’de düzenlediği baloda tanıştık. Ben Dan Brown’ın İstanbul’da olmasını ilk andan itibaren bir fırsat olarak gördüm tabi. Konularını tarihten alan, kitapları sanat tarihinden referanslarla dolu bir yazara İstanbul’u anlatmak bu kent için bir fırsattı. İstanbul’un onun için bir ilham kaynağı olabileceğini ve bu kentin popüler edebiyata konu olmasının stratejik bir önem taşıdığını düşündüm. Tabi bunu kendisiyle konuşmadım, ona güzel bir tecrübe yaşatıp geri çekilmek istedim. Peki nasıl emin oldunuz İstanbul’un tarihi ve kültürel dokusun- dan gerçekten etkilendiğine? Bu tür gezginler sıradan bir turistten farklı olarak meraklıdır. Brown da gerçekten merak ediyordu. Onun için bu sadece bir gezi değil, bir deneyimdi. Hayatını etkileyecek bir deneyim yaşadığını hissettiriyordu. Birlikte İstanbul’un nerelerini gezdiniz? Önce, otelin rıhtımından Boğaz’ın eşsiz topografyasını anlattım. Bulunduğumuz noktadan tarihi şehir, yeni şehir ve Anadolu yakası görünüyordu. Çok etkilendi. Sonra kendisine bir gece turu önerdim ve kabul etti. Çemberlitaş sütununa gittik. Brown’ın kitapları çoğunlukla Hristiyanlıkla ilgili, Roma ile bağlantılı olduğu için ona sütunu özellikle göstermek istedim. İmparator Konstantin tarafından 330’da inşa edilen bu sütunla ilgili çeşitli rivayet var. Bir Ortaçağ rivayetine göre, Konstantin’in annesi Helena, Kudüs ziyareti dönüşünde yanında bazı kutsal objeler getiriyor ve objeleri bu taşın etrafına gizliyor. Gezimiz esnasında sütun restorasyondaydı. Ben de kendisine bu hikayeyi anlattım, kutsal objeler yüzünden restorasyonun uzadığını söyledim. Çok etkilendi. Sultanahmet Meydanı’nda, Hipodrom’da yürüdük. Geceleri oralar “yazarın ‘kalabalık’ metaforunun tarihsel referanslarına gönderme yapmak için yerebatan sarnıcı’nı çok yerinde kullandığını söylemeliyim...” “ı have to say that the author uses the basılıca cıstern ın a very approprıate way to focus on the hıstorıcal references of the ‘crowd’ metaphor…” After Dan Brown’s latest novel Inferno, with İstanbul as one of its settings, broke sale records all over the world, the Western world turned its eyes towards Ancient İstanbul. An important factor in Dan Brown’s choice of İstanbul as a venue in his book was his trip to the city three years ago during which he was guided by a great connoisseur of the city, Serhan Güngör. Dan Brown was obviously impressed by what he heard from Güngör about İstanbul. Serhan Güngör is not merely a professional guide. He is a researcher in love with İstanbul, an enthusiast of history and culture who is as much a good communicator as he is a learner. With Serhan Güngör, we talked about the three days he spent with the author in İstanbul, the book Inferno and the mysteries of the Hagia Sophia. MUSEUMS JOURNAL: Can we say that, what you told Dan Brown about İstanbul when you accompanied him during his stay in İstanbul, impressed him so much that he decided to include İstanbul in his recent novel “Inferno”? SERHAN GÜNGÖR: When Dan Brown visited İstanbul in December 2009 upon the invitation of “Golden Books”, he did not seem to be working on a new project. More precisely, I have to say, no such issue was touched upon in our conversations. In fact, his most recent book at that time “Lost Symbol” had just been published and he was participating at meetings about it. I met him at the Bosphorus Four Seasons Hotel during an event hosted by Golden Books Publishing House. From the outset, I considered his presence in İstanbul a welcome opportunity for the promotion of the city. For I thought that if an author whose novels are full of art history references would be adequately informed about the city, he would be inspired by İstanbul. Such inspiration incarnated in a book appealing to large audiences would in turn constitute an asset of strategic importance for our city. Of course I did not dwell upon my expectations in this regard with him. I just wanted him to experience İstanbul in such a way that would leave a lasting impact on him, while personally pulling myself back. But how could you be certain that Dan Brown would be truly impressed by İstanbul’s historical and cultural substance? Travellers of his kind are more inquisitive than ordinary tourists. Brown was truly eager to learn. For him, this was not just an excursion but an experience. I was able to sense that he was going through an experience that would affect his life. Which places did you visit with him in İstanbul? I first explained him the unique topography of the Bosphorus, stand43 Dan Brown, Shutterstock/Featureflash. Kitaptan tadımlık… “... Burası ikiye bölünmüş bir dünya, karşıt güçlerin şehriydi: Dindarlarla laikler; eskiyle yeni; Doğu’yla Batı... Avrupa ile Asya arasındaki coğrafi sınırda duran bu ebedi şehir, gerçekten de Eskidünya’dan daha da eski bir dünyaya uzanan bir köprüydü. İstanbul. Artık Türkiye’nin başkenti olmayan şehir, yüzyıllar boyunca üç farklı imparatorluğun; Bizans, Roma ve Osmanlı’nın merkezi olmuştu. Bu yüzden İstanbul, tarihi en fazla çeşitlilik gösteren yerlerden biriydi. Şehir; Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Yedikule ile ilgili folklorik savaş, zafer ve yenilgi efsaneleriyle doluydu...” A passage from “Inferno”: “This was a world divided, a city of opposing forces -- religious, secular; ancient, modern; Eastern, Western. Straddling the geographic boundary between Europe and Asia, this timeless city was quite literally the bridge from the Old World... to a world that was even older. İstanbul. While no longer the capital of Turkey, it had served over the centuries as the epicentre of three distinct empires—the Byzantine, the Roman, and the Ottoman. For this reason, İstanbul was arguably one of the most historically diverse locations on earth. From Topkapı Palace to the Blue Mosque to the Castle of the Seven, the city was full of folkloric myths of war, victory and defeat…” Dan Brown, Inferno (Page 389) 44 çok güzel oluyor, ışıklandırma mimariyi daha dramatik hale getiriyor. Gece turumuz çok keyifliydi, gündüz de yapıların içlerini gezdik. Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Kapalıçarşı, Beyoğlu, Galata, Boğaz, Kariye, Surlar… gördüğümüz diğer yerler. Asitane restoranda yemek yedik, çok hoşlandı. Yemekleri öve öve bitiremedi. Ben rehberlik görevimi en iyi şekilde yapmaya çalıştım. Bir önceki kitabında İstanbul’dan Kartal Cezaevi üzerinden bahsediyordu. Bu kitapta bahsedilenlere bakarsak epey yol kat etmişiz... Kitabın İstanbul turizmine etkisi oldu- ğunu söyleyebilir miyiz? Bir de siz “Cehennem Turu” yapıyor, kitapta adı geçen yerleri gezdiriyorsunuz? İstanbul son yıllarda çok gözde bir destinasyon haline geldi. Ben kişisel olarak kitabın İstanbul turizmine uzun vadede etkisi olacağını düşünüyorum. Henüz gözlemlemedim ama olacaktır. Hiç aklında İstanbul’a gitmek yokken bu kitabı okuyunca gitme arzusu duyacak insanlar olacağını düşünüyorum. Kitap dünyanın tüm dillerine çevriliyor, ayrıca Fransız Ayasofya Müzesi’nde Dandolo Mezarı (yukarıda), fresklerden bir detay (sağ sayfada), Serhan Güngör (altta). Dandolo’s tomb at the Hagia Sophia Museum (above); a detail of frescoes (right page), Serhan Güngör (below). ing on the hotel’s quayside. From our vantage point we were able to see the historical city, the new city and the Anatolian side. He was very impressed. I proposed a night tour to him and he accepted. We went to see the Çemberlitaş Column (Column of Constantine). Brown’s books are mostly about Christianity; hence I thought that this column associated with Roman history would be of particular interest to him. There are various rumours concerning this column which was erected by Emperor Constantine in 330. According to a medieval account, Constantine’s mother Helena brought some sacred objects from her visit to Jerusalem and hid them around that column. During our visit the column was under restoration. I told him that story and added that the completion of the restoration was delayed due to the cautions taken with regard to these relics. Again, he was quite impressed. We strolled through the Hippodrome, i.e. the Sultanahmet Square. It is very nice there at night; the lighting makes the architecture appear more dramatic. Our night tour has been very enjoyable and, during the day, we visited the interior of the buildings. Our sightseeing included Topkapı Palace, Basilica Cistern, Grand Bazaar, Beyoğlu, Galata, the Bosphorus, Chora Museum, the Walls... We had dinner at the Asitane Restaurant which Dan Brown enjoyed very much. He loved the food. I tried to do my best as a guide. In his previous novel, he was making mention of Kartal prison in İstanbul. If we look at what is mentioned in this latest book with regard to İstanbul, we have to admit that we have come a long way... Can we say that the book had an effect on tourism in İstanbul? And you are organizing a tour under the name of “Inferno Tour”, showing tourists the places mentioned in the book? İstanbul in recent years has become a very popular destination. I personally think that the book will have a long-term effect on tourism in ve İspanyol konuklara İstanbul turu yaptıran arkadaşlarım beni arayıp, misafirlerin kitapta adı geçen yerler hakkında bilgi istediklerini söylediler, ben de onlara bir şeyler anlattım. Evet, kitapta geçen Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı gibi yerleri geziyoruz. Bu gibi yerleri profesyonel bir rehberle gezmek çok önemli çünkü çok fazla bilgi, hikaye var. 30’ar kişilik gruplarla çıktığımız bu turlar hemen popüler oldu, insanlar büyük ilgi gösteriyor. İstanbul hala eskisi gibi güzel mi sizce? İstanbul, evet, hâlâ dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Ama İstanbul derken Boğaz’ın ortasına bir nokta koyuyor ve oradan gördüğüm İstanbul’u kastediyorum. Kadıköy, Üsküdar, Fatih, Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer, Beykoz ilçelerini içeren İstanbul... Bu yedi ilçe… İstanbul’un bu yedi ilçesi dünyanın en güzel şehirlerinden birinin sınırlarını oluşturuyor. Geri kalan İstanbul ise, dünyanın en kalabalık ve sevimsiz şehri. Mesela ben evimden Boğaz’ı görüyorum, tarihi yarımadayı görüyorum ama hemen arkasından yükselen çirkin blokları da görüyorum. Nuruosmaniye Camii’nin hemen arkasından yükselen betonu görüyorum. 400 yıldır koruduğumuz siluet artık yok olmuş durumda. Bir şehri güzel yapan nedir? Neden bazı şehirler efsane olur da diğerleri olmaz? Şehrin güzelliği bir kere topografyasında yatar. Bir şehre tepeden bakabilmek çok önemlidir. Mesela Paris de güzeldir ama bir tek Sacré Coeur vardır şehri kuşbakışı görmeniz için, Eyfel kulesi dışında. İstanbul ise çok şanslıdır bu anlamda. Ama tabi bir kenti güzel yapan sadece bu değildir. Kentin tarihi, kültürü, o şehirlerde yaşayan toplumların şehrin güzelliğinin korunması konusunda güttükleri kaygı çok önemli- “brown, dandolo’nun mezarı konusunu çok güzel işlemiş. öykünün venedik’ten istanbul’a bu kadar iyi bir kurguyla bağlanması çok etkileyici...” “brown treated the subject of dandolo’s grave very well ın hıs book. the way he made venıce and istanbul lınk to one another through a fıctıon developıng around that story ıs very ımpressıve…” dir. Kentlerde bir toplumsal anlaşma yapılmıştır, kimse şehrin canına okuyamaz. Planlaması, yerleşmesi usulüne uygun yapılır. İnsanlar nerede yaşayacak, nerede bir ağacın gölgesinde oturacak, çocuklarını nerede gezdirecek gibi soruların cevapları önceden verilmiştir. Daha sonra da mimari tarzlar çıkar ortaya. Mimari kültür şehirler için önemlidir. Avrupa’da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok kent yıkılmış ama tekrardan aynı şekilde inşa edilmiştir. Kimse de yerlerine gökdelen dikmeyi düşünmemiştir. Kitapta Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı’ndan birer gizem yumağı olarak söz ediliyor... Bize bu yerlerin hem kitaptaki imajlarından hem de gerçek hikayelerinden bahseder misiniz? Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı şehrin önemli iki anıtı olması sebebiyle kitapta yer alıyor. Hatta Ayasofya için, şehrin değil, ülkenin en önemli anıtı demeli... Bu eserler sadece mimari özellikleri ve yaşları itibariyle değil, yapılara atfedilen anlamlarla ilgili olarak da Türkiye’nin en önemli anıtları. Ayasofya bir koleksiyonsuz müze, bir anıt müze... Türkiye’deki en önemli anıt müze. O yüzden kitabın kurgusunun burada geçmesi şaşırtıcı değil. Hikaye Floransa’da Duomo’da, Venedik’te San Marco’da, İstanbul’da da Ayasofya’da geçiyor. Kitap IV. Haçlı Seferi öyküsü ile Venedik’ten İstanbul’a bağlanıyor. IV. Haçlı Seferi’ni yöneten Venedik Doju Komutan Henricus Dandolo’nun mezarı da bugün Ayasofya’nın içinde. Dandolo’nun 1205 yılında öldüğünü, Ayasofya’ya gömüldüğünü ama 1261’de şehir Bizans İmparatorluğu’nun eline tekrar geçince mezarının paramparça edildiğini biliyoruz. Bugün İstanbul. I did not observe that yet, but it will come. I believe that there will be some people, who did not have an İstanbul trip in mind, who will desire to see İstanbul after having read the novel. The book is translated in so many languages of the world. For instance, my colleagues who are accompanying French and Spanish guests called me to tell me that their clients would like to learn more about the places mentioned in the book, so that I explained certain things to them. Indeed, with tourists, we are visiting the places referred to in the book such as the Hagia Sophia and the Basilica Cistern. It is important for a tourist to see these locations in company of a professional guide, who gives them extensive information and recounts the different stories about these places. Yes, the Inferno Tours that I organize with groups of 30 people have immediately become popular, people are showing great interest. Do you think that İstanbul is still as beautiful as it used to be? Yes, İstanbul is still one of the most beautiful cities in the world. But talking about İstanbul, I mean the city as I see it from a vantage point right in the middle of the Bosphorus: Kadıköy, Üsküdar, Fatih, Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer and Beykoz. These seven districts define the limits of one of the most beautiful cities in the world... The rest of İstanbul is to me the most crowded and unattractive place of the world. For example, from my home I can see the beautiful Bosphorus, the historic peninsula; but I can also see the ugly blocks rising behind it, like the awful concrete structure behind the Nuruosmaniye Mosque. We are now in the process of destroying the silhouette that we have been preserving for 400 years. What is it that makes a city beautiful? Why is it that some cities are legendary and others are not? The beauty of a city lies first in its topography. A look at the city from above is very important. For example, Paris is a very beautiful city, but there is only the Sacré Coeur besides the Eiffel Tower there, to have a bird’s eye view of the city. İstanbul is very fortunate in that sense. But of course this is not the only factor that makes a city beautiful. The city’s history, culture and the awareness of its people with regard to the preservation of the city’s beauty are very important elements. Generally speaking, cities are endowed with an urban plan established 45 üst katta gördüğümüz mezar gerçek mezar değil. Bu mezar taşının, Ayasofya’nın 1847-1849 restorasyonu sırasında Fossati biraderler tarafından yapıldığı Semavi Eyice hocanın yaptığı araştırma sayesinde saptanmıştır. Ancak Dan Brown’ın, bu konuyu kitapta çok güzel işlediğini söylemeliyim. Öykünün Venedik’ten İstanbul’a bu kadar iyi bir kurguyla bağlanması çok etkileyici. Kitapta Yerebatan Sarnıcı’nın kullanılmış olmasının iki sebebi var. Birincisi mekan çok sinematografik. Zaten, James Bond: Rusya’dan Sevgilerle ve International gibi çeşitli filmlerde kullanılmıştı. İnsan nüfusunun artması ve doğal kaynakların mevcut insan nüfusu için yetersiz hale gelmesi kitapta işlenen bir konu. Yazarın burada “kalabalık” metaforunun tarihsel referanslarına gönderme yapmak için Yerebatan Sarnıcı’nı çok yerinde kullandığını söylemeliyim. Sarnıç Justinyanus döneminde yapıldığında, İstanbul dünyanın en kalabalık şehri. Nüfusu yarım milyon, Antik Çağ şehirleri için çok yüksek bir rakam. Mevcut su kaynaklarının İstanbul’un kalabalık nüfusuna her dönem yetmediğini biliyoruz. Bu yüzden sarnıçlar, su yolları ve çeşmeler inşa ediliyor. Dan Brown da işte, bunu modern bir problem olarak çok güzel işlemiş. Harika bir tarihsel referans vermiş. İstanbul’un dehlizlerini anlatabilir misiniz? Bu şehirde muazzam bir su mühendisliği altyapısı var. Bu altyapı, İstanbul Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmadan önce yapılmaya başlanan bir şey. Çünkü su bu şehirde her zaman kısıtlı. Roma Döneminde Istranca Dağları’ndan su getirtiliyor. 150 km.lik bir Roma su yolu var mesela. Bozdoğan Kemeri, sarnıçların çoğu hala ayakta. Dehlizlerden bu kitapta söz edilmesi önemli, İstanbul’un bu zenginliğinin ortaya çıkması gerekiyor. Topkapı Sarayı’nın altında Bizans ve Roma dehlizleri var. Sphendone, MS 193 yılında yapılan Hipodrom’un yuvarlak ucu, Sultanahmet Teknik Lisesi’nin altına düşen bölüm. Hipodrom’un bugüne kalan tek parçası. İstanbul dehliz ve zindan mimarisi açısından muazzam bir zenginliğe sahip ama bunları ortaya çıkarmamız gerek. Anemas Zindanı’nda bir çalışma yapılıyor. Hipodrom’da da acilen yapılmasını bekliyoruz. Marmara surlarında da böyle gizemli mekanlar var. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İBB bu mekanların ziyarete açılması için çalışmalar yapmalı. Sizin bir başka uzmanlık alanınız tarihi savaş alanları. Bunun tu- rizmdeki yeri nedir? Savaş alanları dünya turizminde çok çok önemli bir uzmanlık alanı. I. Dünya Savaşı sonrasında İngiliz askerlerin, bir zamanlar savaştıkları toprakları ziyaret etmesiyle başlıyor aslında. Aileleriyle birlikte Avrupa’da görev yaptıkları yerleri geziyor, arkadaşlarını anıyor... II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD askerlerinin özellikle Normandiya’yı ziyaret etmesiyle çok büyüyor. Her yıl dünyada milyonlarca insan savaş alanlarını geziyor. Bununla ilgili dünyadaki en önemli yer Batı Cephesi. Belçika’daki Flanders Bölgesi, Fransa’da Somme ve II. Dünya Savaşı ile ilgili olarak da Normandiya. Bunlar en çok ziyaret edilen bölgeler. İnanılmaz bir turizm geliri sağlıyor. Bizde Çanakkale’nin organize bir ziyaret alanı olması 1990’lardan sonra oldu. Koruma ve kullanma adına öğrenmemiz gereken çok şey var. Kurtuluş Savaşı alanlarının değerlendirilmesi gerekiyor. 90 sene hiç kimse bu savaşın mekanları üzerine çalışmamış. İlk çalışma benim tezimdir. Daha sonra da bunun turlarını yapmaya başladım. Serhan Güngör (sağ sayfa) ve Ayasofya Müzesi’nden görüntüler. Serhan Güngör and views from the Hagia Sophia. 46 in consultation with the community. Settlement planning and everything else is done in conformity with these set rules. Accordingly, the plan includes beforehand the answers to all the questions about where the people will live, where they will sit under the shade of a tree, where they will take their children for a walk. Then the architectural styles come to the fore. Architectural culture is important for cities. In Europe, many cities destroyed during World War II, were reconstructed after the war and restored to their original architecture. Nobody even contemplated the idea of erecting skyscrapers in their place. The Hagia Sophia and the Basilica Cistern are presented as a web of mysteries in the book…Would you compare for us the true stories of these places with their reflections in the book? Hagia Sophia and the Basilica Cistern are included in the novel as two important monuments of the city. And for the Hagia Sophia, we could even say that it is not only the city’s but the country’s most important monument ... These assets are Turkey’s foremost monuments not only for their age and architectural characteristics but also from the point of view of the meanings attributed to these buildings, the connotations linked to them. Hagia Sophia is a museum without a collection, a memorial museum… It is Turkey’s most important memorial museum. That’s why it is not surprising that the book’s fiction makes a stop at that location. The plot takes place at the Duomo in Florence, San Marco in Venice and the Hagia Sophia in İstanbul. It is linking Venice to İstanbul through the story of the IVth Crusade. The grave of the Doge of Venice, Enrico Dandolo, who was the Commander of the IVth Crusade, is inside the Hagia Sophia. We know that Dandolo was buried at the Hagia Sophia when he died here in 1205; and that his tomb was shattered into pieces when the city was recovered by the Byzantine Empire in 1261. The existing tomb on the upper floor is not authentic. Thanks to the research conducted by Professor Semavi Eyice, pioneer of the Byzantine studies in Turkey, it was established that this grave stone was built by the Fossati brothers during the thorough restoration they performed at the Hagia Sophia in the years 1847-1849. However, I have to say that this subject was very well treated by Dan Brown in his book. He is linking Venice to İstanbul through a fiction around that story in a very impressive manner. The fact that the Basilica Cistern was also included in the novel is based on two reasons. Firstly, the place is very cinematographic. It has already been used as a venue for various films like James Bond: From Russia with Love (1963) and The International (2009). Human population growth and the rampant scarcity of natural resources for the current human population is a subject treated in the book. The author uses the Basilica Cistern in a very appropriate way to focus on the historical references of the “crowd” metaphor. When the cistern was built during the period of Emperor Justinianus, İstanbul was the most populous city in the world. Its population of half a million represented a very high figure in comparison with the other cities of the Ancient Age. We know that İstanbul has always been lacking sufficient water resources for its large population at every age and period. Therefore, cisterns, aqueducts and fountains were built. Dan Brown has successfully treated this matter as a modern problem, by using a great historical reference. Can you describe İstanbul’s subterranean galleries and passageways? In this city, there is a highly developed water engineering infrastructure. This infrastructure began to be built even before İstanbul became the capital of the Roman Empire, because the water was always limited in this area. During the Roman Period, water was brought from the Strandja Mountains in the Thrace. The length of the aqueducts of the Roman water system reached 150 km. The Valens (Bozdoğan) Aqueduct and most of the cisterns built during that period are still standing. It is important that the subterranean galleries are mentioned in this book, because this will contribute to revealing this major aspect of İstanbul’s historical heritage. There are Byzantine and Roman subterranean galleries under the Topkapı Palace. The Sphendone, the curved end of the Hippodrome, which is situated below the Sultanahmet Technical High School, is the only remaining part of the 193 AD built Hippodrome. İstanbul is indeed very rich in terms of dungeons and underground galleries architecture, Ayasofya’nın Derinliklerinde… Dan Brown, kitapları tüm dünyada çok satan ABD’li bir yazar. 1964 doğumlu Brown’ın ünü Melekler ve Şeytanlar ile başlamış, Da Vinci Şifresi, Kayıp Sembol ve Cehennem romanlarıyla devam etmişti. Son romanı Cehennem ise, önceki kitaplarının da başkahramanı olan Robert Langdon’ın gizemli İstanbul gezisini anlatıyor. Türkiye’de Altın Kitaplar tarafından yayınlanan Cehennem’de bildik Brown temalarının yanı sıra en öne çıkan mekan Ayasofya. Ayasofya’nın gizemlerini ise bu kez kurguyla değil gerçeklerle anlatıyor yazar. Nasıl mı? Bundan 15 yıl önce başlayan “Beneath the Hagia Sophia/Ayasofya’nın Derinliklerinde” adlı projeden kitabında bahsederek. Proje, bir grup tarih severin 1998 yılında, Ayasofya’nın içindeki kuyulara yaptığı dalışlarla başlamıştı. Daha sonra, 2009 yılında, Ayasofya’nın dehliz keşifleri gerçekleştirildi. 2012 yılı, Aralık ayındaki son Ayasofya keşif gezisinde ise, hem kuyu hem de dehlizlere girildi. Bahçede bulunan ve daha önce dalınmamış iki kuyuya dalındı ve ilginç bulgular elde edildi. Uzun süren çalışmaların ardından ortaya harika bir belgesel çıktı ve proje post-prodüksiyon aşamasında. Projenin yönetmeni Göksel Gülensoy, kitaptaki kahramanlardan da biri aynı zamanda. Kendisi kitapta adının geçmesine çok şaşırmış. Brown’ın işini bu kadar titizlikle yapması ve kitapta kendilerinden, yaptıkları işlerden bahsediyor olmasından çok etkilenmiş. Gülensoy, belgeselin çekimleri sırasında Ayasofya’nın kendilerine çok cömert davrandığını anlatıyor. “Bize birçok sırrını verdi” diyor. Dünyanın en görkemli yapılarından Ayasofya’nın altındaki gizemli dehlizleri anlatan belgeselin 2014 yılında vizyona girmesi planlanıyor. Belgeselle ilgili beneaththehagiasophia.com.tr adresinden bilgi alabilirsiniz. but this legacy still needs to be uncovered. Currently some work is being performed at the Prison of Anemas incorporated into the city walls at the fragment known as the Dungeon Gate (Zindan Kapısı). The Hippodrome as well must be targeted for such work. There are also other mysterious places within the walls at the Marmara side. The Ministry of Culture and Tourism and İstanbul Metropolitan Municipality should undertake efforts to open these places to the public. Historic battle fields constitute yet another field of your expertise. What is their place value for tourism? Battle fields are a very important branch of the tourism industry in the world. It actually started following World War I, with British soldiers visiting the territories where they once fought; travelling with their families to their battlefields on the European continent, and remembering their comrades… The branch grew rapidly after World War II, with former U.S. troops visiting Europe and especially Normandy. Every year, millions of people around the world are touring the battle fields. However, the most important location of the world in this regard is the Western Front. The Flanders Region in Belgium, Somme and of course Normandy in France where the decisive landing of Allied Forces in World War II took place, are the most visited regions. These tours generate a great amount of tourism revenue. In Turkey, the Çanakkale (the Dardanelles) area was transformed into an organized touring zone only after 1990. There are a lot of things we have to learn in terms of protection and promotion. We need to promote the sites of our War of Independence. For 90 years, no one had worked on the sites of this war. The first study on the subject matter was my thesis. After that, I initiated organized tours to those places. In the depths of Hagia Sophia... Dan Brown is an American author of best-selling books all over the world. Born in 1964, Brown’s reputation began with Angels and Demons, and continued with his ensuing books, The Da Vinci Code, The Lost Symbol and Inferno. His latest novel, Inferno, is describing the mysterious journey to İstanbul of Robert Langdon, the protagonist of his previous books. Inferno, published by Golden Books in Turkey, brings the Hagia Sophia to the fore as the most prominent place of the plot, in addition to the other familiar themes of Brown novels. This time around, Dan Brown describes Hagia Sophia’s mysteries in a real account and not in the form of a fiction. He is doing that by mentioning in his book a project launched 15 years ago, entitled “Beneath the Hagia Sophia / In the depths of Hagia Sophia”. The project began with the dives effectuated by a group of history enthusiasts in 1998 into the wells existing inside the Hagia Sophia Museum. Later in 2009, the secret galleries of the Hagia Sophia were discovered. Finally, Hagia Sophia’s wells and subterranean corridors were both explored in the course of the latest research conducted in December 2012. This time around, two wells situated in the courtyard, which had not been previously dived in, were also explored and interesting findings were obtained. At the wake of lengthy efforts, a great documentary was produced, which is currently in the post-production phase. Relatedly, the manager of the project, Göksel Gülensoy is also one of the heroes of the book by Dan Brown. He was surprised to see his name in the book and truly impressed by the fact that Dan Brown was taking his work seriously to such an extent that he felt the need to mention their project in this context. Gülensoy states that the Hagia Sophia was very generous to them during the filming of the documentary, by “revealing many of its secrets”. The documentary on the mysterious passages under one of the most prestigious buildings of the world is scheduled to be released in 2014. Further information can b obtained from: www.beneaththehagiasophia.com/tr . 47 MÜZELER Museums antik filleri, paleolitik mağarası, mozaikleri, simulasyon gösterileri, ses ve ışık efektleriyle zaman tünelinde bir yolculuk... KAHRAMANMARAŞ MÜZESİ Kingdom of Gurgum Stone Artefacts display (see below), and one of the artefacts (at the top, right-hand page); detail from the ancient city of Germanicia mosaics (right) and views from the museum. Gurgum Krallığı Taş Eserleri sergilemesi (altta) ve eserlerden bir örnek (sağ sayfa üstte), Germanicia Antik Kenti mozaiklerinden detay (sağda) ve müzeden görüntüler. Kahramanmaraş Müzesi Arşivi 48 ezopotamya, Suriye ve Anadolu’yu birbirine bağlayan ticaret yollarının kavşak noktası... Binlerce yıl sayısız medeniyete ev sahipliği yapan topraklar, Kahramanmaraş... Kentin tarihi, coğrafi ve arkeolojik zenginliği müzesine de yansıyor ve Kahramanmaraş Müzesi artık yeni yüzü ile ziyaretçilerini ağırlıyor. Kahramanmaraş’ın ilk resmi müzesi 1947 yılında Taş Medrese’de kurulmuş olsa da kentin müzecilik geçmişi 13. yüzyıla, Dulkadiroğlu Beyliği dönemine kadar uzanıyor. Dulkadiroğlu Beyliği zamanında Kahramanmaraş Kalesi’nde geçmiş uygarlıklara ait çok sayıda eserin biriktirildiği ve böylece müzeciliğin ilk temellerinin atıldığı biliniyor ve kent, bununla haklı bir gururu paylaşıyor. 1961 yılında Kahramanmaraş Kalesi’ne taşınan müze, 1975 yılında Azerbaycan Bulvarı’nda bulunan bugünkü binasına geçiyor. 1975 yılından 2008 yılına kadar, tam 33 yıl hiç el sürülmeyen, hiç bir bakım ve onarım görmeyen müze sonunda kapılarını kapatmak zorunda kalıyor, ta ki restore edilip yeniden açılana dek... Dört yıl süren onarım çalışmaları sonunda çağdaş bir yapı ve sergileme düzenine kavuşan Kahramanmaraş Müzesi artık dünya müzeleriyle aynı kategoride yarışıyor. Zaman tünelinde yolculuk İlgi çekici detaylar ve görsellikle donatılan 7 adet sergileme salonu, ön-arka bahçe sergi alanları, çocuklar için oluşturulan aktivite odası ve konferans salonu ile donatılan Kahramanmaraş Müzesi bünyesinde 30 binin üzerinde eser barındırıyor. Bölgede yapılan arkeolojik kazıların ışığında, ziyaretçilerini tarihle buluşturuyor, geçmiş uygarlıkların yaşamlarını canlandırmalarla sunuyor, öğretiyor, hayal dünyasının kapılarını aralıyor. 3400 yıllık iki fil iskeleti Kahramanmaraş Müzesi’ndeki en ilginç duraklardan biri kuşkusuz Antik Fil Sergi Salonu. Türkoğlu İlçesi, Gâvur Gölü bataklığından çıkarı- KAHRAMANMARAŞ MUSEUM Ancient elephants, the Palaeolithic cave, the mosaics, the simulation shows, sound and light effects, a journey through the time tunnel... Kahramanmaraş... Crossroads of trade routes linking Anatolia to Mesopotamia and Syria… A land which hosted a wide range of civilizations for thousands of years… The Museum of Kahramanmaraş, which reflects the city’s glorious historical, geographical and archaeological background, welcomes its visitors today with a new face. Albeit the first official museum in Kahramanmaraş was established in 1947 in an old school building known as the “Taş Medrese” (Stone Medrese), the museum history of Kahramanmaraş dates back to the 13th century, to the period of the Dulkadiroğlu Principality. It is known that a large number of artefacts from earlier civilizations was gathered at the Kahramanmaraş Citadel during the era of the Dulkadiroğlu Principality, so that the foundations of a local museum had been laid as early as in the 13th century; a fact bestowing a well-deserved pride upon the city. In 1961, the museum moved from the Taş Medrese to the Citadel of Kahramanmaraş, from where it moved in 1975 to its present building on the Azerbaijan Boulevard. After a period of 33 years, the museum had to close its doors in 2008, due to lack of adequate maintenance. Following a facelift period of four years, Kahramanmaraş Museum reopened in a refurbished building equipped with the latest exhibition systems, hence placing it in the ranks of cutting-edge museums of the world. 49 Antik Fil Sergi Salonu’ndan görüntüler. Views from the Ancient Elephants Exhibition Hall. lan ve MÖ 1400’lü yıllara tarihlenen “Elephas Maximus Asurus” adıyla bilinen 2 adet Asya fil iskeleti gerçekten de görülmeye değer. Küçük fil, kazıda bulunduğu şekliyle vitrin içerisinde sergilenirken, büyük Asya fili İtalyan Paleontoloji ve MTA enstitüleri uzmanlarının danışmanlığında ayağa kaldırılmış. Antropolog, restoratör ve arkeologdan oluşan 15 kişilik uzman restorasyon ekibinin 10 aylık bir çalışma sonucunda restore ederek ayağa kaldırdıkları bu antik fil, Türkiye’de de bir ilki oluşturuyor. Bu çalışmalar sırasında gerçek kemikler sağlamlaştırılıyor, olmayan kemikler özel bir malzeme ile yeniden üretiliyor ve filin iskeleti bütünüyle ortaya çıkartılıyor. Filin geçmiş çağlardaki doğal yaşantısını canlandırmak için görsel ve ses efektleri ile desteklenen atmosfer, ziyaretçileri 3400 yıl önceye götürüyor. Anadolu’nun en eski pişmiş toprak heykeli Müzenin ikinci salonunda, Tekir Kasabası, Yukarı Döngel Köyü’nde yer alan ve 2007 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Bilimsel Başkanlığında kazısı yürütülen Direkli Mağarası Kazı alanının birebir canlandırması yer alıyor. Paleolitik Döneme ait verilerin sergilendiği mağarada bugüne kadar yapılan kazı alanlarının da canlandırılması yapılarak ziyaretçilerin mağara kazıları hakkında fikir sahibi olmaları hedefleniyor. Yontma Taş Çağına tarihlendirilen ve Anadolu’nun bilinen en eski pişmiş toprak heykeli olarak kabul edilen 2,6 cm boyundaki ana tanrıça figürini, mağarayı önemli kılan buluntuların başında geliyor. 50 Bu eser aynı zamanda Kahramanmaraş’ı arkeoloji dünyasına tanıtması açısından da önem kazanıyor. Salonda oluşturulan bir gezi platformuyla mağaraya ulaşan ziyaretçiler, simulasyon gösterileri eşliğinde Paleolitik Çağlardaki yaşam hakkında fikir sahibi oluyor. Anadolu’daki ilk kentleşmenin izleri Müzenin üçüncü salonunda, Pazarcık İlçesi, Emirler Köyü’nde bulunan, Domuztepe Höyüğü ve kazı alanının birebir canlandırması yer alıyor. İlk olarak MÖ 7000’lerde yerleşim görmeye başlayan ve MÖ 5500’lü yıllarda en geniş sınırlarına ulaşan Domuztepe, Tel-Halaf Dönemini yansıtıyor. Salonda höyüğe ait arkeolojik eserlerin yanı sıra, döneme ışık tutan avlu-ev rekonstrüksiyonu, ölüm çukuru, dönem insanının canlandırması gibi detaylar var. Ziyaretçiler böylece Tel-Halaf Döneminde yaşayan insanların sosyo-kültürel ve dinsel yaşantısı hakkında doyurucu bilgi sahibi oluyor. Paleolitik Döneme ait verilerin sergilendiği mağara (en üstte), Tunç Dö nemi kurşun kadın Figürini (sağda), Domuztepe Höyüğü kazı alanı canlandırması (üstte), dönem insanı canlandırmaları (sağ köşede). Cave with the Palaeolithic artefacts (top), the Bronze Era lead female figurine (right) animation portraying the Domuztepe Mound excavation area (above), animations of the period’s human figures (right corner). Journey through the time tunnel Kahramanmaraş Museum houses over 30 thousand objects in its seven exhibition galleries endowed with attractive visual details. It has outdoor exhibition areas in its front and rear courtyards; an activity room at the service of children and a conference room. The museum, which offers its visitors to meet with history in the light of the archaeological excavations performed in the region, presents animations of daily life scenes from past civilizations, and teaches its public while opening up a world of imagination. 3400 years old elephant skeletons Undoubtedly one of the most interesting sections of the museum is the ‘Ancient Elephants Exhibition Hall’. The skeletons of two Asian elephants extracted from the swamp of Lake Gâvur, Türkoğlu District, dated to the years 1400 BC and known under the species name of “Elephas Maximus Asurus” (Syrian elephant) offer a truly impressive sight to the eye. The small elephant is exhibited in a showcase in its genuine form as it was found during the excavation; whereas the large Asian elephant had to be reassembled under the supervision of experts from Turkey’s Institute of Mineral 51 Taş Eserler Salonu (sağ sayfa, üstte) ve salonda sergilenen mezar stellerinden biri (üstte) ile Roma Dönemi heykeli (sağda), Germanicia Antik Kenti mozaiklerinden bir örnek (altta) ve Roma Dönemi mermer Asklepios heykeli (sağ sayfa, altta). Stone Artefacts Hall (right page, top) and one of the stelae on display (above) and Roman sculpture (right), example of Germanicia ancient city mosaics (below) and Roman era marble statue of Asclepius (the right page, bottom). 52 Gurgum Krallığı ve Germanicia Antik Kenti Dördüncü salonda Maraş’ın Geç Hitit devletlerinden Gurgum Krallığı’na başkentlik yaptığını belgeleyen taş eserler sergileniyor. Beşinci salon ise moziklere ayrılmış. 2001 yılında Dulkadiroğlu Mahallesi’nde yapılan kurtarma kazısında gün yüzüne çıkartılan Germanicia Antik Kenti mozaikleri Roma Döneminde bir villanın koridoruna ait. MS 4-6 yüzyıla tarihlenen bu taban mozaiklerine ek olarak, yine aynı döneme ait bir başka taban mozaiği ise Çağlayancerit İlçesi, Küçükcerit Köyü kazısında bulunmuştu. Research and Exploration (MTA) in consultation with their colleagues from the Italian Palaeontology Institute. This elephant skeleton, which was re-erected following a 10-month restoration work by a team of 15 experts including anthropologists, archaeologists and restorers, constitutes a first in Turkey. In the course of this restoration work, original bones were reinforced, missing bones and bone parts were carefully reproduced from a special material and the skeleton was restituted to what must have been its natural anatomical structure. Visual and sound effects meant to simulate the natural life of the elephants in past ages take the visitors 3400 years back in time. Taşlar ve mezarlar Roma Dönemi ölü kültürünü yansıtan mezar stelleri, lahit ve pişmiş toprak mezarların sergilendiği altıncı bölüm Taş Eserler Salonu olarak adlandırılıyor. Müzenin son ve yedinci salonunda ise kronolojik olarak sergilenen buluntular var. Paleolitik Dönemden, Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Demir, Grek, Roma ve Bizans Dönemine kadar uzanan eserlerin her biri ayrı bir vitrinde sunuluyor. Bunlar arasında günlük yaşamın parçası araç-gereçler, el aletleri, süs eşyaları, dini ritüellerde kullanılan kült eşyalar ve kaplar, savaş aletleri gibi arkeolojik eserler yer alıyor. Bir diğer bölümde ise Grek, Roma, Bizans, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerine ait sikkeler sunuluyor. Kahramanmaraş Müzesi özetle gezmeyi, görmeyi ve tebrik edilmeyi hak ediyor. Anatolia’s oldest Terracotta statue The second gallery of the museum features an animation portraying the excavation area of the Direkli Cave, located in the Upper Döngel Village of Tekir Township, which is being excavated since 2007 by the teams of the Gazi University Archaeology Department. The purpose of such animations is to give visitors an idea of the excavations performed in caves where Palaeolithic Age artefacts were unearthed. A goddess figurine measuring 2,6 cm, which is Anatolia’s earliest known terracotta statue dated to the Palaeolithic Age, is the most significant artefact discovered at the Direkli Cave. Although quite small in size the statue plays an important role in introducing the Kahramanmaraş Museum to the world of archaeology. The visitors reach the animation-cave through a platform built inside the gallery, where an audio-visual simulation show takes them onto a journey through the life of the Palaeolithic Ages. The first traces of urbanization in Anatolia The third gallery of the museum features an exact animation of the Domuztepe Mound and excavation area located in the Emirler Village of the Pazarcık District. Domuztepe where the first settlements are thought to have taken place in the 7000’s BC and reached its widest limits in the years 5500’s BC reflects the Tell-Halaf culture. Tell Halaf is the name of an archaeological site in Syria, near the Turkish border, just opposite Ceylanpınar, dating to the 6th millennium, which was the first find of a Neolithic culture, subsequently dubbed the Halaf culture, characterized by glazed pottery painted with geometric and animal designs. Besides the archaeological artefacts originating from the mound, the gallery harbours elements such as a courtyard-house reconstruction, death pits and human figure animations destined to shed light on the way of life of the period. Thus, the visitors are thoroughly informed about the socio-cultural and religious life of the people having lived during the Tell Halaf (Neolithic) era. The Kingdom of Gurgum and the ancient city of Germanicia The fourth gallery of the museum is devoted to stone artefacts dating from the period where Kahramanmaraş was the capital city of the Neo-Hittite Kingdom of Gurgum. The fifth gallery is dedicated to the mosaics originating from a rescue excavation performed in 2001 in the Dulkadiroğlu neighbourhood, which brought to the daylight the ancient city of Germanicia. The afore-mentioned mosaics were paving the corridor of a villa belonging to the Roman period of the ancient city. In addition to these floor mosaics dating from the period between the 4th and 6th century AD, there is a further floor mosaic from the same period, but originating from a different excavation, carried out at the Küçükcerit Village of the Çağlayancerit District. Stones and tombs Grave steles, sarcophagi and terracotta tombs reflecting the Roman era dead culture are displayed in the sixth gallery called the “Stone Artefacts Hall”. The seventh and last gallery of the museum features artefacts exhibited according to a chronological order. Palaeolithic, Neolithic, Chalcolithic, Bronze Age, Iron Age, Greek, Roman and Byzantine era items are presented in separate showcases earmarked each for a specific period. Among these are everyday life utensils such as tools and equipment, hand tools, ornaments, cult objects and vessels used in religious rituals and archaeological artefacts such as instruments of warfare. There is also a segment where Greek, Roman, Byzantine, Seljuk, Anatolian Beyliks’ and Ottoman coins are displayed. In short, Kahramanmaraş Museum deserves to be seen, visited and congratulated. 53 EL EMEĞİ GÖZ NURU TÜRK EL SANATLARI Turkish Hand Crafts NAKIŞ geleneksel türk el sanatlarının en nadide örneklerini içeren nakış, sadece ev dekorasyonunda kullanılan bir çeşit süsleme değildir. nakış bir sanattır. TURKISH HANDICRAFTS EYE-STRAINING LABOUR OF LOVE EMBROIDERY Rasim Konyar & Shutterstock 54 Embroidery is not a mere type of ornamentation used in house decorations. It is an art form embodying the finest examples of Turkish handicrafts. l sanatları bir coğrafyanın kültürel iklimini en canlı ve anlamlı yansıtan belgelerden şüphesiz... O topraklarda yaşayan insanların, yüzlerce yıl boyunca yapıp ettiklerinin, sürdüregeldikleri kültürel birikimin bir sentezi. Kadim Anadolu toprakları da el emeğine değer veren bir coğrafya. Yoklukta bile üreten, bulduğu bir tahta parçasını bir ev eşyasına, taşı mücevhere dönüştüren bir halk Anadolu halkı. Bu yüzden de ülkemizin neresine giderseniz gidin, bölgeye has el sanatları ürünleri bulmanız mümkün. Tahta yontmadan, bakır işlemeye, dantelden sepetçiliğe, bölgeden bölgeye değişen bu sanatlardan biri de nakıştır. Tıpkı, keçe yapımcılığı, seramik, çömlek, yazmacılık, halı-kilim, lüle taşı oymacılığı ya da çinicilik gibi... Bu yüzden nakışı, sadece ev dekorasyonuna indirgemek de çok yanlış. Bu sanatın “sanatçısı” da çoğu kez evindeki mütevazı atölyesinde nefis ürünler veren Anadolu halkı… Handicrafts are without a doubt among the most vibrant and meaningful reflections of the cultural climate of a country... They are the tangible quintessence of the cultural heritage of the people who lived in those lands for hundreds of years. Anatolia is an ancient land where the value of manual workmanship is appreciated. The people of the Anatolian soil never stopped producing even in times of penury, turning a piece of wood into furniture, transforming a piece of stone into jewellery. So wherever you go in the country, you will find unique handicraft products particular to each region. Embroidery is one of these art forms varying in style from region to region such as wood carving, copper engraving, lace making, or basketry; like felt making, ceramics, pottery, fabric painting or printing by hand, carpets-rugs, tile-making, meerschaum carving and so on. Therefore, it would be a mistake to reduce embroidery merely to a craft for home decoration. The “artists” in this case are the people of Anatolia who create exquisite products often in a modest workshop at their home. The art of traditional Turkish embroidery is a handicraft utilizing an 55 Geleneksel Türk nakış sanatı, Kastamonu bezi, Ödemiş ipeği, Manisa bezi, Bayburt keteni, Rize keteni gibi yöresel kumaşlar ya da ipek, yün tela ve alpaka türü kumaşlara kasnakla çalışılan bir el sanatı. Pamuktan üretilen ipliklerle, susma, hasır iğne, civankaşı, balıksırtı, ciğer deldi gibi tekniklerle uygulanır. Motifler genellikle doğadan esinlenerek oluşturulur. Meyve, köşk, saray, şadırvan, çıkrık, ağaç, çiçek ve yaprak motifleri en çok uygulanan modellerdendir. Osmanlı’da nakış, nakkaşhanede yapılırdı Mor, sarı, yeşil, kırmızı gibi canlı renkler kullanılır. Desenler işlendikten sonra “tel sarma” ve “tel kırma” adı verilen tekniklerle bezenerek daha canlı bir hale getirilir. Nakış; yastık, yatak örtüsü, masa örtüsü, çanta gibi eşyalar üzerine 56 Aydın’da Kahveci Bilal Ağa Konağı’nde Türk işlemeleri sergilemesi (sol altta), Söke Otantika Etnografya Müzesi vitrini (sağ altta), Nevşehir Hacıbektaş Müzesi vitrinlerinden biri ve çeşitli nakış örnekleri. Turkish embroidery exhibition at the Kahveci Bilal Ağa Mansion in Aydın (bottom left); showcase at the Söke Authentica Ethnographic Museum (bottom right); a showcase at the Nevşehir Hacıbektaş Museum and various samples of embroidery. embroidery frame as equipment and performed on local fabrics such as the Kastamonu cloth, Ödemiş silk, Manisa cloth, Bayburt linen, Rize linen or on materials like wool buckram; alpaca and silk. It is made with cotton yarn by applying different needlework techniques like “silence”, straw needles, “civankaşı” (young beauty eyebrow), herringbone, ciğerdeldi (wounded bosom). Motifs are often inspired by nature. Fruits, mansions, palaces, fountains, spinning wheel, tree, flower and leaf patterns are the most widely practiced designs. işlendiği gibi, çerçevelenip duvara da asılır. Bu yönüyle de bir sanattır. Tersi ile yüzünün aynı olması çok önemlidir. Nakış işleyenler buna çok dikkat eder, kumaşın arka yüzünde iplik artırmazlar. Kasnakları, iğneleri, renk renk iplikleriyle nakış belki de en çok resim sanatına benzer. Öyle ya, kasnak palet, kumaş kanvas, iplikler de boyadır. Osmanlı İmparatorluğu Döneminde nakış önde gelen sanat türlerinden biriydi. Ressamlara, minyatür çizenlere, el sanatlarıyla uğraşanlara, “nakış işleyen” anlamında “nakkaş” denirdi. Nakkaşlar, saray nakkaşhanesine bağlı olarak çalışırdı. Dönemin modasına uygun kumaş desenleri saray nakkaşhanesinde tasarlandığından, desen ve kompozisyonlarda Osmanlı sanatının üslup bütünlüğünün tekrarlandığını görürüz. Nakkaşbaşının emrinde çalışan sanatkarlar, kitaplara minyatür çiziminden, cami ve sarayların boyanıp süslenmesine kadar her türlü süsleme ve bezeme faaliyetlerinde görev alırdı. Fatih Sultan Mehmet Döneminde saray nakkaşhanesinde beş yüz kadar ustanın çalıştığı biliniyor. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu Dönemi nakış sanatından söz edildiğinde, sadece kumaşa işlenen nakış tekniğini değil, cam, seramik, tahta hatta taş ve sıva üzerine boyanan desenleri de anlamak gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu Döneminde nakış sanatının merkezi, dokuma sanatında da olduğu gibi Bursa idi. Kadife ve ipek kumaşlar üzerine işlenen figürler sarayın odalarını süslerdi. Ayrıca padişah kaftanları da en özel kumaşlardan dikilir, bu kumaşlar en hünerli eller tarafından işlenirdi. Nitekim Lale Devrinin ünlü nakkaşı (Abdülcelil Çelebi) Levni’nin minyatürlerinde nakış işleyen kadınlar görülür. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kurucusu Ruhi Arel’in “Kasnakta Nakış İşleyen Kız” At the time of Ottoman Empire embroidery was practiced within the workshop of miniaturists Vibrant colours like purple, yellow, green and red were the most used colours. After the patterns were painted they were embellished and made even more vivid through the application of particular ornament techniques such as “wire-wrap” and “wire-break”. Principally used as ornamentation for pillows, bed linen, table linen and bags, embroideries were framed and hung on the wall as artwork as well. It is very important that the front and reverse facets look the same. Therefore, embroiders pay much attention to that issue so that they do not leave overhanging threads on the backside of the embroidered fabric. With its embroidery hoops, tambours, hooks, and its multicoloured yarns embroidery is perhaps an artistic creation most similar to the art of painting. Indeed, embroidery tambours can be compared to the painter’s palette, the fabric to canvas and the colourful yarns to the painter’s colour paints. During the Ottoman Empire embroidery was one of the leading art forms. Painters, miniaturists, artists working in various fields of design and ornamental arts, were called “nakkaş” (read: nakkash) which can be translated as “embroider, engraver, miniaturist or muralist”; but in a broad sense to encompass all those artists who were performing arts and crafts related to painting, ornamentation and/or textile de- 57 ve “Gergefte Nakış İşleyen Kız” tabloları da buna iyi bir örnek... Günümüzde, diğer el sanatlarında olduğu gibi nakış da yavaş yavaş tükenme noktasına gelmekte. Nakış ustaları birer birer tükendiği, gençler de bu güzel el sanatına pek ilgi göstermediği için bu sanat da kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya. Ancak belediyelerin halk merkezleri ve özel kurslar nakış sanatını devam ettirmeye kararlı. Eğer siz de bu sanata ilgi duyuyor, nakış tekniğini öğrenmek istiyorsanız bu tür kurslara katılabilirsiniz. Anneannenizden size kalmış yastıklar eskimeden, siz de torunlarınız için bir örtü işleyebilir ya da seçeceğiniz bir deseni kumaşa nakşedip çerçeveletebilirsiniz. 58 signing. The “nakkash” were working under the authority of the “Chief Miniaturist or Engraver” at the “nakkaşhane”, the painting and design atelier of the imperial court. Since the fabric patterns matching the era’s taste and fashion were designed at the imperial painting and design workshop, we observe a recurring uniformity in the Ottoman style of art in different designs and compositions. Craftsmen working under the Chief Engraver were entrusted various tasks including all kinds of ornamentation and decoration; from the drawing of miniatures for books to the painting and decoration of mosques and palaces. It is known that nearly five hundred craftsmen were employed in the imperial atelier during the reign of Sultan Mehmet the Conqueror. Therefore, when we refer to the “art of embroidery” in the Ottoman Empire, this should not be construed as an embroidery technique applied on fabrics only, but as a broader term defining all the different techniques of drawing and painting on glass, ceramics, wood and even stone and stucco. During the Ottoman period, Bursa was the main centre for the art of embroidery, as well as for the art of weaving. The palace rooms were decorated with patterned velvet and silk draperies. Also the Sultans’ caftans were manufactured from the most exclusive fabrics by the most dexterous hands. In fact, we can see embroidering women figures in the miniatures of the famous miniaturist of the “Tulip Period” (Ottoman period of enlightenment in the 18th century), Abdülcelil Çelebi known under the pen name of Levni. Other such examples depicting embroidery are the two paintings by Ruhi Arel, the founder of the Ottoman Society of Painters, entitled “Girl with the Embroidery Hoop” and “Girl Performing Embroidery on a Tambour”. Nowadays, embroidery as well as other crafts is slowly coming to the point of exhaustion. One by one the masters of embroidery fade away; young people do not show much interest in this beautiful art, which is facing the danger of being lost. However, there are some community centres and special courses in certain municipalities committed to continue the art of embroidery. If you’re interested in this art, if you want to learn the technique of embroidery we advise you to participate in such courses. Before the cushions inherited from your grandmother totally wear up, you can fabricate some embroidered napkin for your grandchildren or frame up an embroidery that you create with the pattern and fabric of your choice. GEÇMİŞ VE GELECEK KOLEKSİYON SERGİSİ 500 yıllık tarihi hanın olağanüstü dönüşümü Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi MÜZELER Museums damat rüstem paşa 16. yüzyılda yaptırmıştı... etrafında pazar yeri bulunan bir kervansaraydı. 20. yüzyılın başında tiftik ve deri ticareti yapılan yıkık bir hana dönüştü. son yüzyıl içinde daha da hırpalandı ve nihayet terkedildi, ta ki 2003 yılına gelene kadar... The remarkable transformation of a 500-year-old inn Çengelhan Rahmi M. Koç Museum Damat Rüstem Pasha had it built in the 16th century, as a caravanserai with a market place next to it. At the beginning of the 20th century it turned into a rundown facility used for mohair and leather trade. In the course of the last century, it was even further worn down and finally abandoned, until the year 2003… Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi Arşivi 60 nkara Kalesi’nin eteklerinde, 16. yüzyıldan kalma tarihi bir han... Ankara’nın Hanlar Bölgesi’nde özgünlüğünü bugüne kadar koruyabilmiş ender yapılardan biri. Geçmişin pazar yeri ve oteli, bugünün Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi... Çengelhan, Kanunî Sultan Süleyman döneminde, Mihrimah Sultan’ın eşi Damat Rüstem Paşa tarafından 1522–1523 yıllarında yaptırılmış. Beş yüz yıl önce tipik bir Anadolu kervansarayı, yani avlusunda pazaryeri bulunan bir otel olarak inşa edilmiştir. 16. ve 17. yüzyıllarda Ankara merkez olmak üzere bölgenin ticari trafiği geliştikçe Çengelhan da önemli hanlar listesindeki yerini almış. Ankara Kalesi’nin ana giriş kapısının karşısında, eskiden At Pazarı olarak anılan yerde, bedestenlerin yakınında konumlanan han, 20. yüzyılın sonlarında terk edilmeden önce, tiftik, yapağı ve ham deri satışlarının yapıldığı bir toptan satış merkezi olarak kullanılmış. Kareye yakın dikdörtgen planlı mimari yapısıyla klasik Osmanlı kent içi hanlarının güzel bir örneğini oluşturuyor. Çatısı alaturka kiremitli, kapısının üstünde sivri beşik tonozlu bir eyvan, ortasında ise üstü açık bir avlu yer alıyor. Duvarları Roma dönemini yansıtan üç sıra tuğla hatıl ve bir sıra kaba yontu taşı kullanılarak almaşık teknikle örülmüş. Avlunun ortasındaki tek katlı dikdörtgen yapı ise Koç Holding’in kurucusu merhum Vehbi Koç’un iş yaşantısına A 16th century historic inn at the edge of the Ankara Citadel... One of the rare structures of Ankara’s Zone of Hans (Inns) to have preserved its authenticity. A market place and hostelry of the past, today’s Çengelhan Rahmi M. Koç Museum... Çengelhan had been built in the years 1522-1523 during the reign of Sultan Süleyman the Magnificent, by the husband of his daughter Princess Mihrimah Sultan, Damat (Groom) Rüstem Pasha. It was built five hundred years ago as a typical Anatolian caravanserai, i.e. as a hotel with a marketplace located in its courtyard. As the commercial relevance of the Ankara region was growing throughout the 16th and 17th centuries, Çengelhan took its place in the ranks of leading public houses. Situated opposite the main entrance of the Ankara Citadel, on the emplacement of the former Horse Market, positioned next to the bazaars, the facility was used as a wholesale centre for the trade of mohair, sheep wool and raw hide, before being abandoned at the end of the 20th century. It is a typical example of the classical Ottoman urban inns architecture with its quasi-square rectangular floor plan. The roof is covered with classical tiles; the gate is endowed with a barrel-vaulted pointed iwan on its top. The building is structured around an open courtyard in its centre. The walls are built using a masonry technique reminiscent of the Roman era, consisting of 61 INDUSTRY MUSEUMS IN THE WORLD AND IN TURKEY Çengelhan Rahmi M. Koç Museum’s Curator Mine Sofuoğlu describes the evolution of industry museums in the world and in Turkey in following terms: DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SANAYİ MÜZELERİ Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi, Müze Sorumlusu Mine Sofuoğlu dünyada ve Türkiye’de sanayi müzelerinin ortaya çıkışını şöyle özetliyor: “İlk sanayi müzeleri, başlangıçta, var olan koleksiyonların korunup saklanmasından ziyade ilgili yüksek öğretim kurumlarının ve sanayi çalışanlarının uygulama ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuştu. Bunlardan en önemlisi ise 1794’de Paris’te kurulmuş olan Musée des Arts et Métiers’dir. Conservatoire National des Arts et Métiers’e bağlı olarak kurulan bu müzenin koleksiyonu fabrikalardan ya da zanaatkârların tezgâhlarından sökülen parçalardan oluşmaktaydı; en büyük amaç ise elde edilen koleksiyonu uygulama amaçlı kullanıma sunarak yeni zanaatkârlar ve tasarımcılar yetiştirmekti. 20. yüzyılın başında ise ikinci kuşak sanayi müzeleri olarak nitelendirilebilecek bir takım müzeler kuruldu ki Münih’teki Deutsches Museum ve Chicago’daki Bilim ve Endüstri Müzesi bu sınıfın ilk örneklerine dâhil edilebilir. İkinci kuşak müzelerin öncelikli amacı ise zanaatkâr yetiştirmekten ziyade halkın eğitilmesi idi ve koleksiyonlarında dokunulabilir, bas-çalıştır özelliği ile çalıştırılabilen objelere yer verilmekteydi. Sanayi müzeciliğini üçüncü aşamaya taşıyan etken ise Albert Einstein’ın 1922 yılında Paris’i ziyaret etmesi sonucu yaşanan gelişmelerdir. Bu ziyaret sonucu halkın bilim ve fen alanındaki eğitimi konusunda bir uyanış başlamış ve tek misyonu halkı bu alanda eğitmek ve bilgilendirmek olan bilim müzeleri açılmaya başlamıştır. Bu gelişmelerle birlikte sanayi müzeleri de kendilerini yenilemiş ziyaretçiyi tamamen katılımcı hale getiren, interaktif müzeler kurulmaya başlamıştır. Baltimore, Bradford ve Sheffield Endüstri Müzeleri bunların en önemlileri arasında sayılabilir. Batı ülkeleri, Sanayi Müzeleri konusunda yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe sahipken 1994 yılında İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi’nin kurulmasıyla birlikte Türkiye de ilk sanayi müzesi ile tanışmış oldu. Kısa zamanda dünya literatürüne girmeyi başaran Rahmi M. Koç Müzesi ilk etapta Haliç’in Hasköy kıyısında 12. yüzyıldan kalma bir Bizans binasının temelleri üzerine kurulmuş, ‘Lengerhane’ adı verilen 18. asır Osmanlı binasında hizmet vermeye başlamış, 2001 yılında kıyıdaki Hasköy Tersanesi’nin de müze kompleksine katılmasıyla birlikte bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi’nin ilk şubesi olan Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi ise Ankara’nın ilk ve Türkiye’nin ikinci sanayi müzesi olarak 2005 yılının Nisan ayında ziyarete açılmıştır.” 62 “In the beginning, the first industrial museums were established in order to meet the practical training requirements of higher education institutions and industry professionals, rather than for the conservation and preservation of the existing collections. The most important of these, which was founded in 1794 in Paris, is the “Musée des Arts et Métiers” (Museum of Arts and Crafts). The collection of the museum established as a dependency of the “Conservatoire National des Arts et Métiers” (National Academy of Arts and Crafts), consisted of machine parts or tools removed from existing factories or artisans’ workbenches. The principal aim of the museum was the instruction of new artisans and designers by utilizing the collection thus obtained for the practical training of apprentices. At the beginning of the 20th century, a set of new museums, that could be described as the second-generation industrial museums, were founded such as the “Deutsches Museum” in Munich and the “Museum of Science and Industry” in Chicago, which can be cited as the first examples of this category. The primary purpose of the second generation industry museums was to educate the public, rather than the training of craftsmen. They included in their collections, objects that could be touched, instruments in working condition and devices with pointand-play capability. The developments, which followed Albert Einstein’s 1922 visit to Paris, paved the way to the third stage in the history of industrial museums. Indeed, that visit turned into the occasion of an awakening of the people in the field of science and science education. Subsequently, a new range of science museums with the sole mission of educating and informing the public in this area began to be established. With these developments, industrial museums began to adopt a new approach as well, by introducing interactive methods. The newly established innovative museums began to offer to their visitors a fully participatory role to play. Baltimore, Bradford and Sheffield Industrial Museums are to be quoted as the leading institutions in this regard. While industrial museums enjoy a past of nearly 200 years in Western countries, Turkey became first acquainted with such an institution through the establishment of the “İstanbul Rahmi M. Koç Museum” in 1994. Acknowledged in relevant world literature soon after its inception, the museum was initially established in an 18th century Ottoman building called “Lengerhane”(Anchor house), which was erected on the foundations of a 12th century Byzantine structure situated on the banks of the Golden Horn at the Hasköy coast. With the integration in 2001 of the Hasköy Shipyard into the museum complex the establishment reached its current boundaries... The Çengelhan Rahmi M. Koç Museum, which is the first outer branch of the İstanbul Rahmi M. Koç Museum, was opened to the public in April 2005, as Ankara’s first and Turkey’s second industrial museum.” başladığı yıllarda kullandığı bir dükkâna da ev sahipliği yapmış. Rahmi M. Koç’un doğduğu ve büyüdüğü şehre hizmet vermek amacıyla, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü - Ankara Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden kiralanan yapı, 2003 yılında restore edilmeye başlanıyor. 2005 yılına kadar süren yenileme sırasında, bina aslına sadık kalınarak sağlamlaştırılıyor ve avlunun üzeri cam ile kapatılarak koruma altına alınıyor. Çengelhan, Nisan 2005’te Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’na bağlı bir müze olarak ziyarete açılıyor. Ameliyat aletlerinden otomobillere üç bin eser Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı bünyesinde yer alan, Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi, tüm ülkelere ve geçmişten günümüze alternating three rows of horizontal beams made of brick with a row of rough-cut stones. The single-storey rectangular building in the middle of the courtyard once hosted a shop used by Vehbi Koç, the late founder of the Koç Holding at the beginning of his business life. His son Rahmi M. Koç, the current Honorary President of Koç Holding, launched the restoration of the building in 2003 as a as a gesture of loyalty towards the city where he was born and raised. In the framework of the renovation project which was completed in 2005, the building rented from the Prime Ministry General Directorate of Foundations’ Regional Directorate of Ankara, has been thoroughly reinforced and restored in conformity with its original configuration and its inner courtyard covered with glass. Finally in April 2005, Çengelhan was inaugurated as a museum of the Rahmi M. Koç Museum and Cultural Foundation. A collection of three thousand items from surgical instruments to automobiles Çengelhan Rahmi M. Koç Museum is an institution devoted to collecting, housing, researching, preserving and exhibiting objects and documents related to industry and engineering from all countries and all eras past to the present. The Museum welcomes its visitors in a total of 32 rooms, with a collection of over 3000 objects illustrating the history of various branches of industry from medical instruments to maritime and road transportation and aviation. The collection which offers a rich variety of pieces from small models, to steam engines and classic cars includes objects that date back to the 17th century. 63 İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi ve Ankara Çengelhan Rahmi M. Koç Müzeleri TripAdvisor tarafından “Travellers Choice 2013” ödülüne layık görüldü Türkiye’de ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine adanmış ilk önemli müze Rahmi M. Koç Müzesi, ve Ankara’nın ilk sanayi müzesi Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi TripAdvisor tarafından “2013 Yılı Travellers Choice” ödülüne layık görüldü. Sanayiden havacılığa, denizcilikten, askeri teknolojilere ve otomotive kadar oldukça geniş bir ilgi alanı olan, ilginç anılar ve öykülerle dolu, eğlenceli, modern ve öğretici bir yakın tarih hazinesi İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi ve Ankara’nın ilk ve tek sanayi müzesi Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi dünya genelindeki en büyük seyahat sitelerinden biri olan TripAdvisor tarafından ödüllendirildi. Dünya genelinde yapılan misafir değerlendirmeleri sonucu belirlenen ve 5 üzerinden minimum 4,5 puan alan otel ve işletmelerin layık görüldüğü TripAdvisor ödüllerine layık görülen İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi ve Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi aynı zamanda TripAdvisor’ın milyonlarca kullanıcısının oyları neticesinde belirlenen “Travellers’ Choice 2013” listesinde yer aldı. Seyahat eden gerçek kişilerden güvenilir tavsiyeler ve rezervasyon araçlarına doğrudan bağlantılar içeren zengin seyahat seçenekleri ve planlama özellikleri bulunan TripAdvisor’ın, misafir memnuniyeti anketi sonuçlarını göz önünde bulundurarak hazırladığı “2013 Yılı Travellers Choice” listesinde Ankara’nın ilk sanayi müzesi olan aynı zamanda Ankara ve Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili objelere koleksiyonunda yer veren Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi 92 gezilecek yerler listesinde ikinci sırada yer alırken, her geçen gün yeni objelerin katılımıyla daha zengin koleksiyona sahip olan İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi ise 584 gezilecek yerler listesinde dokuzuncu sırada yer aldı. Rahmi M. Koç Müzesi ve Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi yalnızca objeler için ziyaret edilen bir mekan olarak değil ziyaretçilerin dilediği zaman bir şeyler yemek içmek, arkadaşlarıyla sosyalleşmek için geldiği interaktif mekan olarak hizmet veriyor. Rahmi M. Koç Müzesi Türkiye’de ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine adanmış ilk önemli müze. Müzenin koleksiyonu, gramofon iğnesinden gerçek boyutlarda gemilere ve uçaklara kadar uzanan binlerce objeyi içeriyor. Çengelhan Rahmi M Koç Müzesi ise Ankara’nın ilk ve tek sanayi müzesi. Müze ulaşım, sanayi ve iletişim tarihine adanmış olmakla birlikte, koleksiyonda Ankara ve Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili objelere de yer veriliyor. 64 An Award for Rahmi Koç Museums by TripAdvisor İstanbul Rahmi M. Koç Museum and Ankara Çengelhan Rahmi M. Koç Museum have been given the “Travellers Choice 2013” Award by TripAdvisor, the biggest tourism agency in the world. İstanbul Rahmi M. Koç Museum, the first museum dedicated to transportation, industry and communication, and Çengelhan Rahmi M. Koç Museum, the first industry museum in Ankara, were presented the “Travellers Choice 2013” Award by TripAdvisor, the biggest tourism agency in the world. This award is given to hotels and companies attaining at least 4 points out of 5. These two museums were put on the list “Travellers’ Choice 2013” through the votes of millions of TripAdvisor users. TripAdvisor, which includes direct contacts to reliable recommendations and reservations given by real travelers, made a list. Çengelhan Rahmi M. Koç Museum was ranked 2nd out of 92 places to go and İstanbul Rahmi M. Koç Museum with a rich collection of new items that is growing by the day was ranked 9th out of 584 . These two museums not only exhibit but serve as interactive places where the visitors can drink and eat or socialize with friends. İstanbul Rahmi M. Koç Museum is the first important museum dedicated to transportation, industry and communication. The collection of Rahmi Koç Museum includes thousands of objects from gramophone needles to life-size ships and aircraft. Çengelhan Rahmi M. Koç Museum is the first industry museum in Ankara, and exhibits items relating to Mustafa Kemal and Ankara City in its collection. http://www.rmk-museum.org.tr tüm dönemlere ait, endüstri ve mühendislikle ilgili objelerin ve belgelerin toplanması, ev sahipliği yapılması, araştırılması, korunması ve sergilenmesine adanmış bir kurum. Müze toplam 32 odada, denizcilikten karayolu taşımacılığına, havacılıktan tıbba kadar uzanan pek çok sanayi kolunun geçmişini gözler önüne seren üç binden fazla obje ile ziyaretçilerini karşılıyor. Küçük modellerden, buhar motorlarına ve klasik otomobillere kadar uzanan zengin bir çeşitlilik sunan eserlerin tarihi 17. yüzyıla kadar dayanıyor. Müzedeki en eski objeler 1600’lerde Araplar tarafından kullanılmış olan usturlaplar (astronomi ölçümlerinde kullanılmış tarihi ölçüm cihazı) ama ağırlıklı olarak 19. ve 20. yy. dan kalma objeler sergileniyor. Müze koleksiyonunun çok büyük bir bölümü Rahmi M. Koç’un sanayiye duyduğu ilgi ile oluşan kişisel girişimlerin sonucu edinilen objelerden oluşuyor. Bunun yanında şahıslar ve kurumlarca müzeye bağışlanmış ya da süreli olarak verilmiş objeler de var. Örneğin Özden Toker’in izniyle belirli dönemlerde İsmet İnönü’nün tüfekleri sergileniyor. İnteraktif müze Müzenin temel amacı özellikle çocuk ziyaretçilerin hayal güçlerini canlandırarak, onları geleceğe hazırlamak. Bu amaçla hazırlanan Eğitim Paketi de ilköğretim okullarının hizmetine sunulmuş. Müzenin en önemli özelliklerinden bir tanesi ise ziyaretçiler ile koleksiyon arasında kurulan interaktif bağ. Yani ziyaretçilerin objelere dokunmaları ve hatta objeye ait sistemi kullanmaları serbest! Semafor bayrağı, güneş saati ya da bir teleskopun nasıl kullanıldığını uygulayarak öğrenen ziyaretçiler, çalışan bir deniz motoru veya bir makine atölyesi modelini inceleyerek, objelerin çalışma prensiplerini deneyerek öğreniyorlar. Böylece müze, 21. yüzyılın yeni müzecilik anlayışı olan “yaşayan müze” kavramını hayata geçirerek, yalnızca sergilemekle kalmıyor, ziyaretleri daha aktif, katılımcı ve eğlenceli kılıyor. Tıpkı dünya müzelerinde olduğu gibi Çengelhan Rahmi M. Koç Müzesi de bir kültür merkezi olarak çalışmanın önemine inanıyor. Bunun için “Geçici Sergi Salonu”nda çeşitli sergiler düzenleniyor, Çengelhan Brasserie’nin ev sahipliğinde mini konserler, çeşitli etkinlik ve organizasyonlara imza atılıyor. http://www.rmk-museum.org.tr The oldest objects in the museum are the astrolabes (medieval instrument now replaced by the sextant that was once used to observe and calculate the position of the sun or other celestial bodies) used by Arab astronomers in the 1600’s; but the larger part of the items on display date mainly from the 19th and 20th centuries. The vast majority of the Museum’s collection consists of objects acquired as a result of personal initiatives by Rahmi M. Koç by virtue of his keen interest for the world of industry. In addition, there are items donated or loaned on term to the museum by individuals and organizations. For example, the rifles collection of former Turkish President İsmet İnönü is presented to the public for certain periods, by courtesy of his daughter Özden Toker. Interactive museum The main purpose of the museum is to stimulate the imagination of visitors, especially children, in order to prepare them for the future. For this purpose, the Museum has created an Educational Package that was made available to elementary schools. One of the most important features of the museum is the interactive bond established between the collection and the visitors. So, not only are visitors allowed to touch the objects, they are even encouraged to operate their mechanisms. Students learn the working principles of objects and instruments by examining a still operable marine engine or the model of a machine workshop; they learn in practice how to use a semaphore flag, a sundial or a telescope. Thus, the museum does not confine itself only to the task of exhibiting, but also offers to the public the possibility of more active, participatory and entertaining museum visits, by implementing the “living museum” system which corresponds to the 21st century’s new museum concept. Çengelhan Rahmi M. Koç Museum believes in the importance of functioning as a cultural centre, in line with the working methods of world museums. In this spirit, various term exhibitions take place at the “Temporary Exhibition Hall” of the museum; a range of activities, events and mini concerts are being hosted by the Çengelhan Brasserie located on the museum premises. http://www. rmk-museum.org.tr 65 S VAS T İ K A o aslında korunmanın simgesi! biz onu “gamalı haç” diye tanıyoruz ama o aslında “korunmanın” simgesi. çatalhöyük’ten didim’e, hititler’den hacılar’a, anadolu’daki tüm antik kentler, arkeoloji müzeleri svastika motifleri ile süslenmiş eserlerle dolu. “Swastika”? The hooked cross known as “swastika” is actually a figure used as a symbol of protection in the Antique world. All the ancient cities and Hittites’ historical sites in Anatolia, Çatalhöyük, Didim, Hacılar etc. are adorned with monuments decorated with Swastika motifs as well as archaeological museums filled with lots of objects ornamented with this icon. Anadolu’da Svastika motifli eserlerden bazıları: Germencik Lahti ve detayı, Aydın Arkeoloji Müzesi (yanda). Klazomenai (Urla) kazılarında çıkartılan lahit kapakları (sağ sayfa, sol üstte). Sebasteion Kabartmaları, Aydın Afrodisias Müzesi, Sevgi Gönül Salonu (sağ sayfa altta). Ankara, Polatlı Gordion Müzesi’nde sergilenen Orta/Geç Frig buluntularından Meander motifli mobilya süsleri (sağ sayfa, sağ üst köşede). Some of the artefacts bearing Swastika designs found in Anatolia: the Germencik Sarcophagus and details, Aydın Archaeological Museum (on the side). Sarcophagus covers extracted from the Klazomenai (Urla) excavations (right page, top left). Sebasteion Reliefs, Aydın Aphrodisias Museum, Sevgi Gönül Hall (right page). 66 “O”nu görünce genellikle aklımıza ilk gelen hem de gamalısından bir haç belki, ama o simge aslında öyle masum, üstelik öyle önemli roller üstlenmiş ki! Hele Nazi ambleminin onunla hiç ilgili olmayıp, aslında “SchutzStaffel”; “Koruma Birliği”ni simgeleyen iki “S”den ibaret olduğu söylenirken, bu evrensel kültür simgesinden bu kadar tedirgin olmak sanki büyük haksızlık! Etimoloji Sanskritçe’de “su” (iyi) ve “asti” (olmak) köklerinin bileşiminden oluşan bu simgenin adı “Svastika”! Uzakdoğuda “iyi olmak” demek. “Gamalı haç” diye adlandırılması ise ters duran 4 “L”nin Bizans’ta, Yunancadaki “gamma”ya benzetilmesinden dolayı. Fransızlar da ona “croix gammée”; “gamalı haç” demişler, Türkçe’ye de öyle girivermiş. Almanlar “Hakenkreuz”; “kancalı haç”, İngilizler de hem “swastika” hem de “crooked cross”, “gammadion” ve “fylfot” diyorlar. Bazıları, onun güneş ışınlarını simgelediğini söylerken, bazıları da sürtünmeyle ateşin icadına kadar götürüp, erkek ve dişinin birleşmesinden, uçan leyleğe kadar yorumları genişletiyor. Öncü Türk kavimlerini temsil edenler, Onu Sivas, Karlı köyü çeşmesindeki motif gibi “Oz Damgası” ile “ölümden sonra tanrıyla buluşma”ya doğru gönderiyor! Bazı Türk akademisyenler “çarkıfelek” ya da “meander” demeyi yeğliyor. “Meander” ise eski Yunan, ya da Batı Anadolu uygarlıklarından kaynaklanan, bildiğimiz Menderes Nehri’nin kıvrımlarını simgeleyen bir kavram. Genel kabul, onun 4 kozmik gücü -ateş, su, hava, toprak- simgelediği yönünde. “Svastika”, kesişip kollarla çeşitlenen iki düz çizgiden oluşan, genellikle bir karenin içinde olsa da daire gibi farklı biçimlere de dönüşebilen bir simge. Kolları sağa dönükler olumlu, sola dönükler de “saat yönünün tersi” ve olumsuz çağrışımlı sayılıyor. Dinamik yapısıyla svastikalar düzensiz bir çokgen olarak da kabul edilebildiği gibi kollarının artırılıp eksiltilmesi, yer ve yön değiştirilmesiyle farklı biçimler de alıyor. Sanat ve arkeolojide svastika Svastika Hindistan, Çin, Avrasya, Altaylar, Güney Sibirya, Orta Asya, Kafkaslar, Tibet, Av- It is a symbol which was used in many regions of the world and characterized the most innocent and positive spiritual contents since prehistoric times. However it acquired later a negative connotation as the emblem of the Nazi Party and the Third Reich; although there is also a different version concerning the origin of that Nazi emblem, suggesting that it was made of the two “S” letters - crosswise superposed - contained in the word “Schutzstaffel” (Protection Patrol) which was the name of a particularly ruthless special German military unit known as the “SS”. Etymology The word originates from the Sanskrit svastika, composed of “su”- (well) and “asti” (being), literally meaning “being fortunate”; thus used as symbol of well-being in the Far East. In Byzantium it was named after the third letter of the Greek alphabet Gamma: Γ, as the “cross with gammas” because it looked like a figure composed of the combination of four Greek “Γ” gamma letters. This is why it is called “Croix Gammée” in French and “gamalı haç” in Turkish language. The German word “Hakenkreuz” means the ‘cross with hooks or hook-cross’. In English language it is called “swastika”, as well as “crooked cross”, “gammadion” and “fylfot”. Some say that it symbolizes the sun’s rays, while others interpret it as the symbol of the invention of fire by friction, or the sign of the union of male and female, or even of flying storks. The early Turkish tribes settled in Anatolia referred to that figure as “Stamp of Oz”, as seen on the fountain of the Karlı village in Sivas province, believed to represent the “meeting with God after death”. Some Turkish scholars prefer to call it “wheel of fortune” or “meander” from the ancient Greek word “Meander”, possibly originating from the old Western Anatolian civilizations, and known to us as a notion representing the 67 Milas, Firuz Bey Camii’nin giriş kapısı (sağda), Orthosia Mozaiği (Aydın Arkeoloji Müzesi (sol altta) ve Denizli’deki Akhan cephe detayları (sağ üstte) ve Didim Apollon Tapınağı sütunlarından biri. Milas, Firuz Bey Mosque entrance door (top left), Orthosia Mosaic, Aydın Archaeological Museum (bottom left), and one of the columns of the Temple of Apollo in Didyma. rupa, Afrika ile Kuzey ve Güney Amerika kıtası, Mezopotamya ve Antik Yunan dahil, Anadolu kültürlerinde yaygın bir öge. Bilinen en eski motife ise Ukrayna’nın Çernigov ili yakınlarında bulunan Kostenki ve Mezinsk yerleşimlerinde rastlanmış. Mezopotamya ve Anadolu’da bu simgelerin en erken örneklerine Çatalhöyük toprak damga mühürlerinde, Cilalı Taş devrine ait tabletler ve ev gereçlerinin bir kısmında, Bademağacı Höyüğü’nde bulunan pişmiş toprak mühürde ve Hacılar boyalı seramiklerinde de rastlamak mümkün. Demek ki, Hitit’lerin güneş kursundan, Milas, Firuz Bey Camii’nin giriş kapısı üzerine, Diyarbakır surlarındaki Süryanice kitabeler ve motiflerden, Konya Karatay Medresesi ve Amasya Hatuniye Camii çeşmesindekilere kadar svastikalar Anadolu’da da bizimle birlikte yaşamakta! http://onturk.wordpress.com/tag/swastika http://mukaddime.artuklu.edu.tr/makaleler 68 curves of the Menderes (Meander) River flowing in that area. It is also generally accepted that Swastika represents the four cosmic powers of fire, water, air, and earth. “Swastika” is an icon consisting of two intersecting straight lines diversified through bending arms, usually placed in a square but which can be converted into different formats, such as circles. When its bent arms are directed “clockwise” to the right, it has a positive connotation and vice-versa when they are directed “counterclockwise” to the left, it is considered to have a negative connotation. Swastikas with their dynamic structure can be considered as an irregular polygon, which can take diverse forms by increasing or decreasing the number of arms and changing their direction and alignment. Swastika in Art and Archaeology Swastika is a common cultural element found in India, China, Eurasia, Altay Mountains, South Siberia, Central Asia, the Caucasus, Tibet, Europe, and Africa and in the North and South American continent, Mesopotamia and Ancient Greece, including the civilizations of Anatolian Antiquity. But the most ancient swastika motif known was found in Ukraine, at the Kostenki and Mezine Palaeolithic settlements, near the city of Chernigov. The earliest examples of these icons found in Anatolia and Mesopotamia, were seen on the earthenware stamp seals in Çatalhöyük, on tablets and household utensils from the Neolithic Age, on the terracotta seals discovered at the Almond Tree Mound (Badem Ağacı Höyüğü)and on the coloured ceramics unearthed at the Hacılar settlement. From the Hittite solar course, to the Milas Firuz Bey Mosque on the entrance door, from the Syriac inscriptions and motives on the City Walls of Diyarbakır, up to the Karatay Medrese in Konya and the fountain of the Hatuniye Mosque in Amasya, swastikas are everywhere with us... http://onturk.wordpress.com/tag/swastika http://mukaddime.artuklu.edu.tr/makaleler SANDIK ODASI Storage Room VENÜS Bir tablo düşünün ki, sanat dünyasında adını duymayan olmasın… Üzerine yazılanlar ciltler doldursun… Paha biçilemesin… Ama, kelimenin “gerçek” anlamıyla Sandık Odası’na mahkum olsun. Yüzyıl boyunca gözlerden uzak, kaybolduğu zannedilirken tesadüfen bulunsun. Ancak bu kez, “müstehcen” bulunduğu için bir salona hapsolup kalsın! Gustave Courbet’nin “Dünyanın Kökeni”, işte tam da böyle tablo. Şöhretini de üzerindeki “adı konmamış sansürü” de konusuna borçlu. Tablo, bir kadını “fazlasıyla çıplak” resmediyor. Nü’lere alışık sanat dünyasında bile, pek çok kişiyi rahatsız edecek kadar “gerçekçi bir çıplaklık” sergiliyor. Aslında, Sandık Odası’nın bu en ünlü tablosunda, başroldeki isimlerden biri buralı. Sanat aşığı, dünyaca tanınmış bir koleksiyoncu, diplomat Halil Şerif Bey. Courbet’ye tabloyu ısmarlayan da zaten, o. Ancak Halil Şerif Bey, koleksiyon ve yanı sıra kumar tutkusu ile servetini tüketince, son görevini yaptığı Paris’te tablolarını elden çıkarmaya başlamıştı. Onlardan biri, Dünyanın Kökeni tablosuydu. Yaklaşık bir yüzyıl nerede, kimde olduğu bilinemedi. 1995 yılında bulunduğu zaman, Paris d’Orsay Müzesi tarafından satın alındı ve Courbet koleksiyonuna eklendi. Sanat dünyası genel yargılardan uzak kalamıyor hiç kuşkusuz. Adı konmuş ya da konmamış sansüre, kimi zaman müstehcenlik neden oluyor. Kimi zaman da politika! Buna en çarpıcı örnek, herhalde Hitler’den başkası olamaz. Politikasının tam aksine son derece başarılı bir ressamdı. Çok sayıda tablo üretmişti. Ancak, 2. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir isim olarak, sadece siyaset değil sanat dünyasının da kara listesine alındı. Birkaç yıl önce, “bir hayranı” bulduğu tablolarıyla sergi açmaya kalkıştı. Öyle büyük tepki aldı ki, açamadı. Sandık Odası’nda sırlar her zaman böyle karanlık değil elbette. Bazen komik, ilginç ya da gülümseten sırlar da çıkıyor karşımıza. Botticelli’nin ünlü “Venüs’ün Doğuşu” tablosunu hatırlayın. Denizin köpüklerinden ölümsüz bir güzellik doğuyor. Ve izleyenlere kimbilir nasıl saf, güzel duygular ilham ediyor. Oysa... How was VENUS actually born? Consider a painting known to the whole world... A priceless work of art on which scores of books were written... Having nevertheless been “sentenced” to seclusion in the “Storage Room”, and discovered by chance a hundred years later at a time when it was thought to have disappeared altogether. However, regarded as “obscene” this time around, and having had to remain trapped in a room for heaps of time! “L’ Origine du monde” (The Origin of the World) by Gustave Courbet is precisely such a painting. It owes its reputation to the unpronounced censorship it has been subjected to. The canvas depicts the nudity of a woman in an explicit posture, considered by many as “too naked”. The composition displaying a “realistic nudity” is shocking to many people even in the world of art which is normally used to nudity. Interestingly the art loving collector known to have commissioned the work from Courbet was from our neighbourhood. Halil Şerif Bey - Halil Sherif Bey, an Ottoman diplomat, former Ambassador of the Ottoman Empire in Athens and Saint Petersburg who had eventually moved to Paris was the initial owner of the work. After Halil Bey’s finances were ruined by gambling, the painting subsequently passed through a series of private collections. Finally the Musée d’Orsay in Paris purchased the painting in 1995 and included it in its Courbet collection. Certainly, the world of art cannot stay away from the impact of general judgments. Sometimes so-called “obscenity”, at other times politics constitute alibi for open or covert censorship! The most striking example of this is the case of Hitler. Notwithstanding his horrible political crimes, Hitler was a painter who produced a large number of paintings. However, as a dictator who caused the death of millions of people during the Second World War, he was put on the black list not only of politics but also of the world of art. A few years ago, an art amateur attempted to organize an exhibition with a number of the Hitler paintings he came across. But his project provoked such a big reaction that the exhibition never materialized. The secrets of the Storage Room are not always that dark. We are often faced with interesting stories that make us smile. Remember Botticelli’s famous. Wikipedia Botticelli’nin 1486 tarihli Venüs’ün Doğuşu tablosu Floransa Uffizi Müzesi’nde sergileniyor (solda), Macchietti’nin 16. yy.da yaptığı Lorenzo de Medici tablosu (yukarıda), Botticelli’nin otoportresi ve Venüs’ün Doğuşu’ndan detaylar (sol sayfa). Botticelli’s “The Birth of Venus” dated 1486, is on display at the Uffizi Gallery in Florence (left); the Lorenzo di Medici portrait painted in the 16th century by Macchietti (above); Botticelli’s self-portrait and details from the Birth of Venus. 70 “Venüs’ün Doğuşu”, sadece Botticelli’nin değil, dünyanın en ünlü tablolarından biridir. Ancak asıl öyküsünü uzmanlar ve meraklılar dışında pek az kişi bilir. Tablo, sanatçıya Lorenzo de Medici tarafından sipariş edilmiştir. Floransa’da üç yüzyıl hüküm süren, 4 papa, iki Fransa kraliçesi çıkartan Mediciler, sanat dünyasına da olağanüstü bir hazine kazandırmıştır. Floransa’daki saraylar, o sarayları süsleyen tablolar, heykeller çoğunlukla Medici ailesinden yadigar kalmıştır. Botticelli de, Medici ailesinden sipariş alma şansına eren sanatçılardandır. Ve onlardan biri de, Lorenzo de Medici tarafından “bir düğün hediyesi” olarak istenmiştir. Kendisi de usta bir ressam olarak bilinen Lorenz de Medici, tabloyu kuzenine hediye edecektir. Düğün hediyesi olacağı için de -kibarca söylemeye çalışırsak- “etkileyici bir cinsellik” çağrıştırmalıdır. Botticelli, kuzen Medici için “Venüs’ün Doğuşu” tablosunu yaratır. Tablo, uzun yıllar kuzenin yatak odasını süsler. 1400’lerin sonlarından günümüze kadar da, yine Floransa’da, milyonlarca kişiyi kendisine hayran bırakarak sergilenmeye devam eder. The Birth of Venus painting; an incomparable beauty emerges from the foam of the sea, inspiring nice and pure emotions to the viewers. The Birth of Venus is not only Botticelli’s best known work but also one of the world’s most famous paintings. Nevertheless, the true story behind this masterpiece is known by very few people besides experts and art connoisseurs. Botticelli was commissioned to paint the work by the Medici family of Florence. The House of Medici was a political dynasty, a prosperous banking family and later royal house who reigned for three centuries in Florence. The Medici produced four Popes of the Catholic Church and two regent queens of France. Yet their biggest accomplishments were in the sponsorship of art and architecture, mainly early and High Renaissance art and architecture. The Medici was responsible for the majority of Florentine art during their reign. They commissioned most of the palaces erected during their era, including the paintings and sculptures decorating these palaces. Botticelli was one of the lucky artists held in high esteem by the Medici family. The canvas is believed to have been executed on the occasion of Lorenzo di Pierfrancesco de’ Medici’s wedding as a present by his older cousin Lorenzo il Magnifico di Medici, a respectable painter in his own right and a close friend to Botticelli. In this context the painting was supposed to evoke the right amount of a tasteful and impressive eroticism. The Birth of Venus adorned the walls of the Medici cousin’s bedchamber for many years. The masterpiece which is currently on display at the Uffizi Gallery in Florence, continued to attract the admiration of millions from the end of the 15th century up until our present-day. 71 Dünyanın En Eski Köprüsü Türkiye’de HABER TURU NEWS IN OVERVIEW Uluslararası Associated Press (AP) Haber Ajansı, Adana’da Seyhan Nehri üzerindeki Taşköprü’yü “Dünyanın en eski köprüsü” başlığıyla haber yaptı. Roma İmparatorluğu Döneminde, 384 yılında yapılan Taşköprü dünyada hala kullanılabilen en eski köprü olma özelliğini taşıyor. İmparator Hadrian tarafından mimar Auxentius’a inşa ettirilen köprü “Justinian Köprüsü” adıyla biliniyormuş. 310 metre uzunluğunda ve 11.4 metre genişliğindeki köprü 21 gözlü olarak inşa edilmiş, ancak günümüze 14 gözlü olarak gelebilmiş. 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 2-10 Kasım 2013 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi Büyükçekmece’de düzenlenen 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı; 620 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı, 200 etkinlik ve yüzlerce imza ile kapılarını kitapseverlere açıyor. Kitap Fuarları Danışma Kurulu tarafından alınan kararla tarihçi akademisyen Taner Timur 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı “Onur Yazarı” olarak belirlendi. Taner Timur’un da katılımıyla paneller ve etkinlikler düzenleyecek olan Fuar’ın teması “Tarih: Geçmişteki Gelecek” olarak belirlendi. The 32nd İstanbul International Book Fair The 32nd Istanbul International Book Fair will be held between the 2nd and 10th of November 2013, at the Büyükçekmece TÜYAP Fair and Congress Centre with the participation of 620 publishing houses and non-governmental organizations and with China as the country of honour. It will open its doors to bibliophiles with over 200 events and hundreds of autographs. By a decision of the Book Fairs Advisory Board, historian scholar Taner Timur will be the “Honorary Author” of the 32nd Istanbul International Book Fair. The leading theme of the fair, which will hold panels and events with the participation of Taner Timur as well, is “History, the Future in the Past”. Hititlerin Dini Merkezi Samsun’un Vezirköprü ilçesi Oymaağaç köyünde bulunan, Oymaağaç Höyüğü’nde sekiz yıldır yapılan kazı çalışmalarında bulunan Hititlerin dini merkezi “Nerik” gün yüzüne çıkartılıyor. Kazı Başkanı Alman Arkeolog Doç. Dr. Rainer Czichan bugün Müslümanlar için Mekke ne anlama geliyorsa Hititler için o dönem Nerik’in aynı öneme sahip olduğunu söyledi. Yapılan çalışmalarda üzerinde çivi yazısı bulunan 13 toprak tablet, mühür, dini törenlerde kullanılan küçük kaplar, mezarlar, gıda saklama çukurları, bir tünel, mabet odası temelleri, sur duvarı, sur kapısı ve çeşitli kalıntılar bulundu. Religious Centre of the Hittites “Nerik”, the religious centre of the Hittites discovered in the Oymaağaç Mound located at the Oymaağaç Village of Samsun’s Vezirköprü District, where archaeological excavations have been performed for the last eight years, is in the process of being brought to the daylight. Leader of the excavation team, German archaeologist Prof. Dr. Rainer Czichan said that the importance of Nerik for the Hittites was equal in that period, to the importance of Mecca for the Muslims today. 13 clay tablets with cuneiform inscriptions, seals, small vessels used in religious ceremonies, burials, food storage pits, a tunnel, the foundations of a worship room, city walls, city gates and several ruins were found in the course of the excavations. 72 World’s Oldest Bridge is in Turkey The International Associated Press (AP) News Agency published recently a news item with the title “World’s Oldest Bridge”, regarding the Stone Bridge over the Seyhan River in Adana. The Stone Bridge, which was built in 384 during the Roman Period, is considered the oldest bridge “still in use” of the world. Commissioned to architect Auxentius by Emperor Hadrian, the 310 meters long and 11,4 meters wide bridge was allegedly known as the “Justinian Bridge”. It was originally constructed with 21 arches, of which 14 survived to the present day. Elli senede oluşturulan İslami Eserler New York, Metropolitan Museum’da gerçekleştirilecek “Fifty Years of Collecting Islamic Art” sergisi, (Elli senede oluşturulan İslami Eserler koleksiyonu) 23 Eylül 2013 - 26 Ocak 2014 tarihleri arasında görülebilir. Sergi, Hagop Kevorkian Vakfının (Agop Kevorkyan) sponsorluğunda gerçekleştirilmekte ve İspanya’dan Hindistan’a uzanan coğrafi alanda yer alan ve 9. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar yayılan dönemde yaratılmış çeşitli eserleri kapsıyor. Serginin önemli parçaları arasında yer alan el yazmaları, sancaklar, minyatürler, metal ve ahşap üzerine el işçiliği eserlere ilave, müzenin daimi koleksiyonunda bulunan, Burhan Doğançay’ın İslami kaligrafiye yakınlığı ile bilinen “Kurdeleler” serisinden 1982 tarihli Ribbon Mania adlı eseri sergide, Türk çağdaş sanatının tek örneği olarak yer almaktadır. Bu sergi, farklı kıtalardan toplanmış olan İslami eserleri ve bunların çağdaş sanata olan yansımalarını ilk defa bir arada görme fırsatını vermektedir. Kurban Bayramında New York’a seyahat edecek sanat severler bu sergiyi kaçırmamalı. Metropolitan Museum of Art, hafta içi her gün saat 10:00 ile 17:30 arasında, Cuma ve Cumartesi günleri ise 21.00’e kadar ziyarete açıktır. Fifty Years of Collecting Islamic Art New York Metropolitan Museum is organizing a new exhibition between 23 September 2013 and 26 January 2014, under the title “Fifty Years of Collecting Islamic Art”. The exhibition sponsored by the Hagop Kevorkian Foundation, includes a vast array of works of art created in a large geographical area extending from Spain to India, and within a period spanning the 9th century to the present day. Manuscripts, banners, miniatures, products of metal and wood artisanship are important components of the exhibition. The 1982 painting “Ribbon Mania” from the “Ribbons” series of Burhan Doğançay, known for his kinship with the Islamic art of calligraphy, which was recently included in the permanent collection of the museum, will be part of this exhibition as the sole example of contemporary Turkish art. This exhibition constitutes a good opportunity to see for the first time together a wide range of works of Islamic art gathered together from different continents and to take stock of their reflections on contemporaneous art. Enthusiasts of art travelling to New York City should not miss that exhibition. The Metropolitan Museum of Art is open to visitors every weekday between 10:00 and 17:30, and on Fridays and Saturdays until 21:00 hours. Topkapı Sarayı Müzesi “El Yazma Kütüphanesi” yeniden ziyarete açıldı Açılış törenine Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun yanı sıra İl Kültür ve Turizm Müdürü Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili, Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Prof. Dr. Haluk Dursun, ilgili kurum yöneticileri ve çalışanları katıldı. Açılış konuşmasını yapan Prof. Dr. Haluk Dursun, Ağalar Camii’nde 13 müstakil kitaplığın bir araya getirilmesi ile oluşan Topkapı Sarayı Müzesi El Yazma Kütüphanesi’nin 1999 Marmara depremi ile zarar görmesinin ardından 2007 yılına kadar kullanılmaya devam edildiğini, sonrasında İstanbul Valiliği ve İl Özel İdaresi’nin katkıları ile restore edilmesine karar verildiğini söyledi. Bakan Çelik kütüphanede çok değerleri eserler olduğunu, toplam 21 bin 438 adet eserin 18 bin 622 adedinin el yazması olduğunu, diğer 2 bin 816 adedinin ise nadir basma olduğunu söyledi. Osmanlı kitap sanatının başyapıtlarından Karahisari Kur’an-ı Kerim’i, 1330-1331 tarihli minyatürlü Şahname ve 1513 tarihli Piri Reis’in Dünya Haritası gibi muhteşem eserlerin kütüphanede bulunduğunu vurguladı. . Istanbul Resitalleri Klasik Müzikseverlere... İstanbul Resitalleri’nin yedinci sezonu, uluslararası virtüözler ile başlıyor. 5 Ekim 2013’deki açılış resitali ile başlayacak olan yeni dönem, 5 Haziran 2014 tarihinde final resitali ile sona erecek. İstanbul’un en prestijli adreslerinden Sakıp Sabancı Müzesi “the Seed” resitallerin adresi olacak. 2013 yılı resital tarihleri şöyle: • Laure Favre Kahn 16 Kasım 2013 • Cristina Ortiz 12 Aralık 2013 Cristina Ortiz Laure Favre Kahn Topkapı Palace Museum “Manuscripts Library”re-opened to visitors The opening ceremony was attended by the Minister of Culture and Tourism Ömer Çelik, the Governor of the Province of Istanbul Hüseyin Avni Mutlu, as well as by the Culture and Tourism Provincial Director Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili, the Topkapı Palace Museum Director Prof. Dr. Haluk Dursun, and the managers and employees of the relevant institutions. In his opening speech, Prof. Dr. Haluk Dursun, stressed that manuscripts emanating from 13 different selfcontained libraries were initially gathered together at the Mosque of the Eunuchs building situated within the perimeter of the Topkapı Palace, to establish the Manuscripts Library of the Palace Museum. Having incurred a certain amount of damage because of the 1999 Marmara earthquake, the library continued nevertheless to function until 2007. It was then decided to proceed with its restoration, through financial support from the Governorship of Istanbul and the Special Provincial Administration, he said. Minister Çelik underlined that the library contained very valuable pieces, with 18 thousand 622 manuscripts from a total collection of 21 thousand 438 items. The remaining 2 thousand 816 pieces were rare specimen of printed works, he said. Çelik added that magnificent treasures such as the Karahisari Coran, which is one the masterpieces of the Ottoman art of books, the book Shahnameh ornate with miniatures, dated 13301331 and, the famous Piri Reis Map of the World, dated 1513 were part of the library’s collection. Anish Kapoor Sergisi Anish Kapoor’un Türkiye’deki ilk kapsamlı sergisi Sakıp Sabancı Müzesi’nde. Akbank’ın 65. yılı kapsamında sponsor olduğu sergide, Anish Kapoor’un eserleri 10 Eylül 2013-5 Ocak 2014 tarihleri arasında ziyaret edilebilecek. Küratörlüğünü Sir Norman Rosenthal’in yaptığı sergi, sanatçının mermer, kaymaktaşı gibi malzemelerle yapılan, çoğu daha önce sergilenmemiş taş eserlerine odaklanan ilk sergi olma özelliğini taşıyor. The Anish Kapoor Exhibition David Kadouch For the ears of classical music audiophiles The seventh season of Istanbul Recitals is taking start with international performers. The new season was inaugurated with the opening recital by pianist David Kadouch on 5 October 2013. The series will be concluded on 5 June 2014 with a final recital. One of Istanbul’s most prestigious addresses, the Sakıp Sabancı Museum, will host “the Seed” recitals... Dates of the Recitals to take place in 2013 are as follows: The first comprehensive exhibition of Anish Kapoor in Turkey is underway at the Sakıp Sabancı Museum since the 10th of September. The exhibition sponsored by Akbank on the 65th Anniversary of its foundation, will remain open until 5 January 2014. The exhibition curated by Sir Norman Rosenthal, is characterized as the first exhibition focusing on a set of rare works of the artist, which were not exhibited before, and made of materials such as marble and alabaster. • Laure Favre Kahn November 16, 2013 • Cristina Ortiz December 12, 2013 73 Yoros Kalesi’nde 80 Tarihi Esere Ulaşıldı HABER TURU NEWS IN OVERVIEW İstanbul Anadolu Kavağı sırtlarında bulunan ve yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen Yoros Kalesi’nde bu yıl yapılan kazılarda 80 adet tarihi eser bulundu. Bronz havan eli, hamam taşı, çini, taş gülle, ölçü kabı, Venedik camları, bronz ölçü kabı, sikke ve tophane lüleleri bulunan eserlerden bazıları. Eserlerin en eskisi 1. Beyazıt dönemine, en yenisi ise Osmanlıca yazılmış, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait. Çalışmalar sırasında ilk defa, “zenne” denilen hanım lülesi ve Yunan sikkesi de bulundu. 80 Historic Artefacts found at Yoros Castle Excavations conducted at the Yoros Castle, situated on the ridge of İstanbul’s “Anadolu Kavağı” locality at the northern extremity of the Bosphorus on the Anatolian side, whose construction period is still undetermined, yielded some concrete results this year. 80 historical artefacts were found, such as bronze pestles, bath stones, tiles, stone cannon balls, measuring cups, Venetian glass, bronze measuring cup, coins, and ceramic water pipe nozzles. The oldest pieces date back to the period of Sultan Beyazıt I and the most recent ones are some documents written in Ottoman language but dating from the early years of the Republic. A water pipe nozzle destined to the usage of women, called “zenne” was found for the first time along with some Greek coins. Savarona Müze Oluyor Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Atatürk’ün yatı Savarona’nın müzeye dönüştürülmesi için harekete geçti. Bakan Ömer Çelik Kuruçeşme’de demirli olan Savarona yatını inceledi. 1931 yılında yapımı tamamlanan Savarona, 1938’te Mustafa Kemal Atatürk’e tahsis edilmişti. Atatürk, Savarona’da sadece 6 hafta geçirebilmişti. The Yacht “Savarona” being converted into a museum Minister of Culture and Tourism Ömer Çelik is undertaking to convert Atatürk’s Yacht “Savarona” into a museum. To this end, he examined the vessel anchored at Kuruçeşme on the Bosphorus. Built in 1931, Savarona was assigned to Atatürk’s service in 1938. Mustafa Kemal Atatürk who passed away on 10 November 1938 could only utilize the ship for six weeks. 1. İzmir Akdeniz Film Festivali The First İzmir Mediterranean Film Festival The first İzmir Mediterranean Film Festival organized by the Metropolitan Municipality of İzmir will be held between the 1st and 9th November 2013. In line with İzmir’s Mediterranean identity, the aim of the festival is to create a common ground for the films produced within the Mediterranean cultural space. 74 İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından ilki gerçekleştirilecek “İzmir Akdeniz Film Festivali” 1-9 Kasım 2013 tarihleri arasında yapılıyor. İzmir’in Akdenizlilik kimliği doğrultusunda, Akdeniz sinema kültürü içerisindeki filmlerin gösterilmesinde ortak bir alan yaratmak amaçlanıyor. Kutsal kentin sütunları bulundu Denizli’nin Eskihisar Mahallesi’ndeki Laodikya Antik Kenti’ndeki kazı çalışmalarında, toprağın 7 metre altında MS 494 yılındaki depremle yıkılan sütunlu galeriler bulundu. Antik dönemde Anadolu’nun en büyük inanç merkezlerinden biri olan “Kuzey Agora”yı barındıran Laodikya, İncil’de adı geçen bir kent. 1600 yıldan beri Hristiyanlar tarafından hac merkezi olarak geziliyor. Burada bulunan bir kilise de Anadolu’daki en eski ve en kutsal kiliselerin başında yer alıyor. The Columns of the Holy City were found Columned galleries collapsed during an earthquake which occurred in the area in 494 AD, were found at a depth of seven meters under the soil, in excavations performed at the Ancient City of Laodicea, located in the city of Denizli’s Eskihisar (Old Castle) neighbourhood. Laodicea, which harboured the “North Agora”, one of Anatolia’s greatest religious centres of the Antique Age, is also a city mentioned in the Bible. Christians used to visit Laodicea since the years 1600, as a centre of pilgrimage. The place hosts also one of Anatolia’s oldest and holiest Christian churches. ANKARA İSTANBUL İZMİR MERSİN Sanat Sezonu Repertuvarı V.Murat Afife Akdeniz Esintisi Amazonlar Aspendos Yüzyılların Aşkı Bach Alla Turca Coppelia Çalıkuşu Don Kişot Fındıkkıran Genç Werther’in Acıları Giselle Harem Hurrem Sultan Judith Kerbela Kont Dracula Kösem Sultan Mevlana’nın Çağrısı Notre Dame’ın Kamburu Sevginin Bedeli Sylvia Umut Uyuyan Güzel Üç Silahşörler Zorba Modern Dans, Dans Tiyatrosu Arda Boyları Bir Yaz Gecesi Rüyası Çakırcalı Efe Güldestan Gündüz ve Gece Hüsn-ü Aşka Dair Requiem Seyahatname Töre * Genel Müdürlük gerektiğinde repertuvarda değişiklik yapabilir. SAMSUN 2013 - 2014 OPERA BALE IV. Murat Aggrippina Aida Ali Baba & 40 Ariadne Naksos’ta Aşk İksiri Attila Birjan ve Sara Carmen Don Giovanni Don Pasquale Eczacı Figaro’nun Düğünü Herkül Hoffmann’ın Masalları İstanbulname Jan Dark Jül Sezar Karyağdı Hatun Kötülüğün Döngüsü Külkedisi (La Cenerentola) La Bohème La Traviata Lale Çılgınlığı Macbeth Madame Butterfly Midas’ın Kulakları Muhteşem Süleyman Opera Müdürü-Önce Müzik Sonra Söz Rigoletto Saraydan Kız Kaçırma Sevil Berberi Sihirli Flüt Şu Çılgın Türkler Tosca Uyurgezer Kız (La Sonnambula) Wolfgang & Lorenzo Yusuf ile Züleyha ANTALYA Operet Arşın Mal Alan Şen Dul Yarasa Sahne Kantatı, Oratoryo Carmina Burana Çanakkale Oratoryosu Yunus Emre Oratoryosu Müzikal, Müzikli Oyun Anadolu Sihri Batı Yakası Hikayesi Bir Tenor Aranıyor Fantastik Kanlı Nigar Lüküs Hayat Mançalı Şövalye Seslerle Anadolu Tangopera www.dobgm.gov.tr TÜRSAB-MÜZE REHBERİ TÜRSAB-MUSEUMS GUIDE İL CITY MÜZE MUSEUM KAPALI CLOSED KASIM-MART NOVEMBER-MARCH NİSAN-EKİM APRIL-OCTOBER İLETİŞİM CONTACT Aksaray Ihlara Vadisi Örenyeri Ihlara Valley • 08:00 - 17:00 08:30 - 18:30 (382) 453 7701 Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Museum of Anatolian Civilizations • 08:30 - 17:30 08:30 - 19:00 (312) 324 3160 Alanya Kalesi Castle of Alanya • 08:30 - 17:00 09:00 - 19:30 (242) 735 7337 Aspendos Örenyeri Aspendos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 238 5688 08:00 - 17:30 09:00 - 19:00 (242) 871 6820 Noel Baba Müzesi St. Nicholas Museum Pazartesi Monday Simena Örenyeri Simena Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 874 2022 Antalya Müzesi Antalya Museum • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 238 5688 Myra Örenyeri Myra Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 871 6821 Olympos Örenyeri Olympos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 892 1325 Patara Örenyeri Patara Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 843 5018 Perge Örenyeri Perge Archaeological Site • 08:00 - 17:30 09:00 - 19:00 (242) 426 2748 Phaselis Örenyeri Phaselis Archaeological Site • 08:30 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 821 4506 Side Müzesi Side Museum Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 753 1006 Side Antik Tiyatrosu Side Antique Theatre • 08:00 - 17:00 08:00 - 17:00 (242) 753 1542 Termessos Örenyeri Termessos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (242) 423 7477 Afrodisias Örenyeri Aphrodisias Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (256) 448 8086 Milet Örenyeri Miletus Archaeological Site • 08:00 - 19:00 08:00 - 19:00 (256) 875 5562 Didim Örenyeri Didyma Archaeological Site • 08:00 - 19:00 08:00 - 19:00 (256) 811 5707 Assos Örenyeri Assos Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (286) 721 7218 Troia Örenyeri Troia Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (286) 283 0061 Gaziantep Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi Gaziantep Zeugma Mosaic Museum Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 08:00 - 17:00 (342) 324 8809 Hatay Hatay Müzesi Hatay Museum Pazartesi Monday 08:00 - 16:30 09:00 - 18:30 (326) 214 6168 Antalya Aydın Çanakkale 76 İstanbul İzmir Mersin Muğla Nevşehir Trabzon İstanbul Arkeoloji Müzeleri İstanbul Archaeological Museums Pazartesi Monday 09:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (212) 520 7740 Ayasofya Müzesi Hagia Sophia Museum Pazartesi Monday 09:00 - 16:30 09:00 - 19:00 (212) 522 1750 Kariye Müzesi Chora Museum Çarşamba Wednesday 09:00 - 16:30 09:00 - 19:00 (212) 631 9241 İstanbul Büyük Saray Mozaikleri Müzesi İstanbul Mosaic Museum Pazartesi Monday Türk ve İslam Eserleri Müzesi Museum of Turkish and Islamic Arts Pazartesi Monday 09:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (212) 518 1805 Topkapı Sarayı Müzesi Topkapı Palace Museum Salı Tuesday 09:00 - 17:00 09:00 - 19:00 (212) 512 0480 Topkapı Sarayı Müzesi Harem Dairesi Harem Apartments Salı / Tuesday 09:00 - 15:30 09:00 - 17:00 (212) 512 0480 Bergama Asklepion Örenyeri Bergama Asklepion Archaeological Site • 08:00 - 17:30 08:30 - 19:00 (232) 631 2886 Efes Müzesi Ephesus Museum • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 892 6010 Efes Örenyeri Yamaçevler The Terrace Houses • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (232) 892 6010 St. Jean Anıtı St. Jean • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 892 6011 Bergama Akropol Örenyeri Bergama Akropolis Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 631 0778 Efes Örenyeri Ephesus Archaeological Site • 08:00 - 17:00 08:30 - 19:00 (232) 892 6010 Cennet-Cehennem Örenyeri Chasm of Heaven and Hell • 08:00 - 17:00 08:00 - 20:00 • Kayaköy Örenyeri Kayaköy • 08:30 - 20:00 08:30 - 20:00 (252) 614 1150 Sedir Adası Sedir Island • 08:00 - 18:00 (252) 214 6948 Kaunos Örenyeri Kaunos Archaeological Site • 08:30 - 20:30 08:30 - 20:30 (252) 614 1150 Knidos Örenyeri Knidos Archaeological Site • 08:30 - 19:00 08:30 - 19:00 (252) 726 1011 Bodrum Mausoleion Anıt Müzesi Mausoleion Pazartesi Monday 08:00 -17:00 08:00 -19:00 (252) 316 1219 Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Bodrum Museum of Underwater Archaeology Pazartesi Monday 08:00 - 17:00 08:00 -19:00 (252) 316 2516 Göreme Açıkhava Müzesi Karanlık Kilise The Dark Church • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 2167 Özkonak Yeraltı Şehri Özkonak Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 513 5168 Derinkuyu Yeraltı Şehri Derinkuyu Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 2167 Göreme Açıkhava Müzesi Göreme Open Air Museum • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 2167 Kaymaklı Yeraltı Şehri Kaymaklı Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 278 2500 Zelve Örenyeri-Paşabağlar Örenyeri Zelve - Paşabağlar Underground City • 08:00 - 17:00 08:00 - 19:00 (384) 271 3535 Sümela Manastırı Sümela Monastery Pazartesi Monday 09:00 - 16:00 09:00 - 16:00 (462) 531 1064 (212) 518 1205 77 istanbul arkeoloji müzeleri ayasofya müzesi kariye müzesi istanbul büyük saray mozaikleri müzesi türk ve islam eserleri müzesi topkapı sarayı müzesi topkapı sarayı müzesi harem dairesi troıa örenyeri assos örenyeri bergama asklepıon örenyeri bergama akropol örenyeri efes müzesi efes örenyeri efes örenyeri yamaçevler st. jean anıtı afrodısıas örenyeri milet örenyeri didim örenyeri kayaköy örenyeri sedir adası kaunos örenyeri knıdos örenyeri bodrum mausoleıon anıt müzesi bodrum sualtı arkeoloji müzesi alanya kalesi aspendos örenyeri noel baba müzesi simena örenyeri antalya müzesi myra örenyeri olympos örenyeri patara örenyeri perge örenyeri phaselis örenyeri side müzesi side antik tiyatrosu termessos örenyeri 78 göreme açıkhava müzesi karanlık kilise özkonak yeraltı şehri derinkuyu yeraltı şehri göreme açıkhava müzesi kaymaklı yeraltı şehri zelve örenyeri sümela manastırı gaziantep zeugma mozaik müzesi hatay müzesi TÜRSAB-MÜZE GİRİŞİMLERİ’NDEKİ MÜZE ve ÖRENYERLERİ cennet-cehennem örenyeri ıhlara vadisi örenyeri anadolu medeniyetleri müzesi MUSEUMS AND ARCHAEOLOGICAL SITES UNDER THE MANAGEMENT OF TÜRSAB-MUSEUM ENTERPRISES 79 İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ KOLEKSİYONUNDAN ÇİNİ MİHRAP Erken Osmanlı Dönemi çini sanatına hâkim olan renkli sır tekniği ile yapılmış, 1432 tarihli Karamanoğlu İbrahim Bey İmareti’ne ait çini mihrap. Bitkisel ve geometrik bezemeli çini levhalardan oluşan mihrabın kitabe panosunda, nesih hatla Bakara Sûresi’nin 255. (Ayet-el Kürsî) ayeti, kûfî hatla da 256. ve 257. ayetleri yazılıdır. Ana Sponsor İstanbul Arkeoloji Müzeleri TÜRSAB’ın desteğiyle yenileniyor İstanbul Arkeoloji Müzeleri Osman Hamdi Bey Yokuşu Sultanahmet İstanbul • Tel: 212 520 77 40 - 41 • www.istanbularkeoloji.gov.tr ARTISI ÇOK Özel Müzeler, Tiyatrolar, Operalar, Etkinlikler ve daha neler neler... 444 MÜZE (6893) - www.muze.gov.tr - www. muzekart.com www.istanbulwalk s.com G İ R İ Ş İ M L E R İ
Similar documents
Bilgi Formu - Highlight Hotel
Akdeniz ve dünya mutfağının en seçkin örneklerinin yerel lezzetlerle birleştiği X-Beach & Restaurant, her sabah 07:00’den 10:30’a kadar kahvaltı hizmeti vermektedir. Ayrıca Oda Servisi, kapsamlı me...
More information3. Cilt - Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü
olup Artvin-Ardahan bağlantılı karayolun üzerinde, ilçe girişinde yer alan Söğütlü Mahallesi’nin sınırları içerisinde olmak üzere ilçe merkezine uzaklığı 3 km.dir. Mülkiyeti Maliye Hazinesine ait k...
More informationApril/May/June 2014
Hümeyra ÖZALP KONYAR, Ufuk YILMAZ, Özgül ÖZKAN YAVUZ, Özgür AÇIKBAŞ, Köyüm ÖZYÜKSEL ÜNAL, Ayşim ALPMAN, Avniye TANSUĞ, Elif TÜRKÖLMEZ, Ahmet ALPMAN, Pınar ARSLAN, Turgut ARIKAN TÜRSAB adına YAYIN K...
More information1453 Dergisi 10. Sayı
Her dosyası gündem oluşturan 1453 Dergisi bu sayısında, Çağdaş sanat kavramı ve bu sanatın duayenlerini konuk ediyor. Özellikle “İstanbul’da Yaşıyor, Çalışıyor” projesi çerçevesinde “Güzellikler İm...
More information